Kuzey Afrika’da Tek Parti Rejimleri Yıkılırken İşçi Sınıfını Ne Bekliyor?

Kuzey Afrika'da başlayan ve Kafkaslarda kadar tırmanan bir toplumsal olaylar dizisinden geçtik, geçiyoruz. Yaşananlara herkes kendi durduğu yerden bir anlam ve amaç tanımlama ihtiyacı hissederek onlarca yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Hatta başlarına sıfatlar eklenerek devrimler dendi. Ama bunların ancak iki yorumu olabilirdi özünde; birincisi burjuva yorum, diğeri ise işçi sınıfı yorumu. Buradaki amacımız kimin burjuva kimin işçi sınıfı yorumunu tahlil etmek olmayacak elbette.


Bizde işçi sınıfı cephesinden meseleyi anlamaya çalışacağız. Yaşanan toplumsal olaylar nasıl ortaya çıktı, sokağa dökülen insanların talepleri nelerdi bunları anlamlandırarak işçi sınıfının bu toplumsal olaylarda olgunluğu neydi ve buna karşı burjuvazi bu süreçte kendi iktidarını yeniden inşa etmek için hangi araçları kullandı. Aslolarak bu meseleye yoğunlaşacağız.


Olayların yaşandığı bu ülkelerde şüphesiz burjuva iktidarlar vardı ve yaşananları atılmış olan tarihsel bir çentik olarak görürsek, bu çentiğe kadar Tunus'ta, Mısır'da ve diğerlerinde tek adam tek parti vb. rejimler vardı. Bir anda patlak veren olaylar iktidardaki tek adamları salladı, devirdi ve sallamaya da devam ediyor. İlk önce bu rejimler nasıl ortaya çıktı ve niçin ardı ardına yıkılmak zorunda kaldılar. Meselenin tarihsel arka planına doğru giderek ve Türkiye'nin bu süreçteki özel konuma değinerek parlamenter demokrasi üzerine değerlendirmeler yapmak gerektiğinin kanısındayız.


Örnek Gösterilen Ülke Türkiye ve Parlamenter Demokrasi
Mısır üzerine değerlendirme yapan burjuva yorumcular ve politikacılar Türkiye'nin son yıllarda yaşamış olduğu değişimi örnek olarak gösterdiler. Bunun iki temel nedeni vardı, birincisi Türkiye'nin çok uluslu şirketlerle ilişkisi üzerinden kapitalizmle olan uyumu. İkincisi ise kendi topraklarında ki tek adam ya da tek parti rejimini tasfiye ediş biçimidir. Kendi gelişimi bakımından bu iki meseleye inşa ederken, işçi sınıfı üzerinde kuruduğu baskıda başarıya ulaşması ve parlamenter demokrasi ve sendikalar aracılığıyla da işçi sınıfı üzerinde önemli bir yanılsamayı yaratmış olması yine onun bölgede kapitalizm için en ideal rejim olma özelliğini kazandırıyordu.


Arap coğrafyasında doğrudan çıkar ve söz sahibi olan ABD'nin başını çektiği kapitalist blok yaşanan olaylar sırasında Mısır'da ve öncesinde de Irak ve diğer Müslüman ülkelere Türkiye'de yaratılmış olan bu rejimi her defasında örnek olarak gösterdi. Yukarıda de belirttiğimiz gibi bu geçiş süreci ve sonunda gelinen nokta burjuvazi açısından bölgede etkili olabilecek bir modeli de ortaya çıkarmış olmasıydı. Birbiri ardına sallanmaya başlayan bu diktatörler rejimi, çok uluslu şirketlerin devletleri ile ilişkisinde herhangi bir sıkıntımı yaşamaktaydı sorusuna hiç düşünmeden hayır diyebiliriz. O zaman iddia edildiği gibi olayların başlaması için emperyalistlerin düğmeye bastılar ve her şey öyle başladı. Böyle bir değerlendirme bölgeyi ve oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzak bir yaklaşım. Bundan dolayıdır ki meseleye Türkiye üzerinden bakmaya çalışacağız.


Tekrar Türkiye'ye dönecek olursak öncelikle öncesi ve sonrası olarak adlandıracağımız süreci tanımlayalım ki bu durum artık Tunus, Mısır ve Libya için geçerli. TC kuruluşuna kadar gidecek olursak ve önceki süreç olarak değerlendirirsek M. Kemal ile özdeşleşmiş tek adam ve tek parti rejiminden söz edebiliriz.
Osmanlının yıkılışının ardından kurulmuş olan burjuva cumhuriyet, klasik anlamıyla oluşmuş bir kapitalist sermaye birikimine sahip değildi. Sermayenin iktidarı yönetecek güce sahip olamaması ve bu güce sahip olanların Gayri Müslim olması ve Türk olmaması devlet tekelinde bir sermaye birikimi eğilimine gitmesine neden oldu. Devlet kapitalizmden söz edebileceğimiz tek parti yönetiminde bir rejim ortaya çıktı, birinci beş yıllık plan ve ikinci beş yıllık plan yüksek gümrük vergileri ve yerli üretimin artırılmasıyla devlet eliyle sermaye birikimi sağlanmayı hedeflenmekteydi. Benzer gelişmeler bu gün toplumsal olaylara sahne olan ülkelerde ikinci dünya savaşı ardından yaşanmaktaydı. 29 ekonomik krizinin etkileriyle ortaya çıkan korporatist iktisadi sistem, onun ürettiği rejimler Türkiye'yi de etkiledi, İnönü dönemini rahatlıkla bu doğrultuda değerlendirebiliriz.


Parlamenter demokrasiye geçişin ilk denemesinde rejimi simgeleyen parti hem seçimi hem de prestijini kaybetti. Demokrat parti dönemi diye adlandırılan bu dönem artık yerli sermayenin devlet desteğiyle Gayri Müslimlerin birikimlerine ve mallarına el koyarak gelişmesini sağlayan yıllardı. Marshall yardımlarının alındığı bu yıllar Türkiye'nin ABD eksenine girmesi ve ekonomik bir bağımlılık ilişkisini de yaratmaktaydı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi bu gidişe dur demek istedi ve sürecin yönünü sol tandanslı Kemalist rejimin yeniden prestij kazanmasına zemin hazırlayacak düzenlemelere gitti. Bu süreç ilk sendikaların kurulduğu dönemdi aynı zamanda, çünkü bir yandan işçi sınıfı olgunlaşmakta, fabrika işgalleri ve grevler örgütlemekteydi. Sayısal olarak ta kent nüfusları hızla artmaktaydı. Ardından dünyayı sarsan 68 sekiz olaylarının da etkisiyle 15-16 Haziran patlak verecekti. İşçi sınıfının yaratmış olduğu ilk tehlikeyi rejim üç kemaller (Sendikacı Kemal, vali Kemal ve garnizon komutanı Kemal) ve ardından kabul edilen birkaç kırıntı yasayla savuşturmayı başardı. Bu yılların ardından Dünya da Keynes tipi ekonomilerin terk edilmesi ve Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizminin atağa geçerek esnek üretimle beraber hizmet sektörüne yöneldi. Türkiye bu süreçte devlet kapitalizmden tedricen vazgeçerek serbest piyasa ve çok uluslu şirketlerle sermayesini birleştirerek kapitalist rekabet içerisinde kendisine emperyalist bloklar içerisinde yer bulmaya çalışıyordu. Çünkü yerli burjuvazi artık iktidarı kendi ellerine almak istiyordu ve bu olgunluğa da ulaşmıştı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla bunun yol haritası çizildi ve bir kez daha asker süngüsüyle siyasal planını hayata geçirdi. Özal dönemi olarak adlandırılan dönem başladı ve devlet hızla piyasadan elini çekerek Dünya'da ki neo-liberal furyaya ayak uydurdu.


Bizim Kuzey Afrika olaylarıyla bağını kuracağımız asıl gelişme 27 Şubat askeri darbesiydi. Bir öncekine benzemese de özü itibariyle siyasal düzene ve parlamentoya yapılan siyasi bir müdahaleydi. 1980 darbesi Turgut Özal figürünü yaratmıştı, bu ise Tayyip Erdoğan'ı ortaya çıkardı. Bu iki darbede devlet kapitalizmine karşı yapılmıştı özü itibariyle ve iki isimde neo-liberalizmi temsilen, siyasal olarak Kemalist ideolojiyle açıktan bir çatışma içine girdi. İlkinde başarıya ulaşmasa da ikincisinde başarıya ulaştı ve ikinci cumhuriyet olarak kavramsallaştırılan dönemi başlattı. Aslında pek kavga gürültü yaşamadan birkaç tankın Ankara'nın caddelerinde dolaştırılarak tek parti rejiminin kalıntılarını ortadan kaldıracak süreci başlatmışlardı artık.


Yukarıda bahsettiğimiz tasfiye harekâtı bugün Kuzey Afrika'da devrim denebilecek kadar birilerini heyecanlandıran olayların yaptığı şeyin aynısını yapmaktaydı. Türkiye'de bir diktatör yoktu fakat bu tasfiye süreci tek parti rejimi simgeleyen bürokrasiyi ve kurumsallaşmaların hepsini parçaladı. Çünkü bunun iktisadi alt yapısı olgunlaşmıştı sermaye artık çok uluslu şirketlerle olan ekonomik ilişkilerine engel olan devletçi anlayışı hızla tasfiye etti. Siyasi iktidarın bu bakımdan tasfiyesi parlamenter demokrasi ve sandıkla sağlandı, askerin, yüksek yargının elindeki siyasi otorite ergenekon operasyonuyla sarsıldı.


Tek parti rejimi hızla tasfiye edilirken parlamento etkinleştirilerek reformlar yapıldı ve bunun sonuçlarını burjuvazi sandıkta toplamayı başardı. Burjuvazinin seçimlere ilişkin temel argümanı, ekonomik sorunlar olan işsizlik, ücretlerin düşüklüğüne çözüm ve demokratik reformlardı. Bunda da önemli ölçüde başarı sağladılar; çünkü parlamento seçimleri tarihinde önemli bir katılım elde ettiler. Önceden beri demokrasi anlayışını aşamamış sol işçi sınıfına da bu bilinci taşıyarak burjuvazinin "demokratikleşiyoruz" yanılsamasına katkı sağladı. Kitleler nezdinde bir yanılsamanın yaratıldığının göstergesi olan bu durum burjuva demokrasisinin klasik anlamda inşası anlamına gelmekteydi. Parlamentosu, sendikaları vd. araçlarıyla burjuva demokrasisi sermayenin ihtiyaç duyduğu rejimi ortaya çıkarmış oldu.


Ekonomik Krizler Karşısında Çözülen Kemalizm Ve Peronizm
Korporatist ya da devlet kapitalizmi olarak değerlendirdiğimiz bu rejimlerin tasfiyesini incelediğimizde ekonomik krizlerin ardından geldiğini gözlemlemekteyiz. Türkiye 2000 krizinin ardından hızlıca ekonomik olarak istikrar sağlayacak düzenlemelere gitti, Kemal Derviş'in ekonominin başına geçirilmesiyle özellikle banka sermayesi denetlenerek bir ekonomik plana sokuldu. Bu dönem aynı zamanda Dünya tekeli olan bankaların Türkiye pazarına girdiği yıllar oldu. Tekelleşme eğilimi küçük işletmeleri hızla yutarak onları ya kendine bağımlı hale getirdi ya da ortadan kaldırdı. Türkiye tarihinde ilk defa esnaf kepenk kapatarak sokaklara çıkıp kitlesel eylemler yaptı.


Benzer bir süreç Arjantin'de yaşandı, Peronizm, Argentinazo kriziyle bir daha geri gelmeyecek biçimde yıkıldı. Tabi Arjantin'de yaşananlar bugün Kuzey Afrika'da yaşananlara daha çok benzemekteydi. Orada da işçi sınıfı sokağa çıksa da iktidarı alacak siyasi olgunluğa ulaşan bir hareket sağlayamadı, dolayısıyla burjuvazi IMF yardımlarıyla yeniden yapılanarak bu gün Güney Amerika kıtasının gelişen ekonomisi haline geldi. Dünya ekonomisi içinde kendine rol biçilen bu iki ülkede işçi sınıfına dönük köklü saldırılar yaparak ucuz iş gücü arzını yarattı. Sıra artık bu anlamıyla Tunus, Mısır gibi iş gücü potansiyeline sahip ülkelere gelmişti, bu anlamıyla tıpkı yukarıda ki iki örnekte olduğu gibi dünya ekonomisi içerisinde hızlı ve rahat hareket eden ve uyumlu iktisadi yapılanmayı destekleyen siyasi rejimlere ihtiyaç duyuldu.


Bu ekonomik krizlerin gösterdiği sonuç ise bize şunu göstermekte soğuk savaş ve iki kutuplu Dünya döneminde ortaya çıkmış olan bu rejimlerin, SSCB'nin de yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni döneme ayak uyduramaması oldu. Dünya ekonomisini yöneten tekellerin denetimine girmekten başka çaresi yoktu bu rejimlerin ve öylede oldular. Özellikle ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan bu çok uluslu tekeller aynı zamanda bu ülkelerde yerli burjuvalarıyla ortaklıklar kurarak artı değer sömürüsünü yoğunlaştırdılar, keza bu tekellerin reel piyasanın ürettiği artı değere ihtiyacı vardı. Yaşanan son krizde bunun bariz sonuçlarını ortaya koydu.

Krizlerin ardından toplumsal kalkışmaların yaşanmasının en önemli göstergesi de işçi sınıfı üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etki. İşsizliğin artması, ücretlerin değer kaybetmesi ve alım gücünün azalması olarak işçi sınıfına yansımakta, merkezinde ekonomik sorunların olması ve taleplerin bu temel üzerinden şekillenmesi, krizlerin bu etkisine bağlı. Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması işsizlikten bunalmış kitlelerin sembolik ifadesiydi. Bu durum Tunus ekonomisinin işçi sınıfı üzerinde yıkıcılığının dışa vurumuydu.


Kuzey Afrika'da yaşanan olayların 2009-2010 krizin ardından yaşanması tesadüfî olmasa gerek. Dünya ekonomisinde özellikle Rusya ve Çin karşısında hâkimiyet kazanmak isteyen Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizmi buralardaki iş gücü ve hammadde kaynaklarına önümüzdeki dönemde azgınca saldıracağa benziyor. Ki bu anlamıyla yeni şekillenecek olan Tunus ve Mısır ve bölgede ki bu potansiyele sahip diğer ülkelerin burjuvaları bu sömürünün önünü açarak siyasal iktidarını bu bağlamda işçi sınıfı üzerinde hem yanılsama hem de baskı kurarak şekillendirecektir.

Sendikacıların Hükümet Kurduğu Ülke Tunus
Tunus olayların ilk patlak verdiği ülke ve daha çok ekonomik sorunların ifade edildiği eylemlere de sahne olan yer aynı zamanda. Tunus'ta olayların başlamasının temel nedeni işsizlikti Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması fitili ateşleyen kıvılcım oldu. İşsizliğin yanında düşük ücretler de yine sokaklara dökülen işçilerin en ön sıralarda dile getirdikleri bir sorunlardı. Yasemin devrimi olarak isim verilen bu kalkışma 28 günlük eylemlerin ardından Ben Ali'yi Arabistan'a gönderse de biz komünistlerin anladığı anlamda bir devrim olmadı. Ama bölgede ki en kitlesel sınıf hareketini ortaya çıkardı yaklaşık 200 bin işçinin katıldığı grevler örgütlendi. İktidarı alabilecek olgunluğa ulaşamayan bu hareket diğer ülkelerdeki hareketlere bu anlamıyla önayak olmadılar.


İşçi sınıfının aktif rol aldığı bu kalkışma sonunda neyi getirdi? Hemen şu cevabı verebiliriz, gelen bir devrim değildi. Önceki rejimin sendikacılarının bu olaylarda istemese de işçi sınıfının toplumsallaşmış gücü karşısında, işçilerden yana tutum almak zorunda kalsa da burjuvazi adına hükümet kurma girişiminde bulundular. Görüyoruz ki eski rejimin yarattığı tüm araçların gelişen bu hareket karşısında tutunamaması aynı zamanda Ben Ali'nin partisi olan RCD'nin de sonunu getirdi. Eski kalıntılar bu partiyi terk ettiklerini ilan edip sendikacılarla ortak "Birlik Hükümetini" kursalar da protestolar karşısında yıkılmak zorunda kaldılar. Bunlar yaşanırken bölgeye gözünü dikmiş batılı kapitalistler düne kadar adamları olan Ben Ali'nin gitmesine kanaat getirdiler. Olayların toplumsal boyutu onlarında hesaplamadığı büyüklükteydi, ama akabinde yeni hükümeti desteklemekten de geri durmadılar.


Tek adam rejimine son veren olayların ardından istikrarın uzun süre sağlanamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Tunus'ta işçi sınıfı iktidarı bir devrimle alamadığına göre tıpkı Türkiye'de olduğu gibi seçimler yoluyla parlamenter demokrasi ve sendikacıların aktif olduğu bir siyasal atmosferin yaşanması olası görünüyor. Bu olasılıkta maalesef bir bölge devriminin belli bir olgunlaşma dönemine girdiği varsayımını akla getirse de işçi sınıfının devrimci bir kalkışmaya girişmeyeceğini anlamına da gelmiyor.


İşçi Sınıfından Çok Şey Beklenen Ülke Mısır
Ben Ali'nin olaylar karşısında fazla tutunamaması Mısır halkına Mubarek'in de yıkılabileceğini gösterdi, Tahrir meydanını doldurdular ve günlerce alanı terk etmediler. Mısırda da işsizlik, düşük ücretler ve Mubarek rejiminin yolsuzlukları sokaklarda en çok dile getirilen sorunlardı. Bölgede ki en deneyimli işçi sınıfına sahip Mısır'da olaylar ilk patlak verdiğinde beklentiler de beraberinde geldi. Bu beklentiler işçi sınıfının bu toplumsal kalkışmanın motor gücü olacağıydı. Böyle olmasa da grevler yoluyla işçiler kendi tepkilerini gösterdiler.


Mısır'da işçi sınıfının yanında diğer toplumsal katmanlardan da harekete katılım söz konusuydu. Mubarek rejiminin muhalifleri de eylemlerde önemli ölçüde yer aldılar. Başlarda mısırın en güçlü burjuva siyasal hareketlerinden biri olan Müslüman Kardeşler örgütü olaylardan uzak dursa da Mubarek'in sallandığını gördüğünde kendi kitlesine yönlendirmeye ve boy göstermeye başladılar. Diğer taraftan Muhammed El Baradey apar topar Avrupa'dan gelerek kurulacak hükümette yer alacağını duyurarak Batılı kapitalistlerin temsilcisi olarak rol üstlendi. Müslüman Kardeşler ise kendi içinde ikiye ayrılmış ve liberal eğilimi temsil eden bir kanat ortaya çıkmıştı. Tıpkı 28 Şubat sürecinde AKP de Refah Partisi'nin bölünmesi sonucunda "yenilikçi kanat" söylemiyle ortaya çıkmıştı bu anlamıyla Müslüman kardeşler ve AKP'nin birbirlerine benzediğini söyleyebiliriz. Önceden beri siyasal islam bağlamında bu iki hareketin kardeş örgütler olduğu söylenmekteydi. Bahsi geçen bölünmeler sonucunda ortaya çıkan bu liberal kanatlar burjuvazi için bölgede etkili olarak kullanılacak bir araca benziyor, keza Türkiye'de bu anlamıyla AKP burjuvazi için yıllardır bekleyen yasalarla reformlar yaptı ve işçi sınıfına en köklü saldırıları gerçekleştirdi. Öyle görünüyor ki Mısır işçi sınıfını da benzer bir süreç bekliyor.


Mısır işçi sınıfı kırıntı denecek kadar ekonomik iyileştirmeler sonucunda grevlere son verdi. Bunlar aslında tavizler verilerek savuşturma manevralarıydı. İşçiler ikinci kez sokağa çıktığında öncesinde tarafsız olan ordunun aslında bir taraf olduğunu anlayacaklardı. Mübarek gitmişti fakat burjuvazi ve onun iktidarı araçları olduğu yerde duruyordu, ikinci kez sokağa çıktıklarında gördüler ki onlar için değişen çok fazla bir şey yoktu. Ordunun silah kullanarak bastırmaya çalıştığı ikinci kalkışma birkaç günlük çatışmanın ardından sönümlendi.


Mubarek'in tasfiyesi yazının başında bahsettiğimiz gibi tek parti rejiminin tasfiye edilip yerine burjuva parlamenter sistemi ikame etmek olacak bunda ne kadar başarılı olacaklar bu yine Mısır işçi sınıfının süreç karşısında ki politik tutumuna bağlı. Bu tutum da kendi sorunlarının çözümünün ancak kapitalist iktisadi ve siyasi iktidarının yakılması ve işçilerin konseyler biçiminde örgütlenmesiyle mümkün olduğunu anladığında olacaktır. Bölgede önemli bir işçi nüfus barındıran Mısır, uluslar arası tekellerin ağzını sulandıracak artı değer potansiyeline sahip, işte bundandır ki Mısır yeni çalkalanmalara gebe.


Burjuva Demokrasisinin Temel Aracı Parlamento ve Kuzey Afrika Olayları
Tunus ve Mısırda ortaya çıkmış olan toplumsal kalkışmalar bir bütün olarak Arap coğrafyasını etkilemekle kalmadı İran'ı, Kafkasları da etkiledi ve şimdi bu yazıyı yazarken de Suriye'de olaylar devam etmekte. Bu rejimlerin artık miadını doldurduğuna şahit olmaktayız, hem de işçi sınıfının aktif katılımının olduğu kalkışmalar yoluyla. Fakat işçi sınıfının bu kalkışmalar yoluyla kendi iktidarını kuramadığına da şahit olmaktayız, birileri devrim olduğunu kanaat getirse de bu kalkışmalar dizisinin biz böyle olmadığını defalarca söyledik ve söylüyoruz. Peki, bundan sonra ne olacak? Asıl mesele de burada başlamakta. Yazının başında özellikle Türkiye'de yaşanan darbeler sürecine ve bu darbelerin ardından gelişen ekonomik ve siyasal sürece değindik. Burada ki temel neden aslolarak Türkiye'de parlamenter sistemin kurumsallaştırılarak kitlelerin demokrasi yanılsamasının içine sokularak burjuva iktidarının istenilen noktaya ulaştırılmış olması. Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde de hemen şimdi olmasa da bu sürece tedricen başlamış olması ve bu bağlamda Türkiye'ye bu sürecin örneği olarak batı kapitalizminin bölgede ki temsilcisi olma rolünü biçilmesi rastlantı sonu değildir.


Peki, parlamento işçi sınıfı için ne anlama gelmekte buna değinerek komünistler olarak kendimize düşen görevleri saptamak gerekiyor. Bilindiği gibi parlamentolar burjuva demokrasisinin iktidar aygıtlarından bir tanesidir. Parlamento, işçi sınıfı üzerinde en güçlü yanılsamayı yaratan, her vatandaşa verilmiş oy hakkı ve temsiliyet üzerinden işçi sınıfını burjuva demokrasisine bağlayan karşı devrimci niteliğe sahip en gelişmiş burjuva temsili devlet organıdır. Parlamento aynı zamanda burjuvazinin kendini işçi sınıfına karşı savunduğu bir araç olma işlevini görmektedir. Emperyalist çürüme ve yıkılma çağının getirdiği bir sonuç olan parlamentolar işçilerin çıkarları için kullanılmayacak niteliğe sahiptirler, dolayısıyla buralara girip işçi sınıfı mücadelesi adına bir siyaset yapmak mümkün değildir. Komünistler için bu gün esas sorun iktidarın işçi sınıfı tarafından alınma sorunudur. Bu bağlamda parlamentoların teşhiri ve onun yanılsamalarının kırılmasına dönük yapılacak olan devrimci propaganda bizler için tarihsel önemdedir. Bu sadece burjuva parlamenter sistemlerde değil bu gün buna yeni yeni geçmekte olan ülkelerde ki komünistlerin de temel sorunlarından birisidir.


Kuzey Afrika da ve tek parti rejiminin hakim olduğu tüm ülkelerde yaşanacak olan olası parlamenter sistem denemeleri oralarda ki işçi sınıfı için ciddi bir yanılsama ve bunun üzerine bina edilecek olan en küçük bir zaman dilimini bile boş bırakmadan sömürecek kapitalist barbarlıktır. Ama her şeye rağmen özellikle Tunus ve Mısır'da işçi sınıfı gerçek bir mücadele deneyimine sahip oldu, olası devrim döneminde bu deneyimler tarihsel anlamını bulacaktır.

EA

 

Tags: