Dünya Devrimi 6

Bir yılın ardından Yunanistan

 

Bir sene önce Yunanistan sokaklarında, polisin Alexandros Grigopoulos isimli genç bir anarşisti katletmesinin ardından devasa mücadeleler gerçekleşmişti. Öte yandan sokaklarda, okullarda ve üniversitelerde gerçekleşen bu hareket, iş yerlerindeki mücadele ile bağlar kurmakta ciddi bir biçimde zorlanmıştı. Hareketi destek amaçlı tek bir grev gerçekleşti. Bu grev, ilk okul öğretmenlerinin yalnızca sabah saatlerinde gerçekleşmiş olan greviydi. Oysa Yunanistan'daki bu hareketin gerçekleştiği sırada, bir genel grev içeren kitlesel işçi eylemleri de olmaktaydı.Bağlantılar buna rağmen kurulamadı.

 

Bununla birlikte Yunanistan'da işçi eylemleri, protesto hareketinin bitişinin ardından da devam etti. Çalışma Bakanı Andreas Lomberdos'un önümüzdeki üç ay içinde milli borç krizinden sıyrılmak için alınması gerekecek önlemlerin katliamlarla sonuçlanacağına dair uyarısı, durumun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Lombardios uyarısının sonunda "Bunu engellemek için elimizden pek bir şey de gelmiyor" demeyi de ihmal etmemiştir. Geçtiğimiz ayın başlarında Yunanistan başbakanı, parlamentoya hitabında milli borç krizini, "1974'ten beri ilk ulusal egemenlik krizi" olarak tanımlamıştı. Yeni "sosyalist" hükümet, şu anda bütün burjuva partilerini birleştirecek ve anayasanın tanıdığı kitle toplantısı, eylem yapma ve greve gitme hakkını çiğneme yetkisine sahip olacak bir olağanüstü milli birlik hükümeti kurmak için kolları sıvamış vaziyette.

 

Hükümet 'ıslahatlarını' (yani işçi sınıfına saldırılarını) uygulamaya geçirmeden önce dahi geniş bir işçi mücadeleleri dalgası gerçekleşmişti. Geçtiğimiz iki ay içerisinde liman işçileri, Telekom işçileri, çöpçüler, doktorlar, hemşireler, anaokulu ve ilkokul öğretmenleri, taksiciler, demir-çelik işçileri ve belediye işçileri, farklı gözükmelerine rağmen devletin ve sermayenin krizin bedelini işçiye ödetmek için yapmak durumunda kaldığı aynı saldırılara karşı greve çıktılar.

 

Devletin şu anda zaten mücadeleci olan bir işçi sınıfına karşı daha da ciddi saldırılar gerçekleştirmek zorunda kalmakta olduğu gerçeği, krizin Yunanistan'ı ne denli derinden etkilediğini gözler önüne sermektedir. Bakan Lomberdos, devletin yeni önlemlerinin "ancak şiddetli bir biçimde uygulanabileceğini" söyleyerek durumun ne denli vahim olduğunu da açık etmektedir. Öte yandan bütün işçi kesimlerine karşı gerçekleştirilen saldırılar, işçilerin ortak talepler üzerinden ortak bir mücadele gerçekleştirmesini de mümkün kılmaktadır.

 

Bu mücadelelerin arkaplanında Yunanistan'da artan öğrenci eylemleri, ülke genelinde çiftçilerin gerçekleştirdiği yol kapama protestoları, Alexandros'u katleden polisin duruşmasının 22 Ocak'ta, toplumsal hareketlere dizgin vurabilmek için zaten ertelendikten ve başkent Atina'nın dışına alındıktan sonra başlaması ve başka polislerinin de bu arada işkence suçundan tutuklanması, muhtelif silahlı solcu grupların parlementonun bombalanmasını içeren eylemlilikleri gibi olaylar da Yunanistan'da şu sıralar gerçekleşmektedir. Bütün ülkenin kontrolden çıkmakta olduğu, su götürmez bir gerçektir.

 

Yine de şu anda asıl önemli olan, işçi sınıfının kendi yöntemleriyle kendi çıkarları için mücadele etmeye hazır olup olmadığı ve sahte 'dost'lara karşı ne denli dikkatli olabileceğidir. KKE (Yunan Komünist Partisi) daha bir sene önce protestocuları "karanlık yabancı güçlerin" gizli ajanları ilan etmişken şimdi "işçi ve çiftçilerin haklarını savunurken bütün mücadele biçimlerine başvurma hakları vardır" diyor. Eski üsluplarına dönmeleri çok zaman almayacaktır. Dahası pek çok sınıf mücadelesi, şu ana dek sendika kontrolünde gerçekleşmiş ve dolayısıyla bir veya iki günle sınırlandırılabilmiştir.

 

Son olarak belirtmemiz gereklidir ki silahlı gruplar da işçi sınıfını ileri götürecek bir yol ortaya koymamaktadırlar. İşçiler sınıf dayanışmalarını, bilinçlerini ve kendilerine güvenlerini kendi mücadelelerinin bir parçası olarak ve kendi örgütlülük biçimleini ortaya çıkartarak inşa ederleri, televizyonlarda solcu radikallerin patlattığı bombalara dair haberleri izleyerek değil. Kendi mücadelelerini nasıl örgütleyeceklerini tartışan bir işçi kitle toplantısının sesi, hakim sınıfı bin bombadan daha çok korkutur.

 

Tags: 

Haiti Depremi: Kapitalist Devletlerin Tümü Katildir

 

Katiller... Kapitalizm, onun devletleri, onun burjuvazisi yalnız katillerdir, başka hiçbir şey değillerdir. On binlerce insan, bu insanlık dışı düzen yüzünden bir anda yaşamlarını yitirdi.

 

12 Ocak Salı günü, yerel saat ile 16:53'te, 7 şiddetinde bir deprem Haiti'yi paramparça etti. İki milyon kişiyi barındıran ahtapotvari bir gecekondu mahallesi olan başken Port-au-Prince toprağa gömüldü. Akılalmaz sayıda insan öldü. Her geçen saat yeni cesetler bulunuyor. Felaketten dört gün sonra, 15 Ocak Cuma günü, Fransız Kızıl Haç örgütünün tahminine göre ölü sayısı 40 bin ile 50 bin arasındaydı ve çok sayıda insan ağır yaralı idi veya sakat kalmış idi. Bu kuruluşa göre, deprek 4 milyon kişiyi doğrudan etkiledi. Birkaç saniyede 200,000 aile şurdan burdan toplanmış parçalar ile yapılmış 'evlerinden' oldular. Devasa binalar iskambil kağıdından yapılan evlermişçesine yerlebir oldular. Zaten hasarlı yollar, havaalanı, antik demiryolları: hiçbiri depreme dayanamadı.

 

Bu kıyımın nedeni çarpıcıdır. Haiti dünyanın en fakir ülkelerinden biridir. Nüfusun %75'i günde 3 TL'den aza geçiniyor, nüfüsun %56'sı ise günde 1.5 TL'den aza geçinmekte. Açlık ve sefaletin vurduğu bu adada depreme dair alnmış biçbir önlem yoktu. Öte yandan Haiti'nin deprem riski yüksek bir bölge olduğu da gayet iyi bilinmekteydi. Bu depremin beklenmedik bir deprem olduğunu iddia edenler veya önceden tahmin edilemez şiddette olduğunu söyleyenler utanmazca yalan söylemektedirler. Haiti'de 2002'de verdiği bir jeoloji seminerinde Profesör Eric Calais adada yakın zamanda 7.5 ile 8 arası şiddette bir deprem yaratabilecek fay atlarının mevcut olduğunu ifade etmiştir. Haitinin siyasi liderleri tehlikelerden haberdar edilmişlerdir zira Haiti Kamu İşleri Bakanlığı'ba bağlı olan Haiti Maden ve Enerji bürosunun internet sitesinde şunlar yazılıdır: "Geçtiğimiz yüzyılların hepsinde Hispaniola'da (Haiti ve Dominik Cumhuriyetinin paylaştıkları adanın ortak adı) en azından bir ciddi deprem gerçekleşmiştir: 1751 ve 1771'de Port-au-Prince'in yıkılışı, 1842'de Cap Haitien'in yıkılışı ve Port-au Prince ve Cap Haitien'e ciddi hasar veren 1887 ve 1904 depremleri, Nagua bölgesinde bir Tsunami yaratan 1946 depreni bunlara örnektir. Haiti'de ciddi depremler olmuştur ve her elli atmış yılda bir ciddi depremler olmaktadır: bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır." Peki bu derece bilimsel olararak gerçekleşeceği kesin olan bir tehlike karşısında hangi önlemler alınmıştır? Hiç! Mart 2008'de bır grup jeolog iki yıl içerisinde gerçekleşecek ciddi bir deprem riski olduğunu söylemişlerdi, ve Mayıs ayında da bir grup bilim insanı Haiti hükümeti ile bu hususta bir dizi toplantı yaptı. Ne Haiti devleti, ne de başta ABD ve Fransa olmak 'uluslararası dayanışma' çağrısı yaparken sular seller gibi timsah gözyaşları akıtan devletler, olası bir felaketi önlemek için en ufak bir önlem dahi almadılar. Haiti'de inşa edilen binaların çökmesi için bir deprem dahi gerekmiyordu oysa ki, o derece dayanıksızdı bu yapılar. 2008'de Petonville'de bir okul, hiçbir jeolojik neden olmaksızın çökmüş ve 90'a yakın çocuğun canını almıştı.

 

Artık çok geç. Obama ve Sarkozy istedikleri kadar "yeniden inşa ve gelişim için büyük uluslararası konferans" yapabilirleri Çin, Britanya, Almanya, İspanya gibi devletler istedikleri kadar yiyecek gönderebilir, STK'larını devreye sokabilirler. Ne yaparlarsa yapsınlari elleri kanlı suçlular olmaya devam edecekler.

 

Eğer Haiti bugün bu denli fakirse, eğer nüfusunun elinde avucunda hiçbirşey yok ise, eğer altyapısı namevcut ise, bunun nedeni 200'ü aşkın senedir yerel burjuvazinin ve daha büyük İspanyol, Fransız ve Amerikan burjuvazilerinin ufak adanın kaynaklarını kontrol etme kavgasına girişmiş olmalarıdır. İngiliz burjuvazisi, günlükk gazetesi Guardian aracılığıyla, emperyalist rekabetin ne denli sorumlu olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmekten geri durmamaktadır: "Şimdi Haiti'ye 'insani yardım' gönderme işine girişmiş olan soylu 'uluslararası topluluk' şu anda dindirmeyi amaçladığı acılardan büyük ölçüde sorumludur. ABD 1915'te ülkeyi işgal ettiğinden beri Haiti halkının eski devlet başkanı Jean-Bertnard Aristide'nin deyimiyle 'mutlak sefaletten onurlu açlığa' geçişi yönündeki bütün çabalar şiddetle ve bilinçli olarak ABD hükümetleri ve onun kimi müttefiklerince engellenmiştir.

 

Aristide'nin kendi hükümeti (ki %75'lik bir oyla seçilmiştir) birkaç bin kişinin canına malolan ve nüfusu kızgınlık içerisinde bırakan uluslararsı alanda tezgahlanmış kanlı bir darbe ile böylesi müdahalelerin son kurbanı olmuştur. BM de ülkede bir hayli geniş ve aşırı derecede çok ücrete malolan bir istikrar ve barış güvü barındırmaktaydı... Bu 'uluslararası topluluk', 2004'ten beri aslında Haiti'ye hükmetmedenlerdir... Bugün Haiti'ye acil durum yardımı gönderme yarışına girmiş olan bu ülkeler, geçtiğimiz beş sene içerisinde BM'nin görev yetkisinin ilk askeri amacının ötesine geçmesine sürekli hayır oyu vermişlerdir. Bu 'yatırımın' açlığın önüne geçmesi veya tarımsal gelişim için saptırılmasının sistematik olarak önüne geçilmiştir. Bu yaklaşım, bugün uluslararası 'yardım'ları şekillendiren yaklaşımdır."

 

Ki bu da hikayenin yalnızca bir parçasıdır. ABD ve Fransa, adanın kontrolü için darbeler, şiddet ve adada yaşan erkekleri, kadınları ve çocukları hergün terorize eden silahlı milisler aracılığı ile kapışmakta idi.

'Uluslararası dayanışma'nın etrafındaki medya sirki dolayısıyla dayanılmaz derecede miğde bulandırıcıdır. Farklı devletler 'kendi' STKları, 'kendi' erzak yardımları ile prim yapmaya çalışmakta, 'kendi' kurtarma ekiplerinin enkazlardan çıkarttığı insanların en iyi resimlerini utanmadan gösterip durmaktadırlar. Daha da korkuncu, Fransa ve Amerika, bu olay üzerinden amansız bir etkinlik savaşına girişmişlerdir. İnsancıllık namına faaliyetlerinin kontrolünü ele almak için, faaliyetleri koordine etme bahanesi ile askeri filolar gönderildi.

 

Bütün depremlerde olduğu gibi, uzun vadeli yardım iddiaları, yeniden inşa ve gelişim sözleri hiçbir anlam taşımamaktadır. Geçtiğimiz on yıl içerisinde:

-Türkiye'de 1999'daki 17 Ağustos Depremi'nde 15.000 kişi hayatını yitirdi;

-2001'de Hindistan'da 14.000 kişi hayatını yitirdi;

-2003'te İran'da 26.200 kişi hayatını yitirdi;

-2004'te Endonezya'da (deprem sonucu yükselen ve Afrika'ya kadar can alan devasa Tsunami etkisiyle) 210.000 kişi hayatını yitirdi;

-2005'te Pakistan'da 88.000 kişi hayatını yitirdi;

-2008'de Çin'de 70.000 kişi hayatını yitirdi;

 

Her defasında, 'uluslararası topluluk' çok üzüldü ve acınası azlıkta yardım gönderdi, fakat asla durumu gerçekten iyileştirecek kalıcı yardımlarda bulunmadı, bir tane depreme dayanıklı bina dahi yaptırılmadı. İnsancıl yardım, kurbanlarla gerçek dayanışma, böylesi felaketlerin engellenmesi kapitalizm için karlı faaliyetler değildir. Varsa insani yardım, bu sömürü düzeninin insancıl olabileceği izlenimi yaratmayı amaçlayan ideolojik bir sis perdesi işlevi görür ancak; yoksa askeri güçlerin harekete geçmesi ve dünyanın şu veya bu bölgesinde etkinlik kazanması için bir bahane işlevi görür.

 

Burjuvazinin insancıllık ve uluslararası dayanışma yalanlarının arkasındaki iki yüzlülüğü tek bir örnek bile ifşa eder: Fransa göçmenlik bakanı Eric Besson, Haiti'li 'yasadışı' göçmenlerin sınırdışı edilerek ülkelerine geri gönderilmelerine "geçici" olarak ara vermiştir.

 

Haiti nüfusunu vurmuş olan dehşet, yalnızca devasa bir hüzün hissi yaratabilir. İşçi sınıfı, her felaketten sonra olduğu gibi, muhtelif maddi yarım çağrılarına yanıt vererek bu duruma dair birşeyler yapmaya çalışacaktırç Böylelikle kalbinin insanlık için attığını, dayanışmanın sınırları olmadığını yine gösterecektir.

Fakat herşeyden önemlisi, bu dehşet, bu hüzün işçi sınıfının öfkesini ve mücadele etme iradesini güçlendirmelidir. Haiti'de ölenlerin vebali tabiatın veya kaderin değil, kapitalizmin ve onun devletlerinin boynunadır.

 

Tags: 

Tekel Mücadelesi'nde Neler Oldu?

14 Aralık 2009'da onlarca şehirde bulunan Tekel işletmelerinde çalışan binlerce işçi, evlerinden, ailelerinden ayrılarak, kendilerine sermaye düzeni tarafından dayatılan korkunç koşullara karşı mücadele edebilmek için Ankara'ya doğru yola çıktılar. Tekel işçilerinin yakın zamanda ilk ayını tamamlamış olan bu onurlu mücadelesi, bütün işçilerin katılacağı bir grev fikrini gündeme taşıyarak, kısa zamanda bütün ülkedeki işçi sınıfı hareketinin başını çekmeye başladı. Bizim burada aktarmaya çalışacağımız, Tekel mücadelesinde şu ana kadar olanların hikayesidir. Unutulmamalıdır ki, anlatılan yalnızca Tekel işçilerinin değil, dünyadaki bütün işçilerin hikayesidir. Sınıfımızın mücadelesini ileriye taşıyan onurlu Tekel işçilerine, hem kararlı direnişlerinden, hem de yaşadıklarını, deneyimlerini, düşüncelerini bize aktararak böylesi bir çalışmayı mümkün kılmalarından dolayı, sıcak bir teşekkürü borç biliriz.

Öncelikle Tekel işçilerini bu mücadeleye atılmaya iten meseleyi açıklamanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Bilindiği gibi Tekel işçileri devletin 4-C politikasına karşı mücadele etmekte. Devlet uzunca bir süredir, Tekel işçileri haricinde onbinlerce işçiyi şimdiden 4-C denilen koşullarda çalıştırıyor. Başta şeker fabrkalarındaki işçiler olmak üzere onbinlerce işçiyi de bekleyen 4-C koşulları. Bunun yanısıra, işçi sınıfının pek çok kesimi, başka isimlerde benzeri saldırılara bir süredir maruz kalmakta ve daha böylesi politikalardan muzdarip olmamış emekçileri de yine bu tür saldırılar bekliyor. Peki 4-C nedir? Bu uygulama, özelleştirmeler sonucu işlerini kaybedecek olan işçilerin sayısı arttıkça, onlarla baş edebilmek için devletin öne sürdüğü bir 'lütuf' uygulaması aslında. Bu uygulama, işlerini kaybedecek olan kamu çalışanlarının, ciddi bir maaş kesintisinin yanı sıra, korkunç koşullar ile devlet içerisinde muhtelif farklı sektörlere kaydırılmalarını içeriyor. 4-C uygulamasının işçiler için getirdiği korkunç koşullardan en kötüsü ise, devlet patronlarının, bu uygulama ile işçiler üzerinde mutlak güç sahibi olacak olması. Şöyle ki, devletin belirlediği, ve işçiler için zaten devasa bir maaş kesintisi olan ücret, bir azami ücret, ve kamu işletmeleri yöneticileri tarafından keyfi olarak azaltılabiliyor. Ayrıca, 4-C'de çalışacak işçilerin mesai saatleri de tamamen ortadan kalkıyor, ve devlet işletmesi patronları, onları istedikleri müddetçe keyfi olarak, "kendilerine verilen görevi bitirene kadar" işyerinde tutma ve çalıştırma gücüne sahip oluyorlar. Normal çalışma süresi haricinde ve hatta tatil günlerinde işçilerin, eğer patronlar isterse yapmak zorunda oldukları bu çalışma karşılığı da onlara hiçbir şey ödenmiyor. 4-C'de çalışanlar patronlar tarafından keyfi olarak, kendilerine hiçbir tazminat ödenmeden işten çıkartılabiliyorlar. Ayrıca işçilerin yılda çalıştırılacakları süre üç ay ile on ay arasında, çalışılmayan aylar için işçilere hiçbir ücret ödenmiyor ve işçilerin ne kadar çalıştırılacağı yine keyfi olarak belirleniyor. Buna rağmen, çalışmadıkları zamanlarda dahi işçilerin ikinci bir iş bulmaları yasaklanmış durumda. 4-C'de çalışan işçilerin sosyal güvenlik primlerinin ödemeleri de kesiliyor ve sağlık hakları tamamen ellerinden alınıyor. Özelleştirmeler de, tıpkı 4-C uygulamaları gibi, geçmişte, önce sigara ve alkol bölümlerinin özelleşmesi ile başlamış, sonrasında ise yaprak tütün işletmelerinin kapatılması ile bugüne gelmiş durumdalar. Burada sorunun yalnızca özelleştirme olmadığının, Tekel işçilerine özelleştirmeler ile işçilerin işlerini ellerinden alan özel sermaye ile 4-C politikalarında işçileri en akılalmaz koşullara mahkum ederek sömürmek isteyen devletin, yani devlet sermayesinin birleşerek saldırdığının bugün açık olduğu kanısındayız. Bu bağlamda Tekel işçilerinin sınıf çıkarlarından doğan emek kavgası, yalnızca özelleşmelere değil, bütün sermaye düzenine karşı bir niteliğe sahip bir biçimde doğduğunu söyleyebiliriz.

Tekel işçilerinin eylemlerini başlattıkları günlerde Türkiye'de sınıf hareketinin mevcut durumunu da aktarmak kanımızca yerinde olacaktır. 25 Kasım 2009'da, KESK ve DİSK ve Kamu-Sen gibi sendikaların katıldığı bir günlük bir grev gerçekleşmişti. Bu grevin birkaç hafta sonra, 14 Aralık'ta daha önce de belirttiğimiz gibi Tekel işçileri Ankara'da eylemlerini başlatmak için yola çıkmışlardı. Aynı hafta içerisinde Tekel mücadelesi dışında iki ayrı mücadele daha gerçekleştirdi. Bu mücadelelerden ilki, yeni yılın başlaması ile işten çıkartılacak olan itfayecilerin gerçekleştirdiği eylemlerdi, bir diğeri ise 25 Kasım grevine katıldıkları için işten çıkartılan arkadaşlarının işe alınması için bir günlük grev kararı alan demiryolu işçileri tarafından gerçekleştirildi. Sınıf mücadelelerinin bir anda şaha kalktığını gören düzenin çevik kuvveti, işçilere karşı tepkisi sert oldu: polis itfayecilere ve demiryolu işçilerine, tıpkı Tekel işçilerine yaptığı gibi vahşice saldırdı. Bunun yanı sıra grev sonucu işlerini kaybeden demiryolu işçilerinin sayısı elliye yaklaştı. Pek çok işçi göz altına alındı. Bu saldırılar karşısında itfayecilerin doğrulmaları biraz zaman alacaktı. Demiryolu işçileri ise hala mücadele zeminine geri dönebilmiş değiller. Tekel işçilerinin 14 Aralık Pazartesi günü başlayan haftanın sonunda öne çıkmalarını sağlayan, devletin baskılarına karşı Tekel işçilerinin ayakta kalmayı ve mücadelelerini devam ettirebilmeyi başarmalarıydı.

Peki Tekel mücadelesi nasıl başladı? Tekel işçileri arasında kendilerini bekleyen durumun farkında olan ve mücadele etmek ciddi bir azınlık vardı fakat aslında bu mücadeleyi tetikleyecek olan olay 5 Aralık günü, İstanbul'da gerçekleşen ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın katıldığı bir açılışta gerçekleşti. Durumlarının ne olacağını sormak için ailelerini de yanlarına alıp Erdoğan'ın karşısına çıkan Tekel işçileri Erdoğan'ın törende yaptığı konuşmayı "Tekel işçileri sizden müjde bekliyor" diyerek kestiler. Erdoğan işçilere şöyle cevap verdi: "Türkiye'de bugüne kadar ne yazık ki bazı bu tür unsurlar ortaya çıkıyor. Bu tür unsurlar bu ülkede çalışmadan, yatarak para kazanmak istiyorlar. Biz artık yatarak para kazanma dönemini kapattık (...) Devletin malı deniz, yemeyen domuz dediler. Bu anlayışla baktılar. Biz böyle bakamayız. Al sana ihbar tazminatı, kıdem tazminatın. İstersen 4-C'de de seni değerlendirelim ama yok kendi işini kuracaksan, kur. Bunları da söyledik. Sendikalarıyla anlaştık. Onlarla görüştüm, 'Size bu kadar süre. Gereğini yapın' dedim. Mutabık kalmamıza rağmen işte işin sonu geldi ve yaklaşık 1-2 yıl geçti aradan. Hâlâ bunlar biz burada böyle devam edelim veya bizi aynı haklarla başka yerlerde değerlendirin. Yok, bunları konuştuk. 10 bin Tekel işçisinin bize maliyeti aylık 40 trilyon."[1] Erdoğan başını ne denli büyük bir belaya soktuğunun farkında değildi. Daha öncesinde çoğu hükümeti desteklemiş olan işçiler, şimdi kızmışlardı işte. İşyerlerlerinde, nasıl mücadeye atılınabileceği tartışılıyordu işçiler tarafından. Durum değişmişti. Konu ile ilgili Evrensel gazetesinde yayınlanan yazısında Adıyaman'dan bir Tekel işçisi bu süreci şu şekilde anlatıyor: "O süreç küçük de olsa yürütülmeye çalışılan mücadeleye katılmayan arkadaşları da kamçıladı. Başbakan'ın bu sözleri ile AKP'nin gerçek yüzünü görmeye başladılar. İlk yaptıkları AKP'den istifa etmek oldu. İş yerimizde başlayan tartışmalarımızda emeğimize hep birlikte sahip çıkmaya karar verdik."[2] Erdoğan'ın anlaşmış olduğunu söylediği ve süreç içerisinde ciddi bir eylem göstermemiş olan sendika, Tek Gıda-İş, Ankara'da toplanma çağrısı yaptı. İşte bunun üzerine işçiler yollara düştüler.

Devlet güçleri, işçilere daha en baştan sinsice bir biçimde saldırdılar. İşçileri taşıyan otobüslerin yolunu kesen çevik kuvvet güçleri, Tekel fabrikalarının yoğunlukta olduğu Kürt illerinden gelen işçileri şehre almayacaklarını, fakat Batı'dan, Akdeniz'den, İç Anadolu'dan veya Karadeniz'den gelenlerin geçebileceklerini söyledi. Bu Kürt işçiler ile diğer işçileri birbirlerine düşürmek, sınıf hareketini etnik temelli bölmek üzere atılmış bir adımdı, ve aslında hem devletin birlik ve beraberlik maskesini, hem de açılım maskesini düşürüyordu. Öte yandan Tekel işçileri, polis güçlerinin bu tuzağına düşmediler. Tokat'tan gelen işçilerin öncülüğüyle, Kürt illeri dışından gelen işçiler polisin bu tutumunu protesto ettiler, ve kararlılıkla bütün işçilerin birlikte şehre girmesini ve kimsenin arkada bırakılmamasını direttiler. Hükümetin alacağı tutumu daha kestiremeyen çevik kuvvet, işçilerin hepbirlikte şehre girmesine izin vermek durumunda kaldı. Bu olay farklı şehirlerden, bölgelerden ve kökenlerden gelen işçilerinin sınıfsal zeminde kaynaşmalarını sağladı. Bu olayın sonrasında ise Batı'dan, Akdeniz'den, İç Anadolu'dan veya Karadeniz'den işçiler mücadeleye devam etmelerinde Kürt işçilerin dirençlerinden, kararlılıklarından ve bilinçliliklerinden aldıkların gücün ve ilhamın çok büyük katkı sağladığını, onlara çok şey öğrettiğini ifade edeceklerdi. Tekel işçileri ilk zaferlerini daha şehre girerken kazanmışlardı.

15 Aralık günü, Tekel işçileri Ankara'daki AKP Genel Merkezi önünde protesto eylemlerine başladılar. O gün Ankara'ya gelen bir Tekel işçisi olanları şu şekilde anlatıyor: "AKP Genel Merkezi'ne yürüdük. Gece ateş yakarak AKP'nin önünde saat 10'a kadar bekledik. Sonra hava çok soğuyunca Atatürk Spor Salonu'na gittik. 5 bin kişiydik. Orada halıfleksleri çıkarttık, kartonları açtık sabah ettik. Sabah bizi polis Abdi İpekçi Parkı'na yönlendirdi ve etrafımızı sardı. Bazı arkadaşlarımız da AKP önüne yürüdü. Abdi İpekçi'de beklerken arkadaşlarımızın yanına gitmek istedik, AKP önünde bekleyenler de yanımıza gelmek istediler, polis biber gazı sıktı. İlk biber gazıyla orada tanıştık. Sonra biz Abdi İpekçi'deki arkadaşlarımızın yanına akşam saat 7'de yürüyerek geldik. 4 saat yürüdük. Geceyi Abdi İpekçi'de yağmurun altında geçirdik."[3] Öte yandan polisin en vahşi saldırısı, 17 Aralık günü gerçekleşti. Emri büyük yerden aldığı belli olan çevik kuvvet, belki 15 Aralık'ta Kürt işçilerin Ankara'ya girmesine engel olamayışının da acısını çıkartırcasına, Abdi İpekçi Parkı'nda bulunan işçilere şiddet ve nefretle saldırdı. Amaç işçileri dağıtmaktı. Fakat bu sefer de devlet güçlerinin hesaba katmadığı bir detay vardı: işçilerin öz-örgütlülüklerini gerçekleştirme kapasiteleri. Polis tarafından dağıtılmış olan işçiler kendi kendilerini, hiçbir bürokrata ihtiyaç duymadan örgütleyerek akşamüstü Türk-İş binasının önünde kitlesel bir eylemde buluştular. Aynı günün akşamı, Türk-İş binasının iki katı, kalacak yeri olmayan işçilerce işgal edildi. 17 Aralık sonrasındaki günlerde, Tekel işçilerinin eylemleri Türk-İş'in önündeki ufak sokakta devam edecekti.

Bu tarihten yılbaşına kadar geçen günlere, Tekel işçileri ile Türk-İş yönetimi arasındaki mücadele damgasını vurdu. Esasında daha mücadelenin en başından, işçiler sendika ağalarına güvenmiyorlardı. Yapılan bütün görüşmelere, bütün şehirlerden iki işçi, diğer işçileri bilgilendirebilmek amacıyla, sendikacıların yanına gönderiliyordu. Hem Tek Gıda-İş, hem Türk-İş hem de hükümet ise, işçilerin Ankara'nun soğuğu, polis baskısı ve elverişsiz koşullar karşısında, Tekel işçilerinin birkaç gün içerisinde yılarak evlerine döneceklerini tahmin ediyorlardı. Türk-İş binasının kapıları, şaşırtıcı olmayan bir biçimde kısa bir süre içerisinde işçilere kapandı. Buna karşı işçiler, bina içerisindeki tuvatlerin işçilere açılması ve ayrıca kadın işçilerin bina içerisinde dinlenmelerine izin verilmesi için mücadele etmeye başladılar ve bu mücadeleyi kazandılar. İşçilerin geri dönmeye niyetleri yoktu. Kalacak yer elverişsizliğine karşı, Tekel işçilerine ciddi bir destek, başta proleter öğrenciler olmak üzere, Ankara işçi sınıfından geldi: mücadelenin başlangıcından birkaç gün sonra Ankara işçi sınıfının belki küçük ama önemli bir kesimi Tekel işçilerini ağırlamak için ellerinden geleni yapmaya başladı. Yılmak ve geri dönmek bir yana, hergün Türk-İş binasının önündeki küçük sokakta buluşan Tekel işçileri, mücadelelerini ileriye nasıl götürebileceklerini tartışmaya başladılar. Yalıtılmış konumlarını aşmak gerektiğinin farkına varan işçilerin, tek çözümün mücadelenin işçi sınıfının geri kalanına yayılması olduğu sonucuna varmaları çok zaman almadı.

Bu minvalde, Tek Gıda-İş'in ve Türk-İş'in bir şey yapacağı olmadığını gören bütün illerden mücadeleci işçiler, sendikaya taleplerini iletmek amacıyla bir grev komitesi oluşturmaya çalıştılar. Bu talepler arasında bir grev çadırı kurulması ve yeni yılın işçiler tarafından Türk-İş'in önünde kutlanması da vardı. Öte yandan sendika yöneticileri, işçilerin aldığı bu insiyatife karşı çıktılar. Sonuçta eğer işçiler mücadelelerini kendi ellerine alacaklarsa, sendikaya ne gerek vardı! Bu çıkışın ardında üstü örtülü bir tehdit vardı: zaten yalıtılmış olduklarının farkında olan işçiler, sendika da desteği çekerse yapayanlız kalma ihtimalinden çekiniyorlardı. Bu grev komitesi böylece ortadan kalktı, fakat ortaya çıkacaktı ki işçilerin mücadelelerini kendi ellerine alma iradeleri mevcudiyetini sürdürecekti. Komite olsun veya olmasın, militan işçiler, mücadelelerini yayma yönündeki çabalarını göstermeye devam edeceklerdi. İşçiler kendi olanaklarıyla kısa zamanda 4-C koşulları ile karşı karşıya kalacak Şeker işçileriyle bağlar kurmaya çalıştılar, çağırıldıkları işçi mahallelerine ve üniversitelere giderek mücadelelerini anlattılar. Bu sırada işçiler, kendilerine hiçbir şekilde destek çıkmayan, hiçbir şekilde arkalarında olmayan Türk-İş yönetimi ile mücadelelerini sürdürüyorlardı. Türk-İş başkanlar kurulunun toplandığı gün, işçiler kapıları zorladılar. Çevik kuvvet, Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'yu işçilerden korumak için seferber oldu. İşçilerden "Bizi satanı biz de satarız", "Türk-İş göreve, genel greve", "Kumlu istifa" gibi sloganlar yükseldi. Kumlu, bir saatlik grevle başlayacak ve bir hafta aralıklarla gerçekleşip her hafta süresi ikiye katlanacak grevler ve içlerinde yeni yılda Türk-İş'in önünde gerçekleştirilecek bir kutlama da olan bir dizi eylem ilan edene kadar can korkusundan işçilerin karşısına çıkamadı. Bununla birlikte, işçilerin Türk-İş'e tepkisi ve güvensizliği de dinmiş değildi. Diyarbakır'dan bir Tekel işçisinin verdiği bir röportajda "Sendika yöneticileri eylemi/direnişi bitirip geri dönme kararı alırsa biz bu karara uymayacağız. Hatta geçen sene olduğu gibi bir kazanım olmadan direnişi bitirme kararı alınırsa Türk-İş binasını boşaltıp ateşe vermeyi düşünüyoruz"[4] diyerek pek çok Tekel işçisinin hislerini ifade ediyordu.

Gerçekleşen ilk, bir saatlik greve katılımın bütün sendikalar toplamında yüzde otuzu bulması üzerine, Türk-İş bu eylem planından caydı. Tekel işçilerinin mücadelesinin genelleşmesinden hükümet ne kadar korkuyorsa, Türk-İş yönetimi de o kadar korkuyordu. Türk-İş binasının önünde, bir hayli şenlikli geçen yeni yıl eyleminin ardından, işçiler arasında mücadeleye devam edilip edilmeyeceği hakkında, kapalı oy ile yapılan seçimin ise işçilerin %99'unun mücadeleye devam demesiyle sonuçlandı. Bu arada ise gündeme, sendikanın önerisi ile şöylesi bir eylem planı oturdu: 15 Ocak'tan itibaren üç gün oturma eylemi, üç gün açlık grevi, ardından ise ölüm orucu. Ayrıca Türk-İş yönetiminin sözünü verdiği, geniş katılımlı bir eylem de gerçekleştirilecekti. Zaten yalıtılmış olan, ilkin gündemden düşmek, unutulmak istemeyen işçiler, gündeme oturmalarını sağlayabileceğini düşündükleri açlık grevine sıcak baktılar. Ayrıca Türk-İş'in önünde sıkıştıklarını hissediyor, bir şekilde eyleme geçmek gerektiğini düşünüyorlardı. Bir açlık grevi, Türk-İş'e de gözdağı olabilirdi.

Bugünlerde, Tekel mücadelesinin ortaya çıkardığı en önemli metinlerden biri kaleme alındı: Tekel İşçisinden Şeker İşçisine Mektup. Mektubu kaleme alan Batman'lı Tekel işçisi, şunları yazıyordu:  "Emekçi, onurlu Şeker İşçisi kardeşlerimiz, Bugün Tekel İşçisinin vermiş olduğu onurlu mücadele tüm emekçilerin, hakları elinden alınanlar için tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı tepmemek adına siz emekçi kardeşlerimizi de bu onurlu mücadelenin içinde görmek bizi daha çok sevindirir ve güçlendirir. Ardakaşlar özellikle şunu belirtmek istiyorum ki şu an sendikacılar sizlere "Biz bu işi çözeriz" diye umut vaat edebilirler. Ama biz de aynı süreçten geçtiğimiz için şunu çok iyi biliyoruz ki onlar tuzu kuru ve hiçbir hayat endişesi olmayan insanlar. Ama emeği elinden alınacak , hakları gaspedilecek olan sizlersiniz. Bugün bu mücadelede yer almazsanız yarın sizin için çok geç olabilir. Sonuçta siz olmazsanız da bu mücadele zaferle sonuçlanacak, bundan herhangi bir kuşku ve endişemiz yoktur. Çünkü şunu iyi biliyoruz ki emekçiler tek vücut olunca başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Bu duygularla bütün Tekel İşçileri adına sizi saygı ve tüm içtenliğimle selamlıyorum."[5] Bu mektup yalnızca Şeker işçilerini, kendileri ve kendi kendilerine mücadeleye katılmaya çağırmıyordu; ayrıca Tekel'de olmuş olanları bütün netliğiyle ortaya koyuyordu. Aynı zamanda, mücadele içerisindeki pek çok Tekel işçisinin sahip olduğu, yalnızca kendileri için değil bütün işçi sınıfı için mücadele ettiklerine dair bilinci de ifade ediyordu bu mektup.

15 Ocak günü, daha önce bahsettiğimiz oturma eylemi için şehir dışında olan Tekel işçileri Ankara'ya geldiler. Sakarya meydanında bulunan Tekel işçilerinin sayısı on bine yaklaşmıştı şimdi. Kimilerinin yanında aileleri de gelmişti. İşçiler Ankara'ya izin alarak geliyorlardı, ve pek çoğunun izinlerini yenilemek için evlerine gelip gitmeleri gerekmişti daha öncesinde. Şimdi ise neredeyse bütün Tekel işçileri buluşmuşlardı. 16 Ocak Cumartesi günü ise, geniş katılımlı kitlesel bir eylem planlanıyordu. Düzen güçleri bu eylemden korkuyorlardı, zira bu eylem, mücadelenin kitleselleşmesi ve genelleşmesi için bir zemin oluşturabilirdi. Cumartesi günkü eyleme gelen işçilerin geceyi ve Pazar gününü Tekel işçileriyle geçirmesi ihtimali, gerçekleşseydi gelen işçiler ile Tekel işçileri arasında güçlü ve kitlesel bağlar oluşmasını doğurabilirdi. Düzen güçleri bu yüzden eylemi Pazar gününe almakta diretti, Türk-İş de Kürt illerinden işçilerin gelmesini bir ayak oyunuyla engelleyerek eylemi zayıflattı. Ayrıca iki geceyi Ankara ayazında, oturma eylemi yaparak sokaklarda geçirmenin Tekel işçilerinin direncini kıracağı da düşünülüyordu. 17 Ocak'ta gerçekleşecek eylemde, bu düşüncenin ciddi bir yanılgı olduğu ortaya çıkacaktı.

17 Ocak eylemi sakin başladı. Ankara'ya gelen işçiler ve eyleme katılan çeşitli siyasi gruplar, sabah saat 10'da Ankara Garı'nda buluşarak buradan Sıhhiye meydanına yürüyüşe geçtiler. On binlerce emekçinin katıldığı eylemde, kürsüden önce bir Tekel işçisi, sonrasında ise bir itfayeci ve bir şeker işçisi konuştu. Onların ardından ise sahneye Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu çıktı. Ne olduysa da bundan sonra olsu zaten. Ne Tekel işçilerinin mücadelesini veya yaşam koşullarını umursayan, ne de bu mücadelenin yayılmasını isteyen Kumlu, tamamen ılımlı, uzlaşmacı ve boş bir konuşma yaptı. Türk-İş, eylemi planlarken Tekel işçilerini kürsüden uzakta tutmaya özen göstermiş, ve kürsünün önüne durumdan haberi olmayan metal işçilerini koymuştu. Fakat Tekel işçileri, metal işçilerinden izin isteyerek kürsünün karşısına geçmeyi başardılar. Kumlu'nun konuşması sırasında Tekel işçileri konuşmayı sloganlarla kesmeye çalıştılar. Bardağı taşıran son damla ise, Kumlu'nun konuşmasından sonra işçi sınıfı hareketiyle en ufak bir alakası bile olmayan Alişan'ın konser vereceğinin duyurulması oldu. İşçiler kürsüyü işgal ederek, kendi sloganlarını attılar ve sesin kısılmasına rağmen eyleme gelen emekçiler bu sloganlara katılabildi. Bir süreliğine sendika kontrolü tamamen kaybetti, kontrol işçilerin elindeydi. Alelacele sahneye çıkan sendika yöneticileri, bir yandan radikal nutuklar atmaya, bir yandan ise işçileri kürsüden indirmeye çalışıyorlardı. Bu işe yaramayınca işçileri birbirlerine ve onları desteklemeye gelen öğrencilere ve emekçilere düşürmek için provakasyona başvurdular. Mücadelenin en başından beri burada olan işçiler ile yeni gelmiş olanlar arasına nifak sokmaya çalıştılar, destek vermeye gelenleri ise hedef gösterdiler. Nihayetinde, sendika yöneticileri kürsüyü işgal etmiş işçileri aşağı indirmeyi başardılar, işçileri de alelacele Türk-İş binasının önüne dönmeyi ikna ettiler. Genel grev sloganlarına karşı açlık grevi ve ölüm orucuna dair bir konuşmanın çıkartılması da bize göre dikkat çekiciydi. Her halükarda, Türk-İş binasının önüne dönmek, işçilerin tepkisini söndürmeye yetmedi. İşçilerden "Genel grev, genel direniş", "Türk-İş şaşırma, sabrımızı taşırma" ve "Bizi satanı biz de satarız" gibi sloganlar yükseliyordu. Günün ilerleyen saatlerinde, sayıları yüz elliyi bulan bir işçi grubu, Türk-İş binasının önündeki bürokratik barikatı aşarak binayı işgal etti. Binada Mustafa Kumlu'yu arayan Tekel işçileri, onun odasının kapısına ulaşınca "İşçi düşmanı, AKP'nin uşağı" sloganları atmaya başladılar. 17 Ocak eyleminin bir gün ardından ise işçiler arasında yeniden bir grev komitesi oluşturma yönünde çabalar başladı. Mücadeleyi yaymanın gerekli olduğunu ve açlık grevinin mücadeleyi ileri götürmeyeceğini düşünen işçilerin meydana getirdiği bu komiteyi oluşturma çabasından Tekel işçilerinin tamamı haberdardı. İşçilerin büyük çoğunluğu bu çabayı desteklerken, desteklemeyenler de komitenin oluşturulmasına karşı çıkmadılar. Komite kurulurken amaçlananların başında, sendikaya işçilerin taleplerini iletmenin yanısıra, işçiler arasında iletişimi ve öz-örgütlenmeyi sağlamak da bulunuyordu. Bir önceki grev komitesi gibi bu komite de tamamen işçilerden oluşuyordu ve sendikadan tamamen bağımsız bir niteliğe sahipti. Aynı öz-örgütlenme kararlılığı, 19 Ocak'ta yüzlerce Tekel işçisinin, bir günlük greve çıkan sağlık emekçilerine destek vermek için onların eylemlerine katılmalarını ve onlara büyük bir güç vermelerini mümkün kıldı. Yine aynı gün, üç günlük açlık grevine yalnızca yüz işçinin başlamasına izin verilirken, üç bin işçi, işçilerin genelini açlık grevi fikrini doğru bulmadığı halde, katılmak istediler. Bunun nedeni bu işçilerin açlık grevine giden arkadaşlarını yalnız bırakmak istememeleri, onlarla dayanışmak, onların çekeceklerini paylaşmak istemeleriydi.

Tekel işçileri, geldikleri şehirlere göre kendi aralarında toplantılar yapıyor olsalar da, şu ana kadar bütün işçilerin katıldığı bir kitle toplantısı düzenlenmesi mümkün olmadı. Bununla birlikte, 17 Aralık'tan beri, Türk-İş binasının önü, gayrı-resmi ama daimi bir kitle toplantısı niteliğine sahip. Sakarya meydanı, farklı şehirlerden gelmiş ve mücadeleyi nasıl ileri götürebileceklerini, nasıl yayabileceklerini, ne yapacaklarını tartışan yüzlerce işçi ile dolu bu günlerde. Mücadelenin bir önemli niteliği ise farklı etnik kökenlerden gelen işçilerin sermaye düzenine karşı, düzenin bütün provakasyonlarına karşı birlik olmayı başarabilmiş olması. Eylemin ilk günlerinden beri atılan "Kürt ve Türk işçiler bir arada" sloganı bu durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Tekel eyleminde, pek çok Karadenizli işçi hayatlarında ilk kez Şemamme oynamış, pek çok Kürt işçi ise hayatlarında ilk defa horon tepmiştir. Tekel işçilerinin yaklaşımının çok önemli olduğu bir nokta da mücadeleyi yaymaya ve işçi dayanışmasına verdikleri önemdir, ki bu dar bir ulusal perspektifle değil, bütün dünya işçilerinin birbirlerine desteğini de kapsayan bir perspektiftir. Tekel işçileri ayrıca, hakim sınıfın muhalif kesimlerinin mücadeleyi kendi emelleri için kullanmalarına izin vermemiştir ve muhalefet partilerine güvenmemektedir. Mesela bir CHP'nin Kent AŞ'de işten çıkartılan işçilere ne denli sert saldırdığını, bir MHP'nin devlet politikalarında payı olduğunu, işçi düşmanı olduğunu bilmektedirler. Verdiği röportajda bir işçi yaptığı şu açıklama bu bilinci ortaya koymaktadır: "Biz hepsinin ne olduğunu anladık. Özelleştirme yasasına onay veren adamlar bugün bizim halimizi anladıklarını söylüyor. Ben bu zamana kadar hep MHP'ye oy verdim. Bu direnişle birlikte devrimcilerle tanıştım. İşçi olduğum için bu mücadelenin içerisindeyim. Devrimciler hep bizimle birlikte. MHP ve CHP burada 5 dakika konuşma yapıp gidiyor. İlk geldiğimizde onları alkışlayanlar vardı aramızda. Şimdi böyle bir durum yok."[6] Bu bilincin en çarpıcı örneği ise, Abdi İpekçi parkında eylem yapan Kent AŞ işçilerine, Kürt oldukları için saldıran faşist Alperen Ocakları'ndan gelenlerin konuşmasına Tekel işçilerinin engel olmalarıdır. Tekel işçileri ayrıca ilk eylemlerinde çok sert saldırılara maruz kalan itfaye işçilerine, tekrar mücadeleye dönmelerini sağlayacak morali vererek katkı yapmıştır. Genel olarak, Tekel işçileri yalnızca itfayecilere değil, işçi sınıfının mücadele etmek isteyen bütün kesimlerine umut vermişlerdir.

Tekel işçileri, bütün işçilerin, emekçilerin katılacağı bir grevi gündeme taşımayı başarmışlardır. İşte bu yüzden bugün Tekel işçileri, onurla Türkiye işçi sınıfının başında durmakta, yıllardır uykuda olan sınıfımızı esasında bütün dünya emekçilerinin mücadelesiyle buluşmaya taşımaktadırlar. İşte bu yüzden son yıllarda Mısır'dan Yunanistan'a, Bangladeş'ten İspanya'ya, İngiltere'den Çin'e dünyayı sarsan kitle grevinin tohumlarını ellerinde tutmaktadırlar. Bu onurlu mücadele, şu anda devam etmektedir, ve bu mücadelenin derslerini çıkarmanın zamanı bize göre daha gelmemiştir. Bir yandan öne çıkartılan açlık grevi ve ölüm orucu fikri, diğer yandan yandan bu fikri mücadeleye uygun bulmayan ve mücadeleyi yaymak isteyen işçilerden oluşan bir grev komitesi fikri ile, bir yanda devletin bir parçasından başka bir şey olmayan Türk-İş bürokratları, diğer yanda genel grev isteyen işçiler ile, mücadelenin önündeki yolun ne olduğunu, nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını kestirmek zor. Öte yandan, şunu söylemek zorundayız ki bu mücadelenin sonucu ne olursa, Tekel işçilerinin onurlu duruşları çok önemli sonuçlar doğuracak ve bütün işçi sınıfı için paha biçilmez dersler bırakacaktır.

Gerdûn, 20.01.10


[1] https://www.cnnturk.com/2009/turkiye/12/05/erdogana.tekel.iscilerinden.p...

[2] https://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=63999

[3] https://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=63999

[4] https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2009/12/30/select...

[5] https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2009/tekel-isc...

[6] https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2009/12/30/select...

 

Tags: 

İran: Musevi İşçi Dostu Değildir

 

 

Aralık ayında İran'da yine kitlesel eylemler baş gösterdi. 'Muhalif' molla Büyük Ayetullah Hüseyin Ali Muntazeri'nin Qom'da gerçekleşen cenazesinde yüzbinlerce insan sokağa döküldü ve Aşure vaktine gelininceye kadar bütün ülkede protestocular ile güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamıştı ve İran devlet televizyonuna göre 15 kişi hayatını kaybetmiş, ve binlerce kişi tutuklanmıştı. İran dışından gelen kaynaklara göre ise, ölü sayısı iddia edilenin bir hayli üstündeydi ve polislerin eylemcilere ateş açmayı reddedip onların saflarına katılmaları ve eylemcilerin bir polis istasyonuna saldırıp ele geçirmesi gibi olaylar gerçekleşmişti.

 

Şu anda İran'da olan bitenin tam olarak ne olduğunu bilmenin zor olmasına rağmen, komünistlerin ne olup bittiğini analiz etmesi ve anlamaya çalışması bizce önem taşımaktadır. Belki de bu işe girişmenin en iyi yolu, öncelikle reddettiğimiz yaklaşımların ne olduklarını ortaya koymak ve bu yaklaşımlarda sorunlu gördüğümüz noktaların altını çizmek olacaktır.

 

İlkin, özellikle Batı ülkelerinden kimi sözde 'anti-emperyalist'lerin takındığı tutumu tamamen gerici gördüğümüzü belirtmek istiyoruz. Bu yaklaşım, en aşağlık biçiminde 'CIA kaynaklı küçük burjuva hareketin' İran devleti tarafından bastırılmasına topyekün destek sunmakta. Bize göre CIA'in bu hareketi etkilemeye çalıştığı şüphesiz doğru olmakla birlikte, katılan insanların sayısı bize gerçekleşenlerin Washington'dan çıkma olmadığını, İran'da gerçekten geniş bir destek gördüğünü gösteriyor.

 

Öte yandan şu anda 'halk iktidari' şiarına kapılmış solcuların düştüğü tuzağa düşmeyi doğru bulmuyoruz. Sosyalizmi muzaffer kılmak amacıyla gerçekleştirilen bir işçi sınıfı devrimi ile geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde Avrupa'da defalarca gördüğümüz, ve İran'daki olayların dahil edilmeye çalışıldığı 'renkli' devrimler arasında devasa bir fark mevcut.

 

Hakim sınıfın, şu veya bu devleti kim kontrol edecek kavgasına tutuşmuş kesimlerini desteklemek, emekçi insanlara hiçbir getiri sağlamıyor. Musevi ve onun muhalefeti şüphesiz bu şekilde değerlendirilmelidir. Musevi bilindiği üzere İslami Cumhuriyet'in ilk yıllarında, toplumsal muhalefete karşı toleranssızlığı ile nam salmış bir hükümetin başbakanlığı görevini sekiz yıl boyunca sürdürmüş bir kişidir. Ayrıca kendisi şu anda en yüksek koltukta oturan Büyük Ayetullah Ali Hüseyin Hamaney'in de akrabasıdır (Musevi'nin büyük annesi, Hamaney'in halasıdır). Musevi 'düzeni düzeltmek' laflarını ağzından düşürmese de, o düzenin bir parçasıdır.

 

Buna rağmen Musevi'nin kampanyası, geniş bir destek çekmiş ve yüzbinlerce insanı bütün hayati tehlikelere rağmen sokaklara döktü. Tabii ki, bütün bu olanların kaynağı olarak Musevi'ye destek veriliyor olması gösterilemez. Pek çok kişi rejimden memnuniyetsizlik duyuyor ve devletin bariz bir biçimde seçimde hileye başvurmasına karşı doğan öfkeyi, rahatsızlıklarını ifade etmek için kullanıyor. Tabii ki, Musevi'nin programı da özellikle kadınların desteğini çekiyor. İran'daki öğrenci kitlesinin %60'ını oluşturan kadınlar, Musevi'nin sözde ahlak polisini lağvetme ve İranlı kadınların erkeklerle eşit konumda olmasına dair verdiği sözlerden etkileniyorlar ve bu eylemlerdeki kitlesel öğrenci katlımının kısmen nedenini oluşturuyor.

 

Musevi'nin hareketinin işçilerin hayatlarında gerçek bir değişikliğe yol açıp açmayacağı da kendimize sormamız gereken bir soru. Şüphesiz, iktisadi alanda Musevi'nin programı ancak çok ufak bir değişikliğe yol açabilir. Bütün renklerden siyasi partiler, krize karşı aldıkları önlemlerde çok az farklılık gösteriyorlar, ve bu önlemler her daim işçilerin yaşam standartlarına saldırıları içeriyor. Bu alanda ne söz veriliyorsa bunlar boş sözlerdir. Bir sektör vahşice saldırılara maruz bırakılmıyorsa, bu öteki sektörlere daha sert saldırılar olacak demektir. Toplımsal alanda da, Musevi'nin geçmişteki eylemlerinin siciline bakarsak, kadın haklarına dair bütün laflarına rağmen, eğer iktidara gelirse devletle uzlaşmaya gideceğini ve çok az değişiklik olacağını söyleyebiliriz. Tayyip nasıl kendisi başbakan olunca devletteki Kemalistlerin kendiliklerinden ortadan kalkmadıklarını gördüyse, Musevi de de dini muhafazakarların kendiliklerinden ortadan kalkmayacağını görecektir. Ayrıca zaten devlet içerisinde fazlasıyla yavaş olsa dahi bir liberalleşme eğilimi mevcuttur. Tahran sokaklarında bugünlerde biraz gezmek ve insanların yirmi yıl öncesine kıyasla nasıl giyindiklerini gözlemlemek bu durumu açıkça gözler önüne serecektir.

 

Peki, komünistler İran'da olanlara dair bugün nerede durmalıdır? Yeşil hareketin tamamen burjuva bir hareket olduğu ve işçi sınıfına hiçbir şey önermediği su götürmez bir gerçektir. Ayrıca bu hareket gücünü kaybediyor gibi gözükmektedir. İlk protesto eylemleri sokaklara yüz binlerce insanı dökmüş olsa da, bugün sayılar küçüldükçe küçülüyor gibidir. Mücadelenin ilk günlerinde işçi sınıfının sahneye çıkması mümkün gözüküyordu. Tahran'daki eylemcilere karşı uygulanan polis baskısının ardından devasa Khodro araba fabrikasındaki işçiler bir günlük bir greve çıkmışlardı ve açık açık seçimlerdeki bir adayı desteklediklerinden değil devlet baskısına karşı olduklarından bu eylemi gerçekleştirdiklerini ifade etmişlerdi. Fakat otobüs şöförleri sendikasının yayınladığı birkaç bildiri haricinde, işçilerin işçiler olarak harekete katılımı bununla sınırlı kaldı. Tabii ki eylemlere katılan çok sayıda işçi vardı, fakat bu katılım bireysel bir biçimde gerçekleşti, kollektif bir güç olarak değil. Böylesi durumlarda, birden fazla sınıfı kapsayan bir harekette (ki İran'dan farklı solcu yapıların verdikleri bilgilerin hepsi hareketin böylesi bir niteliği olduğunu ifade etmektedir) işçiler kollektif bir güç olarak hareket etmiyorlarsa, onların büyük 'halk' kitlesinin bir parçası olarak görülmeleri kaçınılmazdır. Bu 'halk' kitlesi ise başka sınıf güçlerinin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir kitledir.

 

Örgütümüzün 1979 yılında İran devrimine dair yazdıkları hala doğruluklarını korumaktadırlar, hatta geçtiğimiz seneki mücadelelerde işçi sınıfının namevcudiyeti tarafından doğrulanmaktadırlar: "Sokaktaki insanların rejimi devirdiğine dair bütün laflara rağmen, 1979'da net olan şuydu ki İranlı işçilerin grevleri, Şah rejiminin devrilmesini sağlayan temel ve siyasi unsurdu. Bütün kitlesel eylemlere rağmen, İran'daki bütün ezilmiş kesimleri içeren 'halk' hareketi yılgın düşmeye başlamışkeni mücadeleye 1978'in Ekim ayının başında, özellikle petrol sektöründe İran proleteryasının girişi, yalnızca rejim karşıtı ajitasyona can vermekle kalmayarak milli sermayenin önüne, eski hükümet ekibinin yerini dolduracak yeni bir ekibin yokluğunda çözümü imkansız bir sorun çıkardı. Baskı ufak tüccarları, öğrencileri ve işsizleri geri çekilmeye zorlamaya yeterliydi, fakat işçilerin grevlerinin yarattığı iktisadi felçe karşı güçsüz bir silah olduğu ortaya çıkacaktı."

 

Musevi hareketinin, kimi talepleri devlet politikasına eklenerek yavaşça sönümlenmesi kuvvetle muhtemeldir. İran bir devrimin eşiğinde değildir. Önümüzdeki aylar rejimin değil, 'Yeşil hareket'in ölümünü getirecektir. Bu çok kanlı bir süreç olabilir ve eğer işçiler birbirleriyle cebelleşen politikacıların çıkarları için değil kendi çıkarları için mücadeleye girmezlerse dökülecek kanların önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır.

 

 

Tags: