EKAonline - 2008

-

1929-2008: Kapitalizm çökmüş bir sistem, Fakat başka bir dünya mümkün: Komünizm!

 (Türkiye'deki kepazeliğe rağmen) Politikacılar ve ekonomistler artık durumun ağırlığını tanımlayabilecek sözleri tüketmiş durumdalar: "uçurumun kıyısında", "Ekonomik bir Pearl Harbor" "bir tsunami geliyor" "finansın 11 Eylül'ü"... Sadece Titanik'e gönderme eksik. Gerçekten ne oluyor? Gerçekleşmekte olan ekonomik fırtına karşısında bir dizi acı veren soru ortaya çıkıyor. 1929 benzeri bir çöküş içerisinde miyiz? İşler buraya nasıl geldi? Kendimizi savunmak için ne yapabiliriz? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Yaşam koşullarımızda vahşi bir gerilemeye doğru

Sonuca dair hiçbir yanılsama olamaz. Bütün gezegen çapında, önümüzdeki aylar, insanlık yaşam koşullarında korku verici bir gerileme ile karşı karşıya kalacak. IMF'nin son raporunda açıkladığına göre, bugünden 2009'un başına kadar 50 ülke kıtlığın vurduğu kasvetli coğrafyalar listesine katılacak. Bunlar arasında birçok Afrika, Latin Amerika, Orta Amerika ve hatta Asya ülkesi bulunuyor. Örneğin Etiyopya'da 12 milyon insan resmi olarak açlıktan ölme sınırında yaşıyor. Sözde yeni kapitalist mucizeler olarak addedilen Hindistan ve Çin'de, yüz milyonlarca işçi vahşi bir sefaletin pençesine düşmek üzere. ABD ve Avrupa'da da nüfusun büyük bir kesimi dayanılmaz bir yoksunlaşmayla karşı karşıya kalıyor.

Bütün iş sektörleri etkilenmiş durumda. Ofislerde, bankalarda, fabrikalarda, hastanelerde, ileri teknoloji sektörlerinde, araba endüstrisinde, inşaatta ve dağıtımda milyonların sokağa atılması gündemde. İşsizlik tavan yapmak üzere! 2008'in başından bu yana sadece ABD'de bir milyona yakın işçi çoktan sokağa atılmış durumda. Ve bu sadece başlangıç. Bu işten çıkarma dalgası, işçi sınıfı ailelerinin barınmasının, gıda bulmasının ve sağlıklarına dikkat edebilmesinin gittikçe zorlaşacağı anlamına geliyor. Bu aynı zamanda bugün kapitalizmin genç insanlara önerebilecek hiçbir geleceği olmadığı anlamına da geliyor.

Dün bize yalan söylemiş olanlar hala yalan söylüyor!

Bu kıyametvari perspektif artık kapitalist dünyanın liderleri, egemen sınıfa hizmet eden politikacılar ve gazeteciler tarafından gizlenemiyor. Bunu nasıl yapacaklardı ki? Dünyanın en önemli bankalarından bazıları çöktü; bunlar ancak devlet tarafından sağlanan yüz milyarlarca dolar, pound ve Euro'lar sayesinde kurtarılabildi. Amerika, Asya ve Avrupa borsaları için sonu gelmeyen bir düşüş söz konusu: Ocak 2008'den beri 25 trilyon dolar kaybettiler ve bu miktar ABD'nin iki yıllık toplam üretimine eşit. Bütün bunlar dünya çapında egemen sınıfı saran gerçek paniği gösteriyor. Eğer bugün borsalar çöküyorsa bunun nedeni sadece bankaların yüz yüze kaldığı felaket durum değil, aynı zamanda kapitalistlerin ekonomik etkinliklerdeki dev bir düşüşten dolayı karlarında baş döndürücü bir azalma olması, işletmelerin art arda batmasını, geçen 40 yılda görülenlerden çok daha kötü bir durgunluk beklemeleri.

Belli başlı dünya liderleri, Bush, Merkel, Brown, Sarkozy, Hu Jianto, bir dizi toplantı ve ‘zirve'de (G4, G7, G8, G16, G40) hasarı önlemek ve en kötüsünün gelmesini engellemek için bir araya geldiler. Kasım ortasında yapılacak ‘kapitalizmi yenilemek için' yine bir zirve gündemde. Ajite olmuş politikacılara denk tek şey TV, radyo ve gazete uzmanlarının azgınlığı... Kriz bir numaralı medya hikâyesi olmuş durumda.

Neden böylesi bir laf bombardımanı var?

Aslında burjuvazi artık daha fazla ekonominin felaket durumunu saklayamadığından, bizi meselenin kapitalizmi değil, bazı ‘aşırılıkları' ve ‘suistimalleri' sorgulama meselesi olduğuna inandırmaya çalışıyor. "Suç spekülatörlerde"! "Suç aç gözlü patronların"! "Suçlu vergi cennetleri"! "Suç ‘neo-liberalizm'in"!

Bu peri masalını bize yutturmak için bütün profesyonel dolandırıcılar harekete geçmeye çağrılıyor. Dün ekonominin sağlıklı olduğunu, bankaların sağlam olduğunu söyleyen aynı ‘uzmanlar' bugün kendilerini TV ekranlarına atıp yeni yalanlar kusuyorlar.  Dün ‘neo-liberalizmin' ÇÖZÜM olduğunu, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini söyleyenler, artık devletin daha fazla müdahale etmesi gerektiğini söylüyorlar. Daha fazla devlet ve daha fazla ‘ahlak' olursa kapitalizm iyi olacak! Bize satmaya çalıştıkları yalan işte bu!

Kapitalizm krizlerini aşabilir mi?

Gerçek şu ki bugün dünya kapitalizmini kasıp kavuran krizler, 2007 yazında ABD'deki konut balonunun patlamasından kaynaklanmıyor. 40 yıldan fazla bir zamandan beri bir durgunluğu diğeri takip ediyor: 1967, 1974, 1981, 1991, 2001. On yıllardan beri işsizlik sürekli bir salgına dönüştü ve sömürülenler yaşam standartlarına yönelik artan saldırılara maruz kaldı. Neden? Çünkü kapitalizm insan ihtiyaçları için değil, pazar ve kar için üreten bir sistem. Karşılanamayan birçok ihtiyaç var ama bunlar karlı değil: diğer bir deyişle nüfusun büyük çoğunluğu üretilen malları alabilecek araçlardan yoksun. Eğer kapitalizm krizdeyse, eğer yüz milyonlarca ve yakında milyarlarca insan göz yumulamaz bir sefalet ve açlığa itilmişse, bunun nedeni sistemin yeterince üretmemesi değil, satabileceğinden daha fazla mal üretmesidir. Burjuvazi bu sorunun etrafından dönmek için her seferinde sahte bir pazar yaratmaya çalışıyor ve kitlesel kredilere başvuruyor. Bu yüzden ‘iyileşmeler ve düzelmeler' her seferinde karanlık yarınlara yol açıyor, çünkü günün sonunda kredilerin karşılanması, borçların geri ödenmesi gerekiyor.

Bugün gerçekleşen tam da budur. Geçen birkaç yılın bütün ‘olağanüstü büyümesi' tamamen borca dayanıyordu. Dünya ekonomisi kriz üzerinde yaşıyordu ve şimdi faturayı ödeme zamanı geldiğinde her şey iskambil kartlarından kuleler gibi yıkıldı. Kapitalist ekonominin mevcut sarsıntıları, politik liderlerin ‘kötü yönetiminden', ‘tüccarların' spekülasyonundan ya da bankacıların sorumsuz tavırlarından kaynaklanmıyor. Bütün bu insanlar kapitalizmin yasalarını uygulamaktan başka bir şey yapmadılar ve sistemi yıkıntıya çeviren de işte tam bu yasalar. İşte bu yüzden devletler ve onların merkez bankaları tarafından pazarlara enjekte edilen milyarlar hiç fayda etmeyecek. Daha da beteri! Bunlar ateşe körükle gitmek gibi, borcun üstüne borç yığmaktan başka bir şey değil. Burjuvazi bu zavallı ve kısır önlemlerle sadece kendi güçsüzlüğünü gösteriyor. Er ya da geç bu kurtarma planları başarısız olmaya mahkûm. Kapitalist ekonomi için hiçbir gerçek iyileşme mümkün değil. Solun ya da sağın hiçbir politikası, kapitalizmi kurtaramaz çünkü sistem iyileştirilemez, ölümcü bir hastalıktan dolayı can çekişiyor.

Artan sefalete karşı, dayanışma ve sınıf mücadelesi!

Her yerde 1929 krizi ve 1930'ların Büyük Buhranı'yla kıyaslamalar yapıldığını görüyoruz. O dönemlerin manzaraları hala hafızalarda: bitmez tükenmez işsiz kuyrukları, yoksullar için aş evleri, her yerde fabrikaların kapanması. Peki, bugünkü durum aynı mı? Cevap HAYIR. Kapitalizm deneyimlerinden öğrenmiş, vahşi bir çöküşü devlet müdahalesi ve daha iyi bir uluslar arası koordinasyon sayesinde önleyebilmiş olsa bile durum çok daha ciddi.

Fakat başka bir belirleyici fark daha var. 30'ların felaket buhranı İkinci Dünya Savaşına yol açmıştı. Mevcut kriz bir Üçüncü Dünya Savaşıyla biter mi? Savaşa doğru koşmak elbette ki çözümsüz krizlerine karşı burjuvazinin tek çözümü. Ve buna karşı koyabilecek tek güç burjuvazinin ölümcül düşmanı enternasyonal işçi sınıfı. 1930'larda dünya işçi sınıfı, Rusya'da ki 1917 devriminin yalıtılmasının ardından, çok ağır bir yenilgi almış ve kendisinin emperyalist katliama çekilmesine izin vermişti. Fakat 1968'de başlayan büyük mücadelelerden beri bugünün işçi sınıfı, kanını, sömüren sınıf için dökmeye niyetli olmadığını göstermiştir. 40 yıldan beri işçi sınıfı kimi acı yenilgiler almış olsa bile hala ayakta ve özellikle 2003'ten beri bütün dünyada daha büyük ölçüde kavgaya giriyor. Kapitalizmin belirginleşen krizi sadece azgelişmiş ülkelerde değil gelişmiş ülkelerde de yüz milyonlarca işçi için derin yoksunluklar getirecek - işsizlik, sefalet, hatta kıtlık. Fakat bu aynı zamanda sömürülenler arasında bir direniş hareketinin çıkmasını da zorlayacak.

Burjuvazinin ekonomik saldırılarını önlemek, bunların bizi mutlak sefalete itmesini engellemek için bu mücadeleler kesinlikle gerekli. Fakat şurası açık ki, bu mücadeleler bile kapitalizmin kendi krizinin derinlerine batmasını engelleyemez. İşte bu yüzden işçi sınıfının direniş mücadeleleri başka bir ihtiyaca, çok daha önemli bir gereksinime karşılık geliyor. Bunlar sömürülenlerin kendi kolektif güçlerini, dayanışmalarını, insanlığa tek alternatifi sunabilecek bilinçlerini geliştirmesini mümkün kılacak. Bu alternatif kapitalist sistemin yıkımı ve tamamen farklı temelde işleyen bir toplumun onun yerini almasını içeriyor. Bu öyle bir toplum ki, artık sömürüye ve kara, pazar için üretime değil, insan ihtiyacı için üretime dayanacaktır ve ayrıcalıklı bir azınlık tarafından değil, üreticilerin kendileri tarafından örgütlenecektir. Kısacası bu komünist bir toplum olacaktır.

80 yıldır sağıyla soluyla burjuvazinin bütün kesimleri, Doğu Avrupa ve Çin'de hüküm süren rejimleri, aslında devletçi kapitalizmin barbar bir biçiminden başka bir şey olmamalarına rağmen, "komünist" olarak sunmak için elbirliğiyle uğraştılar. Egemenler için bu, sömürülenleri başka bir dünyanın çocukça bir hayal olduğuna ikna etmek, ufukta kapitalizmden başka bir şey olmadığına inandırmak sorunuydu. Fakat artık kapitalizm kendi tarihsel çöküşünü öyle açık ortaya koyuyor ki, işçi sınıfı mücadeleleri gittikçe artan ölçüde komünist toplum perspektifine yönelmek zorunda.

Miadını dolduran kapitalizmin saldırıları karşısında, sömürüye, sefalete ve kapitalist savaşın barbarlığına bir son verebilmek için;

Yaşasın Dünya İşçi Sınıfının Mücadelesi!

Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin!

Enternasyonal Komünist Akım 25.10.2008

Enternasyonalist Komünist Sol

Enternasyonal Komünist Akım: [email protected]

Enternasyonalist Komünist Sol: [email protected]

Almanya’da Sınıf Mücadeleleri

2007'deki Almanya'daki grev günü sayısı, 1993'ten sonraki yılların en yükseğiydi. Bu sayının %70'i geçtiğimiz bahardaki ‘haricileşme' adıyla anılan 50.000 telekom işinin farklı yerlere taşınmasına karşı yapılan grevden geldi. Bütün bunlar çok uzun süredir dinamik bir ekonomi ve toplumsal uyumluluk örneği olarak gösterilen bir ülkede gerçekleşti.

Demiryolu İşçileri Grevi

Bütün bunlar artık geçmişte kaldı. Tam on ay devam ettikten sonra Ocak ayında son bulan demiryolu işçileri grevi bunu açıkça gösteriyor. Son yirmi yılda demiryolu işçisi sayısı yarı yarıya azılmıştı ve çalışma koşulları daha önce hiç olmadığı kadar kötüleşiyordu, ücret son 15 yıldır düştükçe düşüyordu, öyle ki demiryollarında çalışmak artık ülkede en az maaşlı iş olmuştu. Bu son on ay içerisinde Alman demiryolu işçileri her türlü dalaverenin, tehditin ve baskının hedefi oldular.

  • Geçtiğimiz Ağustos ayında Alman mahkemeleri demiryolu grevini yasadışı ilan etti. Hem de Kasım'da makinistlerin ‘süresiz' olarak başlattıkları üç günlük grev, sanki bir mücize eseri, Fransız demiryolu işçileri de greve çıktığı anda mahkemelerce yasallaştırıldı.
  • Sendikalar yasal yöntemler öneren sendikalar ve grevin ardındaki temel kuvvet olarak sunulan korporotist makinist sendikası GDL gibi yasaları çiğnemeye hazır olan daha radikal sendikalar arasındaki iş bölümü aracılığıyla işçilerin cevabının karnınının deşilmesinde önemli bir rol oynadılar.
  • Grev gerçekte, demiryolu işçilerini ‘toplumsal adaletsizliğin' kurbanları olarak gören işçi sınıfına mensup yolcuların büyük çoğunluğunun desteğini kazanmış olmasına rağmen, medya grevin ‘bencil' yapısıyla ilgili devasa bir kampanya başlattı.
  • Alman devleti makinistleri onları grevin kaybettirdiği milyonlarca euroyu ödemeye zorlatmakla tehdit ederek korkutmaya çalıştı.

Bütün bunlara rağmen demiryolu işçileri geri adım atmadılar ve Alman burjuvazisi taviz vermek zorunda kaldı.

Grev ücretlerde %11'lik bir artışla bitti, fakat artış Deutsche Bahn çalışanlarının bütün kategorileri için geçerli değildi. Bu sonuç, işçilerin on ay önce talep ettiği %31'lik artıştan bir hayli kötüydü ve son 19 ay içeisinde yapılan ve içlerinde Şubat 2009'dan itibaren 20.000 makinistin haftalık çalışma saatlerinin 41'den 40'a indirilmesi de bulunan ücret antlaşmaları tarafından çoktan yenip bitirilmişti. Fakat yine de devketin toplumsal baskıyı bir miktar azaltmak uğruna taviz vermeye zorlanılmış olması önemlidir.

Bochum'da Nokia Mücadelesi

Finlandiya kökenli cep telefonu firması Nokia Bochum'da 2300 işçinin çalıştığı sitenin 2008 sonunda kapatılacağını açıkladığında, Almanya'da işçilerin artan militanlığı daha da vurucu bir biçimde gözler önüne serildi. Nokia'nın sitesine bağımlı diğer işler de hesaba katılırsa bu şehirde 4000 kişinin işsiz kalacağı anlamına geliyordu. 16 Ocak'ta, açıklamadan bir gün sonra, işçiler işe gitmeyi reddettiler, yakınlardaki Opel fabrikasında ve Mercedes'teki işçiler, Dortmund'daki Hoechst fabrikasındaki demir-çelik işçileri, Herne'den metal işçileri ve bölgedeki mağden işçileri Nokia fabrikasındaki işçilere destek vermek ve onlarla dayanışmak için fabrika kapısında toplandılar. 22 Ocak'ta 15.000 kişi Nokia işçileriyle dayanışmalarını göstermek için Bochum sokaklarında yürüdü.

Dolayısıyla işçiler geçmiş mücadelelerle bağlar kuruyorlardı. 2004'te Bremen Daimler-Benz fabrikası işçileri, yönetimin emek fazlası sorununa Stuttgart'taki fabrikayla rekabet kartını oynayarak şantaj yapmasına karşı kendiliklerinden greve gitmişlerdi. Birkaç ay sonra, başka otomobil işçileri, bu sefer Bochum'daki Opel fabikasında, aynı tür tehditlere karşı kendiliklerinden greve gitmişlerdi. İşte tam da Nokiya işçileriyle bu tür bir dayanışmanın oluşmasını engellemek için hükümet, bölgesel ve yerel siyasetçiler, kilise, sendikalar ve Alman patron örgütleri Nokia işçilerinin vicdansızlığını kınayan ve olnarı Alman devletini "skandal bir şekilde sömürmekle"  ve sübvansiyonları kendi çıkarlarına kullanmakla suçlayan ulusal çapta büyük bir kampanya başlattılar. Hepsi ellerini yüreklerine koyarak o bütçeleri işleri korumak için önerdiklerini ve bugün dişleriyle ve tırnaklarıyla ‘kendi' işçilerini sadakatsiz patronlara karşı savunacaklarına dair yemin ettiler. Bu lafların ikiyüzlülüğü Almanya'da işçi sınıfının özellike burjuvazinin saldırılarına maruz kaldığı (emeklilik yaşının 67 olması, emek fazlasına dair planlar, ‘Ajanda 2010' planında bütün sosyal haklarda kesintiler) göz önünde bulundurulursa daha da büyüktür.

Perspektif sınıf mücadelesinin gelişimi içindir. Bu gelişme, Almanya gibi merkezi olan ve proleteryanın güçlü bir tarihsel tecrübe taşıdığı bir ülkede bütün kıtadaki işçi mücadeleleri için bir katalizör olacakır. İşte bu yüzden Bochum'da burjuvazi ‘kendi' işçilerinin savunucusu ve koruyucusu kılığına bürünmeye çalışmaktadır. Burjuvazinin amacı, Bochum'da gördüğümüz sınıf dayanışmasının gerçek ifadelerini boğmak ve mücadelelerin yayılmasını engellemektir.

Amerikan Kapitalizminin Batan Gemisi

Amerikan kapitalizmi bir yıldan uzun bir süredir 1929-35 Büyük Buhranından beri görülmemiş ölçülerdeki uzatmalı bir ekonomik kırıklığın içerisinden geçiyor. Sistemin hayatında yeni bir dramatik olay gerçekleşmeden bir ay bile geçmiyor. Borsadaki başaşağı dönen deveranlardan, en itibarlı finansal kurumların art arda çöküşüne kadar, kapitalizmin canlılığına kanıt diye gösterilen dünün sembolleri bir bir düşüyor. Ve işler bu yazdan beri daha da kötüye gidiyor.

Son haftalarda Amerikan kapitalizminin en şaşmaz holiganlarının bile kendine güvenini kıran şiddetlenme ekonomik krizi derinleştirdi. 2007'nin başında kötü ünlü konut balonunun patlamasının başlattığı şey, 70 yılın en büyük finansal felaketine dönüştü. Çökmüş kurumlar yığını gün geçtikçe büyüyor. Bunlar arasında yatırım bankaları Bear Stearns, Merill Lynch ve Lehman Brothers, ev kredisi devleri Freddie Mac ve Fannie Mae, dünyanın en büyük sigorta firması AIG, Amerikan en büyük tasarruf ve borç şirketi Washington Mutual ve ticaret bankasi Wachovia da var, ki bunlar sadece en ünlüleri. Bütün finansal sistem tökezliyor. Hava kapitalizmin çürüyen bedeninden çıkan zehirli dumanla dolu ve bu rezaletin tam ortasında, bize Wall Street etrafındaki multi-trilyonluk gazino ekonomisi niteleyen yüksek bahisli kumar arındırılmış dünyasına bakan bir pencere verilmiş durumda.

Fırtınanın merkezi ABD ekonomisi olsa da, etkileri hızla kendisini dünyanın her yerine yayıyor. Avrupa'da, Rusya'da, Japonya'da, Asya'da ... her yerde finansal sistem patlak veriyor ve yerel detayların neden olduğu farklılıklar hariç, hükümetleri Amerikan deneyimini tekrar ederek finansal sistemi kurtarmak için itişip kakışmaya zorluyor.

Dramatik bir biçimde kötüleşen durum karşısında, "kolektif kapitalist", Devlet, ekonomik krizi idare etmek için elinden geleni yapıyor. Fakat şimdiye kadar bilanço olumsuz. Devlet bir kez daha kan kaybını durdurmayı beceremediğini gösterdi. Ve finansal sistemin sersemletici 700 milyar dolarlık sözde "kapsayıcı kefalet ödemesi" de pekala geçen yıl uygulamaya konan diğer önlemlerle aynı kaderi paylaşabilir.

Finansal krizin ardında kapitalizmin iktisadi krizi var

Bütün burjuva medyası, finansal krizi kapsayan gündemde bir alana çıkma yarışında. Gazete muhabirleri, ekonomi yazarları, TV yorumcuları ve bütün bir ekonomik "uzmanlar" Amerikan finansal sisteminin yüksek tepelerine çarpan fırtınanın renkli tasvirlerini yapmakta birbirlerini geçmeye çalışıyor. Ana mesajları ise yüksek dereceli bir alarm. Egemen görüş finansal sistemin çöküşün eşiğinde olduğu ve -sistemin kanı olan- kredinin herkesin varlığını tehlikeye sokacak derecede kuruduğu. Kısacası Wall Street'te, finansal sistemdeki telaş, artık Main Street'i, gerçek ekonomiyi tehdit ediyor. Wall Street kalabalığının "aşırılık" ve "aç gözlülükleri" ile bu belayı hem kendi başlarına hem de bütün topluma pervasızca yaydığını savunan bir dolu ahlakçı öfke patlamasının ifade edildiğini görüyoruz. Bu suçlamanın pek de uzun olmayan bir zaman önce Wall Street finans sanayinin görünüşte durdurulamaz rekor karlar yapışını ve yatırım bankacılarının, tüccarların, ucuz fon spekülatörlerinin, omurgasız ev kredisi brokerlarının ve sözde işadamı olan bunun gibi bütün parazitlerin müsrif yaşam tarzlarını köle gibi selamlayan aynı medyadan geliyor olması neredeyse komik.

Medyanın söylemediği  (ve asıl işi bilinçli seçim ile ya da kendini kandırmayla bu mistifikasyonu yaymak olduğundan asla söyleyemeyeceği) şey ise mevcut finansal krizin açık ve basit bir şekilde, egemen sınıfın gerçek bir çözümünün olmadığının ve kapitalizmin kendi çelişkilerinden köklenen kronik bir krizin, kapitalizmin ekonomik krizinin bir ifadesi olduğu. Tersine, krizi idare etme iddiası ile öne atılan her çare illeti daha da şiddetlendiriyor. Bunun en açık ifadesi ekonomistlerin resesyon dediği şeyin her seferinde bir öncekinden daha kötü sonuçlar doğurması buna karşın sözde düzelmelerin her seferinde daha da düzmece olması.

40 yıllık ekonomik kriz                                       

Mevcut finansal krize doğrudan yol açan olaylar zinciri artık çok iyi biliniyor. Amerikan burjuvazisi 2001 resesyonundan tıpkı öncekilerden çıktığı gibi çıkmıştı. Bu çıkış ucuz kredi ve gevşek para politikaları uygulayan devlet kapitalisti yöntemlerden başka bir şey içermiyordu. Ve tıpkı diğer "düzelmeler" de olduğu gibi, bu politikalar büyüme yanılsamasını besledi ve en sonunda yeni bir çöküşün koşullarını hazırladılar. Böylece tıpkı internet "devriminin" sonunun 2001'de patlayan dot.com balonu olması gibi, çok övülen emlak piyasası patlaması da mevcut emlak piyasası iflasına dönüştü.

Bu Amerikan ekonomisinin bugün geldiği noktanın temel kısa öyküsüdür; tamamen dağınıklık içerisindeki bir finansal sistem ile birlikte, ödenmeyen mortgage borçlarının durdurulamaz dalgası, ev ipotekleri, sürekli düşen emlak fiyatları, bunlar üzerinde oynanan akıl almaz boyutlardaki finansal kumar bahsinin batması. Burjuvazi ancak henüz resesyonda olduğunu resmen kabul etse de bu, kıyımın ölçeği düşünüldüğünde artık pek de bir şey ifade etmiyor.

Ne var ki bu "temel kısa öykü" gerçeklerin çok zayıf bir ifadesi olabilir ancak. İşin aslı, mevcut finansal krize bu tarihsel boyutları veren, bizzat insanlığın varlığına her anlamda bir tehdit haline gelmiş olan çöküş içerisindeki bu ekonomik sistemin on yıllardır biriken çelişkilerinden başka bir şey değil. Sürekli bir savaş ve ekonomik kriz durumu, buna ek olarak yaşam standartlarının amansızca düşmesi, kronik işsizlik, sınır tanımayan enflasyon ve işçi sınıfı ile nüfusun sömürgen olmayan diğer kesimleri için artan güvensizlik... Bütün bunlar son yüzyılın çoğunda kapitalizmin tarihini oluşturan unsurlardı. Bu sistem öyle bir sistem ki, insanlığı yok edici iki Dünya Savaşına ve mevcut çalkantının da bazen kıyaslandığı dünya çapındaki korkunç krize, Büyük Buhran'a yol açtı.

2. Dünya Savaşından sonraki yeniden yapılanma döneminde verilen geçici aranın ardından, ekonomik krizler bir kez daha ön plana çıkarak, savaş sonrası dönemde kapitalizmin merkez ülkelerinde durumu eski haline getiren ekonomik büyümeye dayanılarak sistemin yardakçıları tarafından öne atılan krizden azade sınırsız bolluk perspektifini darmaduman etti.

1960'ların sonunda başlayan ekonomik bozulmayı, 1970'lerin başında bütün dünya çapındaki ekonomik krizin patlaması izledi ve o zamandan beri de kapitalizmin bedeninin merkezindeki ölümcül bir kanser gibi yavaşça büyümeye devam etti.

ABD ekonomisinin tıpkı 70'lerde olduğu gibi bugün de fırtınanın merkezinde olması rastlantı değil. Ağustos 1971'de Richard Nixon doların altın ile takas edilebilirliğini güvence altına alan Amerikan taahhütlü Breton Woods sisteminden ABD'nin güvencelerini çekmesini sağladı. Halbuki savaş sonrasında finansal ve ticari sisteme istikrar görüntüsünü veren bundan başka bir şey değildi. Amerikan burjuvazisinin bu ters dönüşü, doları hiçbir ekonomik mantığı olmayan dünya para birimi olarak bıraktı ve bugünkü krizde de görülen dünya finansal sisteminin kırılganlığında büyük oranda etkili oldu. Gerçekte dünya ölçeğinde dolanan dolar miktarı, ABD ekonomisinde bulunan miktarı uzak ara geçmiş durumda. Bu abuk durum tek bir kolektif yanılsama üzerinde duruyor. O da ABD'nin güvenilirliğinin abartılmasından başka bir şeye dayanmayan, doların ardında güçlü ABD hükümetinin olduğu fikri. Eğer mevcut ABD finansal çalkalanması küresel finans sistem için bir gerçekçilik sınavı olmazsa hiçbir şey olamaz.

Kapitalist birikimin ihtiyaçlarına görece cevap verebilecek çözücü talebin eksikliği (ki altmışlardan beri kapitalizmin mevcut açık krizinin kökü buradadır) son on yıllarda kapitalizmin ömründeki ikili bir olgu tarafından ortaya konmuş bulunuyor; kredinin yoldan çıkması ve spekülasyonun patlaması.

Üretimini emebilecek etkin bir talebin yokluğuyla karşılaşan kapitalizm, çemberi tamamlamanın yolunu bunu kredi üzerinden vermekte bulmuştur. Bu kredi, bir kar üzerinden makul bir şekilde geri ödenmesi beklenen ekonomik olarak akılcı bir kredi değil (ki bu normal kapitalist uygulamadır ve kapitalizmin gelişiminde çok güçlü bir araç olmuştur), fakat bunun yerine sistemi tarihsel krizinin ağırlığı altında çökmeyi yapay bir biçimde önlemeye çalışmanın bir aracı olan bir kredidir. Son on yıllarda hem (kredi kartları, otomobil borçları, öğrenci kredileri, kişisel krediler, emlak kredileri şeklindeki) bireysel borcun, hem de (bir çok durumda geri ödenmeyen) kamu ve şirket borçlarının vahşice sömürülüşünün ardında yatan neden budur. Kredi-borç mekanizmasının bunca yıl suistimal edilmesinin ardından, finansal sistemin şimdi çatırdıyor olması hiç de sürpriz değil.

Dahası üretim sürecinde küçülen kar oranlarıyla karşı karşıya kalan sermaye dünyayı spekülasyon alanına doğru döndürüyor. Bunun sonucunda rahat odalarındaki tüccarların, ucuz fon menajerlerinin ve diğer uzmanların bilgisayar klavyesine bir dokunuşlarıyla kağıt üzerinde servet yaratıp kaybettikleri görsel bir gazino ekonomisi yaratıyor. Hem bütün bunlar bir üretim biçimi olarak kapitalizmi tanımlayan üretim ve dolaşım sürecinde metaların yaratılması ve satılması gibi bir angaryadan kaçılarak oluyor! Emlak balonunun patlaması ve mevcut finansal çalkantı sayesinde, sözde "gıyabında kredi değiş tokuşu" ya da şimdi radyoaktifleşen "mortgage güvenceleri" gibi hayali şeyler üzerinden dönen yüksek bahisli kumarın dünyasına ender açılan bir pencere belirmiş durumda. Küresel finansal sistemin dağıldığına hiç şüphe yok. Spekülasyon elbette kapitalizmin her zaman bir parçası olmuştur fakat bugün spekülasyona dahil olan sermaye miktarı, bunun ekonominin bütünü üzerindeki ağırlığı, toplumun bütün tabakalarına yayılabilmişlik ölçeğinin (işçi sınıfının gelecekteki yaşamı bile spekülatif şemalar üzerinde duran emeklilik fonu yatırımlarına bağlı durumda) bir eşi benzeri yok ve bu durumun kendisi bile kapitalizmin toplum için anlamlı bir üretim biçimi olabilirliğinin yadsınması.

Şov devam etmeli

ABD hazinesi sekreteri Bay Paulson ve Federal Rezerv başkanı Bay Bernanke, medyanın her sözlerini ve anlık tavır ve haleti ruhiye değişimlerini aktarmasıyla birlikte günün adamları oldular. Obama ve McCain seçim mesajlarını yaymak için milyonlar harcarken bütün bu hizmetler bedavaya, herhalde ABD başkan adayları bundan pek de mutlu olmuyordur!

Belli ki bugün ABD ekonomisinin başındaki bu adamlar şu sıralar epey meşguller. Fakat asıl sorun Devletin neyi başardığı ve önerilen politikalardan ne beklenebileceği.

Emlak balonunun sönmeye başladığının ilk göstergelerinin belirdiği 2007'de burjuvazinin verdiği tepkiden çıkarılabilecek ilk şey, eğer eylemlerine bakacak olursak, ortaya çıkacak olan durumun ağırlığının hiç önemsenmediği olabilir. Emlak balonunun patlaması ve 2007'de finansal sistemdeki çalkantıya karşılık Federal Rezerv klasik parasal manipülasyon politikasıyla, kredi maliyetlerini düşürmek için Federal faiz fonu oranını keskin bir biçimde rekor ölçekte düşürerek ve çökmeye başlayan finans bankaları ve diğer finansal kurumları payandalamak için doğrudan finansal sisteme tonlarca para pompalayarak karşılık verdi. Kendi payına Beyaz Saray ve ABD kongresi de krizin idaresinde geleneksel parasal araçlara başvurdular. 2008'in başında, kaybolan emlak pazarını canlandırmak için tüketiciler için vergi iadesini, sermaye için vergi indirimini ve diğer önlemleri içeren bir  sözde "dürtü paketini" geçirdiler. Bu önlemlerin de resesyondan geri döndüreceğini beklediler. Bernanke şubat ortasındaki neredeyse neşeli tahmininde şöyle diyordu; "Benim temel öngörüme göre, bir süre neredeyse ağır aksak büyümeden sonra, yıl sonuna doğru FED'in ve parasal politikaların etkisini hissetirmesiyle daha güçlü bir büyüme hızına ulaşılacak" (USA Today, 15 Şubat, 2008).

Birkaç gün sonra ABD'deki en büyük beşinci yatırım bankası olan Bear Stearns'in çökmesinden sonra ise, çıtalar yükselecek ve çoktan Wall Street finansal düzlemini tamamen değiştirmiş olan Amerikan ve küresel finansal sistemi titreten mevcut finansal selin öncülleri oluşacaktı.

Amerikan devletinin her köşesinden gelen resmi açıklamalara bakılırsa, burjuvazi bu sefer gerçekten de mevcut durumun sistemine dayattığı tehlikeler karşısında tedirgin durumda ve durumu düzeltmek için devletin ağır toplarını kullanmaya karar verdi. Egemen sınıfın en son üzerinde anlaştığı 700 milyar dolarlık "kapsayıcı" kurtarma programının anlamı bu.

Bu yeni programında ne ölçüde burjuvazinin sisteminin kriziyle baş etme çabalarına yardımı olacağını göreceğiz. Ne var ki, şurası açık ki, bu program işçi sınıfına finansal çöküşün maliyetini ödetme girişiminden başka bir şey değil.

Diğer yandan bu kurtarma özünde kamu borcuyla finanse edileceğinden enflasyonu tetikleyerek ve daha da ileri derecede ekonomik çalkantıya neden olarak kolayca geri tepebilir.

Son olarak Amerikan burjuvazisinin geçen yılki politikalarına dair bir önemli şeyin daha altını çizmek gerekiyor. ABD burjuvazisi bir yandan sözde "serbest pazar" Amerikan ekonomisi söyleminin salt bir ideolojik nitelik taşıdığını gösterirken diğer yandan da devletin ekonomideki belirleyici rolünü ifşa etmiş oldular. Bu rol de devrimcilerin uzun süredir devlet kapitalizmi dediği şeydir.

Peki ya işçi sınıfı bütün bunların neresinde ?!                    

Derinleşen ekonomik kriz karşısında burjuva medyasının topluma mesajı "herkesin aynı gemide olduğu". Evet medya kimi uzman CEO'ları aşırılık ve açgözlülüklerinden sorumlu tutuyor ama HERKESi de bu finansal karışıklıktan az çok sorumlu tutmaktan geri kalmıyor. Buna göre "herkes" borçla çalışan ekonominin ucuz ve kolay kredisinden faydalandıysa aynı şekilde devletin ekonomiyi kurtarma çabasının ardına dizilmeli. Bu saçmalıktan başka bir şey değil. Burjuvazinin kendi çürüyen sisteminin idaresinde işçi sınıfının hiçbir çıkarı olamaz. Gerçek şu ki Amerikan işçi sınıfı burjuvazinin ekonomik sistemini su üstünde tutmak için yaptığı manevralardan hiçbir kazanç sağlamadı. İşçilerin kaypak "Amerikan rüyasından" pay alabilmek için maruz kaldıkları boğucu borçları -kredi kartları, araba borçları, öğrenci kredileri, göklere yükselen emlak kredisi borçları- saymazsak o başka.

Politikacılar ve özellikle soldakiler, işçilerin onların acılarıyla ilgilendiklerine inanmalarını istiyor. Burjuvazinin hem solu hem de sağı bizim artan işsizliğe, azalan ücretlere, sağlık sisteminin boktan durumuna ve çürüyen emeklilik sistemine çözümün seçim sandığında ya da reformda yattığına inanmamızı istiyor. Ne var ki gerçekte burjuvazinin kendi sisteminin krizine hiçbir çözümü yok ve topluma da canice emperyalist savaşlardan ve artan oranda yıkıcı krizlerden başka bir gelecek sunduğu yok.

Acı gerçek şu ki, bütün dünyanın işçileri kapitalizmin krizinin bedelini yıllardır ödüyor. Ve bugün her yönden gelen saldırılar karşısında, kapitalizmin iş ve yaşam koşullarına yönelik saldırganlığı karşısında işçilerin, kendi sınıf mücadelesi alanında mücadele etmekten başka yolu yok. Bu mücadele kapitalist sömürü mantığına karşı savaşmayı gerektiriyor. Savaş ve kriz dolu kapitalist geleceğe karşı işçi sınıfı insani ihtiyaçlara dayanan bir toplum temelindeki kendi perspektifini ortaya koymak zorundadır.

Eduardo Smith

Internationalism (Enternasyonal Komünist Akım ABD Şubesi)

Bülent Ersoy'un Yorumları ve Savaş

 

 

"Eğer çocuk doğurabiliyor olsaydım onu gömmeyi kabul edemezdim"

 

Bülent Ersoy bu yıl 24 Şubat'ta "popstar alaturka" adlı programda, insanların savaşta ölmesine dair duygularını açıkladığında, bu ülkedeki birçok kadın ve erkeğin duygularını da ifade etmiş oldu. Hiçbir ebeveyn çocuklarının eve tabut içerisinde dönmesini istemez. Ancak Ebru Gündeş milliyetçi klişeler üzerinden "şehitlerin ölmediği" lafazanlığı yaparak ve kendi oğlunu askere nasıl göndereceğini anlatarak militarizmi savunmuştu.

 

"Sonra oğlunuzun ölü bedenini elinize alırsınız"

 

Bu noktada hatırlanması gereken Ebru Gündeş'in artık Fatih'ten yoksul bir genç kız olmadığı tersine herkesin tanıdığı ünlü bir pop şarkıcısı ve televizyon yıldızı olduğu. Herkesin bildiği gibi Türkiye'nin güneydoğusundaki savaşta zenginlerin çocukları değil yoksulların çocukları ölüyor. Ebru Hanım'ın bu anlamda söylemek istediği şey kendi oğlunu "bu toprak, bu devlet, bu ülke" için feda etmeye hazır olduğu değil, işçilerin, köylülerin ve kent yoksullarının çocuklarını feda etmeye hazır olduğuydu. Ebru'nun Bülent'e yönelttiği ve onun "tam anlamıyla kadın olmadığı" yönündeki küçük düşürücü lafları da bu çerçevede anlamak gerekiyor. Bu saçmalıklar başkalarının çocuklarının ölmesini izlemeye hazır olanların ikiyüzlülüğünden başka bir şey ifade etmiyor.

 

"Ne söylediğimin farkındayım. İnsanların acı içerisinde öldüğünü görmek istemiyorum ve anneler ne dediğimi anlıyor. Eğer bana karşı bir dava açılırsa da kendimi savunmaya hazırım."

 

Programdan hemen sonra Bülent Hanım medyanın her köşesinden vahşice bir saldırıya maruz kalmıştı. Şu anda, ona karşı "halkı askerlikten soğutma yönünde propaganda yapmak" ile ilgili TCK'nın 138. maddesinden bir dava açılmış durumda ve 3 yıllık bir hapis cezası onu bekliyor olabilir.

 

"Sürekli savaşa devam, savaşa devam diyoruz... Ve çocuklar gidiyor, sonra ise, cenazeler, kanlı gözyaşları ve acı çığlıklar..."

 

Savaş, yirmi beş yıldır sürüyor. 40.000'e yakın insan öldü. Bundan en çok kimin canının yandığı açık ve bu da kesinlikle zenginler değil. Acı çekenler işçiler, köylüler ve kentlerdeki yoksullar. Bülent Hanım'ın çocuklarını savaşa gönderen annelerin ne hissettiğini anladığına dair söylediklerine karşı, programdan hemen sonra burjuva toplumunun bütün kurumları tarafından histerikçe yürütülen kampanyalara gelince... Bu kampanyalar yürütülürken, Türk bankaları rekor kârlar elde ediyordu. Kuzey Irak'ta barbarca bir emperyalist savaş yürütülüyor ve "anavatan"da da işçiler aşağılayıcı asgari ücrete mahkûm ediliyordu. Tüm bunlardan sonra, zenginlerin işçi sınıfı çocukları için timsah gözyaşı dökmesi, gerçekten öfkelendirici ve iğrenç.

 

Sabri

 

Tags: 

Chavez’in Burjuva Devleti Demir-Çelik İşçilerine Saldırdı

Chavez hükümeti - muhalefetin ve sendikaların desteğiyle - Venezuela Demir-Çelik bölgesinde en temel ihtiyaçları için mücadele veren işçilere karşı bir baskı başlattı. Burada Senor Chavez'in ve onun "21. yüzyıl sosyalizmi"nin gerçek yüzünü açıkça görüyoruz.

Burada, Enternasyonal Komünist Akım Venezuela şubesi Internacionalismo'dan yoldaşlarımız tarafından dağıtılan bir bildiriyi basıyoruz. Yoldaşlarımızın Chavezci şantajlara ve baskılara karşı zorlu baskı koşullarında bu eylemi gerçekleştirme çabalarını selamlıyoruz. Proleteryanın mücadelesi uluslararasıdır ve burjuva devletlerinin her türüyle, ister "liberal" olsunlar, ister apaçık diktatörlükler olsunlar, isterse de "sosyalizm" maskesi taksınlar, yüzleşmek durumundadır.

Chavez'in Burjuva Devleti Demir-Çelik İşçilerine Saldırdı

13 aydan uzun süren toplu sözleşme görüşmelerinin ardından koşullar, Ternium-SIDOR demir-çelik işçilerinin canlarına tak etmişti. Aldıkları açlık maaşlarına (Venezuela'da yaşamın en pahalı olduğu bölgelerden birinde asgari ücret civarı bir maaş) ve on yıldan kısa bir süre içerisinde 18 işçinin ölümüne ve düzinelercesinin sakat kalmasına neden olan korkunç çalışma koşullarına karşı büyük bir öfke besleyen işçiler, şirket ücret ve çalışma koşullarına dair taleplerini reddetmesi üzerine birkaç grev faaliyeti yürüttüler.

Medyanın çeşitli kesimleri, şirketin kendisini kurban olarak gösterme kampanyasını yankıladı ve işçilerin isteklerinin şirketin yıllık satışlarının üzerinde olduğunu iddia etti. Bu yalanlar bilgi "karartmasının" bir parçasını oluşturuyorlar ve hem muhalefetin basını hem de resmi basın metal işçilerinin mücadelesinin gerçek nedenlerini saptırmaya çalışıyor. 1990'lardan beri bu işçiler maaşlarda ve çalışma koşullarında kesintilere maruz kalıyorlardı ve yeniden yapılanma programının başlatılması kazanımlarının bölgedeki diğer işçilerden daha az olmasına yol açtı. Metal işçilerinin mücadelesi makul bir yaşam düzeyi ile ilgili. İşçiler, eğer şirketin koşullarını (44 Bolivarlık bir artış şöyle bölünmüştür: ilk başta 20, 2009'da 10 daha, 2010'da 10 daha ve işçilerin performansına göre artı %1.5'luk olası bir zam) kabul ederlerse, yiyecek ve yaşam bedelinin yıllık artışının Venezuella Merkez Bankas'nın pek de güvenilir olmayan iddialarına göre %30'dan daha düşük olmadığı bir ülkede iki yıldan uzun bir süre boyunca maaşlarında ve kazançlarında sefil artışların acısını çekeceklerini biliyiorlar. Hareketin bir başka önemli talebi, (1600 kişilik işgücünün %75''ini oluşturan) sözleşmeli işçileri, onlara daha çok kazanç sağlayacağı için kadrolu yapmak. Dolayısıyla, SIDOR işçilerinin mücadelesi, korkunç çalışma koşullarının yanısıra, bitmez yiyecek fiyatlarında ve genel olarak yaşam pahalılığıyla yüzleşen bölgedeki ve bütün ülkedeki işçilerin mutsuzluğunu ve durumun belirsizliğine karşı huzursuzluğunu ifade ediyor.

Aynı şekilde, şirket, hükümet ve sendikaların temsilcileri arasındaki çatışma da metal işçilerinin canlarına tak etti. Sendikalar sürekli hareketin ilk taleplerini hafifletmeye çabalıyorlar (artık sendika günlük 50 Bolivar "talep ediyor", oysa ki görüşmelerin başında bu rakam 80 Bolivardı). Greve çıkmanın bütün gerekliliklerini yerine getirerek, rezil üçlü (şirket-hükümet-sendika) tarafından kurulmuş kurulmuş yüksek düzey komisyondaki yerlerini aldılar. Bu beyefendiler işçilerin arkasından tartışa dursun, işçiler de demir-çelik fabrikası kapılarında toplandılar ve birkaç defa iş durdurma eylemi gerçekleştirdiler. Bu eylemlerin en önemlisi 12 Mart'ta 80 saat süren ve hareketin radikalleştiğini ifade eden iş durdurma eylemiydi. İşçiler, şirketin ve devletin karşılık vermesi için çok beklemek zorunda kalmadılar: 14 Mart'ta Ulusal Muhafızlar ve polis güçleri acımasız bir şekilde işçileri bastırmak üzere fabrikaya saldırdı, ve 15 işçiyi yaralayıp 53 işçiyi tutukladılar. Bu baskıcı hareketle Chavez hükümetinin maskesi işçilerin gözünde düşmüş oldu: üzerindeki "işçi" üniformasını atıp gerçek üniformasını, ulusal sermayenin çıkarlarını savunma üniformasını üzerine geçirdi. "İşçilerin ve sosyalist" olduğunu iddia eden bu devlet işçilerin kendi talepleri için verdikleri mücadelelere ilk defa saldırmıyor: mesela sadece geçen sene çalışma koşullarını iyileştirmeye çalışan petrol işçilerin maruz kaldığı iğrenç saldırıları hatırlatmamız bile yeterli.

SUTISS sendikası, liderlerinin kendileri de baskılara maruz kalsa da, işçilerin bastırılma çabalarının bir parçası, çünkü görevi hareketin ateşini söndürecek şekilde davranmak. Sendika bir yandan maaş taleplerinin düşürülmesinin pazarlığını yaparken, diğer yandan kendisini hareketin başına koymak istiyor.

Referandum ve millileştirme: hareketin yüzleştiği yeni tehlikeler

İşçilerin ödün vermez tavırları karşısında, burjuvazi yeni bir numara çekmek durumunda kaldı: bu numara her işçiye firmanın önerileriyle hemfikir olup olmadıklarına dair sorular sorulacak bir referandum yapılması fikriydi. Chavist Emek Bakanı (bir Troçkist, veya bir eski Troçkist) tarafından savunulan bu fikir çoktan SUTISS tarafından, çeşitli "koşullar" ile de olsa desteklendi. Sınıfsal içgüdüleri bazı işçileri, sınıfın gerçek gücünün yattığı işçilerin bağımsız toplantılarını el altından çökerterek her işçiyi yaılıtılmış olarak kendisini sandıkta firmaya ve devletten yana veya onlara karşı olarak nitelendirecek "vatandaş"lara çevirmeyi hedefleyen tuzağı reddetmeye yönlendirdi. Bu tuzağa karşı işçiler kendilerini bağımsız toplantıları aracılığıyla ifade etmelidirler.

Harekete karşı kullanılan bir başka tuzak ise sendikaların ve Chavizmin çeşitli "devrimci" kesimlerinin Arjantin sermayesinin temel sahibi olduğu (Venezuella devleti hisselerin %20'sine sahip) SIDOR'u yeniden millileştirme önerisiydi. Bu kampanya mücadele için bir felaket olabilir, zira işçilerin ister Arjantinli ister Venezuelalı olsun, kapitalistlerle yüzleşmekten başka çaresi yoktur. Devletleştirme-millileştirme hiçbir şekilde sömürüyü ortadan kaldırmayacaktır: devlet bürokratı, isterse "işçilerin" yüzüne sahip bile olsa, daima işçilerin maaşlarına ve çalışma koşullarına saldırmak dışında bir seçeneğe sahip olmayacaktır. Sermayenin sol kanadı şirketlerin devletin elinde toplanmasını "sosyalizm"e kısa bir yol olarak sunarken marksizmin temel derslerinden birini gizliyorlar: her devlet ulusal burjuvazinin çıkarlarının bir temsilcisidir ve dolayısıyla proleteryanın düşmanıdır. Chavist burjuvazi bugün kazanabileceği artı değer miktarını arttırmayı amaçlayan, ve "Bolivarcı sosyalizm" adı altında iş yerlerindeki tehlilekeri misyonlar ve birleşik yönetilen şirketler aracılığıyla (Invepal veya Inveval işçilerinin başlarına gelenler gibi) devasa bir şekilde arttırmaktadır.

Bu "Bolivarcı devrimciler" işçilere SIDOR'un uzun yıllardır bir devlet işletmesi olduğunu ve pek çok orayı işleten üst rütbeli devlet bürokratlarına ve onların baskı güçlerine karşı ve işçilerin kendi talepleri için sermayenin fabrikadaki müttefiki olan sendikalara karşı da mücadele etmek zorunda kaldıklarını unutturmak istiyorlar. İşçilerin bu mücadelesi, 70'lerin başındaki ilk Caldera hükümeti, bu işçilerin, işçi sınıfı karşıtı faaliyetleri yüzünden CTV (Confederación de Trabajadores de Venezuela - Venezuela İşçi Konfederasyonu, şu anda burjuva muhalefetine yakın olan bir sendika) donanımlarının bir kısmını yakmalarını da kapsamıştır.

Devlet 1999'dan beri Chavistlerin ellerindedir, fakat sihirli bir şekilde kapitalist niteliğini kaybetmemiştir. Değişen tek şey devletin üzerine "sosyalist" renklerde kıyafetler geçirmesidir; fakat hala sermayenin çıkarlarının emeğin çıkarlarına karşı savunusundaki temel araçtır. Chavez'in işine geldiğinde kendisini bir "Sidorist" veya bir "işçi" olarak sunması, Chavist hükümetin, herdaim daha ve daha derin bir krizin içine batan sömürü sisteminin savunucuları arasında yerini almış olduğu gerçeği ve sınıfsal niteliğine dair kafamızı karıştırmamalıdır. İşçiler "yeniden millileştirme" laflarını yükselten, ve aslında tam birer burjuva gibi yaşayan ve asgari ücretten otuz kat veya ozuz kattan da fazla maaşlar alan bu sözde "devrimciler"e inanacak kadar aptal değildirler.

Tek kazanma yolu: gerçek işçi dayanışması ve nüfusla dayanışma

Bu hareketin başarılı olmasının tek yolu dayanışma aramasıdır. Öncelikle sözleşmeli işçilerle, zira onların kadrolu olması talebi temel dayanışma ifadelerinden biridir; fakat bölgesel ve ulusal düzeyde endürstinin farklı kollarındaki işçilerle dayanışma aramak da daha az önemli değildir, nitekim ister devlet ister özel sektörde çalışalım, hepimiz iktisadi krizin darbelerine hedef oluyoruz. İşsizlerin yüksek yaşam pahalılığından ve devletin çözmekten aciz olduğu barınma gibi sorunlardan etkilendiği Guanya nüfusuyla dayanışmak da önemlidir. Öte yandan bu dayanışma sendika kanalından yürütülemez, çünkü sendikalar mücadeleyi kontrol altında tutmak, feklı endüstriler ve sektörler arasında ayrımlar yaratmak ve son örnekte görüldüğü gibi devlet baskısını tamamlamakta kullanılan temel araçlardır; ve yerel nüfusla gerçekleştirilecek olan dayanışma "komünel konseyler" gibi devletin kendisinin yarattığı toplumsal örgütlerin ellerine de bırakılamaz. Dayanışma, işçilerin kendilerinden, bütün işçilere açık toplantılardan "doğmalıdır".

Metal işçilerinin mücadelesi bizim de mücadelemizdir, çünkü onlar makul ve kaliteli bir hayat için, bütün proleteryanın çıkarları için mücadele etmektedirler. Fakat en büyük kazan, anlık maaş artışları dışında, proleteryanın ellerindeki güce dair bilincinin sendikaların ve devletin toplumsal mutsuzluğu kontrol altında tutmak için yarattığı diğer yapıların dışında gelişmesidir.

Ulusal burjuvazi, Guyana'daki durumun çıkarlarına karşı derin bir tehlike arz ettiğinin farkındadır. Bu bölgede bulunan işçilerin niteliği e geçmiş mücadelelerden edindikleri tecrübeler, onları çok patlayıcı yapmaktadır, ve öte yandan çalışma ve işçilerin yaşam koşullarına karşı saldırıların bir sonucu olarak daha geniş bir emek ve toplumsal mutsuzluk birikimi de mevcuttur. Bu bağlamda, sözde Demir-Çelik bölgesi, 60'larda ve 70'lerde olduğu gibi kendisini ülkedeki işçi mücadelelerinin merkez noktasına çevirme potansiyeline sahiptir.

SIDOR işçileri, sermayenin saldırılarına karşı durabilmek için seçebilecekleri tek yolu, mücadele yolunu seçmişlerdir. Bir yandan bütün nüfustan dayanışma ararken diğer yandan bu kavgayı bölgesel ve ulusal üretimin diğer kollarına yaymak: işte bu Venezuela proleteryasının sermayenin yıkımı ve gerçek bir sosyalist toplumun yaratılması için yapılacak uluslararası mücadeleninin bir parçası yapacak yoldur.

Internacionalismo

Enternasyonal Komünist Akım Venezuela Şubesi

Dubai’deki İşçi Mücadeleleri: Bir Cesaret ve Dayanışma Örneği

Bu yazı ilk kez Enternasyonal Komünist Akım'ın Fransa'daki yayın organı Révolution Internationale'in 385. sayısında basılmıştır.


Kasım ortasında, Dubai işçileri, devasa ve spontene ayaklanmalarının sona ermesinin ardından işlerine geri dönerken, televizyonlar Dubai Kralı Abdullah'ın yeğeni Al Walid ibni Talal'ın şahsi kullanım için satıl adığı Airbus A380'den bahsediyorlardı.

Bu devasa grev hareketiyle ilgili tek bir kelime bile söylenmiyordu! Aşırı sömürüye maruz kalan yüzbinlerce işçinin bu açık isyanına dair tek bir kelime yoktu! Burjuvazi bir kez daha uluslarası basını bir kez daha sınıf mücadele haberlerine karartma uygulamıştı.

Burjuvazinin insanlık dışı sömürüsüne karşı....

Geçtiğimiz senelerde Dubai, herbiri diğerinden daha inanılmaz sayısız gökdelenin mantar gibi bittiği bir inşaa sahası haline gelmişti. Bu Emirlik, burjuvazinin, Orta Doğu'nun doğusundaki ‘ekonomik mucize' simgelerinden biri. Fakat yaldızlı perdelerin arkasında çok farklı bir gerçeklik yatıyor: turistlere ve işadamlarına sunulan gerçeklik değil, ‘mimari rüyalar' için kan ter içinde çalışan işçi sınıfının gerçekliği.

Emirliğin bir milyonluk nüfusunun %80'inden fazlası büyük bir çoğunluğu Hindistan'dan gelen ama aralarında Pakistanlı, Bangladeşli ve Çinlilerin de bulundupu yabancı uyruklu işçiler oluşturuyor. Görünüşe göre Arap işçilerden daha ucuza mal ediliyorlar! İnşaat alanlarını yedi gün yirmi dört saat, neredeyse hiçbir şey karşılığında çalıştırıyorlar. Kazandıkları para ayda 170- 250 YTL civarına denk düşüyor. Prestijli kuleleri ve sarayları inşaa ediyorlar ama şehrin dışında, çöldeki kulubelerde, pek çok kişiyle sıkış tıkış kalmak zorunda oldukları odacıklarda yaşıyorlar. İşe otobüs adı takılmış sığır kamyonlarında götürülüyorlar. Tabii ki bütün bunların yanı sıra ne tıbbi güvenlilikleri ne de emeklilik şansları var... ve bütün direniş tehlikesini ortadan kaldırmak için işveren pasaportlarına ne olur ne olmaz diye el koyuyor. Tabii ki ülkelerinde kalmış olan işçi ailelerine de hiçbir haber verilmiyor. İşçiler onları sadece 2-3 yılda bir görebiliyorlar çünkü yolculuk parasını bulmak çok zor.

Fakat insanlara böyle davranıp sürekli paçayı sıyırmak da mümkün değil.

....proleteryanın devasa mücadelesi

2006 yazında Dubai işçileri çoktan güçlü ve kollektif mücadele verme kaabiliyetlerini göstermişlerdi. Geçmişteki mücadelelerin bastırılmasına rağmen bugün tekrar sömürenlerine ve işkencecilerine karşı durmaya cesaret ettiler. Bu sefalet ve kölelik hayatına karşı birleşerek bu kavgalarla, yürekliliklerini ve olağandışı mücadele isteklerini gösterdiler. Mısır'daki sınıf kardeşleri gibi, bütün riskleri göze alarak mevcut güçlere karşı geldiler. Emirlikte yasak olan ve anında cezalandırılan grevlerin getirdiği riskler arasında çalışma izninin alınması, çalışma yasağı da vardı.

Ve yinede, aylardır maaşları ödenmeyen ve bu durumdan bıkmış olan "4000 inşaat işçisi 27 Ekim Cumartesi günü sokağa çıktı, Jebel Ali endüstri bölgesine giden yolları kapadı ve polise taşlar yağdırdı. Onları işe götürmesi için daha fazla otobüs temin edilmesini, konutların daha az kalabalık olmasını ve onurlarıyla yaşamalarına yetecek kadar maaş istiyorlardı" (Courrier International, 2.11.07). Bu mücadelenin kendilerinin de mücadelesi olduğunun farkına varan farklı işyerlerinde çalışan binlerce işçi de grevcilere katıldı.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, burjuvazi ve devleti sertçe cevap verdi. Unsurprisingly, the bourgeoisie and its state responded violently. Ayaklanmaya karşı yerel çevik kuvvet ekibi, göstericileri panzerlerle su fışkırtarak dağıttı ve pekçoklarını polis araçlarını tıkarak gözaltına aldı. "Bu ‘barbarca davranışı' kınayan Emek bakanı onlara iki seçenekleri olduğunu söyledi: ilki  işlerine dönmek,  ikincisi  sözleşmelerinin iptali, sınır dışı edilmek ve hiçbir tazminat da alamamak. " (https://www.lemaroc.org/economie/article_8622.html). Bu polis baskısına ve hükümetin tehditlerine rağmen, grev hareketi Dubai'deki üç ayrı bölgede yayılmaya devam etti. 5 Kasım'da Associated Press'deki bir cümlede 400,000 işçinin grevde olduğu söyleniyordu!

Ceza ve baskı tehditleri, polis araçlarının zarar gördüğü bahanesiyle savuruluyordu: tabii ki polis araçlarının zarar görmesi burjuva düzeni için bir hayli kabul edilmez bir durum! Fakat en korkunç şiddetten kim sorumluydu? Cevap açık: yüzbinlerce işçinin hayatını tam bir cehenneme çevirenler.

Böyle mücadelelerin perspektifi nedir?

Dubai'de proleterya gücünü ve kararlılığını göstermiştir. Burjuvazi, sadece baskıcı taktiklerini bir kenara bırakarak geçici olarak geri adım atmak durumunda kaldı. Dolayısıyla, hareketi başlatan 4000 Asyalı işçinin kovulduğunu açıklılmasının ardından, "Çarşamba günü hükümetin tonu olayları sakinleştirmeye yönelikti" (AFP). Mücadelenin devasa oluşu yüzünden "Dubai hükümeti biraz esnemek ve bakanlardan ve işverenlerden maaşları gözden geçirmelerini ve bir taban maaş uygulaması başlatmalarını istemek durumunda kaldı "... tabii ki resmi olarak. Fakat gerçekte, burjuvazi saldırılarına devam edecek. Hareketin başını çekenlere karşı yaptırımlar değişmemiş gibi görünüyor. Ve şüphesiz burjuvazi bu durumu sıkıca kontrol etmek ve Dubai'deki acımasız ve korkunç sömürü koşullarını korumak isteyecek.

Öte yandan, yöneten sınıf, işçi sınıfının bu kesiminin, mücadele tecrübesinin yüksek olmamasına rağmen yükselen militanlığını dikkate almak durumunda kaldı. İşte bu yüzden yöneten sınıf başka yollardan da saldırmaya çalışıyor, baskının yanı sıra ideolojik araçları da kullanmak istiyor. Bunu ilk kullanma çabası ise gülünç ve etkisiz oldu. Anlaşmazlıkların çoğalması karşısında,  "otoriteler polis kuvvetleri içinde işçilerin sorunlarını çözmekle görevli  bir birim yarattılar ve işçilere, büyük çoğunluğu maaşların ödenmemesiyle ilgili olan şikayetlerini dile getirmek için ücretsiz olarak arayabilecekleri bir numara verdiler". Şikayetleri doğruca baskı kuvvetlerine yapmak -daha provakatif olunamazdı herhalde!  Fakat hükümetin bundan daha zekice bir taktiği, işyerlerinde gelecek mücadeleleri ‘içerden' kontrol altına almak için sendika kurma çabası oldu.

Buradaki sorun Dubai gibi bir mini-devletteki bir mücadelenin perspektifinden ziyade bu mücadelenin çok daha geniş bir hareketin parçası oluşudur: işçi sınıfının uluslararası mücadelesi. Marks ve Engels 1848'de, Komünist Manifesto'da "İşçilerin vatanı yoktur" demişlerdi. Proleteryanın mevcut mücadelelerin hepsi, kapitalist sömürüye karşı aynı mücadeleler zincirinin parçasıdır. Hindistan'dan Dubai'ye, Mısır'dan Orta Doğu'ya, Afrika'dan Latin Amerika'ya, Avrupa ülkelerinden Kuzey Amerika'ya, işçi mücadelesi yükseliyor. Sınıf mücadelesinin uluslar arası gelişmi, hareket nerede yükseliyorsa orada işçiler için devasa bir cesaret kaynağı. Özellikle Dubai, Bangladeş veya Mısır gibi ülklerde devasa hareketlerin yükselişi, gelişmiş ülkelerdeki işçiler için bir uyarıcı olmalı, ve onların mücadelesi de birikmiş tecrübelerini paylaşarak, mücadelenin nasıl işçilerin kendi ellerine alınacağını, neden sendikalara ve sermayenin soluna bu işi bizim için yapmaları için güvenemeyeceğimizi göstererek mücadelenin sistemin bütününe karşı geliştireceği perspektifi duyurma sorumluluğunu sahiplenmelidir.

Burjuvazi onun basını, mücadele tecrübesinin paylaşılmasını engellemek amacıyla dünyanın heryerinden gelen işçi mücadelesi haberlerini bastırmak için ellerinden geleni yapıyor. Dubai'deki mücadeleler, heryerde işçi sınıfının dünya ekonomik krizinin korkunç etkilerinin acısını çektiğinin ve heryerde işçi sınıfının buna karşı mücadele ve dayanışma silahlarını bilediğinin bir kanıtıdır.

Dünya Devrimi'nin Birinci Sayısı

 

Daha önce siyasi eğilimimizin çıkardığı, Gece Notları ismiyle yayınlanan bülteni takip eden okuyucularımız artık farklı bir isim kullanmamakta olduğumuzu fark etmişlerdir. Gece Notları, ilk yayınımız olması ve arada yayını çeşitli kesintilere uğramış olmasına rağmen sürekli bir gelişim içerisinde olduğu için bizim için bir hayli önemli bir yayındı. Dört sayfalık bir bülten olarak başlamasına rağmen son sayılarda on altı sayfalık bir yayın haline gelen ve daha derinlikli analizler içermeye başlayan yayınımızın gelişimi, doğal olarak eğilimimizin teorik evrimi ve netleşmesiyle paralel bir biçimde ilerledi. Hem yayınımızın gelişimi hem de eğilimimizin teorik alanda ilerlemesi,  yayına başladığımızda kullanılabilir gördüğümüz ismin değişimini gerekli kıldı.

 

Bu aydan itibaren Dünya Devrimi ismiyle aylık bir siyasi gazete olarak yayına devam edeceğimizi duyurmak istiyoruz. Yayınımızın fiziksel özellikleri, olanaklarımızdan dolayı şu aşamada bir değişim göstermeyecek, ve Gece Notları'nı takip edenlerin fark edeceği üzere yayınımızın içeriğinde de son sayılara kıyasla büyük bir değişiklik olmayacak. Bir bakıma Gece Notları ile kaldığımız yerden Dünya Devrimi ile devam edeceğiz. Öte yandan bu isim değişikliğini gerçekleştirmemizin ardında çok önemli iki neden yatmakta.

 

Bu nedenlerden ilki yayınımızın isminin siyasi çizgimizi, teorimizi, perspektifimizi net bir biçimde yansıtan bir isim olmasını istememizdi. Bir isim olarak "Gece Notları", içerisinde derin anlamlar görülebilecek, ve Victor Serge'in ikinci dünya savaşına dair yaptığı 'yüzyılın gece yarısı' betimlemesine bir atıfta bulunması nedeniyle tabii ki siyasi bir isim olsa da, yukarıda açıkladığımız amaçları yerine getirmiyordu. Siyasetimizin ilkelerinin temelinde bir değişiklik olmadı ve aslında şu anda seçmiş olduğumuz isim geçmişteki siyasi anlayşımızın da temelini ifade ediyordu ve bu bağlamda yeni sayılmaz, öte yandan komünist bir örgüt olarak işlevimizde, amaçlarmızda, teorik pozisyonlarımızda, perspektifimizde Gece Notları'nı yayınlamaya ilk başladığımız zaman ve şu an arasındaki netlik farklı, bizi eskiden seçtiğimiz isim yerine daha farklı, siyasetimizi daha net bir şekilde ifade edebilecek bir isim kullanmamız gerektiğini sonucuna varmaya yönlendirdi. İkinci nedenimiz, ve ayrıca Dünya Devrimi ismini seçmemizin nedeni ise, örgütsel olarak uluslararası geleceğimize dair bir doğrultuya girmiş olmamız. Komünist bir örgütün ulusal veya bölgesel olarak varolamayacağı ve yerel olarak faaliyet yürüten komünist militanların kesinlike uluslararsı alanda merkezileşmiş bir komünist örgüte mensup olmaları gerektiğine dair çıkardığımız sonuçlara dayanarak, otuz yılı aşkın bir süredir uluslararsı düzeyde merkezileşmiş örgütlü faaliyet yürüten, şu an itibariyle on dört ülkede şubeleri olan, ve zaten daha önceden de birlikte çalışma yaptığımız ve dayanışma içerisinde olduğumuz Enternasyonal Komünist Akım'ın Türkiye'deki şubesini oluşturmak doğrultusuyla bu örgütün platforumunu tartışmaya başladık. Nasıl devrimcilerin hiçbir çalışmasında sabırsızlığa yer yoksa, yaklaşık bir yıl önce başlayan bu tartışma, netleşme ve EKA'nın bir parçası olma sürecinde de sabırsızlığa yer yok. Sağlam ve organik bir biçimde değil aceleci ve yapay bir biçimde gerçeleşecek bir katılımın hiçbir faydası olmayacaktır, ve bizim uzun soluklu olduğunu bildiğimiz katılım sürecine sabırla ve gerçek bir netlik sağlama amacıyla devam ediyoruz. Öte yandan bu süreç içerisinde de netleşmekteyiz ve faaliyetlerimizi de hem siyasi ilkelerimizi hem de uluslararsı alanda merkezileşmiş bir örgütün gerekliliği konusundaki yaklaşımını paylaştığımız bu örgütün doğrultusuna yaklaştırmamızın faydalı olacağını hissediyoruz. Bu yüzden EKA'nın İngiltere'de World Revolution, Mekiska'da Revolución Mundial, Almanya ve İsviçre'de Weltrevolution ve Hollanda'da Wereld Revolutie isimleriyle çıkan gazetelerinin ismini, kendi yayınımıza vermeyi uygun bulduk. Ayrıca bu vesileyle EKA'nın bir parçası olmak doğrultusunda çalıştığımızı da duyurma olanağını bulduk.

 

Yayınımızın yaygınlığına dair yanılsamamız olmamakla birlikte, okuyucularımızı bilgilendirmek adına neden yayınımızın isminin değiştiğini açıklamak istedik. İsim değişikliğinin çok büyük bir önemi olmasa da bu değişikliğin, ilk zamanlarımıza kıyasla teorik gelişimimizde daha net ve olgunlaşmış bir noktaya geldiğimizi simgelediğini ve bu bakımdan önemli olduğunu düşünüyoruz.

 

EKS

 

 

Tags: 

Ergenekon ve Türkiye Burjuvazisinin Çatışmaları

Burjuvanın kendi siyasal gerilimlerine her zaman olduğu gibi yine ergenekon süreciyle müdahil olmamız bekleniyor. Bir tarafta "derin devlet" adı altında statükocu kemalist yapılanma, diğer tarafta "derin devlet"le mücadele eden "demokrasi" savunucusu siyasal islam, AKP. Bir çok sol yapılanma için, ikisinden birine taraf olmanın "toplumsal muhalefet" açısından hep önemli olduğu düşünülmüştür. Peki komünistler ne yapmalı. Komünistlerin proletaryanın enternasyonel çıkarları için politika yapmaktan başka asli bir görevi yoktur. İşte tam bu nokta da sürecin proletarya açısından değerlendirilmesi gerekir. Böylesi bir tahlil yapılmadığında çok kolayca "gericilikle" mücadele adına cumhuriyet deskteklenip ergenokcular ile aynı noktada buluşulabildiği gibi; demokrasi adına, darbe karşıtı hissiyatı güçlendirmek adına siyasal islam ile yanyana gelinebilir. Fakat asıl mesele hangi tarafın politikasını yapmanın sınıf mücadelesinde proletaryanın çıkarına olduğudur. Aslında uzun uzun analizler yapmaya gerek yok;  her iki tarafın bir şekilde savunusu proletaryanın çıkarına olmadığı gibi, aksine sınıf mücadelesine engel oluşturmaktadır. Böylesi bir durumda taraf olmak komünistlerin burjuva siyasetine eklenmeleri anlamına gelmektedir.

Aslında böyle bir durum komünistlerin mücadele tarihinde sık sık karşılaştıkları bir durumdur diyebiliriz. Bu noktada taraf olma hissiyatını ideoloji ile açıklamak oldukça mümkündür. Çok net olmasına rağmen bu durumun kafa karışıklığı yaratamasındaki asıl mesele aslında demokrasi yanılsamasıdır. Yani, komünist mücadele proletaryanın mücadelesinin bir semptomu olan demokrasiyi yada "demokratik gelişmeleri" proletaryanın mücadelsinden ayırıp, bu semptomu ana sorun olarak görmeye başladığında, taraf tutma ihtiyacı duyacaktır. Demokrasi burjuvazinin tarih sahnesine çıktığından beri en çok vurguladığı ve ideoloji olarak en rahatça kullandığı fikir olsa gerek. Marksizmde, Marx'ın Alman İdeolojisi'nden beri anlatılmaya çalışılan; ideolojinin, sınıf çelişkileri ve onun sonuçları ve sınıf mücadeleleri üzerine kurulan bir gölge oyunu olduğudur. Dolayısıyla, ülkedeki temel sorunları demokrasi ekseni üzerine oturtmak, kaçınılmaz olarak ergenekon gibi bir durumda taraf tutma ihtiyacına dönüşecektir.

Ergenekon için marksist bir analiz yapılması gerekirse; Öncelikle, "ergenekon"da mesele kesinlikle sadece akp'nin kapatılma süreci ve buna kaşrı bir darbe karşıtlığı olmamalı. Resme daha geniş bakarak, sınıfsal bir açıklama getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu meselenin özellikle, ABD 'nin İran ısrarı ve BOP 'dan bağımsız olamayacağı gibi, Türkiye burjuvazisinin de talebi doğrultusunda gerçekleştiğidir. Burjuvazi açısından iki siyasal tercih bulunuyor: kemalist ve statükocu bir siyasi iktidar ile, liberal, siyasal islamcı bir ikitidar arasındaki tercih. Küresel sermaye ile bütünleşmek ve çıkar ilişkisinde daha çok söz sahibi olmak isteyen burjuvazi açısından, buna engel teşkil edebilecek bazı politik sorunlar var:  Avrupa Birliği, Kürt sorunu,  Kıbrıs sorunu ve tüm bunların yanında İran'a karşı olası bir müdahale ve emperyalizm. Bu bağlamda, kemalist statükocu siyasal tercihin Kürt sorununda ve Kıbrıs konusunda hiç bir çözüm istemediği ortada. Öte yandan, bu tercihin, ABD ve AB'ye karşı olan anti-emperyalist milliyetçi duruşu burjuvaziyi AB konusunda sıkıntıya sokacağı gibi, ekonomik açılım çözümünü doğuda aradığı açıktır. Öte yandan, ABD'nin İran'a olası operasyonu içinde Türkiye'ye ihtiyaç duyacak olması ve ABD'nin de Türkiye'de siyasal tercih olarak AKP'yi benimsemesi önemli durmaktadır. Bu gerilim sürecinde Tüsiad'ın ve de Ordu'nu olaya taraf olmaması ve sessiz kalması da bu durumu netleştirmektedir. İşte bu noktada AKP' ye düşen rol bahsettiğim sorunları kısmen çözmek isteyen burjuvazinin talebidir. Sırtında kambur oluşturmuş Kürt sorununa da, Kıbrıs sorununa da bir açılım getirip önündeki siyasal sorunlardan da kurtulmak istejen bir sermaye mevcut. Bu sorunlara karşı direnç gösterebilecek statükocu siyasal tercih, belirli sınırlarda tasfiye sürecidir, ergenekondur. Tabi bu süreç bu kadar doğrusal ilerlemiyor. AKP müdahalesi bu bağlamda kemalist kanat için karşı hamleler doğurmuştur. Her ne kadar seçilmiş konumlarda hakim olsa da atanmış konuma karşı verdiği tepki elbette sıkıntılı olacaktır. Aslında yine Ergenekon operasyonlarının ve Ümraniye'deki evin basılmasının akp'nin kapatılmasından çok önce olması, hemen arkasında kapatmanın gelmesi bu resmi tamamlamaktadır. Ayrıca, açık bir şekilde önemli belgelerin TSK'dan sızdırılıp medyaya ulaştırılması ve ergenekon operasyonlarının polisin bazı kademelerince bilinmemesini de önemli olarak görüyorum. Ayrıca egemenlerin bu kadar yoğun "işleri" varken, emekçilerin olası (belediye işçilerinin grev girişimi) muhalefetine de çok sert tepki göstereceği açıktır. Öte yandan da burjuvazinin devlet eliyle yakın tarihte işlediği pislikleri göstermelik bir şekilde temizleme durumudur.

Son söz, durum açıkça burjuvazinin toplumdaki demokrasi meşruiyetini kullanarak kendi çıkarlarına uygulamasıdır. Dolayısıyla bu noktada komünistlerin yapacağı tek şey meselenin sınıfsal çelişkilerini açığa vurmak ve taraflardan birinin bir şekilde yanında olmanın proletaryanın enternasyonal çıkarlarına zarar vereceğinin politikasını yapmaktır.

Sınıflar arası barışa, halklar arası savaşa hayır!

Fırat

Tags: 

Fidel Kastro Emekli Oldu: Sorun Binici Değil, Sorun Atın Kendisi!

Dominik Cumhuriyeti'ndeki ‘Enternasyonalist Tartışma Çekirdeği'nden bir yoldaşın yazdığı bu makale elimize geçti. SSCB'nin düşüşünden sonra 20. yüzyılın büyük yalanını devam ettirerek, Stalinist barbarlığı "sosyalizm" olarak sunan ve son yıllarda Chavez'in rejimiyle müttefik olarak bu yalanı onun "21. yüzyıl sosyalizmi" yalanıyla desteklemeye çalışan Küba rejiminin ipliğini pazara çıkaran bu katkıyı selamlıyoruz.

18 Ekim Şubat'ta Küba başkanı Fidel Kastro artık Küba'daki kapitalist devleti yönetmek istemediğini ilan etti. Bu sağ kanat burjuvaziyi, sözcüleri aracılığıyla, komünizmin tamamen bittiğini ve Küba devriminin de sona erdiğini iddia etmeye itti. Tıpkı Doğu Bloğunun düşüşünden sonra yaptıkları gibi, aslında kendilerinin, burjuvazinin ölümünü kutladıklarını bilmeden işçilerin kafalarını karıştırmaya çalışıyorlar. Küba modelinin ortadan kalkmasıyla kaybedecek olan proleterya değil kapitalizmdir. Çitin öte tarafında, çavuşları Hugo Chavez önderliğinde sermayenin sol kanadı bizi devrimin devam ettiğine temin ediyor. İşçi sınıfının kafasını karıştırmayı hedefleyen bu saçmalıkları açığa vurmak için bazı meseleleri açıklaştırmamız gerekli.

Ocak 1959'da, Küba'da gerçek bir sosyal devrim gerçekleşmedi. Gerçekleşen yöneten sınıfın kesimlerinden biri devrilirken bir diğerinin iktidara gelmesi, kırdan gelen Kastro-Guevarist liderlerin yükselişi ve bir darbeyle çavuş Batistaydı indirmesiydi. Bu iktidarın kendisini askeri diktatörlükle ifade eden sermayenin sağ kanadından bir dizi göstermelik reform ve millileştirme yaparak proleter mücadeleyi ve sınıf bilincini yükseltmek bir yana kapitalizmi farklı koşullara uydurmaya çalışan sermayenin sol kanadına geçmesiydi. Aynı şekilde çoğunluğun içinde bulunduğu durumu iyileştirme sözleri de tutulmadı. Pek çok ülkeye öğretmen ve doktor ihraç ettiği göz önünde bulunursa Küba sermayesinin çıkarları doğrultusunda eğitim ve sağlıkta göreceli bir iyileşme olduysa ülkede mevcut olan yarım yüz yıllık dağıtım düzeni temel ihtiyaçların karşılanamadığını gözler önüne seriyor. En az düzeyde bile olsa kaliteli bir şey almak isteyen birisi onu akıl almaz derecede yüksek fiyatlarla turistler için açılmış özel dükkanlar veya kara borsa dışında bulamıyor. Sömüren azınlığın ayrıcalıkları Batista zamanında olduğundan bile daha gösterişli bir şekilde ortadalar: sözde "Komünist" Parti üyeleri, üst düzey askeri yetkililer ve benzeri yüksek mevkilerdeki insanlar her türlü lükse rahatlıkla ulaşabilirlerken çoğunluk yoksunluk ve sefalete mahkum edilmiş durumda.

Küba'da bir devrim olmadı. Rejim el değişti, ve bu iktidar değişikliği parlamenter yollar yerine bir ayaklanma aracılığıyla yapıldı. Fakat kapitalizm hala kapitalizm olmaya devam etti. Yalnız üniforma değiştirerek: zira liberal takım elbiseler yerini sakallı adamların giydiği yeşil asker kıyafetlerine bıraktı.

Olayın başka bir yanı da Bay Kastro'nun sözde "anti-emperyalist"liği. Öncelikle, herhangi bir kapitalist devletin hayatta kalabilmesi için emperyalist olması gereklidir, çünkü dünya emperyalist ormanının ortasında çıkarlarını savunabilmek için kendisini askeri, ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel yollarla desteklemeli, başkalarının kendisine boyun eğmesini sağlamalıdır. Bu yüzden Küba'da ülkenin kaynaklarının büyük çoğunluğu "anti-emperyalizm" sloganı altında Afrika'da (mesela Angola'da) savaşlar yürütmüş güçlü bir orduyu korumaya adanmıştır. Aynı şekilde Küba güçlü propaganda araçları aracılığıyla kendisini "sosyalist bir ülke" olarak sunmuştur. Bu yöntem ve araçlarla, Küba rejimi, ülkenin boyutları yüzünden sınırlı da olsa, ulus-devletin birbirlerine karşı verdiği emperyalist mücadele ortamında kendisine bir dilim koparabilmiştir.

Fidel şüphesiz insanların ABD'ye karşı duyduğu tepkiyi kullanarak bu ülkeyi, kendi ülkesiyle olan çelişkilerden dolayı, devasa bir imparatorluk olarak sunuyor, ama Amerikan emperyalizmini lanetlerken Sovyet emperyalizmini övmekten kaçınmıyordu; şimdi de çavuş Chavez'in Bolivarcı emperyalizmini destekliyor. İyi bir emperyalizm ve kötü bir emperyalizm olduğu fikri, terörizmi bastırmaya adanmış bir terörist fikrinden farklı değildir!

"Küba Devrimi"nin başında (1959-1970), Fidel Kastro'nun kendisi Birleşmiş Milletler'deki ünlü konuşmasında bir komünist olmadığını itiraf etmişti, fakat güçlü komşusu ABD ile bir anlaşma koparma çabaları işe yaramamıştı. Kastro bunun üzerine paltosunu değiştirererek Rus emperyalizmiyle ittifak yaptı. Sonrasında eski Küba "Komünist" Partisi "26 Haziran Hareketi" ile birleşmeye zorlanarak yeni bir "Komünist" Parti kuruldu ve bu parti o zamandan beri tek parti olarak hüküm sürdü.

Küba rejimi bağıra çağıra "anti-emperyalist" olduğunu iddia ederken "emperyalizm" etiketini sadece ABD için kullanıyor. İnsanlık Yanki emperyalizminin vahşetinden bıkmıştır fakat emperyalizmle mücadele sözde "anti-emperyalist" devletler aracılığıyla değil, proletaryanın bağımsız ve enternasyonalist mücadelesiyle yapılır. Bir yanda hukuka ve "hümanizme" hürmet eden "iyi" devletler, bir yandaysa tiranlık, militarizm ve barlık üzerinde tekel kurmuş devletlerin var olması gibi bir durum söz konusu değildir. Kastro ve Bolivarcı Chavez'in iddialarının aksine Emperyalizmle bir devlet aracılığıyla savaşma fikri, terörizme karşı savaşmayı bir teröriste bırakmaktan farksızdır.

Bir başka büyük yalan ise "komünist" fidel veya "sosyalist" Küba yalanıdır. İlk göz önünde bulundurulması gereken gerçek Küba'da artı değerin, ücretli emeğin ve özel mülkiyetin mevcut olduğudur, ve zaten aksi de mümkün değildir çünkü kapitalist bir dünyada sosyalist bir adacık mümkün değildir. Küba'da ücretli-emek ve insanın insanı sömürüsü hala mevcuttur. Klasik anlamda (yani yasal olarak üretim araçlarının sahibi) bir kapitalist sınıf yerine devleti çoğunluğa karşı yöneten bir bürokrasi vardır. Gerçekleşen mülkiyete dair yasal, yani göstermelik bir değişimden ötesi değildir; mülkiyet sahini ünvanı devlete geçmiştir fakat çoğunluk her türlü var oluş aracından mahrumdur ve mülkiyet Kübalı işçiler için hala mülkiyettir, ve hayatta kalmak günlük çalışma düzenini ve patronun dayattığı koşulları kabul etmektir. Tek fark diğer ülkelerde patronun herhangi bir fabrikadan herhangi biri olmak yerine Küba'da devletin kendisi olmasıdır.

Fidel Kastro - ve şimdi Chavez, Morales gibileri - büyük Stalinist yalanı yeniden üretiyorlar: insanları millileştirmelerin sosyalizm yolunda bir adım olduğuna, tek ülkede sosyalizmin sosyalizme doğru bir adım veya sosyalizmin bir biçimi olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Öte yandan gerçekte bütün bunlar ve sözde "sosyalist" ülkelerdeki düzenler sadece kapitalizmin bir yüzü olan devlet kapitalizmidir.

Vladimir

GÜRCİSTAN’DA SAVAŞ: BÜTÜN GÜÇLER SAVAŞI KÖRÜKLÜYOR

Bir kez daha Kafkaslar alevler içinde. Bush ve Putin'in Beijing'de yanyana durup minik kekler yedikleri, göya barışın ve halkların uzlaşmasının simgesi olan Olimpiyat Oyunları açılış seramonisiyle aynı anda Beyaz Saray'ın yardakçısı Gürcü cumhurbaşkan Saakaşvili ve Rus burjuvazisi Gürcistan/Güney Osetya'da korkunç katliamlar yapmaları için askerlerini gönderiyorlardı. Bu savaş iki tarafta da yeni bir ‘etnik temizlik' dalgasına yol açtı ve şu anda tam kurban sayısını kestirmek zor olsa da, bu sayı binleri buluyor gibi gözüküyor ve katledilerin büyük çoğunluğu da siviller.

Kapitalist savaşın barbarlığının yeni bir ifadesi

İki taraf da birbirini savaşı körüklemekle suçluyor ve köşeye sıkıştığı için böyle davranmaya zorlandığını söylüyor. İster Rus, ister Oset, ister Abhaz, isterse Gürcü olsun, köyleri ve şehirleri yıkılan yerel nüfus bütün milliyetçi burjuva kesimlerin rehinesi konumuna gelmiş; hepsi aynı katliamlarla ve zulümlerle yüzleşiyor. İşçiler sömürücüleri arasında seçim yapamazlar. İşçi sınıfının kendi sınıf çıkarları için mücadeleye devam etmesi ve ister "Kafkaslardaki Rus kardeşlerimizi savunalım" ister "Tanrı Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü korusun..." sloganları olsun, bütün milliyetçi sloganları ve savaşı körükleyen sloganları reddetmesi gerekiyor. Bu sloganlar sadece şu veya bu savaşlarında kurban edecek koyun arayan kapitalistler çetesinin çıkarlarına hizmet ediyor.

Rus burjuvazisinin ve onun Osetya'daki ayrılıkçı kesimlerinin bir dizi provakasyonuna karşı, Gürcistan cumhurbaşkanı Saakaşvili pervasızca, hiçbir sonucu olmayacağını düşünerek ufak Güney Osetya bölgesini 7 Ağustos'u 8 Ağustos'a bağlayan gece vahşice işgal etti, uçaklarla desteklenen gürcü askerleri Rus-yanlısı ayrılıkçı bölgenin ‘başkenti' Tşkinvali'yi adeta yok ettiler.

Bu arada Rusya da askerlerini Gürcistan'da ayrılıkçılığın bir diğer merkezi olan Abhazya'ya gönderdi ve Rus güçleri Kodori geçidini alarak doğrudan vahşice ve yoğun olarak pek çok Gürcü kasabasını bombalayarak cevap verdi (bombalanan yerlerin arasında Poti limanı ve orada, Karadeniz'de bulunan ve şu anda harabeye dönmüş deniz üssü ve dahası sakinlerinin çoğunun korkunç hava saldırısından kaçmak durumunda kaldığı Gori şehri de bulunuyordu). Rus tankları hızla Gürcistan topraklarının üçte birini işgal ettiler. Hatta Tiblis'in birkaç düzine kilometre yakınına kadar ilerleyen Rus askerleri Gürcastan başkentini tehdit ediyordu. Ateşkesten birkaç gün sonra bile Rus askerlerinde bir geri çekilme belirtisi olmamıştı. İki tarafta da vahşet ve cinayet görüntüleri vardı. Tşkinvali'nin ve çevresinin bütün nüfusu (30,000 mülteci) savaş bölgesinden kaçmak zorunda kaldı. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu'na göre ülkenin tamamında, korkmuş, herşeylerini kaybetmiş mültecilerin sayısı (çoğunluğu Gori'den olmak üzere)115,000'e ulaştı

Bu savaş çoktandır mayalanıyordu. Her türden yasadışı kaçakçıyla dolu bölgeler olan Güney Osetya ve Abhazya kendi söyledikleri üzere Rus yanlısı ve Rusya'nın içerisinde sürekli kontrol sağlamış bulunduğu cumhuriyetler. Yirmi yıldır, Gürcistan'ın bağımsızlığını ilanından beri burada her türlü gerginlik, çatışma ve cinayet gerçekleşti. Gürcistan'daki Rus azınlıkların saldırgan bir emperyalist politikayı haklı çıkartmak için kullanılması, Almanya'nın sadece Nazizm değil (tabii Sudeten Almanları'nın bahana ederek Çekoslovakya'nın işgali Nazi dönemin emperyalist politikalarından akla gelen önemli bir örnek) bütün 20. yüzyıl boyuncaki politikalarını hatırlatıyor. Le Monde'dan bir uzmanın 10 Ağustos'ta söylediği gibi "Güney Osetya ne bir ülke ne de bir rejim. Sadece eski Rus generalleriyle Osset haydutlarının Gürcistan'la olan çelişkilerden para kazanmak için kurdukları bir çete."

Aşşırı milliyetçiliğe ve askeri maceracılığa sığınmak her zaman burjuvazinin içsel problemlerini çözmekte kullandığı sevdiği bir yöntem olmuştur. Gürcü cumhurbaşkanı 2003'teki seçimlerde eski "Sovyet" lideri Şervardnadze'ye karşı "Kafide Devrim" sırasında %95 oy alarak büyük bir zaferle başa geçmiş olsa da, 2008'de ABD'nin faal desteğine rağmen yeniden seçilmekte zorlanmış, ve dolandırıcılık suçlamaları ve otokratik yönetim biçiminden dolayı itibarı zedelenmişti. Washington'ın bu koşulsuz yandaşı 1991'de kurulduğundan beri ABD'nin baba Bush altında başlattığı Yeni Dünya Düzeni'nin temel üs noktalarından olan bir devleti devralmıştı. Bu büyük ihtimalle son macerası için batı güçlerinden, özellikle ABD'DEN alacağına güvenebileceği desteği gözünde büyütmesine neden oldu. Kendi hesabına Putin'in Rusya'sı Saakaşvili'ye bir tuzak kurdu ve Saakaşvili de bu tuzağa bir güzel düştü ve Moskova'ya kaslarını biraz açma ve Kafkaslar'daki gücünü gösterme fırsatı sundu (ki bu Rus tarafını uzun süredir rahatsız ediyordu); fakat bu temelde Rusya'nın 1991'den beri NATO güçleri tarafından çembere alınmış olduğu gerçeğine bir cevaptı.

Bu çember Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılma talepleriyle Rusya için kabul edilmez bir seviyeye ulaştı. Ve herşeyden önce Rusya Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne yüklenilmiş olan füze savarlara tahammül edemiyor. Ki nedensiz yere de değil bu tepki, zira Rusya bu füze savarları İran'a değil kendisine karşı yapılmış olarak görüyor. Rusya, askeri kuvvetleri Irak ve Afganistan'da kısılmış olan Beyaz Saray'ın ellerinin bağlı olmasından faydalanarak Kafkaslar'da karşı saldırısını başlattı. Saldırı, Rusya'nın Çeçenistan'daki kanlı, vahşi savaşlarda, ciddi bir bedel ödemesine rağmen otoritesini tekrar sağlamlaştırmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti.

Fakat bu savaşın sorumluluğu sadece savaşta doğrudan rol oynayan güçlerin boynunda değil. Gürcistan'ın kaderine dair ikiyüzlü timsah gözyaşları döken emperyalist güçlerin de elleri kanlı ve ister ABD ve iki körfez savaşı olsun, ister 1994'te Rwanda soykırımında oynadığı rolüyle Rwanda olsun ister de 1992'de Balkanlar'daki korkunç savaşı tetikleyen Almanya olsun, batılı emperyalistlerin hiçbiri de masum değil.

Maskeler düşüyor! Soğuk Savaş'ın bitişinin ve eski emperyalist blokların dağılışının dünyaya bir ‘barış ve istikrar dönemi' getirdiğine dair hiçbir işaret olmadığı, ister Afrika'ya, ister Orta Doğu'ya, ister Balkanlara isterse de Kafkaslara bakalım, gün gibi açık. Eski Stalinist imparatorluğun ortadan kalkması sadece yeni emperyalist arzular ve büyüyen bir askeri karmaşa doğurdu. Gürcistan pek çok gücün son yıllarda peşinde koştuğu önemli bir stratejik nokta. Gürcistan Stalinist dönemde, Rus petrolünün Volga ile Urallar arasında basit bir köprüyken, 1989'dan sonra Hazar denizinin zenginliklerini sömürmeye giden kral yoluna dönüştü. Bölgenin ortasında bulunan Gürcistan, Hazar Denizi petrolüne ve Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'daki doğal kaz kaynaklarına giden bir yol ayrımı şimdi; ve 2005'ten bu yana Amerika'lıların doğrudan kontrolü altından 1,800 kilometrelik Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattını barındırıyor, Azeri liman şehri Bakü'yü Tiflis üzerinden Ceyhan'a bağlıyor. Bu boru hattı, Rusya'yı Hazar denizinden petrol getirme konusunda sollamış durumda. Moskova için dünya petrol ve doğal gaz reservlerinin %5'ini barındıran Orta Asya'nın Rusya yerine Avrupaya doğal gaz götürebilecek bir alternatif haline gelmesi ihtimali büyük bir tehdit. Özellikle de Avrupa Birliği Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına paralel olarak 330 kilometrelik Nabucco doğal gaz hattıyla İran ve Azerbaycan'daki doğal gaz sahalarını Türkiye üzerinden Avrupa'ya bağlama hayalleri kurarken tehdit çok daha büyük. Öte yandan yeni başkanı Gazprom'un eski patronlarından Medvedev olan Rusya, Karadeniz'den Avrupa'ya ulaşacak 20 milyar dolarlık devasa bir projeyle karşılık vermeyi planlıyor.

Yeni bir soğuk savaşa doğru mu?

İki eski blok lideri, Rusya ve ABD, bir kere daha birbirleriyle hesaplaşıyorlar, fakat bu defa emperyalistler arası ilişkilerin çerçevesi, farklı bloklar içindeki disiplinin güvenilir düzeyde olduğu soğuk savaş döneminden oldukça farklı. O dönemde bize iki blok arasındaki mücadelenin herşeyden önce ideolojik bir mücadele olduğu: özgürlük ve demokrasi güçlerinin komünizm olarak tanımlanan totaliterliğie karşı savaşı olduğu söyleniyordu. Şimdiyse bir ‘barış ve istikrar dönemi' vaadedenlerin bizi kandırmaya çalıştıklarını görebiliyoruz ve bu güçler arası bu çatışmanın alçak emperyalist çıkarlar için verilen cani bir mücadeleden başka bir şey olmadığı her zaman olduğundan bile daha net.

Bugün uluslar arası ilişkilerde ‘her koyun kendi bacağından' mantığı hakim. Gürcistan'daki ‘ateşkes' sadece Kremlin'in efendilerinin ve Rusya'nın askeri üstünlüğünün zaferini ortaya döküyor. ‘Ateşkes', ayrıca toprak bütünlüğü artık pek de bütün olmayan Gürcistan'ın utanç içersinde Rusya'nın direttiği koşullara yarı-teslim olduğunu ortaya döküyor. Güney Osetya ve Abhazya'da, neredeyse tamamen Ruslardan oluşan ‘barış gücü', Rus işgal güçlerinin Gürcistan topraklarında sürekli olarak konumlanmış olduğunu resmileştiriyor. Rusya askeri avantajını değerlendirerek kendisini Gürcistan'da ‘uluslararsı kamuoyu'nun sızlanmalarının merkezine tekrar koydu.

Bu, Gürcistan'ın patronu olan Amerikan burjuvazisi için yeni ve çarpıcı bir değişim. Gücristan Amerika'ya ödediği bağlılık vergisi (Irak'a ve Afganistan' a gönderilmiş 2,000 asker) ağır olmuş olsa da, Sam Amca ona ahlaki destek ve Rusya'nın eylemlerinin sözlü olarak kınanması dışında hiçbir şey veremedi, parmağını kıpırdatamadı. Bu zayıflığın en önemli yanı Beyaz Saray'ın bu ‘ateşkes'e karşı öncerebilecek hiçbir şeyi olmaması ve Avrupa'nın ‘barış planı'nı yutmak zorunda kalmış olması, ki ABD için daha kötü olan bu planın koşullarının Ruslar tarafından belirlenmiş olması. Daha da utanç verici olan Condoleezza Rice'ın Gürcistan'a gidip Gürcü cumhurbaşkanı'na bütün bunları imzalatmak zorunda kalması. Bütün bunlar Amerika'nın öneminin ve dünyanın en büyük gücü olarak konumunun düşmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Düşüşün bu yeni kanıtı ABD'nin itibarını dünya önünde sadece biraz daha zedeleyebilir, ve tabii ki Polonya ve Ukrayna gibi ABD'nin desteğine dayanan devleter için ciddi bir sıkıntı kaynağı.

ABD zayıflığını gösteredursun, Avrupa ‘her koyun kendi bacağından asılır' mantığını ne kadar ileri götürdüğünü gösteriyor. Amerikalıların felç olmuş olmasına karşı, ‘Avrupa diplomasisi' devreye girdi. Fakat altı çizilmesi gereken bu girişimin sözcüsünün, çoğu zaman sadece kendisi için konuşan ve kısa-vadeli uluslararsı siyasetin dışına çıkmayan AB faal başkanı olan Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy olması. Bir kez daha Sarkozy bu çatışmada bir söz söyleyerek şahsi bir şan ve zafer kazanmak için ortaya atladı. Fakat ünlü ‘Fransız barış planı' (ki Sarkozy bunun büyük bir ulusal diplomatik başarı veya Avrupa diplomatik başarsısı olduğu yanılsamasını korumayı başaramadı) aslında komik bir imgeden başka bir şey değil, ve içeriğinin Rusya'nın dayattığı koşullar olduğu gerçeğini gizleyemiyor bile.

Avrupa, bu durumdan ancak ufak bir kazanç sağlayabilir çünkü içerisinde tamamen karşıt çıkarlar barındırıyor. Polonya ve Baltık devletleri derin bir Rus nefreti besler ve Gürcistan'ın ateşli savunuculuğuna soyunurken ve öte yandan ABD'nin bölgeyi kontrolüne karşı olan Almanya Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının en fazla karşı çıkanlardanken nasıl Avrupa saflarında en ufak bir birlik olabilir ki? Gerçi Angela Merkel takdire şayan bir yüz seksen derecik dönüşle Gürcü cumhurbaşkanına desteğini bildirmekten geri kalmadı, zira Rusya'nın Gürcistan işgal edilmiş topraklarmış gibi davranmasından kaynaklı gözden düşüşü onu buna zorladı. Yine de sonuçta Avrupa her koyunun kendi bacağından asıldığı bir ortam görüntüsünde. Fransa bir yandan ortamın Kara Murat'ını oynarken bir yandan Putin'e hizmetlerini sunarak çizdiği çemberi tamamlıyor, İngiltere hemen temel rakibi Almanya'ya karşı çıkmak için Gürcistan'ı savunmaya soyunuyor.

Rusya'nın elde ettiği kazançlar da bir hayli sınırlı. Şüphesiz, kısa vadede Rusya'nın sadece Kafkaslar'da değil bütün dünyadaki emperyalist konumu güçlendi. Rus donanması bölgedeki denizlerin tartışmasız efendisi konumunda. Fakat, Kafkaslar'daki şimdiki konumunu güçlendirmiş olsa da, bu askeri zafer ABD'yi Avrupa toprağında füze savarlarını kurmaktan alı koyacak çapta bir zafer değil, tam tersi bu zafer Beyaz Saray'ı, Polonya'yla imzalanan füze savar kurma antlaşmasının gösterdiği gibi projeyi hızlandırmaya itiyor. Buna karşı Rus ordu komutanlığının eş kurmaylarından biri Polonya'yı, bir nükleer saldırının ilk hedefi olacağını söyleyerek tehdit etmiş durumda.

Rus emperyalizmi, kendisini Gürcistan'ın geleceğine dair pazarlıklarda söz söyleyebilecek kadar güçlü bir konuma getirmekle, Güney Osetya veya Abhazya'nın bağımsızlığıyla veya Rusya'ya katılmasıyla olduğundan daha fazla ilgili. Fakat özünde, savaş körükleyen saldırganlığının ve Gürcistan'da faaliyete geçirdiği büyük askeri gücünün yaptığı emperyalist rakiplerinin eski korkularını yeniden hortlatmak, ve bu da Rusya'yı diplomatik olarak her zaman olduğundan da daha yalıtılmış bir konuma itiyor.

Hiçbir güç durumu kontrol almayı umabilecek bir konumda değil, ve şu anda gördüğümüz kayan ve değişen ittihaklar emperyalist ilişkilerin tehlikeli bir biçimde istikrarsızlaştığını göstermekte.

Kapitalizm'de barış olamaz

Kesin olan bütün güçlerin, büyük veya küçük, önemli jeostratejik çıkarların toplandığı bölgedeki diplomatik oyunlarda bir rol oynamak istiyor olmasıdır. Bütün güçler bu durumdan sorumludur. Hazar'daki petrol ve doğal gaz ve Orta Asya Türkçe konuşan pekçok ülkenin mevcut olması, Türkiye ve İran rejimlerinin can alıcı çıkarlarının bu bölgeyle alakasını açıkça gösteriyor, fakat aslında bütün dünya alakalı. Böygedeki insanları yem olarak kullanıp birbirlerine kırdırtmak, bölgenin pek çok etnitisenin bir arada yaşadığı bir mozaik olmasından dolayı bir hayli kolay: mesela Osetler Pers kökenlerinden geliyorlar... Şu veya bu gücün, herşey bu kadar bölük pörçükken milliyetçiliği ateşlemesi kolay. Rusya'nın baskıcı bir güç olarak geçmişinin de büyük bir ağırlığı var. Bütün bunlar gelecekte gerçekleşecek daha yaygın emperyalist gerilimlere dair işaretler: Baltık devletlerinin ve özellikle askeri gücü nükleer silahlar barındıran ve Gürcistan'a kıyasla çok daha üst düzey olan Ukrayna'nın huzursuzlandığını görüyoruz.

Savaş bölgeyi istikrarsızlaştırmak riskini yükseltiyor fakat emperyalist güçlerin küresel dengesinde engellenemez sonuçları da var. ‘Barış planı' sadece bir aldatmaca ve içerisinde gelecekte gerçekleşebilecek yeni askeri askeri kışkırtmaların malzemelerini barındırıyor, ve Kafkaslar'dan Orta Doğu'ya bölgede bir dizi barut fıçısını ateşe verme tehlikesini ortaya çıkartıyor .

Dünyanın pek çok farklı alanında büyüyen sayıda yanıcı durumlar görüyoruz: Kafkaslar'da, Kürdistan'da, Pakistan'da, Orta Doğu'da, vb. Emperyalist güçler sadece bu durumların arkasındaki sorunları çözmekten aciz oldukları göstermediler: onların eylemleri sadece çatışmaları daha patlayıcı bir hale getirmeye hizmet ediyor. Bu bir kez daha kapitalizmin, dünya nüfusunun büyüyen bir kısmını rehin alan askeri barbarlıktan ve katliamlardan başka önerecek hiçbir şeyi olmadığını gösteriyor. Gürcistan'dak devam eden kanlı savaş, kapitalizmin dünyaya saçtığı dehşetlerin sadece bir parçası.

Bu durum daha fazla demokrasi isteyerek, insan haklarına daha fazla saygı duyulsun diyerek ve hatta emperyalist eşkıyaların kendiuluslar arası anlaşmalarına uymalarına sağlayarak sonuçlandırılamaz. Savaşın sonunu getirmenin tek yolu kapitalizmin sonunu getirmektir. Ve bu da sadece işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşebilir. İşçilerin tek müttefiki diğer işçilerdir, bütün sınırların ötesindeki, bütün milliyetçi cephelerin gerisindeki işçiler. Dünya işçilerinin Rus, Gürci, Oset ve Abhaz sınıf kardeşleriyle ve dünyadaki bütün savaşların kurbanlarıyla dayanışmalarının tek yolu güçlerini birleştirmeleri ve mücadelelerini düzenin devrilmesine doğru geliştirmeleridir. Burjuvazinin katil milliyetçiliğine karşı işçilerin tek narası Komünist Manifesto'da yazılmış slogan olabilir: "İşçilerin vatanı yoktur! Dünyanın bütün işçileri birleşin!"

EKA

Gürcistan'da Savaş: Bütün Güçler Savaşı Körüklüyor

 

Bir kez daha Kafkaslar alevler içinde. Bush ve Putin'in Beijing'de yanyana durup minik kekler yedikleri, göya barışın ve halkların uzlaşmasının simgesi olan Olimpiyat Oyunları açılış seramonisiyle aynı anda Beyaz Saray'ın yardakçısı Gürcü cumhurbaşkan Saakaşvili ve Rus burjuvazisi Gürcistan/Güney Osetya'da korkunç katliamlar yapmaları için askerlerini gönderiyorlardı. Bu savaş iki tarafta da yeni bir 'etnik temizlik' dalgasına yol açtı ve şu anda tam kurban sayısını kestirmek zor olsa da, bu sayı binleri buluyor gibi gözüküyor ve katledilerin büyük çoğunluğu da siviller.

 

Kapitalist savaşın barbarlığının yeni bir ifadesi

İki taraf da birbirini savaşı körüklemekle suçluyor ve köşeye sıkıştığı için böyle davranmaya zorlandığını söylüyor. İster Rus, ister Oset, ister Abhaz, isterse Gürcü olsun, köyleri ve şehirleri yıkılan yerel nüfus bütün milliyetçi burjuva kesimlerin rehinesi konumuna gelmiş; hepsi aynı katliamlarla ve zulümlerle yüzleşiyor. İşçiler sömürücüleri arasında seçim yapamazlar. İşçi sınıfının kendi sınıf çıkarları için mücadeleye devam etmesi ve ister "Kafkaslardaki Rus kardeşlerimizi savunalım" ister "Tanrı Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü korusun..." sloganları olsun, bütün milliyetçi sloganları ve savaşı körükleyen sloganları reddetmesi gerekiyor. Bu sloganlar sadece şu veya bu savaşlarında kurban edecek koyun arayan kapitalistler çetesinin çıkarlarına hizmet ediyor.

Rus burjuvazisinin ve onun Osetya'daki ayrılıkçı kesimlerinin bir dizi provakasyonuna karşı, Gürcistan cumhurbaşkanı Saakaşvili pervasızca, hiçbir sonucu olmayacağını düşünerek ufak Güney Osetya bölgesini 7 Ağustos'u 8 Ağustos'a bağlayan gece vahşice işgal etti, uçaklarla desteklenen gürcü askerleri Rus-yanlısı ayrılıkçı bölgenin 'başkenti' Tşkinvali'yi adeta yok ettiler.

 

 

Bu arada Rusya da askerlerini Gürcistan'da ayrılıkçılığın bir diğer merkezi olan Abhazya'ya gönderdi ve Rus güçleri Kodori geçidini alarak doğrudan vahşice ve yoğun olarak pek çok Gürcü kasabasını bombalayarak cevap verdi (bombalanan yerlerin arasında Poti limanı ve orada, Karadeniz'de bulunan ve şu anda harabeye dönmüş deniz üssü ve dahası sakinlerinin çoğunun korkunç hava saldırısından kaçmak durumunda kaldığı Gori şehri de bulunuyordu). Rus tankları hızla Gürcistan topraklarının üçte birini işgal ettiler. Hatta Tiblis'in birkaç düzine kilometre yakınına kadar ilerleyen Rus askerleri Gürcastan başkentini tehdit ediyordu. Ateşkesten birkaç gün sonra bile Rus askerlerinde bir geri çekilme belirtisi olmamıştı. İki tarafta da vahşet ve cinayet görüntüleri vardı. Tşkinvali'nin ve çevresinin bütün nüfusu (30,000 mülteci) savaş bölgesinden kaçmak zorunda kaldı. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu'na göre ülkenin tamamında, korkmuş, herşeylerini kaybetmiş mültecilerin sayısı (çoğunluğu Gori'den olmak üzere)115,000'e ulaştı.

Bu savaş çoktandır mayalanıyordu. Her türden yasadışı kaçakçıyla dolu bölgeler olan Güney Osetya ve Abhazya kendi söyledikleri üzere Rus yanlısı ve Rusya'nın içerisinde sürekli kontrol sağlamış bulunduğu cumhuriyetler. Yirmi yıldır, Gürcistan'ın bağımsızlığını ilanından beri burada her türlü gerginlik, çatışma ve cinayet gerçekleşti. Gürcistan'daki Rus azınlıkların saldırgan bir emperyalist politikayı haklı çıkartmak için kullanılması, Almanya'nın sadece Nazizm değil (tabii Sudeten Almanları'nın bahane edilerek Çekoslovakya'nın işgali Nazi dönemin emperyalist politikalarından akla gelen önemli bir örnek) bütün 20. yüzyıl boyuncaki politikalarını hatırlatıyor. Le Monde'dan bir uzmanın 10 Ağustos'ta söylediği gibi "Güney Osetya ne bir ülke ne de bir rejim. Sadece eski Rus generalleriyle Osset haydutlarının Gürcistan'la olan çelişkilerden para kazanmak için kurdukları bir çete." Aşırı milliyetçiliğe ve askeri maceracılığa sığınmak her zaman burjuvazinin içsel problemlerini çözmekte kullandığı sevdiği bir yöntem olmuştur. Gürcü cumhurbaşkanı 2003'teki seçimlerde eski "Sovyet" lideri Şervardnadze'ye karşı "Kafide Devrim" sırasında  %95 oy alarak büyük bir zaferle başa geçmiş olsa da, 2008'de ABD'nin faal desteğine rağmen yeniden seçilmekte zorlanmış, ve dolandırıcılık suçlamaları ve otokratik yönetim biçiminden dolayı itibarı zedelenmişti. Washington'ın bu koşulsuz yandaşı 1991'de kurulduğundan beri ABD'nin baba Bush altında başlattığı Yeni Dünya Düzeni'nin temel üs noktalarından olan bir devleti devralmıştı. Bu büyük ihtimalle son macerası için batı güçlerinden, özellikle ABD'DEN alacağına güvenebileceği desteği gözünde büyütmesine neden oldu. Kendi hesabına Putin'in Rusya'sı Saakaşvili'ye bir tuzak kurdu ve Saakaşvili de bu tuzağa bir güzel düştü ve Moskova'ya kaslarını biraz açma ve Kafkaslar'daki gücünü gösterme fırsatı sundu (ki bu Rus tarafını uzun süredir rahatsız ediyordu); fakat bu temelde Rusya'nın 1991'den beri NATO güçleri tarafından çembere alınmış olduğu gerçeğine bir cevaptı. Bu çember Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılma talepleriyle Rusya için kabul edilmez bir seviyeye ulaştı. Ve herşeyden önce Rusya Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne yüklenilmiş olan füze savarlara tahammül edemiyor. Ki nedensiz yere de değil bu tepki, zira Rusya bu füze savarları İran'a değil kendisine karşı yapılmış olarak görüyor. Rusya, askeri kuvvetleri Irak ve Afganistan'da kısılmış olan Beyaz Saray'ın ellerinin bağlı olmasından faydalanarak Kafkaslar'da karşı saldırısını başlattı. Saldırı, Rusya'nın Çeçenistan'daki kanlı, vahşi savaşlarda, ciddi bir bedel ödemesine rağmen otoritesini tekrar sağlamlaştırmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti. Fakat bu savaşın sorumluluğu sadece savaşta doğrudan rol oynayan güçlerin boynunda değil. Gürcistan'ın kaderine dair ikiyüzlü timsah gözyaşları döken emperyalist güçlerin de elleri kanlı ve ister ABD ve iki körfez savaşı olsun, ister 1994'te Rwanda soykırımında oynadığı rolüyle Rwanda olsun ister de 1992'de Balkanlar'daki korkunç savaşı tetikleyen Almanya olsun, batılı emperyalistlerin hiçbiri de masum değil. 

 

Maskeler düşüyor!  Soğuk Savaş'ın bitişinin ve eski emperyalist blokların dağılışının dünyaya bir 'barış ve istikrar dönemi' getirdiğine dair hiçbir işaret olmadığı, ister Afrika'ya, ister Orta Doğu'ya, ister Balkanlara isterse de Kafkaslara bakalım, gün gibi açık. Eski Stalinist imparatorluğun ortadan kalkması sadece yeni emperyalist arzular ve büyüyen bir askeri karmaşa doğurdu. Gürcistan pek çok gücün son yıllarda peşinde koştuğu önemli bir stratejik nokta. Gürcistan Stalinist dönemde, Rus petrolünün Volga ile Urallar arasında basit bir köprüyken, 1989'dan sonra Hazar denizinin zenginliklerini sömürmeye giden kral yoluna dönüştü. Bölgenin ortasında bulunan Gürcistan, Hazar Denizi petrolüne ve Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'daki doğal kaz kaynaklarına giden bir yol ayrımı şimdi; ve 2005'ten bu yana Amerika'lıların doğrudan kontrolü altından 1,800 kilometrelik Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattını barındırıyor, Azeri liman şehri Bakü'yü Tiflis üzerinden Ceyhan'a bağlıyor. Bu boru hattı, Rusya'yı Hazar denizinden petrol getirme konusunda sollamış durumda. Moskova için dünya petrol ve doğal gaz reservlerinin %5'ini barındıran Orta Asya'nın Rusya yerine Avrupaya doğal gaz götürebilecek bir alternatif haline gelmesi ihtimali büyük bir tehdit. Özellikle de Avrupa Birliği Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına paralel olarak 330 kilometrelik Nabucco doğal gaz hattıyla İran ve Azerbaycan'daki doğal gaz sahalarını Türkiye üzerinden Avrupa'ya bağlama hayalleri kurarken tehdit çok daha büyük. Öte yandan yeni başkanı Gazprom'un eski patronlarından Medvedev olan Rusya, Karadeniz'den Avrupa'ya ulaşacak 20 milyar dolarlık devasa bir projeyle karşılık vermeyi planlıyor.

Yeni bir soğuk savaşa doğru mu?

 

İki eski blok lideri, Rusya ve ABD, bir kere daha birbirleriyle hesaplaşıyorlar, fakat bu defa emperyalistler arası ilişkilerin çerçevesi, farklı bloklar içindeki disiplinin güvenilir düzeyde olduğu soğuk savaş döneminden oldukça farklı. O dönemde bize iki blok arasındaki mücadelenin herşeyden önce ideolojik bir mücadele olduğu: özgürlük ve demokrasi güçlerinin komünizm olarak tanımlanan totaliterliğie karşı savaşı olduğu söyleniyordu. Şimdiyse bir 'barış ve istikrar dönemi' vaadedenlerin bizi kandırmaya çalıştıklarını görebiliyoruz ve bu güçler arası bu çatışmanın alçak emperyalist çıkarlar için verilen cani bir mücadeleden başka bir şey olmadığı her zaman olduğundan bile daha net. Bugün uluslar arası ilişkilerde 'her koyun kendi bacağından' mantığı hakim. Gürcistan'daki 'ateşkes' sadece Kremlin'in efendilerinin ve Rusya'nın askeri üstünlüğünün zaferini ortaya döküyor. 'Ateşkes', ayrıca toprak bütünlüğü artık pek de bütün olmayan Gürcistan'ın utanç içersinde Rusya'nın direttiği koşullara yarı-teslim olduğunu ortaya döküyor. Güney Osetya ve Abhazya'da, neredeyse tamamen Ruslardan oluşan 'barış gücü', Rus işgal güçlerinin Gürcistan topraklarında sürekli olarak konumlanmış olduğunu resmileştiriyor. Rusya askeri avantajını değerlendirerek kendisini Gürcistan'da 'uluslararsı kamuoyu'nun sızlanmalarının merkezine tekrar koydu. Bu, Gürcistan'ın patronu olan Amerikan burjuvazisi için yeni ve çarpıcı bir değişim. Gücristan Amerika'ya ödediği bağlılık vergisi (Irak'a ve Afganistan' a gönderilmiş 2,000 asker) ağır olmuş olsa da, Sam Amca ona ahlaki destek ve Rusya'nın eylemlerinin sözlü olarak kınanması dışında hiçbir şey veremedi, parmağını kıpırdatamadı. Bu zayıflığın en önemli yanı Beyaz Saray'ın bu 'ateşkes'e karşı öncerebilecek hiçbir şeyi olmaması ve Avrupa'nın 'barış planı'nı yutmak zorunda kalmış olması, ki ABD için daha kötü olan bu planın koşullarının Ruslar tarafından belirlenmiş olması. Daha da utanç verici olan Condoleezza Rice'ın Gürcistan'a gidip Gürcü cumhurbaşkanı'na bütün bunları imzalatmak zorunda kalması. Bütün bunlar Amerika'nın öneminin ve dünyanın en büyük gücü olarak konumunun düşmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Düşüşün bu yeni kanıtı ABD'nin itibarını dünya önünde sadece biraz daha zedeleyebilir, ve tabii ki Polonya ve Ukrayna gibi ABD'nin desteğine dayanan devleter için ciddi bir sıkıntı kaynağı.

 

 

Avrupa, bu durumdan ancak ufak bir kazanç sağlayabilir çünkü içerisinde tamamen karşıt çıkarlar barındırıyor. Polonya ve Baltık devletleri derin bir Rus nefreti besler ve Gürcistan'ın ateşli savunuculuğuna soyunurken ve öte yandan ABD'nin bölgeyi kontrolüne karşı olan Almanya Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının en fazla karşı çıkanlardanken nasıl Avrupa saflarında en ufak bir birlik olabilir ki? Gerçi Angela Merkel takdire şayan bir yüz seksen derecik dönüşle Gürcü cumhurbaşkanına desteğini bildirmekten geri kalmadı, zira Rusya'nın Gürcistan işgal edilmiş topraklarmış gibi davranmasından kaynaklı gözden düşüşü onu buna zorladı. Yine de sonuçta Avrupa her koyunun kendi bacağından asıldığı bir ortam görüntüsünde. Fransa bir yandan ortamın Kara Murat'ını oynarken bir yandan Putin'e hizmetlerini sunarak çizdiği çemberi tamamlıyor, İngiltere hemen temel rakibi Almanya'ya karşı çıkmak için Gürcistan'ı savunmaya soyunuyor.

Rusya'nın elde ettiği kazançlar da bir hayli sınırlı. Şüphesiz, kısa vadede Rusya'nın sadece Kafkaslar'da değil bütün dünyadaki emperyalist konumu güçlendi. Rus donanması bölgedeki denizlerin tartışmasız efendisi konumunda. Fakat, Kafkaslar'daki şimdiki konumunu güçlendirmiş olsa da, bu askeri zafer ABD'yi Avrupa toprağında füze savarlarını kurmaktan alı koyacak çapta bir zafer değil, tam tersi bu zafer Beyaz Saray'ı, Polonya'yla imzalanan füze savar kurma antlaşmasının gösterdiği gibi projeyi hızlandırmaya itiyor. Buna karşı Rus ordu komutanlığının eş kurmaylarından biri Polonya'yı, bir nükleer saldırının ilk hedefi olacağını söyleyerek tehdit etmiş durumda.

Rus emperyalizmi, kendisini Gürcistan'ın geleceğine dair pazarlıklarda söz söyleyebilecek kadar güçlü bir konuma getirmekle, Güney Osetya veya Abhazya'nın bağımsızlığıyla veya Rusya'ya katılmasıyla olduğundan daha fazla ilgili. Fakat özünde, savaş körükleyen saldırganlığının ve Gürcistan'da faaliyete geçirdiği büyük askeri gücünün yaptığı emperyalist rakiplerinin eski korkularını yeniden hortlatmak, ve bu da Rusya'yı diplomatik olarak her zaman olduğundan da daha yalıtılmış bir konuma itiyor.

 

Hiçbir güç durumu kontrol almayı umabilecek bir konumda değil, ve şu anda gördüğümüz kayan ve değişen ittifaklar, emperyalist ilişkilerin tehlikeli bir biçimde istikrarsızlaştığını göstermekte.

 

 

 

 

Kapitalizm'de barış olamaz                                        

Kesin olan bütün güçlerin, büyük veya küçük, önemli jeostratejik çıkarların toplandığı bölgedeki diplomatik oyunlarda bir rol oynamak istiyor olmasıdır. Bütün güçler bu durumdan sorumludur. Hazar'daki petrol ve doğal gaz ve Orta Asya Türkçe konuşan pekçok ülkenin mevcut olması, Türkiye ve İran rejimlerinin can alıcı çıkarlarının bu bölgeyle alakasını açıkça gösteriyor, fakat aslında bütün dünya alakalı. Böygedeki insanları yem olarak kullanıp birbirlerine kırdırtmak, bölgenin pek çok etnitisenin bir arada yaşadığı bir mozaik olmasından  dolayı bir hayli kolay: mesela Osetler Pers kökenlerinden geliyorlar... Şu veya bu gücün, herşey bu kadar bölük pörçükken milliyetçiliği ateşlemesi kolay. Rusya'nın baskıcı bir güç olarak geçmişinin de büyük bir ağırlığı var. Bütün bunlar gelecekte gerçekleşecek daha yaygın emperyalist gerilimlere dair işaretler: Baltık devletlerinin ve özellikle askeri gücü nükleer silahlar barındıran ve Gürcistan'a kıyasla çok daha üst düzey olan Ukrayna'nın huzursuzlandığını görüyoruz.

Savaş bölgeyi istikrarsızlaştırmak riskini yükseltiyor fakat emperyalist güçlerin küresel dengesinde engellenemez sonuçları da var. 'Barış planı' sadece bir aldatmaca ve içerisinde gelecekte gerçekleşebilecek yeni askeri askeri kışkırtmaların malzemelerini barındırıyor, ve Kafkaslar'dan Orta Doğu'ya bölgede bir dizi barut fıçısını ateşe verme tehlikesini ortaya çıkartıyor .

Dünyanın pek çok farklı alanında büyüyen sayıda yanıcı durumlar görüyoruz: Kafkaslar'da, Kürdistan'da, Pakistan'da, Orta Doğu'da, vb. Emperyalist güçler sadece bu durumların arkasındaki sorunları çözmekten aciz oldukları göstermediler: onların eylemleri sadece çatışmaları daha patlayıcı bir hale getirmeye hizmet ediyor. Bu bir kez daha kapitalizmin, dünya nüfusunun büyüyen bir kısmını rehin alan askeri barbarlıktan ve katliamlardan başka önerecek hiçbir şeyi olmadığını gösteriyor. Gürcistan'dak devam eden kanlı savaş, kapitalizmin dünyaya saçtığı dehşetlerin sadece bir parçası.

 

Bu durum daha fazla demokrasi isteyerek, insan haklarına daha fazla saygı duyulsun diyerek ve hatta emperyalist eşkıyaların kendiuluslar arası anlaşmalarına uymalarına sağlayarak sonuçlandırılamaz. Savaşın sonunu getirmenin tek yolu kapitalizmin sonunu getirmektir. Ve bu da sadece işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşebilir. İşçilerin tek müttefiki diğer işçilerdir, bütün sınırların ötesindeki, bütün milliyetçi cephelerin gerisindeki işçiler. Dünya işçilerinin Rus, Gürci, Oset ve Abhaz sınıf kardeşleriyle ve dünyadaki bütün savaşların kurbanlarıyla dayanışmalarının tek yolu güçlerini birleştirmeleri ve mücadelelerini düzenin devrilmesine doğru geliştirmeleridir. Burjuvazinin katil milliyetçiliğine karşı işçilerin tek narası Komünist Manifesto'da yazılmış slogan olabilir: "İşçilerin vatanı yoktur! Dünyanın bütün işçileri birleşin!"

Enternasyonal Komünist Akım

 

 

Tags: 

Hindistan, Banlgadeş ve Türkiye: Zindan Endüstrinin Dehşeti

Türkiye'de son zamanlarda Tuzla Tershanesi'nde sonu gelmeyen işçi ölümleri gündemdeydi. Kapitalizm hiçbir zaman işçilerin hayatlarına değer vermemiş ve onları ‘üretim gideri' görmüştür fakat çöken kapitalizmin ayakları üzerinde çürümeye başlamasının ve ekonomik krizden bir türlü kurtulamaması çalışma koşullarının gün geçtikçe korkunçlaşmasına, ve daha fazla işçinin bu korkunç koşullara kurban edilmesine yol açmıştır. Burada yayınladığımız yazı bu durumun sadece Türkiye'ye has olmadığı, bütün dünyadaki işçilerin benzer bir şekilde kurban edildiğini göstermektedir.

1984'te Hindistan'ın Bhopal şehrindeki Union Carbide fabrikasındaki patlama sonrası ölen insanları öğrenince dehşete düşmüştük. Üç günde 8000 işçi ölmüştü. İlerleyen haftalarda ve aylarda ise yaralanmalar ve kimyasal zehirlenmelerin etkileri tam 350.000 insanın canına mal olmuştu. Bir "endüstriel zindan kolonisi"ni çalıştırmanın koşulları böylesi korkunç bir katliamdan başka bir şey değildir. Patlama geceleyin işçiler ve aileleri fabrika yakınlarındaki kulubelerde uyurken gerçekleşmişti. O zamanlar da bir işçinin yaşamına değer verilmezdi, fakat o zamandan beri endüstrialistler ister Asya'da, ister Orta Doğu'da ister Afrika'da büyük tehlikelere rağmen üretim yapan ve işçiler için zindan olan pek çok fabrika kurdular.

Bugün Hindistan'da, Bangladeş'te ve Türkiye'de onbinlerce işçi dinlenmeden, artık ‘ölüm siteleri' olarak adlandırılan dev tersanelerde çalışıyorlar. Bu tersanelerdeki üretim tekniği basit ve hepsinde aynı. Gemileri parçalanmaları için tam gaz sahile doğru gönderiyorlar. Bu dev gemiler karaya oturunca yüzlerce işçi elleriyle onların parçalarını ayırmaya girişiyor. En küçük bir koruma veya güvenlik önlemi işçilere çok görülüyor. Bu hurda gemiler tehlikeli, hatta kimi zaman ölüm kimyasallarla dolu, çoğı zaman içlerinde asbest gibi kanserojen maddeler var. Fakat eğer dünyadaki bütün ülkeler gemilerini ölmeye yolluyorsa bunun sebebi tam da tarım ürünlerindeki geçilmez fiyatların sağladığı gaddar koşullar. Uçak gemileri veya ticari donanmaların incileri işte böyle ‘ölüm sitelerinde' son günlerini geçiriyorlar. 1995'te dünyanın enbüyük gemi mezarlıklarından birinde, Hindistan'daki Alang alanında mühendis Maresh Panda çoktan işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını şöyle tabir ediyordu: "Zehirli maddelerle temas ettikleri için deri sorunları ve nefes alma güçlükleri var. Ambarlarda gaz kaçağı olabiliyor ve oraya meşaleyle inmek patlama riski yaratıyor. Toprağa zehirli ürünler bulaşmış durumda. Buna rağmen işçilerin büyük çoğunluğu çıplak ayakla çalışmak zorunda kalıyor ve bu da hastalık ve sakatlık tehlikesini doğuruyor. (...) Bir kulübede yirmi otuz kişi kalıyorlar, kuşetlerde sıkışa tıkışa uyuyorlar, yirmi saat çalıştırılıyorlar". Tersanelerde çalışan işçiler günlük yaşamlarında her türlü dehşetle yüzleşiyor: patlamalar, arkadaşlarının ölmesi veya sakat kalması, kulübelerde uyutulmak, yetersiz yiyecekler ve benzeri pek çok korkunç koşul. Buna rağmen aileler binlerce kilometre yapıp buralarda çalışmaya geliyor, ki bu da dünyadaki bütün işçi sınıfı nüfusunun içerisinde bulunduğu koşulların sefaletini açıkça gözler önüne seriyor.

Birleşik Arap Emirlikleri'nde, Dubai'de, milyonlarca işçi gökdelenler inşa ederken benzer dehşet verici koşullarla yüz yüze. Çin, zamanında Kore'nin yaptığı gibi, milyonlarca işçiyi endüstriyel merkezlere gitmeye zorluyor. Toplamda, dünyada her 2.2 milyon işçi çalışma kazalarının kurbanı oluyor. Fakat Uluslararası Çalışma Organizasyonunun verdiği resmi veriler bu rakamı utanmazca küçülterek gerçeği saklamaya çalışıyor.

İşte bütün bu dehşet verici durum "yükselen ülkelerin" "ekonomik mucizesi"ni gözler önüne seriyor. 1980 ve 1990'da Batı burjuvazisi işçi sınıfını Alman, Japon veya Tayvan "mucizeleri" ile uyutmaya, kandırmaya çalışıyordu. İyi bir ekonomik işleyiş için bu modellerin kopyalanması, özveri ve ciddiyetle şirketler için çalışılması gerektiği söyleniyordu. Bugün önümüzde duran "modeller" ise sadece zindan endüstrinin modelleridir.

Révolution Internationale

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Kafkaslar'da Emperyalist Barbarlık

 

Kafkaslar ateş aldı. Güney Osetya'daka ayrılıkçılara karşı bölgeye giren Saakaşvili'nin ordusu, beklemedikleri bir şekilde Rus tanklarının işgaliyle karşılaştı. Birkaç haftada binlerce kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce kişi evlerinden oldu, mülteciliğe mahkum oldu. İlan edilen ateşkes sonrası, Gürcistan içlerine kadar ilerlemiş Rus ordusu Güney Osetya ve Abhazya'ya gerilemeyi kabul etti.

 

Emperyalist barbarlığın korkunç bir örneğine daha tanık olduk. Bu savaşın bütün tarafları, Güney Osetya'daki sivilleri acımasızca bombalayan Gürcistan'dan, girdiği her yerde yıkıma yol açan Rusya ve şu an itibariyle bile Gürcü azınlığın köylerini yakmakta olan Oset milliyetçilerine kadar, yaşanan korkunç katliamların sorumlularıdır. Onların yanı sıra, ABD'den Avrupa'ya, İran'dan Türkiye'ye bütün emperyalist güçlerin de yaşanlarda sorumluluğu vardır. Bu kanlı savaş, emperyalistler arası mücadelelerde bütün tarafların, bütün güçlerin barbarlıktan başka bir şey getirmediklerini ve işçi sınıfını kendi çıkarları için yine işçileri katletmeye gönderdiğinin açık bir kanıtı olmuştur. Bu savaştaki hiçbir taraf ölen emekçilerin dostu değildir, aksine katilleridir, ve hiçbir tarafı desteklemek işçi sınıfının çıkarlarına değildir.

 

Bu savaşta Türkiye'nin aldığı konuma da değinmek gereklidir. Türkiye, utangaç bir biçimde de olsa, Gürcistan'a sözlü destek veren ABD yanlısı ülkeler arasında yerini almıştır. Bu desteğin en somut örneği ise sözde insani yardım yapmak için Boğazlar'dan Karadeniz'e geçip oradan Gürcistan'a ulaşan savaş gemisinin geçişine izin verilmiş olmasıydı. Rusya'da Türkiye'nin savaş genelindeki tutumu üzerine Türkiye'den giden kamyonların ülkeye girişlerini engelleyerek zaten Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yüzünden takıştığı Türkiye emperyalizmine ekonomik bir darbe vurdu. Öte yandan, AKP hükümetinin Gürcistan'a ve ABD'ye destek verirkenki utangaç tavrı ve AB'nin hazırladığı ve Rusya'nın istediği koşulları ifade eden ateşkes anlaşmasına tam destek vermesi, AB'nin içerisindeki Almanya gibi ABD'ye daha mesafeli  güçlerle olan yakınlığın da devam ettiğinin bir göstergesi.

 

Bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da olan işçi sınıfına oldu. Fakat Rusya'da bu savaşa uzlaşmaz bir şekilde karşı çıkan ve proleterya enternasyonalizmini savunan sesler olması sevindirici. Anarko-sendikalist hareketin içerisinde bulunan KRAS, bütün zorluklara ve tehditler göğüs gererek savaş boyunca cesurca şu görüşleri savundu:  "Bizler 'bizim' hükümetimiz ile birlik ve 'ana vatanı korumanın' bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz."  Enternasyonal Komünist Akım veya Uluslararası Devrimci Parti Bürosu gibi uluslararası enternasyonalist eğilimler de emperyalist savaşa karşı net bir tavır aldılar ve proleterya enternasyonalizmini savundular. Biz de Gürcistan'daki kanlı emperyalist savaşa karşı tavrımızı net bir şekilde ifade ediyoruz ve uluslararsı sol komünist ve proleter eğilimlerin enternasyonalist pozisyonlarını sahipleniyoruz.

 

KAHROLSUN EMPERYALİST SAVAŞ!             

 

YAŞASIN DÜNYA İŞÇİ SINIFININ DAYANIŞMASI!

 

EKS

 

 

Tags: 

Kapitalizm Ne Öneriyor?

İşsizlik

Mevcut kriz yalnızca bir Amerikan krizi değildir. Bu dünya ekonomisinin krizidir ve Türkiye'yi de her yer kadar ilgilendirmektedir. En son resmi rakamlar 2.4 milyon kişinin işsiz olduğunu ve 207,000 işçinin son dönemde işlerini kaybettiğini göstermektedir. Ki bunlar Ağustos sonu açıklanmış rakamlardır. Gerçek istatistikler şu anda çok daha kötü durumdadır, geçtiğimiz haftarda Tuzla'da ve bakacılık sektöründe kitlesel işten çıkartmalar yaşanırken Vestel'in ve ayrıca önemli araba üreticilerinin üretim kollarında çok sayıda insan işten çıkarıldı. Resmi rakamları kabul edersek bile durum bir hayli karanlık gözüküyor, ki gerçek çok daha kötü.

Açlık

Birleşmiş Milletler Gelişim Programı'na göra Türkiye nüfusunun %27'si açlık sınırının altında yaşıyor, %22'si ise günde 2$'dan azla geçiniyor. Tabii ki güçlük çeklen kesim sadece işsizler değil. Öğretmenler arasında yeni yapılmış bir araştırmaya göre öğretmenlerin sadece %45'i temel ihtiyaçlarını karşılayabilirken %70'i bankalara ve kredi kartı şirketlerine borçu vaziyetteler.

Zamlar

Geçtiğimiz üç ay içerisinde YTL dolara kıyasla %29 düştü. Bunun nedeni ABD ekonomisi krizin merkezinde olsa da yatırımcıların paralarını daha 'riskli' pazarlardan çekiyor olmaları. Bu Türkiye'yi de kapsıyor.

İngiliz yatırımcı Bank Goldman Sachs'a göre YTL önümüzdeki üç ay içerisinde 1.85'e gerileyecek. Dünya ekonomisinin uluslararası doğası göz önünde bulundurulduğunda bu ister istemez daha fazla zam anlamına geliyor. Ki bunu dünya yiyecek fiyatlarındaki artışı göz önünde bulundurmadan bu şekilde ifade ediyoruz. 2006'nın başından beri uluslararası pirinç fiyatları %217, buğday fiyatları ise %136 arttı.

Sol Ne Çağrısı Yapıyor?

İş

İşsizlik uçup gitmeyecek. Kriz derinleştikçe, işsizlik sorunu yalnızca kötüleşecek. Mesele yalnızca işsizlik sorununun bir çözümü olmaması da değil. Mesele burjuvazinin bir çözüm istemekten bile aciz olması aynı zamanda. Çözüm, onlara göre işsizliğin ta kendisi! O maaşları düşük tutmanın bir yolu olarak görülüyor.

Birinin krizin bedelini ödemesi lazım, ve burjuazi bu bedeli ödeyenin işçi sınıfı olmasını istiyor. Bu da maaşlar ve yaşam koşullarımıza daha kuvvetli bir biçimde saldırılacağı anlamına geliyor. İşsizlik de bunun bir parçası. İşsiz sayısının yüksel olması, çalışmakta olan işçileri işlerini kaybetme korkusuna yöneltiyor. Bu maaşları düşürmek için bilinçli bir biçimde yürütülen bir stratejinin bir parçası.

Kriz derinleştikçe, enflasyon yıllarına bir dönüş yaşanması ihtimali de artıyor. Kapitalist için enflasyon bir taşla iki kuş vurur. Sadece işçilerin maaşlarını düşürmez, ayrıca insanlara krizden çıkılabileceğine dair belli belirsiz bir umut aşılayarak kafa karışıklığı yaratılmasına katkıda bulunur.

İşsizlik ve enflasyon 'kötü idare edilen' ekonominin sonuçları değildir. Bunlar bilinçli politikalardır. 1960'ların işsizliğin düşük olduğu 'altın yıllarına' bir geri dönüş olması artık kesinlikle imkansızdır.

Barış

'İş' sağlanması ihtimali gibi, barış ihtimaline de iyimser bir gözle bakmak mümkün değildir. Savaş otuz yılı aşkın bir süredir devam etmiştir ve 44,000'i aşkın ölü bizi barışa yaklaştırmamıştır. Sorun insanların barış yapmak istememesi değildir. Sorun kapitalizm için savaşın olayların rasyonal durumu, doğal hali olduğu gerçeğidir. Bölgedeki genel eğilim kitlesel bir barışın hüküm sürmesi yönünde değil, derinleşen kaos ve savaş yönündedir. PKK'nin faaliyetlerinin şiddetlenmesi ve yeni kampanyası beraberinde işçi sınıfı içerisindeki ayrılıkların derinleşmesi ve daha fazla emekçi Kürt-Türk çatışması için seferber olması tehlikesine çok ciddi bir biçimde işaret etmektedir.

Otada bir savaş ihtimali olduğu hiçbir şekilde söylenemez, zira savaşı yürüten tarafların ikisininde barış yapmak gibi bir niyetleri yoktur. 

Demokrasi

Solun çağrısını yaptığı herşeyin içinde en abzürd olanı demokrasi çağrısı olsa gerek. Türkiye demokratik bir ülkedir - ya da demokrasi bugün sahip olduğumuz şeydir. Demokrasi bize savaş, işsizlik, açlık ve zamlar getiren düzendir. İşçi sınıfının 'daha fazla' demokraside bulabileceği, ondan alabileceği hiçbir şey yoktur. Bir devlet ne kadar demokratik olursa olsun, ne zaman gerekli görürse o zaman yasadışı yöntemler kullanmaktan asla çekinmez. İşçiler için gelecek aylarda ve yıllarda can alıcı olacak olan nokta devletin nasıl idare edileceği değil, maaşları ve yaşam koşullarını savunma mücadelesi olacaktır.

İşçi Sınıfı Ne Beklemeli?

Kapitalizm herkese iş de öneremez, barış da öneremez. İşçi sınıfına verebileceği tek şey genelleşmiş kıtlık, işsizlik ve sefalettir. Gelecek kapitalizmin kendi krizinden çıkışın yolunu ararken işçi sınıfına karşı yönelteceği daha da büyük saldırılara gebedir. On yıl öncesinin enflasyon ve develüasyon krizlerine dönüş beklemek akıldışı olmayacaktır. Maaş mücadeleleri, bu kıtlık programlarına karşı direnişin önemli bir kısmı olacaktır. Eğer işçi sınıfı kendi koşullarını savunmaya hazır değilse, açlığın, kıtlığın, sefaletin ve savaşın ciddi bir biçimde derinleşmesinin önünde hiçbir engel olmayacaktır.

İşçilerin, emekçilerin bir sınıf olarak, sınıf çıkarları için mücadele etmesi bu korkunç dönüye tek alternatifi ortaya koymaktadır. Yalnızca o kara ve savaşa dayalı olmayan, farklı bir toplum ihtimalini önermektedir. Bugün seçim hangi partiye oy verileceğine dair demokratik bir seçim değil, işçi sınıfının kitlesel sınıf mücadelesi ile barbarlığa çöküş arasında yapacağı mücadeledir.

Sabri

Mayıs 68

Kırk yıl önce, 22 Mart 1968'de, Paris'in batı banliyölerinden biri olan Nanterre'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası tarihin önemli olaylarından bir tanesi; basının ve Fransız politikacıların genellikle '68 olayları' diye tabir ettiği olaylar başladı. O gün olanlar, kendi başına sıra dışı değildi. Paris'te bulunan Amerikan Ekspres şubelerine karşı bir saldırıya karıştığı söylenen aşırı sol bir öğrencinin tutuklanmasına karşı bir protesto düzenlenmişti. Onun 300 yoldaşı bir amfide toplantı düzenlediler ve 142'si akşam Üniversite Konsey odasını işgal etmeye karar verdiler. Bu Nanterre öğrencilerinin huzursuzluklarını ilk gösterişleri değildi. Tam bir sene önce zaten öğrenciler ile polis arasında üniversitede yurtlarında kızların yapabildiği ama erkeklere yasak olan serbest dolaşım meselesi üzerinde çatışmalar çıkmıştı. 16 Mart 1967'de, yurtlarda kalan 500 kişinin oluşturduğu bir ARCUN adlı bir gurup pek çok şeyin yanında 21 yaşından büyük öğrencilere bile reşit değil muamelesi yapan üniversite kurallarının yürürlükten kaldırılması çağrısı yapmıştı. Sonrasında, 21 Mart'ta, hükümetin talebi üzerine polis kızlar yurdunu orada bulunmuş olan ve binanın tepesinde barikat kurmuş olan 150 oğlanı tutuklamak amacıyla kuşatmıştı. Fakat ertesi sabah polis kendisini birkaç bin öğrenci tarafından çembere alınmış bulacaktı ve en sonunda öğrenci barikatlarına dokunmadan kaçma emrini alacaktı. Fakat bu olaylar, ve de öğrencilerinin öfkelerinin başka yansımaları, özellikle üniversite reformuna dair 1967 sonbaharında gündeme gelen ‘Fouchet Planı'na karşı tepkiler, kısa ömürlüydü. 22 Mart 1968 tamamen farklı bir olaydı. Bu tarihi izleyen olaylar birkaç hafta sonra savaştan beri en büyük öğrenci hareketine, ve daha önemlisi neredeyse bir ay boyunca 9 milyon işçinin katılımıyla uluslararası işçi hareketinin tarihindeki en büyük greve yol açacaktı.

Komünistler için, şu anda atılan nutukların çoğunun iddialarının aksine, Fransa'daki '68 olaylarını'nın büyük kısmını oluşturan, büyük ve ‘radikal' olmasına rağmen öğrenci ajitasyonu değildi. Hareketin açık ara en önemli ve can alıcı noktası işçilerin greviydi ve bu grevin dikkate değer bir tarihsel önemi oldu. Bu konuya yayınlarımızdaki diğer yazılarda daha sonra değineceğiz. Öte yandan bu yazıyı öğrenci hareketlerini incelemek ve onun önemini belirtmekle sınırlamak istiyoruz.

Mayıs 1968 [1]: Fransa ve Dünya’daki Öğrenci Hareketi

Kırk yıl önce, 22 Mart 1968'de, Paris'in batı banliyölerinden biri olan Nanterre'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası tarihin önemli olaylarından bir tanesi; basının ve Fransız politikacıların genellikle '68 olayları' diye tabir ettiği olaylar başladı. O gün olanlar, kendi başına sıra dışı değildi. Paris'te bulunan Amerikan Ekspres şubelerine karşı bir saldırıya karıştığı söylenen aşırı sol bir öğrencinin tutuklanmasına karşı bir protesto düzenlenmişti. Onun 300 yoldaşı bir amfide toplantı düzenlediler ve 142'si akşam Üniversite Konsey odasını işgal etmeye karar verdiler. Bu Nanterre öğrencilerinin huzursuzluklarını ilk gösterişleri değildi. Tam bir sene önce zaten öğrenciler ile polis arasında üniversitede yurtlarında kızların yapabildiği ama erkeklere yasak olan serbest dolaşım meselesi üzerinde çatışmalar çıkmıştı. 16 Mart 1967'de, yurtlarda kalan 500 kişinin oluşturduğu bir ARCUN adlı bir gurup pek çok şeyin yanında 21 yaşından büyük öğrencilere bile reşit değil muamelesi yapan üniversite kurallarının yürürlükten kaldırılması çağrısı yapmıştı. Sonrasında, 21 Mart'ta, hükümetin talebi üzerine polis kızlar yurdunu orada bulunmuş olan ve binanın tepesinde barikat kurmuş olan 150 oğlanı tutuklamak amacıyla kuşatmıştı. Fakat ertesi sabah polis kendisini birkaç bin öğrenci tarafından çembere alınmış bulacaktı ve en sonunda öğrenci barikatlarına dokunmadan kaçma emrini alacaktı. Fakat bu olaylar, ve de öğrencilerinin öfkelerinin başka yansımaları, özellikle üniversite reformuna dair 1967 sonbaharında gündeme gelen ‘Fouchet Planı'na karşı tepkiler, kısa ömürlüydü. 22 Mart 1968 tamamen farklı bir olaydı. Bu tarihi izleyen olaylar birkaç hafta sonra savaştan beri en büyük öğrenci hareketine, ve daha önemlisi neredeyse bir ay boyunca 9 milyon işçinin katılımıyla uluslararası işçi hareketinin tarihindeki en büyük greve yol açacaktı.

Komünistler için, şu anda atılan nutukların çoğunun iddialarının aksine, Fransa'daki '68 olaylarını'nın büyük kısmını oluşturan, büyük ve ‘radikal' olmasına rağmen öğrenci ajitasyonu değildi. Hareketin açık ara en önemli ve can alıcı noktası işçilerin greviydi ve bu grevin dikkate değer bir tarihsel önemi oldu. Bu konuya yayınlarımızdaki diğer yazılarda daha sonra değineceğiz. Öte yandan bu yazıyı öğrenci hareketlerini incelemek ve onun önemini belirtmekle sınırlamak istiyoruz.

28 Mart'tan 13 Mayıs 1968'e

Ayrılmadan önce, Konsey odasını işgal etmiş olan 142 kişi, ajitasyonu korumak ve geliştirmek için 22 Mart Hareketi'ni (M22) kurmaya karar verdiler. Bu gayrı-resmi bir hareketti, ve başta Ligue Communiste Revolutionaire (LCR) örgütünden Troçkistleri ve aralarında Daniel Cohn-Bendit'in de olduğu bazı anarşistleri de kapsıyordu, ve Nisan sonunda Union des Jeunesses Communistes Marxistes-Leniniste'den  (UJCML) Maocular de, birkaç hafta içerisinde yanlarında 1200'den fazla kişi getirerek katıldılar. Üniversitenin duvarları "Profesörler: hem siz hem de kültürünüz ihtiyarlamış", "Yaşamamıza izin verin", "Rüyalarınızı gerçeklik olarak kabul edin" gibi posterler ve sloganlarla kaplıydı. M22, Alman öğrencilerin benzer faaliyetlerini izleyerek 29 Mart'ı ‘üniversite eleştrisi' günü ilan etti. Üniversite dekanı üniversiteyi 1 Nisan'a kadar kapamaya karar verdi fakat okul açılınca ajitasyon tekrar başladı. 1000 öğrencinin karşısında, Cohn-Bendid: "Kapitalist sömürünün gelecek kadroları olmayı reddediyoruz" diye duyurdu. Öğretmenlerin çoğu muhafazakar bir tepki içerisinde oldular: 22 Nisan'da, aralarında "solcu"ların da bulunduğu on sekiz profesör "ajitatörlerin maskelerinin düşmesi ve cezalandırılmaları için gerekli önlemlerin alınması ve çalışılması" çağrısı yaptı. Dekan bir dizi baskıcı yöntemi benimseyerek polise kampüste serbeste hüküm sürme hakkı verdi, basın ise "küçük grupların" ve "anarşistlerin" "deliliğine" karşı harekete geçti. Fransız Komünist Partisi'de bu çizgiye düşüyordu: 26 Nisan'da merkez komite üyesi Pierre Juqin, Naterre'de bir toplantı düzenledi ve "Ajitatörler işçi çocuklarının sınavları geçmesini engelliyorlar" dedi. Öte yandan bu lafları ettikten sonra konuşmasını bitirip kaçabilmesi mümkün olmadı. Hümanite'de Komünist Parti'nin 2 numaralı adamı Georges Marchais ise "Bu sahte devrimcilerin maskeleri enerjik bir biçimde düşürülmelidir çünkü olar objektif olarak Gaullist iktidara ve büyük kapitalist tekellere hizmet ediyorlar" yazdı.

Nanterre kampüsünde aşırı soldan öğrencilerle Paris'ten "Bolşi'leri dövmeye gelen" faşist Occident grubu arasındaki kavgalar gittikçe sıklaşıyordu. 2 Mayıs'ta dekan yine üniversiteyi kapatmaya karar verdi, ki bu kararı da polis uyguladı. Nanterre öğrencileri ertesi gün Sorbonne bahçesinde bir toplantı düzenleyerek üniversitenin kapatılmasını ve M22'nin aralarında Cohn-Bendit'in de bulunduğu sekiz üyesine karşı yapılmış disiplin işlemlerini protesto etmeye karar verdiler.

Toplantıda sadece 300 kişi vardı: öğrencilerin büyük çoğunluğu finallere çalışıyordu. Fakat ajitasyona son vermek isteyen hükümet bir darbe vurmaya karar verdi, Latin Kanadı'nı işgal etti ve polis Sorbonne'u kuşattı. Polis üniversiteye girmişti, ki bu yüz yıllardır olmamış bir şeydi. Sorbonne'da kalan öğrenciler engellenmeden okuldan çıkabileceklerine dair garanti almışlardı ama kızlar serbestçe çıkarken erkenler düzenli bir şekilde polis araçlarına götürülüyordu ki öğrenciler de bundan kaçıyorlardı. Bir anda yüzlerce öğrenci Sorbonne'daki meydana toplandı ve polise meydan okudu. Bunun üzerine polis öğrencilerin üzerine biber gazı yağdırmaya başladı: fakat alan öğrenciler tarafından alınmıştı ve öğrencilerin sayısı da gittikçe büyüyordu ve artık polise ve polis arabalarına saldırıyorlardı. Çatışmalar gece boyu dört saat devam etti: 72 polis yaralandı ve 400 gösterici tutuklandı. Bir sonraki gün, polis Sorbonne'u tamamen kuşattı, bu arada öğrenciler hapislere gönderiliyordu. Bu sertlik politikası, ajitasyonu durdurmak bir yana ona devasa ve kitlesel bir güç kazandırdı. 6 Mayıs Pazartesi gününden itibaren Sorbonne'un etrafındaki polislerle çatışmalar M22'nin UNEF'in ve SNESUP (öğretmen sendikası) düzenlediği her biri bir öncekinden büyük olan eylemlerle birleşerek "Sorbonne öğrencilere", "polis Latin Kanadından defol" ve her şeyden önce "yoldaşlarımızı serbest bırakın" diye bağıran 45,000 kişilik devasa bir harekete dönüştü. Üniversite öğrencilerine katılan liseli, öğretmen, işçi ve işsiz sayısı sürekli artıyordu. Eylemler hızla Seine'den taşarak Başkanlık Sarayına yakın olan Champs-Elysees yayıldı. Genelde La Marseillasie veya Last Post'un sözlerinin duyulduğu Arc de Triomphe'da şimdi Enternasyonal marşı yankılanıyordu. Eylemciler farklı bölgelerdeki bazı kasabalarda da zafer kazandılar. Hükümet 10 Mayıs'ta Nanterre'i tekrar açarak bir iyi nitet gösterisi yapmak istedi. O akşam on binlerce eylemci Latin Kanadına, Sorbonne'u kuşatmış polislerin karşısına çıktı. Akşam dokuz sularında bazı eylemciler barikatlar yapmaya başladı. Gece yarısı, üç öğrenci ve üç öğretmenin oluşturduğu bir delegasyon Paris Akademisi rektörüyle görüştüler, fakat rektör Sorbonne'un açılacağı sözünü verirken 3 Mayıs'ta tutuklanan öğrencilere dair bir söz vermedi. Sabah iki civarında, CRS'nin (Fransız çevik kuvvet birimi) başını çektiği polis bol miktar biber gazı attıktan sonra barikatlara saldırdı. Çatışmalar çok şiddetliydi ve iki tarafta da yüzlerce yaralı bıraktı. 500'den fazla gösterici tutuklandı. Latin Kanadında, pek çok kişi eylemcileri evlerine kabul ederek ve onları polisin attıkları biber gazından korumak için sokağa su dökerek eylemcilere sempatilerini gösterdiler. Bütün bu olaylar, ve özellikle baskı güçlerinin vahşeti, yüz binlerce insan tarafından radyodan dakikası dakikasına takip ediliyordu. Sabah saat sekizde radyo bir kasırga vurmuşa dönen Latin Kanadında ‘düzenin hüküm sürdüğünü' ilan ediyordu. 11 Mayıs Cumartesi Paris'te ve bütün Fransa'da öfke devasaydı. Kendiliğinden ülkenin her yerinde sadece öğrencilerin değil başta genç işçiler ve öğrencilerin aileleri olmak üzere farklı kökenlerden yüz binlerce işçinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Yer yerde üniversiteler işgal edildi, sokaklarda ve meydanlarda insanlar tartışmaya ve baskıcı güçleri lanetlemeye başlamıştı.

Bu durumla karşı karşıya kalınca başbakan Georges Pompidou akşam, 13 Mayıs Pazartesi'den itibaren polisin Latin kanadından çekileceğini, Sorbonne'un yeniden açılacağını ve hapisteki öğrencilerin serbest bırakılacağını duyurdu.

Aynı gün, (o zamana kadar ‘solcu' öğrencileri lanetlemekten başka bir şey yapmamış olan ve Komünist Parti'ye yakın olan) CGT dahil bütün sendika merkezleri, ve hatta bazı polis sendikaları bile baskıyı ve hükümet politikasını protesto etmek amacıyla 13 Mayıs'ta bir grev ve gösteri çağrısı yaptı.

13 Mayıs'ta ülkedeki her şehir İkinci Dünya Savaşı'dan beri gerçekleşen en büyük eylemlere sahne oldu. İşçi sınıfı kitlesel bir biçimde öğrencilerin yanında yerini almıştı. Sık kullanılan sloganlardan biri, 13 Mayıs 1958'te iktidarı tekrar almış De Gaulle'e karşı "On yıl, artık yeter!" sloganıydı. Eylemlerden sonra hemen hemen bütün üniversiteler, sadece öğrenciler tarafından değil ama aynı zamanda pek çok genç işçi tarafından işgal edilmişti. Heryerde herkes konuşabiliyordu. Tartışmalar üniversiteler ve baskı konularıyla sınırlı değildi. Çalışma koşulları, sömürü, toplumun geleceği gibi sosyal sorunlar ele alınmaya başlanmıştı.

14 Mayıs'tan da tartışmalar pek çok yerde devam ediyordu. Bir gün öncesinin devasa eylemlerinden ve oradan alınan güç ve cesaretten sonra, hiçbir şey olmamış gibi devam etmek imkansızdı. Nantes'da, Sud-Aviation işçileri, en genç işçilerin başını çektiği spontane bir greve gittiler ve fabrikayı işgal etmeye karar verdiler. İşçi sınıfı dizginleri eline almaya başlamıştı...

Dünya genelinde öğrenci hareketi                  

13 Mayıs 1968'deki devasa eylemleri doğuran olaylar zincirini göz önünde bulundurduğumuz zaman, hareketin büyümesinin nedeninin öğrencilerin eylemlerinden çok yetkililerin baskıcı yöntemleriyle fark etmeden ateşi sürekli körüklemiş olmasından kaynaklandığını görebiliriz. Zaten Fransa'daki öğrenci hareketi, Mayıs 68'deki boyutlara ulaşana kadar, özellikle ABD ve Almanya gibi ülkelere kıyasla çok daha ufak ve güçsüzdü.

Bu dönemin en kitlesel, devasa ve önemli hareketinin gerçekleştiği ülke, en büyük dünya gücü olan Amerika Birleşik Devletlerinden başkası değildi. Hatta öğrenci protestolarının kitlesel bir nitelik kazandığı ilk örnek de Kuzey Kaliforniya'daki Berkeley Üniversitesi'nde gerçekleşmişti. Öğrencileri seferber eden ilk nedenler temelde üniversitelerde Vietnam savaşı ve ırksal ayrımcılığa karşı serbest siyasi tavır koyma yanlısı olan ‘konuşma özgürlüğü hareketi' kaynaklıydı. Burjuvazi öncelikle aşırı bir baskıyla karşılık vermişti ve bir üniversitede otarma eylemi yapan öğrencilerin üzerine polisi salarak 800 kişiyi tutuklamıştı. En sonunda, 1965'in başında, üniversite yetkilileri ABD'deki öğrenci hareketinin temel merkezlerinden olacak üniversitelerde siyasi faaliyet yürütülmesine izin verdiler. Aynı zamanda, Ronald Reagan"Berkley'deki düzensizliği temizlemek" sloganıyla, bütün tahminlere rağmen 1965 sonunda Kaliforniya valiliğine seçilmişti.

Öğrenci harekete hızla kitlesel ve devasa boyutlara ulaştı ve ilerleyen yıllarda ırksal ayrım, kadın haklarının savunulması ve herşeyden önce Vietnam savaşına karşı çıkmak konularında radikalleşti. Bir yandan pek çok genç Amerikan öğrenci savaşa gitmekten kurtulmak için yurtdışına çıkarken, ülkedeki üniversitelerin çoğunluğu savaş karşıtı hareketten etkileniyorlardı. Aynı zamanda büyük şehirlerde siyahların yaşadığı gettolarda büyük isyanlar patlak veriyordu (savaşa gönderilen genç siyahların oranı çok yüksekti). 1968'în 23 Nisan'ından 30 Nisan'a kadar New York'taki Kolombiya üniversitesi, yakındaki siyah gettosu Harlem'de yaşayanların desteğiyle, üniversitenin çeşitli akademik bölümlerinin Pentagon'a yardım edişine karşı öğrenciler tarafından işgal edildi. Bu ABD'deki öğrenci hareketinin en yüksek noktalarından biriydi, ve en şiddetli günleri Ağustos sonunda Chicago'da, Demokratik Parti kurultayı sırasındaki gerçek isyanlar sırasında yaşandı.

Pek çok başka ülkede de bu dönemde öğrenci hareketleri baş gösterdi.

Japonya:  1965'ten itibaren, öğrenciler polise karşı çetin kavgalar örgütleyen Zangakuren liderliği altında Vietnam Savaşı karşıtı eylemler gerçekleştiriyordu. 1968'de "Kanda'yı (Tokyo'nun üniversite kanadı) Latin Kanadına çevirelim" sloganını yükselttiler.

Britanya: bu ülkedeki öğrenci hareketi Fransa veya ABD'de olduğu düzeyde olmasa da onun da Ekim 1966 gibi bir tarihte bile Londra Ekonomi Okulunda öğrencilerin yeni yönetici yöneticinin Rhodesia ve Güney Afrika'daki ırkçı rejimlerle bağlarından dolayı protesto etmesi gibi olaylarda ifade buluyordu. Londra Ekonomi Okulu protestolardan etkilenmeye devam etti, mesela Mart 1967'de disiplin cezalarına karşı beş günlük bir oturma eylemi gerçekleşti ve bu ABD'deki örnekleri kopyalayan deneysel bir ‘özgür üniversite'ye yol açtı. 1967 yılının Aralık ayında Regent Caddesi Polyteknik'te ve Holborn Hukuk ve Ticaret Üniversitesinde kurumların karar verme sürecinde öğrenci temsili talep eden oturma eylemleri gerçekleştirildi. Mayıs ve Haziran 1968'de Essex Üniversitesi, Hornsey Sanat Üniversitesi ve Hull, Bristol ve Keele üniversitelerinde protestolar gerçekleşti ve bu protestolar Cryodan, Birmingham, Liverpool, Guildford üniversitelerinde ve Royal Sanat Üniversitesinde de protestolar tetikledi. En görülmeye değer eylemler ise Vietnam Savaşı'na karşı olan yapılan eylemlerdi: 67 Mart ve Ekim ayında, 68 Mart'ında ve en kitlesel olarak Ekim 1968'de farklı kesimlerden öğrenci ve işçilerin bir araya geldiği eylemlerde polisle çatışmalar ve Londra'daki Grosvenor Meydanı önünde tutuklamalar gerçekleşti.

İtalya: öğrenciler Mart ayında pek çok üniversitede, özellikle Roma'da Vietnam Savaşı'na karşı ve üniversite yetkililerinin politikalarına karşı eylemler yaptılar.

İspanya: Mart ayında Madrid Üniversitesi öğrencilerin Vietnam savaşına ve de Frankocu rejime karşı ajitasyonları nedeniyle ‘süresiz' olarak kapatıldı.

Almanya: Vietnam savaşına karşı öğrenci ajitasyonları 1967'de zaten gelişiyordu ve bu durum Sosyal Demokratlar'dan kopmuş aşırı sol SDS'nin etkisini arttırıyordu. Berlin'de aşırı solun lideri Rudi Dutschke'ye medya kodamanı Axel Springer'in histerik propagandasından etkilenin bir genç tarafından düzenlenen silahlı saldırının ardından bu hareket radikalleşti ve kitlesel bir nitelik kazandı. Dikkatler Fransa'nın üzerine çekilmeden önce, birkaç hafta boyunca Almanya'daki öğrenci hareketi Avrupa'daki ülkelerin çoğuna dokunan bir dayanak noktasıydı.

Bu liste açıkça herşeyi kapsamaktan çok uzak. Kapitalizmin merkezinde bulunmayan ülkeler de 1968 hareketlerinin gidişatından aynı şekilde etkilenmişlerdi (Brezilya ve Türkiye'deki öğrenci hareketleri bu hareketlerden bazılarıydı). Mesela Meksika'da yaz sonunda hükümetin 12 Ekim'deki Olimpiyat Oyunları ‘huzurlu' bir biçimde gerçekleştirilebilsin diye birkaç düzine öğrenciyi ölü, yüzlercesini ise yaralı bırakarak Tlatloco'daki öğrenci eylemine saldırmıştı.

Bu hareketleri nitelendirenin ne olduğu net: herşeyden önce, Vietnam savaşının reddi. Fakat mantıksal olarak Hanoi ve Moskova rejimlerinin müttefiki olan Stalinist partilerin bu hareketlerin Kore Savaşı sırasında olduğu başlarını çekmelerini beklemek mantıklı olacakken, 68'de durum hiçbir şekilde böyle değildi. Tam tersine, bu partilerin eylemlerde hemen hemen hiçbir etkinlikleri olmadı ve çoğu zaman bu hareketlere tamamen karşıydılar.

1960'ların sonundaki öğrenci hareketlerinin temel özelliklerinden bir tanesi budur ve bu özelliği hareketin gerçek önemini göstermektedir. Gelecek sayımızdaki makalemizde bu durumu daha derinlemesine inceleyeceğiz.

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [2]: Fransa ve Dünya’daki Öğrenci Hareketi

Mayıs 68'e dair bu yazının ilk kısmında, hareketin ilk kısmını, öğrenci eylemlerini ele almıştık. Yazıda Fransa'da 22 Mart'tan Mayıs ortasına kadar devam eden öğrenci hareketlerinin, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde, Berkley Üniversitesinde başlayan ve neredeyse bütün Batı ülkelerini etkileyen uluslararası bir hareketin bu ülkedeki ifadesi olduğunu göstermiştik. Dolayısıyla yazının ilk kısmını şöyle diyerek sonuçlandırmıştık: "Bu hareketleri nitelendirenin ne olduğu net: herşeyden önce, Vietnam savaşının reddi. Fakat mantıksal olarak Hanoi ve Moskova rejimlerinin müttefiki olan Stalinist partilerin bu hareketlerin Kore Savaşı sırasında olduğu başlarını çekmelerini beklemek mantıklı olacakken, 68'de durum hiçbir şekilde böyle değildi. Tam tersine, bu partilerin eylemlerde hemen hemen hiçbir etkinlikleri olmadı ve çoğu zaman bu hareketlere tamamen karşıydılar.

1960'ların sonundaki öğrenci hareketlerinin temel özelliklerinden bir tanesi budur ve bu özelliği hareketin gerçek önemini göstermektedir."

Şimdi ise hareketin yukarıda bahsi geçen gerçek önemine değineceğiz. Bunu yapmak için ise şüphesiz öğrenci eylemlerinin temel meselelerini hatırlatmak gerekiyor.

Protestoların nedenleri

Daha önce de vurguladığımız gibi, ABD'nin Vietnam'da yürüttüğü savaşa muhalefet bütün batı ülkelerinde en yaygın ve etkili meseleydi. Bu bağlamda öğrenci ayaklanmasının geliştiği ilk ülkenin ABD olması şüphesiz şans eseri gerçekleşmemiştir. Amerikan gençliği savaş sorunuyla doğrudan yüzleşiyordu, çünkü acil olarak ‘özgür dünyayı' savunmak için yurtdışına gönderiliyorlardı. On binlerce genç Amerikalı hükümetlerinin politikasını canlarıyla ödedi, yüz binlercesi Vietnam'dan yaralı ve sakat döndü, yaşadıkları dehşet milyonlarcasında hiçbir zaman silinmeyecek izler bıraktı. Kendilerini içlerinde buldukları, ve bütün savaşların değişmez bir niteliği olan dehşet dışında pek çok asker şu soruyla yüzleşmek durumunda kaldı: Vietnam'da ne yapıyoruz? Resmi açıklamar askerlerin ‘demokrasiyi', ‘özgür dünyayı' ve ‘medeniyeti' savunmak için orada olduklarını söylüyordu. Fakat yaşadıkları gerçek, bu açıklamaları paramparça etti: korumakla hükümlü oldukları Saigon rejiminin ‘demokrasi' ile alakası yoktu, ve medeni bir yanı da yoktu: bir hayli yozlaşmış bir askeri diktatörlükten başka bir şey değildi bu rejim. Savaş alanındaki Amerikan askerleri, onlardan barbarca davranmaları, fakirleri, silahsız köylüleri, kadınları, çocukları ve yaşlıları terörize etmeleri ve katletmeleri istendiğinde ‘medeniyeti' savunduklarına inanmakta güçlük çekiyorlardı. Fakat savaşın vahşetinden rahatsızlık duyan sadece askerler değildi, bu durum Amerikan gençliğinin büyük bir kısmı için de geçerliydi. Genç erkekler savaşa gitmekten, genç kadınlar eşlerini kaybetmekten korkuyordu, fakat rahatsızlık bunlarla sınırlı da değildi; hergün daha fazla kişi savaştan dönen ‘gaziler' veya sadece televizyon görüntüleri aracılığıyla savaşın ifade ettiği barbarlıktan haberdar oluyorlardı (Vietnam savaşı sırasında ABD medyası o kadar sıkı kontrol edilmiyordu. ABD hükümetinin bu ‘hatasını' 1991 ve 2003 Irak savaşlarında düzeltti). ABD hükümetinin ‘demokrasinin savunusu' konusundaki naralarıyla Vietnam'daki eylemlerinin arasındaki aleni çelişki, yetkililere ve Amerikan burjuvazisinin geleneksel değelerine karşı isyancı hisleri besleyecekti (Böylesi bir durum İkinci Dünya Savaşı'nda görülmemişti: ABD askerleri yine aynı şekilde, özellikle 1944'te Avrupa'nın işgali sırasında cehennemi yaşamışlardı. Öte yandan, yetkililerin Nazi rejiminin barbarlığını ifşa etmeleri sayesinde kurban edilmeleri hem kendilerince hem de toplumun büyük bir kesimince kabul edilmişti). Bu isyan, öncelikle ‘Çiçek Gücü' ve ‘Savaşma Seviş' gibi pasifist ve şiddet-karşıtı sloganlar kullanan  hippy hareketinden gelecekti. Bu bağlamda ciddi bir boyuttaki ilk öğrenci hareketinin San Fransisko'nun banliyolerindeki Berkley Üniversitesinde, hippylerin Mekke'sinde gerçekleşmesi büyük ölçüde şaşırtıcı değildi. Eylemciler tarafından gündeme getirilen mevzular, ve daha önemlisi kullanılan yöntemler Hippy hareketinin etkilerini taşıyordı. Üniversite içerisinde özellikle siyahların toplumsal hakları için ve ordunun kampüste öğrencileri kafalayıp savaşa gönderme çabalarını lanetlemek için siyasi propaganda yapabilmek için ‘konuşma özrgürlüğü' edinme hedefi, ve bu doğrultuda şiddet-karşıtı bir oturma eylemi düzenlenmiş olması bu etkilerin örnekleri sayılabilir. Buna rağmen, diğer ülkelerde, ve özellikle 1968'de Fransa'da da karşılaşacağımız gibi Berkley'in üzerinde kullanılan baskı (800 tutuklama) hareketin ‘radikalleşmesinde' önemli rol oynadı. 1967'de, Abbie Hoffman ve Jerry Rubin tarafından şiddet-karşıtlığından uzaklaşan Uluslararası Gençlik Partisi'nin kurulması ile isyan hareketi kapitalizm karşıtı ‘devrimci' bir perspektif edinmişti. Hareketin yeni ‘kahramanleri' artık Bob Dylan veya Joan Baez değil, (Rubin'in 1964'te Havana'da tanıştığı) Che Guevara gibi kişiliklerdi. Hareketin ideolojisi bulanıktı. Hareket, özgürlük kültü, özellikle cinsel özgürlük ve uyuşturucu kullanımının serbest olması gibi anarşist ögeler taşıyordu , ama aynı zamanda Küba ve Arnavutluk'un örnek ülkeler olarak görülmesi gibi Stalinist ögelere de sahipti. Eylem yöntemleri büyük ölçüde anarşistlerden devşirilmişti. Şiddet-karşıtı eylemlerin yerini alay etme ve provake etme gibi yöntemler almıştı. Dolayısıyla Hoffman-Rubin kanadının ilk eylemlerinden biri New York borsasında sahte banknotlar fırlatıp insanları onları almak için kapışmaya itmekti. Benzer bir biçimde, 68 yazındaki Demokrat Parti kongresinde hareket bir yandan polisle şiddetli bir çatışmaya hazırlanırken diğer yandan da adı Pigasus olan bir domuzu ABD Başkanlığına adayı olarak sunuyordu (Bu hareket yirminci yüzyılın başında içlerinden birinin kıçını seçimde aday gösteren bazı Fransız anarşistlerinin eylemini hatırlatıyordu).

ABD'deki isyan hareketinin temel özelliklerini özetlemek gerekirse, bu hareketin Vietnam'daki savaşa, ırksal ayrımcılığa, cinsler arasındaki eşitsizliğe ve geleneksel Amerikan değerlerine karşı bir protesto hareketi olarak sunulduğu söylenebilir.

Hareketin aktörlerinin büyük çoğunluğu kendilerini burjuvazinin asi çocukları olarak sundular; bu hareketin proleter bir sınıf niteliği yoktu. Harketin ‘teorisyenlerinden' birinin felsefe profesörü Herbert Marcuse olması şaşırtıcı değildi. Marcuse'a göre işçi sınıfı düzen tarafından ‘içselleştirilmişti' ve kapitalizme karşı devrimci kuvvetler ayrımcılığın siyah kurbanları, Üçüncü Dünya köylüleri veya asi entellektüeller arasında bulunabilirdi ancak.

Batı ülkelerinin çoğunda, 60'larda öğrenci dünyasının içerisinde faal olan hareketler veABD'deki hareket arasında güçlü benzerlikler vardı: Vietnam'daki Amerikan işgalinin reddi, genel olarak ve özellikle üniversitelerde otoriteye başkaldırış, geleneksel ahlaka ve özellikle cinsel ahlaka başkaldırış. İşte bu yüzden otoriterliğin simgesi olan stalinist partiler, ABD'nin Vietnam'ı işgalini protesto etseler, ABD'nin Vietnam'daki düşmanlarını destekleseler ve kendilerine ‘anti-kapitalist' deseler de bu hareketler içerisinde yankı bulamadılar. Şüphesiz SSCB'nin imajı 1956 Macar İşçi Ayaklanması'nın bastırılmasıyla bir hayli zedelenmişti ve Brezhnev resminin asılmasını mümkün kılacak görüntüden yoksundu.  1960'ların asileri odalarını daha sunulabilir bir ‘kahraman' olan fakat yine bir Stalinist parti mensubu Ho Chi Minh, daha da romantik bir görüntüsü olan ve ‘egzotik' olma avantajına sahip bir Stalinist partinin mensubu olan Che Guevara veya hem Amerikan stalinist partisinin bir üyesi hem de Che Guevara ne kadar yakışıklı kabul ediliyorsa o kadar güzel olma avantajına sahip siyahi kadın Angela Davis gibi kişilerin posterlerini odalarına asıyorlardı.

Özellikle hem Vietnam karşıtı, hem de ‘özgürlükçü' olan bu biçim özellikle Almanya'da güçlüydü. Bu ülkede hareketin temel sözcüsü olan Rudi Dutschke Doğu Almanya'dan gelmişti ve çok genç bir insan olarak bile Macaristan Ayaklanması'nın bastırılmasına karşı çıkmıştı. Dutschke'nin ideolojik kaynakları (Marcuse'un bir parçası olduğu) Frankfurt Okulu'nun bahsettiği ‘Genç Marx' ve ayrıca Durumcu Enternasyonal (Internationale Situationniste) idi. Alman ‘parlemento-dışı muhalefeti', Mayıs 68'in şafağında, bütün Avrupa'da öğrenci ayaklanmasının temel dayanak noktasıydı.

Duvarlardaki sloganlar

68 Fransa'daki öğrenci harketinin geliştirdiği meseleler ve talepler büyük ölçüde aynıydı. Öte yandan, hareketin gidişatı boyunca Vietnam savaşına dair söylenenler yerlerini Durumculuk, anarşizm, hatta sürrealizmden etkilenmiş, duvarları "duvarlar sözümüzdür" diyerek kapklayan sloganlara bıraktı.

Anarşist temaları şu sloganlarda görebiliyoruz:

  • Yıkma tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür (Bakunin)
  • Yasaklamak yasaktır
  • Özgürlük bütün suçları bastıran bir suçtur
  • Seçimler: ahmaklar için tuzaklar
  • Kabalık devrimin yeni koludur

Bu sloganlar cinsel özgürlük temalı sloganlarla tamamlanıyordu:

  • Birini ve herkesi sevin
  • Zihniniz ne kadar çok açılıyorsa, fermuarınız o kadar çok açılıyordur
  • Ne kadar çok sevişirsem, o kadar çok devrim yapmak istiyorum. Ne kadar çok devrim yaparsam, o kadar çok sevişmek istiyorum.

Durumcu perspektif ise şu sloganlarda görülebilir:

  • Kahrolsun tüketici toplumu
  • Kahrolsun meta toplumu
  • Yabancılaşmayı ortadan kaldırın
  • Asla çalışma
  • Arzularımı gerçeklik olarak kabul ediyorum çünkü arzularımın gerçekliğine inanıyorum
  • Açıktan ölmenin kesinliğinin yerini sıkıntıdan ölme ihtimalinin alacağı bir dünya istemiyoruz
  • Sıkılmak karşı-devrimcidir
  • Zaman öldürmeden yaşa ve engellenmeden oyna
  • Gerçekçi ol, imkansızı iste.

Aynı zamanda kuşak farkı da işlenen bir konuydu. Kuşak farkı ABD ve Almanya'da yaygındı, ve bir hayli kırıcı ve ayırıcı sloganlara yol açıyordu:

  • Koş yoldaş, eski dünya arkanda
  • Gençler sevişir, ihtiyarlar müstehcen jestler yapar

Benzer bir şekilde Fransa'da Mayıs 68'de, barikatlarda şu sloganlar duyuluyordu:

  • Barikatlar sokağı kapiyor ama yolu açıyor
  • Bütün düşüncelerin sonuçu çevik kuvvetin boğazındaki tuğladır
  • Kaldırım taşlarının altında kumsal var

Son olarak dönemde yaygın olan kafa karışıklığı şu sloganlarda açıkça görülebilir

  • Devrimci düşünce yoktur, sadece devrimci eylem vardır
  • Söyleyeceğim bir şey var, ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum

60'ların öğrenci hareketinin sınıfsal niteliği

Bu sloganlar, diğer ülkelerde ortaya atılan sloganların büyük çoğunluğu gibi, 60'ların öğrenci hareketinin proleter bir sınıfsal niteliği olmadığını göstermektedir. İtalya ve tabii ki Fransa gibi bazı ülkelerde işçi sınıfının mücadeleleriyle öğrenciler arasında bir köprü kurma çabaları genel durumu değiştirmez. Bu tutum bir yandan işçilere tepeden bakan diğer yandan ise mavi yaka proleterlere, marksist klasikleri yarı sindirmişlerin kahramanlarına hayranlıkla, efsanevi varlıklarmış gibi bakan bir yaklaşımı da beraberinde getirdi.

Özünde 1960'ların öğrenci hareketi küçük burjuva bir sınıfsal niteliğe sahipti, ve en açık göstergelerden biri de ‘yaşamı hemen değiştirme' isteğiydi.

Bu hareketin avant-garde kesiminin şiddetin fetişleştirilmesini de içeren ‘devrimci' radikalliği de yine hareketin küçük burjuva doğasını ortaya koymaktaydı. Ayrıca, 1968'deki öğrencilerin ‘devrimci' kaygılar şüphesiz içten ve iyi niyetli olmakla beraber Üçüncü Dünyacılık (Guevarizm ve Maoculuk) veya anti-faşizm bu hareketin için bir hayli güçlüydü. Hareket devrime dair romantik bir vizyona sahipti, fakat devrimin başını çekecek olan işçi sınıfının gerçek gelişimine dair hiçbir fikir ortada yoktu. Fransa'da ‘devrimci' olduğuna inanan öğrenciler için Mayıs 68 hareketi zaten devrimdi ve her gün tekrar tekrar kurulan barikatlar 1848'in ve 1871 Komünü'nün mirasçılarıydı.

60'lardaki öğrenci hareketinin en önemli meselelerinden biri ‘kuşaklar arası çatışma', yeni kuşakla her türlü eleştiriye maruz kalan aileleri arasındaki çok önemli bölünmeydi. Özellikle yeni kuşağın ailelerinin oluşturduğu kuşağın İkinci Dünya Savaşı'nın neden olduğu açlık hatta kıtlıktan kurtulmak için çok fazla çalışmış olması sadece maddi durumla ilgilenmekle suçlanmalarına neden olmuştu. Buradan da ‘tüketici toplumunun' başarılarına dair fantaziler ve "asla çalışma" gibi sloganlar doğmuştu! Karşı-devrimin bütün gücüne karşı teslim olmuş kuşağın çocukları, anne babalarını konformizm ve kapitalizmin taleplerine boyun eymekle suçluyorlardı. Benzer şekilde, pek çok aile çocuklarının kendilerinden daha iyi hayatları olsun diye yaptıkları fedakarlıkları kabul etmekteki isteksizliklerini anlamıyordu.

Öte yandan, 60'lardaki öğrenci ayaklanmasında gerçek bir ekonomik unsur da mevcuttu. Bu dönemde işsizlik ve iş bulma tehditi şu anki kadar gerçek gözükmüyordu. Dönemin öğrenci gençliğinin temel kaygısı daha önceki üniversite mezunlarıyla aynı statüye sahip olamayacak olmasıydı. Gerçekten de 1968 kuşağı, dönemin sosyologlarının bolca incelediği orta katmanların proleterleşmesi olgusuyluyla ilk defa, ve bir hayli sert bir biçimde karşılaşan kuşak oldu. Bu olgu, üniversite öğrencisi sayısının artışıyla, kriz açıkça kendisini göstermeden birkaç yıl önce başlamıştı. Bu yükseliş sadece ekonomik ihtiyaçlardan değil ama aynı zamanda ailelerin çocuklarına kendilerininkinden daha iyi bir ekonomik durum sağlama isteği ve bunu yapma ihtimalinden de kaynaklanmıştı. Diğer şeylerin yanında, öğrenci nüfusunun ‘kitleselleşmesi' de üniversitelerin temelde üst sınıflara ayrılmış olduğu dönemden kalma otoriter yapıya ve yöntemlere karşı bir tepki oluşmasını sağladı.

Öte yandan, 1964'te başlayan öğrenci hareketinin kapitalizmin bir ‘bolluk' döneminde başadığını kabul etsek bile, bu durum ekonomik durumun ciddi bir biçimde kötüleştiği ve öğrenci gençliğinin tepkisinin güçlendiği 1967 yılında kesinlikle aynı değildi. 1968 hareketinin tepe noktasına çıkmasın anlamamızı sağlayan nedenlerden biri de budur. Neden Mayıs 1968'de dizginleri işçi sınıfının eline aldığını da bu duruma dayanarak açıklamamız mümkündür.

Yazının bir sonraki bölümde bunu inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [3]: İŞÇİ SINIFININ UYANIŞI

Mayıs 68'de gerçekleşen olaylara dair söylenen yalanlara karşı, devrimcilerin gerçeği tekrar ortaya dökmeleri, bu olayların derslerini çıkartmaları ve onların çiçeklerden oluşmuş bir çığın altında gömülmesini engellemeleri gereklidir.

Bundan önce yayınladığımız ve içerisinde '68 Olayları'nın ilk unsuru olan öğrenci ayaklanmasını irdelediğimiz iki makalede bunu yapmayı amaçladık. Şimdi ise hareketin temel unsurunu, yani işçi sınıfı hareketini ele alacağız.

İlk makalede Fransa'daki olayların anlatımını: "14 Mayıs'tan da tartışmalar pek çok yerde devam ediyordu. Bir gün öncesinin devasa eylemlerinden ve oradan alınan güç ve cesaretten sonra, hiçbir şey olmamış gibi devam etmek imkansızdı. Nantes'da, Sud-Aviation işçileri, en genç işçilerin başını çektiği spontane bir greve gittiler ve fabrikayı işgal etmeye karar verdiler" diye sonuçlandırmıştık.

Şimdi hikayeye buradan devam edeceğiz.

Grevin yayılması

Nantes'da hareketi başlatan, öğrencilerle aynı yaşlarda olan genç işçilerdi. Nedenleri bir hayli basitti: "eğer grev bile yapamayan öğrenciler hükümeti geriletebiliyorsa, işçiler de hükümetin geri çekilmesini sağlayabilirler". Kentteki öğrenciler de işçilerle dayanışmak için onların yanına geldiler, ve kardeşlik çağrısıyla grev gözcülerinin arasına karıştılar. Burada Fransız Komünist Partisi ve parti kontrolündeki sendika CGT'nin "patronların ve içişleri bakanlığının maaşa bağladığı solcu provatatörlere karşı" uyarılarının etkisinin zayıflığı da ortaya çıkmıştı.

14 Mayıs akşamında toplam 3100 işçi grevdeydi.

15 Mayıs'ta, hareket Cléon'daki Renault fabrikasına ulaşmıştı, Normandiya'da ve ayrıca bölgedeki iki başka fabrikada topyekün grev, sınırsız işgal, fabrikaya kilitlenmiş patronlar ve fabrika kapılarında kızıl bayraklar vardı. Günün sonunda 11,000 kişi grevdeydi.

16 Mayıs'ta, diğer Renault fabrikaları da harekete katıldılar: Flins'te, Sandouville'de, le Mans'da ve Billancourt'ta kızıl bayraklar dalgalandı. O gece sadece 75,000 işçi grevdeydi ama Renault işçilerinin mücadeleye katılması önemli bir işaretti: Fransa'daki en büyük fabrika (35,000 kişiyle) grevdeydi, ve uzun süredir söylenildriği gibi "Renault hapşurursa Fransa nezle olur"du.

17 Mayıs'ta 215,000 işçi grevdeydi: grev Fransa'nın tamamına, özellikle taşrada yayılmaya başlıyordu. Hareket tamamen kendiliğinden gelişmişti; sendikalar sadece hareketin arkasından izleyebiliyordular. Heryerde genç işçiler en ön saflardaydı. Öğrenciler ve genç işçiler defalarca kardeşleştiler ve dayanıştılılar: genç işçiler öğrencilerin işgal ettiği fakültelere giderek öğrencileri gelip fabrika yemekhanelerinde yemek yemeye davet ettiler.

Özel talepler yoktu ortada. Canına tak etmişlik hissi hakimdi yalnız. Normandiya'da bir fabrikanın duvarlarında "Onurla yaşama zamanı geldi!" yazıyordu. O gün, tabandan gelen baskıdan ve aynı zamanda daha önceki grevlerle daha alakalı olan CFDT'nin gerisinde kalmaktan korkan CGT grevin yayılması çağrısı yaptı. O zamanlarda söylendiği şekliyle ‘sürüye ayak uydurmuştu' CGT. Yapılan çağrı bir gün sonraya kadar bilinmiyordu.

18 Mayıs'ta, öğleden önce, CGT'nin yaptığı çaprı daha duyulmadan bir milyon işçi grevdeydi. Akşama bu sayı 2 milyon olmuştu. 20 Mayıs Pazartesi günü 4 milyon işçi grevdeydi, ve bir gün sonra bu sayı 6 buçuk milyon olmuştu.

22 Mayıs'ta, 8 milyon işçi, süresiz olarak greve çıkmıştı. Bu uluslararası işçi sınıfı hareketi tarihinin en büyük greviydi. Ondan önceki büyük grevlerden, yani bir hafta süren 1926 İngiltere genel grevinden ve Fransa'daki 1936 Mayıs-Haziran grevlerinden çok daha devasaydı.

Bütün sektörler grevin içerisindeydiler: endüstri, ulaşım, posta, telekomünikasyon, eğitim, memuriyet (pek çok bakanlık bile neredeyse felç olmuştu), basın-yayın (ulusal televizyonda grev vardı, işçiler sansürlenmeyi protesto ediyorlardı), araştırma labarotuarları vb. Cenaze kaldırıcıları bile greve çıkmıştılar (Mayıs 68'de ölmek iyi bir fikir değildi!). Hatta profesyonel sporlar bile greve katılmıştı: Fransız Futbol Federasyonu binasının tepesinde kızıl bayrak dalgalanıyordu. Sanatçılar da dışarıda kalmak istememişlerdi: Cannes Festivali yönetmenlerin tavrı nedeniyle yarıda kesilmişti.

Bu dönemde işgal edilmiş fakülteler (ve ayrıca Paris'teki Odeon Tiyatrosu gibi işgal edilmiş diğer kamu binaları) sürekli siyasi tartışmaların yürütüldüğü mekanlar haline geldiler. Pek çok işçi, özellikle (ama sadece değil) genç işçiler bu tartışmaların bir parçası oldular. Toulouse'da, gelecekte Enternasyonal Komünist Akım Fransa şubesinin temellerini atacak olan ufak çekirdek işgal edilmiş JOB fabrikasında işçi konseylerine dair fikirlerini anlatmaya davet edildi. Bu olayın en ilginç yanı ise bu davetin CGT ve Fransız Komünist Partisi militanlarından gelmiş olmasıydı. Fabrikadaki Fransız Komünist Partisi militanları, büyük Sud-Aviation fabrikasından JOG grev gözcülerini ‘desteklemek' için gelen CGT yetkilileriyle, fabrikaya ‘solcuların' girmesi için izin alabilmek amacıyla tam bir saat tartıştılar. Altı saatten daha uzun bir süre, işçiler ve devrimciler, kartonların üzerinde oturup devrimi, işçi sınıfı hareketinin tarihini, sovyetleri ve hatta Fransız Komünist Partisi ve CGT'nin ihanetlerini tartıştılar.

Sokaklarda, kaldırımlarda pek çok tartışma gerçekleşti (Mayıs 68'de hava Fransa'nın her yerinde güzeldi!). Tartışmalar kendiliğinden ortaya çıktı, herkesin söyleyecek bir şeyi vardı (bir slogan ‘Konuşuyoruz ve dinliyoruz' diyordu). Her yerde bir şenlik havası vardı; tabii ki korku ve nefretin tırmandığı zengin mahalleleri hariç.

Fransa'nın her yerinde, hem mahallelerde hem de büyük fabrikaların etrafından ‘Eylem Komiteleri' kuruldu. Bu komitelerin içerisinde mücadelenin nasıl yürütüleceğine dair, devrimci perspektife dair tartışmalar yürütülüyordu. Bu gruplar genellikle solcular veya anarşistler tarafından kuruluyordu fakat bu örgütlerin dışından pek çok kişi de geliyordu. Devlet radyo televizyon istasyonu ORTF'deki Eylem Komitesi, Fransız televizyonlarının ünlü isimlerinden Michel Drucker tarafından kurulmuştu ve bir başka ünlü sima olan Thierry Rolland'ı da barındırıyordu.

Burjuvazinin tepkisi

Bu durumun karşısında, hakim sınıf bir düzensizlik döneminden geçti. Bu düzensizlik burjuvazinin şaşkın ve etkisiz müdahale çabalarında görülebilir.

Dolayısıyla 22 Mayıs'ta sağcıların çoğunlukta olduğu Ulusal Meclis, solun iki hafta önce önerdiği sansür önerisini tartıştı ve reddetti: Fransız cumhuriyetinin resmi kurumları başka bir dünyada yaşıyor gibiydiler. Bu Almanya'da yaşayan Daniel Cohn-Bendit'in ülkeye geri dönmesini yasaklayan devletin aynısıydı. Bu karar sadece öfkeyi arttırmıştı: 24 Mayıs'ta pek çok eylem gerçekleşti, Cohn-Bendit'e konulmuş giriş yasağı protesto ediliyor, eylemciler : "Sınırlar bir bok ifade etmez!" ve "Hepimiz Alman Yahudileriyiz!" sloganlarını atıyorlardı. CGT "maceracılara" ve "provakatörlere" (yani ‘radikal' öğrencilere) karşı söyledikleri pek çok genç işçinin eylemlere gitmesini engellemedi.

Akşam Cumhurbaşkanı General de Gaulle bir konuşma yaptı, konuşmasında Fransızların "katılım" (bir tür sermaye ve emek birliği) konusunda görüşlerini ortaya dökecekleri bir referandum önerdi. Gerçek duruma dair daha habersiz olamazdı. Bu konuşma hükümetin ve burjuvazinin genelinin şaşkınlığını ve içerisinde bulunduğu karmaşa ve panik ortamını ortaya koyuyordu.

In the evening, the President of the Republic, General de Gaulle, gave a speech: he proposed a referendum so that the French could pronounce on "participation" (a sort of capital and labour association). He couldn't have been further from reality. This speech fully revealed the disarray of the government and the bourgeoisie in general. (Konuşmadan bir gün sonra belediye çalışanları böyle bir referandum örgütlemeyi reddedeceklerini açıkladılar. Aynı şekilde yetkililer oy formlarını bastıramıyorlardı: ulusal matbaalarda çalışan işçiler grevdeydiler ve grevde olmayan özel matbaalar basmayı reddetiler: özel matbaa sahipleri işçilerle yeni bir sorun daha istemiyordu.)

Sokaklarda, eylemciler konuşmayı taşıdıkları radyolardan dinlediler, ve daha da öfkelendiler: "Konuşması bize bir hakarettir!" bağırışları yükseliyordu. Gece boyunca Paris'te ve birkaç başka şehirde çatışmalar oldu, barikatlar kuruldu. Pek çok cam kırıldı, bazı arabalar yakıldı ki bunlar kamuoyunun öğrencilere karşı çevrilmesinde rol oynadı. Aslında eylemcilerin arasına Gaullist milislerin veya sivil polislerin ‘olayları karıştırmak' ve toplumu korkutmak için girmiş olması mümkündü. Bazı öğrencilerin barikatlar kurarak ve arabaları, ‘tüketim toplumunun' sembollerini yakarak ‘devrim yaptıklarını' düşündükleri doğrudur. Fakat herşeyden önce bu eylemler eylemcilerin, yani öğrencilerin ve genç işçilerin, yetkililerin tarihin en büyük grevine karşı gülünç ve provakatif tepkisine karşı öfkelerini ifade ediyordu. Düzene karşı bu öfkenin bir ifadesi kapitalizmin simgelerinden Paris Borsası'nın ateşe verilişiydi.

Ancak bir gün sonra burjuvazi sonunda etkili bir şekilde harekete geçti: 25 Mayıs Cumartesi günü Çalışma Bakanlığı sendikalar, patronlar ve hükümet arasındaki pazarlıkları başlattı.

Patronlar pazarlıklar başlar başlamaz, sendikaların hayal ettiğinden çok faha fazlasını vermeye hazır olduklarını gösterdiler: burjuvazinin korkmuş olduğu ortadaydı. Başbakan Pompidou görüşmelere başkanlık etti: Pazar sabahı CGT'nin patronu Seguy ile bir saatlik bir birebir görüşme yaptı: Fransa'daki toplumsal düzenin korunmasından sorumlu iki kişinin, hiçbir tanık olmadan düzeni nasıl tekrar sağlayacaklarını konuşmaları gerekiyordu. (Daha sonra dönemin Toplumsal İşler Devlet Sekreteri olan Chirac'ın da bir tavan arasında CGT'nin iki numarası Krasucki'yle görüştüğü ortaya çıktı).

26/27 Mayıs gecesi "Grenelle Antlaşmaları" sonuçlanmıştı:

  • 1 Haziran'dan itibaren herekes %7, 1 Ekim'den itibaren de %3 zam
  • Asgari ücrette %25'lik bir artış
  • Sağlık hizmetlerine hastanın katkı payının (sosyal güvenliğin ödemediği hastane masrafları) %30'dan %25'e düşürülmesi
  • Firmalarda sendikaların danınması,
  • Özellikle (haftada ortalama 47 saat olan) iş günü süresinin de içerisinde bulunduğu bir dizi meseleye dair pazarlıklar yapılacağına dair belirsiz sözler
  • Hareketin önemi ve gücü göz önünde bulundurulursa bu gerçek bir provakasyondu:
  • %10'luk zam bu dönemde özellikle ciddi olan zam tarafından yiyip bitirilecekti;
  • ücret paketinde enflasyona karşı hiçbir güvence yoktu
  • çalışma saatlerinin azaltılmasına dair "40 saatlık çalışma haftasına doğru ilerlenilecektir" gibi bir ibre dışında hiçbir şey söylenilmemesi (ki 40 saatlik çalışma haftası resmi olarak 1936'da kazanılmıştı!); hükümetin önerdiği çizelgeye göre bunun gerçekleşmesi tam 40 yılı bulacaktı!;
  • sadece en fakir işçiler bir kazanım elde etmişlerdi (ki bu onları işlerine geri göndererek işçi sınıfını bölmek anlamına geliyordu) ve sendikalar sabotajcılıkları nedeniyle cömertçe ödüllendirilmişlerdi.

27 Mayıs'ta "Grenelle Anlaşmaları" kitlesel işçi toplantıları tarafından oy birliğliyle reddedildi.

Renault Billancourt'ta sendikalar televizyon ve radyodan yayınlanacak büyük bir ‘gösteri' düzenlediler: görüşmelerden çıkan CGT patronu Seguy gazetecilere: "İşe dönüş uzak değildir" dedi Billancourt'taki işçilerin bunun bir örneğini göstereceği umuduyla. Fakat 10,000 Bilancourt işçisi şafakta buluşmuş, ve sendika liderleri daha gelmeden hareketi devam ettirme kararı almışlardı.

CGT'nin ‘tarihsel' liderlerinden olan ve 1936'daki görüşmelerde mevcut olan Benoit Frachon "Grenelle antlaşmalarıın milyonlarca işçiye umut bile edemeyecekleri komforu getireceğini" duyurdu: bu sözler işçiler tarafından ölümcül bir sessizlikle karşılandı.

CDFT'den Andre Jeanson öncelikle grevi devam ettirmek yönünde sonuçlanan ilk oylamadan hoşnut olduğunu söyledi ve mücadele işçi öğrenci dayanışmasından bahsederek kitlenin desteğini çekti.

Seguy en sonunda "Genelle'de kazanılanların nesnel bir tutanağını" sundu: ıslıklar ve yuhalamalar dakikalarca sürdü. Seguy bunların üzerine "Duyduğum kadarıyla bunun olmasına izin vermeyeceksiniz" dedi: işçiler onu alkışlıyordu şimdi, fakat yine de kitleden "Bizimle dalga geçiyor" gibi laflar yükseliyordu.

"Genelle Anlaşmalarının" reddedildiğinin en iyi kanıtı ise şuydu: 27 Mayıs'ta grevcilerin sayısı 9 milyona yükseldi.

Aynu gün Paris'teki Charléty Stadyum'unda öğrenci sendikası UNEF, söylemi CGT'tan bir adım daha radikal olan CDFT ve solcu gruplar tarafından çağırısı yapılan büyük bir toplantı düzenlendi. Konuşmalarım söylemi bir hayli devrimciydi: sonuçta amaç CGT ve Fransız Komünist Partisi'ne karşı büyüyen tepkiyi oturmak için bir alan yaratmaktı. Solcuların yanı sıra 50'ler hükümetinin eski patronlarından Mendes-Frace gibi sosyal demokrat politikacılar da mevcuttu. Cohn-Bendit de eylemde kendini gösterdi (gerçi bir gün önce Sorbonne'da zaten görülmüştü).

28 Mayıs'ta sermayenin solunun partileri oyunlarına başladılar.

Sabahleyin Sol Demokrat ve Sosyalist Federasyonu'nun (bu oluşumun içerisinde Sosyalist Parti, Radikal Parti ve çeşitli ufak solcu gruplar bulunuyordu) başkanı François Mitterand bir basın toplantısı düzenledi: bir iktidar boşluğu olduğunu düşünerek Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladı. Öğleden sonra Waldeck-Rochet, Fransız Komünist Partisi'nin patronu, "Komünist katılımlı" bir hükümet kurulması önerisini yaptı: resmi KP için sosyal demokratların durumdan tek başlarına faydalanmalarını önlemek önemliydi. Bir gün sonra, 29 Mayıs'ta, CGT düzenlediği büyük eylemde "halk hükümeti" çağrısı yaptı. Sağcılar hemen "komünist komplo" çıplıkları atmaya başladılar.

Aynı gün General de Gaulle'un ‘ortadan kayboldu'. De Gaulle'un istifa ettiği söylentileri  ortaya atıldı fakat aslında o Almanya'daki işgal güçlerini kontrol eden General Massu'yla, ordunun desteğini teyit etmek üzere görüşmeye gitmişti.

30 Mayıs burjuvazinin durumu kontrol altına alma çabalarında önemli bir gündü. De Gaulle yeni bir konuşma yaptı: "Mevcut koşullarda geri çekilmeyeceğim (...) Bugün itibariyle Ulusal Meclis'i dağıtıyorum..."

Ay zamanda Paris'te, Champs-Élysées'de De Gaulle'u desteklemek için devasa bir eylem gerçekleştirildi. Bu eyleme lüks ve zengin mahallelerinden insanlar ve ayrıca ordu kamyonları sayesinde kırsal kesimden gelenler katıldı. Gelen ‘halk', zenginlerden, yüksek ökçelilerden, burjuvalardan, dini kurumların temsilcilerinden, kibirlerinden geçilmeyen üst düzey bürokratlardan, dükkanlarının penceleri diye ödü kopan esnaftan, Fransız bayrağına yapılan hakaretlere içerlemiş eski askerlerden, Fransa'nın Cezayir'deki işgal gücü veteranlarından, faşist Occident grubunun milislerinden, Vichy Fransa'sına özlemle bakan (ve aslında De Gaulle'dan da tiksinen) yaşlılardan oluşuyordu. Bu koca bir dünya dolusu güzel (!) insan işçi sınıfına karşı duyduğu nefretini kusmak ve ‘düzene sevgisini' haykırmak için oradaydı. Kalabalığın arasında, ‘Özgür Fransa'nın yaşlı veteranlarının yanından "Cohn-Bendit Dachau'ya!" sloganları yükseliyordu.

Fakat ‘düzenin partisi' sadece Champs-Élysées'de eylem yapanlarla sınırlı değildi. Aynı gün CGT de "Grenelle'in kazançlarını iyileştirmek için" şube şube pazarlıklar ve görüşmeler yapılması çağrısında bulundu: hareketi bitirmek için bölme taktiği uygulanıyordu.

İşe dönüş

Bu tarihten itibaren işe dönüşler gerçekleşmeye başladı, fakat yavaşça, zira 6 Haziran'da bile hala altı milyon işçi grevdeydi. İşe dönüşler dağınık bir biçimde gerçekleşti:

  • 31 Mayıs'ta: Lorraine'deki demir çelik ve kuzeydeki dokuma işçileri,
  • 4 Haziran'da: silah imalatı ve sigorta işçileri,
  • 5 Haziranda: elektrik işçileri ve kömür madencileri,
  • 6 Haziran'da: postacılar, telekomünikasyon işçileri, toplu taşıma işçileri (Paris'te, CGT işe dönüşü hızlandırmaya çalıştı: her istasyonda sendika liderleri diğer istasyonları işe döndüğünü duyurdular fakat bu doğru değildi);
  • 7 Haziran'da: ilkokul öğretmenleri;
  • 10 Haziran'da: polis Flins'teki Renault fabrikasına saldırdı ve işgal etti: polisin kovaladığı bir öğrenci Sen nehrine düşerek boğuldu;
  • 11 Haziran'da: CRS (Fransız çevik kuvvet birimi) Sochaux' Peugeot fabrikasına (Fransa'daki ikinci büyük) saldırdı; 2 işçi öldürüldü.

Bu olayların ardından Fransa'da yeni şiddetli gösteriler gerçekleşti: işçiler "Yoldaşlarımızı öldürdüler!" diye haykırıyorlardı. Sochaux'da işçilerin kararlı direnişine karşı CRS fabrikadan çekildi, işçiler 10 gün daha işe dönmediler.

Kızgınlığın grevi ateşini yeniden körükleyeceğinden korkan sendikalar (başlarında CGT) ve başlarında Fransız Komünist Partisiyle solcu partiler, ısrarla işe geri dönüş çağrısı yaptılar "ki seçimler gerçekleştirilip işçi sınıfının zaferi tamamlansın". Resmi KP'nin günlük gazetesi l'Humanité, manşetinde: "Zaferlerinin gücüyle milyonlarca işçi işlerine dönüyor!" yazdı.

Şimdi sendikaların 20 Mayıs'tan beri neden sistematik olarak grev çağırısı yaptıklarını anlaşılıyordu: sendikalar daha az mücadeleci sektörleri işe dönmeye provoke etmek ve diğer sektörlerin molarini bozmak için mücadeleyi kontrol etmek zorundaydı.

Fransız Komünist Partisi'nin patronu Waldeck-Rochet seçim kampanyasında yaptığı konuşmalarda "Komünist Parti düzenin partisidir" diyordu. Ve yavaş yavaş burjuva düzeni geri dönüyordu:

  • 12 Haziran: ortaokul öğretmenleri işlerine geri döndüler;
  • 14 Haziran: Air France (Fransız Havayolları) ve ticaret gemisi işçileri işlerine geri döndüler;
  • 16 Haziran: Sorbonne polis tarafından işgal edildi;
  • 17 Haziran: Renault Billancourt işçileri işlerine geri döndüler;
  • 18 Haziran: de Gaulle OAS'ın hala hapiste olan liderlerini serbest bıraktı;
  • 23 Haziran: seçimlerin ilk turunda sağcılar üstünlük sağladı;
  • 24 Haziran: Citroën Javel fabrikasi işçileri işlerine geri döndüler (Krasucki, CGT'nin iki numarası, kitlesel işçi toplantısında çalışarak işçilere grevi bitirme çağrısı yaptı);
  • 26: Haziran Usinor Dunkirk işçileri işlerine geri döndü;
  • 30 Haziran: seçimlerin ikinci turunda sağ tarihsel bir zafer kazandı.

İşe son geri dönen kollardan biri devlet radyo televizyon istasyonu ORTF idi: bir çok gazeteci hükümetin onlara uyguladığı kısıtlamalara ve dayattığı sansür uygulamalarına geri dönmek istemiyordu. Geri döndükten sonra pek çoğu kovulacaktı. Sonuçta düzen, devletin topluma yayılmasını uygun bulduğu haberlerle topyekün geri döndü.

Böylece tarihin en büyük grevi, CGT ve Fransız KP'sinin iddialarının aksine, bir yenilgiyle sona ermişti. Bu ezici yenilgi hareketi bastıran partilerin ve ‘yetkililerin' daha güçlü bir şekilde geri dönmesiyle perçinlendi. Fakat işçi hareketi çoktandır biliyor ki: "Mücadelenin gerçek meyvesi, anlık sonuçlarında değil, işçilerin daima genişleyen birliğindedir" (Komünist Manifesto). Ayrıca anlık yenilginin ötesinde, 1968'de Fransa'daki işçiler büyük bir zafer kazandılar: kendileri için değil, dünya proleteryası için. İşte bu yazı dizisinin bir sonraki makalesinde Fransa'nın ‘neşelı Mayıs ayının' dünya çapındaki temel etkilerini inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [4]: Fransa’daki genel grevin uluslararası önemi

Medyayı son dönemde işgal eden 1968 Mayıs'ına dair televizyon programları ve kitapların çoğunda Mayıs ayı boyunca Fransa'yı etkileyen öğrenci hareketinin enternasyonal niteliğinin sürekli altı çiziliyor. Daha önceki makalelerimizde de belirttiğimiz gibi, Fransa'da ki öğrenci hareketinin kitlesel olarak gelişen ilk hareket olmadığını herkes biliyor. Aslında bu hareket tabiri caizse 1964 sonbaharında Amerikan üniversitelerinde başlamış hareketin en arka vagonuna atlamış bir hareket. ABD'de başlayan bu hareket batı ülkelerinin çoğunluğunu etkileyerek, diğer Avrupa ülkeleri için bir referans noktasına dönüştüğü Almanya'da 1967'de tepe noktasına ulaşmıştı. Ne var ki 60'ların öğrenci hareketinin enternasyonal karakterinin altını çizerek tatmin olan aynı gazeteci ve tarihçiler bütün dünyada bu dönemde gelişen işçi mücadeleleri hakkında tek bir söz bile söylemiyorlar. Şurası da açık ki Fransa 68 "olaylarının" en önemli yönü olan dev grevi basitçe görmezden de gelemiyorlar. İşçi hareketinin tarihindeki en büyük grevin üstünü kapatmak onlar için bile çok zor bir şey. Fakat bundan bahsettikleri zaman da proletaryanın bu hareketini bir tür "Fransız istisnası" olarak sunmaya çalışıyorlar.

Gerçekte ise, belki de öğrenci hareketinden de fazla enternasyonal hareketin parçası olan şey Fransa'da ki işçi sınıfının bu hareketidir ve bu da ancak enternasyonal bir çerçevede kavranabilir. Bu makalede diğer konular ile birlikte vurgulayacağımız konuda işte budur.

Fransa bir istisna değildi

Mayıs 68'de Fransa'da gerçekleşen öğrenci hareketinden kitlesel bir işçi hareketinin çıkması durumu çok marjinal istisnai durumlar dışında gerçekten de başka hiçbir ülkede mevcut değildi. Öğrencilerin hareketlenmesi, baskıya maruz kalması -ve bu baskının onu beslemesi- ve sonrasında "barikatlar gecesini" (Mayıs 10/11) takiben hükümetin geri çekilmesinin sadece hareketi serbest bırakmayıp aynı zamanda işçi grevlerine soluk verdiği apaçık ortadadır. Bununla birlikte, Fransız proletaryasının böylesi bir harekete giriştiyse bunu "öğrenciler ile aynı şeyleri yapmak için" değil, sınıf içerisinde var olan büyük ve genelleşmiş hoşnutsuzluktan ve böylesi bir kavgaya girişmek için gerekli politik güce sahip olduğundan dolayı yapabilmişti.

Bu gerçek Mayıs 68 ile ilgili kitap ve TV programlarında genellikle gizlenmemiştir. Sonraki döneme damgasını vuracak şekilde işçilerin 1967'den başlayarak önemli mücadelelere giriştiği genelde hatırlanır. Özellikle de, çok sınırlı grevlerin ve sendikaların yaptığı eylem günlerinin hiçbir coşku uyandırmamış olmasına rağmen, bir çok durumda sendikaların bertaraf olduğu ve devlet ile patronların sert baskılarıyla karşılaşan kimi kararlı ve çok sert mücadeleler bu dönemde gerçekleşmişti. Bu yüzden 1967'nin başından itibaren, Bordeaux'ta (Dassault havacılık fabrikasında, Lyonnaise yöresindeki Besançon'da (Rhoda'da ki işgal ve grevde, Berliet'te fabrikanın çevik kuvvet tarafından işgaliyle sonuçlanmasında), Lorraine madenlerinde, Saint-Nazaire askeri tersanelerinde (burada 11 Nisan'da her şeyi felç eden bir genel grev gerçekleşmişti) önemli mücadeleler olmuştu.

İşçi sınıfının Mayıs 68 öncesindeki en önemli kavgalarından birini verdiği yer ise Normandy'de ki Caen oldu. 20 Ocak 1968'de Saviem'deki (taşıma) sendika bir buçuk saatlik bir grev emri vermişti. Fakat bunun yetersiz olduğuna karar veren işçiler 23ünde kendiliğinden işi durdurdular. İki gün sonra, sabahın dördünde çevik kuvvet grev kordonunu dağıttı ve yönetim ile ‘grev kırıcıların' fabrikaya girmesini sağladı. Grevciler kent merkezine gittiler ve burada grevdeki diğer işçiler de onlara katıldı. Sabah sekizde 5000 kişi barışçıl bir biçimde meydanda toplanmış haldeyken, üstlerine ateş açılmak dahil polisin saldırısına uğradılar. 0cak'ın 26'sında, yine kent merkezinde, sabah altıda, 7000 kişi dayanışma için bir araya geldiler. Bu eyleme öğretmenler dahil bütün sektörlerden işçiler ve çok sayıda öğrenci de katıldı. Eylem sonunda polis meydanı boşaltmak için saldırdı fakat işçilerin kararlılığı karşısında şaşırdı. Çatışmalar gece boyunca sürdü ve 200 kişi yaralandı. Hepsi işçi olan altı genç eylemci 15 ile bir ay arasında değişen hapis cezaları aldılar. Fakat bu baskı işçi sınıfının geri çekilmesinden çok daha kararlı bir şekilde ileri çıkmasıyla sonuçlandı. 30 Ocak'ta Caen'de artık 15.000 kişi grevdeydi. 2 Şubat'ta patronlar ve otoriteler baskıyı geri çekmek ve %3-4 zam yapmak zorunda kaldılar. Ertesi gün işbaşı yapılmasına rağmen genç işçilerin inisiyatifiyle başlayıp bir ay boyunca süren iş bırakmalar devam etti.

Şubat 67 Saint-Nazaire ve Ocak 1968 Caen, bütün çalışan nüfusun katıldığı genel grevler tarafından sarsılan tek kentler değildi. Daha az önemli olan Redon (Mart) ya da Honfleur (Nisan) gibi kasabalar için de benzer durumlar söz konusu olmuştu. Tek bir kasabanın bütün sömürülenlerinin katıldığı böylesi kitlesel grevler Mayıs'ın ortasında bütün ülkede olacakların bir provası gibiydi.

Mayıs 1968'in açık mavi bir gökte çakan bir şimşeğe benzediği söylenemez. Öğrenci hareketi yangını başlatmış olsa da zemin çoktan buna hazırdı.

Elbette ‘uzmanlar' özellikle de sosyologlar, bu Fransız ‘istisnasının' nedenlerini bulmak için çok çaba sarf etmiştir. Bunlar özellikle 1960'lar boyunca Fransa'da ki sanayileşmenin artan hızından, bunun nasıl bu eski tarımsal ülkeyi modern bir endüstriyel güce dönüştürdüğünden bahsederler. Bunlara göre bu olgu, çoğunlukla uyum sağlayamamış olan fabrikalardaki çok sayıdaki genç işçinin varlığı ve rolü ile açıklanmaktadır. Bu genç işçiler, sıklıkla kırsal bir çevreden gelmiş, sendikasız ve fabrikanın kışla disiplinine uyum sağlamakta güçlük çeken insanlardır. Aynı zamanda profesyonel sertifikaları olsa da genelde alay kabilinden ücretler almaktadırlar. Bu durum bize hem kavgaya ilk girişenin işçi sınıfının en genç kesimi olduğunu, hem de Mayıs 68'i önceleyen önemli hareketlerin görece geç endüstriyelleşmiş batı Fransa'da geliştiğini anlamakta yardım edebilirler. Ne var ki sosyologların bu açıklamaları Mayıs 68'de mücadeleye neden sadece öğrencilerin girmeyip, her yaştan işçi sınıfının büyük çoğunluğunun da girdiğini açıklamayı başaramaz.

Fransa'da ki Mayıs 68 grevinin enternasyonal önemi

Aslında, Mayıs 68 ölçeğinde ve derinliğindeki bir grevin salt Fransa çerçevesinin çok ötesine geçen çok esaslı nedenleri bulunmaktadır. Eğer bu ülkenin bütün proleterleri kendisini bir genel greve atmışsa bu 1968'de henüz başlangıç aşamasında olan ve salt ‘Fransız' değil bütün dünyayı vuran bir krizin bütün sektörleri vurmaya başlamış olmasındandır. Bu dünya ekonomik krizin (işsizliğin büyümesi, ücretlerin donması, üretim hedeflerinin yoğunlaşması ve sosyal güvenliğe yönelik saldırılar gibi) Fransa'da ki etkileridir ki 1967'den başlayarak işçi sınıfının mücadeleciliğini bize açıklayabilirler.

"Avrupa'nın bütün sanayileşmiş ülkelerinde ve ABD'de işsizlik yükseliyor ve ekonomik öngörüler kasvetli bir hale gelmeye başlıyor. Britanya dengeyi korumak için önlemlerin arttırılmasına gitmişse de, en sonunda 1967'de pound'u devalüe etmek zorunda kaldı ve böylelikle bir dizi ülkedeki devalüasyonu da arkasından çekti. Wilson hükümeti istisnai bir kısıntı programı açıkladı. Bu program kamu harcamalarında büyük azaltmaları, ücretlerde sabitlenmeyi, tüketimde ve ithalde kısıntıları ve ihracatı arttırma çabalarını içermekteydi. 1 Ocak 1968'de alarmı çalıp ekonomik dengeyi korumak için elzem olan sert önlemleri alma sırası (başkan) Johnson'daydı. Mart'da dolardan kaynaklı bir finansal kriz baş gösterdi. Ekonomi basını 1929 krizinin hayaletini gün geçtikçe daha çok uyandıran karamsar bir tona gittikçe daha çok kaydı. Mayıs 1968 dünya ekonomisindeki çöküntü durumuna karşı işçi kitlelerinin en önemli tepkilerinden biri olmanın önemini göstermektedir" ( Revolution Internationale [eski seri] no. 2 Bahar 1969).

Gerçekten de, özel koşullar Fransa'da ki proletaryanın kriz içerisindeki kapitalizmin artan saldırılarına karşı ilk büyük kavgayı vermesine neden olmuştu. Fakat oldukça hızlı bir biçimde işçi sınıfının diğer uluslardaki kesimleri de sıraları geldiğinde mücadeleye katıldılar. Aynı nedenler aynı sonuçları doğurur.

Dünyanın diğer ucunda Arjantin'de, Mayıs 1969'da bugün ‘Cordobazo' olarak hatırlananlar gerçekleşti. Mayıs'ın 29'unda, askeri cuntanın sert saldırıları ve baskısı karşısında işçi mahallelerinde gerçekleşen bir dizi hareketlenmenin ardından, Cordoba'daki işçiler (tanklarla silahlanmış olmalarına rağmen) polis ve ordu güçlerine tamamen üstün geldiler ve (ülkedeki ikinci büyük olan) kentin hakimi durumuna geldiler. Devlet ancak ertesi gün büyük birlikleri çıkartarak ‘düzeni yeniden sağlayabildi'.

Aynı esnada İtalya'da İkinci Dünya Savaşından beri en önemli işçi mücadelesi hareketi oluşmuştu. Grevler ilkin kentin temel fabrikası olan Turin'deki Fiat'tan başlayarak, Turin ve çevre bölgelerdeki diğer fabrikalara doğru yayılarak genişledi. 3 Temmuz 1969'da, kira artışlarına karşı sendikanın düzenlediği bir günlük bir eylemde öğrencilerin de katıldığı bir işçi kafilesi Fiat fabrikasına doğru yöneldi. Bunun üzerine polisle şiddetli çatışmalar patlak verdi. Bunlar pratik olarak bütün gece sürdü ve kentin diğer bölgelerine doğru yayıldı.

Ağustos'un sonundan itibaren işçiler tatilden dönmeye başladığında, grevler yeniden başladı ve bu sefer Fiat'a ek olarak Milan'daki Pirelli'ye (lastik) ve diğer birçok firmaya yayıldı. Ne var ki Mayıs 68'den deneyim kazanan İtalyan burjuvazisi bir yıl önce Fransız burjuvazisi gibi afallamadı. Geniş toplumsal huzursuzluğun genelleşmiş bir karşıtlaşmaya dönüşmesini önlemeye çalışmak için de bu gerekliydi. Bu nedenle burjuvazinin sendika aygıtları toplu sözleşmelerin özellikle çelik, kimya ve inşaat sektörlerinde yenilenme dönemine girilmesinden, mücadeleleri dağıtmaya yönelik manevralar geliştirmek ve işçileri kendi sektörlerinde ‘iyi sözleşmeler' hedefine kilitlemek için faydalandılar. Sendikalar sözde ‘bağlantılı' grevler taktiğini geliştirdiler. Buna göre örneğin bir gün metal sektörü grevde olacak ertesi gün kimya sektörü ve sonraki gün de bu sefer inşaat sektöründe bir günlük grevler yapılacaktı. Kiraların artmasına ve yaşam koşullarına karşı bazı ‘genel grev' çağrıları da yapıldı fakat bunlar bölge hatta kent düzeyinde kaldı. İşyeri düzeyinde ise sendikalar, döngüsel grevleri, bir fabrikanın ardından diğerinde gerçekleşecek grevleri, patronlara mümkün olduğu kadar çok zarar verip işçilerin mümkün olan en az zararla çıkabilmesi söylemi üzerinden savundular. Bir yandan da sendikalar kendilerinden kaçmaya yönelen bir tabanı kontrol edebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Birçok firmada geleneksel sendikalardan bıkmış olan işçiler işyeri temsilcileri seçmişse de, bunlar CGIL, CISL ve UIL adlı üç sendika konfederasyonu tarafından birleşik sendikaların ‘taban örgütleri' olarak sunulan ‘fabrika konseyleri' biçiminde kurumsallaştırıldılar. Sektörlerdeki ‘eylem günleri' ve bölge ya da kent düzeyinde kalan ‘genel grevlerin' arka arkaya geldiği birkaç ay sonra işçilerin mücadeleciliğinin yerini tükenmişlik aldığında Kasım başı ile Aralık sonu arasında başarılı bir biçimde her sektörde toplu sözleşmeler imzalanabildi. Ve hareketin öncüsü olan çelik sektörünü ilgilendirdiğinden, en önemli toplu sözleşme olan sonuncusu imzalanırken, 12 Kasım'da Milan'da bir bankada 16 kişiyi öldüren bir bomba patladı. Saldırı anarşistlerin üstüne atıldı (bu anarşistlerden biri olan Guiseppe Pinelli, Milan'da polis sorgusu sırasında öldü) fakat çok sonraları öğrenildi ki bu olayların kökleri devlet aygıtının kimi sektörlerinin içine kadar gitmekteydi. Burjuva devletinin gizli yapıları, bir yandan işçi sınıfının saflarına kafa karışıklığı yayması için sendikalara yardım ederken diğer yandan da devlet baskısının araçlarını güçlendiriyordu.

İtalya proletaryası 69 sonbaharında harekete geçerken yalnız değildi. Daha az bir ölçüde Alman işçileri de Eylül'de ‘ücret ılımlılaştırması' çerçevesinde sendikalar tarafından imzalanan antlaşmaya karşı patlak veren kendiliğinden grevlerle birlikte mücadeleye atılmıştı. Alman işçilerinden ‘gerçekçi' olmaları bekleniyordu. Çünkü (Alman ekonomisinin savaştan beri ilk kez resesyona girdiği yıl olan) 1967'de gelişmeye başlayan dünya kapitalizminin sıkıntıları, savaş sonrası ‘mucizesini' de etkileyen Alman ekonomisinin gerilemesi söz konusuydu.

Almanya'da proletaryanın bu uyanışı oldukça geçici sürmüş olsa da özellikle önemliydi. Bir yandan Avrupa'nın en önemli ve en çok yoğunlaşmış olan kesimi buradaydı. Ama her şey bir yana, buradaki proletarya dünya işçi sınıfı içerisinde geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük bir önem taşıyacaktır. Ekim 1917'de Rusya'da dünya çapındaki kapitalist egemenlik tehdit edildiğinde, dünya devrimci dalgasının kaderinin düğümlendiği ve belirlendiği yer Almanya olmuştu. 1918 ile 1923 arasında Alman işçilerinin devrimci çabalarının uğradığı yenilgi, tarihin en korkunç karşı-devrimine kapıyı açmış oldu. Ve devrimin en ileri gittiği Rusya ve Almanya'da, bu karşı devrim en derin ve barbar biçimlerini (Stalinizm ve Nazizm) aldı.

Fransa'da ki muazzam Mayıs 68 grevi, ve ardından gelen İtalya Sıcak Sonbahar'ı, proletaryanın bu karşı devrim döneminden çıkmaya başladığının kanıtlarını verdiler. Almanya'daki Eylül 1969 işçi mücadeleleri bu kanıtı ispatladılar. Ve daha kesin bir ispat da Polonya'da Baltık üzerinde 1970-71 kışında, otoritelerin ilkin verdiği kanlı bastırma çabasından (300 ölü) sonra geri çekilmeye ve işçilerin öfkesini çekmiş olan temel mallardaki fiyat artışlarını geri almaya zorlayan mücadeleler tarafından sağlandı. Stalinist rejimler karşı-devrimin en saf ete kemiğe bürünmüş halleriydiler. İşçi sınıfı burada ‘sosyalizm' adına, ‘işçi sınıfının çıkarları' adına gelmiş geçmiş en kötü teröre maruz bırakılmıştı. Polonya işçilerinin ‘sıcak' kışı, karşı devrimin en ağır biçimiyle var olduğu burada, ‘sosyalist' rejimlerde bile, sınıf mücadelesinin tekrar gündemde olduğunu ispatladı.

1968 sonrasında bütün dünya ölçeğinde burjuvazi ve proletarya arasındaki güç dengesindeki bu temel değişimi doğrulayan bütün işçi mücadelelerini burada sayamayız. Sadece iki örnekten daha, İspanya ve Britanya örneklerinden bahsedeceğiz.

Franko rejiminin uyguladığı vahşi baskıya rağmen İspanya'da, işçilerin mücadeleciliği kitlesel bir ölçekte 1974 yılında kendisini gösterdi. Navarre'deki Pamplona kentinde Fransa 68'inde sayılandan bile fazla bir işçi başına grev günü sayısı söz konusuydu. Bütün endüstriyel bölgeleri grevler vurdu (Madrid, Asturias, Bask ülkesi). Fakat ibret verici bir işçi dayanışması örneği göstererek bölgedeki bütün firmalara dokunan grevlerin en büyük yayılmayı gösterdiği yer Barselona'nın yoğun işçi merkezleriydi. Buralarda kimi zaman bir fabrikadaki grev sadece diğer bir greve destek amacıyla gerçekleşmekteydi.

Britanya proletaryasının örneği de, bu ülkede dünyanın en yaşlı proletaryası bulunduğu için ayrıca önemlidir. 1970'ler boyunca bu ülkedeki proleterler sömürüye karşı kitlesel mücadelelere gittiler (1979'daki 29 milyon grev günüyle Britanya işçileri, istatistiksel olarak Fransa 1968'inin işçilerinin ardından ikincidir). Bu kavgacılık Britanya burjuvazisini başbakanını iki kere değiştirmek zorunda bırakmıştır.

Sonuçta, Mayıs 68'in tarihsel önemi bugün bize söylendiği gibi ne ‘Fransa'nın özelliklerinde', ne öğrenci isyanında, ne de ‘ahlaksal devrim'dedir. Bu tarihin önemi, dünya proletaryasının karşı-devrimden çıkması ve sermaye düzenine karşı yeniden kavgayı içeren yeni bir tarihsel döneme girildiğini göstermesidir. Bu dönemde, daha önceden karşı-devrim tarafından sessizliğe itilen ya da yok edilen proletaryanın politik akımları da yeniden gelişecektir. EKA'da bunların arasındadır.

Bir sonraki makalede de bunu inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale (Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi)

Mayıs 1968 [5]: Devrimci kuvvetlerin enternasyonal dirilişi

Mayıs 68'e dair geçtiğimiz yazımızı şu şekilde bitirmiştik:

"Sonuçta, Mayıs 68'in tarihsel önemi bugün bize söylendiği gibi ne ‘Fransa'nın özelliklerinde', ne öğrenci isyanında, ne de ‘ahlaksal devrimdedir. Bu tarihin önemi, dünya proletaryasının karşı-devrimden çıkması ve sermaye düzenine karşı yeniden kavgayı içeren yeni bir tarihsel döneme girildiğini göstermesidir. Bu dönemde, daha önceden karşı-devrim tarafından sessizliğe itilen ya da yok edilen proletaryanın politik akımları da yeniden gelişecektir. EKA'da bunların arasındadır" (Mayıs 1968 [4]: Fransa'daki genel grevin uluslararası önemi, Dünya Devrimi 2).

Bu makalede bunu inceleyeceğiz.

Karşı devrimin komünist hareketi tahribatı

Yirminci yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında proleterya devasa kavgalar verdi. 1917'de, Rusya'da burjuva iktidarını devirdi. 1918 ile 1923 arasında Avrupa'nın en temel ülkesi Almanya'da aynı amacı gerçekleştirmek için çok sayıda mücadele verdi. Bu devrimci dalga dünyanın İtalya'dan Kanada'ya, Macaristan'dan Çin'e, gelişkin bir işçi sınıfı olan her yerini kasıp kavurdu.

Fakat nihayetinde dünya burjuvazisi işçi sınıfının bu devasa hareketini yalıtmayı başardı ve orada da durmadı. Burjuvazi, sınıf düşmanının üzerine bütün işçi hareketi tarihinde görülmüş en korkunç karşı devrimi saldı. Tam da devrimin en ileri gittiği ülkelerde, Rusya ve Almanya'da Stalinizm ve Nazizim'in iki önemli temsilcisi olduğu bu karşı devrim akla sığmayacak bir barbarlık şekli aldı.

Bu koşullar altında, devrimci dalganın öncü kolunu oluşturmuş olan Komünist Partiler karşı devrimin partilerine dönüştürüldüler.

Sosyalist partiler, 1914'te emperyalist savaş karşısında işçi sınıfına ihanet ettiklerinde, bu ihanet partiler içerisinde proleter prensiplerin savunusunu bırakmamaya kararlı akımların yükselmesine neden oldu: bu akımlar komünist partilerin kuruluşunun temellerini atacaklardı. Bunun ardından, komünist partiler ihanet ettiğinde, gerçek komünist görüşlerin savunusuna sadık sol fraksiyonların ortaya çıkmış olduğunu gördük. Öte yandan, sosyalist partiler içerisinde oportünist eğilime ve ihanete karşı savaşanlar, Rus devriminin ardından yeni bir Enternasyonal kurmalarına olanak tanıyacak kadar güç ve işçi sınıfı içerisinde büyüyen bir etkinlik kazanırken, komünist partilerden gelen sol akımlar için durum bu şekilde gelişmedi, zira karşı devrimin ağırlığı büyümekteydi. Dolayısıyla, başlangıçta Alman ve İtalyan komünist partilerinin militanlarını çoğunluğunu örgütlerken, bu akımlar süre içerisinde sınıfa dair etkinliklerini ve militan kuvvetlerinin büyük bir kısmını yitirdiler, veya Hitler rejimi onları öldürmeden veya son militanları kamplara göndermeden bile Almanya örneğinde olduğu üzere çok sayıda ufak gruba dönüştüler.

Dolayısıyla 1930'larda, Troçki'nin etrafındaki gitgide oportünizm tarafından yenilip bitirilen akım dışında, Hollanda'daki (proleter partinin gerekliliğini reddeden ve ‘Konsey Komünizmini' savunan) Gruppe Internationaler Kommunisten (Enternasyonal Komünist Grup - GIK) veya (Bilan - Bilanço adlı teorik dergiyi çıkartan) İtalyan Komünist Partisi'nin Sol Fraksiyonu gibi devrimci görüşleri savunmaya çalışan örgütlerin militanlarının sayısı yalnızca birkaç düzineydi ve artık işçilerin mücadelesinin gidişatında bir etkileri yoktu.

İlkinin aksine, İkinci Dünya Savaşı proleterya ve burjuvazi arasındaki güçler dengesinin devrilmesiyle sonuçlanmadı, bunun tam tersi gerçekleşti. Tarihsel deneyimden öğrenmiş, ve Stalinist partilerin kıymetli desteğini arkasına almış olan burjuvazi, proleteryanın her tür yeni ayaklanmasını doğmadan boğmaya özen gösteriyordu. Demokratik ‘Kurtuluş' coşkuşunda, komünist solun grupları 1930'larda olduklarından bile daha yalıtılmış haldeydiler. Hollanda'da Kommunistenbund Spartacus (Spartaküs Komünistler Birliği - SKB) GIK'in konseyci pozisyonlarının savunusu devraldı. Bu pozisyonlar SKB'den ayrılan Daad en Gedachte (Eylem ve Düşünce) grubu tarafından da aynı şekilde savunuluyordu. Bu iki grup örgütün ve proleteryanın öncü kolunun rolünü reddeden konseyci görüşleri tarafından kısmen engellenseler de, yoğun bir basım işi yaptılar. Bununla birlikte en büyük engel karşı devrimin ideolojik ağırlığıydı. Aynı şekilde 1945'te, İtalyan Komünist Partisi'nin kurucusu Amadeo Bordiga ile İtalyan Komünist Partisinin Sol Fraksiyonu'nda önemli rol oynamış militan Onotaro Damen ‘in etrafından (Battaglia Comunista - Komünist Kavga , ve Prometeo adlı yayınları olan) Partito Comunist Internazionalista'nın (Enternasyonalist Komünist Partisi - EntKP) kurulması militanlarının beklentilerini karşılamadı. Bu örgüt kurulduğunda 3000 militana sahip olsa da moral bozukluğu ve bölünmeler sonucu sürekli zayıfladı. Bu bölünmelerin en önemlisi 1952'de Amadeo Bordiga'nın etrafında (Programma Comunista - Komünist Program'ı yayınlayan Partito Comunista Internazionale'in (Enternasyonal Komünist Partisi - EKP) kurulmasına yol açandı. Bu bölünmelerin nedeni, 1945'teki örgütsel kuruluşa hakim olan ve 1930'larda Bilan dergisinin elde ettiği teorik kazanımların terk edilmesine dayalı olan kafa karışıklığında yatmaktaydı.

Fransa'da 1945'te Bilan'ın görüşleri çerçevesinde kurulan (fakat Alman ve Hollanda komünist sollarından belirli sayıda programatik görüşü de içselleştirmiş olan) ve 42 sayı Internationalisme adlı dergiyi çıkartan Gauche Communiste de France (GCF - Fransa Komünist Solu), 1952'de ortadan kalktı. Aynı ülkede, Enternasyonal Komünist Partisi'ne bağlı ve le Proletaire'i yayınlayan bir takım unsurların dışında, 1960'lara kadar sınıf ilkelerini savunan bir grup da Socialisme ou Barbarie (SouB) idi. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasında Troçkizm'den kopmuş olan bu grup, süreç içerisinde hızla marksizmi terketti, ki bu da grubu 1966'da dağılışa götürdü.

Farklı ülkelerde çeşitli grupların varlığından da bahsedebiliriz. Fakat 1950'lerde ve 60'ların başında komünist görüşleri savunmaya devam eden akımların durumunun en belirgin özellikleri sayısal açıdan aşırı zayıf olunmasının yanı sıra yayınların gizli niteliği, enternasyonal yalıtılmış durumu ve bir çok siyasi görüşte gerileme yaşanmasıydı. Bu ya grupların basitçe dağılmasına neden oldu ya da özellikle kendisini dünyadaki tek komünist örgüt olarak gören Enternasyonal Komünist Partisi'nin örneğinde olduğu gibi sekter bir gerilemeye yol açtı.

Devrimci görüşlerin yenilenmesi

1968'de Fransa'daki genel grev, sonrasında da işçi sınıfının daha önce bahsettiğimiz çeşitli devasa hareketleri, komünist devrim fikrini pek çok ülkede gündeme getirdi. Stalinizmin kendisini ‘komünist' ve ‘devrimci' olarak sunan yalanı dağılmaya başladı. Bu durum şüphesiz Maocular ve Troçkistler gibi SSCB'yi ‘Sosyalist Anavatan'ın ideallerinden sapmakla suçlayan eğilimlerin işine yaradı. Özellikle Stalinizme karşı mücadele tarihinden dolayı Troçkist hareket 1968'de ikinci gençliğini yaşayarak geçmişte Stalinist partilerin üzerlerine gelen gölgelerinden sıyrıldılar. Troçkist hareketin safları, özellikle Fransa, Belçika ve İngiltere gibi ülkelerde göz alıcı bir biçimde şişti. Fakat bu akım herşeyden önce SSCB'deki sözde ‘işçilerin' kazanımlarının savunusunu yani bu ülkenin hüküm sürdüğü emperyalist kampın savunusunu yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan beri proleter safların bir parçası olmaktan çıkmıştı. Gerçekten de 60'ların sonunda gelişen işçi grevleri, Stalinist parti ve sendikaların işçi sınıfı düşmanı rollerini gözler önüne sermişti. Ayrıca seçim ve demokrasi sirkinin burjuva egemenliğinin araçları olduğunu göstermişlerdi. Bu da dünyanın çeşiti yerlerinde çok sayıda unsurun geçmişte sendikaların ve parlementerizmin rolünü en açık biçimde reddeden ve Stalinizme karşı mücadelede vücut bulmuş olan siyasi akımlara, yani komünist solun akımlarına yöneltti.

Mayıs 68'in ardından Troçki'nin yazıları kitlesel olarak dağıtıldı. Ayrıca Anton Pannekoek, Herman Gorter  (Hollanda Komünist Solunun iki temel teorisyeni) ve Ocak 1919'da öldürülmesinden kısa bir süre önce Bolşevik yoldaşlarını Rusya'daki devrimin karşılaşabileceği tehlikelere dair ilk uyarak Rosa Luksemburg'un yazıları da daha fazla ilgi görmeye başladı.

Komünist solun tecrübelerinden esinlenmiş yeni gruplar ortaya çıkmaya başladı. Gerçekten de Troçkizmin bir tür sol kanat Stalinizme dönüştüğünü anlayan unsurlar İtalyan Solunun görüşlerinden ziyade konseyciliğe evrildiler. Bunun birkaç nedeni vardı. Bir yandan, Stalinist partilerin reddedilmesi yanında komünist parti fikrinin de reddedilmesi anlamına geliyordu; diğer yandan (İtalyan komünist solunun gerçek bir enternasyonal varlığı olan tek kolu olan) Bordigist akım, komünist partinin iktidarı alması ve kendi saflarında ‘monolitizm' gibi İtalyan komünist soluna güveni azaltan görüşleri savunuyordu. Bunun yanı sıra, Bordigistler Mayıs 68'in tarihsel önemini tamamen görmezden gelerek bu hareketi yalnızca bir öğrenci hareketi olarak değerlendirdiler.

Konseycilikten etkilenmiş yeni ortaya çıkmaya başlayadursun, daha önceden mevcut olanlar eşi benzeri görülmemiş bir başarı deneyimliyor ve bir yandan saflarının göz alıcı bir şekilde güçlendiğini görürken diğer yandan kendilerinin bir danışılacak bir kutup olarak hareket etme kaabiliyetini fark ediyorlardı. Bu özellikle 1958'de SouB'dan ayrılmış olan Informations et Correspondances Ourvieres (ICO) adlı grup için geçerliydi. 1969'da bu grup Brüksel'de Daniel Cohn-Bendit, Alman komünist solunun ABD'ye göç etmiş ve burada farklı konseyci dergiler çıkartmış militanı Paul Mattick ve Daade en Gedachte grubunun kilit isimlerinden Cajo Brendel'in katıldığı bir toplantı düzenledi. Fakat ‘örgütlü' konseyciliğin başarısı uzun sürmedi. Sonuçta ICO 1974'te kendisini feshettiğini açıkladı. Hollandalı gruplar ise bir süre sonra kilit militanları çok yaşlandığı veya öldüğü için devam edemez oldular.

İngiltere'de Socialisme ou Barbarie'nin görüşlerinden etkilenmiş olan Solidarity (Dayanışma) adlı grup, ICO'nunkine benzer bir başarının ardından bir bölünme yaşadı ve 1981 parçalandı ve dağıldı (buna rağmen Londra'daki grup 1992'ye kadar bir dergi çıkartmaya devam etti). İskandinavya'da 1968'de ortaya çıkan konseyci gruplar Eylül 1977'de Oslo'da bir konferans örgütlemeyi başardılar, fakat bu çabalar da pek bir yere varmadı.

Son tahlilde, 1970'lerin gidişatında en fazla gelişmiş olan eğilim, kendisini 1970 Temmuz'unda yaşamını yitiren Bordiga'nın görüşlerine bağlamış olan akımdı. Bu akım büyük ölçüde çeşitli solcu örgütleri, özellikle Maocuları vuran krizleri sonucu ortaya çıkmış çok sayıda unsur olmasında faydalandı. 1980'de, Enternasyonal Komünist Partisi, komünist solun uluslararası alanda en önemli ve etkin grubuydu. Fakat Bordigist eğilimin sol kapitalizmin özelliklerini taşıyan unsurlara açılması, 1982'de örgütün parçalanmasına ve bir dizi ufak sekte dönüşmesine neden oldu.

Enternasyonal Komünist Akım'ın Başlangıcı

Aslında komünist solun görüşlerinin yenilenmesinin en önemli uzun vadeli ifadesi bizim örgütümüzün gelişimi oldu (EKA tarihine dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir). Örgütümüzün Fransa'daki temelleri kırk yıl önce, Temmuz 1968'de,  siyasi yaşantısına Venezuella'daki Internacionalismo grubuyla girmiş RV adlı bir yoldaş ile bir yıl önce ufak bir tartışma grubu oluşturmuş unsurların ilk defa ilkelerini duyurmasıyla atıldı. Venezuella'daki Internacionalismo adlı grup ise 1945-1952 yılları arasında Gauche Communiste de France'ın kilit militanlarından olan Marc Chirik tarafından 1964'te kurulmuştu. Marc Chirik militan yaşama 1919'da, ilk önce Filistin Komünist Partisi'nde başlayarak, ardından Fransa Komünist Partisi'nde devam etmiş, sonrasında ise 1938'de Komünist Solun İtalyan Fraksiyonu'na katılmıştı.

Mayıs 1968 genel grevi süresince, tartış grubunun unsurları, İşçi Konseylerinin Kurluşu için Hareket imzalı çeşitli bildiriler yayınladılar ve başka unsurlarla tartışmalara girererek sonunda Eylül 1968'den beri Revolution Internationale'i yayınlayan grubu oluşturdular. Bu grup konseyci hareketin içerisindeki iki farklı grupla bağlantı kurdu ve tartışmaya başladı. Bunlardan bir tanesi l'Organisation conseilliste de Clermont-Ferrand (Clermont-Ferrand Konseyci Örgütü), diğeri ise Marsilya'da örgütlenmiş olan Cahiers du communism de conseils (Konsey Komünizmi Notları) idi.

En sonunda 1972'de bu üç grup bir araya gelerek EKA'nın Fransa şubesi olacak olan örgütü kurmak için birleştiler ve Revolution Internationale'in yeni dizisini çıkartmaya başladılar.

Bu grup, Internacionalismo ve Bilan'ın politikasını devam ettirerek 1968'den sonra ortaya çıkmış farklı gruplarla tartışmalara girişti; bu gruplar arasında en önde geleni ABD'deki Internationalism grubuydu. 1972'de Internationalist komünist solla bağlantılı olduğunu öne süren yirmi gruba bir mektup gönderdi ve bir iletişim ve enternasyonal tartışma ağı kurulması çağrısı yaptı. Revolution Internationale bu insiyatife sıcak yanıt verirken perspektifin uluslarararsı bir konferans örgütlemek olmasını önerdi. Konseyci harekete mensup olan öteki gruplar çağrıya olumlu yanıt verirken, İtalyan solunun geleneğini sahiplenen gruplar ya çağrıya kulak tıkadılar, ya da bu hareketi prematüre olarak değerlendirdiler.

Bu insiyatif temelinde 1973 ve 1974'te İngiltere ve Fransa'da ilk ikisi Solidarity'den, üçüncüsü de Troçkizm'den kopmuş olan üç grubun, World Revolution (Dünya Devrimi), Revolutionary Perspectives (Devrimci Bakışlar) ve Wokrers' Voice'un (İşçilerin Sesi) katıldığı çeşitli toplantılar düzenlendi.

Sonunda, tartışmalar dizisi Ocak 1975'te, aynı siyasi doğrultuya sahip grupların, yani Internacionalismo, Internationalism, Revolution Internationale, World Revolution Rivoluzione Internazionale (İtalya) ve Accion Proletaria'nın (İspanya) Enternasyonal Komünist Akım adı altında birleşme kararı aldığı bir konferans düzenlendi.

EKA bu komünist solun öteki gruplarıyla ilişki ve tartışma inşa etme politikasına devam etme kararı aldı. Bunun üzerine EKA 1977'de (Revolutionary Perspective ile birlikte) Oslo konferansına katıldı ve 1976'da Enternasyonalist Komünist Partisi'nin (Battaglia Comunista) insiyatifinde komünist solun gruplarının uluslararası bir konferansı örgütlenmesi çabasına olumlu yanıt verdi.

1977'de (Milan), 78'de (Paris) ve 80'de (Paris) gerçekleşen üç konferans kökenlerini komünist solda gören gruplarda büyüyen bir ilgi yarattı fakat Battaglia Comunista ve Communist Workers Organization (Komünist İşçiler Örgütü - İngiltere'de Revolutionary Perspectives ve Workers' Voice'un birleşimi sonucu kurulan örgüt) tarafından EKA'yı konferanslardan atmak kararı alınması bu çabanın sona erişini de beraberinde getirdi (bu konferanslara dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir). Bir bağlamda, (1984'te birlikte Uluslararası Devrimci Parti Bürosu'nu oluşturacak olan) Battaglia Comunista ve Komünist İşçiler Örgütü'nün, en azından EKA'ya karşı sekter bir biçimde kapanması, komünist sola proleteryanın Mayıs 68'de yükselişiyle gelen ilk atılımın duraksamaya girdiğini gösteriyordu.

Buna rağmen, işçi sınıfının son yirmi - otuz yıl içerisinde karşılaştığı zorluklara, özellikle Stalinist rejimlerin çöküşünün ardından ‘komünizmin ölümüne' dair yapılan ideolojik kampanyalara rağmen, dünya burjuvazisi işçi sınıfını yenmeyi daha başaramadı. Temelde EKA ve onun yanı sıra UDPB (UDPB'nun EKA'ya kıyasla daha az büyümüş olması temelde sekterliğine ve örgütsel inşasını sağlam yapmasını engelleyen siyasi oportünizmine bağlıdır denilebilir. Bu konuya dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir) tarafından temsil edilen komünist sol akımının hala görüşlerini korumuş olmasında ve şu anda sınıf mücadelelerinin 2003'ten beri yavaşça tekrar yükselmesiyle devrimci bir perspektife dönen unsurların büyük ilgisini deneyimlemesi bunu kanıtlar.

Fabianne                     

Révolution Internationale 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Tags: 

Mısır: Kitle Grevinin Tohumları

Bu yazı ilk kez Enternasyonal Komünist Akım'ın İngiltere'deki yayın organı World Revolution'ın 304. sayısında basılmıştır.


Senenin başında Mısır pek çok sektöre yayılan bir grevle sarsıldı: çimento fabrikalarında, kümes hayvanı çiftliklerinde, madenlerde, otobüs ve demiryollarında, sağlık sektmründe ve herşeyden önce dokuma sektöründeki işçiler hızda düşen gerçek maaşlara ve ödenek kesintilerine karşı bir dizi yasa dışı grev örgtlediler. Bu mücadelelerin militan ve spontene niteliğini, hareketi tetikleyen mücadelenin patlak verdiği Kahire'nin kuzeyindeki Malhalla al-Kubra'nın büyük Misr Eğirme ve Dokuma fabrikasına bakınca kolaylıkla görülebilir. Aşağıdaki alıntı Joel Beinin ve Hossam el-Hamalawy tarafından yazılıp Çevrimiçi Orta Doğu Raporu'nda ve libcom.org internet sitesinde yayınlanmıştır ve fabrikada çalışan Muhammed Attar ve Sayyid Habib adlı iki işçiyle yapılan röportahlara dayanmaktadır.

"Malhalla al-Kubra Misr Eğirme ve Dokuma fabrikasının 24,000 işçisi, 3 Mart 2006'da başbakan Ahmet Nazif'in yıllık ikramiyelerin sabit 100 Mısır lirasından (17$) iki aylık maaş ikramiyesine çevrildiğine dair yayınladığı kararnameyi görünce çok sevindiler. En son 1984'te yıllık ikramiyeler (75 liradan 100 liraya) artmıştı.

‘Kararnameyi okuduk ve fabrikade bilgiyi yaymaya başladık,' diyor Attar. ‘İronik olarak, hükümet yanlısı sendika yetkililerinin bile haberi kendi başarıları olarak sunmalarıydı'. Şöyle devam ediyor ‘Yıllık ikramiyelerin ödendiği Aralık ayı geldiğinde herkes tedirgindi. Kazıklandığımızı fark etmiştik. Bize sadece o eski 100 lirayı önermişlerdi. Daha doğrusu tam rakamı söylemek gerekirse 89 lira, çünkü vergi kesintilerini ihmal etmemişlerdi.'

Havada bir mücadele ruhu vardı. İki gün içinde işçiler protesto olarak maaşlarını reddetmeye başlamışlardı. Sonra, 7 Aralık'ta, sabah vardiyasından binlerce işçi Malhalla'nın Talat Harb meydanında fabrikanın girişinin karşısında toplanmaya başladılar. Çalışma hızı zaten yavaşlamaktaydı, ama üretim giyim üretiminde çalışan 3,000 kadın işçi çalışma yerlerini bırakıp, erkek iş arkadaşlarının hala çalışmakta olduğu eğirne ve dokuma bölümlerine gidene kadar durmadı. Kadın işçiler: ‘Erkekler nerede? Kadınlar burada!' sloganlarıyla içeri daldılar. Utanan erkek işçiler bunun üzerine greve katıldı.

10,000 civarı işçi, kendilerine verilen ikramiye sözleinin tutulması isteyerek ‘İki ay! İki ay!' diye haykırarak meydanda toplandılar. Karalara bürünmüş çevik kuvvet polisi fabrikanın ve şehrin etrafını sardı, fakat protestoyu bastırmak için harekete geçmedi. ‘Ne kadar kalabalık olduğumuzu görünce çok şaşırdılar', diyor Attar. ‘Akşama veya bir sonraki güne dağılmamızı umuyorlardı'. Güvenlik güçlerinden cesaret alan fabrika yönetimi 21 günlük ücret ikramiyesi teklif etti. Fakat Attar'ın gülerek hatırladığı üzere ‘Kadın işçiler neredeyse yönetimden pazarlık için gelen temsilciyi ikiye böleceklerdi'.

Sayyid Habib, akşam olduğunda erkek işçilein kadın işçileri eve gitmeye ikna etmekte çok zorlandığını söylüyor: ‘Kalmak ve burada uyumak istediler. Onları evlerine, ailelerinin yanına gidip sabah dönmeye ikna etmek saatler aldı'. Gülümseyen Attar ekliyor: ‘Kadın işçiler erkeklerden daha militandı. Güvenlik güçleri sürekli onları korkutmaya çalışıp tehditler savurdular ama onlar direndi'.

Sabah namazından önce, çevik kuvvet fabrikanın kapılarından içeri daldı. Attar ve Habib'in de içinde bulunduğu yetmiş işçi kendilerini fabrikaya kilitlemişlerdi. ‘Devlet güvenlik görevlileri bize az kişi olduğumuzu ve dışarı çıkmamızı söylediler' diyor Attar. ‘Ama içeride kaç kişi olduğumuzu bilmiyorlardı. Onlara yalan söyledik, içeride binlerce kişi olduğumuzu söyledik'. Attar ve Habib aceleyle yoldaşlarını uyandırdılar ve işçiler birlikte demir varillere vurarak yüksek ses çıkartmaya başladılar. ‘Şehirdeki herkesi uyandırdık. Cep telefonlarımızda kontör kalmayana kadar dışarıdaki ailelerimizi ve arkadaşlarımızı arayıp pencerelerini açıp güvenlik güçlerinin izlediklerini bilmelerini sağlamalarını istedik. Tanıdığımız bütün işçileri arayıp hemen fabrikaya gelmelerini söyledik.'

O arada polis fabrikanın suyunu ve elektriğini kesmişlerdi. Devlet görevlileri, şehir dışından gelen işçilere fabrikanın elektrik arızası nedeniyle kapandığını söylemek için tren istasyonlarına giditmişlerdi. Fakat oyunları sökmedi.

‘20,00'den fazla işçi geldi' diyor Attar. ‘Devasa bir gösteri yaptık ve patronlarımız için cenazeler sahneledil. Kadın işçiler bize yiyecek ve sigara getirdi ve eyleme katıldılar. Güvenlik müdahale etmeye cesaret edemedi. Yakındaki okullardan ilköğretim ve lise öğrencileri grevcileri desteklemek için sokaklara döküldü'. Fabrika işgalinin dördüncü gününde hükümet yetkilileri 45 günlük ikramiye önerip fabrikanın özelleşmeyeceği konusunda güvence verdiler. Grev durduruldu, hükümet kontrolündeki sendika federasyonu da Misr Eğrime ve Dokuma işçilerinin izinsiz eylemlerinin başarısından dolayı küçük düşmüş oldu." (https://libcom.org/library/egyptian-textile-workers-confront-new-economi...)

Mahalla'daki zafer, pek çok farklı sektördeki işçilerin mücadeleye girmelerine ilham verdi, ve hareketin şiddeti hafiflemiş değildi. Nisan ayında Mahalla işçileri ve devlet arasındaki çatışma tekrar yüzeye çıktı. İşçiler Kahire'ye, Genel Sendika Federasyonu'nun başıyla ücret talepleri pazarlık etmek (!) ve Mahalla fabrikası sendika komintesini Aralık grevi sırasında patronları desteklemekle suçlamak için büyük bir heyet gönderdiler. Devlet güvenlik güçlerinin buna cevabı fabrikayı kuşatma altına almaktı. Buna karşı işçiler greve çıktı ve Ghazl Shebeen and Kafr el-Dawwar adlı iki başka büyük dokuma fabrikası Mahalla'yla dayanışma içinde olduklarını bildirdi. Özellikle Kafr el-Dawwar işçilerinin bildirisi bir hayli ilginçti:

Kafr el-Dawwar İşçileri Ghazl el-Mahalla İşçileriyle Aynı Siperdedir!

Biz, Kafr el-Dawwar'ın dokuma işçileri, sizin, bizimkilerle aynı olan taleplerinizi almanız için sizinle tamamen desteklediğimizi bildiririz. Mahalla işçilerinin heyetinin Kahire'deki Genel Sendika Federasyonu merkezine gitmesini engelleyen güvenlik engellemesini şiddetle lanetliyoruz. Hareketinizi ‘saçmalık' olarak tanımlayan Said el-Gohari'nin Al-Masry Al-Youm'a yaptığı açıklamayı da lanetliyoruz. Size olanları endişeyle izliyor, ve dünden önceki gün giyim-üretim işçilerinin grevi ve ipek fabrikasındaki kısmi grevi desteklediğimizi ilan ediyoruz.

Bilmenizi istiyoruz ki biz Kafr el-Dawwar işçileri ve siz Mahalla işçileriyle aynı yolda yürüyoruz ve ortak bir düşmanımız var. Hareketinizi destekliyoruz çünkü bizim taleplerimizle sizinkiler aynı. Şubat'ın ilk haftasında grevimizin bitiminden beri, fabrika sendika komitemiz grevi başlatan taleplerimizi gerçekleştirmek için uğraşmadı. Fabrika sendika komitemiz çıkarlarımıza zarar verdi ... Sizin maaşlarda yenilik talebinize desteğimizi sunuyoruz. Biz de, sizin gibi, Emek Bakanı'nın taleplerimizi yerine getirip getirmeyeceğini görmek için Nisan sonunu bekliyoruz. Fakat Bakan'a umut bağlamıyoruz, çünkü ne onun ne de fabrika sendika komitesinin herhangi bir şey yaptıklarını görmeik. Taleplerimize ulaşmak için sadece kendimize güveneceğiz.

Dolayısıyla, şunların altını çizmek istiyoruz:

  1. Sizinle aynı gemide yol alıyoruz ve sizinle birlikte aynı yolculuğa devam edeceğiz.
  2. Sizin taleplerinizi tamamen desteklediğimizi ve eğer siz endüstriyel bir eylem yapmaya karar verirseniz, dayanışma eğlemi düzenlemeye hazır olduğumuzu bildiriyoruz.
  3. Suni İpek, El-Bedia Boya ve Misr Kimyasal işçilerini sizin mücadelenizden haber edeceğiz ve dayanışma cephesini yaymak için köprüler yaratacağız. Mücadele zamanlarında bütün işçiler kardeştir.
  4. Devlet sendikalarıyla savaşımızı kazanmak için geniş bir cephe açmamız gereklidir. Bu sendikaları yarın değil bugün devirmeliyiz". (https://egyworkers.blogspot.com/2007/04/blog-post_17.html)

Bu örnek bir bildirge çünkü meslek ve işyeri ayrımlarını aşan gerçek sınıf dayanışmasının temelini, aynı düşana karşı savaşan aynı sınıfın mensupları olma bilincini tamamen gösteriyor. Aynı zamanda devlet sendikalarına karşı mücadele etme ihtiyacına dair çok açık ve net.

Bu dönemde başka yerlerde de mücadele patlak verdi: Giza'daki çöp toplayıcıları şirket bürolarını ücretlerin ödenmemesini protesto etmek için bastılar; Monofiya'da 2,700 dokuma işçisi bir dokuma fabrikasını işgal etti; İskenderiye'de 4,000 tekstil işçisi yönetim bir önceki grevden ücretlerin ödenmesini engellemek isteyince ikinci kez göreve çıktı. Bunların hepsi de yasadışı, resmi olmayan grevlerdi.

Başka hareketi güç kallanarak bastırma denemeleri de oldu. Güvenlik polisi Nagas Hammadi, Helwan ve Mahalla'daki ‘Sendika ve İşçi Hizmetleri Merkezleri'ni kapattı veya kapatmakla tehdit etti. Bu merkezler "bir grev kültürü" yaratmakla suçlanıyordu.

Bu merkezlerin varlığı, açıkça yeni sendikalar kurma çabasına işaret ediyor. Kaçınılmaz olarak, işçilerin sadece açıkça işyeri polisi görevi gördüğü Mısır gibi bir ülkede, en militan işçiler, 1980-82'de Polonya'daki işçilerin yaptığı gibi sorunlarının çözümünün ‘bağımsız' sendikalar olduğu fikrine sıcak bakabilirler. Fakat grevin Mahalla'da örgütlenme biçiminden çok açık bir şekilde çıkan işçilerin meseleyi doğrudan kendi ellerine aldıklarında (doğal olarak yürüyüşler, devasa heyetler ve fabrika kapılarında toplantılar), gücü yeni bir sendika aygıtına verdiklerinden çok daha güçlü olduklarıdı gerçeğidir.

Mısır'da, kitle grevinin tohumları çoktan sadece işçilerin kitlesel ve kendilerinin yaptığı eylemlerinde değil, ama Kafr el-Dawwar işçilerinin bildirgesinde yansıyan sınıfsal bilinç düzeyinin yüksekliğinde de gözle görülebilir vaziyete gelmişlerdir.

Şu an itibariyle bu olaylar ve İsrail'de, rıhtım işçileri, kamu işçileri ve en son öğretmenlerin ücret artışı için yürüttüğü grevler, ve eğitim ücretlerinin artışı yüzünden gösterilerde polisle yüzleşen öğrencilerin mücadelesi, İran'da Bir Mayıs'ta resmi hükümet gösterilerini hükümet-karşıtı sloganlarıyla dağıtan veya yasak izinsiz eylemlere katılan ve ciddi polis baskısıyla karşılaşan binlerce işçinin mücadelesi gibi Orta Doğu'nun emperyalist bölünmelerinin farklı parçalarındaki diğer mücadeleler arasında bilinçli bir bağlantı mevcut değil. Fakat bu hareketlerin işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesiyle dikkat çeken doğal niteliği ayı kaynaktan, sermayenin işçi sınıfını bütün dünya sefalete sürüklemesinden geliyor. Bu bağlamda bu mücadeleler, milliyetçilik, din ve emperyalist savaş duvalarının karşısında işçi sınıfının gelecek enternasyonalist birliğinin tohumlarını taşıyor.

Obama...Yeni Patronla Tanışın: Eskisinin Aynısı

 

İngilizca basında Barack Obama'nın ABD başkanlığına seçilmesine dair bir hayli ciddi bir heyecan oluşmuş gibi gözüküyor. Çeşitli yorumcular bu durumun, Amerika'nın dört yıllık seçim sirklerinden bir diğerinin daha sonu olmaktan ziyade ABD içinde, hatta bütün dünyada çok ciddi bir değişimin simgesi olduğundan bahsediyor. Basının iddialarına göre, sekiz yıllık Bush Amerika'sından sonra ilk Siyahi başkanın seçilmesiyle gerçek bir dönüşüm olmuş, gerçekten radikal değişikliğe dair bir istek ifade edilmiş, bir söz verilmiştir.

Kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyor. Bariz bir biçimde gerçek de değil zaten.

Peki ABD'deki yeni rejimden ne bekleyebiliriz? Öncelikle dış politikaya bakalım. Tabii ki ABD'de Bill Clinton'ın son Demokrat hükümetine bir göz atabiliriz. Bu düşmanlarının üzerine neredeyse ayrımsızca füzeler yağdıran bir hükümetti. Sudan'da tıbbi ürünler üreten fabrikalardan Irak'taki yaşam alanlarına ve Afganistan'a atılan birkaç bombayı unutmak mümkün değil. Tabi ayrıca o dönem insancıl bombardıman olarak nitelendirilen, eski-Yugoslavya'ya yapılan iki hava bombardımanı operyasyonunu da es geçemeyiz. Ayrıca Irak'a karşı yaptırımları uygulamaya devam ederek UNICEF'e göre 500,000 Iraklı çocuğun ölümüne neden olduğunu ve de Bush'un terör kampanyasının ideolojik temelini ilk ortaya atan kişi olduğunu da unutmamak gerekli. 'Devlet destekli terörizm' ve 'haydut devlet' ibrelerini ilk kullanan Clinton'dı. Tabii bir de Haiti'nin işgal edilmiş olması gibi ufak bir mesele var... Fakat Obama'yı partisinin hükümetteki geçmiş faaliyetleri çerçevesinde yargılamak zorunda değiliz. Adamın kendi sözlerine bakmak yeterli olacaktır. Nisan 2007'de, ilk önemli dış politika konuşmasında, Obama "21. yüzyılın ordusunu kurarak yönetmeliyiz... Kara kuvvetlerimizin Orduya 65,000 kişinin, Deniz Piyadelerine ise 27,000 kişinin eklenmesi ile genişletilmesini şiddetli bir biçimde destekliyorum" demişti. Bu 100,000 yeni askeri Obama'nın neden istediğini merak ediyoruz ister istemez... Tabii Fox Haber kanalında geçen ay İran'ı bombalanması ihtimali tartışılırken Obama "askeri seçeneği asla masadan kaldırmayacağını" söylemişti. Ayrıca Başkan Bush'un Obama'ya göre " 'iyi bir savaş' savaşarak doğru tepki verdiği" Afganistan'a 10,000 yeni asker göndermek istiyor. Bu "iyi savaşta" 20,000 ile 60,000 arası sivilin öldüğünü hatırlatmamıza pek gerek yok. Ayrıca Obama Pakistan'ın "terörizme karşı savaşta... doğru savaşalanı" olduğunu söylüyor ve Pakistan'a saldıracağına dair tehditler savuruyor.

Dürüst olmak gerekirse bu onu Vietnam'a giren Kennedy ve Johnson ile Somali, Kosova ve Irak'taki Clinton'a kadarki Demokrat geleneğinin tam merkezine oturtuyor.

Peki Obama ABD işçi sınıfına ne öneriyor? Seçim kampanyasına dair net olan şeylerden bir tanesi, arkaplanda derinleşen krize rağmen iki başkanlık adayının da krizle nasıl başa çıkılacağına dair önerecek bir şey önermemiş olmalarıydı. Bunun nedeni ise ikisinin de önerecek cevapları olmamasıydı. Zaten önerilebilecek bir cevap da yok. Politikacıların yapmayı umabilecekleri tek şey idareli davranma lafları altında işçi sınıfının yaşam koşullarına saldırmak. Krizin ilk kuralı hakim sınıfın onun bedelini işçi sınıfına ödetmeye çalışacak olmasıdır. 'İşçi hakları'na dair bütün laflarına rağmen Obama insanlara "idareli geçinmelerini" söylemek, "tutumluluk" politikaları uygulamak, yani işçi sınıfının yaşam koşullarına ve maaşlarına saldırmak durumunda kalacak. Farklı partilerin ekonomik programlarının sonuçları arasında bir fark olamaz. Hatta ekonomik programlar arasında da bir fark olduğunu söylemek mümkün değil.

Sonuçta Obama'nın önerdiği dışarıda daha fazla savaş, içeride işçi sınıfına karşı daha fazla saldırı. Herşey tamamen aynı kalabilmek için tamamen 'değişmeli'. Yeni patronla tanışın: eskisinin aynısı.

Sabri

Pakistan ve Bhutto suikasti

Benazir Bhutto suikastinden iki hafta sonra, devlet başkanı Müşerref "Pakistan parçalanma sınırında değildir" dedi. Pakistan'ı sekiz yıl boyunca askeri bir diktatör olarak yönettiktn sonra bir anda medeni bir başkanına dönüşen Müşerref, ülkenin parçalanması ihtimaliyle ilgili yorum yapıyordu. Soruyu ‘hayır' diye yanıtlasa da, bize "Pakistan Lübnan değildir" dese de ve BM'nin suikastı incelemesine ihtiyaç duymasa da, yine de ülkenin parçalanması ve Lübnanlaşması ihtimali devlet başkanı tarafından ortaya atıldı.

Suikast, kim gerçekleştirmiş olursa olsun, açık bir şekilde hakim sınıfın siyasetini nasıl yürüttüğünü ve farklılıkları nasıl çözdüğünün bir örneği. Fakat, bu olay bu kadar dramatik koşullar altında gerçekleşmeseydi ve kurbanlarının temeli toplum geneli ve özellikle işçi sınıfı olacak bir karmaşa ortamına yol açmasaydı, burjuvazi için sadece ikincil bir mesele olacaktı.

Daha önce İngiltere'de doksanlarda Major hükümetimde Devlet Savunma Sekreteri olarak görev yapmış İngiliz politikacı ve yorumcu Michael Portillo'nun, cinayeti Pakistan'da Batı'nın politikalarını suikaste uğraması olarak niteleyen yorumu da bir o kadar dramatikti. Peki kimdi bu istikrarlı, ılımlı, demokratik ve "teröre karşı savaş"ta güvenebilir bilir bir Pakistan umudu olarak nitelendirilen kişi? Sindh'li Bhutto feodal hanedanlığının başı ve dolayısıyla Pakistan Halp Partisi'nin lideri, görevi sürdürdüğü iki dönem başarısızlık ve skandallarla son bulan bir eski bir başbakan, ülkeye sadece yolsuzluk suçu affedilince geri dönebilen birisinin demokrasinin kurtarıcısı olması pek muhtemel değildi. Fakat PHP seçimleri kazanacak gibi gözüküyordu ve ABD ve İngiltere onun Müşerref'in zayıflayan otoritesini destekleyeceğini ve batı yanlısı hükümete demokratik bir yüz vereceğini umuyorlardı. Suikastin sonrasında PHP taraftarları bulabildikleri herşeyi yapmaya başladılar, öte yandan sayıları son üç ayda yirmiye intahar bombalamaları da durmadan devam etmekteydi. PHP bu ay ertelenen seçimlerde sempati oyu alabilecek olsa da, parti Benazir Bhutto olmadan oynaması gereken rolü oynayacak sağlamlığa sahip değil ve onun ondokuz yaşındaki oğlu Bilawal'ı başkanlığa, hükümete yatırım bakanlığı yaptığı zamandan kalan takma adıyla "Bay Yüzde On" olarak bilinen Bhutto'nun dul eşi Zadari'yi de başkan vekilliğine getirmekle yetinmek zorunda galdılar. Öteki prestijli muhalefet lideri Pakistan Müslüman Birliği'nden Nawaz Şerif ise Müşerref'le çalışmayacağını açıkladı ve şu anda ABD ile yakın ilişkilere karşı bir kampanya yürütüyor.

Pakistan hiçbir zaman tutarlı bir devlet oluşturamadı

1947'de kurulan Pakistan, Punjabiler, Sindhler, Pakthunlar, Baloch ve Mohajir gibi etnik ve kabilesel rekabetlerinin sadece İslam dininin birleştirdiği bir mozaiğidir. Pakistan devleti hiçbir zaman bu topluluğu gerçekten kontrol etmeyi başaramadı. Federal olarak yönetilen ve mahremiyetlerinin tecavüz edilmesine hiç tahammülleri olmayan kabilelerin kendi cephaneliklerinin bulunduğu kabile alanları, İngiliz yönetiminden beri girilmez nitelikteler. Hatta ordu 2001'de kabile alanlarına girmeye cürret edene kadar, Müşerref en az miktarda da olsa istikrar sağlamak için farklı İslamcı partiler arasında bir antlaşma sağlamaya sağlamaya çalışmıştı: "İslamabad'da bizi desteklerseniz ve kendi bölgelerinizi yönetmekte özgür olursunuz". İstihbarat teşkilatlarıyla İslamcılar arasında net bir çizgi çemek çok zor. Pakistan İstihbarat Teşkilatı (Inter Services Intelligence - ISI) Taliban'ı, Afganistan'da iktidarı alana kadar eğitmiş ve silahlandırmıştı ve şu anda Taliban'la, hatta El Kaide'yle bağları olduğunu varsaymak için her türlü nedene sahibiz.

SSCB 1979'da Afganistan'ı işgal etmeden önce bile, ABD Rusları kanlı bir savaşa çekmek için karşı bir dizi "özgürlük savaşçısı"nı silahlandırmış ve kullanmıştı. Pakistan, ABD'nin emellerinde, o dönemin yanında allahın yanı sıra ABD'nin verdiği Stinger füzeleri de olan (!) Taliban'a ve diğer "özgürlük savaşçıları"na gönderilen para ve silahlar Pakistan istihbarat teşkilatının elinden (kârlı bir biçimde) geçtiği için, önemli bir rol oynadı. SSCB'nin çöküşünün ardından, ABD'nin Afganistan'a pek ilgisi kalmamıştı, fakat 11 Eylül saldırılarından sonra durum radikal olarak değişti ve ABD eski müttefikleri Taliban ve El Kaide'yi avlamaya girişti. Pakistan kendisini imkansız bir durumda bulmuştu. Bir yandan Amerika'nın itibarına ve ordusuna bağlılığı yüzünden İslamcı müttefiklerine karşı dönmek durumda kalmıştı, fakat öte yandan Hindistan'a karşı verdiği bitmeyen savaşta İslamcıları kullanmaya devam etmeye çalışmaktaydı. Pakistan'ın Taliban'la iyi ilişkileri vardı ve Afganistan'a Hindistan'la arasındaki Kaşmir üzerine anlaşmazlıkta elini güçlendirmek için ihtiyacı vardı. Fakat Pakistan, Amerikan işgal planı için hayati önemdeydi ve neticede ABD'yle işbirliğinden başka çare kalmammıştı: Pakistan ordusu elli yıldır ayak basmadığı kabile alanlarına, orada faaliyet gösteren El Kaide'ye karşı savaşmak için girmek zorunda kalmıştı. ABD, Afganistan ve Irak'taki askeri zaferlerinin ardından yüksekten uçarken durum yeterince kötüydü, fakat Amerika iki ülkede de bataklığa saplanınca düşmanları ve rakipleri daha cürretkar bir hale büründüler. Pakistan ve Müşerref ise kendilerini düşen bir süpergüce zincirlenmiş, rahatsız bir konumda buldular. Kabile alanlarında huzursuzluk iyice artmış, çatışmalar Kuzeybatı sınırından turistik bir bölge olan Swat bölgesine yayılmış, 2007 senesinde pek çok kez askerler İslamcılara tek kurşun atmadan teslim olarak Müşerref'i utandırmışlardı. Muhalefet de taban bulmuş, Müşerref'i ordunun başından çekilmeye zorlamış ve olağanüstü hal ilan edilmiş olmasına ve yüksek mahkemenin itirazlarına  muhalefet liderlerinin ülkeye dönmesine izin verilmesini sağlamıştı.

Suikastten sonra Pakistan'da pek çok kişi cinayet emrinin istihbarat teşkilatı hatta Müşerref'in kendisi tarafından verildiğine dair şüphe duydu. Fakat Müşerref'in Bhutto'nun ölümünden nasıl bir çıkar sağladığını görmek zor. Bhutto Pakistan'a Müşerref'in bir rakibinden ziyade bir müttefiki olarak dönmüştü: ikisi de aynı Amerikan yanlısı dış politikayı savunuyorlardı, ve Müşerref İslamcıların desteğini kullansa da herşeyden önce Pakistan'ın sonunun Taliban gibi olmamasını isteyen bir pragmatistti. Müşerref'in bir nebze iç istikrar sağlamak ve ülkenin "demokratik" bir yol izleyeceğine dair ABD'ye güvence vermek muzaffer bir başkan adayı olsa bile Bhutto'ya ihtiyacı vardı.

Öte yandan suikastin, Bhutto'ya hem siyasi nedenlerle hem de onu Afganistan'a kazançlı bir şekilde uyuşturucu ve silah sokma işlerine bir tehdit olarak gördükleri için karşı olan Pakistan istihbaratının Taliban'a yakın unsurlarının işi olması kesinlikle mümkün gözüküyor.

Kesin olarak emin olabileceğimiz tek şey ise Bhutto'nun suikastinin Pakistan'ın hakim sınıfını son istikrar umutlarından birinden mahrum bıraktığı. Bhutto'nun yerine, on dokuz yaşında bir oğlanın sadece onun hanedanlığının varisi olduğu için geçeceği gerçeği durumun ne kadar dengesiz olduğunu ve hakim sınıfın ne kadar az gücünün kaldığını gösteriyor ve Bilawal'ın partisinin üyeleri arasında bu duruma şiddetle karşı çıkanlar olması gerçeği bile PHP'nin parçalanması ihtimalini açıyor. Pek çok ikincil ülke gibi Pakistan'da tek birleştirici güç ordu ve istihbarat örgütü. Eğer bu kurumlar birbirlerini yemeye başlarsa ülke nüfusunun geleceği - parçalanan hakim sınıfın farklı kesimlerinin kullandığı artan şiddetli etnik çatışmalar - hiç de iç açıcı değil.

 

Saatli nükleer bomba

Fakat karanlık gelecek bu kadarla sınırlı kalmıyor. Pakistan, ABD ve bölgedeki İran gibi rakipleri arasındaki, Hindistan ve Çin arasındaki, Rusya ve ABD arasındaki gibi devasa emperyalist gerilimlerin kalbinde bulunuyor ve Pakistan'ın artan zayıfığı ve istikrarsızlığı bütün bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmekten başka bir sonuç getiremez. Pakistan, kendisinden daha büyük olan komşusu Hindistan'la Kaşmir için verdiği ve üç savaşa neden olmuş altmış yıllık bir çatışma devam ediyor. Fakat Çin de, rakibi Hindistan'ın, 1990'da Hindistan'ın ağırlığını dengelemesi için nükleer klübe girmesini sağladığı (ve dolayısıyla 2004'te yeni bir Kaşmir krizi patlak verdiğinde karşı karşıya gelen iki ülkenin de nükleer güçler olmasını sağalayan) müttefiki Pakistan'ın düşüşünden elde edeceği kazançlara seyirci kalamaz. ABD bu çatışmadan hiçbir şey elde etmiyor ve sadece 2004'te yaptığı gibi bunu sınırlamak isteyecektir. Güneydoğu Asya'ya gelirsek, onların çıkarları, Amerika'yla nükleer güç üzerine yaptığı yeni antlaşmalarla Çin'in gücünü kısıtlamak isteyen Hindistan'ınkilerle paralel. Öte yandan şu ana kadar Müşerref'i, bir istikrar gücü olarak destekleyen ABD, Afganistan'daki macerasına ikmal yolları sağlamak için Pakistan'a ihtiyacı var ve Hindistan burjuvazisini hayal kırıklığına uğratarak Pakistan'ı terörist olarak değil terörizme karşı bir müttefik olarak görüyor. Tabii ki Pakistan da, tıpkı ABD, İngiltere ve bütün diğer emperyalizm gibi, yeri geldiğinde, eğer çıkarlarına hizmet ediyorsa terörist faaliyetlerden kaçınmıyor, çıkarlarına karşı olduğunda ise terörizme karşı çıkıyor. Öte yandan, Pakistan'daki istikrarsızlık, Orta Doğu'daki İslamcı grupları tıpkı ABD'nin zorluklarının Müşerref'i zayıflatığ El Kaide'yi ve intahar bombası saldırılarını cesaretlendirdiği gibi cesaretlendiriyor. 

Şu anda ABD Pakistan'ın bir müttefik olarak yetersizliğini nasıl telafi edebileceği sorununa odaklanmış durumda. Batı Pakistan'da El Kaide'ye karşı asker göndermelerini ve hatta kabile liderleriyle doğrudan pazarlık yapmalarını sağlayacak bir antlaşma yaptılar. Müşerref, buna gerek olmadığını ve ABD'nin ulusal bağımsızlığı çiğnemenin bedelini ödeyeciğini söylüyor olabilir, ama antlaşma çoktan imzalandı ve son delillere göre Pakistan ordusu'nun bu konuda ne yapabileceğini kestirmek güç. ABD başkan adayı Barack Obama daha da ileri gitti ve El Kaide kamplarının Pakistan'ın rızasından bağımsız olarak bombalanmasını önerdi. Benzer bir şekilde, ABD şimdi Pakistan'a yardım etmesi için yerine getirilmesi gerekn için koşullar koydu: askeri harcamaları finanse etmeleri Pakistan'ın teröre karşı performansına bağlı olacak.

Başka bir temel endişe ise Pakistan gibi dengesiz bir devletin elinde nükleer silahların bulunmasının yarattığı tehliklerle ilgili. Tabii ki, 20. yüzyıl tarihinin tamamının gösterdiği hiç bir burjuvazinin ellerini bizi emperyalist savaştan ve ellerindeki herhangi bir silahtan koruyacağı konusunda güvenemeyiz ve "Pakistan çoktan kendisinden güçlü bir düşmana karşı nükleer silahlar kullanmaya hazır olduğunu belirtti". (The Guardian 23/5/02). Fakat daha acil bir tehlikeye, Uluslararası Atom Enerji Ajansı'ndan Muhammed El Bardei parmak basıyor ve bu nükleer silahların "Pakistan ve Afganistan'daki aşırıcı grupların eline düşmesi" tehlikesi. El Bardei "30 veya 40 nükleer silaha sahip bir devlette bir karması ve aşırılık sistemi kurulmasından korkuyorum" diyor. Bir başka Amerikan başkan adayı Hillary Clinton  Pakistan'ı, ABD ve belki İngiltere ile birlikte bu silahların sorumluluğunu taşımaya çağırdı. 

Bu arada, sefalet toplumun üzerine yığılıyor. Pakistan hala bir milyondan fazla Afgan mültecinin "evi", 2005 Kaşmir depreminden iki yıl sonra 400,000 kişi hala düzgün barınak olmaksızın yeni bir kışa hazırlanıyor, 600 okul hala inşaa edilmedi, nüfusun çatışmaların kurbanı olduğu bölgelere hergün bir yenisi ekleniyor ve en ‘istikrarlı' şehirlerde bile insanlar çete savaşının ve intahar saldırılarıyla yüzyüze.

Bhutto güya Pakistan'a umut ve demokrasi getirecekti: onun suikasti ve onun ardından gelen olaylar demokratik ve barışçıl bir Pakistan gerçek bir ihtimal olsa da - ki değil, bunun toplumun acılarına son verecemeyeceğini gösterdi. Bunu sadece komünist devrim yapabilir.

Polemik: Boykot Sorunun Çözümü mü, Bir Parçası mı?

 

 

Bu yazının yazılmasının temel sebebi Sanal Molotof adlı tartışma forumunda ortaya konan eleştirilere ve sorulara bir yanıt arama çabasıdır. Yakın zamanda kot taşlama işçilerinin hayatını tehdit eden ölümcül çalışma koşullarına karşı girişilen bu boykot eylemi, "kot taşlama" adlı bir grup tarafından başlatılmıştır. Sanal Molotof adlı internet forumunda tartışmaya yol açan da işte bu grubun kaleme aldığı bir bildiriydi. Bildiride genel olarak devletin işçilerin çalışma koşullarına kayıtsızlığından, dayanışmanın gerekliliğinden bahsediliyordu. Ancak yerimiz dar olduğu için bildirinin sadece son bölümünü yayınlayabiliyoruz. Bu bölümde, işçilerin yaşam standardını düzeltmek için boykotun bir çözüm olduğunu şu sözlerle savunmaktaydı:

                                                             
"Eğer bunu (boykotu) başarabilirsek; Hem bu katillere yaptıklarının bedelinin bir kısmını ödetmiş olacağız, hem de bir daha böyle bir şey yapacak olanlar bir kere değil bin kere daha düşünmek zorunda kalacak."


Bu tartışmaya müdahil olan, bizim militanlarımızın da içerisinde bulunduğu bir eğilim ise temel olarak solun belli bir kesiminin bu boykot çağrısının kapitalist pazar içerisinde kalınarak, işçilerin belli bir kesiminin yaşam standartlarının demokratik yöntemler ile düzeltilebileceği yanılsamasını nasıl da yaydığını ifşa etmeye çalışmıştır. Tartışmaya katılan bütün bireyler bu konudaki insani duyarlılıklar temelinde bir şeyler yapma ihtiyacını açıkça ortaya koymuştur. Fakat bize göre tartışmada asıl eksik bulunan birkaç nokta bulunmaktadır. Bu yüzden bu yazı söz konusu tartışmanın yürütüldüğü proleter politik çevreye bir müdahale olarak kaleme alınmıştır ve her türlü yoldaşça eleştiriye sonuna kadar açıktır.

                                                                                      
Kapitalizmde boykotun tarihine kısa bir bakış


Boykot fikrinin belli bir kapitalist pazar ilişkisini ön gördüğü açıktır. Tarihsel olarak boykot eyleminin kökeni 1880'lerde İrlanda'da toprak kiralayan köylülerin oluşturduğu "Toprak Ligası" tarafından, toprak sahibinin aracısı Charles Boykott'a karşı geliştirilmiştir. Kiracı köylüler şiddetten arınmış bir eylem yapmak için işi boykot etmişler ve sonunda hasat çok yüksek bir maliyet ile toplanabilmiştir. Ne var ki bu ilk boykot eylemi boykot mücadelesine temel karakterini veren biçimi oluşturmamaktadır. Esasen boykot sınıf karakteri taşıyan bir eylem türü değildir ve toplumdaki her hangi bir sınıf tarafından kullanılabilir. Dolayısıyla Boykot'un ilk tarihsel kökeninde feodal ilişkilere karşı girişilen bir mücadelenin olması şaşırtıcı değildir. Boykot eylemi esasen pazar ilişkilerinin etrafında örüldüğü ideolojik çerçeve üzerinden kendi meşruiyetini kurar. Dolayısıyla her zaman meta ilişkisinin ve paranın varlığının bir olumlaması bu eylem tarzının temelinde yatmaktadır. Dolayısıyla boykot çağrısı yapan çeşitli burjuva eğilimleri, insanların sınıfına seslenmez ya da sınıf ayrımlarına işaret etmez. Bu çağrıların temel olarak seslendiği, para sahibi olan yalıtılmış bireylerin kapitalist toplum içerisinde "tek özgür ilişki" alanları olduğu var sayılan alış veriş ilişkisinde başka bir şey tüketmeleridir.

 
Elbette kapitalist meta ilişkilerinin dünyaya yeni yayıldığı kapitalizmin gelişme çağında boykotlar, genellikle ikiyüzlüce gibi görünseler de eski üretim biçimlerinin kalıntılarını silmek için toplumsal bir destek kazanma çabasının işaretlerini taşımışlardır. Örneğin Amerikan İç Savaşında, köleciliği savunan Güneye karşı, Kuzeyliler'in ücretli işin geçerli olduğu bir ortamda uyguladıkları boykot bir anlamda ilerici gözükebilir (ne var ki Kuzeyin köleciliğe karşı net ve tutarlı bir tutumu savaş esnasında bile almadığı, bunu sadece bir propaganda aracı olarak kullandığını belirtmek gerekiyor). Dolayısıyla savaş kapitalizmin gelişme döneminde bile genel olarak devletler arasındaki savaşta bir silah olarak kullanılmıştır.

İşçi Sınıfına mı Yoksa Burjuva Vicdanlara mı Güvenmeli?


Kapitalizmin çöküş dönemine gelindiğinde ise, bütün burjuva fraksiyonlarının emperyalist bir karakter kazanmasıyla ve işçi sınıfına savaştan ve ölümden başka bir şey önerememesiyle birlikte, boykot eylemi de, bütün sınıf karakteri belirsiz eylem türleri gibi, burjuvazinin milliyetçi ideolojilerine kolayca eklemlenmiştir. Örneğin İsrail mallarını boykot eden İslamcılar açısından, hem İsrail işçi sınıfına hem de (ve özellikle) Arap ülkelerindeki işçi sınıfına yönelmiş İslamcı terör meşrudur. Aynı şekilde Türkiye'nin Abdullah Öcalan'ın iadesi için İtalya'ya karşı yürüttüğü boykot eyleminde, Türkiye'nin yürüttüğü terör ve savaş belli ki meşru sayılmıştır.  Dolayısıyla açıkça işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan bütün boykot eylemlerinin karşı-devrimci olduğu barizdir. Kapitalizmin bütün dünya pazarını ele geçirdiği ve emperyalist yıkım yoluyla bunu sürekli yeniden paylaşmaya çalıştığı günümüzde boykot, milliyetçi ideolojinin ahlakçı bir ayak oyununa dönüşmüştür ve bir taktik olarak kitleselleştiği her durumda bu açıkça görülmektedir. Bu noktadan sonra solcuların önerdiği ve örgütlediği boykot eylemlerini ve bunların işçi sınıfına hizmet edip etmediğini kısaca inceleyebiliriz. Ne var ki bu tarz boykotlarda da durum çok farklı değildir. Tarihsel bir örnek olarak, EKS'nin bir militanının da dahil olmuş olduğu 80'lerin sonunda bir yıl süren Times gazetesi matbaası işçilerinin mücadelesi oldukça çarpıcıdır. Bütün matbaa işçilerinin yaşam standartlarına yönelik bir saldırının gerçekleştiği ve yine bütün sektörün dahil olduğu bu mücadele sürecinde, sendika Times gazetesine yönelik bir boykot örgütleyerek işçileri sadece mücadelenin pasif izleyicilerine çevirmekle kalmamış, genel bir işçi dayanışmasının da önüne geçmiştir. Sendikanın bu manevrasının sonucu yenilgi olmuştur. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, doğası gereği izole olmuş bireyleri varsayan boykot eylemi, kazanmak için mücadelesini genişletmesi ve sektörler ötesi kolektif bir nitelik kazanması gereken işçi sınıfı mücadelesine hiç uygun değildir. Bunu desteklemek için işçi hareketi tarihinde sendikaların yaptığı sayısız boykot çağrısı manevrası bulunabilir. Sanal Molotof mesaj panosunda tartışmaya müdahale eden n.c.m.'nin de net bir biçimde işaret ettiği gibi, kapitalist krizin derinliği göz önüne alındığında her hangi bir kısmi boykotun başarılı olması durumu bile, sermayenin başka işçilerin üzerinde daha da hoyratça sömürüsü anlamına gelmektedir. Sınıf hareketinin tarihine, boykotun işçiler lehine kullanıldığı bir örnek aramak için daha da titiz bir şekilde baktığımızda ise, 1. Dünya Savaşı'nı takiben oluşan dünya devrimci dalgasının son çırpınışı, Şangay proletaryasının 1925'te gerçekleştirdiği kitle grevi gözümüze çarpmaktadır. Stalin'in Çin milliyetçiliğiyle geleceği parlak bürokrat Mao aracılığıyla kurduğu ittifakın işçi sınıfını tam olarak ezmesinden iki yıl sonra gerçekleşen Şangay kitle grevi, içerisinde bir sovyetin nüvelerini de taşıması nedeniyle ayrıca önemlidir. Bu grev, 1925'in Mayıs ayında İngiliz sermayesinin yönetimi altındaki bir fabrikadaki bir greve, burjuvazinin bir işçiyi öldürerek karşılık vermesiyle başlamıştır. Kısa bir sürede, her elli işçinin bir temsilciyle katıldığı grev komitesi biçiminde bir Sovyet embriyonu oluşmuş ve işçilerin sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçlarının sağlanması bu komite tarafından yürütülmüştür. Aynı zamanda işçiler İngiliz mallarına aktif bir boykot da uygulamıştır. Ama bu boykot 250.000 işçinin katıldığı bir kitle grevi içerisinde, sermaye düzenini titreten bir süreçte gerçekleşmiştir.
Soruna bu noktada geri dönebiliriz. Burjuvazinin sol kanadının riyakar liderleri, modernistler ve ahlakçılar işçi sınıfını bir özne olarak görmeyebilirler. Gerçekten de, burjuva düzeninin bu cin fikirli reformcularına göre, işçi sınıfı yoktur. Sadece tüketim dışına itilmiş, aşırı bir sefalet içerisinde yaşayan marjinal bir grup ile vicdanlı tüketiciler vardır. Onların da kurtarılması gerekmektedir v.s. Biz komünistlere göre ise işçi sınıfının eylemi, bugün burjuva medyasının da açıkça veryansın ettiği kapitalist toplumun çöküşünün karşısında insanlığın tek alternatifidir. Çöküş içerisinde debelenen, artı değeri askeri ve militarist maceralarda heba eden, ekolojik yıkıma doğru tam hız ilerleyen, gelişmiş ülkelerde işsizliği, "geri" ülkelerde ise sonu ölümle biten kölece bir çalışma düzenini milyarlarca insana dayatan burjuva toplumundan, insanlığın sorunlarına akılcı ve vicdanlı çözümler sunabilmesini beklemek en iyi ihtimalle çocukça bir rüyadır. Bu durumda işçi sınıfının içinde bulunduğu tarihsel durumu göz önüne alan daha radikal çözümlere yönelmesi gerekliliği net bir şekilde görülüyor. Bunun imkansızlığından dem vuran bütün bir burjuva akademikleri, modernistleri, solcuları ve ideologları karşısında ise komünistlerin görevi, işçi sınıfının radikal devrimci eyleminin hala olanaklı olduğunu vurgulamaktır. Komünistler, işçi sınıfının tek tek sektörlerden oluşmayan enternasyonal bir bütün olduğunu, ancak sendikaların ve sol kanat burjuva partilerinin kontrolü dışındaki grevlerin bu radikal dönüşümün yolu olduğunu vurgulamak zorundadırlar. Çünkü ancak böylesi grevler içerisinde sektörel, cinsel ve etnik ayrımların ötesine geçilip, kurulan genel asamblelerde bir bütün olarak işçi sınıfını kapsamaya aday bir iktidarın tohumları yeşerebilir. Çöküş içerisindeki kapitalist toplumda işçilerin mücadele yöntemi, geçmiş devrimlerin ışığında gördüğümüz gibi, bağımsız ve kendiliğinden grevler, kitle grevleri ve işçi konseyleridir. Bunun imkansız olduğunu savunan her tür yaklaşım ise işçi sınıfının tarihsel gücüne karşı bir güvensizliği barındıran ideolojik yaklaşımlardır. Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde gerçekleşen grev ve mücadeleler ise bunun canlı işaretidir.


Temel & Sabri 

Tags: 

RUSYA’DAN KRAS’IN GÜRCİSTAN’DAKİ SAVAŞA DAİR BİLDİRİSİ

Enternasyonal Komünist Akım'ın Önsözü

Burada Gürcistan'daki çatışmaların başından itibaren 2008 Yaz ayında çoğunlukla Rusya'da faal olan KRAS aldı, anarko-sendikalist hareketin içerisindeki ufak bir grubun dağıttığı bir bildiriyi yayınlıyoruz. Örgütlerimiz arasında çeşitli konularda farklılıklar olsa da, EKA ile KRAS arasında yoldaşça bir ilişki mevcut ve bu ilişki ortaklaştığımız enternasyonalist ilkelerden kaynaklanıyor. Okuyucunun göreceği gibi bu bildiri, KRAS'ın özellikle Çeçenistan'daki savaşa dair daha önceki bildirileri gibi, KRAS'ın savunduğu enternasyonalist ilkelerin net bir örneği:

  • Farklı ulusal hükümetlerin, özellikle büyük güçlerin tümüyle kapitalist ve emperyalist amaçlarının ve yapmacı doğalarının lanetlenmesi
  • Bu kapitalist ve emperyalist savaşta taraflardan hiçbirine hiçbir destek verilmemiş olması
  • Savaş halindaki ülkelerin işçilerine sınırların ötesindeki sınıf kardeşleriyle sınıf dayanışmasına girme ve kendi sömürücülerine karşı mücadeleye girişme çağrısı yapılıyor olması

İşte bu nedenlerden dolayı bu bildirinin temel kısımlarını tamamen desteklemekteyiz.

Öte yandan eklemek istediğimiz bir nokta, bildirinin sonunda askerlere hitaben yazılmış sloganlar (komutanların emirlerine itaatsizlik, silahları onlara çevirmek vb.), tarihsel açıdan tamamen doğru olmakla beraber (1917 Rus Devrimi'nde ve 1918 Alman Devrimi'nde uygulanmışlardır), bu sloganların anlık olarak uygulanabilecek bir ihtimal olmaması, çünkü ne bölgede ne de uluslararası düzeyde işçi sınıfı mücadelesi yeterli bir kuvvete ve olgunluğa erişmiş durumda. Günümüz koşullarında, böyle bir tavır askerlerin ifşa olmasına yol açar ve sınıf kardeşlerinin dayanışmasına sırtlarını yaslamaları mümkün olmayacağı için onları en korkunç baskılara maruz bırakır.

Bununla beraber, KRAS'tan yoldaşları enternasyonalizmi uzlaşmaz bir biçimde savundukları için ve birkaç yıldır özellikle zor koşullarda, polis baskısına ve onlarca yıl boyunca hüküm süren Stalinist karşı-devrimin bir sonucu olarak Rusya'daki işçilerin sırtında ağırlığını hissteren yanılsamalara, özellikle milliyetçi yanılsamalara karşı siyasi ceasaretleri için selamlıyoruz.

EKA

(Orijinal Türkçe çeviri www.internationala.org sitesinden alınmıştır, ufak bir düzeltiyle yayınlanmaktadır -EKS)


YENİ KAFKAS SAVAŞINA HAYIR!

Gürcistan ve Güney Osetya arasındaki askeri etkinliklerin patlak vermesi bir taraftan NATO tarafından desteklenen Gürcistan diğer taraftan ise Rus devleti arasında büyük ölçekte bir savaşın çıkması tehdidini oluşturmuştur. Şimdiye kadar çoğunluğu barışçıl kent sakini olmak üzere binlerce insan katledildi ve yaralandı. Şehirler ve yerleşim yerleri yerlebir edilerek yok edildi. Toplum milliyetçi ve şovenist bir histerinin pis sularında akıntıya kapılmış durumdadır.

Devletler arasında her zaman ve her yerde yaşanan çatışmalar olduğu gibi, yeni Kafkas savaşında dürüstlük ve adillik de olamaz - ancak suç olabilir. Yıllardır körüklenen kor askeri bir yangına neden olmaktadır. Gürcistan'daki Saakaşvili rejimi nüfusun 3/2'sinin yoksulluğundan ve ülkenin şimdiye kadar ki en büyük iç huzursuzluklarından sorumludur. Bu her şeyin silinip yok edileceği umuduyla "küçük başarılı bir savaşa" kilitlenme dışında bir yol bulma arzusuna neden olmuştur. Rus hükümeti Kafkas'taki hegemonyasını korumak için azmetmektedir. Bugün zayıfın yanında oluyormuş gibi davranıyor, ancak ikiyüzlülükleri apaçık ortadadır: aslında, Saakashvili sadece Putinci askerlerin 9 yıl önce Çeçenya'da yaptıklarını tekrarlamaktadır. Osetya ve Abazya'nın yöneten çevresi bölgede Rusya'nın özel müttefiki rolünü güçlendirmeyi ve aynı zamanda "ulus fikri" ve "insanları kurtarmanın" test edilmiş meşalesi etrafındaki fakirleştirilmiş nüfusu harekete geçirmeyi amaçlamaktadırlar. ABD liderleri, Avrupa devletleri ve NATO öte yandan, yakıt kaynaklarına ve ticaret yollarını kontrol altında tutabilmek için Kafkasya'daki Rus rakiplerinin etkisini zayıflatmayı düşünmektedirler. Bu yüzden iktidar, petrol ve gaz için mücadelede dünya karşıtlığının son halkasının şahitleri ve kurbanları haline geldik.

Bu kavga Gürcü, Osetyalı, Abaza ve Rus emekçilerine kan ve göz yaşı, sayısız felaket ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyecektir. Kurbanların arkadaşlarına ve ailelerine, tepelerinde çatısız bırakılan ve bu savaşın sonucu olarak geçim kaynaklarından edilen insanlara derin duygularımızı derin üzüntülerimizi ifade ediyoruz.

Bizler "bizim" hükümetimiz ile birlik ve "ana vatanı korumanın" bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz.

Rus, Gürcü, Osetik ve Abaza askerler! Komutanlarınızın emirlerine itaat etmeyin! Silahlarınızı sizi savaşa gönderenlere karşı doğrultun! "Karşınızdaki" askerleri vurmayın - onlarla kardeşleşin: süngüyü yere saplayın!

Geri saflardaki emekçi insanlar! Askeri çabaları sabote edin, savaşa karşı miting ve gösteriler düzenlemek için iş yerlerini terk edin, kendiniz örgütleyin ve savaşa karşı grev yapın!

Savaşa ve yönetici ve zenginler olan organizatörlerine hayır! Cephelerdeki ve hudutların arkasındaki emekçi insanlarla dayanışmaya evet!

Eğitim, Bilim ve Teknik İşçiler Federasyonu, KRAS-IWA

Rusya'dan KRAS'ın Gürcistan'daki Savaşa Dair Bildirisi

SAVAŞA DAİR BİLDİRİSİ

 Enternasyonal Komünist Akım'ın Önsözü

                              

Burada Gürcistan'daki çatışmaların başından itibaren 2008 Yaz ayında çoğunlukla Rusya'da faal olan KRAS aldı, anarko-sendikalist hareketin içerisindeki ufak bir grubun dağıttığı bir bildiriyi yayınlıyoruz. Örgütlerimiz arasında çeşitli konularda farklılıklar olsa da, EKA ile KRAS arasında yoldaşça bir ilişki mevcut ve bu ilişki ortaklaştığımız enternasyonalist ilkelerden kaynaklanıyor. Okuyucunun göreceği gibi bu bildiri, KRAS'ın özellikle Çeçenistan'daki savaşa dair daha önceki bildirileri gibi, KRAS'ın savunduğu enternasyonalist ilkelerin net bir örneği:

 

  • Farklı ulusal hükümetlerin, özellikle büyük güçlerin tümüyle kapitalist ve emperyalist amaçlarının ve yapmacı doğalarının lanetlenmesi
  • Bu kapitalist ve emperyalist savaşta taraflardan hiçbirine hiçbir destek verilmemiş olması
  • Savaş halindaki ülkelerin işçilerine sınırların ötesindeki sınıf kardeşleriyle sınıf dayanışmasına girme ve kendi sömürücülerine karşı mücadeleye girişme çağrısı yapılıyor olması

İşte bu nedenlerden dolayı bu bildirinin temel kısımlarını tamamen desteklemekteyiz.

Öte yandan eklemek istediğimiz bir nokta, bildirinin sonunda askerlere hitaben yazılmış sloganlar (komutanların emirlerine itaatsizlik, silahları onlara çevirmek vb.), tarihsel açıdan tamamen doğru olmakla beraber (1917 Rus Devrimi'nde ve 1918 Alman Devrimi'nde uygulanmışlardır), bu sloganların anlık olarak uygulanabilecek bir ihtimal olmaması, çünkü ne bölgede ne de uluslararası düzeyde işçi sınıfı mücadelesi yeterli bir kuvvete ve olgunluğa erişmiş durumda. Günümüz koşullarında, böyle bir tavır askerlerin ifşa olmasına yol açar ve sınıf kardeşlerinin dayanışmasına sırtlarını yaslamaları mümkün olmayacağı için onları en korkunç baskılara maruz bırakır.

Bununla beraber, KRAS'tan yoldaşları enternasyonalizmi uzlaşmaz bir biçimde savundukları için ve birkaç yıldır özellikle zor koşullarda, polis baskısına ve onlarca yıl boyunca hüküm süren Stalinist karşı-devrimin bir sonucu olarak Rusya'daki işçilerin sırtında ağırlığını hissteren yanılsamalara, özellikle milliyetçi yanılsamalara karşı siyasi ceasaretleri için selamlıyoruz.

EKA

 

 

Tags: 

Rusya: Baskılara Karşı İşçilerin Cesur Mucadelesi

İşçi sınıfına uygulanan baskılar, ister ‘demokratik' ister ‘diktatöryal' olsun bütün kapitalist rejimlerin bir özelliği. Burjuva sınıfı, sömürülenlere toplumsal düzenini dayatmak için terörü kullanıyor. Rusya'daki toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenin doğası işçi sınıfına karşı devlet baskısının sürekliliğinin nedenidir. Bütün ekonomi, önde gelen şirketleri ve bölgesel ve ulusal hükümetleri kontrol eden oligarşik çetelerin elinde. İktisadi yaşamın tek hedefi bu hakim sınıf olan bu mafyaların ceplerini doldurmak. Ya KGB eskisi ya da düpedüz gangster olan patronların ve devlet bürokratlarının çoğu bitmez hizip çatışmalarının kolaylıkla bir anda onları yerlerinden edebileceğinin farkında, bu yüzden mümkün olan en kısa zamanda ceplerine mümkün olan en fazla nakit parayı doldurmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, gerek 2001'de 24 saatten uzun sürecek her türlü grevi yasadışı ilan eden ‘çalışma yasası' gibi yasaları kullanarak, gerek polisin veya silahlı milislerin vahşetini işçilerin üzerine salarak işçi sınıfından elde edebilecekleri kadar fazla kar elde etmeye çabalıyorlar.

İşçilerin cevabına selamlar!

Bu baskılara karşı, işçilerin yükselen kahramanca mücadeleleri, medyanın yarattığı tapılan Putin'in artında mutlulukla birleşmiş nüfus efsanesini paramparça etti. "Eğer Aralık ayı herhangi bir nedenle hatırlanacaksa, seçim kampanyaları veya Kremlin'deki siyasi dolaplar yüzünden değil, işçi mücadelelerinin patlak vermesi nedeniyle hatırlanacaktır." (Moscow Times, 6.12.07).

Geçen bahardan beri ülkeyi doğu sibiryadan kafkaslara, kuzey doğudaki Khanty-Manisyk petrol sahalarını, Ceçenistan'daki inşaat alanlarını, Novogrod'daki bir odun işleme fabrikasını, Tchita'da bir hastanede, Saratov'daki ev temizlik servisleri, Irkutlardaki yemek büfeleri, Togliatti'deki General Motors-Avto VAZ'ın araba fabrikası ve Karelya'daki büyük metal fabrikasını gibi önemli sektörlerdeki mücadeleleri de içeren, on yıldır işçi sınıfı militanlığının ilk önemli yansıması olan bir grev dalgası kasıp kavuruyor. Baskıcı yöntemlerin kullanımının yazın artması mücadeleleri geriletmekte pek başarılı olamadı.

Kasım ayında Karadeniz'deki Tuapse limanındaki rıhtım işçileri (4-7 Kasım arasında), daha sonra da Saint-Petersburg limanındaki rıhtım işçileri (13-17 Kasım arasında) greve çıktı, 26 Ekim'deyse posta işçileri 2001'den sonra ilk kez grev yaptılar, aynı zamanda GouP TIK (enerji sektörü) işçileri de grev yaptı. Makinistler de 1988'den beri ilk defa patronları grev yapmakla tehdit ettiler. "Rusya'da gelişen büyük grevler dalgası yavaşlamadı. Bir işyerinden diğerine, işçilerin yürüttüğü ablukalar aracılığıyla başarılı iş durdurma eylemleri gerçekleşti ve şu anda faal işyerleri de grev tehditi altında... Rejimin yasama meclisi seçimleri kampanyasının yürütüldüğü 2007 sonbaharı ‘proleter bilincin' güçlü bir şekilde yükselişine sahne oldu." (Vremia Novostiei, Courrier International no 892'den alıntılanmıştır).

Şu anda grevler belirli işyerlerine veya bölgelere sınırla kalmışsa da, bu grevler işçi sınıfının yaşam standarlarının hızla kötüleşmesine verdiği cevabı göstermektedir. Toplumdaki tahammül edilemez eşitsizlikler, işçilerin büyük çoğu günde üç öğün yemek bulamazken oligarkların ve şirket yöneticilerinin içinde yaşadığı aşırı lüks hoşnuzsuzluğu şiddetlendiriyor. Herşeyin ötesinde, eğer ücret meselesi bu mücadelelerin kalbindeyse bunun nedeni yiyecek fiyatlarının %70 artmasına ve kışın da bir %50 daha artmasının beklenmesine neden olan enflasyonun dramatik artışının ücretleri yiyip bitiriyor olması.

Bu durum karşında Rusya Bağımsız Sendikalar Federasyonu, eski Sovyet konfederyonuun devlet yanlısı ve her türlü mücadeleye karşıt varisi proleter mücadeleyi hakim sınıfın çıkarlarına uygun bir biçimde kısıtlayamayacak kadar gözden düştü. Hatta "işçilerin hareketinin en enerjik düşmanı" (Moscow Times, 29.11.07) olarak görülüyor. Bu yüzden, batıdaki sendikaların yardımıyla, Rus burjuvazisinin bir kesimi işçilerin ‘özgür' ve ‘sınıf mücadeleci' sendikaların var olabileceğine dair yanılsamalarını sömürmeye çalışarak RPLBJ demiryolu sendikası, Zachita Truda federasyonu, Bölgeler Arası Otomobil İşçileri Sendikası gibi Ford sendika komitesinin insiyatifiyle kurulmuş sendikaları ve büyük işyerlerindeki bağımsız sendikarları yeniden örgütlemeye çalışıyor.

Bölgeler Arası Otomobil İşçileri Sendikasını Saint-Petersburg Ford fabrikasında Kasım-Aralık aylarınca süren grevde ve 2200 işçinin %30 ücret artışı almasıyla sonuçlanan grevde iş başında gördük. Bu mücadele Rusya'daki işçi mücadele üzerindeki karartmanın kırılmasına yardımcı oldu.

Yönetim ilk olarak çevik kuvvetin (OMON) desteğiyle yapılacak bir lokavt önerdi. Sendikanın ittiği yüzlerce işçi, en küçük bir pazarlığı reddeeden işverene karşı ‘direnmekten' başka bir perspektiften yoksun olarak hergün fabrika kapılarında grev gözcülüğü yaptılar. Bir ay sonra, grevin havası bitiyordu ve yorgun işçiler hiçbir şey kazanamadan yönetimin grev bitmeden pazarlık yok koşuluna uyarak işlerine geri döndüler.

İşçileri ‘kendi' fabrikalarında yalıtarak ve başka sektörlerden gelecek dayanışmayı destek mesajları ve maddi destekle sınırlayarak, bağımsız sendikalar işçilerin üzerine bu ağır yenilgiyi getirdiler.

İşçi sınıfının onlarca yıldır edindiği bütün tecrübeler sendikalizmin hiçbir türünün işçi sınıfının çıkarlarına işlemediğini, sendikalizmin hakim sınıfın bir silahı olduğunu gösteriyor. Sendikalar, kapitalist devletin, görevi sınıf mücadelesinin birlik, dayanışma, yayılma ve gelecekte enternasyonal alana taşınma ihtiyatçlarını tıkamak olan organlarıdır. İşçi sınıfı için önemli olan yeni sendikaların inşaa edilmesi değilkdir. İşçi sınıfının geleceği, kendi gücüne ve mücadeleyi kitle toplantıları gibi organlar aracılığıyla kontrol etmek ve mücadeleyi işçi sınıfının farklı kesimlerine yaymak gibi kendi mücadele yöntemlerine güvenini geliştirmesindedir.

Savaş ve Perspektifler

 

 

1984 ile 2008 arasında TSK ile PKK arasında devam eden savaşta, TSK kaynaklarına göre 32,000 PKK'li, 6,482 asker ve 5,560 sivil hayatını kaybetti. Savaş süresince dört binden fazla köy yakıldı, yüz binlerce insan evlerinden oldu, binlerce insan hala hapishanelerde tutulmakta. Hem Türk, hem de Kürt burjuvazisinin kimi kesimlerinin yorulmadan attıkları komik "demokratik çözüm" naraları ise daha kanlı kıyımların bizi beklemekte olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gizleyemiyor. Dünya genelinde barbarlığın, ekonomik kriz ile çifte su verilmiş derin karanlığı ilerlerken, Türkiye ve Ortadoğu burjuvazisi de bu karanlığı daha da derinleştirme yolunda ilerliyor.

                                                                     

Türk Burjuvazisinin Perspektifi

                                                                  

"Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye'de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin." - Recep Tayyip Erdoğan

 

Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde hem Kürt hem de Türk liberal burjuva kesimini heyecanlandırmış, 2005'te Diyarbakır'da yaptığı konuşmada "Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur; bu konuda devlet olarak yanlışlarımız vardır" gibi bir ifade kullanarak liberal burjuva aydınlarının boş "demokratik çözüm" umutlarını alevlendirmişti. Bununla birlikte bir yandan devletin eli kanlı, fakat bir o kadar da işlevini yitirmiş 'Ergenekon'cu kanadını tasfiye edip diğer yandan da orduya kimi durumlarda kafa tutar gibi gözükerek ve de bürokrasinin kilit noktalarını eski Kemalist elitlerin elinden alarak bir "değişim" getiriyor izlenimini ortaya koymuştu. Fakat aslında bu görüntünün altında, burjuvazinin liberal olarak tanımlayabileceğimiz kanadının her zamanki çizgisinin devamından başka mevcut olan tek değişiklik, bu kanadın bürokraside kilit mevkileri ele geçirmeye yükleniyor olmasıydı. Bunun dışında bir yenilik yoktu, aynı eğilimin Erdoğan'dan önceki temsilcileri de benzer liberal çözüm fikirlerini ortaya koymuşlardı. Turgut Özal'ın Kürt burjuvazisinin 'asi' kesimini orta vadede yasal siyasetin içine çekme amaçlı planında, Süleyman Demirel'in başbakanken "Kürt realitesi"nden bahsedip "Paris Şartı ve evrensel insan haklarına dayalı yeni anayasa" fikrini öne atışında, Tansu Çiller'in Bask modelinden övgüyle bahsedişinde, liberal kesimin "çözüm" umutlarını görmek mümkündür. Öte yandan "demokrat" kesimde oluşan heves, Erdoğan'dan önceki örneklerde gördüğümüz üzere, bu kesimin kursağında kaldı; özellikle Çiller döneminde "demokratik" sloganların ardından gelen barbarlık dalgası, en iğrenç milliyetçi galeyanlar ile Kürt işçi sınıfına karşı korkunç bir devlet terörünün uygulanmasını getirmişti.

 

AKP iktidarı, aslında liberal açılımlarının kaymağını belki de önceki benzeri iktidarlardan fazla yedi ve içi doldurulmamış "çözüm" naralarıyla savaştan bıkmış Türk ve Kürt emekçilerinin bir kısmının desteğini kazanmayı başardı - ki Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu şehirlerde oylarının DTP'nin oylarına yakınlığı da bunun bir göstergesiydi. Fakat burjuva düzeninin tamamını savaşa sürükleyen kapitalist çürüme ortamında, hiçbir burjuva kesiminin süregelen savaşlara gerçekten çözüm önerme kapasitesi yoktur. Bu yüzden şiddetlenen çatışma ortamında, aslında önünü  kesmeye çalışan askeri ve sivil bürokratlara ve Kemalist milliyetçi eğilimlere karşı koltuk mücadelesinde kısa vadeli bir zafer kazanmış olan AKP'nin orduyla arasındaki, Irak'ın işgal edildiği dönemde bile korunan mesafenin yerini, tam da AKP'nin geçici olarak alt ettiği kesimin açıktan açığa şövenist sloganları aldı. Son olarak gördüğümüz "pompalı tüfek" olayında AKP'nin tutumu bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Olayların ülkenin her yerinde dehşet verici bir iç savaşa gitmesi ihtimalini getiren durum şu şekilde oluştu: İstanbul'da eylem yapan Kürt göstericilere bir 'vatandaş' pompalı tüfekle ateş etti, bu olayın ardından Tayyip Erdoğan bu 'vatandaş'ı desteklemek amaçlı bir açıklama yapma gereği duydu. Tayyip Erdoğan'ın neden bu 'vatandaş'ı savunma gereği duyduğu üzerine biraz düşününce, akla hayli korkutucu bir geleceğe dair ihtimaller geliyor.

 

 

Türk burjuvazisinin bütün kesimleri, süregelen savaşın önünde durabilecek bir perspektife sahip olmaktan acizler. Savaşın iki tarafta da yarattığı, savaştan geçinen kemikleşmiş kesimler çatışmaların sürmesini isterken, "demokratik çözüm" önerisiyle ortaya çıkan liberal kesimler, sürekli kendilerini savaş gündemine daha fazla çekilmiş buluyorlar. TSK'nın PKK ile savaşını bitirebilecek tek şey, başka bir ülkeyle, daha fazla felaket ve barbarlık getirecek bir savaşa girmek olabilir. Eğer böyle bir şey olmazsa, mevcut savaş derinleşmeye, olduğundan çok daha korkunç bir iç savaş haline evrilmeye devam edecektir. Zira derinleşen ekonomik kriz ve en aşırı milliyetçi ve şövenist eğilimleri azdıran toplumsal çürüme, hakim sınıfın bütün kesimlerini, daha fazla barbarlık getirecek olan savaşlara itiyor. Mevcut durumda da Türk burjuvasinin milliyetçi söylemleri güçlendirerek, onlarca yıldır devam eden savaşta işçi sınıfının yeni evlatlarını da ölüme gitmeye seferber etmeye çalışacağını söylemek mümkün. AKP hükümeti de, hakim sınıfın bürokratik kesimine karşı konumunu güçlendirdikten sonra, tekrar bu kesimin sloganlarıyla kanlı çatışmalara doğru yürüyor.

 

Türkiye burjuvazisinin perspektifinin ortaya attığı sorunun aslında bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle aynı olduğu söylenebilir. Bu sorun, burjuvazinin bir kesiminin iddia ettiği gibi daha fazla "demokrasi ve özgürlükler" olmaması ve Avrupa Birliği'ne giremeyiş sorunu değil; bir başka kesiminin iddia ettiği gibi "laikliğin" tasfiye edilmesi ve "Cumhuriyet'in kazanımlarının" geri alınması veya bağımsızlık eksikliği sorunu hiç değil: bu sorun ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

Kürt Emekçilerine Karşı Ulusal Baskı ve Kürt Milliyetçiliği

 

"Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin kökünü de ben temizleyeceğim" - Koçgiri Ayaklanması'nı bastırmakla görevli Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa

 

"Oluk gibi kan akıtıldı, her taraf cesetlerle doldu." -Dersim İsyanı'nın bastırılmasına katılmış bir asker

 

"Biz cumhuriyetin ilkelerine bağlıyız, cumhuriyeti reddetmiyoruz. Gelin bu cumhuriyeti demokratikleştirelim diyoruz. Cumhuriyetin demokratikleşmeye ihtiyacı var. Aksi halde devlet batar, iflas eder." -Abdullah Öcalan

 

Türk burjuvazisinin ardından, TSK'nın karşısında duran PKK'nin ve mecliste temsil edilen Kürt burjuvazisinin savaşın gidişatına dair perspektifini incelemek yerinde olacaktır. Fakat PKK ve Kürt burjuvazisinin perspektifini ele alabilmek için, PKK'nin karşı olduğunu iddia ettiği ve ideolojik temelini üzerine kurduğu ulusal baskı meselesine ve Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskı ile Kürt milliyetçiliğinin ilişkisine tarihsel olarak kısaca değinmek gereklidir .

 

 

Her şeyden önce hiçbir şekilde inkar edilemez olan gerçek, Kürt emekçilerinin ulusal baskıya tabi tutuldukları ve geçtiğimiz yüzyılda bu baskının kimi dönemlerde soykırıma varacak derecede korkunç boyutlara ulaştığıdır. Türkiye Cumhuriyet'inin ilk yıllarında, ağzı ve pençeleri Ermenilerin ve Rumların kanına bulanmış Türk burjuvazisi, dini temalı ve toprak ağalarının yönettiği milliyetçi isyanları bastırmak kisvesi altında korkunç katliamlara girişir. 1925'teki Şeyh Sait ayaklanmasının ardından, yaklaşık 80,000 insanın, korkunç şekillerde öldürüldüğü söylenmektedir, Ağrı ayaklanmasının ardından ise 15,000 kişi katledilecektir. Bu örneklerin en çarpıcısı ise Dersim ayaklanmasının bastırılmasıdır: Sadece Munzur Çayı'nda 50,000 kişinin öldürüldüğü olayda, resmi kaynaklara göre 70,000'den fazla insan katledilirken, çeşitli  kaynaklar bu rakamın 300,000'e kadar çıktığını söylemektedir. Celal Bayar 1938'de TBMM'de "Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır" demiştir. Sadece 1938'e kadar isyanların bastırılmasında ve zorunlu göçlerde bu şekilde katledilenlerin sayısının 800,000'e yaklaştığı iddia edilmektedir. Ulusal baskı daha sonra da devam etmiştir. Türkiye devleti, PKK'yle mücadele kisvesi altında sistematik bir biçimde binlerce köyü yakmış, yüz binlerce emekçiyi evlerinden etmiştir. Ulusal baskı öyle bir noktaya gelmiştir ki toplumun kemikleşmiş bir parçası olmuş ve aslında devletin kontrolünden de çıkmıştır.

 

 

Doğası gereği burjuva bir eğilim olan Kürt milliyetçiliği, her zaman Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskıdan beslenmiştir. Fakat aslında emekçilere karşı uygulanan ulusal baskının önünde durmak hiçbir zaman Kürt milliyetçisi eğilimlerin gündeminde olmamıştır. Bu ilişkinin en çarpıcı örneği, 300,000 emekçinin akıl almaz derecede iğrenç bir biçimde katledildiği Halepçe Al-Anfal operasyonu sırada, Barzani ve Talabani'nin Kürt milliyetçisi peşmergelerinin tutumlarıdır. Irak ordusu Halepçe'ye öldürücü gazları salarken, milliyetçi peşmergeler, suratlarında gaz maskeleri, şehri kuşatmış ve ödeme yapabilen zenginlerin  çıkışına izin verirken, emekçilerin ve fakir kesimlerin şehirden çıkmalarını engelleyerek onları acımasızca ölüme mahkum etmiştir. Bu eğilimler bugün de aynı işçi düşmanı tutumlarını sürdürüyor ve işçi grevlerini, işçileri vurmak suretiyle bastırıyor.

 

 

 

'Emek' yanlısı olma iddiasındaki PKK'nin de ulusal baskıya gerçekten karşı çıkmadığı bu eğilimin kimi liderlerinin değişik zamanlarda verdikleri "Cumhuriyet", ABD, AB, Suriye, vb. devletler ile Barzani ve Talabani yanlısı demeçlerinden veya konumlarından anlaşılıyor aslında. Kapitalizmin çöküş evresinde, küçük emperyalist burjuva devletler gibi bütün ulusal kurtuluş hareketleri de yalnızca çeşitli devletlerin şu veya bu şekilde desteğini aldığı sürece, silahlı olarak faal bir güç biçiminde var olabilmiştir. PKK de, TSK gibi kendi çıkarları için emekçi çocuklarını ölmeye ve başka emekçi çocuklarını öldürmeye gönderen ve yeri geldiği zaman temsil ettiğini iddia ettiği ulusal kökene sahip kişilere şiddet uygulamaktan çekinmeyen bir eğilimdir ve Kürt işçilerinin sorunlarına hiçbir çözüm önermemektedir.

                                                                                                                 

PKK'nin ve Kürt Burjuvazisinin Perspektifi

 

"Ben ülkemi severim. Annem de Türk'tü. Eğer bir hizmet gerekirse yaparız (...) Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkanım varsa ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim." -Abdullah Öcalan

 

Mevcut savaş durumunu biraz daha net bir biçimde ortaya koymak için PKK ve Kürt burjuvazisinin bugünkü perspektifini de analiz etmek gereklidir. Aslında karşı cephedeki sorunun aynısını paylaşmaktadır bu kesim de. İçinde bulunduğu durum yüzünden dağa çıkmak zorunda kalan binlerce genç emekçinin bombalanmasından bir süre sonra, hapishanede Abdullah Öcalan'ın kötü muamele görmesi nedeniyle sert eylemler örgütlenmesi, PKK 10. Kongre'sinin "Önder Apo'nun özgürleştirilmesini önümüzdeki sürecin tek ve en temel görevi olarak belirlemiş, bütün çalışmalarını, karar ve değerlendirmelerini bu hedefe kilitleme temelinde yapmış" olması ortaya, tanrılaştırılan bir kişiliğin etrafında şiddeti artan bir savaş perspektifi koymanın yanı sıra, 'Kürt hareketi' olarak adlandırılan hareketin içerisindeki sınıfsal farklılıkları da gözler önüne sermektedir: Dağlarda savaşan, ölmeye gönderilen 'önemsiz' işçi çocukları, şehirlerde polisin önüne sürülen, dayak yiyen, göz altına alınan hapsedilen, işkence gören 'önemsiz' emekçi destekçiler ve de 'kıymetli' önderler... Türkiye Cumhuriyeti'nin hakim sınıfı ile Kürt hareketinin hakim sınıfı aynı hamurdan yapılmıştır.

 


 

Tıpkı Türk burjuvazisi gibi Kürt burjuvazisinin bir kesimi de çıkarları doğrudan savaşın devamına bağlanmış olan kesimin aksine arada sırada savaşa "demokratik çözüm" gibi kavramlar öne atar. Burjuvazinin bütün kesimlerinin savaşa sürüklendiği durumu, nasıl Tayyip Erdoğan'ın "aklını başına getirdiyse", Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmayı uman kanadının da "aklını başına getirdi". Milletvekili Emine Ayna'nın şu sözleri bu bağlamda anlamlıdır: "Biz, yüzümüzü AKP'ye döndüğümüz için halkımız da yüzünü AKP'ye döndü. 22 Temmuz seçimlerinin ardından özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, dönüp bize Meclis'te 'PKK terör örgütüdür demedikçe' konuşmaya hakkınız yoktur demesiyle biz kendimize geldik. O zaman fark ettik, o zaman yanlışımızı gördük." Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmak isteyen kesimi de, şu sıralarda , ceketinin önünü ilikleyerek MHP'li Devlet Bahçeli ile el sıkışmış olan eski lideri gibi savaş naraları atıyor. Bunun yanı sıra Kürt burjuvazisinin bütün kesimlerinin ortaya sürdüğü "önderliği özgürleştirme" sloganı, Türk burjuvazisinin "terörü yok etme" sloganından daha içi dolu bir slogan da değil; iki slogan da işçi sınıfına 'savaşı bitirmek' için daha fazla savaştan başka bir şey vaat edilmediğinin göstergesi. Kürt burjuvazisinin perspektifi de Türk burjuvazisiyle ve bütün dünya hakim sınıflarıyla aynı sorunu ortaya atıyor: Bu, ne demokratik çözüm olmaması ve Türk burjuvazisiyle uzlaşılamaması sorunu, ne de 'bağımsız' bir Kürdistan'ın kurulamaması sorunu. Bu:  Ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

İşçi Sınıfının Perspektifi

 

Derinleşen savaş ve barbarlık ortamında ne Türk ne de Kürt burjuvazisinin gidişata çözüm üretebilme durumu vardır. Çözümleyici olmak bir yana, barbarlığın körüklenmesini önlemeyi bile başarabilmekten aciz durumdalar. Türkiye'de TSK ile PKK arasındaki savaşın şiddetlenmesi, yalnızca Türk ve Kürt işçi sınıfı için değil, bütün Ortadoğu işçi sınıfının konumunu kötüleştirecek ve bütün dünya işçi sınıfının boğuşmak durumunda kaldığı barbarlığa katkıda bulunacaktır. Hem Türk hem de Kürt burjuvazisinin perspektifinde savaş var ve bu da hem Türk hem de Kürt işçi sınıfının geleceğinde daha fazla ölümler olacağı anlamına geliyor. Burjuvazinin kesimlerinin hepsi, krizin getirdiği zorluklar çerçevesinde ve savaş makinelerini beslemek uğruna işçi sınıfından evlatlarını ve ekmeklerini istemek zorunda kalacaklar.

 

Barbarlığın gidişatında burjuvazinin çaresiz katkısı ve işçilerin çekeceği sıkıntılar göz önünde bulundurulursa, kanlı savaşları ortadan kaldırabilecek perspektifin yalnızca proleteryanın sınıf savaşı olduğunu görmek zor değil. Savaşı körükleyen iki tarafa karşı, Türk ve Kürt işçilerinin çıkarları, dünya proleteryasıyla enternasyonalist temelde birleşerek bütün dünyadaki hakim sınıflara karşı mücadeleyi zorunlu kılıyor. Böylesi bir sınıfsal dayanışmanın inşaası süreci, yalnızca savaşa karşı bir mücadeleyi değil, aynı zamanda Kürt emekçilere karşı uygulanan ulusal temelli baskının parçalanmasını da zorunlu olarak içinde barındıracaktır; bu nedenle o sorunun da tek çözümüdür.

 

Burjuvazinin bütün kesimlerinin dünyaya dayattığı barbarlığı engelleyebilecek, akan kanı durdurabilecek tek güç, perspektifi enternasyonal sınıf birliği ve mücadelesi olan işçi sınıfıdır.

 

Cihan

 

Tarihimizi ya kendimiz belirleyeceğiz ya da tarih biz olmadan belirlenecek

Aşağıdaki bildiri elimize libcom adlı bir internet forumu yoluyla ulaştı. Bildiride sözü geçen işgal şu anda bitmiş ve olayların arka planıyla ilgili bilgimiz çok sınırlı olmasına rağmen bu bildiriyi olabildiğince yaygın bir şekilde dağıtmak için yeterince önemli bulduk. GSEE (Yunan Genel Emek Konfederasyonu) Yunanistan'da ki ulusal sendikanın kısaltılmış adıdır.


Tarihimizi ya kendimiz belirleyeceğiz ya da tarih biz olmadan belirlenecek.

Biz kol emekçileri, işçiler, işsizler, geçici işçiler, vatandaş ya da göçmenleriz. Bizler pasif TV izleyicileri değiliz. Alexandros Grigoropoulos'un cumartesi gecesi katledilmesinden beri tüm gösterilere, polisle yaşanan çatışmalara, şehir merkezinin ve mahallelerin işgaline katıldık. Zaman zaman çalışmayı ve günlük yükümlülüklerimizi öğrencilerle, üniversite öğrencileriyle ve kavgadaki diğer proleterlerle sokakları ele geçirmek için bırakmak zorundaydık.
GSEE binasını işgal etmeye de şu nedenlerle karar verdik;

  • Bu binayı işçilerin özgür ifade ve buluşma merkezine dönüştürmek için.
  • TV ekranlarından işçiler çatışmaların mağduru olarak sunulurken ve Yunanistan ve tüm dünyadaki kapitalist kriz, medya ve onların patronları tarafından 'doğa güçlerinin işi' gibi sunulan sayısız işten çıkarmalara yol açarken, işçilerin çatışmalarda olmadığını, yaşananların 500 "maskelinin", "holiganın" çıkardığı olaylardan ibaret olduğunu iddia eden medya çığırtkanlığı kaynaklı miti ve diğer masalları çürütmek için,
  • Sendika bürokrasisinin ayaklanmanın baltalanmasındaki rolünü eleştirmek ve açığa çıkarmak için. GSEE ve tüm sendika mekanizması, on yıllardır mücadeleleri baltalamak, bizim emeğimizi üç beş kırıntıya pazarlamak, sömürü ve ücretli kölelik sistemini ebedileştirmek için  sendika bürokrasisini. GSEE'nin geçen çarşamba günü sergilediği duruş oldukça açık: GSEE, grevcilerin önceden belirlenmiş gösterilerini iptal etti. Bir yandan insanların isyan virüsünden etkilenmesinden korkan, diğer yandan da insanların meydandan çabucak dağıtılacağından emin olarak sendika, etkinliği Sintagma meydanı'ndaki kısa bir toplanmaya yönlendirmekle yetindi.
  • (Ayaklanma tarafından yaratılan toplumsal alan gibi) Bizim sendika primlerimizle kurulan bu binayı, bu alanı ilk kez olsun işçilere açmak, hep dışında tutulduğumuz bu alanı açmak için. Tüm bu yıllar boyunca her türden kurtarıcıya güvendik ve sonunda şerefimizi kaybettik. İşçiler olarak artık sorumluluklarımızı almalı ve umutlarımızı akıl hocalarına, 'yetkili' temsilcilere vermeyi bırakmalıyız. Bir araya gelmek, birleşmek, karar vermek ve eylemek için kendi sesimizi kazanmalıyız. Süre giden saldırılara karşı; Tek yol kolektif 'taban' direnişinin oluşturulması.
  • İş yerlerinde öz-örgütlülük ve dayanışma fikrini, mücadele komitelerini, kolektif taban yöntemini yaymak, bürokrat sendikacıları ortadan kaldırmak için.

Yıllardır yoksulluğumuzu, satılmışlığımızı, işyerindeki şiddeti yutkunduk durduk. İş kazası olarak adlandırılan sakat kalmaları ve ölümlerimizi saymaya alışkın hale geldik. Öldürülen göçmenleri -sınıf kardeşlerimizi- görmezden gelmeye alıştırıldık. Artık hayallerde kalmış olan ücretlerimizi, vergi geri ödemesini ve emekliliğimizi güvence altına alma kaygısıyla yaşamaktan bıktık.
Hayatlarımızı patronların ve sendika temsilcilerinin ellerine teslim etmemek için mücadele ediyoruz, aynı şekilde hiçbir tutuklu isyancıyı devletin ve yargı mekanizmasının eline terk etmeyeceğiz.
Gözaltılar hemen serbest bırakılsın!
Tutuklananlara ceza verilmesin!

Genel işçi grevinin öz-örgütlenmesi için mücadeleye!
KURTARILMIŞ GSEE BİNASI İŞÇİ MECLİSİ
17 aralık 2008, çarşamba
İsyancı İşçilerin Genel Meclisi


İşgal edilen binadaki pankartta yazılanlar;

İş "Kazalarında"

Soğukkanlı cinayetlerde,

Devlet-Sermaye öldürür!

Cezalandırmalara Hayır!

Tutuklananlar derhal serbest bırakılsın!

GENEL GREV

İşçilerin öz-örgütlülüğü

Patronların mezarı olacaktır.

İsyancı İşçilerin Genel Meclisi

Tibet: Hem insan hakları hem devlet baskısı emperyalist çıkarlara hizmet ediyor

Çin devletinin Tibet nüfusuna karşı korkunç davranışı üzerine gerçekleşen protestolar, Olimpik meşalenin geçişinin peşini yakıldığı andan itibaren bırakmadı. 21 Haziran'da meşale Tibet'in başkenti Lhasa'ya ulaştığında bu protestoların en uç noktasına ulaşması olası gözüküyor.

Mart ayında Tibet'teki gösteriler büyük bir hengameye dönüştü. Bu hengamede, Çin hükümetine göre 19 kişi Tibet'li güruhların kurbanı olurken, sürgündeki Tibet hükümetine göre büyük çoğu güvenlik güçlerinin kurbanı olmak üzere 140 kişi öldü. Önemli bir Tibet nüfusunun barındığı başka bölgelerde de hengamelerin çıktığı kaydedildi.

Çin hükümeti sürgündeki Tibetli Budist lider Dalai Lama'yı şiddete teşvik ettiği gerekçesiyle suçladı. Tibet'teki Komünist Parti Sekreteri "Dalai Lama'nın cüppelere bürünmüş bir kurt, bir insan yüzü ve bir hayvanın yüreğine sahip bir canavar" olduğunu söyledi. Guangming Daily adlı gazete ise "Dalai Lama ve destekçileri, eski Tibet'in feodal serf sahiplerinin temsilcileri, elli yıldır Tibet halkı için hiçbir iyi şey yapmamıştır" dedi. Çin devletinin baskılarının ‘ayrılıkçı'ların ABD tarafından desteklendiğinde ısrar eden ve Dalai Lama'nın CIA için çalıştığında, ve Beijing Olimpiyatların kullanarak basında yer bulmayı ve Çin'in onurunu ve istikrarını zedelemeyi amaçladığında ısrar eden solcu destekçileri bölgede bir ‘ulusal kurtuluş' mücadelesi olduğunu reddediyorlar.

Buna karşı, Özgür Tibet Kampanyası "Çin'in 1950'de 40,000 kişiyle Tibet'i istila etmesi haksız bir saldırıydı. [...] 1950'den beri 1.2 miyon Tibetlinin Çinliler tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor [...] Çinlilerin Tibet'e akın etmesi ulusal ekonomiyi istikrarsızlaştırdı" diyor ve şu anda orada "5 ila 5.5 milyon Çinle ve 4.5 Milyon Tibetli"  olduğunu söylüyor. Öte yandan "Hint hükümetine göre Tibet bölgesinde üç tane nükleer füze sahası ve tahmin edilen 300,000 asker bulunuyor". Bu kampanya Richard Gere'nin 1993 Oskar ödüllerindeki konuşmasından Harrison Ford'a, Sharon Stona'dan U2 ve REM gibi müzik gruplarına kadar Batı'nın ünlüleri tarafından da büyük destek görüyor.

Ünlü liberal budistlerin arasında, burada gerçekten bir ulusal bağımsızlık mücadelesi gören solcular da var. Klifçi-Troçkist Sosyalist İşçi Partisi'nin İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker (Sosyalist İşçi, 22/3/8) adlı gazete "Tibet'te bu hafta gördüğümüz hengame, yağmalar ve protestolar on yıllardır süre gelen ulusal baskının bir ürünüdür" diyor. Sosyalist İşçi Partisi "ekonomik büyüme pek çok Tibetliyi ıskaladı. Çin halkı ve diğer etnik azınlıklar yeni yaratılan işlerin büyük çoğunluğunu kaptılar" diyerek hayalkırıklığını dile getiriyor. Bu sözler ‘dışarıdan geldiler ve işlerimizi kaptılar' düşünce okulunu çağırıştırıyor...

Farklı propaganda argümanlarının bir kısmı gerçeklik tarafından doğrulanmış durumda. Çin'in Tibet'i işgalinin uzun yıllar süren bir barbarlık olduğuna dair hiçbir şüphe yok. Aynı şekilde, Çin'in devirdiği Dalai Lamacı rejimin yüzyıllardan gelen bir sömürücü rejime dayandığı da bir o kadar gerçek. Ve Çin'in büyüyen emperyalist hırslarını kısmak isteyen bütün emperyalist kuvvetlerin ayrılıkçı ve muhalif hareketleri cesaretlendirmek isteyeceği de daha az yanlış değil. Dalai Lama'yı CIA'nın besleyip beslemediği buradaki önemli mesele değil. Amerikan emperyalizmi pek çok defa rakim emperyalist güçlere karşı insan hakları kartını oynadı: Soğuk Savaş dönemi ve SSCB ve Doğu Avrupa'daki rejimlerin ABD'nin hedefi olduğu döneme bakmak bunun kanıtını görmek için yeterlidir. Hint hükümetinin bölgesel rakibi olan Çin emperyalizmi tehlikesinden dolayı Tibet'ten gözünü ayırmıyor olması da dikkate değerdir.

Fransa Cumhurbaşkanı'nın en son İngiltere Ziyaretinde İngiltere Başbakanı Gordon Brown olimpiyatları boykot etmeye sıcak bakmazken Sarkozy'nin bu ihtimali gözden çıkartmaması birinin diğerinden daha ‘insancıl' oluşundan değil, fakat emperyalist çıkarlarını savunma çabalarının farklı yönleridir. ‘İnsan hakları'nın savunulması ve ‘ulusal baskı'ya muhalefet, tarihin en kana susamış hakim sınıfının standart silahlarıdır. Barış isteklerinden konuştuklarında, savaş hazırlıklarına dikkat etmek gereklidir.

World Revolution

Enternasyonal Komünist Akım Britanya Şubesi

Türkiye: Barbarlığın Karanlığı

 

Kriz

                        

Sermaye medyası her gün uluslar arası finansal krizin kapitalizmin sonu olup olmadığına dair naifçe açık oturumlar ve köşe yazılarıyla bir gürültü yayadursun, dünya işçi sınıfı bu krizin etkilerini uzun süredir yaşamakta. Henüz 1980'lerden başlayarak biriken bu borç sarmalının kökeninde dünya pazarının aşırı doymuş olması durumu yatıyor. Üretilen malların çokluğunda bunların satılamayışı kapitalistleri daha 1970'lerden itibaren hayali önlemler almaya itti. Bu önlemlerden biri 1980'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlayan iş sürecinin düzensizleştirilmesiydi. "İşçi sınıfının" yok oluşu diye duyurulan düzensizleşme aslında kitlesel işten çıkarılmalar ve ücretlerin yarı-zamanlı çalışma veya sanayi bölgelerinde ya da tuzla da olduğu gibi yarı-zamanlı güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaştırılmasıydı. Bunu Türkiye'de gerçekleştirebilmek ve işçi sınıfının direncini kırabilmek için devletin bir "darbe" yapması gerekmişti. Ne var ki bu da sorunu çözmeyince işçi sınıfını krediler verilerek onların sürekli tüketime teşvik edilmesi süreci başladı. Son zamanlarda iyice çığrından çıkmış olan bu kredilerin alınması için burjuvazi elinden gelen her türlü kolaylığı sağlıyordu. Bunun için devletin bilinçli uyguladığı enflasyonist politikalardan bile vazgeçilmişti. Ne var ki işçilerin gerçek ücretlerindeki her hangi bir artışın yokluğunda bu kredilerin anlamı sermayedarların "her şey yolunda" diyerek acı gerçeği geçiştirmesinden başka bir şey değildi. İşte şimdi R.T.E.'nin tabiriyle "bize vurmayacak" olan kriz Türkiye sermayesini böylesine derinden vurmaya hazırlanıyor ve bütün patronların dünya çapındaki rakiplerinin durumunun görüp tir tir titremesine neden oluyor.

 

Tehdit

                                                                        

Nasıl ki Türkiye burjuvazi işçi sınıfını Çin'de olduğu gibi tam bir sefalete ve açlığa itip tamamen ihracata yönelik Çin benzeri bir üretime ya da kredilerle şişirilmiş bir balon ekonomiye geçmekte kararsızlık içindeyse politik taktikler bakımından da bütünüyle hedefsiz ve perspektifsiz durumda. Açık ki iki ucu da çıkmaz sokak olan bu iktisadi "çözümler" gibi Kıbrıs sorunundan AB'ye, Kürt "sorunundan" türban "sorununa" ve demokrasiye, Türkiye patronları ve bürokrasisi tam bir kafa karışıklığı ve çözümsüzlük içerisinde.

 

Örneğin bugün türk ve kürt işçileri için emperyalist barbarlığın yansımasının en can alıcı olduğu "etnik" sorunda bunu görebiliyoruz. Devlet PKK'nın uzlaşmaya açık olduğu 1999 sonrası dönemde kendi iç kliklerinin ve yozlaşmış, tamamıyla çürümüş askeri bürokrasisine laf geçiremediği gibi toplumu emperyalist bir barbarlığa sürükleyerek yeni bir dehşeti yaratmaktan da acizdi. Irak savaşıyla birlikte egemen sınıfın bu zayıflığı kendisini iyice gösterdi ve ne açık savaş ne de "barış" yönünde atılabilecek her hangi bir adım atamadı. Diğer yandan benzer bir ayrım Kürt patronları içerisinde de yaşandı.

Ne var ki bu devletin tavır almadaki bu zayıflığı liberallerin yaydığı pasifist yanılsamaları güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı gibi işçi sınıfı açısından ideolojik olmaktan çok öteye giden sıkıntılar yarattı. Daha bu ay (Ekim) Adıyaman'da, işsiz Türk proleterlerinin asgari ücretle sefalet düzeyinde yaşayan kürt işçilere milliyetçi sloganlarla ve allahuekberlerle, türk bayrakları ellerinde saldırmaları bunun en net göstergesi. Bunun gibi sayısız örnek devletin ve patronların zaafında toplumun giderek daha da yozlaşması ve çürümesi ve sonuçta işçi dayanışmasının genelleşmesinin önünde ciddi engeller yaratmaktadır.

 

Bu noktada soru devletin ve patronların bu zayıflık ve perspektifsizliğinin kökeninde ne yattığıdır. Bu soruya ancak sınıflar arasında dünya çapında geçerli olan güç dengeleri ve bunların tarihsel dönüşümü çerçevesinde bir yanıt verilebilir. 1990'lar da Rusya'da ki cani devlet kapitalizminin iflası asla kapitalist sahtekarların ve sözde "özgürlükçülerin" iddia ettiği gibi Marxsizmin ya da "komünizmin" çöküşü değildi. Bu çöküş devlet kapitalizminin bu sert biçiminin çeyrek yüzyıldan beri süren dünya ekonomik krizi karşısında çöküşüydü. Ne var ki bu çöküş bütün dünya emperyalist ilişkileri açısından onarılmaz bir krizi de beraberinde getirdi.


 

Artık "demokratik" ve "sosyalist" kutuplar dağıldığından emperyalist bloklar içerisinde devletler arasındaki ittifakı koruyacak bir hedef kalmamıştı. Bundan sonra sadece İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük kapitalist devletler değil bir çok "üçüncü dünya" ülkesi ve hatta türlü ulusal kurtuluş hareketleri eski efendilerine ters çıkarları savunabilmeye başladılar. Türkiye burjuvazisi de bu durumu derinden yaşadı ve Irak savaşında tezkereye onay çıkmamasında olduğu gibi eski büyük birader ABD'nin "demokratik haçlı seferinden" kendini ayırmasında bu belirginlik kazandı.

 

Ne var ki bu "ulusal bağımsızlıkçı" (!) tavır Türkiye patronlarını sadece daha derin bir krize ve kaosa itti. Sermayenin ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal hedefsizliği 1980 sonrası toplumsal dejenerasyondan kürt sorunundaki kronik çözümsüzlüğe kadar bir çok sorunda kendisini gösterdi. Koskoca bir işçi kuşağı (malum 1980 kuşağı) içerisinden büyük bir nüfus daha hiç iş yaşamı ve kolektif dayanışmayla tanışamadan kronik bir işsizlik ve çok düşük ücretli iş sonra yine işsizlik döngüsüne hapsoldu. Bu da abuk sabuk akıl dışı tarikatların hızla büyümesinden, tamamen hedefsiz bir öfke korku sarmalına hapsolmuş milliyetçi paranoyayı besledi. Devletin kendi çürümüşlüğü ise, ordu içerisinde özellikle de güney doğuda gelişen ve uyuşturucu-silah ticareti gibi yollarla semiren neredeyse yarı feodal kesimlerin belirmesi olgusunda iyiden iyiye kendisini gösterdi. Kendi payına Kürt ulusal kurtuluş hareketi de Türkiye işçi sınıfının soruna bakış açısını görmezden hatta onu hiç politik hesaplarına katmayarak giriştiği askeri mücadelesinde aynı çözümsüz yaklaşımı izlemektedir. Milliyetçi histerinin bu denli güçlü olduğu bir ortamda enternasyonalist dayanışmanın kurulmasını imkansızlaştıran saldırılar, sadece Kürt ve Türk masum işçi çocuklarının ölümüyle değil, Türk devletinin artan ve kendisini meşrulaştıran saldırılarıyla birlikte gelmektedir. Sorunun salt demokratik ya da silahlı bir çözümünün olduğuna inanan bir kesimden artık bir şey beklenemez. Cephedeki Türk askerleri silahlarını kendi patronlarına ve generallerine doğrultmadan bitmeyerek genişleyecek olan bu kanlı cehennem ancak işçilerin kendi sınıf alanlarında, sınıf dayanışmasını ulusal bağlarına karşı genişletmesiyle mümkün olabilir.

 

Dolayısıyla sermayenin ve devletin krizi her anlamda toplumsal çürüme olarak işçi sınıfının saflarına sızdı ve sinmeye başladı. Bugün işçi sınıfının karşılaştığı bu tehdit -toplumsal çürüme ve milliyetçi/dinci/Kemalist/liberal v.s. histeriler- günden güne birikerek yüzyılın başında ve ortasında dünya işçi sınıfının maruz kaldığı emperyalist savaş tehdidinin boyutlarına erişmektedir. Çünkü bizzat sınıf dayanışmasının önünde ciddi ve ölümcü bir engel olarak durmaktadır. Bu kriz her yandan gelen ekonomik, politik ve askeri tehditlerle büyümekte ve devletin temellerini çürüttükçe onu her an işçi sınıfının üzerine yıkılmaya daha da eğilimli hale getirmekte.

 Direnç                                                                              

                                                                                                

Ne var ki bu hiç de ümitsiz olmayı gerektirmiyor. İşçi sınıfı nasıl 1. Dünya Savaşını kendi sınıf alanında mücadele ederek, emperyalist savaşı devrimci iç savaşa çevirerek bitirmeyi başarmış ve Rusya'da dünyanın ilk devrimini gerçekleştirmeyi başarmışsa bugün de devletin ve patronların çürüyen yükünü sırtından atmaya muktedirdir. Bunun işaretleri bütün dünyada mevcut. Çin'den Almanya'ya, Mısır'dan Bangladeş'e kadar dünyanın her yerinde işçi sınıfı yeniden mücadeleye sarılıyor ve krizin de derinleşmesiyle birlikte önünde açılan fırsatları değerlendirmek için daha kararlı ve deneyimli hale geliyor. Türkiye'de de kanlı operasyonun arifesinde onca milliyetçi histeriye rağmen gelişen Telekom grevinde, Novamed veya birkaç yıl önce gerçekleşen Çorum mücadelelerine, işçi sınıfının belli farklı kesimleri mücadeleye atılmaya istekli ve kararlı görünüyorlar.

 

Ne var ki bu kesimlerin önünde çok ciddi ve büyük engeller bulunuyor. Bunun en başında sermayenin çeşitli kesimlerinin yaydığı kafa bulandırıcı mistifikasyonlar bulunuyor. Şimdi bunlardan birkaçını incelemeye çalışalım.

 

Bu ideolojik manipülasyonlardan ilkini demokrasi söylemi oluşturuyor. Sermayenin çanak yalayıcıları için demokrasi öyle sihirli bir değnek ki, kürt sorunundan, çevresel-ekolojik yıkıma, işçi "haklarından" -ama asla ücretler değil- sözde "türban" sorununa bir çok konunun çözümünü bu oluşturuyor. Sermayenin bu eski göz bağının yeniden mecliste Ufuk Uras ve dışarıda troçkistlerden sol-liberallere çeşitli çevreler tarafından uyandırılmasının nedeninin burjuvazinin politik çözümsüzlüğü olduğuna yukarıda değinmiştik. Dolayısıyla bu engel işçi sınıfının militan mücadelesine ikame edilip kapitalist toplumun her anlamda yaşadığı krize sınıflar üstü bir çözüm olarak sunuldukça sınıf mücadelesinin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Devletin krizi derinleştikçe demokrasi yalanı azalacağına azıtıyor ve proleter politik çevrenin içerisindeki bir çok insana sızmaya devam ediyor. Dahası bu yalanın içerikteki belirsizliği onun her tür sorun karşısında önceden hazır ve geçerliliği kendinden menkul bir tür belirsiz formülasyonlar dizisi olarak belirmesini engellemiyor. Öz-yönetimden, anadilde eğitime, anayasal krizden türban sorununa sınıf "körü" bu "çözümler" sadece kapitalist toplumun krizini gizlemeye yarıyor.

 

 

 

İşçi sınıfının karşılaştığı diğer bir engeliyse sendikalar oluşturuyor. Kar oranlarının işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının ölüm derecesinde zorlandığı birçok geri sektörde bu koşulları düzeltme yönündeki işçi sınıfı inisyatiflerinin tek şansı bu sektörlerin doğası gereği yaygın ve geniş bir dayanışmadan geçmesine rağmen sendikaların bunları nasılda tekil işletmeler düzeyine hapsetmek için manevralar yaptığını son yıllardaki grevler boyunca gördük. Tek tek mücadelelerin bu yolla zamansızca patlaması ve sendikal bürokrasinin içsel kavgalarında araç olarak kullanılması sonucu işçilerin enerjisi kimi zaman aylar süren tüketici mücadeleler sonucunda harcanıyor ve bu zaman zaman radikal söylemler arkasına gizlenerek yapılıyor.

 

Sendikalar işçi sınıfının daha örgütlü ve deneyimli olduğu memur ve işçi kesimlerinde de benzer taktikleri uygulamaktan geri kalmıyor. Örneğin uzun bir mücadele deneyimi ve kararlılığına sahip olan memur kesiminde her toplu sözleşme döneminde çeşitli sendikalar aralarındaki iş bölümü gereği önce işçileri bölüp sonra da onların kararlılığını sınamak için hedefsiz ve tüketici eylemler ile sınıfı bir kere daha bölüyorlar.

 

Buna karşılık bu gün Türk ve Kürt emekçilerinin asıl direnç noktasını gerçek anlamıyla enternasyonalist bir dayanışmadan başka bir şey oluşturmuyor. Sınıfın güçlerinin böylesine dağınık, bölük pörçük ve yorgun tutulması için yapılan sendika, sol parti ve sekter ideolojik ayrıştırmalara karşı, en örgütlü ve kararlı olan kesimlerde bir bilincin ve dayanışmanın yavaş yavaş gelişmesi gerekiyor ve bunun gelişmeye başladığı görülüyor. Bunun yolu da sanayi işçilerinin, serbest sanayi bölgelerinde çalışan emekçilerin ve memurların, ortak grev asamblelerinde bir araya gelebileceği bir mücadele sürecinden geçiyor. Bu süreç ise belli ki hemen gelişmeyecek. Dahası bu kimi yenilgilerin sınıfın bilincinde birikmesini bile gerektirebilir. Sendikal manevraların kısmen harcadığı Telekom grevi buna iyi bir örnek. Ama sonuçta işçilerin öne çıkıp kitlesel olarak mücadele edebileceğini gösteren bu tarz örnekler şüphesiz ki krizin derinleşmesiyle birlikte artabilecektir. Sermayenin işçilerin yaşam koşullarını her hangi bir tutarlı ideolojik mazeret sunmaktan aciz bir biçimde düşürdüğü mevcut kriz koşullarında bu güneşin her gün doğması kadar geçerli bir beklenti olacaktır. Sorun, bunların genel hedef ve doğrultusunun genelleşmiş bir sınıf dayanışması kurabilmesi, Kürt-Türk düşmanlığını aşması ve işsizleri peşine takabilmesi ve nihai olarak da dünya proletaryasının mücadelesiyle birleşebilmesindedir.

 Hedef                                                        

 

Ne var ki bu perspektifin gelişmesinde sınıfın içerisinden çıkmış olan politikleşmiş işçi çevrelerine önemli bir görev düşüyor. Çünkü böylesi bir dayanışmanın kurulabilmesi ve sendikalar ya da demokrasi ilüzyonu gibi engellerin aşılabilmesi için bu çevrenin netliği ve bir anlamda da öncülüğü gerekiyor. Kitlesel mücadele dönemlerinde örgütlü bir politik müdahalenin önemini yıl dönümünde olduğumuz Rus Devrimi çok net bir biçimde göstermektedir. Toplumsal yıkımın ve kapitalist ekonomik iktidar aygıtlarının insanlığı sürüklediği çöküşün derinliği düşünüldüğünde bu çaba tıpkı 1. Dünya Savaşındaki enternasyonalist çekirdeklerin gösterdiği çaba kadar değerli ve gerekli hale gelmiştir. İşçi sınıfı mücadele içerisine girdiği her seferinde yorumcu veya izleyici konumunda kalmak politikleşmiş işçilerin kaderi değildir. Bunlar örgütlü ve militan bir faaliyet yoluyla kendi tartışmalarından ve işçilerin geçmiş deneyimlerinin derslerinden çıkardıkları sonuçları sınıfın geneline yaygınlaştırabilir ve tartışabilirler. Bu tartışma da şüphesiz işçi sınıfının önündeki engellerin aşılmasında altın değeri taşıyacaktır. Dolayısıyla enternasyonalist ve sınıf mücadeleci çizgisinden vazgeçmeyen politik işçi grupları ve bireylerinin şimdiden bu tartışmayı örgütsel sorunu da merkeze alarak yürütmesinin yaşamsallığını görmek gerekmektedir. Bir diğer noktada bunu artarak belirginlişmekte olan dünyanın her yerinde gelişen politik işçi çevreleriyle birlikte yürütmek. Enternasyonalist ilkenin olmazsa olmazı olan böylesi bir tartışma enternasyonalist bir komünist müdahalenin de temelini oluşturacaktır.

 

Dolayısıyla; 3. Enternasyonalin ve Rosa Luxemburg'un çağrısı halen geçerli ve acil; YA SOSYALİZM YA BARBARLIK. Ya kapitalist barbarlık içerisinde yok oluş ya da işçi sınıfının dünya çapındaki komünist devrimi.

Temel 

 

Tags: 

Yeni Kafkas Savaşına Hayır!

Gürcistan ve Güney Osetya arasındaki askeri etkinliklerin patlak vermesi bir taraftan NATO tarafından desteklenen Gürcistan diğer taraftan ise Rus devleti arasında büyük ölçekte bir savaşın çıkması tehdidini oluşturmuştur. Şimdiye kadar çoğunluğu barışçıl kent sakini olmak üzere binlerce insan katledildi ve yaralandı. Şehirler ve yerleşim yerleri yerlebir edilerek yok edildi. Toplum milliyetçi ve şovenist bir histerinin pis sularında akıntıya kapılmış durumdadır.

Devletler arasında her zaman ve her yerde yaşanan çatışmalar olduğu gibi, yeni Kafkas savaşında dürüstlük ve adillik de olamaz - ancak suç olabilir. Yıllardır körüklenen kor askeri bir yangına neden olmaktadır. Gürcistan'daki Saakaşvili rejimi nüfusun 3/2'sinin yoksulluğundan ve ülkenin şimdiye kadar ki en büyük iç huzursuzluklarından sorumludur. Bu her şeyin silinip yok edileceği umuduyla "küçük başarılı bir savaşa" kilitlenme dışında bir yol bulma arzusuna neden olmuştur. Rus hükümeti Kafkas'taki hegemonyasını korumak için azmetmektedir. Bugün zayıfın yanında oluyormuş gibi davranıyor, ancak ikiyüzlülükleri apaçık ortadadır: aslında, Saakashvili sadece Putinci askerlerin 9 yıl önce Çeçenya'da yaptıklarını tekrarlamaktadır. Osetya ve Abazya'nın yöneten çevresi bölgede Rusya'nın özel müttefiki rolünü güçlendirmeyi ve aynı zamanda "ulus fikri" ve "insanları kurtarmanın" test edilmiş meşalesi etrafındaki fakirleştirilmiş nüfusu harekete geçirmeyi amaçlamaktadırlar. ABD liderleri, Avrupa devletleri ve NATO öte yandan, yakıt kaynaklarına ve ticaret yollarını kontrol altında tutabilmek için Kafkasya'daki Rus rakiplerinin etkisini zayıflatmayı düşünmektedirler. Bu yüzden iktidar, petrol ve gaz için mücadelede dünya karşıtlığının son halkasının şahitleri ve kurbanları haline geldik.

 

Bu kavga Gürcü, Osetyalı, Abaza ve Rus emekçilerine kan ve göz yaşı, sayısız felaket ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyecektir. Kurbanların arkadaşlarına ve ailelerine, tepelerinde çatısız bırakılan ve bu savaşın sonucu olarak geçim kaynaklarından edilen insanlara derin duygularımızı derin üzüntülerimizi ifade ediyoruz.

Bizler "bizim" hükümetimiz ile birlik ve "ana vatanı korumanın" bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz.

Rus, Gürcü, Osetik ve Abaza askerler! Komutanlarınızın emirlerine itaat etmeyin! Silahlarınızı sizi savaşa gönderenlere karşı doğrultun! "Karşınızdaki" askerleri vurmayın - onlarla kardeşleşin: süngüyü yere saplayın!

Geri saflardaki emekçi insanlar! Askeri çabaları sabote edin, savaşa karşı miting ve gösteriler düzenlemek için iş yerlerini terk edin, kendiniz örgütleyin ve savaşa karşı grev yapın!

Savaşa ve yönetici ve zenginler olan organizatörlerine hayır! Cephelerdeki ve hudutların arkasındaki emekçi insanlarla dayanışmaya evet!

KRAS-IWA

 

 

Tags: