EKAonline-2013

2013 - Mart

Besinlerdeki Hile, Sadece At Etiyle Sınırlı Değil

 

Bu yılında başında, et ürünlerindeki skandal, Avrupa genelindeki başlıca süpermarketlerinin hazır gıdalara at etinin karıştırılması söylentileri ile başladı. At eti ucuz olduğu için sığır etlerinin neredeyse 100%'ünde at etine rastlandı.

Hakim sınıf, hiçbir şeye sahip olmayan işçilerin ya da başka herhangi birisinin sağlığından daha çok, karı maksimize etme ve sermayeyi büyütme görevi ile ilgilenmesiyle dürüstlüğünü açık ediyor. Her halükarda, bu bizlere at etinin yenilebileceğini ve tedarikçiler tarafından dikkat edilmeyen 'bute' (yani çok tehlikeli yan etkileri bulunan ve kullanımı yasaklanan phenylbutazone) gibi ete bulaşan veterinerlik ilaçlarından kaçınmayan kamu sağlığı alanına ait bir sorun olmaktan ziyade basit bir hilebazlık konusuymuş gibi yansıtıldı. Eğer at eti tüketen herhangi birisi için risk çok düşük ise de bu egemen sınıfın bu konuya dikkat ediyor olmasından kaynaklanmıyor. 1981'de İspanya'da 600 kişinin ölümüne neden olan kimyasal yağ sendromu, zeytinyağı yerine satılan ve endüstri için üretilmiş kolza yağından kaynaklanmıştı. ABD'de yapılan bir araştırma[1] ise bizlere, ithal edilen zeytinyağlarının %69'unun gerçekten zeytinyağı olmadığını kanıtladı.

Hileli gıda, kapitalizmde yeni bir şey değil ve endüstriyelleşme ve şehirlerin giderek daha çok artan gıda ihtiyacı ile büyümesinin bir sonucu. 19. yüzyılda, kimi zehirli maddeler dahil olmak üzere birçok madde, ekmeğe ve biraya katılıyordu. Paris'te şap ve sıva, talaş ve striknin kullanılması da bunlardan sadece birkaçı. Yıllar sonra, 1860'ta İngiltere'de yürürlülüğe giren yasalar ile ortadan kalkmadan önceye kadar, bu tür maddelerin yeniden besinlerde kendisini göstermesi tehlikesi varolmaya devam etti.

Günümüzde, besinlerdeki yabancı madde oranından endişe duymamış için daha çok nedenimiz var. Fukushima'daki nükleer kaza ve günlük besin harcamasıyla ortaya çıkan atık besinler bunlara birer örnek. Günümüzde yapılan çalışmalar gösteriyor ki; Türkiye, Yunanistan, Nijerya, Mısır ve Avustralya'daki Yeni Güney Galler'de devam eden madencilik, döküm ve diğer endüstriyel süreçlerle arsenik, kadmiyum, çinko, kurşun ve bakır gibi ağır metaller, suda ve sebzelerde yüksek derecede ortaya çıkabiliyor. Burjuva sınıfı bu konu üzerine ne çalışmak ne de Hindistan, Çin ve diğer 'gelişmekte olan' ülkelerdeki endüstriyel kirliliğe karşı bir çözüm geliştirme çabasındalar. 1950'lerde 50 bin kadar insan, Japonya'nın Minamata kentinde balık etindeki cıvadan zehirlendiler ve zehirlenenlerden 5 bini yaşamını yitirdi. ABD Besin ve Madde İdaresi, köpekbalığı ve kılıçbalığı gibi cıva oranı yüksek balık etinin tüketimi konusunda insanları uyarıyor.

Medya ve siyasetçiler, sığır eti yerine at eti yenildiği üzerine herneyi gündeme getirdiyse bunu, bir üreticinin malları yerine diğer rakip üreticinin ürünlerine yönlendirmek için ya da siyasi üstünlük için yapıyor. Bu da bizlere daha temel bir sorun için yeterli ipucunu veriyor: kar hevesi sağlığımızı bozuyor.

Alex

1. https://olivecenter.ucdavis.edu/news-events/news/files/olive%20oil%20fin...

Tags: 

Rubric: 

Burjuvazi

Kapitalizmin Gölgesi Altında Kadının Özgürlüğü

 

 

 

 

 

 

Bu yazı, EKA'nın Türkiye şubesi olarak bir süredir devam ettiğimiz tartışmalardan yola çıkarak, yakın bir sempatizanımız tarafından kaleme alınmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Kapitalizmin Gölgesi Altında Kadının Özgürlüğü

İnsanlık tarihinin bilinen büyük bir bölümünde kadın karşı cinsinin baskısı altında, özgürlüğü elinden alınmış bir şekilde yıllarca yaşayıp durdu.Kadın sorunu; üzerine sürekli konuşulan, sempozyumlar düzenlenen, eğitimler verilen, pozitif ayrımcılık adı altında burjuvazi siyasetçileri tarafından yasalar çıkartılan bir sorun. Kadın hakları savunucusu olduklarını iddia eden, aralarında feminist grupların da bulunduğu sivil toplum kuruluşları ataerkil toplum yapısını kabullenip, kadının varolan pozisyonunun iyilişmesi adına taleplerde bulunuyorlar. Kadınların erkeklerle aynı seviyeye gelebilmesi ve özgürce yaşayabilmeleri için yönetici sınıfın lütfetmesini bekliyorlar. Kadının aslında insan olmasından kaynaklı doğumuyla beraber elde ettiği haklarını geri alabileceklerini, kanunlarla bu hakları güvence altına alacaklarını düşünüyorlar.Peki gerçekten burjuva siyasetiyle kapitalist iktisadi ilişkilerinin yürürlükte olduğu bir ortamda bu sorunu aşabilir miyiz, tam anlamıyla kadın özgürlüğüne bu yollarla kavuşabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için kadının ve erkeğin şu anki bulunduğu aşamaya nasıl geldiğine gözatmamız gerekiyor.

İnsanlığın evriminden sonraki aile yaşantısıyla ilgili araştırmalar yapan, bu konuda bilgi sahibi olmamızı sağlayan Amerikalı antropologist Lewis H. Morgan'a ve onun çalışmalarını diyalektik materyalist bir perspektifle bizlere aktaran Friedrich Engels'e çok şey borçluyuz. Morgan, yabanıllık diye adlandırdığı insanlığın ilk dönemlerinde, günümüzdeki anlamıyla kullanmış olduğumuz bir aile yapısından bahsedemeyeceğimizi belirtir. Çünkü o dönemlerde insanlar çok eşli bir şekilde yaşayıp komünist bir ev ekonomisine sahiplerdi. Çok eşliliğin hakim olduğu bir toplumda çocukların babalarının kim olduğunu bilmeleri imkansızdı; sadece annelerini tanırlar ve Bachofen'in tanımıyla “analık hukuku gelişir”. Yani soy ağacı anne üzerinden devam eder. Bu da kadının sosyal hayatta erkekten daha fazla saygı görmesine neden olur. Böyle bir ortamda kadının özgürlükle ilgili bir sorunundan bahsedemeyiz. Peki nasıl oldu da kadın bu konumunu kaybedip, günümüzde karşı cinsi tarafından ezilen, şiddet gören ve hatta öldürülebilen bir konuma geldi. Bu insanlığın gerçek anlamda artı-değer üretmeye başlaması ve ürettiklerini sadece tüketim amacıyla değil ürettiklerinden artı-değer elde etmeye, onlardan değiş-tokuş yardımıyla kar elde etmeye başlamalarıyla beraber kadının önemi de azalmaya başladı. Daha sonra özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla ve akabinde miras hakkı teriminin yeryüzünde dolaşmaya başmasıyla Engels'in de tabiriyle “kadının yeryüzündeki erkeğe karşı ilk yenilgisi gerçekleşmiş oldu”. Değişen iktisadi yapıyla beraber, aile yapısı da değişti ve çok eşli aile yapısının yerini, tek eşli aile yapısı aldı.

Erkeğin kadından kas gücü anlamında daha kuvvetli bir “yaratık” olması, kadının ise doğum gibi onu uzun süre üretimden uzak tutacak fiziksel durumları olduğundan, yeni iktisadi yapıda erkek kadından daha değerli bir pozisyona sahip oldu. Bu da neden mirasın kadında değil de erkeğin elinde toplanmış olduğunu açıklar. Mirası kabile içinde tutmak isteyen erkek evin tek hakimi oldu. Anaerkil toplum yapısı yerini ataerkil toplum yapısına bıraktı. Feminist gruplar ve burjuva solu örgütleri kadının özgürlüğünden bahsederken, kapitalist sistemin dayatmış olduğu bu ataerkil yapıyı kabullenip, onun gölgesi altında kadının özgürlüğünü bulmaya çalışıyorlar. Ancak bugüne kadar gösterilen bütün çabalara rağmen halen kadınların öldürülmesine, erkekler tarafından şiddet görmelerine engel olunamıyor. Bu da bize, içinde bulunduğumuz kapitalist iktisadi yapının -sınıf mücadelesiyle- değişmeden kadının özgürlüğünden bahsetmemizin mümkün olamayacağını gösteriyor.

Lenin, kadının doğurganlığından doğan bu bağımlılığını ortadan kaldırmak için kreşlerin açılması gibi bir teori geliştirmişti Böylece, komünist ev ekonomisinin hakim olduğu dönemlerdeki gibi çocukların bakımını sadece anne değil tüm toplum üstlenecekti ve annenin, fiziksel özelliklerden dolayı ortaya çıkan dezavantajı ortadan kalkacak, çocuklar da anne ve babaya bağlı kalmadan toplumun güvencesi altında büyüyeceklerdi. Stalin de buna benzer bir projeyle çalışanlarının kadınlar olduğu çamaşırhaneler kurdurmuş, kadınları özgür bırakmak yerine onları çamaşırhanelere kapatmıştır.

 

 

 

 

 

Peki üretim hayatında kadınlar, yöneten sınıf için ne ifade ediyor? Kapitalizmin çıkmaza girdiği, ekonomik buhranlar yaşadığı dönemlerde burjuva sınıfı tarafından sıkça kadınların doğurganlığına vurgu yapılmıştır çünkü ekonominin canlanması ve tüketimin artması için nüfusun artması gereklidir. Böylece alışveriş dönüşümü devam edecek, ekonomi canlanacak ve kapitalist sistem kendi sonuna doğru bir adım daha yaklaşacaktır. Bazı dönemler burjuvazi yasalarıyla pozitif ayrımcılık adı altında, kadınlara bir lütuf gibi sunmuş oldukları uzun süreli doğum izinleri de tamamen bu amaca hizmet etmektedir. Ayrıca kadın, proleterin çalışmadığı zamanlarda onun destekçisi, hizmet edeni, yemek yapanı vb. rolündedir. Böylece üretim çemberindeki işçinin sürekliliği için kadın hayati bir rol oynamaktadır. Proleter kadınlar ise yöneten sınıf için ucuz iş gücü anlamına gelmektedir. Fiziksel özelliklerinden ötürü kadınlar erkeklere oranla daha ucuza çalıştırılabilmekte ve bu da kapitalistler için maliyetin azalması ve kârın artması anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak kadınların özgür olabilmelerini kapitalist iktisadi düzen altında mümkün değil. Yapılacak olan iyileştirmeler onları en fazla proleter bir erkeğin seviyesine ulaştırır, ki proletere de özgür bir birey diyebilmek imkansızdr. Engels durumu şöyle özetlemiştir: “Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle fuhuş ortadan kalkacaktır. 'Karı­koca' ailesi, toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi toplumsal bir sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu işi olur; toplum, (meşru ya da gayrimeşru) bütün çocukların bakımını üzerine alır. Kendini sevdiği erkeğe kayıtsız­ şartsız vermekten bir genç kızı alıkoyan­ ahlaki olduğu kadar da iktisadi ­ başlıca toplumsal neden "sonra ne olacak?" kaygısı da aynı biçimde ortadan kalkar.

Marx kadın sorunuyla özel olarak ilgilenme fırsatı bulamadı ancak kadının özgürlüğünün bir toplum için ne denli önemli olduğunu şu sözlerle belirtmişti: “Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır.İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta,kadının erkekle,zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur.Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.

Tags: 

Rubric: 

Tartışma

Kuzey Kore: Stalinist Bir Kapitalizm Karikatürü

 

 

 

 

 

 

 

Geçtiğimiz haftalarda, Çin'in doğusunda yeralan Kuzey Kore (diğer adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, KDHC), yaptığı nükleer füze denemeleri ile dünyanın gündemine oturmuştu. Bunun üzerine, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin hakim sınıfından yetkililer, gerçekleştirilen nükleer denemeyi kınadılar ve önlem alınmasının gerekliliğine vurgu yaptılar.

Buna karşılık olarak, dünya üzerindeki birçok insan tarafından haritada nerede olduğu dahi zor kestirilen ve daha çok devletin düzenlediği kitlesel mitinglerinde yapılan dans kareografisi gösterileri ile anımsanan K.Kore, tehdit olarak gördüğü emperyalist devletlere karşı bir savunma niteliği taşıdığını belirttiği bu denemeyi haklı göstermek için elinden geleni yaptı. Önümüzdeki ay, ABD ve Güney Kore'nin yapacağı ve tahmini 210 bin askerin katılacağı ortak askeri tatbikat için böyle bir hamlenin yapılıp gözdağı verilmeye çalışılması olarak algılanabilecek bu gibi bir deneme sonunda K.Kore'de merkeze 0 olan yani yer yüzeyinin üzerinden başlayarak çevre bölgelere yayılan 4,9 şiddetinde bir deprem bile gerçekleşmiş oldu. Bu nükleer depremi, bir anda kendi gibi emperyalist olan diğer devletlerden gelen kınamalar takip etti.

K.Kore'nin nükleer denemesini kınayan ve dünyayı birkaç günde cehenneme çevirebileceği silahları elinde bulunduran ABD'nin ve Rusya'nın yaklaşımı ise reel politikanın bir yansıması. Örneğin, emperyalist olmadığını ve halkların koruyucusu rolünü üstlendiğini iddaa eden (ve aslında gayet net bir biçimde emperyalist olan) K.Kore ile onun emperyalist güç olarak gördüğü (ve basbayağı emperyalist bir diğer güç olan) ABD arasında 1994'te iki adet nükleer santral inşası yapma anlaşması gerçekleştirilmişti. 1999 yılında nükleer silahlanmaya yönelik eğilimini bir süreliğine donduran ve ABD'nin Clinton döneminde bu ülkeye uyguladığı yaptırımların bir kısmını geri çekmesine neden olan hamleleri K.Kore'nin yine ABD ile modern standartlara uygun nükleer santrallerin inşa edilmesi için yaptığı anlaşma takip etti. Ardından ABD bu santrallerin yapımını geciktirmiş ve K.Kore yaşadıkları elektrik üretimi kaybının faturasını ABD yönetimine yüklemişti. Bütün bunların ardından, Bush yönetimi döneminde tanımlanan “şer ekseni”nin Irak ve İran ile bir diğer kutbunu oluşturduğu ifade edilen K.Kore, nükleer programının olduğunu itiraf etmişti.

K.Kore'nin bütün bunları rahatça yapabilmesi ve devlet yetkililerinin rahatlıkla savaş naraları atabilmesinin arkasında bir işçi sınıfı tehditi ile karşı karşıya olmaması yatıyor. Aslında K.Kore de diğer hepsi gibi, işçi sınıfının üretkenliğine, daha çok sömürülmesine ve vahşice baskı altında tutulmasına bağlı olarak uluslararası burjuva kamuoyunda söz dalaşları ve sözde tehditleri ile burjuva gündemdeki yerlerini koruyorlar.

Burjuva kamuoyunda K.Kore ve ABD üzerinden yaratılan sahte (komünist/kapitalist) algısal ayrımı, K.Kore ile eski Sovyetler Birliği arasındakinden çok da uzak değil. K.Kore, karşısında olduğunu iddaa ettiği diğer emperyalist devletlerin sadece bir karikatürü. Adına Juche denen bir otarşik Stalinist tek parti diktatörlüğü ile yönetilen devlet aygıtı, günümüz kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda ve iktidar adeta babadan oğula geçen bir yetki aktarımı ile miras alınan işçilerin sömürüsü, nükleer denemeler ve üretilen silahlar ile pekiştiriliyor. Sadece alkışların ve sorgulanmayanların hakim olduğu adeta dini bir öğreti ve tabu kültü yaratan Kuzey Kore “Komünist” Partisi, uygulamaları ile de işçi sınıfının yanında olmadığını zaten gösteriyor. Dışarıya karşı oldukça kapalı ve neredeyse bilinmeyen bir kutu olan K.Kore'deki büyük yerleşim merkezlerinin elektrikleri belli bir saatten sonra kesiliyor ve bütün sokaklarda megafonlarından “Ülkeniz için daha çok çalışın!” anonslarının duyulduğu minibüsler dolaşmaya başlıyor. Şu anki ulusal lider Kim Cong-un'un babası, Kim Cong-il yönetimi döneminde de rasyonel sermayenin temsili yerine, her türlü çılgınlığın sınırında yaşayan bir karakter resmi çiziyordu. İlkokul ders kitaplarında kendisinin kaf dağının ardından ateş kuyruklu anka kuşu tarafından getirilen parti genel sekreteri ve ebedi başkanı Kim Cong-il'in ölümüyle bütün ülkeyi yeni bir yasak furyası sardı: müzik çalmak ve dinlemek yasaklanmıştı. Tek resmi televizyon kanalından televizyonlarda gösterilen görüntülerde kendisini yerden yere vuran insanların tiyatral performanslarını görebiliyorduk. Ülkenin bunun yanısıra gerçekleşmesinden gurur duyarak resmi televizyon kanalında yayınladığı bir de tamamen yerli bir bira üretmesi de sözkonusu.

Dünyanın tamamındaki canlı yaşamını sadece birkaç gün içerisinde yokedebilecek derecede güçlü kitle imha silahlarına sahip emperyalist güçler ile buna sahip olmaya çalışan, emperyal güç ilişkileri mücadelelerinde kendisine yer edinmeye çalışan ve etki alanı daha dar diğer emperyalist güçlerden birisi olan K.Kore aslında işçi sınıfı için sömürü, açlık ve yokoluştan başka bir şey ifade etmiyor. İlk olarak, devletin “önder” olarak tanımladığı Kim Cong-il öncülüğünde yapılan açıklama ile Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'ndan 1993 yılında çekildiklerini ifade etmesiyle başlayan nükleer çalışmaları, bu ülkedeki işçilerin aslında tersinden nasıl bir yokluğa hapsolduğunu da gösteriyor. İşçiler, en önde kızıl bir bayrak ile her sabah marşlar eşliğinde işyerlerine taşınıyor, üretim aracı üretiminin neredeyse olmadığı bir ülke olarak K.Kore bunu saf kol gücü ile kapatmaya çalışıyor. Aslında K.Kore, kendi gibi emperyalist ve baştan aşağı kapitalizmin çürümüşlüğüne batmış ülkeler ile rekabet yöntemi olarak bu biçimde bir tarz benimsemiş durumda. Öğrenci ve bir kısım askeri personelin gönüllü olarak fabrikalarda çalış(tırıl)ması da cabası. K.Kore'deki işçi sınıfı haftada 6 gün, tam randıman ile çalıştırılıyor. Geri kalan zamanda ise işçiler ya dinleniyor ya da geleneksel içkileri olan saki tüketiyor, kadınlar ise ev işlerine yetişmeye çalışıyorlar.

Asıl mesele nükleer silah ya da bunun denenmesi değil sadece dengelerin korunmasını sağlamak, işçi sınıfı ve genel olarak insanlık için sırtta bir yük ve tehdit olan silah endüstrisine yüklenerek piyasadaki sermayesini realize etmeye çalışmak. Örneğin, şu anda nüfusunun önemli bir bölümünün Birleşmiş Milletler'in kısıtlı yardımları ve oldukça düşük maaşlar ile ayakta durduğu Kuzey Kore'de işçiler militarize edilmiş emek rasyonalizasyonu ekseninde gidip geliyor, her yerde silahlı askerlerin olduğu fabrika, tarla ve ofislerde saatlerce çalışmak zorunda bırakılıyor. Peki ne için? Ülkenin gelişmesi, ülkenin gelişiminin nükleer güç olma gayesi ile pekiştirilmesi, buradan devletin büyük güç, diğerlerinin yani K.Kore işçi sınıfının ise ona hizmet eden köleler olarak nitelenebileceği, yeni ve yerli bira imalatından gurur duyan bir devlet kapitalizmi ile karşı karşıyayız.

Baskının işçi sınıfının sırtında hissettirdiği ağırlık giderek artıyor ve uyardığı, kızdığı ve tehdit ettiği diğer emperyalist güçlerin kendi işçi sınıfını sömürüyor olması gibi bir kapitalist devlet olarak K.Kore de, işçilerin acımasızca baskı altında tutularak işyerlerinde öğütüldüğü çarklardan sadece bir tanesi. Bunu ABD'de liberal ekonomileri kutsamak için, ABD vatandaşlarına her ulusa sesleniş konuşmasında yapma taahhütünü veriyor, bunu Küba da her kuruluş günleri etkinliklerinde alt metinde dile getiriyor, bunu Çin, İran, Japonya ve Türkiye de, ülkenin kalkınması ve gelişmesinin önündeki engeller ve yapılacakları kendi işçi sınıfına aktarırken emperyalist bir güç olmanın gerektirdiği niteliklere uygun olarak utanmadan ve sıkılmadan “vatan için daha çok çalışılacağı” mesajları ile zaten veriyor. Bir de geriye dış mihrak yaratmak kalıyor. Arada sadece coğrafi farklılıklar, eski lider Kim Cong-il'in birkaç komik basın demeci -ki bu demeçlerden birisinde, K.Kore'de bir balık çiftliğinin açılışında yaptığı konuşmada, kaf dağının ardından gelen önder, balığın besin değeri açısından çok önemli olduğunu belirtmişti- ve gündemdeki nükleer programın açıkça sürdürülmesi ayrıntıları yer alıyor.

Burjuva solunun da çok uzaklara ve derinlere bakmasına gerek yok. Zaten emeğin ve emeğin sömürüsünün tamamen iktidarda olduğu, fabrikalarda, tarlalarda ve bütün siyasi iktidarın tepeden tırnağa yapılandırılmış bir kapitalizm karikatüründen bahsediyoruz. Zaten burjuva solunun da emperyalist olarak görmediği bir devlet gücü için emperyalist tanımlaması yapmaları ve aynı şekilde işçi sınıfını sömürdüğünü söylemeleri de beklenemezdi. İşçi sınıfının ağır yaşam koşulları altında saatlerce çalışmak zorunda kaldığı ve üzerine bir de aç kaldığı bir atmosferde, tıpkı Küba'nın gereksiz gördüğü için işten çıkarttığı işçilerin durumu ve fuhuş sektörü, tıpkı Kamboçya'nın Pol-Pot iktidarına giden yolda sayısı milyonları bulan katliamları ve hatta gözlüklü olanların entelektüel diye kurşuna dizilmesi örneklerinden bile aslında günümüzün sermaye yapısının ihtiyaçlarına tam olarak ayak uyduramamanın karını yine bütün emperyalist devletlerin topladığını, acılarını çekenin ise yine işçi sınıfının kendisi olduğunu görüyoruz. K.Kore'nin gerçekleştirdiği nükleer denemeyi kınama yarışında en önde giden ABD'deki evsiz ve işsiz sayıları ile karşılaştırıldığında da aslında aynı temel üzerinden yükselen sadece nüans farklarından bahsediyor oluruz. ABD ve onun yanında K.Kore'yi kınayan diğer devletler de kendi çıkarları ve emperyalizme hizmet ederken, K.Kore de kendi ölçeği ve elindeki imkanlar ekseninde yeri geldiğinde Çin ile, yeri geldiğinde de İran ile yanyana geldiği gibi, yeri geldiğinde de tabii ki çıkarları sözkonusu olması durumunda ABD ile de yanyana gelmekten geri durmayacak, kendi emperyalist çıkarları için sömürüyü daimi kılmaya çalışacak, gerektiğinde savaşlarla işçi sınıfının katladilmesinin önünü açacak.

Devlet kapitalisti eski Sovyetler Birliği'nden miras aldığı yöntemlerin günümüzdeki yansıması K.Kore, aslında güncel rakiplerinden küçük ayrıntılar ile ayrılıyor ancak aynı amaç üzerinde birleşiyor: işçi sınıfının katıksız sömürüsü.

Nevin

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Çıkar Çatışmaları

Tunus, Mısır: 'Arap Devrimi'nin Sonu

 

Sözde 'Arap devrimleri'nin ikinci yılını doldurmasıyla, son birkaç hafta ve ayda Mısır ve Tunus'ta meydana gelen ayaklanma ve kitle eylemlerinin bize hatırlattığı, Bin Ali ve Mübarek gibi diktatörlerin iktidardan düşmelerine rağmen hiçbir şeyin çözümlenmediği. Aksine, ekonomik durum, işsizliğin artması, açlık ve işçi sınıfına saldırılar ile daha da kötüye gidiyor. Bunun yanısıra, otoriterliğin hükümdarlığı, şiddet ve baskının göstericilere çevrilmesi, her zamanki gibi varlığını sürdürüyor.

Muazzam Öfke ve Cesaret

2011'de Mohammed Bouazizi'nin intiharı ile ateşlenen 'Arap Baharı'nın başladığı yer olan   Tunus  , derin bir sosyal, ekonomik ve siyasi krize sürükleniyor. Resmi işsizlik oranı %17 ve aylardır birçok sektörde grevler sürüyor. Geçtiğimiz haftalarda birçok şehrin sokaklarında açık ve kitlesel olarak başgösteren öfke, başka birşeyden kaynaklanmıyor. Aralık ayında işsiz gençler, Moncel Marzouki tarafından açıklanan tasarruf programına karşı Siliana kentinde polis ile çatıştı. Baskı ve 300 kadar eylemcinin (ve bunlardan bazıları atılan mermiler ile) yaralanması, başkent olmak üzere diğer kentlerde eylemler arası dayanışmanın önünü açtı. Tunus Devlet Başkanı, “Bir Siliana daha olmasını istemiyoruz. Bunun daha başka birçok bölgede gerçekleşmesinden korkuyorum” diye açıklamada bulundu.

Daha yakın bir tarihte, seküler muhalif unsur Chokri Belaïd'in öldürülmesi ile sokaklara çıkan insanlar, 50 bin kişinin katıldığı, “yeni devrim” olarak adlandırdıkları ve 2011'in temel sloganı olan “ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet” eşliğinde bir cenaze töreni düzenledi. Onlarca şehirde, karakollara ve iktidardaki islamcı parti Ennahda'nın parti merkezlerine saldırılar düzenlendi. Ordu, iki yıl önceki 'yasemin devrim'in başladığı Sidi Bouzid'teki kitlesel eylemleri kontrol altına alması için yönetime el koymaya çağırıldı.

Gelişmeleri sakinleştirmek ve toparlanmak için, hükümetin Haziran'da göstermelik olarak yürürlülüğe koyduğu yasama seçimleri arifesinde Ulusal Sendikalar Konfederasyonu (USK (UUGT)) Tunus'ta 35 yıl sonra ilk defa gerçekleşecek bir genel grev düzenledi. Şu anda tansiyon tamamen sonlandığı ancak öfkenin kaybolmadığı, özellikle de IMF'den alınacak borç ile yeni ve şiddetli kesinti uygulamaları ile daha da alevleneceğini düşünebiliriz.

Mısır'da, durum daha iyi değil. Ülke borçlarını ödeyemez durumda. Geçen Ekim ayında, Dünya Bankası, Eylül ayının ilk yarısında 300 gibi rekor bir seviyede gerçekleşen grevlerin yayılmasından duyduğu rahatsızlığını dile getirdiği bir rapor yayınladı. Yılın sonunda hükümet karşıtı ve özellikle iktidardaki güçlerini meşrulaştırmak için Müslüman Kardeşler tarafından örgütlenen referandum karşıtı birçok gösteri düzenlendi. 25 Ocak itibarıyla, 'Mısır Devrimi'nin ikinci yıldönümünde, protestolar giderek yayıldı. Günden güne, binlerce eylemci, yeni hükümet tarafından dayatılan yaşam koşullarını protesto ettiler ve Mursi'nin gitmesini istediler.

Ancak kredisini kitleler üzerinde tüketen baskı, tekrar öfkeye neden oldu. Port Saïd'te 1 Şubat 2012'deki maçın sonunda çıkan ve 77 kişinin yaşamını yitirdiği olaylarda[1] yeraldıkları iddiasıyla al-Masry futbol kulübününün 21 taraftarı için 26 Ocak'ta açıklanan idam kararları yeni bir öfke dalgası kıvılcımı yaktı. Ana muhalefet Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin düzenlediği barışçıl eylemler, şehir gerillası savaşlarından sahnelerle sonuçlandı. 1 Şubat akşamı Tahrir Meydanı ve başkanlık sarayı önünde binlerce eylemci, düzen kuvvetleri ile çetin bir savaşa girişti. 2 Şubat'ta hala binayı koruyan kolluk kuvvetlerine atılan havada uçuşan taş ve molotofları görüyorduk. Bir hafta içerisinde, eylemlerin şiddetle bastırılması, 60 kişinin yaşamını yitirmesine neden oldu. Yırtılmış kıyafetleri ile bir adamın polis tarafından dövüldüğü videolardan izlenebiliyordu. Rejim tarafından uygulanmaya çalışılan sokağa çıkma yasağına rağmen, eylemler Süveyş Kanalı boyunca üç şehirde devam etti. Bir eylemci şöyle diyordu: “Şimdi sokaklardayız çünkü hiçkimse bizlere kendi istediği şeyi dayatamaz... hükümete teslim olmayacağız”.

Ismaïlia kentinde, sokağa çıka yasağına meydan okuyan futbol maçları düzenlendi ve Müslüman Kardeşler'in merkezi ateşe verildi.

Artan öfke ile yüzyüze gelen ve kendi güvenliğinden endişe eden polis, 12 Şubat'ta hükümetten kendilerinin birer baskı aracı olarak kullanılmalarının önüne geçmesini talep ettiği bir eylem düzenledi! Aralık'ta onlardan birçoğu Kahire'de eylemcilerin karşısına çıkmayı reddetti ve protestolar ile dayanıştıklarını ilan ettiler.

...Ancak Bir Perspektif Olmadan...

Ennahda, dışarı!” ve “Mursi, dışarı!” sloganları Bütün bir önceki eylemlerde şu şekilde duyuluyordu: “Bin Ali, dışarı!” ve “Mübarek, dışarı!”. Ancak 2011'in başlamasıyla 'demokratik' özgürlük yolunda değişim için bir umut yeşerdi. 2013'te genel ruh hali, hayal kırıklığı ve öfkeden oluşuyor. Aynı zamanda, kökeninde, aynı demokratik yanılsamaların varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz çünkü bu yanılsamalar güçlü bir şekilde insanların zihinlerindeki ile paralel. Bu, şimdilerde baskı ve cinayetlerin nedeni olan dini fanatizme işaret eden ve aynı zamanda burjuvazinin baskıcı işlevinin devamlılığını gizleyen güçlü bir ideolojik bariyer ile korundu. Bunu rejimlerin toplumsal eylemliliklere karşı kullandığı baskıyı temin edemediği ve işçi grevleri karşısında güçsüz kaldığı hem Tunus, hem de Mısır'da sarsıcı bir biçimde gözlemledik. Yanılsamalar, daima kan ile ödenir. 'Seküler diktatörler'in yönetimden ayrılmasından sonra, başka bir diktatörlüğü 'demokratik' biçimde empoze eden dinci liderler ve şeriat ile karşılaşıyoruz. Bütün dikkat bunun üzerinde ancak aynı eski burjuva diktatörlüğü ve devletinin sürdürdüğü gibi, yenileriyle de insanlar üzerindeki aynı baskı ve işçi sınıfı üzerindeki aynı sömürü devam ediyor.

Burjuvazinin şu ya da bu kliğini tercih ederek yaşamın değişeceğine dair inanç bir yanılsama ve bu da baskı ile devlet şiddetinin kaldırım taşlarını döşüyor. Bu özellikle onyıllardır geri burjuva fraksiyonlar tarafından yönetilen ve 'gelişmiş ülkeler' tarafından desteklenen ülkelerde daha da geçerli ve doğru. Bu fraksiyonların hiçbirisinin, bu iki ülkede koalisyonlar vasıtasıyla iktidara gelen lerde de açıkça görebileceğimiz gibi önerebileceği hiçbir ekonomik programı, perspektifi ya da vaadi yok. Yoksulluk, tarım krizleri -ve dolayısıyla gıda krizleri- ile eşi benzeri görülmemiş bir biçimde artarak sürüyor ve genelleşiyor. Bu liderlerin aptal olmalarından değil, onların iktidarda bulundukları ülkelerin girdiği çıkmaz sokaktan kaynaklanıyor ve bu bütün dünya kapitalist sisteminin sonuna geldiği çıkmaz sokağa girildiğinin bir göstergesi.

Siliana'da bir işsiz genç “insanlar başka bir devrim istiyor” diye haykırıyor. Ancak bahsi geçen 'devrim', bir sonraki iktidar tarafından canllı canlı yutulmayı beklerken sadece hükümetlerin ya da rejimlerin değişmesinden ibaretse, ya da eğer bu 'devrim' büyük güçler tarafından örgütlenmiş silahlı profesyonel katillerin karşısında örgütsüzce yeralarak sokak savaşlarında şu ya da bu burjuva fraksiyona karşı mücadeleye odaklanmaksa, siz sadece kendi intiharınız için hazırlanıyorsunuzdur.

Tunus ve Mısır'daki insanlar, her iki ülkedeki güçlü bir işçi sınıfı kompozisyonunun varlığı ölçüsünde başlarını yeniden kaldırdılar. Bunu 2011'de giderek artan grevler sırasında açık bir biçimde gözlemledik. Ama bu nedenle işçi sınıfı için daha önemli olan, islam-karşıtları ya da yanlıları ve liberal-karşıtları ya da yanlıları ile aralarında olan savaşa girmemek. Grevlerin devamlılığı bize proletaryanın gücünü, onun yaşam ve çalışma koşullarını savunma kapasitesini gösterdi. Bizler bunu büyük bir cesaret ile öncelemeliyiz.

...Merkezi Ülkelerde Mücadele Gelişmeden...

Ancak bu mücadeleler yalıtılırlarsa ileriye doğru gerçek bir yöntem öneremezler. 1979'da İran'da aynı zamanda proleter tepkinin gücünü gösteren bir dizi işçi grevi ve ayaklanma ile karşılaştık. Ama ulusal bağlamda sınırlı kaldıklarından ve işçi mücadelelerinin dünya ölçeğinde istikrarsız olgunlaşmaları nedeniyle bu hareketler, demokratik yanılsamalara kurban gittiler ve burjuva kamplar arasındaki çelişkilerin tuzağına düştüler. Batıdaki proletaryanın ötesinde, onun deneyimi nedeniyle, onun gerçek bir devrimci perspektif koyma yönündeki sorumluluğunu bekleyen yoğun doğası nedeniyle. İspanya'daki Öfkeliler Hareketi ve ABD ve İngiltere'deki İşgal Hareketleri, Tunus ve Mısır'daki ayaklanmaları cesaret ve istekle sahiplendiler. 'Arap Baharı'nın sloganı, “korkmuyoruz”, dünya proletaryası için bir ilham kaynağı olmalıdır. Kapitalizmin kalbinde, krizdeki kapitalizme cevap veren işçi meclislerinin ateşi, yoksulluk ve barbarlık dışında başka bir şey öneremeyen bu sömürü sisteminin radikal bir biçimde yıkılışını arzulayan bir alternatifi temsil ediyor.

İşçi sınıfı, hem onun üretimde konumlanışı, hem de herşeyin üzerinde dünyanın geleceğini temsil edişi açısından toplum içerisindeki ağırlığını hafife almamalı. Bu nedenle, merkez ülkelerdeki işçilerin çöle giden yolu farkedebilmelerindeki kritik rolünü oynayabilmesi için, Mısır ve Tunus işçileri burjuva demokrasisinin yarattığı serap tarafından yanıltılmasının önüne geçmeli. Avrupa'daki proleterler, burjuva demokrasisinin en sofistike tuzakları ile karşılaşma konusunda en uzun deneyime sahip. Onlar bu tarihsel tecrübenin meyvelerini toplamalı ve bilinçlerini en yüksek noktaya çıkarmalılar. İşçi sınıfı, kendisini devrimci bir sınıf olarak varetmek yoluyla kendi mücadelelerini geliştirerek dünya üzerinde gerçekleşen savaşlar ile yüzyüze gelen izolasyonu kırabilir ve bütün insanlık için yeni bir dünya ümidini yenileyebilir.

Wilma

1. https://en.internationalism.org/icconline/201202/4690/drama-port-said-eg...

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

2013 - Ocak

Kıbrıs'ta Grevler: Kuzey ve Güney'in Ortak Noktası, Kapitalizmin Krizi

KKTC'de, 28 Aralık günü Lefkoşa Türk Belediyesi işçileri, 11 aydır düzensiz ve son 3 aydır hiç alamadıkları maaşları için genel greve çıktılar. Bir önceki gün, işçilerin yaptığı eylemde çıkan ve adeta bir isyanı andıran çatışmalar sonucu 21 sendikacının gözaltına alınmasına istinaden genel greve giden sendika, yapılan grevin ardından gözaltındakilerin bırakılmasını talep etmişti.

Bir önceki gün yaşanan eylemde, işçiler aynı zamanda KKTC'de iktidarda bulunan iktidardaki burjuvazinin sağını temsil eden Ulusal Birlik Partisi'nin binasına da girmişler ve tepkilerini dile getirmişlerdi. UBP, TC emperyalizminin tescilli katili Rauf Denktaş tarafından 1975 yılında kurulmuş ve 2009'daki parlamento seçimlerinde yaklaşık %44'lük bir oranla seçimden 26 milletvekilini meclise sokarak galip ayrılmıştı.

O nedenle eylemin ilk başladığı günden aylar önce biriken öfkenin açığa çıkması ile söndürülmesi bir oldu. Çünkü sendikaların genel grevleri var. Genel grevleri düzenleyen sendikaların tek derdi sendikacıların bırakılması değil. Tarihte görülen bütün örnekleriyle sendikalar, işçi sınıfının mücadelesini sektörel, yerel ya da işyeri tabanlı bölerek gelişmeye çalışan hareketin ateşini daha yanmadan söndürüyorlar.

Güney kesiminde ise işler bir o oranda içinden çıkılmaz halde. Kapitalizmin krizinin en ağır yüzü ile karşı karşıya kalan Yunanistan işçi sınıfından çok fazla farkı olmayan Güney Kıbrıs işçi sınıfı, ödenmeyen maaşlar ve giderek elden giden yaşam koşullarının kötüleşmesi nedeniyle eylemlere başvuruyor. Özellikle 12 Aralık'ta gerçekleşen eylemlerin genel karakteri, Güney kesiminin işçi sınıfının kötüleşen koşullarına tepkiyi geliştirmesi oldu. Hemen ardından da bir süre önce havayolu işçilerinin grev yasağı ile karşılaşması neticesinde greve çıkmaları da hala hafızalardayken, öğretmenler kesintilere karşı bir yürüyüş düzenlediler.

Dimitris Hristofyas'ın devlet başkanlığı yaptığı Güney Rum Yönetimi'nde, Stalinist AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) 2008'den bu yana iktidarda bulunuyor. Ancak bu hükümeti de zorlayan bir şey var. O da, tıpkı kuzeyin burjuvazisinin dibine kadar battığı aşırı borç krizi.

Özellikle işsiz sayısının 53 bini aştığı ülkede, ekonomik krizi ötelemek için burjuva devlet tarafından atılmaya çalışılan adımlar en son IMF ile yapılan görüşmeler sonucunda yeni bir paketin kabulü ile neticelendi. Mecliste yaptığı konuşmada gözyaşlarına hakim olamayan Hristofyas'ın “Herkes Avrupa Birliği'ne girerek altın kaşıkla yemek yiyeceğini sanıyor ancak kriz nedeniyle tahta kaşıkla bile yemek yiyemeyeceğiz.” sözleri aslında küresel ekonomik buhranın geldiği noktayı ve geleceği az buçuk gösteriyor gibi. Güney Kıbrıs'ta ilerleyen dönemde burjuvazi tarafından yürürlülüğe koyulacak olan “önlem paketi”, kamu sektöründeki işçi ve emeklilerin maaşlarının %6,5 ila %12,5 aralığında azaltılması, yine kamu işçilerinin mesai saatlerinin düzenlenmesi, akaryakıt fiyatlarına yapılacak artış ve çocuk ile öğrenci yardımının kaldırılması gibi maddeler içeriyor ve bu güneydeki işçi sınıfı için daha kötü koşulların habercisi. Tarihsel deneyiminden aldığı mirasla hareket eden kuzeyin burjuvazisi gibi, güneyin burjuvazisi de ekonomik düzenlemelerin ciddi bir tepkiyle karşılaşmasının önünü alabilmek için hepsinin tamamen yürürlülüğe girmesini iki yıllık bir süreye yaymış durumda.

Adada böyle bir gündem varken, TC burjuvazisinin siyasi temsilcileri krizin bütün kapitalizmin genel bir sorunu olduğu gerçeğine inat, güneyin yaşadığı borç krizine ve S&P'nin, Güney Kıbrıs'ın notunu 'B'den CCC+'ya, görünümünü de negatife düşürmesine ilişkin Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış'ın ağzından “Allah kurtarsın” demişti. Ancak anladığımız kadarıyla Bağış, resmi %9, gayriresmi %15'leri aşan işsizliğin halen giderek büyüdüğü TC'nin bu dünyada değil, Mars'ta kurulan bir ulus devlet olduğunu ve bu sözlerini de uzaydan söylediğini düşünüyor olmalı. Aşırı borçlanma, cari açık ve işsizliğin giderek arttığı TC topraklarında ve dünyanın başka herhangi bir yerinde, bu kadar rahat ancak ve ancak burjuvazi olabilirdi. Ne yazık ki şimdilik sadece krizin derinleşmesi ile uykusuz gecelerin onları beklediğini söyleyebiliriz.

Bütün bunların yanısıra, Kuzey ve Güney Kıbrıs'ın burjuvazilerinin aralarında yıllardır süren husumetin güncel sayılan bir diğer unsuru da petrol. Yaklaşık üç yıl kadar önce, Akdeniz'de petrol arama çalışmaları başlatmış ve Türkiye de buna yanıt olarak savaş gemileriyle sondaj çalışması yapılan kara sularında çalışmayı sabote etmeye çalışmıştı.

Güneydeki sol iktidar ile, Kuzey'deki sağ iktidar arasındaki ortak yanlar bariz. İkisi de krizin ürünü, kemer sıkma politikaları ile adadaki işçi sınıfının yaşam koşullarının daha da kötüye gitmesine neden oluyorlar.

Güneyin soldan (Emekçi Halkın İlerici Partisi'nden) söylenen yalanları ile sağdan gelen kuzeyin (Ulusal Birlik Partisi'nin) yalanları birleşince, ortaya çalışan işçiler için ağır çalışma koşulları ve kronik işsizliğin sürmesi, koşulların daha da ağırlaşması kalıyor. Birisi 74'teki askeri harekat ile binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve evsiz kalmasına yolaçan TC burjuvazisinin bir beslemesi, diğeri ise kapitalizmin krizinin en ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalan Yunanistan burjuvazisinin himayesindeki post-stalinist bir karikatür.

Sol ya da sağ iktidarlar, kapitalizmin beşik kertmeliğinde, krizden dolayı kötüleşen çalışma koşulları, kesintiye uğrayan maaşlar ve yeni grev dalgalarına yelken açıyorlar. Kuzey ve Güney kesiminde özellikle kriz, aşırı istihdam ve 200 milyon liralık borçtan kaynaklı yaşam koşullarında giderek artan bir gerileme var. Ancak bu, kapitalizmin daha yaşanabilir hale getirilmesiyle ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Maaşların daha düzenli ödenmesi demek, yaşamımızın her alanında, gıda ve temel tüketim maddelerine düzenli zam yağmuru demek; daha az işsizlik işin ücretinin azaltılması ve daha çok süre işyerlerinde kapalı kalıp daha az ücret almak demek; kapitalizmde krizin olmaması demek, işçi sınıfı için daha iyi sömürü koşulları demek anlamına geliyor.

Güney ve kuzey kesimleri her daim bir diğer kesimin işçi sınıfı içerisinde kin ve nefret tohumlarını ekerek onları birbirlerine düşman göstermeye çalışmışlardı. Burjuvazinin işçi sınıfı mücadelesini bölen temel araçlarından, ulus-devlet kavramı ve etrafında şekillendirilen milliyetçilik, şovenizm, ırk fobisi, ötekileştirme ve benzeri ideolojik silahlar yalnızca adada hala iki ayrı işçi sınıfı varmış gibi göstermeye çalışıyor. Bir tarafta Türk işçiler grev yaparken diğer tarafta da yaşam koşulları için grev yapan işçilerin mücadelesini ayrı, tarihsel ve anlık olarak birbirinden tamamen kopuk süreçlermiş gibi algılanmasını istiyor. Çünkü bu onların işine geliyor. Böylece birleşemeyen, sendikalar ile pratik yalıtılmışlıklarını aşamayan tek işçi sınıfından değil, bir toprak parçası üzerindeki iki “ayrı” işçi grubundan bahsediyor oluyoruz. Uluslarla bizlerin önüne set çekmeye çalışanlar yine burjuva kampın temsilcileri oluyorlar. Ancak ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarının kesişim noktasında yine aynı işçi sınıfından yani tıpkı dünyanın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi, bütün Kıbrıs'ın işçi sınıfından bahsediyoruz.

İşçi sınıfının vatanı olmadığı gibi, kapitalizmde bütün insanlık için de bir gelecek bulunmuyor. Şu anda gerçek potansiyelini açığa çıkarttığından bahsedemediğimiz ancak bütün dünyada olduğu gibi, Kıbrıs'ta da kapitalizmin krizi ve burjuvazinin vaadleri bizleri bölmeye yarıyorken, tarihin tek devindiricisi olan işçi sınıfı mücadelesini birleştirerek ve genelleştirerek yayabilir ve büyütebilir, geleceği insanlığın ayaklarına getirebilir.

Bunçuk

 

 

Tags: 

Rubric: 

Kıbrıs'ta Grev

ODTÜ Olayları:Son Dönem Üniversite Eylemlerinin Sınıfsal Temeli Nedir?

Geçtiğimiz günlerde, fırlatılacak olan Göktürk-2 uydusunun TÜBİTAK'ın Ortadoğu Teknik Üniversitesi kampüsünden canlı izlenenecek olan fırlatma törenine katılacak olması üzere, üniversitede Başbakan Tayyip Erdoğan'a yönelik protestolar gerçekleşmesi ve sonrasında yaşanan olaylar, hala ülke gündeminde önemli bir yer tutmakta ve sürmekteler. Protestolar sonrası ODTÜ'de binlerce kişinin katıldığı eylemler, amfi işgalleri ve boykotlar yaşanırken başta İstanbul'da olmak üzere pek çok şehirde, ODTÜ'lülere destek vermek için öğrenci eylemleri gerçekleştirildi, ki aralarında ODTÜ rektörü de olan binlerce öğretim görevlisi de öğrencileri desteklediğini açıkladı ve hatta ciddi bir kesim de eylemlere katıldı.

Protestolara tepkisi, çevik kuvvet ekipleri eliyle ve ayrıca pek çok gözaltıyla ODTÜ'de ve sonrasında katıksız bir devlet terörü gerçekleştirmek olan hükümet, eylemcilere ve onları destekleyen öğretim görevlilerine karşı alışılmış saldırgan tavrını korumakta. Yüksek eğitim kolunda, koltuğunu kendisine borçu olan herkesi seferber eden AKP hükümeti, bir yandan bu kesimlerden destek bildirgeleri toplar ve Sabahattin Zaim Üniversitesi gibi adı sanı duyulmamış bir üniversitenin dahi ODTÜ'yü kınadığı tuhaf bir durum yaratırken, bir yandan da öğrenci ve öğretim görevlilerini terörist, ODTÜ'yü darmadağan edip sonraki eylemlere saldıran polisleri ise yalnızca görevlerini yapıp kendilerini savunan masum kahramanlar ilan ediyor. Hükümet yanlısı medya ise, olağanüstü bir çaba ile Erdoğan ve diğer hükümet yetkililerinin söylediklerinin dahi üstüne çıkmayı başarıyor. Gerçeğin hükümetin iddia ettiğiklerinden çok farklı olduğu ayan beyan ortada olsa da, uygulanan devlet terörüne eşlik eden yalanların etkisi kayda değer.

Mevcut duruma ve özellikle de hükümetin saldırgan üslubuna ve uygulanan devlet terörüne bakınca, gerçekleşen olayların hükümete ciddi bir tehdit teşkil ettiği, en azından hükümeti korkuttuğu düşünülebilir. Öte yandan biraz daha derinlere inince, daha farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. AKP hükümetinin ODTÜ olaylarında kullandığı saldırgan üslup esasında yeni değil. Erdoğan ve yandaşları, iktidarları boyunca karşılarına çıkan muhalif unsurların büyük çoğunluğuna karşı benzer bir saldırgan tutum takındılar. Aynı şekilde uygulanan devlet terörü de, ODTÜ için görülmemiş düzeyde olsa da, ülke genelinde yeni değil. Eylemlere katılan sayısı binlerle ifade ediliyor ama onbinlerle dahi ifade edilmiyor ki üniversitelerde okuyan öğrenci sayısı bir milyonun üzerinde. Öğretim üyelerinin sayısının da binlerle ifade ediliyor olması ise, yüz bine yakın öğretim üyesi olduğu düşünülürse, daha iyi bir sayı olmakla birlikte yeterli olmaktan uzak. Bunun ötesinde, özellikle öğrencilerin tepkisinin en yoğun olduğu üniversiteler ülkenin ODTÜ, Galatasaray, İstanbul Teknik Üniversitesi gibi iyi üniversiteleri. Hükümet, eylemcileri bu noktadan vurarak elit diye resmedip karşısına almaktan çekinmiyor. Dahası, bunu yaparak bir yandan kendi tabanını muhafaza ederken diğer yandan da MHP tabanına ve kararsızlıkları olan sağ kesime oynuyor. Yani kısacası, eylemlerin hükümete bir tehdit teşkil edecek bir gücü yok ve hükümet de gerçekleşen eylemlerden korkmuyor – aksine masabaşında yaptığı oy hesaplarından dolayı eylemcilerin üzerine gidebilecek kadar rahat hissediyor kendisini. Öte yandan benzeri şekillerde hedef aldığı ve katılımcı sayısı da benzer veya daha az olan TEKEL ve THY mücadelelerinin hükümeti gerçekten korkuttuğunu kısmi de olsa verdiği maddi tavizlerden anlayabiliriz1. Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki hükümetin bu denli rahat hissetmesinin nedeni de eylemlere katılan öğrenci veya öğretim görevlisi sayısı veya eylemlerin merkezinin iyi üniversitelerden olmasından çok daha derinde yatıyor. Hükümetin rahatlığının nedeni, eylemlerin niceliği veya konumu değil, eylemlerin niteliği.

Galatasaray, İstanbul Teknik, Marmara, İstanbul, Mimar Sinan ve Yıldız Teknik Üniversiteleri öğretim elemanları, ODTÜ ile dayanışma için yayınladıkları ve temel çizgisi akademik özgürlükleri savunmak noktasında olan açıklamalarında şöyle demişlerdi: "Üniversiteler, iktidarların böbürleneceği projeler üreten, şirketlerin taşeronu gibi çalışan, kâr hedefine odaklanan imalathaneler değildir." Üzülerek belirtmemiz gerekiyor ki, üniversiteler tam da böyle imalathanelerdir ve kapitalizm altında yukarıda ifade edilenlerden başka bir işleve sahip olmaları mümkün değildir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi de bu kurala bir istisna teşkil etmemektedir. Tayyip Erdoğan'ın “Siz nasıl bir üniversitesiniz? Sizin yetiştirdiğiniz öğrenciler bunlarsa Türkiye batmıştır” sözlerine ODTÜ'de Siyaset Bilimi Profesörü olan Raşit Kaya'nın verdiği şu yanıt, ODTÜ'nün ve genel olarak üniversilerin işlevine dair çok daha gerçekçidir: "Demek ki bizim yetiştirdiğimiz öğrenciler nitelikleri nedeniyle AKP’de görev alabilmişler. İsim vermek istemiyorum ama YÖK’te, TÜİK’te, BDDK’da, en üst düzeydeki yöneticiler bizzat benim öğrencilerimdi. Dolayısıyla Başbakan’ın bize ne tip öğrenci yetiştirdiğimiz konusunda böyle bir ithamda bulunması, çok haksız bir itham. Biz Başbakan’ın ima ettiği gibi terörist değil, AKP’ye bakan yetiştirdik." Bununla birlikte öğretim üyelerinin alıntıladığımız açıklamasına dair en büyük sorun, yanlış olması değil. Son dönemdeki eylemlilikler içerisinde mevcut çatışma dışında mücadeleler, mevcut iktidarın ötesinde bir düzen, üniversiteler haricinde bir dünya olduğuna değinen ender ifadelerden biri olması.

Zira eylemlerin sloganlarına bakınca üç temel odak noktası görüyoruz. Bunlardan ilki sığ bir AKP karşıtlığı. Geçmişte siyasi öğrenciler arasındaki AKP faşist mi, değil mi tartışması, AKP'nin faşist olduğu, dolayısıyla AKP'ye karşı herkesle omuz omuza verilmesi gerektiği sonucuyla bitmiş gibi gözüküyor. Bu da eylemlere Kemalistlerden Troçkistlere geniş gözüken bir siyasi yelpaze kazandırmış durumda. Eğer faşizm gerçekten tarihsel bir anlama sahip bir ideoloji ve pratikse, AKP'nin faşist olmadığını, uyguladığı devlet terörünün de gayet demokratik ve bütün demokratik burjuva devletlerinin uyguladığı bir devlet terörü olduğunu ifade etmemiz gerekse de, bu konuya burada derinlemesine eğilmeyeceğiz. Yalnızca AKP faşist de olsa, faşizme karşı düşman sınıfla işbirliği yapmanın işçi sınıfına ölüm ve yıkımdan başka birşey getirmediğini, meselenin faşizm veya demokrasi değil, faşizm ve demokrasi olduğunu, içerisinde bulunduğumuz çağda proleter bir çizgiyi savunmanın her türlü sınıf işbirliğini reddetmeyi gerektirdiğini ifade etmekle yetineceğiz.

Eylemlerin ikinci ana damarı ise, özellikle uygulanan devlet terörünün ardından, akademik özgürlük konusu olmuş durumda. Akademik özgürlük, AKP faşizmine karşı savunulan demokratik haklarla özdeşleştirilerek, eylemlerin sloganlarının ikinci ayağını oluşturuyor. Bu bağlamda, akademi dünyadan kopuk, kutsal bir iş yani bilim yapılan, her yere dokunulsa dahi dokunulmazlığı olması gereken bir alan olarak görülüyor. İstanbul'daki öğretim üyelerinin yayınladığı açıklamada akademiyi yüceltmek üzerinden kurulan bu yaklaşımı net bir biçimde görmek mümkün: "Akademinin vazgeçilmez görevlerinden biri de, hiçbir baskı altında kalmadan, toplum ve iktidarı sorgulamak, bunlar hakkında bilimsel ve eleştirel görüşlerini dile getirmektir. Üniversiteler, güçlünün karşısına bilgi, bilim ve özgürlükçü düşünce ile çıkabilmelidir. Araştırma alanı fark etmeksizin akademik özgürlükler bir bütündür." ODTÜ öğrencileri ile dayanışmak için öğretim üyeleri arasında toplanan imza kampanyası metninde ise şöyle denmektedir: "Biliyorum ki bugün sessiz kalır, demokratik haklarımı savunmazsam, bu anti-demokratik uygulamalar gittikçe yaygınlaşacak ve yarın hepimiz için çok geç olacak." Öte yandan akademik özgürlük, yalnızca ODTÜ'yü basan polislerin değil aynı zamanda ODTÜ'yü kınayan üniversitelerin de gösterdiği üzere, demokrasinin bir yanılsamasıdır sadece. ODTÜ rektörünün eylemcileri sahiplenir tutumu, kendisinin, Başbakan Erdoğan'ın aksine, bir gün ODTÜ'ye girmek değil her gün ODTÜ'de yaşamak durumunda olmasında kaynaklıdır. Bu yaklaşım, gerçekte olmayan bir hakkı savunmak üzerine kurulmaktadır.

Son olarak ise, değildiğimiz iki ana eksenin yanı sıra, başta ODTÜ'lüler olmak üzere özellikle öğrenciler arasında 68 kuşağının sol-milliyetçi eylemleri üzerinden hissedilen nostaljinin etkili olduğunu ifade edebiliriz. Eylemlerde "bağımsızlık uğruna al kanlara boyandık... yurdumuza faşist dolmuş, vurun gardaşlar vurun" gibi sözleri olan Gündoğdu Marşı'nın sıkça söylenirken, yurtseverlik ve tam bağımsız vatan edebiyatı üzerinden pek çok milliyetçi slogan da atıldı; ayrıca ABD Büyükelçisi Kommer'in arabasının yakılması defalarca hatırlandı ve hatırlatıldı. İTÜ Öğrenci Konseyi'nin ODTÜ'yü desteklemek için yayınladığı bildiride şöyle deniliyordu: "Tüm kaleleri fethettiğini sanan Tayyip Erdoğan, ODTÜ’ye de bu rahatlıkla girerken ODTÜ’nün tarihinde direniş olduğunu unutmuş olmalı. 1969’da ABD büyükelçisi Kommer’in arabasını ateşe vererek Tam Bağımsız Türkiye için meşale yakan ODTÜ, Amerikan Emperyalizmine geçit vermemiştir ki bugün onların hizmetkârları önünde diz çöksün". Düzenin şu veya bu kesimine karşı bir başka kesimiyle cephe kurma düşüncesindeki bütün yaklaşımlar kendilerini milliyetçilikle temellendirme eğilimindedirler; bu minvalde böylesi bir zeminde böylesi sloganların öne çıkması şaşırtıcı değildir.

Bu nedenlerden dolayı, ODTÜ'de başlayan son dönem üniversite eylemleri hükümet için bir tehdit değildirler çünkü düzen için bir tehdit oluşturma şansları yoktur. Zira, her ne kadar geniş gözükse de, eylemlerin üzerinden örülmüş olduğu üç temel nokta, işçi sınıfının geri kalanı bir yana, çoğu şüphesiz proleter olan öğrenci kitlesinin büyük bir kısmına dahi yayılmasını neredeyse imkansız kılmaktadır. Çünkü öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğu ne AKP'yi, ne faşizmi, ne ülkenin bağımsızlığını ne de akademik özgürlüğü umursamaktadır. Öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğunun dünyası, her ne kadar üniversitedeki konumlarından dolayı küçük burjuva ve burjuva ideolojik etkilere açık olsalar da, mümkün olduğu kadar çabuk mezun olup ekmek tutmak derdi tarafından şekillenmektedir. Bu eylemlerin üzerinden kurulduğu zemin, üniversitelerdeki proleter öğrenci kitlesinin hayatlarına, hayat kaygılarına ve maddi koşullarına temas etmemektedir. Eylemlerin üniversite dışındaki işçi sınıfına dair zaten hiçbir iddiası dahi yoktur; son dönemde üniversitelerdeki güvencesiz çalışma koşullarına karşı hareketlenmeye başlayan eğitim işçilerinin mücadelesi için ise ancak berraklaşan suyu bulandıracak, onların hareketliliğini kendisine kaydıracak tehlikeli bir etkileri olabilir. Bütün bunların nedeni, her ne kadar üniversitelerde pek çok eğitim işçisinin kazanmış ve katılımcılarının büyük çoğunluğunu proleter öğrencilerin oluşturduğu eylemler olsalar da, bu eylemlerin sloganlarının burjuva sloganlar; temellerinin sınıf işbirlikçi bir yaklaşım olmasıdır.

Gerçekler işçi sınıfına asla zarar vermez. Sınıf işçbirlikçiliği, üniversitelerde içtenlikle mücadele etmek isteyen proleter öğrenciler ve eğitim işçileri için şu veya bu hükümetten daha büyük bir düşman; coplar ve biber gazından daha büyük bir engeldir. Üniversitelerde proleter öğrencilerin ve eğitim işçilerin düzene ve düzenin bir parçası olarak AKP hükümetine karşı gerçekten etkili olacak bir mücadele vermeleri mümkündür. Ancak bu mücadelenin temeli akademinin kutsal bir alan olduğu inancı veya Kommer'in arabasının yakılışına dair anılar olamaz; sadece öğrencilerin yaşama koşulları ve gelecek kaygıları; eğitim işçilerinin çalışma koşulları, ücretleri ve iş güvenceleri olabilir. Ancak böylesi bir temelden yükselen bir mücadele, devlet terörünün arkasında arsızca sırıtan burjuvazinin kalbine korku salabilir.

Gerdûn

1TEKEL'de 4-C sürecinin TEKEL'den sonraki sektörlere uygulanmasının ertelenmesi ve koşullarda yapılan çok ufak iyileşmeler, THY'de grev yasağının geri çekilmesi gibi.

 

Tags: 

Rubric: 

Öğrenci Eylemleri

Tarihsel Olarak Sendikalar ve Güncel Sınıf Mücadelesi Dinamiklerini Anlamak

 

 

 

 

 

 

 

Bu metin, EKA'nın Türkiye şubesi tarafından, Servet Düşmanı (servetdusmani.wordpress.com) adlı grup ile sendikalar üzerine yapmakta olduğumuz tartışmaların devamını oluşturması işleviyle kaleme alındı.

İlkeler ve Yöntem

Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA’nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir. Bugün, bu olgunlaşan süreçte başlıca rol ise yeni kuşağındır.(Tartışma Kültürü, EKA)

Bizim kesin bir biçimde cevap vermemiz gereken soru şudur: kapitalizmi nasıl yıkarız, bu sonuca doğru nasıl hareket edebiliriz ki bütün süreç boyunca proletarya kontrolü elden bırakmasın?” (Komünist Enternasyonal 3. Kongresi’nde Alman Komünist İşçi Partisi Sunumu, 1921)

Bireyin toplamı, geçmişindeki deneyim ve pratiği, sonrasında bundan çıkarttığı ders ve tutum alışların bütününden oluşur. Toplumun bir parçası olan bireyin sosyal anlamda varoluşunu da bu kriter belirler. Ancak sadece bir boyutunu; bunun bir de çevresel faktörler ile etkileşiminde belirleyici unsurlar olan varoluş koşulları, yani ekonomik ve siyasi konumlanışı. Bunların tamamının belirleyicisi de sınıfsal konumlanıştır. Ancak tarihseli neticelendiren toplumsal olgunun içerisinde yeşeren bu konumlanış yine ve ancak bu toplumsallığın içinde kendisinde yer bulur. Tartışmanın önemi de varoluş koşullarımızın gerektirdiği bir etkileşim alanı olarak, sınıfsal konumlanışımızdan güdülenen sade ve anlaşılır olanın açığa çıkartıldığı bir alandır ve sınıfın mücadelesine göbekten bağlıdır.

İlkeler de geçmişin ışığında, geleceğe doğru giden zamanın taşlı yollarında ilerleyen ya da geri düşen sınıf mücadelesinin rehberliğinde can bulur ve somutlaşır. Gökten inen ayetler ya da emirler değil, bizzat sınıfın kendi yaşamının içerisinden çıkartılıp perspektifleştirdiği kabullerdir. Bunları da işçi hareketinin gelgitleri var eder ve bunların yardımıyla belirlenir. Bu çevrim, sınıf mücadeleleri varoldukça süregelmiş bir eğilim olarak, yani işçi sınıfının tarih boyunca düşman sınıf karşısında netleşmesinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Bizlerin, yani komünistlerin de esas konumlanışı ister güncelin takibi ve değerlendirilmesi, isterse de yakın ya da uzak geçmişin değerlendirilmesinde vücut bulur. Ancak bir haber yapma edasıyla değil, tam da bir bilim insanı titizliği ve aklı ile yaklaşmanın gerekliliğini de içerisinde barındıran bir takip ve değerlendirme. Tıpkı burjuva tarih anlayışının o dondurulmuş besinler gibi ideolojik cephaneliğinde sakladığı içi geçmiş kavram ve olgular bütününü kullanması gibi, sınıfsal konumlanışın esas alındığı bir bakışın önemi aslında tam da yaşamın ve sınıflar arası mücadelenin kendisi ve dinamiklerine işaret eder. Bir grevin anatomisini anlamak ve eğilimlerini gözlemleyebilmek ancak ve ancak o grevin içerisinde bulunarak ve sınıf içerisinde tartışma yaratarak mümkün olabilir. Bu salt bir teorik ya da pratik bir müdahale değil, aynı zamanda komünist unsurların sınıf içerisindeki yeri ile de ilintili bir mesele olmuştur. Kararlı ve militan bir yaklaşım ile bütün işçi mücadelelerinde yer almak, sınıfın tamamının ortak çıkarlarının, mevcut hareketin genel hedeflerinin altını çizmek, bu eksende sürekli teorik olarak sınıf mücadelesinin deneyimlerinden yola çıkarak netleşmeye yönelik uğraş vermek ve perspektiflerin belirginleşmesine önayak olmak esas meseledir. Bireysel yargılar, ahlaki değerler ve öznelliğin beslendiği topraktan türemiş bir tarih ancak yine kendi tarihi ölçüsünde bir deneyim ortaya çıkartır ve ilkelerin belirlenmesinde tayin edici rol oynar. Çünkü bugüne kadar tarihi ne burjuva ideologlarının başvurduğu kahramanlarla, ne de birkaç insanın iyi ya da kötü niyeti ile belirlenmemiştir. Onun belirleyicisi sınıflı toplumların iç çelişkileri ve burada açığa çıkan sınıf mücadeleleridir. Dolayısıyla ilkeler dediğimizde aklımıza, sınıf mücadelesinin belirleyici rolü, enternasyonalizm gibi temel bir ilkenin, proletaryanın sınıfsal karakterinden ötürü daima sahiplenilmesi gibi bir ilk başlangıcın mihenk taşları gelir.

Sınıf mücadelesinin genel taleplerinin eğilimini analiz eden, sorduğumuz sorular bu mücadelenin içerisinden vücut bulur ve netleşmeye başlıyor. Yani, tam da bu nedenlerin güdüleyiciliğiyle, sınıfın gündelik mücadelelerinden siyasi bir karşı saldırıya geçişi nasıl gerçekleşebileceğinin somutlanması gerekir. Mücadelelerin ikili bilincinin günümüzde, daha doğrusu çöküş yaklaşımıyla ifadelendirdiğimizde mümkün olmadığından hareketle, ekonomik mücadele ve istemlerin ötesine geçme ve mevcut toplumu devirme gerekliliği bakışının işçi sınıfı içerisinde nasıl gelişebileceğinin de hesaba katılması lazım gelir. En nihayetinde, düşmana karşı sınıf savaşı bilinciyle hareket eden bir sınıfın, burjuva sınıfın ideolojik ağırlığından nasıl kendisini sıyırabileceğinin ifadesini de bu mücadelede vareder. O nedenle, bütün diğer ilkeler enternasyonalizmin kesin kabulü, komünizmin gerekliliği ve proleter mücadelenin belirleyiciliği gibi, çöküş kavramının ışığında;

  • Seçimlerin reddi ve onlara katılmayarak burjuva politikalara eklemlenmeme ve parlamentolar yoluyla kurtuluşun varolduğu yalanını işçilere söylememe gibi bir bakış taktiksel bir konu değil, ilkesel bir meseledir;

  • Hiçbir zaman ulus kurtuluşu ya da özgürleşmesi ve ülke kalkınması gibi bir talep ile bağdaştırılacak sınıfsal bir niteliği olmayan işçi sınıfı için asıl mesele kapitalist makinenin dünya ölçeğinde alaşağı edilmesi meselesi taktiksel bir yaklaşım ile belirlenmez, aksine ilkesel bir tutumun ifadesidir;

  • İşçilerin kendi sömürülerini örgütledikleri bir öz-sömürü aracı olarak öz-yönetimin savunulması meselesi ve güncel tahlilde bunun reddedilmesi bir taktiksel kavramsallaştırma değil, aksine belirleyici bir ilkesel tutumdur;

  • Burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonu ile uzlaşı ve anlaşmanın bir ifadesi olarak her türden “halk cephesi”, “anti-faşist cephe” ve “birleşik cephe” taktiğine karşı tutum almak taktiklerin dar sınırları ile ifade edilemeyecek ilkesel bir duruş anlamına gelir;

  • Günümüzde sermayenin araçları olarak işçi sınıfı için işlevsizleşmiş hale gelen sendikaların fonksiyonu, ekonomiyi regüle etmek, ulusal, sektörel ve bürokratik anlamda mücadeleyi baltalamakken, bu konunun taktiksel içeriğinden ziyade tamamen ilkesel bir içeriği vardır ve tamamen reddi gerekir. Bu da onların yarattığı kafa karışıklıklarına karşı, diğer bütün ilkesel mesele gibi, işçi sınıfı içerisinde faaliyeti gerekli kılar.

Bir grup işçi kitle toplantısında ertesi günün buluşma yeri ve saatini belirlerken, mücadelenin ilerleyen gün ve haftalarında burjuvazinin saldırıları ile karşılarşır ve gücünü merkezileştirme ihtiyacı duyar. Burada yaşananlar tam anlamıyla bir sınıf savaşıdır ve ekonomik, sosyal ve siyasi, hatta ideolojik bütün olguları içerisinde barındırır. Mevcut toplumsal formasyonun aşılması işini de bundan sonraki adımda, tarihin bizlere gösterdiği ölçüde, yine işçi sınıfının kendi yeşermekte olan düzeni varetme araçları, işçi konseyleri ortaya çıkar. Zaten artık devrimci bir durumdan sözetmeye başlamışız demektir.

İlkelerimiz sınıf mücadelesinin yaşayan deneyiminden çıkarttığımız dersler bütünüdür. Bu nedenle de sahip olduğumuz ilkeleri elde ettiğimiz yöntem gündelik mücadelelerin tahlilinden kopuk olamayacağı gibi, geçmişin mücadelelerinden çıkan derslerden de kopuk olamaz. Yoksa sahip olduğumuz ilkeler maddi temeli olmayan, havada uçuşan kutsallardan başka birşey olmayacaklardır. Bugünün ve geçmişin mücadelelerini de de ister istemez bugünün ve geçmişin koşullarından bağımsız olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Buradan yola çıkarak şunu ortaya koymamız gerekir ki ilkelerimizi edinmemizi mümkün kılan yöntem, tarihsel bir yöntem olmak zorundadır. Ancak sınıflar arasındaki güç dengelerini, sınıfların içerisinde bulunduğu koşulları, toplumun genel özelliklerinin evrimini tarihsel olarak inceleyen bir yöntem bize sahip olduğumuz ilkeleri verebilir. Bu yöntemi de, bugünün koşullarına kadar tarihe ve bugünün koşullarının tarihle bağlantılarına, başka bir ifadeyle nereden geldiklerine bakmadan uygulamamız mümkün değildir. Bu nedenle sendikalara karşı ilkemizi net bir biçimde ifade etmek için de sendikaların tarihini incelememiz gereklidir.

Tarihsel Deneyim

“Sendikalar bugün artık işçi örgütleri değil, aksine burjuva devlet ve burjuva toplumunun en güvenilir koruyucuları haline gelmişlerdir. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin önlenemez biçimde sendikaların yıkımı için bir mücadele gerektirdiği açıkça ortadadır. - (Almanya Komünist Partisi Kuruluş Kongresi'nde Rosa Lüksemburg, 1919)

Devlet işçi örgütlerinin biçimlerini (sendikaları) işçileri daha iyi bastırmak ve yanıltmak için korumaktadır. Sendikalar devlette bir dişliye dönüşmüşlerdir ve böyle olunca da üretkenliği geliştirmek, yani emek sömürüsünü arttırmak derdine düşmüşlerdir (...) Eski içeriklerinden arındırılmış biçimde, fakat biçimlerini değiştirmeden, sendikalar devlet kapitalizminin ideolojik baskı aygıtlarına, emek gücünün kontrol altında tutulmasının araçlarına dönüşmüşlerdir. (Fransız Komünist Solu, 1952)

Sendikalar genel olarak kapitalizmin feodal dünyada ortaya çıkıp yayıldığı, ve kimi zaman yumuşak kimi zaman sert yöntemlerle eski rejimleri ortadan kaldırarak egemenlik alanını genişlettiği dönemde ortaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladılar. Bu dönemde sendikalar çoğunlukla grevdeki işçilerin grevler sırasında yaşamlarını idame ettirebilmelerini sağlayan yardım sandıkları üzerinden gelişmişlerdi. Temel amaçları gerçekleşen mücadelelerde işçilerin kazanımlar elde etmelerini sağlamaktı. Bu dönemde kapitalizmin genişliyor ve dolayısıyla gelişiyor olması böylesi kazanımları mümkün kılarken, mücadelelerin de kazanmak için fabrikadan fabrikaya yayılmasını gerekli kılmıyordu – zira bir mücadelenin devam edebilmesi için öncelikle başka işkolundaki işçilerin mali desteğine ihtiyacı vardı ve bu mali desteğin devam edebilmesi diğer işçilerin çalışmasına bağlıydı. Başka bir ihtimalle, kapitalizmin yükseliş döneminde bir işçi sınıfının topyekün kalkışacağı bir kitle grevi mümkün değildi. Öte yandan, her ne kadar pek çok sendika ilk kuruluş döneminde sosyalist yapılarla ilişkili olsalar da koşullar ve kitleselleşme bürokratların ortaya çıkmasına ve sendikaların apolitize olmasına yol açacaktı. Bu dönemde işçi hareketinin en güçlü olduğu Almanya'da sendikaları kuran bizzat Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olmasına rağmen, 19. Yüzyılın sonlarına doğru sendikalarda bu süreç yaşanmaya başlamıştı. Nihai hedefin hareket üzerindeki önceliğini reddeden Bernstein'ın revizyonizmi, SPD'nin önde gelen teorisyenlerince güçlü bir biçimde eleştirilmişti, fakat aslında özellikle sendikalar içerisinde çok güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. Bernstein aslında sosyalist partinin işçi hareketi içerisindeki etkinliğine karşı çıkmış ve SPD'yi kendi sendikalarıyla karşı karşıya getirmişti. Dolayısıyla, sendikaların sınıf mücadelesinin bir aracı olduğu dönemde dahi, sendikalar devrimci eğilimlerden ziyade, giderek bürokratik ve reformist eğilimin egemenlik kurduğu kurumlara dönüşmekteydiler.

Sendikaların apolitik niteliğinin ilanı, sendikal hareketin kapitalist devlete eklemlenmesinin bir hazırlığıydı. Fakat sendikaların böylesi bir yola girişinin olacağı vardı. Sendikalar asla devrimci örgütler olmamışlardı, belli bir dönemin ve belli koşulların örgütleriydiler. 1. Dünya Savaşı'nda dünya genelindeki sendikaların ezici çoğunluğu kendi burjuvazilerini desteklemekle kalmadılar, kurucuları sayılabilecek olan sosyal demokrasiyi de bu yolda peşlerinden sürüklediler. Sendikalar daha bu noktaya varmadan işçi hareketi içerisindeki devrimci unsurların tepkilerini çekiyorlardı. Rusya'da 1905'te gerçekleşen kitle grevlerinin ardından İkinci Enternasyonal içerisinde başta Rosa Lüksemburg olmak üzere devrimci sol kanat, böylesi bir hareketin sendikal hareketin çok zayıf olduğu Rusya'da gerçekleşmesinden dolayı, kitle grevinde ve geleceğin devrimci kalkışmasında sendikaların rolünü sorgulamaya başlamıştı, zira kitle grevi ve kitle grevinin ortaya çıkartmış olduğu işçi konseyleri, proleter devrim nasıl olacak sorusunun anahtarıydılar. Öte yandan sendikal hareketin giderek ve geri dönülmez biçimde yozlaşmasına tepki veren yalnızca İkinci Enternasyonal içerisindeki devrimci marksistler değildi. Devrimci ve anarko-sendikalist eğilimler de sendikaların yozlaşmasına tepki olarak ortaya çıktılar.

Mevcut sendikalara karşı ortaya çıkan ilk devrimci sendikalist hareketlerden biri, ABD'de 1905'te kurulan Dünya Sanayi İşçileri (IWW) idi. İşletme sendikacılığı ilkesini uygulayan, ve yalnızca örgütlenmesi karlı sektörleri örgütleyip, siyahları, kadınları, göçmenleri ve vasıfsız işçileri dışlayan Amerikan Emek Federasyonu (AFL) karşısında IWW göçmen fabrika işçilerinin, göçebe oduncuların, tarım işçilerinin, kadın işçilerin, siyah işçilerin, kısacası Amerikan işçi sınıfının özellikle en alt kesiminin örgütü olarak ortaya çıkacaktı. AFL'in meslek sendikacılığına karşı sanayi sendikacılığını ortaya atan IWW tüm dünya işçi sınıfını tek bir büyük sendikada birleştirmek iddiasındaydı. Giriştiği grevler silahlı çatışmalara dahi varabilen IWW, AFL'in reformizmine karşı “İşçi sınıfı ve işveren sınıfın hiçbir ortak noktası yoktur” ilkesini savunuyor, işçi sınıfının tüm mensuplarına kapısının açık olduğunu söylüyordu. Amerika'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesinin ardından IWW savaşı desteklemedi. Kimi önde gelen liderleri taktiksel olarak savaş konusunda sessiz kalınmasının ve işçi sınıfının gündelik mücadelelerine odaklanılmasını söylerken IWW'nun savaşa karşı net enternasyonalist tutumundan dolayı cezaevlerine tıkılan ve hatta linç edilen militanları da vardı. Buna karşın, IWW savaş esnasında sosyal barışı asla kabul etmemişti. IWW en güçlü olduğu 1917 senesinde 200,000'e yakın üyeye ve belki 300,000 destekçiye sahipti. Öte yandan savaşla birlikte gelen baskılar IWW'ya ciddi bir darbe vururken, savaş sonrasında ABD'de yükselen mücadelelerin sönümlenmesiyle, üzerinde baskılar devam eden IWW da çökmeye başladı. IWW'nun çöküşü, yeni dönemde hem devrimci nitelikleri koruyup hem de bir sendika olarak kalmanın imkansızlığını gözler önüne seriyordu. Tabii ki, bugün IWW adıyla faaliyetine devam eden ve pek çoklarına göre abartılı olan iddialara göre 2,000 üyeye sahipler – öte yandan yeniden sendika olmak isteyen 2000 kişilik IWW, devrimci kalmak isteyen 200,000 kişilik IWW'nun savaş sırasında vermediği tavizleri vererek patronlarla grev yapmama anlaşmaları dahi imzalıyor.

Devrimci ya da anarko-sendikalizm deyince akla, IWW ile birlikte ilk başta gelen ve özellikle 1936 İspanya'sında üye sayısını birkaç milyona çıkaran ve temelde Katalonya bölgesindeki işçiler arasında oldukça fazla taraftar bulan, 1917-1921 devrimci dalgası döneminde, 1919 yılında gerçekleşen ve neredeyse bir kitle grevi olan “La Canadience” grevinde önemli rol oynayan CNT (Confederación Nacional Del Trabajo), yani Ulusal Emek Konfederasyonu, işçi sınıfının mücadele tarihinde akılda kalır bir yer edinmiştir. Birinci Dünya Savaşı esnasında savaşa karşı aldığı enternasyonalist devrimci tutum ile bilinen CNT, Komintern üyeliğine davet edilmişti. Bununla birlikte güçsüz ve diğer ülke sermayelerine göre daha örgütsüz yapıdaymış görüntüsü veren bir Katalan burjuvazisinin varolduğu koşullarda, Franco'nun darbe hareketine karşı, 1936 yılının Haziran ayında Barcelona'da gerçekleşen büyük grevler ile hareketlenmesine rağmen İspanya aslında bir devrime değil, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasına hazırlanıyordu. Benimsediği anarşizmin temel tezlerinden “parlamento ve seçimlere katılmama” noktasında ilk fireyi veren CNT, Şubat 1936'da üyelerine seçimlere katılma çağrısı yapmış ve burjuvazinin bir kliği adına diğer bir kliğin yanında saf tutmanın önünü açmıştı. 1936'nın Kasım ayında, Katalan Generalitat ve Caballero'nun cumhuriyetçi hükümetinde CNT, dört bakanlık aldı: Adalet Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı ve Ticaret Bakanlığı. CNT için, son bununla bitmiyordu. CNT, iç savaş sonrasında birçok kentte kontrolü büyük ölçüde ele geçirmesine rağmen, dünya devrimi çağrısı yapmak, proletaryanın tek devrimci organları olan işçi konseylerinin kurulmasını öncelemek ve faşizme karşı halk cephesi (ya da diğer adıyla anti-faşizm) çağrısı yaparak binlerce işçinin katledilmesini engellemek yerine cephe savaşına başvurmuş, öz-yönetim adı altında işçiler için yeni bir sömürünün önünü açmış, cephede askeri ceza kanunlarıyla hüküm vermek isterken cephe gerisindeki fabrikalarda İspanya'nın kalkınması için militarize emeği, önce parça-başı işi kaldırmak için mücadele ederken ardından geri getirilmesini, parasız fazla mesaileri ve üretimin iyileştirilmesini savunmuştu. Toprağı kolektifleştirme konusundan taviz vermemesi, sanayinin yine bir sendika tarafından örgütlenmesi ve ülke kalkınmasının hizmetine sunulması gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Meselenin özü, tarihi kişiler, liderler ve öncüler üzerinden değerlendirmek ve anarşizmin koskoca tarihini 1936 İspanya'sına hapsetmek olmadığını düşünüyoruz. Yoksa bu metinde Durruti'nin Ekim Devrimi'nin 19. yılı kutlamaları vesilesiyle gönderilen İspanyol delegasyonu aracılığıyla Stalin'e ulaştırdığı tebrik mesajının nedenlerini ve nasıllarını tartışıyor olurduk. Bununla birlikte, CNT saflarında bu tutum alışlara dair ses çıkartan Durruti'nin Dostları adlı grup ise, olan biteni CNT'deki ve Troçkistler arasındaki hakim görüş olan ve İspanya'da bir devrim ya da iç savaş olduğu fikri yerine, kapitalizme karşı mücadele etmek gerektiğine militanca vurgu yapmıştı. İfade etmemiz gerekli ki bugün CNT adını taşıyan ve sayısı en iyimser hesaplara göre dahi birkaç bini açmayan örgütün içerisinde, Durruti'nin Dostları'nı haklı bulanlar çoğunlukta. Öte yandan, CNT'den ayrılan, ve üye sayısının 60,000'i, temsil ettiği işçi sayısının ise 2,000,000'u bulduğu iddia edilen CGT, anarko-sendikalizmi savunduğunu söylerken bir yandan devlet kurumlarına eklemlenmekten kaçınmamış durumda.

Çöküş Dönemi: Günümüzde Sınıf Mücadelesinin Dinamikleri

Yazının ilk bölümünde ilkeler ve tarihsel anlamda sendikalara bakışı inceledik. Bu kısımda ise çöküş döneminde sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı araçları inceleyeceğiz. Bu konuya değinmeden önce çöküş dönemini ve öncesini kısaca hatırlatarak başlamak istiyoruz.

Sınıf mücadelesinin sorunları üzerine yoğunlaşmış bir tartışmanın sendikalar ve mücadele araçları hakkında sürdürülmesi elbette tesadüf değil. Sınıf mücadelesini tarihsel maddecilikten ayıramayacağımız için; insan yaşamını belirleyen temel iktisadi ilişkilerin geçirmiş olduğu evreleri gözönünde bulundurmalıyız.

Bugün temel sorunumuz ücretli emek sömürüsünün ortadan kaldırılması sorunudur. Ücretli emek ise bugün meta biçiminde ve artı-değer üzerine kurulu sermaye birikimi olarak, kapitalist iktisadi yapının temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmin tarihsel gelişimini izlemek ve onu tahlil etmek aynı zamanda, ücretli emeğin ve işçi sınıfının geçirmiş olduğu evreleri de tahlil etmek anlamına gelecektir. Komünist sol siyasetin temel perpspektifini oluşturan kapitalizmin çöküş döneminde olduğu tespiti; bizim için sınıf mücadelesi anlamında her türlü ilişkiyi buradan değerlendirme zeminini oluşturmaktadır.

Kapitalizmin ilk dönemi yani sermaye birikiminin sağlandığı dönem bir yükseliş dönemiydi. Bu yükseliş ve ilerleme aynı zamanda işçi sınıfının devrimci potansiyelini tüm dünyada olgunlaşmasının maddi zeminini oluşturdu. Bu yükselme kolonyalist yağmanın üzerine değil, artı-değer sömürüsü üstünde yükseldi.

Kapitalizmin doğası sermaye birikimi üzerine kuruludur; aynı zamanda sermayenin de sürekli artma zorunluluğu -ki bu zorunluluk kapitalist iktisadın temel sorunudur- onu sürekli yeni pazar arayışına itmiştir. Yükseliş döneminde kapitalizm-dışı iktisadi ilişkilerin devam etmesi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığı tam anlamıyla ortaya çıkarmamıştı; bu sebepten kaynaklı işçiler demokratik ve ekonomik reformlar elde edebiliyorlardı. Fakat bu ilişkinin zoru kapitalisleri daha fazla kar elde etme isteğiyle kapitalist üretim ilişkilerinin dünyaya daha çabuk hakim olmasına neden oldu. Dolayısıyla elde edilen her kazanım, işçi sınıfı açısından geçici bir iyileşmeydi.

Kapitalizmin yükselme evresinde, sermayenin geldiği nokta artık Avrupa kıtasının sınırlarına sığmaması ve dolayısıyla kendine yeni alıcılar (bu alıcıların büyük bir kısmını işçi sınıfı oluşturur) ve yeni satıcılar bulmak zorunda olması sonucunu ortaya çıkardı. Yaratılan sermaye birikiminin doyurulabilmesi gerekmekteydi ve bu ihtiyaçtan kaynaklı, tüm bir gezegeni kontrolü altına alan kapitalizm, tüm iktisadi yapıyı kendi ilişkileri içinde yeniden şekillendirip istediği biçime soktu. Ulaşılan bu durum emperyalist aşamaydı ve kapitalizmin çöküş dönemine girmesinin süreci de burada başladı.

Diğer taraftan kapitalist sermayenin sürekli artma eğilimi onu krizlere sahip hastalıklı bir organizma haline getirdi. Emperyalist çürümenin başlaması, kapitalizmin bu krizlerden çıkabilmesi için kapitalizm-dışı yeni pazarlar ve dünya üzerinde bakir kalmış alanların olmayışına bağlıydı. Zira bu alanlar yüzyılın başında istila edilmiş durumdaydı. Sermayenin, emperyalist aşamadaki krizlere sahip yapısı, işçi sınıfı üzerinde sömürüyü arttırmasına sebep oldu. Bu sömürü biçimi yükselme döneminde olduğu gibi reformlar yoluyla ve ekonomik kazanımlarla hafifletilmez bir yapıya sahip olduğundan işçi sınıfı üzerinde yıkıcı bir etki ve uzlaşmaz bir karşıtlık yarattı. Diğer bir deyişle bir sınıfın yaşayabilmesi için diğer sınıfın varlığını ortadan kaldıracak kadar düşman iki sınıflı bir dünya ortaya çıktı. Kapitalizmin bu hastalıklı ve çelişkili yapısı onun çöküş içinde olduğunun en açık ifadesiydi.

Asıl sorunumuza yani çöküş döneminde sınıf mücadelesine ve araçlarına dönecek olursak, bu meseleyi sınıf mücadelesinin tüm tarafları açısından irdelememiz gerekiyor. Tarihsellik içinde değerlendirmekle beraber işçi sınıfının içinden geçtiği dönemi de anlamamız gerekiyor. Zira kapitalizm krizlerinden kaynaklı sınıfın mücadelesi de yükselme ve düşme biçiminde yaşanmakta.

Genel olarak bir sendikada olması gereken temel nitelikleri taşıyan sendikalist eğilimlerde ortak karakter, işçilerin günlük mücadeleleri için birleşik bir örgütlülük olma amacı gütmek idi. Bunun yanısıra bir de “genel grev” fikri var. Temelde sendikalist fikrin karakteristiğini, sendikalarda birleşen işçilerin genel grevleri, devrimin bir siyasi olgu olmadığı, bu genel grevler ile kapitalizmin felç edileceği düşüncesi ve öz-yönetimin hayata geçirilmesi olarak ifade edebiliriz. Burada, sendikalist bakış, işçi sınıfının kitle grevleri ile kapitalizmin yıkılması yolunda komünizmin öncelenmesi yerine, sistemin dönüştürülerek aslında kapitalizmin bir başka formunun işçilere dayatılmasını savunuyor. Sendikalizmin tarihi, aynı zamanda burjuvazinin savaşlarında katledilen işçi yığınlarının cesetleri üzerine basarak geçen bir niteliği de içerisinde barındırır. Sendikaların içerisinden geçtiğimiz tarihsel dönemde savunulup savunulmaması, işçi sınıfının mücadelesi için yararlı birer araç olarak görülüp görülmemesi ve proletaryanın tarihsel güdüleyicisi olduğu devrimci sınıf mücadelesinin neresinde durduğundan hareketle ya burjuvazi saflarında oldukları ya da işçi sınıfının saflarında olduklarının tahlil edilmesi gerekiyor. Buna göre, mesele sınıf mücadelesinde hangi aracın nasıl kullanılacağı değil, sınıfın mücadelesinde ona yararı dokunan hangi araçların varolduklarının tartışılması meselesi. Komünist sol, sendikaların her türlüsünün günümüzde karşı-devrimci burjuvazinin tarafında hizmet verdiğini ve işçiler için mücadele araçları olarak görülemeyeceklerini savunuyor. Bunu da tarihsel olarak yine aynı sınıfın deneyim ve derslerinden çıkartarak, iktisadi, siyasi ve toplumsal tahlil süzgecinden geçirerek dile getiriyor.

Çöküş Döneminde Neden Sendikalar Mücadele Araçları Olmaktan Çıkmışlardır?

Sorunun cevabı aslında işçi sınıfının her gerçek mücadele sırasında ihtiyacı olan aracı ortaya çıkarmasıyla verilebilir. Fakat bu tespiti örnekleriyle anlatmadan önce, çöküş döneminde sendikaların ya da sınıfın kalıcı örgütlerinin olamayacağı fikrine değinmek gerekiyor.

Emperyalist ekonomi, yani kapitalizmin ikitisadi olarak dünyaya hükmetmesi sonucu, insanlığın tüm dünyada tabi olduğu üretim ilişkileri her türlü yaşam ilişkisini kendi kontrolü altına almış durumda. Kapitalizmin dayattığı bu iktisadi ilişki; eğitimden bilime, sanattan hukuğa, felsefeye ve aklımıza ne gelirse onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ve yeniden belirlemekte. Bu kurumların temeli burjuva demokrasisi ve onun araçları olan parlamento, siyasi partiler, dernekler ve sendikalardır.

Çöküş öncesinde kapitalizmin tüm ikitisadi ilişkilere sahip olamayışı yani tüm hayatı kontol edemeyişinden kaynaklı sendikalar, işçilerin kazanımlar elde etmesini, burjuvalar karşısında maddi anlamda tutunabilmelerini sağlayabiliyordu. Proletarya, kendisini reformlar için iktisadi ve siyasi mücadele yoluyla bir sınıf olarak birleştirmişti. Kapitalist sistemin gelişen karakteri proletaryaya burjuvazi üzerinde basınç kurmasına ve bunun için sendika ve partilerde gruplaşmasına izin veriyordu.1 Kapitalizm, sermayesini oluşturup ve pazar hakimiyetini sağlayıp kapitalizm-dışı iktisadi ilişkileri ortadan kaldırdığında sendikaların sistemin denetimine girmekten başka çareleri yoktu. Kaçınılmaz olarak sendikaların kapitalizme tam entegrasyonu emperyalist aşamaya tekabül etmekteydi. Birinci Paylaşım Savaşı başladığında ise sosyal-demokrat partilerin eklentisi olan sendikalar, savaş karşısında burjuvaziden yana tutum aldı ve Alman Devrimi'nin yenilgiye uğramasında temel bir rol üstlendi. Tarihsel süreç üzerinden sendika örneklerine yazının ilk bölümünde değindiğimiz için bu kısma çok fazla girmeyeceğiz.

Sendikaların kendilerini tanımladıkları ekonomik mücadele alanı, en başından beri sınıf mücadelesiyle arasına bir mesafe koymaktaydı. Zira, kapitalizmin yükselme döneminde bile ekonomik veya siyasi mücadele gibi bir ayrım yapılamazdı. Ekonomik kazanım için verilen her türlü mücadele işçi sınıfı açısından siyasi mücadeleydi ve elde ettiği tek kazanım mücadele deneyimi kazanmaktı. Ve gerçekte ekonomik anlamda kalıcı kazanım elde etmek mümkün değildi. Ücret oranlarındaki genel bir yükseliş geçim araçları talebinde bir artışa ve dolayısıyla da geçim araçlarının piyasa fiyatlarında bir yükselişe yol açar. Bunları üreten kapitalistler, ücretlerdeki artışın zararını, metalarının piyasa fiyatlarının artışıyla kapatacaklardır.2 Kapitalist iktisadın bu yasası ücretli emek sahibi işçinin emeğinin meta biçiminde diğer metalar içinde bulunmasından kaynaklı, hiçbir zaman kendi yaşam koşullarını piyasaya göre yüksekte tutamaz. Ücretli emek sahibi işçinin özgürleşebilmesinin tek yolu kapitalist iktisat yasalarının ortadan kalkmasıyla mümkün. Dolayısıyla sendikalar çöküş döneminde ekonomik kazanım gibi bir safsata ile işçi sınıfını bir çok yöntemle, bunun en yaygını sözleşmeler (TİS), kapitalist sömürüye tabi kılmaktalar. Emeğin mahkumiyeti ile sonuçlanan bu süreç sendikaların temsil ettiği zemini de oluşturmaktadır. Diğer taraftan işçi sınıfının mücadelesinin ekonomik ve siyasi olarak ayrılamayacağından dolayı ekonomik mücadele kendi lokalinde kaldığı ölçüde mücadele içindeki işçilere sadece deneyim kazandırmaktan (fakat bu deneyimler işçilerin bir sonraki mücadeleleri için temel bir öneme sahiptirler) başka bir katkısı yoktur. Eğer mücadele kitleselleşme eğilimi taşıyorsa ve kitle grevi biçiminde ayaklanmış işçi kitlelerini ortaya çıkarmışsa konseyler de ortaya çıkacaktır.

Güncel Sınıf Mücadelelerinin Ortaya Çıkardığı Araçlar ve Deneyimler

Ekonomik krizin derinleştiği ve borçlanma krizinin sonuna geldiğimiz bu dönemde, sınıf hareketlenmeleri de krizin etkileri oranında arttı. Tüm dünyada etkili olan ekonomik kriz başta Avrupa ve Amerika olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da toplumsal hareketlenmeleri ortaya çıkardı. Bu mücadelelerin bir kısmı sınıf hareketinin tipik örnekleriydi ve kendi özgün deneyimlerini ortaya çıkarmışlardı.

Dünyadaki deneyimlere geçmeden önce Türkiye'deki birkaç deneyime bakmak, alternatif mücadele araçlarını görmek için daha somutlayıcı olacaktır. Bu deneyimlerin ilki TEKEL işçilerinin mücadelesi. TEKEL mücadelesi, Türkiye'de sınıf mücadelesinin durumunu ve sendikaların işçi sınıfının üstüne serptiği ölü toprağını görmek bakımından önemli bir deneyimdi. İşçilerin Ankara'ya gelişleri ile aylarca süren direniş boyunca her aşamada sendikanın oyalamasıyla karşılaştılar ve zamanla sendika ile olan bağları koptu. Sürecin sonunda sendikaya düşman bir işçi kitlesi oluşmuştu. TEKEL işçileri, sendika binalarının işgal edilmesi gibi sendika karşıtı birçok eylem yaparak kendi asalağı olan sendikayla hesaplaşmışlardı. TEKEL sürecinin sonuna doğru işçiler kendi mücadelelerini yönetebilmek için Direnişteki İşçiler Platformu gibi bir aracı ortaya çıkardı. 3 Direniş boyunca kendi mücadelelerini komiteler yoluyla yönetmek aracıyla girişimlerde bulunmuşlardı ve şimdi de, kendileriyle aynı aşamalardan geçen diğer direnişteki işçilerle bu platformu kurmuşlardı. O dönemdeki mücadelenin ihtiyacı olan araç bu platformla vücut bulmuştu. 2010 Taksim 1 Mayıs'ındaki kürsü işgali ve konfederasyonların bu girişim karşısındaki tutumu sendikaların işçilere karşı olduğunu bir kez daha gösterdi. Kürsüdeki karşı karşıya geliş aslında işçilerle, burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sendikalar üzerinden iki sınıfın karşı karşıya gelmesiydi. Ardından platform, mücadelenin şiddetinin azalıp giderek ortadan kalkmasıyla beraber sönümlendi.

Diğer önemli iki deneyim ise geçtiğimiz yıl içinde gerçekleşti. Bunlardan ilki THY işçilerinin grev yasağına sendikanın çağrısıyla bir günlük greve gitmesiyle ardından işten atılmalarıyla başlayan mücadele, ikincisi Gaziantep'teki tekstil işçilerinin grevi.

THY grevi, sendika ve sınıf mücadelesinin araçlarını görmek bakımından özgün deneyimlerden bir tanesi. Sendikanın işçileri greve çağırması ve ardından işçilerin greve katılmalarından dolayı işsiz kalmalarıyla başlayan süreç, sınıf mücadelesinin asli taraflarını orataya çıkardı. Sendikanın ilk tutumu, yapılan eylemin grev değil, iş bırakma olduğunu açıklamasıyla açığa çıktı. Bu tutum özü itibariyle işçileri işveren karşısında yalnız bırakarak işin içinden sıyrılmaktı. Sendikanın grev ya da iş bırakma gibi bir eylemi hemen yapmak istemesi ise kendi yasal zeminine dokunulmasından kaynaklıydı. Çünkü bir sendika grev ve toplu sözleşme üzerinden varolur, resmi olarak bu elinden alındıysa eğer, asli rolünü oynayamaz ve ücretli emeğin pazarlığını yapan konumuna sahip olamaz. THY grevindeki sendika pratiği bundan ibaretti; daha sonrasında ise işten çıkarılan 305 işçinin yalnız kalmaları ise sendikanın mevcut durumda kendi konumunu düşünmesine bağlıydı. İşçiler artık sendika ve işverene karşı mücadele etmek zorundaydılar ve mücadelerini sürdürecekleri aracı ise kendi deneyimlerinde ortaya çıkarmışlardı. 29 Mayıs Birliği THY işçilerin o günkü mücadelesini sürdürdükleri alternatif mücadele aracı haline gelmişti. Daha sonrasında ise tüm mücadelelerini bu araç üzerinden yaptılar. Bu açıklama ile durumun sınıfsal anatomisini çizmiş oldular: Yani, herkes kendi bayrağı altına!: Üyesi olduğumuz Hava-İş sendika yönetimi ise kendi çağrısını bile üstlenmeyerek bu meşru protestonun 'yasa dışı' ilan edilmesinde büyük rol oynamıştır. THY yönetimi bu zeminden yararlanarak bütün çalışanlarını sindirip adeta köleleştirme peşindedir. Hava-İş yönetimi yüzlerce üyesini THY yönetimi karşısında yalnız ve sahipsiz bırakırken bu sonucu öngöremeyecek kadar deneyimsiz miydi? Bu nasıl bir sendikal anlayıştır?4 THY işçilerinin bu deneyimi mücadele araçlarının ancak mücadele anında varolduklarını bir kez daha göstermiş oldu. Bu konu ile ilgili görüşlerimizi yansıtan bir bakış metnine ise “THY Grevi: İşçi Sınıfı İşverene, Sendikalara Karşı” başlığından ulaşılabileceğini hatırlatıyoruz.

Gaziantep tekstil işçileri grevi ise başka bir mücadele örneğini ortaya koydu. Grevin bir işçi havzasında beş fabrikada birden yapılması ve sendikanın toplu sözleşme zammının öğrenilmesinin ardından fiilen greve çıkılması, gerçek bir mücadelenin ortaya çıktığını göstermekteydi. Hak-iş'e bağlı Öz-İplik-iş sendikasına üye olan işçiler, sendikanın kendi emeklerini kapalı kapılar ardında pazarlamasına karşı çıkarak grevi kendi yönetimleriyle sürdürmeyi tercih ettiler. Grev sadece kendi seçtikleri komite tarafından temsil edildi. Tüm bunlar işçilerin mücadelede yalnız olduklarını ve kendilerine ait mücadele araçları geliştirmek zorunda olduklarını göstermekteydi. Gaziantep grevine bu kadar değinmekle yetinip, bu deneyimi ayrıntılı olarak bakmak isteyenlere daha önceden yayınladığımız (Gaziantep'te Sendikasız Grev: “İnsanca Yaşamak İstiyoruz!” başlıklı) makeleyi incelemelerini öneriyoruz.5

Yukarıda değindiğimiz üç örnek deneyim, son yıllarda Türkiye'de farklı sektörlerde ve farklı zamanlarda ortaya çıkmış mücadelelerdi; hepsinde de kendine özgü bir mücadele aracının varolduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle sınıf mücedelesinin kendi yasalarından duruma bakıp bir ilkeselleştirmede bulunursak şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Kapitalizmin çöküş evresinde her gerçek sınıf mücadelesi deneyimi, kendine özgün araçları ortaya çıkarmakta. Ortaya çıkan bu araçların hepsinde de işçilerin iradelerinin doğrudan ifade edildiği ve karaların açık tartışmalar sonucunda alındığı bir işleyiş ve yöntem sözkonusu. Bu durum her ne olursa olsun sürekli aynı içerik ve yapıyla ortaya çıkıyorsa ve bütün deneyimlerde sendikalardan bağımsız kendini ifade ediyorsa, bu sendikaların sınıf mücadelesi araçları olamayacağını bize kanıtlamaktadır.

Sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı bu araçların sadece bir yerellikte olmayıp genel bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Son dönemde ekonomik krizin etkileriyle orataya çıkmış dünyadaki sınıf hareketlerinin güncel örnekleri olan Amerika'daki Occupy (İşgal) hareketine, İspanya'daki İndignadolar'a (Öfkeliler) ve Mısır'daki Tahrir eylemlerine bu bağlamda değinmek gerektiği kanısındayız. Occupy hareketi, Tahrir'deki işgalden yola çıkarak yapılsa da, Mısır'da olandan farklı bir özellik taşımakta. Başta en temel farklılık; tamemen işsiz işçilerden oluşan bir hareket olması, kararlarını kitle toplantılarında herkese açık bir şekilde almış olmaları ve hareketi kitle meclislerinin yönetmesi. Aynı işleyişi İndignadolar'da ve Yunanistan'da kriz karşıtı eylemlerde görüyoruz. Yununistan'da sendikaların ve burjuva solunun engellemelerine karşın Syntagma meydanında, işçi sınıfının militan unsurları tarafından kitle meclisleri etkili bir araç olarak kullanıldı. Avrupa ve Amerika'da gelişen bu mücadeleler tamamen kendi mecrasından akan ve sendikalarla bir bağı olmayan hareketler olma özelliğini taşıyordu. Bu meclislerin ne ifade ettiğine geçmeden önce Mısır'daki sürece ayrıca değinmek gerekiyor.

Mısır'da ise bambaşka bir süreç yaşanmakta. Örneğin, Mısır'daki son gelişmeler ve Mursi-Müslüman Kardeşler-Ordu üçgeninde ve gelinen noktada belirleyici olan, bunların dışındaki başka bir alternatif olduğuna işaret etmemizi gerektirdiği gibi, örneğin aynı ülkede, bu ülkenin kalkınması için bir burjuva yaklaşımıyla laik bir cumhuriyet/demokrasi programının ötesine geçemeyen sendikalar, siyasi partiler ve burjuva sol birlikler de alternatifin bir kutbu değillerdir. Geçmişin sınıf mücadeleleri deneyimi, sendikaların ve her türden (ister sağcı, ister solcu ya da isterse kendisine komünist desin) herhangi bir burjuva siyasi kliğin sadece mücadeleyi bölen bir araç olarak (açık ya da gizli) bir işlev yüklendiğini, bu nedenle de sınıf mücadelesinde bu türden eğilimlerin ne taktiksel, ne de stratejik, vb. hiçbir ileriye taşıyıcı, karşıt sınıf ile yüzyüze getirici ve son mücadelesi için güçlerini seferber ettirici niteliklerde unsurlar olmadıklarını söyleyebiliriz. Burjuva demokrasisini işçi sınıfı nezdinde daha da kurumsallaştıran bu yapılar, karşı-devrimin en sinsi silahları olma özelliğini de taşıdıkları saptamasını rahatlıkla yapabiliriz. Mısır'da işçi sınfının 2006 yılında Mahalla'da başlattığı grevle sendikalardan kopma pratiğini gösterdiğini de unutmamak gerekiyor.

Son dönemde ortaya çıkan kitle meclisleri ve açık kitle toplantılarının alternatif mücadele araçları olarak ifade bulduğunu belirtmek gerekiyor. İşçi kitlelerinin hangi taleple olursa olsun, hangi sektörde olursa olsun ya da işsiz işçiler olsun, hepsinde farklı isimle ifade edilseler de, aynı işleyişe sahip araçlar olduğunu yukarıda bahsettiğimiz tüm deneyimlerde bu araçları görmekteyiz. Kitle meclisleri: işçilerin kendi mücadelerini yönettikleri kararlar aldığı mücadele anında ortaya çıkan araçlardır. Kitle meclisleri; açık kitle tartışmalarının yürütüldüğü, işçilerin fikirlerini özgürce ifade ettiği, akıl hocalarının olmadığı ve burjuva demokrasisi anlayışının bulaşmadığı mücadele araçları olma özelliği taşımaktalar. Bu sebepten dolayı, işçi sınıfının kolektif yapısının dışa vurumu olan bu araçlar, işçilerin mücadele etme ihtiyaçları sonucu ortaya çıkmışlardır. Fakat kitle meclisleri işçi sınıfının mücadelesinin sürekli bir çatı altına sokulması amacıyla ikame edilemezler, zira doğaları gereği mücadele anında ortaya çıkarlar ve o anlarda işlevlerini yerine getirebilirler. Yaşanmış deneyimlerden yola çıkarsak, çöküş döneminde süreklileşmiş ve sınıfsal mücadele aracı olma özelliği taşıyan bir yapı mevcut değildir. Kitle grevi biçiminde ortaya çıkmış sınıf mücadelelerinde, politikleşmiş işçilerin sahip oldukları tek araç işçi konseyleridir. Sendikalar ise işçi sınıfının her gerçek mücadelesinde sadece ve sadece arabuluculuk ve mücadeleyi baltalama rolü oymaktadırlar. Bu konumda olmaları artı-değer üretimine ve kapitalizme ait ücretli emeğe bağımlı yaşamalarından kaynaklanmaktadır.

Buradan hareketle, dünyanın diğer herhangi bir ülkesinde ya da kıtasında, işçi sınıfının kitlesel eylemleri yoluyla mobilize ettiği açık kitle toplantıları ile tartışarak ve kendisi karar alarak ilerlettiği ve düzenin her türden aygıtına karşı 1905'ten bu yana yegane devrimci araçlarından olan kitle grevleriyle cevap verip iktidarı işçi konseyleriyle ele almadığı ve bu eylemlerin dünya ölçeğinde devrimci bir dalgayı tetiklemediği sürece yine bu ya da başka bir coğrafyada, en nihayetinde dünyada devrimci bir durumun olmasından söz etmemiz mümkün değil. Eğer temel amacımız, işçi sınıfının konseyler aracılığıyla burjuva iktidarını yıkıp ücretli emek sömürüsünü, artı-değeri ve sermayeyi ortadan kaldırmaksa tabii.

EKA - Türkiye Şubesi

2Ücret Fiyat Kar, Sol yayınları Sayfa 90.

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Ulysses'in Bakışı: Lenin'in Şahsında Sosyalizm Mitinin Çöküşü

 

 

 

 

Theo Angelopoulos epik ve şiirsel sinemanın en özgün yönetmenlerinden olmakla beraber filmlerinin politik yanıda ağır basmaktadır. Theo Angelopoulos'un 1995 yılında çektiği Ulysses'in Bakışı isimli filmi balkanların siyasi coğrafyasına, tarihine ve dağılan Yugoslavya'nın parçalanma öyküsüne değiniyor. Fakat film içerisinde sadece politik öğeleri değil aynı zaman karekterlerin kendi içsel yolculukları ve arayışlarını da işliyor. 1905 yılında Manaki kardeşler tarafından çekilmiş üç bobin filmi aramak üzere yola çıkan Ulysses'in Bakışı filminde yönetmeni oynayan “A”, kendi kişisel yolculuğunu yaparken bir taraftanda Balkanlar'daki savaşın ve parçalanmanın trajedisine tanık oluyor. Filmde aradığı ise üç bobindir ve o ilk bakışı, masumiyeti aramaktadır. Bobinleri bulabilmek için Balkanlar'da bir çok ülkeyi dolaşarak en sonunda Saraybosna'ya gitmektedir. Sarayabosna ise savaşın en şiddetli biçimde sürdüğü yerdir.

Filmin sayfalarımızda yer bulmasının anlamı ise Balkanlar'daki emperyalist paylaşım savaşının içinden geçiyor olması ve Lenin'in heykeli üzerinden yapılan politik göndermeler.

Savaşın acımazsızlığını çıplak bir şekilde vermiyorsa da savaşın yarattığı insani tarajediyi güçlü bir şekilde anlatıyor. Yakılmış ve terk edilmiş köy bu durumu anlatan en güçlü sahnelerden bir tanesi. Balkanlar'daki savaş, kapitalist pazar ve ulusal ekonomilerin paylaşımı üzerinden ortaya çıktı. Reel sosyalizm diye ifade edilen sovyet emperyalizminin denetimindeki pazar alanlarının çöküşüyle beraber Batı Avrupa ve amerikan kapitalistleri için yeni pazar ihtimalini ortaya çıkardı. Kapitalistler için bu kaçırılmayacak bir fırsattı ve bu fırsatı değerlendirip yerli burjuvalarla angajmanlara girerek savaşa dahil oldular. Emperyalist kutuplaşmanın somutlaştığı Balkanlar coğrafyası milliyetçiliğin hortlamasına zemin hazırladı. Filmde şehir isimleri üzerinden, hortlayan milliyetçiliğe gönderme yapılmakta. “Türklere karşı ayaklanmada Balkanlar'ın birleşmesini hayal edenler vardı. O dönemde Türkler bütün Balkan uluslarını demir yumruk altında yönetiyorlardı. Ben şahsen, ideal bir gelecekte Balkanlar'ın bu birleşmiş uluslarına Türkiye'nin de katılmasını düşünebilirim. (Theo Angelopoulos Agorakitaplığı s.117)” Yönetmenin bir söyleşide söylediği bu sözler, filmde balkanlarda ki tüm ulusların tek bir ulus gibi yaşayabileceği ideal geleceğe yapılan vurguyu anlatıyor. Fakat yönetmenin kafasındaki tek ulus olan Balkanlar, sosyalizm adı altında devlet kapitalizminin işçi sınıfına dayatıldığı bir Balkanlar mı bilemiyoruz. Yinede milliyetçilik karşıtı bir hissiyatın geliştirilmiş olması önemli. Filmin, insanların milli kimlikler üzerinden bölünmüşlüğünün gerçek dışı olşunu anlatan diğer bir sahnesi ise; sisin çökmesinin ardından savaşın iki tarafında olan gençlerin birleşerek şarkılar söyleyip, dans ettiği bölümüdür.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri olan Lenin heykelinin Tuna nehrinden bir mavnayla tüm Balkanları dolaştığı sahnedir. Lenin heykelinde cisimleşmiş olan ise sosyalizm hayalidir. 68 kuşağından olan yönetmenin politik fikirlerini tam olarak bilmesekte sosyalizm inancını taşıdığını söyleyebiliriz. Devlet kapitalizminin (reel sosyalizm) çöküşünün ardından yönetmenin sosyalizme olan inancını yitirdiği çıkarımını yapabiliriz. Heykelin geçtiği sırada kıyıdaki insanların istavroz çıkarmaları, bir cenaze törenini temsil ediyor ve heykelin Tunadan geçirilişi devlet kapitalizminin çöktüğünü, kıyıdaki insanların sosyalizm miti karşısında son görevini yerine getirdiğine gönderme yapıyor. Tuna nehrinde mavna üzerinde dolaştırılan ve ağıtı yakılan Lenin heykeli parçalanan Balkanlar'a veda anlamını taşımaktadır. Lenin'in heykeli, Stalinizm tarafından yaratılan sosyalizm mitinin somut bir ifadesini gözler önüne seriyor. Angelopoulos'un Stalin değilde Lenin'in heykelini kullanmış olması Stalinizmle bir mesafesinin olduğunu akla getirse de, devlet kapitalizminin yıkılışı ardından böyle bir film çekerek sosyalizme elveda demesi, yaratılan sosyalizm mitine inandığını gösteriyor.

Film seyredenlerin sabrını sınasa da seyredilmeyi hak ediyor. Ulysses'in Bakışı, diğer Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi Yunan mitolojisine bol göndermenin olduğu; şiirsel bir anlatımla bezenmiş olağanüstü bir film. Bütün okurlarımıza öneriyoruz.

Salih

 

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi

Şişecam Üzerine: Zafer mi, Yenilgi mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir süredir devam ettirmekte olduğumuz sendikalar tartışmasını sürdürürken, geçtiğimiz senenin son günlerinde Topkapı'da kurulu olan ve Paşabahçe şirketler grubuna bağlı olan Şişecam fabrikasında patronun işten attığı 422 işçi fabrika önünde direnişe başladı. Kristal-İş'e üye olan işçiler, patron tarafından fabrikanın Eskişehir'e taşınması nedeniyle işten tazminatlarıyla birlikte çıkartılmak isteniyordu. 1969'dan beri açık olan fabrikanın 31 Aralık'ta kapatılacak olması üzerine Kristal-İş taleplerini ortaya koymuş ve bunları “halihazırdaki ücretler çalışmak”, “taşınılacaksa da aynı ücretlerin korunarak taşınılması”, vb. başlıklar altında toplamıştı.

Yılbaşı gecesini de fabrikanın önünde geçiren işçiler kimi zaman kolluk kuvvetlerinin saldırısına uğradı, kimi zaman da kötü hava şartları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Aslında polise gerek yoktu; çünkü fabrikada onun görevini layığıyla yerine getiren sendika vardı. Bir süre sonra, Şişecam fabrikasında direnişin 13. gününde, sendika ile işletme arasında anlaşma sağlandı. Buna göre tazminatını alarak ayrılan işçilerin dışındaki 197 işçinin diğer fabrikalara geçişi sağlandı. 50 sözleşmeli işçi de Eskişehir'deki fabrikada çalışıyor olacakken, saat ücreti yüksek olan işçiler, saat ücreti ortalaması yüksek olan fabrikalara; saat ücreti düşük olan işçilerse, ortalaması düşük fabrikalara geçiş yapacak deniliyor ve işçilere taşınma masraflarını karşılamaları için kişi başı 2.000 TL para veriliyor ve bu da avans kapsamında değerlendiriliyordu. Ve tabii ki son olarak, Kristal-İş, "Cam işçisi büyük bir zafer kazandı. Topkapı işçisi kazandı" minvalinde bir açıklama yapmıştı.

Bu örnek, aynı zamanda 2003'te gerçekleşen Paşabahçe grevini de anımsatıyordu. Orada görebildiğimiz şey ise, özelleştirmeye karşı KİT'leri savunmak üzerine kurulu bütün perspektiflerin sermayenin dümenine su taşıdığı gerçeğinden hareketle, bu pratikte de yine kapanan işletmeye karşılık, işçilerin daha az ücretle çalışmaya razı edilmeleriydi. CHP nezdinde oluşan devletçi işveren kompozisyonu ve Kemalist kalkınmacılık gibi burjuva konseptlerin de birbirlerini buralarda da beslediğini söyleyebiliriz. Şişecam'da da sendikanın, Mustafa Kemal'in portrelerini taşıttığını, bu fabrikanın onun yadigarı olduğu algısını yaratarak sosyal demokratlıklarını göklere çıkarttıklarını ve ne kadar ulusalcı olabileceklerini de görebiliyoruz. Aslında bu sadece Türk-İş'e bağlı bir sendika için değil, aynı zamanda DİSK gibi bir konfederasyon için de geçerli. Ne de olsa, Mustafa Türkel de, 1963 yılında gerçekleşen Kavel grevi sırasında TSK'ya gönderilmek üzere yüklenen tel kamyonlarının önüne çıkan ve fabrika dışarısına sevkiyat yapılmasını engelleyen işçilere ithafen “O araçların ordumuza gittiğini bilseydik, durmazdık” gibi açıklamalar yapabiliyordu. Amaç kalkınmaydı ve bu da işçilerin daha çok sömürülmesi ama düzenli ve adabınca, sendikaların da elbirliğiyle ücretli emeğin cenderesinde öğütülmesi demekti. Amaç işçilerin daha iyi yaşaması değil, sendikaların varolmaya devam edebilmesiydi.

Peki her şey göründüğü, sendikanın göstermeye çalıştığı, üzerine örtmeye çabaladığı gibi tozpembe midir acaba? Çalışan 150 kadar işçinin saat ücreti 10 TL civarındayken yine bu işçiler kura neticesinde saat ücreti 6 TL olan bir fabrikaya geçebilmesinin önü açıldı. Bu fabrikalar arasında ise en yüksek saat başı ücret ise 9 TL civarında. Yani neresinden tutulsa elde kalan böyle bir anlaşma neticesinde sendika, yine her zaman olduğu gibi yine işçilerin mücadelesinin karşısında ve onların çıkarları için değil, kendi varoluşu için “mücadele” etmekte olduğu gözler önüne seriliyor.

Bu anlaşmanın şartları arasında da yapılacak olan kura ile işçilerin işyerlerine yerleştirilmesi maddesi bulunuyor. Bir bilişim işçisinin bir e-posta grubunda çok doğru bir biçimde işaret ettiği üzere, işçiler adeta yılbaşı geceleri zengin olma hayalleri kuran insanlar gibi, varolan işine geri dönebilmek için kuraya katılıyor. Ve sendika da bunun adına “zafer” koyuyor. Bu gibi bir yöntem bir süre önce de bir güvenlik firmasının istihdam belirlenimi seçimlerinde de kullanılmış ve kura sonucu seçilen işçiler işlerine devam etmiş ancak diğerleri işsiz kalmıştı.

Yine buna benzer bir örnek ile geçtiğimiz yılın yaz aylarında karşılaşmıştık. Buna göre, Texim fabrikasında çalışan ve TEKSİF sendikasına üye işçiler, çalışılan makine sayısının arttırılmasına karşılık bir bir direniş başlatmış, bunun ardından sendika, işçilerin bir kısmının işten atılmasının ardından patron ile anlaşma sağlayarak işçilere fazla makine ile çalışmaya davet etmişti. Buna da sendika yine “zafer”, “kazanım”, vb. diyordu.

Örneğin, bir diğer önemli nokta da, geçtiğimiz dönemde yaşadığımız grevlerde birçok işçi hareketinin kendi içerisinde sendikalar ile aralarına bir mesafe koyabildiğini, gelişen olaylar ekseninde çıkarları için varolmadığını mücadelenin içerisindeyken görmeye başladığı sendikalara daha temkinli yaklaşan bir işçi kitlesinden bahsediyor oluşumuzdu. Örneğin bu TEKEL'de sendikanın bariz manevralarına karşı kendi komitelerini kurma eğilimi, Direnişteki İşçiler Platformu ve eylemler ile ortaya çıkıyorken, THY'de bu eğilim, işçilerin kurduğu 29 Mayıs Birliği ile belirginleşiyorken, yine geçtiğimiz aylarda Gaziantep'teki tekstil sektörü grevinde gördüğümüz şekliyle, tamamen sendikalardan bağımsız bir komiteleşmeye giderek sonuç almaya çalışan bir eğilim ile kendisini gösteriyordu. Bu tarafından bakıldığında Şişecam'daki direniş aslında işçiler ile sendika arasındaki o keskin proleter çıkarlar ile üretimin düzenlileştirilip ücretli emeğin kutsanarak sermayenin dümenine su taşıyan burjuva eğilimler karşı karşıya gelemedi.

Burjuva solu da, şaşırılmayacak şekilde bu direnişlerin kazanımla ve hatta zaferle bittiği naraları atmakta. “Şişecam İşçisi Kazandı” ve “Şişecam'da Zafer!” çığlıkları atan sol kapitalistler, sendikaların günümüzde işçi sınıfı mücadelesini hem işletme, hem sektör, hem de bölgesel olarak bölen işlevine inat ya onların hatalar yaptığını ve aslında devrimcileştirilebileceğini, ya da onların artık bürokratik yapılar olduklarından kelli, yeniden dönüştürülmesi gerektiklerini, ve hatta bunlar yerine “kızıl sendikalar”ın mümkün olabileceğini ve bunun da işçilerin mücadelesi için elzem olduğu yalanını söylemekte sakınca görmüyorlar ve çürümeye, yokolmaya mahkumlar. Burjuva solunun karşı-devrimci tutum alışları ve bunların sendika konusu ile kesişen noktalarını irdelediğimiz görüşlerimiz hakkında daha önceki süreçlerde TEKEL, THY, Gaziantep tekstil işçileri grevi, G.Afrika maden işçileri grevleri, Bosch işçilerinin sendika değiştirme süreci, SGBP (Sendikal Güç Birliği Platformu) ve yeni sendikalar yasası üzerine temellendirdiğimiz perspektiflere bakılabilir.

Sendikalar her direnişi ya da grevi sonlandırmadaki ustalığını yine konuşturmuştu. Patron ile anlaşma sağlayan sendikalar, her direnişte olduğu gibi bunu da bir “zafer” olarak adlandırmaktan geri durmuyor. Bu ne işçiler için bir kazanım, ne de işçilerin kazandığı bir zafer. Asıl amacı örgütlü olunan işletmelerdeki aidat paralarının kesilmesini önlemek olan günümüz sendikalarının genel eylem hattı, içerisinden geçtiğimiz tarihsel koşullarının gerektirdiği biçimde artık kazanım ile biten grevler değil, direnişe/greve başlanılan koşulların yeniden işçi sınıfının sırtına farklı görünümler altında, yine sendikalar-sermaye işbirliği ile bindirilmiş olduğu, işçilerin kendi öz inisiyatiflerinin açığa çıkamadığı sendikal “direnişler”dir. Artık işten atılmaya karşı greve çıkan sendika, yeniden işe dönmeyi sağlamak için ya daha düşük ücrete, ya da daha kötü şartlara evet diyerek işçi sınıfını dolandırmaktadır. Hatta bu örnekte gördüğümüz gibi kura ile şans faktörünü devreye sokarak kurunun yanında yaşın da yanmadığı bir el çabukluğu ile işçi sınıfını kandırmakta, aradan sıyrılmaktadır. Ondan sonrası için ise o bildik beylik sloganlar kulağımızda çınlar: “... İşçileri Kazandı”! Burada kazanan kapitalistler ve varoluşlarını geçici de olsa güvence altına alan, işçi sınıfı mücadelesine karşı konumlanıştaki sendikalardır.

Önemli olan direnişteki işçiler için kampanyalar düzenleyen sendikaların yalandan dayanışma çağrılarına kulak vermek, artık işlevi geçmişte kalmış “ekonomik/maddi destek” meselesine takılarak bitkisel bir hayatta zaman harcamak değil, sürmekte olan direniş/grev/hareket, vb. her ne var ise, “nerede hareket, orada bereket” gibi çarpık anlayışların tuzağına düşmeden, işçi sınıfının diğer kesimlerine bu direnişlerin güncelliklerini ulaştırmak, mücadeleyi yaymak, genelleştirmek ve işçi sınıfının diğer kesimlerine bu deneyimlerin aktarılması gerekliliği noktasındayız. Aynı zamanda mücadelede kafa karıştıran ulusalcı/milliyetçi burjuva eğilimler ve sendikaların manevralarına da dikkat çekmeliyiz. O yüzden bu duruma verebileceğimiz tek bir cevap var; o da günümüzde işçi sınıfının kazanımlarının mümkün olmadığı ve sendikalar, (solcu ya da sağcı) burjuva siyasi partiler ve diğer sivil toplum kuruluşlarıyla çöken kapitalizmin şafağında tek kazanım olan komünizmden başka bir çıkış yolun olmadığı. Kazanım dönemi bitti, sendikalar ile gelen sadece işçilerin mücadelesinin sönümlenmesi, burjuva çıkmaz sokaklara sürülmesi ve yokedilmesi; sendikalar işçi sınıfı için düşman, mücadelenin yayılması yerine yenilgidir. Bir tarafta kaybeden işçiler, diğer tarafta kazanan sendikalar ve daha ucuza daha çok üretim yaparak satacak olan burjuvazidir.

Bunçuk

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar

2013 - Şubat

Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm Üzerine

Bu yazı, EKA'nın Türkiye şubesi olarak yakın bir sempatizanımız ile bir süredir devam ettirdiğimiz tartışmalar ışığında kaleme alınmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu “Fikir” (“İdea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklındaki yansısından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.- Kapital, Almanca Baskıya 2. Önsöz

Engels, Marx için bir dahi olduğundan bahsediyordu ve Marx'ın bu zihin kıvraklığı Hegel fesefesini de aşarak onu ayakları üzerine oturtmanın da bir aracı haline geldi. Bir teori olarak diyalektik materyalizm, hem Hegel'in ideacı diyalektiğinin ve hem de Feuerbachçı metafizik materyalizmin bir aşılması idi. Bu da Marx'ta idealist bir mutlak ideden materyalist bir nedene, Feuerbach'ın “Yeni İdealizminden” (ya da İnsan dininden) bütün proleterlerin kurtuluş rotasında saf tutması yönüne evrilecekti.

Bir yöntem olarak vücut bulan diyalektik materyalizm bir teorik öncü de belirlemişti: bütün bilgilerin duyularla elde edildiği gerçeği. Bu mekanik bir duyu bilgisine değil, insani ve toplumsal bilginin edinilmesi sürecinin maddi bir karşılığıydı; burada devreye, teori ve pratiğin diyalektiği praksis giriyordu. Öznel idealizmin yalnızca duyumlanabilir görüngülerin bilinebilirliği (ve empirizm ile Kantçı yaklaşımların) tezi ile nesnel idealizmin duyular üstü bir gerçekliğin saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceği yaklaşımına karşılık Marx, nesnelere ait bilgiyi (duyumsal, pratik, teorik, vb.) nesnelerle girdiğimiz etkileşim ile ediniyor olduğumuzu ve bu bilginin de doğruluğunu ancak ve ancak toplumsal pratik ile doğruladığımızı, sağlamasını kurduğumuzu belirtti.

Geldiğimiz noktada kafamızı Antik Yunan dönemine çevirdiğimizde Herakleitos bize şu ipuçlarını veriyordu:

Bağlanışlar, bütünler ve bütün olmayanlar, birarada duran ve ayrı duran, birlikte söylenen ve ayrı söylenen. Her şeyden bir, birden her şey!

Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür.

Karşıt olan şeyler biraraya gelir, uzlaşmaz olanlardan en güzel uyun doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.

Burada Antik yunan filozofu için içiçe geçen durum ile olgular sözkonusuydu ve aynı nehirde hiçbir zaman yıkanamazdık...

Bir ağacın çiçeğinin meyveye dönmesi ve oradan üreme kavramı ile yüzleşmemize dikkat çeken Hegel, tez-antitez-sentez üçlemesiyle diyalektiği başka bir aşamaya taşıyordu. “Bilinç, kendi başına özgür değildir” derken tinin fenomenolojisinde arkeolojik kazılar yaptığı sırada, zorunlulukların hep birer zorunluluk olarak kalacağı ve köle ya da işçinin her zaman köle ya da işçi, efendinin ya da patronun da her zaman efendi ya da patron olarak kalacağını söylüyor, bunun ismine de “ortak tinsel topluluk bilinci” diyordu. Onun için bilincin ayrıca bir hareketlilik süreci geçirmesiyle farklılaşıp evrimleşmesi ve kölenin başka bir topluluk oluşturma ihtimali ya da efendisine karşı gelmesi sözkonusu değildi çünkü tarih onun için donmuş, kaskatı kesilmiş ve nihai mutlak son olan büyük Prusya idesine doğru ilerlemekteydi. Bu bir “herkes yerini bilecek” teorisiydi ve Hegel için filozoflar sadece yorumlayanlardı.

Filozoflar, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar;” ancak “sorun onu değiştirmektir” derken Marx bütün gerçekliği insan aklından dışarı çıkartmış ve onun bugüne kadarki boyunduruğuna bir son vermişti.

Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği gerçeği, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yanin düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma skolastik bir sorundur. (...) Koşulların değişmesi ile insanın faaliyetinin değişmesinin örtüşmesi, ancak altüst edici pratik biçiminde kavranıp, ussal olarak anlaşılabilir.- F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu

Hegel başaşağı çevrildi, maddi pratik artık düşünsel ideanın yerine geçti ve her birisini praksis harcı ile tutturuyorduk: tarihsel-toplumsal insan, toplum dini ideanın yerine, tinsel toplumun yerine geçiyordu. Marx'ta İngiliz ekonomi-politiğine Fransız ütopik sosyalistlerinin fikirleri harmanlanıyor, Alman felsefesi de yanlarına getirilerek tamamen aşılıyordu.

Diyalektiğin tarihe uyarlanması işi de bir ihtiyaçtı ve belirleyici unsur olarak bir manivela aranmalıydı. Bütün gelişim ve altüst oluşların temelinde yatan yegane sebebin üzerine gidilmesi gerekliliği Marx'ta toplumun maddi temelinin üretimi ve yeniden üretimi şeklinde teorileşti ve teori dünyevileştikçe şu üç temel üzerine oturdu: (1) üretim biçimi ve ilişkileri olarak üretim tarzı, (2) el konulan artık-değer olarak artı-değer ya da kar ve (3) toplumun toplumsaldan uzaklaşması olarak yabancılaşma.

Seçenekler ve maddelerin çoğaltılabilirliği onun günümüzü ifade ediş tarzına zarar vermiyor, aksine ekonomik krizi ile kapitalizmin bütün bu vebalı bünyesinin barındırdığı çürümüşlüğe işaret ediyor. Altyapı-Üstyapı tartışması da bunlardan bir tanesi. Bir ekonomik alan olarak altyapısal unsurlar üretim biçimi, ilişkileri ve araçları iken, daha çok onun bir yansısı niteliğindeki üstyapı ise hukuk, siyaset, din, kültür, vb. alanları kapsıyordu. İkisi de birbirine diyalektik bağlarla bağlanmış ve esasında iktisadi alanın kendisinden besleniyor ve şekilleniyordu.

Aradaki geçişler tamamen maddiydi ve önemli ölçüde birbirlerini başka bir altüst oluşla yerle bir etmişti. Topraklarını ekip ürünlerin büyük bir çoğunu beye ya da toprak sahibine veren serflerin karlılığı giderek bu beylerden alınan vergiler ile zenginleşen krallıkları ve oradan da bunların daha da mutlakiyetçileşmelerini doğuruyordu. Merkezi bir otorite etrafında güçlenen ve ordu kuran bu monarşiler barut ve topun da yardımıyla derebeylerinin kalelerini yıkmaya başladığında saklanacak yerleri kalmayan eski efendiler krala bağlandı ve serflerin artık “özgür” köleler olarak istedikleri gibi meta üretiminde kendi emeklerini satmalarının önü açıldı. Marx, bize tarihin aslında nasıl olduğunu ve olmaya devam ettiğini anlatıyordu. Kabilelerin ortak yaşantısı olarak ilkel komünal toplumu, şehir devletlerindeki aristokrasinin yükselişinin bir ifadesi olarak köleci toplumu ve aracı ekonomik unsurların yani tüccarların orta sınıf olarak nasıl yükseldiği ve kapitalizm ile sistemin çarklarını nasıl ele geçirdiğini bize ifadelendiriyordu. Ulus-devlet de bu sistem için en uygun kılıftı. Bir taraftan ülke savunması ya da dünya savaşları adı altında milyonlarca proleter cephelerde birbirlerine katlettirilecek, burjuvazi avuçlarını her ovaladığında banka hesaplarına kurşun sayısı kadar para akacak ya da ülke kalkınması adı altında işçiler günlerce işyerlerine kapatılıp aynı gemide olduğumuz yalanıyla yine aynı bankaların aynı hesaplarına aynı paralar akıtılmaya devam edecekti. Kapitalizm buna yarıyordu. Ludistlerdeki sabotaj ile grevin ataları yaratılacak, 36 İspanya'sında toprağın ve dolayısıyla rant ve sermayenin önemli bir sahibi olan kilisenin temsilcileri kurşuna dizilecek, ABD İç Savaşı'nda yeni bir üretim biçiminin önüne engel olan üretim ilişkileri aşılacaktı.

Altyapı-Üstyapı tartışmasında da tarih boyunca bu kavramlar üzerine oldukça fazla gidilmişti. Althusser burada ikisinin ayrıksılığında tarihi kuramsal bir anti-hümanizm ile tanımlıyorken Gramsci ise altyapıdan ziyade üstyapı öğelerine vurgu yapıp sivil-toplumculuğa sevgi gösterisi gösteriyordu. Her ikisi de stalinizmin çocuklarıydı ve toplumun iktisadi altyapısının değiştirilmeden üstyapı ile sistemin de değişebileceğini yani kapitalizmin yıkılabileceğini öngörüyorlardı. Stalinizm tam da bunu yaptı ve iktidarı elinde tutan sovyetlerden geri aldı, dünya devriminin mümkün olduğu ancak bir şans olarak beklendiği koşullarda ekonomik altyapı olduğu gibi kalıyorken eski çarlığın yerine bir başka siyasi erk gelmiş ve en az kapitalizmdeki kadar sömürülen işçiler yaratmıştı. Gramsci ise sivil-toplumdan, organik aydınlardan ve örgütlenecek işçilerden bahsederken aklımıza günümüzdeki burjuva solunu getiriyor ve halkçılıktan, uvyerizme kadar uzanan yelpazede burjuva politikalarını gözler önüne seriyordu. Bu da burjuva demokrasisini besliyor, ancak sistem aynı kalıyordu.

Bunu rehber edinen özel bir kitap üzerine de eğilebiliriz. Geçmişinde burjuva bir köşe yazarı olan ancak Marxist olmasından sonra SPD önderliğinin 1. Dünya Savaşı sırasındaki savaş yanlısı karşı-devrimci tutumu nedeniyle Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve Joniches ile aynı enternasyonalist safta yer alan Franz Mehring'in “Tarihsel Maddecilik Üzerine” adlı çalışması tam da böyle bir eser. Mehring burada, “insanın tarih öncesinin” (Marx) sona erişinden; bunun ardından, “insanlar, kendi tarihlerini tümüyle bilinçli biçimde yapacak ve insanın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışı”nın (Engels) kendisini anlatıyor. Altyapı ve Üstyapı kavramlarına da değinerek aralarındaki ilişkinin diyalektik yapısına, üretim ilişki ve biçimlerinin sadece bir ürünü olarak siyasetten bahsediyor. Siyasi iktidarı ele alsak da ekonomik temelin aynı kalması halinde bile yine bizim kapitalizmden bahsediyor olacağımızı hatırlatıyor. Üretim biçimlerinin toplum yaşantısına etkilerinden sözü açarken, Koryaklar örneğinden ve keşiflerin büyük altüst oluşlar yarattıkları tezine karşılık büyük altüst oluşların coğrafi keşifleri tetiklediğinden bahsediyor. Dinin de siyasi alan gibi bir sonuç olduğunu, nedeninin ise tamamen ekonomik olması üzerinden Haçlı Seferleri örneğine dalıyor ve Protestan ahlakının o “çok çalışanı Tanrı/Allah sever” kıvamındaki öğretilerine işaret ediyor ve işte tam da kapitalizme özgü bir ahlak yapısı diyor.

Bir teori ve yöntem olarak da, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem yaşamı ve tarihsel olguları anlamamız işini yerine getiriyor. Son söz niyetine, marksizm proletaryanın yegane bir kazanımıdır da diyebiliriz. Çünkü çıkarları ortak ve aynı zamanda devrimci ve sömürülen tek bir sınıf olan işçi sınıfı için konuşuyor. Burjuvazi kendi teori ve yöntemlerinden varolduğu sürece vazgeçmez çünkü aynı koşulların ürünü bir yöntemi vardır. Bu yöntem bizim benimseyeceğimiz yöntem olamaz çünkü tek kazanımımız “kazanılanlar tarafından yazılan tarihte” (Voline) deneyimlediğimiz mücadeleler, yenilgiler ve Marksizm.

EKA Türkiye Şubesi

Tags: 

Rubric: 

Tartışma

Jîn : Bir Hakikatli Gerçeküstücü

Bu sene İstanbul Bağımsız Film Festivali kapsamında vizyona giren ve burjuva medyada çok fazla yer bulamayan ancak taşıdığı güncellik ve bu güncelliğe dair getirdiği hem çok gerçek, hem de bir o kadar gerçeküstücü bakışı ile üzerinde değerlendirme yapmayı gerektirdiğini düşündüğümüz bir sinema çalışması var: Jîn.
 

Filmde işlenen konunun yıllardır devam eden emperyalist çıkar savaşının iki sivri ucunu oluşturan taraflarından PKK ve özelinde PKK'li kadın bir gerilla olması da ayrı bir önem taşıyor. İmralı ve Abdullah Öcalan ile yapılan BDP ve devlet müzakerelerininin burjuva gündemi neredeyse kapladığı ve her gün yeni bir açıklamalar silsilesi ile güne başladığımız şu dönemde soruna çok mikro tarzda olsa da içerisinde koskoca bir Kürt sorunu kozmosunu da barındırması açısından da dikkate değer bir çalışma olarak önümüzde duruyor. Bunu da bir insan olarak kadın olgusuna parmak basma yoluyla yapıyor. Bunların yanısıra, doğanın içerisinde bulunulduğu algısını sonuna kadar veren ve başarılı olduğunu düşündüğümüz çekimlere sahip olması ve bir süre insanı içerisine alan bu durgun ama doğal dinamizmi ses ve görsel akış ile izleyiciye ulaştıran bu çaba çalışmaya ek bir puan getiriyor. İlacını içmesine ve hayatta kalmasına yardım ettiği iki insandan teşekkür alan karakterimizin oyunculuğu ve filmin müzikleri takdir edilmeye değer.
 

Filmin genel konusundan ziyade esas odak noktasına değer mihenk taşı, bir kadının belli engelleyici koşullar altında o kadar yolu kendi başına nasıl gelebilecek olması oluşturuyor. Özellikle bağımsız bir çalışma olması ve kullanılan çekim teknikleri ile yönetmeni Reha Erdem için hem bir deneysel yanı, hem de bir sıçrama tahtası olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmada esas konu aslında PKK kampından 17 yaşındayken kaçmaya karar vererek İzmir'deki dayısının yanına gitmeye uğraşan bir kadın ve onun yolculuğu, yol boyunca karşılaştığı zorluklar ve özellikle bir kadın olmasından gelen toplumsal baskı unsurlarına karşı mücadelesindeki tekbaşınalığı. O nedenle filmin merkezinde yer alan ve aslında hiç çıkılamayan “yol ve yolculuk” teması fazlaca göndermeye sahip. Örneğin otobüs şirketlerinin bulunduğu semte gitmesi, yolda onlarca araç beklemesi ve bu sırada bir kamyon, bir minibüs ve kimi zaman da bir sivil polis aracı, kadının tarihsel yolculuğu boyunca karşı karşıya kaldığı zorlukların sadece küçük ayrıntıları. Esas belirleyici ayrıntı ise bu koşullardan çıkan ve gerilla geçmişini terkedip karşı tarafa da geçmeden sadece kendi tercihleri üzerinden bir yaşam kurgulamaya çalışan 17 yaşında bir kadının yolu nasıl tercih edeceği. Buradaki yol algısı aslında inanarak gerçekleştirmiş olduğu bir mücadeleyi geride bırakmasıyla, ileride onu bekleyenin sadece kendi tercih ve hareket alanı içerisinde yapacağı manevralara bağlı olması ve ancak içerisinde bulunduğu koşulların ürünü bir kadın ile günümüzde kapitalist toplumun ataerkil toplumsal kurgusunun içerisinde kendisine nasıl bir yer edinmeye çalışma çatışkısını yaratacak olması konusu filmin temelini oluşturuyor. Ancak Jin, hiçbir zaman ninesine ulaşamıyor, yani amacına.
 

Örneğin, film boyunca karşılaştığı ve diyaloğa girdiği bütün erkekler ya bir çoban, ya bir kahya, ya bir otobüs firması çalışanı ya da Kürtçe bilen bir korucu. Hepsinde de ya sözlü tacize uğruyor, ya da tecavüze uğramaktan kendi çabası ile kurtuluyor. Bu açıdan ona reva görülen yeri kabullenmemeyi daha çoktan kafasına koymuş bir portre çizen karakter, bu yolculuğu sırasında hiçbir zaman kullanmadığı kalaşnikofunu da başından geçirdiği bütün badirelerden sonra yeniden (ve hiç kullanmamak üzere) eline alıyor. Kamptan ayrılışı, TSK ile karşılaşmaları ve bütün bunların pastoral çekimler ile işlenmesi hem karakterin yaptığı tercihin ve mücadelesinin kendisine haslığı ve orjinalliği aslında filmin sonuna doğru kendisini daha çok hissettiren gerçeküstü bir bakışın da yansıması. Doğanın insan türünün en gelişmiş formu ile yaptığı anlaşmasında üretkenliğin ve doğaya aitliğin sembolü olarak kadın figürü ve anaerkil toplum yapısına bir göndermede burada geliyor ve ormanın ve içerisindekilerin kendisi karakterimizin asıl dostları oluyor. “Gerçek” ama kirli hayattan değil, ona uzak ama bir o kadar da yakın gerçeküstü yoldaşları oluyor. Bir köy evinden aşırdığı elmasını paylaştığı boz ayı, sınırdan geçerken bombardımana maruz kalmasından geriye miras kalan yarasını iyileştirdiği Roboskili bir eşek, en çaresiz anında ona silahıyla saldırmadığı için karakterimize de saldırmayan bir vaşak ve sadece ona gülümsediği için onun “gidişine” üzülen bir geyik bütün onun dostları. Ayrıca filmde kullanılan şahin ve özellikle yarasa temaları da insan aklına bir Ahmet Kaya şarkısını getirmesiyle ayrıca düşündürücü ve hoş metaforlar.
 

Film boyunca iki tarafa da dahil olma “fırsatlarını” yakalayan ancak ikisini de tercih etmeyen bir kadın olarak Jin izlenmeyi hakeden pastoral bir gerçeğin bu kadar “gerçeküstü” olabileceğini anlatan nadir çalışmalardan ve bütün bu koşulların içerisinde mücadele eden bir kadını anlatmaya dair cüreti ile izlenmeyi hakediyor.

Bunçuk

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi