2012 - Kasım

Açlık Grevleri ve Kürt Sorununun Geleceği

 

 

 

 

 

Kürt tutukluların üçüncü ayına girmiş olan ve artık katılımcı sayısı on bini geçmiş durumdaki açlık grevleri, yavaş yavaş gündemi sarmaya başladı. Talepleri Öcalan'ın tecrit koşullarının kaldırılması, anadilde savunma ve anadilde eğitim olan açlık grevleri bugün, Kürt tutuklular haricinde BDP üye ve hatta milletvekilleri ve Türk solunun örgütlerinden tutuklulara da yayılmış; grevleri başlatan altmış kişi, kritik evreye girmiş durumda. Hükümet güçleri, açlık grevlerini desteklemek için yapılan eylemlere düzenli olarak şiddetle karşılık verirken ortam da giderek geriliyor. Hem Kürdistan'ı, hem de Türkiye'yi açlık grevlerinden ilk ölümün ne zaman çıkacağı endişesi sarmışken hükümet, açlık grevlerine zorla müdahale ederek açlık grevcilerini seruma bağlama planları yapıyor.

Hükümet cephesinin mide bulandırıcı açıklamalarının arkasında gerçek bir korku var. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ağzından tükürükler saça saça, adeta kontrolsüzce oraya buraya saldırması, açlık grevleriyle ilgili nasıl hakaretler edeceğini, açlık grevlerini nasıl etkisizleştireceğini bilememesi hep aslında hükümetin içerisinde bulunduğu çaresizliği gösteriyor. Tabii ki, 12 Eylül sonrası döneminin bütün burjuva siyasetçilerinin, konu açlık grevleri olunca sıklıkla ifade ettiği "gizli gizli yemek yiyorlar" iddiası, yine TC devletinin temsilcilerince kullanılıyor. AKP hükümeti, insan hayatına değer vermeyen gözü dönmüş milliyetçiler olduklarını ve emperyalist TC devletinin başına geçen hangi ideoloji olursa olsun böyle olmak zorunda olduğunu kanıtlamış durumda. Öte yandan hükümet yetkilileri böylesi sert ve vurdumduymaz tavırları, yalnızca insan hayatına değer vermeyen gözü dönmüş milliyetçiler oldukları için sergilemiyorlar. TC devleti böylesi tavırlarla bir yandan, eğer işler çığırından çıkarsa vereceği tavizleri Kürt tarafına maletmemek, Kürt tarafına boyun eğmiş gibi gözükmemek peşinde; diğer yandan da hükümetin kontrolü haricinde gündemi sarsan açlık grevlerini mümkün olduğu kadar karalayarak kitlelerin – özellikle de AKP'li kitlenin – bu eylemi gerçekleştirenlerle insani bir bağ, bir empati kurmasını engellemeye çalışıyor. Türk burjuva hükümetinin açlık grevlerine ilişkin bu stratejisi ne kadar etkili bilinmez; öte yandan gerek otuz yılı aşkın süren savaşa karşı artan kitlesel rahatsızlık, gerekse devlet mekanizmaları ve Türk burjuva siyasetinin anadilde savunma hakkının verilmesini bile bir hayli zor kılacak kadar kemikleşmiş oluşu, hükümetin bu yola bir akıl kaybı yaşadığı için değil, masa başında yaptığı hesaplara dayanarak girmiş olduğunu gösteriyor.

Bir yandan da açlık grevlerinin kendilerine dair de söylenecekler var. Açlık grevi, ancak başka hiçbir bireysel mücadele aracı kalmadığı noktada başvurulagelmiş bir yöntemdir. Dolayısıyla, bu eylemi yapanların kendi yaşam ve tutsaklık koşullarına yönelik yapılan bir eylemdir. Oysa mevcut açlık grevlerinin taleplerine bakınca, açlık grevlerini yapanların yaşama ve tutsaklık koşullarına dair bir talep görmekte güçlük çekiyoruz. Hatta genel olarak açlık grevci tutsakların taleplerinden yalnızca anadilde savunma onları doğrudan ilgilendiriyor ki emperyalist TC devletinin mahkemelerinde yapılacak savunmanın hangi dilde olduğunun önemi en azından tartışmaya açıktır. Abdullah Öcalan'a yapılan atıf da, Kürt milliyetçiliği içerisinde kişilik kültünün ne derece güçlü olduğunu gözler önüne seriyor. Durumu en azından tecritteki Öcalan kadar kötü olan binlerce tutsağın, kendi kötü koşulları için değil de yüceltilen, hatta peygamberleştirilen bir şahıs adına kendi canlarını feda ediyor olmaları ibretlik bir durum.

Öyle ya da böyle, sorunun genel olarak burjuvazi tarafından çözümsüzlüğü ve özellikle TC devletinin politikaları durumu fazlasıyla tehlikeli kılıyor. Açlık grevcilerinden bir tanesinin ölmesi, geçmişte Türk solunun gerçekleştirdiği açlık grevlerinin aksine, özellikle Kürt nüfus içerisinde ciddi bir etki yaratma ihtimali barındırıyor. Kürt açlık grevcilerinden biri hayatını kaybettiği taktirde, ülke genelinde zaten tırmanan etnik çatışmaların çok daha artması, PKK'nin veya benzeri yapıların metropollerde bombalı eylemlere girişmesi olasıdır. Bütün bunlar olurken TC'nin gerek devlet terörünü daha da arttırmayacağını, gerekse linççi Türk milliyetçiliğini daha da körüklemeyeceğini beklemek saflık olur. Açlık grevleri bir kez daha göstermiştir ki Kürt sorununa ne TC devleti içerisinde, ne PKK'nin eylemleri sonucu, ne de genel olarak kapitalist düzen içerisinde bir çözüm getirilmesi mümkün değildir. Burjuva aktörlerin davranışları yalnızca sorunu daha da derinleştirmeye yaramaktadır.

Tutsakların açlık grevleri, siyasi arkaplanları bir yana, insani bir sorunsaldır. Açlık grevlerini yapanlar da, savundukları siyaset burjuva milliyetçisi bir siyaset olsa da, Kürt işçi sınıfının, dolayısıyla dünya işçi sınıfının devletin zindanlarında tutsak ettiği evlatlarıdır. Onların ve işçi sınıfının bu savaş devam ettikçe, şu veya bu şekilde yitip gidecek bütün evlatlarının hayatlarını kurtaracak olan ne emperyalist TC devletinin yapacağı yeni düzenlemeler, ne de PKK'nin devletle uzlaşacağı hususlardır. Tarih tekrar tekrar göstermiştir ki, işçi sınıfının evlatlarını kurtarabilecek olan tek gerçek güç, işçi sınıfının kendisidir.

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Ulusal Sorun

Batı Şeria'daki Eylemler Üzerine

Aşağıda yayınladığımız yazı, İspanya'daki yakın bir EKA sempatizanı tarafından, Filistin'deki işçi hareketini anlatmak ve ondan dersler çıkartmak için kaleme alınmıştır. Bu inisiyatifi selamlıyoruz. Yaşayan nüfusa muzzam bir acı çektiren vahşi emperyalist çelişkilerin varolduğu bölgede, sınıf, proletarya, toplumsal mücadele, proleteryanın bağımsızlığı gibi kavramların, savaş, milliyetçilik, etnik çatışma, dini çelişkiler gibi kelimeler ile üzerleri örtülüyor. Bu nedenle, mevcut hareketler oldukça önem taşıyor ve bütün ülkelerdeki işçiler tarafından bilinmesi gerekiyor. Bize uluslar, halk, hükümetler ve 'özgürleşen' örgütler ile dayanışma öneriliyor. Biz bu tür bir dayanışmayı reddetmeliyiz! Bizim dayanışmamız sadece Filistin, İsrail, Mısır, Tunus ve dünyanın geri kalanındaki işçiler içindir! Ulusal dayanışmaya karşı sınıf dayanışması! Batı Şeria'da Yaşam Pahalılığı, İşsizlik ve Filistin Yönetimi'ne Karşı Kitlesel Eylemler Ortadoğu'da sıklıkla baş sayfalarda askeri katliamlar ve barbarlığın, emperyalist haydutlar arasındaki sivilleri rehin alan rekabet ve her türlüsünden milliyetçi/ulusalcı, etnik ve (kendi çıkarlarına uyacak biçimde 'demokratik' Batı güçlerinin kışkırttığı ve cesaretlendirdiği) dini hareketlerin sonucu olarak; burjuva basınının günümüzde müslüman dünyasını rahatsız eden Muhammed'in resmedildiği karikatürler ve filmlerin neden olduğu huzursuzluk sürmekteyken aslında Eylül ayında işçi sınıfının ve ezilen katmanların yaşamını etkileyen kapitalist krize karşı Filistin'in Batı Şeria bölgesinde gerçekleşen büyük eylem ve grevlerden hiçbirisi bahsetmiyor. Ve bu eylemler yıllardır meydana gelenlerin en büyükleri olma özelliğini taşıyor.[1] Genellikle vahim bir durumda olan Filistin'deki proleterler ve sömürülen nüfus, askeri işgal, kuşatma ve topkeyün bir aşağılanmaya maruz kalan hayatları ve İsrail devletinin neden olduğu acılar sebebiyle, milliyetçiliğin ve islamiyetin etkilerinden kurtulamıyor; İsrail'e karşı 'silahlı direniş' yürüten çeşitli örgütler tarafından zulmedilmekten kurtulamıyor. Diğer bir ifadeyle, büyük ölçüde üstün askeri güç ile karşı karşıya kalarak sunaklarda kurban ediliyorlar. Ancak bu kesin olarak, her türden yanılsama ve aldanmayı (kapitalizm altında 'demokrasi' ve 'ulusal kurtuluş' yalanları, vb.) yıkan, işçi sınıfı içerisideki diğer bölgesel, ulusal, etnik ve diğer bölünmelerin ötesine geçen, enternasyonal ölçekte kitlesel bir proleter mücadelenin olasılığını geliştiren somut ekonomik dünya krizinin etkilerine karşı bir mücadeledir. Grev ve Eylemler Grev ve gösteri dalgasının nedeni başbakan Fayyad'ın başını çektiği hükümetin, besin maddeleri ve petrol fiyatlarına yaptığı zammın açıklanmasıydı. Filistin Yönetimi'ne karşı bu meydan okumanın fitilini ateşleyen de işte bunlardı. İkincisi, bir grup kokuşmuş kariyeristin koruduğu Filistin burjuvazisinin Fayyad'ta[2] kişiselleşmesi. Hatta bunların meşru bir görünüşü de bulunmuyor: 2006'dan beri herhangi bir seçim sirki kurulmamış ve Hamas ile çatışma halinde. Askeri işgal nedeniyle önü kesilen ve İsrail'in ihracat ve ithalat, maaşlar, vegiler ve doğal kaynaklar (Paris görüşmeleri, Oslo anlaşmasına eklenen iktisadi ilavelere teşekkürler) üzerindeki etraflı kontrolünde bulunan Filistin ekonomisinin tamamen dışarından gelen ödeneklerle en asgari sorunlarına bile çözüm getirmekten aciz durumda. Yaz boyunca, hoşnutsuzluk birçok protestoyu da beraberinde getirdi. Örneğin, Temmuz ayının sonunda, Başkan Abbas ile İsrail temsilcisi Shauz Mofaz arasında yapılan görüşmenin ilan edilmesini takiben Ramallah'ta, Filistin polisinin bastırması ile son bulan bir eylem gerçekleşti. Birleşmiş Milletler'e göre %57 olan ve gençler arasında oldukça yaygın hale gelen kitlesel işsizlik ve nüfusun genelinin besin almak için mücadele etmesi ve bu nüfus içerisinde (örneğin, 150 bin kamu işçisinin maaşları düşürüldü) artan hoşnutsuzluk anlamına gelen yaşam zorluğu sürüyorken, 1 Eylül'de açıklanan ücret arttırımı fitili ateşleyen bir nitelik taşıdı. 4 Eylül'den beri yaşam koşullarının iyiye gitmesi için yapılan kitlesel eylemler Batı Şeria'da (Hebron, Ramallah, Jenin, vb'de.) günlerce sürdü. Eylemler aynı zamanda bölgedeki (Paris görüşmeleri) ekonomik yaşamın kontrolünü elinde bulunduran İsrail'e de karşıydı ancak şu açık ki; memnunniyetsizlik bir İsrail-karşıtlığı ya da milliyetçilik ile sınırlı değil. Eylemlerin odak noktası yaşam ve çalışma koşulları. Ramallah'ta gençler “Başta Filistin için dövüşüyorduk, şimdi bir çuval un için savaşıyoruz” diyorlar [3]. Protestoların başında, Abbas, “Filistin Baharı”na sempati ile yaklaşan rakibi Fayyad ile bir güç savaşına girişti. Gösteriler büyüdükçe ve hoşnutsuzluğun ifadesi sadece Fayyad hükümeti ya da Paris görüşmelerine karşı değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi'nin kendisine, başta eylemleri yönlendirme ve hatta örgütlemede rol oynayan, eylemlerin radikalleşmesi ve büyümesinin önüne geçmek için yapabildiği her şeyi yapan Abbas'ın partisi El Fetih'e karşı gelişmeye başladı. Aynı şeyleri, Filistin hükümetini istikrarsızlaştırmak için eylemlerden yararlanmaya çalışan Hamas için de söyleyebiliriz. Ancak Hamas eylemlerin içeriği ile varolan açı farkı ve eylemlerin Gazze'ye sıçraması tehlikesi karşısında geri adım attı. Nablus'ta bir eylemci şöyle diyor: “Bizler hükümete yeter demek için buradayız... Herkes gibi yaşayan ve insanlar ne yiyorsa onlardan yemek isteyen bir hükümet istiyoruz.”[4] Beytüllahim'deki bir afişte şunlar yazıyor: “Reformları konuşmaktan bıktık... diğerinden sonra başka bir hükümet... bir başkandan sonra bir diğeri...ama çürüme hala yerinde duruyor”[5] Jenin'de, eylemciler, asgari ücret, bütün işsizler için iş olanağının yaratılması ve üniversiteye kayıt masraflarının düşürülmesini talep ettiler. Başbakan Fayyad bunun üzerine istifa edebileceğini deklare etti. Kitlesel eylemler, yol kesmeler ve Filistin yönetiminin polisleriyle çatışmalar ile birlikte devam etti. 10 Eylül'de taşımacılık sektöründe, sendikaların itirazları sonucu bir grev başladı. Taksiciler, kamyon şoförleri, otobüs şoförleri kitlesel olarak bu greve katıldılar. Hatta kreş işçilerinin de içerisinde bulunduğu birçok sektörden işçi de bu greve katıldı. Hareket genişledi. Ayın 11'inde üniversite ve lise öğrencileri, genel grev ile dayanışmalarını ifade etmek için 24 saat boykot yaptılar. Bütün Filistin üniversitelerinden işçiler, öğrenciler ile birlikte 13 Eylül'de bir genel grev ilan ettiler. Bu durum karşısında ve sendikalar ile yapılan bir görüşmenin akabinde, hükümet ücret arttırımlarını durdurduğunu, hatta kamu işçilerinin maaşlarının yarısının ödenmeyeceğini ve siyasetçilerin, Filistin hükümetinin yüksek yetkililerinin maaşları ve ayrıcalıklarında kesintiye gidileceğini ilan etti. Ayın 14'ünde, taşımacılık sendikası, Filistin hükümeti tarafından vaadedilen “yapıcı iyileştirmeler” bahanesiyle yapacağı grevi iptal etti. Bunun yanısıra, sonunda kitlesel protestolar geçici olarak yatışmış görünüyordu ancak toplumsal rahatsızlık devame ediyordu. Kamu çalışanları ve ilkokul öğretmenleri sendikası, 17 Eylül'de yapılacak bir eylemle iş durdurmaya gidileceğinin haberini verdi. Sağlık sektöründeki sendikalar 18 Eylül'de, eğer (işçiler için kadro arttırımı, mevkiler arası geçişler ve kademe atlama, vb.) talepleri karşılanmazsa ve hükümet tarafından hala görmezden gelinirse, bir hareket başlatacağını ilan etti. Hareket, Filistin hükümeti tarafından Batı Şeria ile sınırlandırılmış ve kontrol altına alınmış görünüyor. Hareketin Önemi Hareketin özel, somut unsurlarının dışında, onun bütün önemi, gerçekleştiği coğrafyada yatıyor. Bu bölge, hem direkt olarak devletler, hem de çeşitli piyonlar aracılığıyla sürdürülen önüne geçilmez kanlı emperyalist çatışmalar bölgesi.[6] Bütün bunların sonuçlarına katlanmak zorunda kalan ve gerici, milliyetçi ve dini içerikli hareketlerin bereketli toprağı haline gelen siviller[7]. Ancak bütün bunların üzerinde, şuna işaret etmeliyiz ki; bu hareket enternasyonal olarak benzer mücadeleler ile aynı anda meydana geliyor. Geçtiğimiz yaz İsrail'de, yüksek ölçüde silahlandırılmış ve millitarize edilmiş bir devlete, İsrail'e karşı, bütün zayıflıklarına ve demokratik yanılsamalarıyla birlikte yaşam pahalılığına karşı meydana gelen ve 'ulusal birlik' yalanını yoketmeye yönelik ilk adımı temsil eden gösterileri unutmayalım. Mısır'da ABD'nin kayırdığı Mübarek'in gitmesinde önemli rol oynayan büyük işçi grevlerini unutmayalım. Filistin'deki ve her neredeyse, proletarya, baskı altındaki katmanlar şunu anlamalıdır ki; Filistin'de yaşayanların büyük çoğunluğunun dileği olan barış içinde ve şerefli bir şekilde yaşamanın önkoşulu, bölgede bütün sömürülenlerin kitlesel mücadelelerinin bütün ulusal ve dini bölünmelerin ötesinde gelişmesinde yatıyor. İlkin İsrail'deki ve tüm bölgedeki sömürülenler ile Filistin'in ve diğer milliyetçi yalanlar ile süslenmiş 'ulusal birlik' yanılsamasını kırmak onun mücadelesini birleştirecektir; bu da İsrail devletinin ve diğer emperyalist çetelerin kanlı ellerini zayıflatacak olan tek silahtır. 'Silahlı mücadele', farklı milliyetçi ve dini grupların çıkarlarına hizmet etmek demek anlamına geliyor ve bu sadece bitmek tükenmek bilmeyen katliamların, acının ve Filistin'in çürümüş sömürücü sınıfının güçlenmesinin önünü açabilir. Filistin'in sömürülenleri ve dünyanın geri kalanı şüphe etmesin ki eğer kapitalizme karşı kendi sınıf çıkarlarımız için savaşmazsak, ulusalcı ya da ırkın 'kurtuluşu' temelli mücadelelere çekilmemize izin verirsek, 'ülkenin genel çıkarları'na, burjuvazi ve devletlerinin genel çıkarlarına boyun eğersek, günümüzde ve gelecekte bizi bekleyen şey, Mandela'nın ANC'sinin 'kardeşleri' ve 'yurttaşları' Güney Afrika'lı madenciler için reva görülen şey olacak: yoksulluk, sömürü ve ölüm. Draba, 23.09.2012 [1] İsrail işgali ve 'anti-emperyalizm' (örneğin, 'anti-Amerikancılık' ve Amerikan yanlıları) üzerine geniş bilgiye, milliyetçi hareketler ile arası iyi olan, örneğin Küba haber ajansı Prensa Latina ya da İran devlet televizyon ajansı Press TV üzerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. İspanya'daki her türden burjuva solunun (lahaine.org, kaosenlared.net ya da rebelion.org gibi) forumları bu konuya çok fazla ilgi göstermedi. Eğer doğru anladıysak, 'Filistin halkıyla dayanışma', dünya emperyalist satranç tahtasındaki farklı çıkarların desteklenmesi ya da bazı vatansever gayelerin reklamı için kullanılıyor. Eğer Filistin'dekiler 'onların' hükümetlerine karşı mücadele ediyorsa ve 'ulusal birliği' kırmaya çalışıyorsa bu hakkında sözetmeye değer bir konu olmuyor. [2] Hamas'la savaş için, 2007'de ABD'nin baskısıyla Abbas tarafından seçildi. [3] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=517262 [4] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=517618 [5] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=518944 [6] İran, Suriye ve Hamas arasındaki bağlar, Esad'ın Suriye'si ile onun büyük güçler arasındaki müttefiği Rusya ve onun başlıca bölgesel müttefiği İran ile olan bağlar kadar iyi bilinir. [7] Hamas ve El-Fetih arasında Gazze şeridinin kontrolü için çıkan savaşın 2007'de birçok ölüme ve sivil halk içerisinde çokça acıya -'ulusal kurtuluş' için 'ikincil hasar'a- neden olduğunu unutmayalım. https://www.haaretz.com/news/human-rights-watch-condemns-hamas-fatah-for... ve https://libcom.org/news/palestinian-union-hit-all-sides-25072007

Tags: 

Rubric: 

Filistin

Bir Kuşağın Yokedilişi: Kızıl Kitap

Moskova duruşmaları, nam-ı diğer savcı Vishinsky davası. Büyük temizlik olarak tarihe geçen bu dava binlerce kişinin yargılanıp ölüme mahkum edilerek infaz edilmesiyle son buldu. Belki de tarihteki en büyük siyasi temizlik harekatlarından biriydi. 1936-1938 yılları arasında yaşanan bu tasfiye, stalinist sovyet hükümetinin, ikinci dünya savaşı öncesi yaşanan emperyalist gerilimlere hazırlığının bir parçasıydı. Zira Stalin, kendi iktidarını güçlendirmek için devrim önecesinden gelen ne kadar bolşevik kodro varsa hepsini tasfiye etmek istiyordu. Bu tasfiye süreci ise sovyetlerin baş düşmanı ilan edilen “troçkist terör” suçlamasıyla yapıldı. O yıllarda hayatta olan Troçki'nin büyük oğlu Lev Sedov, yaşanan bu stalinist teröre ve onun argümanlarına karşı dava sürecini yakından takip ederek yaşananların arka planını aydınlatma ve yapılan komployu açığa çıkartmak için “1936 Moskova Duruşmaları Üzerine Kızıl Kitap” isimli kitabı yazdı. Sedov, duruşmalar ve büyük temizlik sürerken 16 Şubat 1938'de Sovyet gizli polisi GPU tarafından katledildi.

Kitap, Kirov'un ölümünün Stalin için nasıl bir işleve sahip olduğunu ve Kirov'un cesedinin Stalin'in elinde muhalefeti bastırmak için bir sopaya dönüşmesi sürecini, yargılamaları ve cinayetin troçkizimle ilişkilendirilmesini anlatmakta. Kirov, Stalin için güçlü bir muhalif olmasa da popüler bir lider olması, sol muhalefete Stalin kadar sert bakmıyor olmasından kaynaklı devre dışı bırakılması gereken biri olarak değerlendirilebilir. Kitapta bu kısımlara çok değinilmese de Kirov cinayetinin Stalin tarafından nasıl örgütlendiğini kanıtlarıyla açıklamakta. Kirov cinayeti, Stalin için bir taşla iki kuş vurmak anlamına geliyordu; ilki Kirov gibi olası bir iktidar adayının, diğeri ise Zivovyev, Kamanev ve diğer devrim öncesi bolşevik kadroların tasfiyesi. Kirov cinayetinin şahidi olan kim varsa, bunlar GPU'nun başındaki Yagoda, Kirov'un yakın arkadaşı Orjonikidze ve birçok insan sırf bu nedenden dolayı ya öldürüldüler ya da intihara zorlandılar.

Sedov duruşmalar sürecini anlatmakla beraber, Kamanev ve Zinovyev'in politik yalpalamalarına da değinerek esasen başlatılan bu dava sürecinin siyasi tahlilini de yapmakta. Aynı zamanda kitapta Stalin'in kendi iktidarını Kirov cinayeti gibi komplolar dışında hangi yöntemlerle de yürüttüğüne de değinilmekte. Sedov'un anlattıklarından hareketle şu sonuçlara varabiliriz: Kamanev ve Zinovyev'in defalarca partiden ihraç edilip geri alınmaları ve her dönüşlerinde Stalin'e biraz daha biat etmeleri onları ölüm mangasının önüne çıkarmaktan kurtaramadı. Bu stalinst rejimin kendi iktidarını güçlendirme süreciydi ve ekim öncesi parti pozisyonlarından kopan bu şahsiyetler, Stalin'in elinde oyuncağa dönüştüler.

O yıllara gelindiğinde parti, eski politik yapısını kaybetmiş ve “Tek Ülkede Sosyalizm”in inşası adı altında kapitalist restorasyonun işçi sınıfı üzerinde hüküm sürdüğü yıllardı. Dolayısıyla sınıfın iktidarından, dünya devriminden kopmuş ve dava sürecine kadar yaşananlardan çok da rahatsız olmamışlardı. Zinovyev ve Kamanev'in Troyka sonrası muhalefeti, Bukharin'in sağ muhalefetin başını çekmesi, bunların hepsi sadece stalinist siyasi iktidarına karşı yapılan bir muhalefetti; dolayısıyla bu zeminden marksist bir siyaset üretilmesi mümkün değildi, zira marksizmle ara epey açılmıştı. Bu noktaya gelindiğinde ise zaten yapacak çok fazla şey yoktu.

Kitap yazıldığı yıllarda muhallefetin elinde Stalin'in komplarına karşı önemli bir argüman olmuş olabilir. Hatta bugün dahi, stalizme karşı bir argüman olarak kullanılabilir. Fakat bugünden kitabın yazıldığı döneme bakarsak, belli eleştiriler getirmek durumundayız. Sedov ve özellikle de Troçki'nin hatası sovyetlerin, hala bir işçi devleti olabileceği yanılsamasına sahip olmalarıydı. Bu nedenden dolayı, Stalin'in tasfiyesi üzerinden muhalefet etmekteydiler. “Sol Muhalefet”, Stalin'in kirli oyunlarının teşhir edilmesiyle sovyetlerde güç kazanacağını da hesaplamaktaydı. Kitabın da bu amaçla kaleme alınması normal olarak rasyonal görünmekte. Fakat kapitalizmin işçi sınıfı üzerinde iktisadi ve siyasi hüküm sürdüğü sovyerlerde, troçkist hareketin ya da Troçki'nin işçi sınıfı ve dünya devrimi açısından şansı neydi? Troçki'nin o günkü yaklaşımını ele alırsak, bir şansa sahip olabilmesi mümkün değildi. Belki de devrimin yenilgiye uğradığı ve karşı-devrimin zafer kazandığı görülseydi, sovyetlerdeki sorunun Stalin'le başlamadığını ve Stalin'in gitmesiyle bitmeyeceği anlaşılabilirdi.

Sedov bu kitabı yazarak sovyetlerdeki devlet kapitalizminin inşasının siyasi hesaplaşmalarını görme şansını bize sağlamış oldu. Kitap, aynı zamanda Stalin iktidarının harcını bolşeviklerin kanıyla kararken nasıl bir profesyonal katil olduğunu gözler önüne sermekte. Kapitalizm, Bolşevik partinin Ekim Devrimi kuşağından Stalin'in şahsında Moskova Duruşmalarıyla öcaldığını söyleyebiliriz. Bu trajedinin tanıklığını yapan Kızıl Kitap okunmayı hak ediyor.

Süleyman

Tags: 

Rubric: 

Kitap Değerlendirmesi

Kemalizme Karşı Komünizm (3)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

 

 

 

 

 

 

Komünist Enternasyonal ve Türkiye

1918'in Aralık ayının sonlarına doğru, Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) liderleri, işçi sınıfı için ölmüş olan İkinci Enternasyonal'e karşı yeni bir Enternasyonal kurulması için şartların olgunlaştığına karar verdiler. 24 Aralık 1918'de, Moskova'da radyodan bütün dünya komünistlerine, devrimci Üçüncü Enternasyonal etrafında birleşmeleri çağrısı yayınlandı. Çağrı Alman Devrimi'nin patlak vermiş olduğu yıllardı yapılmıştı ve Bolşeviklerin en önde gelen ismi Lenin, yeni Enternasyonal'in kongresinin Almanya'da, ya da en azından gizli olarak Hollanda'da yapılabileceğini umuyordu. Kısa süre içerisinde Almanya'da iç savaş koşulları oluşması ve Rusya'nın çembere alınmış olması bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. En nihayetinde, Üçüncü, veya Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi, 2 ile 6 Mart tarihleri arasında, 22 ülkeden 35 örgütün 51 temsilcisinin katılımıyla gerçekleşecekti. Bu 51 kişiden yalnızca dokuzu Müttefiklerin çemberini aşıp Rusya'ya ulaşabilmişlerdi – geri kalanları zaten Rusya'da yaşamakta olan yabancı militanlardı.1

Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'nde, ulusal sorun konusu ele alınmadı. Bu noktada, Enternasyonal'in kurucuları, devrimin bir sonraki adımının Almanya olacağı, bu noktadan sonra ise dünya devriminin pek de zorlanmadan zafere ulaşacağı kanısındaydılar. Öte yandan, uluslararası devrimci dalgayla birlikte ortaya çıkmış olan komünist hareket içerisinde, ulusal soruna dair bu dalgadan da öncesine, İkinci Enternasyonal'in devrimci sol kanadına dayanan bir tartışma vardı. Komünistleri eski Enternasyonal'den ayrışmaya iten, savaş ve savaşta burjuva devletlerin ve milliyetçiliğin desteklenmesine karşı çıkmak olmuştu. Fakat ulusal kurtuluş savaşlarında, işgal altındaki küçük bir ülkede, işgal eden devlete karşı direniş hareketlerine destek verilmeli miydi? Büyük devletlere karşı milliyetçi hareketler, doğaları burjuva olsa dahi devrimci proletaryanın müttefiki sayılabilirler miydi? Bu noktada bu soruların, özellikle ikinci sorunun cevabını büyük ölçüde sadece teorik düzeyde vermek mümkündü, zira pratikte bu soruya dair yeterli veri olduğu söylenemezdi. Bu yüzden ulusal soruna dair tartışma büyük ölçüde teorik bir tartışma olarak başlamıştı.

Bu tartışma, tamamen Birinci Dünya Savaşı ile birlikte büyük bir önem kazanan emperyalizm tartışması tarafından belirlenmese de, en azından onunla bağlantılıydı. Ezilen bir ulustan olan Rosa Lüksemburg'un emperyalizm teorisi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganını, dolayısıyla ulusal kurtuluş sloganını reddediyordu. Öte yandan radikal ve önemli bir Bolşevik militan olan Nikolai Bukharin'in özellikle emperyalizmin iktisadi tahliline dair ortaya koydukları Lenin'in bu konudaki görüşlerinin şekillenmesini ciddi bir biçimde etkileyecekti. Buna rağmen Bukharin de ulusların kendini kaderini tayin hakkı fikrini, dolayısıyla da ulusal hareketlerin desteklenmesini reddetmekteydi. 1915'te Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh ile birlikte kaleme aldığı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler ismindeki metinde ifade edilen bu fikirler, devrim sonrasında Rus Komünist Partisi içerisinde oluşun, ve ilk yıllarında Bukharin'in en önemli ismi olacağı sol komünist eğilim tarafından da savunulmaya devam edecekti:

Emperyalist dönem, ufak devletlerin büyük devletlerce emilmesi ve dünya haritasının  daha fazla devlet homojenliğine doğru sürekli tekrar çizilmesi dönemidir. Bu emilim  sürecinde, pek çok ulus muzaffer ulusların devlet sistemine eklemlenecektir.

Modern kapitalist dış siyaset, finans sermayesinin egemenliğiyle yakından bağlıdır ki finans sermayesi kendi varoluşunu tehdit etmeden emperyalizm politikasını terk edemez. Dolayısıyla kapitalist ilişkiler çerçevesinde kalırken dış politika alanında anti-emperyalist talepler ileri sürmek aşırı derecede ütopik olacaktır.

(...)

Dolayısıyla ulusların tahakkümüne karşı mücadele etmek, emperyalizme karşı mücadele etmeden mümkün değildir. Emperyalizme karşı mücadele finans sermayesine karşı mücadele demektir; finans sermayesine karşı mücadele ise genel olarak kapitalizme karşı mücadele demektir. Bu yoldan dönmek ve kapitalist toplumun sınırları içerisinde 'ulusların kurtuluşu' gibi 'kısmi' talepleri öne sürmek proleter güçleri sorunun gerçek çözümünden saptırır ve onları bahsi geçen ulusal grupların burjuvazisiyle birleştirir.

(...)

Büyük güç olan bir ulusun işçilerinin şövenizmine karşı 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganını tanıyarak mücadele etmek, bu şövenizme karşı ezilen 'anavatan'ın kendisini savunma hakkını tanıyarak mücadele etmek demektir.

(...)

Dolayısıyla buradan şu sonuç çıkar ki hiçbir durumda ezilen bir ulusun ayaklanmasını veya isyanını bastıran büyük bir gücün hükümetini desteklemeyiz. Aynı zamanda proleter güçleri 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında seferber etmeyiz. Görevimiz, iki ülkenin proleterlerini (birbirleriyle ortaklaşa olarak), 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında güçlerin seferber olmasına karşı sosyalizm için iç savaş, sınıf savaşı sloganı altında seferber etmektir.2

Buna karşı Bolşeviklerin lideri Lenin, emperyalizmin ekonomik tahlili konusunda, büyük ölçüde yukarıdaki görüşlerle uzlaşan Lenin, Bukharin ve arkadaşlarının çıkardıkları bu sonuçlara, 1916'da kaleme alacağı Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı isimli yazısında şöyle cevap verecekti:

Finans sermayesi, yayılma güdüsüyle, hür ülkelerin en özgür, en demokratik ve cumhuriyetçi hükümet ve seçilmiş görevlilerini, ne kadar 'bağımsız' olurlarsa olsunlar, 'özgürce' satın alacaktır. Finans sermayesinin bu egemenliği, sermayenin genel egemenliği gibi, siyasi demokrasi alanında hiçbir türk reformle ortadan kaldırılamaz ki kendi kaderini tayin tamamen ve sadece bu alana aittir. Öte yandan, finans sermayesinin egemenliği sınıfsal baskı ve sınıf mücadelesinin daha özgür, daha geniş ve daha özel biçimi olarak siyasi demokrasinin önemini zerre kadar ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla siyasi demokrasi taleplerinden birininin iktisadi olarak 'kazanılmasının münkün olmadığı' yönündeki bütün argümanlar, kendilerini kapitalizm ve siyasi demokrasi arasındaki genel ve ilişkilerin teorik olarak hatalı bir tanımına çekmiş olurlar.

(...)

Yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkının değil, siyasi demokrasinin bütün taleplerinin, emperyalizm altında ancak eksik ve kötürüm biçimde, nadir istisnalar olarak 'kazanılması mümkündür' (...) Bu, bütün bu talepleri, reformist değil devrimci bir biçimde; burjuva yasallığının çerçevesine sınırlı kalarak değil onu aşarak; parlamenter nutuklar ve sözlü kınamalarla sınırlı kalarak değil kitleleri gerçek eyleme çekerek, her tür temel, demokratik talebi proletaryanın burjuvaziyle doğrudan kavgasına, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek sosyalist devrime kadar ve onu kapsayacak şekilde formülleştirip ileri sürmek gerektiğini gösterir.

(...)

Ezen ulusların proletaryası, ilhaklara karşı ve ulusların genel hak eşitliği için şabloncu, bütün pasifistlerce tekrarlanan genel laflarla yetinemez. Proletarya, emperyalist burjuvazi için özellikle 'cansıkıcı' olan, devletin ulusal baskıya dayanan sınırları sorunlarını görmezden gelemez. Ezilen ulusların zorla mevcut devlet sınırları içinde tutulmasına karşı mücadeleden vazgeçemez; ve da bu tam olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmektir. Proletarya 'kendi' ulusu tarafından ezilen sömürgelerin ve ulusların politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır.

(...)

Öte yandan ezilen ulusların sosyalistleri, özel olarak ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında mutlak (ve ayrıca örgütsel) birlik sağlamak için mücadele etmek durumundadır. Böylesi bir birlik olmadan, burjuvazinin dolapları, ihanetleri ve hileleri karşısında bağımsız bir proleter siyaset sürdürmek ve başka ülkelerin proletaryasıyla sınıf dayanışmasına sahip olmak imkansız olacaktır; zira ezilen ulusların burjuvazisi her zaman ulusal kurtuluş sloganını bir işçileri yanıltma aracına dönüştürür; iç siyasetinde bu sloganları hakim ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır.3

Lenin'in ortaya attığı argümanların belki de en zayıf noktası, bir tarafta işçilerin vatanı yoktur sloganı varken, komünistlerin siyasetinin ezen ulustan mı ezilen ulustan mı geldiklerine göre ciddi bir farklılık göstermesi gerektiği düşüncesiydi. Bunun haricinde, emperyalizm koşulları altında devrimcilerin ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkilenişlerinin olanaklarına dair sınanması gereken de, işçi sınıfının ve sosyalist mücadelenin böylesi bir ilişkiden kazançlı çıkmasının mümkün olduğunu düşünen Lenin'in tezleriydi. 1917 Ekim devriminin hemen ardından Bolşevikler bu tezleri, eski Rus İmparatorluğu coğrafyası içerisinde uygulamaya başladılar. Rosa Lüksemburg, bu politikanın sonuçlarına 1918'de yazdığı Rus Devrimi ismindeki eserinde değinecekti:

Açık ki Lenin ve yoldaşları, Rus İmparatorluğu içerisindeki pek çok yabancı halkı  devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamanın, devrim ve sosyalizm  adına bu halklara kendi kaderlerinin tayin etmek için en aşırı ve en sınırsız özgürlüğü  vermekten daha kesin bir yöntemi olmadığını hesap etmişlerdi (...) Maalesef, hesap  tamamen yanlıştı.

Lenin ve yoldaşları, açıkça, 'ayrılma' noktasına kadar ulusal özgürlüğün savunucuları  olarak Ukrayna, Polonya, Litvanya, Baltık ülkeleri, Kafkaslar ve benzerini Rus  Devrimi'nin bir sürü sadık müttefikine dönüştüreceklerini beklerlerken, tam aksi bir  manzaraya tanık olduk. Arka arkada bu 'uluslar', yeni kazandıkları özgürlüğü Rus  Devrimi'ne karşı can düşmanı Alman emperyalizmiyle müttefik olmak ve Alman  koruması altında karşı-devrim bayrağını Rusya'nın kendisine taşımak için kullandılar.  Brest'te Ukrayna'yla ilgili oynanan ve görüşmelerde olayların akışında belirleci bir  dönüşüme neden olup o noktaya kadar Bolşeviklerin iyi gittiği bütün içsel ve dışsal  durumu çökerten küçük oyun bu durumun mükemmel bir örneğidir. Finlandiya'nın,  Polonya'nın, Litvanya'nın, Baltık ülkelerinin, Kafkas halklarının davranışları, en ikna  edici biçimde istisnevi bir durumla değil, sıradan bir olguyla karşı karşıya  olduğumuzu göstermektedir.

Şüphesiz, bütün bu vakalarda, gerici politikalara bulaşan 'halk' değil, yalnızca kendi  proleter kitlelerine en keskin düşmanlıkla 'ulusların kendi kaderini tayin hakkını' kendi  karşı-devrimci sınıf politikalarının bir aracına dönüştüren burjuva ve küçük burjuva  sınıflardı. Öte yandan – ve burada sorunun kalbine geliyoruz – bu milliyetçi sloganın  ütopik, küçük burjuva niteliği tam da burada yatmaktadır: sınıflı toplumun yavan  gerçekliklerinin arasında ve sınıfsal çelişkiler sonuna kadar keskinleşmişken, bu  slogan basitçe burjuva sınıf iktidarının bir aracına dönüşür. Bolşevikler, hem  kendilerinin hem de devrimin büyük yaralar alması pahasına, kapitalizmin hükmü  altında halkların kendi-kaderini tayini diye bir durumun söz konusu olamayacağını,  sınıflı toplumlarda ulusun her sınıfının farklı bir biçimde 'kendi kaderini tayin ettiğini'  ve burjuva sınıflar için, ulusal özgürlüğün dayanağının tamamen sınıf hükmününkine  tabi olduğunu öğreneceklerdi.4

Rus Devrimi'nin yazılmasının ardından da Rosa Lüksemburg'un verdiği örneklere yenileri eklenmeye devam edecekti. Esasında, daha 1918'de Ekim Devrimi'nin deneyimleri ve pratikleri Lenin'in bu konudaki görüşlerini çökertmeye yeterliydi. Lenin'in bu konudaki tezleri tekrar tekrar pratikte sınanmış ve her defasında başarısız olmuştu. Öte yandan, Lenin'in farklı görüş ve tutumlarının da Ekim Devrimi'nin kendisinin gerçekleşmesinde çok büyük katkıları olmuştu. Komünist hareket içerisinde olup Lenin'i eleştirebilmek, Lenin'in kendisinden dolayı değil ama Lenin'e duyulan devasa saygı ve daha şimdiden huşuya yaklaşmaya başlamış olan hayranlık nedeniyle kolay değildi. Böylesi eleştirileri hareketin geri kalanına kabul ettirebilmek ise giderek zorlaşmaktaydı. Hareket içerisinde Lenin'in etkisine denk bir etkiye sahip olabilecek niteliklere sahip Rosa Lüksemburg'un Ocak 1919'da karşı-devrimciler tarafından katledilmesi, yalnızca Alman proletaryasının değil bütün komünist hareketin ağır bir kaybı olacaktı.

Ulusal soruna dair tartışma, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'de gerçekleşen İkinci Kongresi'nde, özellikle sömürgeler sorunu üzerine yeniden ortaya çıkacaktı. Alman Devrimi'nin başarısız olmasının getirdiği çaresizlik, Bolşevikleri çaresizliğe itmişti, ve bu çaresizlik altında sömürgelerde Batı güçlerine karşı bir kalkışmanın devrime faydalı olabileceği fikri oluşmaya başlamıştı. Bu fikirler, Lenin'in ulusal soruna dair eski düşünceleriyle de uluşmaktaydı. Bu noktada, Lenin, bu tartışma için kaleme aldığı Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler isimli metinde şunları söyleyecekti:

Daha geri devletler ve uluslara dair (...) şunları akılda tutmak özellikle önemlidir:

İlkin, bütün Komünist partiler, bu ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerine destek vermelidirler, ve en faal desteği sağlamak görevi temelde geri ülkenin sömürge olarak veya finansal olarak bağımlı olduğu ülkenin işçilerine düşmektedir.

İkinci olarak, geri ülkelerde ruhbana ve diğer etkin ve ortaçağdan kalma unsurlara karşı mücadele etmek gereklidir.

(...)

Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerini komünist renklere boyamaya çabalarına karşı kararlılıkla mücadele etmek gereklidir; Komünist Enternasyonal sömürgelerde ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik ulusal hareketleri ancak bu ülkelerde geleceğin proleter partilerinin, sözde değil gerçekten komünist olacak unsurlarının bir araya gelmesi ve özel görevlerini, yani kendi ülkelerindeki burjuva-demokratik hareketlere karşı mücadele görevlerini anlayacak şekilde eğitilmeleri koşuluyla destekleyecektir. Komünist Enternasyonal Sömürge ülkelerde ve geri ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifak yapmak durumundadır, fakat onunla birleşmemelidir, ve her durumda, cenin halinde olsa dahi proleter hareketin bağımsızlığını müdafa etmelidir.5

Lenin'in burada ifade ettiği düşüncelerin eski görüşlerinden ayrıldığı bir nokta vardı. Lenin, daha önce ezilen ve ezen uluslardan komünistlerin bu konudaki tutumlarının farklı olması gerektiğini ifade etmişti. Tezlerde ifade ettiği görüşler, her ne kadar eski düşüncelerinin izlerini taşıyor olsa da, şimdi ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek Komünist Enternasyonal'in bütün partilerinin alması gereken bir tutum olmuştu. Nihayetinde, eğer Enternasyonal'in bu hareketlerin egemenlik alanındaki örgütleri de bu hareketleri desteklemezse, verilecek böylesi bir destekten medet umulamazdı. Dahası ruhbana ve benzeri kesimlere karşı mücadele edilmesi gerektiği fikri, böylesi ülkelerdeki komünistlerin çizgisini burjuvaziyle karşı sınıf mücadelesinden uzaklaştırıyor, demokratik burjuvazinin, geçici olarak tanımlansa da, bir müttefiki konumuna sokuyordu. Bolşevikler tarafından kendilerine özgürlük verilen ulusal burjuvaziler, bu cömert hediyeye karşılıklarını kendilerini karşı-devrimin kollarına atarak ödemişlerdi. Lenin, ulusal hareketlere koşulsuz destek sunmuyordu fakat Komünist Enternasyonal'in destekleyeceği burjuva demokratik ulusal hareketlerin böylesi bir tutuma nasıl karşılık verecekleri de sınanacaktı. Lenin ve arkadaşları böylesi hareketlerle geçici hareketlerle geçici bir ittifak yapmak istiyorlardı, fakat böylesi hareketler kendi sınırları içerisinde komünist örgütlenmelere ve proleter hareketin bağımsız olmasına tahammül edecekler miydi?

Komünist Entnernasyonal'in İkinci Kongresi, Enternasyonal'in pratik tutum alışlarına dair pek çok kararın alınacağı bir kongreydi. Öte yandan tarih, alınan kararlardan ziyade bu kararlara muhalefet edenleri haklı çıkartacaktı. Parlamenterizm konusunda, seçimlere girme yönelimine karşı çıkanların başını İtalyan sol komünist Amadeo Bordiga ve İngiliz sol komünist Sylvia Pankhurst çekecekti. Amerikalı radikal komünist John Reed ve İrlandalı devrimci Jim Larkin, gerici sendikalar içerisinde çalışma yapıp bu sendikaları fethetme tutumuna karşı çıkacaklardı. Ulusal sorun konusunda ise, Lenin'in görüşlerine muhalefet edenler, geri ülkeler ve sömürgelerden gelenler olacaktı. Bu konuda, Lenin'in görüşlerini eleştirenlerin ilki, M.N. Roy isminde bir Hintliydi. M.N. Roy, radikal milliyetçilikten geliyordu ve her ne kadar kendisini bir marksist ve bir komünist olarak ifade ediyor olsa da, milliyetçiliğin etkisinden kopamamıştı. M.N. Roy, özü itibarıyla desteklenecek hareketlere burjuva demokratik ulusal hareketler denilmemesini, bunun yerini milli devrimci hareketler denilmesi gerektiğini savunmuştu. Bunun temellendirmesini, bu hareketleri burjuvazinin eline bırakılmaması fikri üzerinden yapıyordu. Roy Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler'inde şöyle demekteydi:

Yabancıların egemenliği toplumsal yaşamın özgürce gelişmesini engellemektedir; dolayısıyla devrimin ilk adımı yabancı egemenliğini ortadan kaldırmaktır.

(...)

Sömürgelerde yabancı egemenliğini devirme mücadelesi, ulusal burjuvazinin ulusal hedeflerini korumak değil, sömürgelerdeki proletaryanın kurtuluşunun yolunu açmaktır. İlk dönemde, sömürgelerdeki devrim komünist olmayacaktır; fakat eğer başından itibaren komünist öncü böylesi bir hareketin başında olursa, onun altında devrimci kitleler doğru yola girerler ve devrimci deneyimin kademeli birikimi sonucu gizli bir hedefe ulaşırlar. Tarım sorununu baştan salt komünist ilkelere göre çözmeye çalışmak bir hata olur. Gelişiminin ilk aşamasında sömürgelerdeki devrim toprağın dağıtılması gibi tamamen küçük burjuva taleplere dayalı bir programla gerçekleştirilmelidir.

(...)

Şüphesiz, bu kitlelerin gerçekleştireceği devrim ilk aşamada komünist bir devrim olmayacaktır, doğal olarak devrimci milliyetçilik ilk aşamada bir rol oynayacaktır. Fakat her halükarda, devrimci milliyetçilik de Avrupa emperyalizminin çöküşüne yol açacaktır.6

Lenin, Roy'a büyük bir ilgi ve sıcaklık gösterecek, onun ancak sağdan olarak tarif edilebilecek olan eleştirilerine büyük bir önem atfedecekti ve Roy'un tavrı nedeniyle alınan kararlarda burjuva demokratik hareketler yerine ulusal devrimci hareketler ifadesi kullanılacaktı. Öte yandan, uzun yıllardır Bolşevik Partisi militanı olmuş ve İran işçi sınıfı içerisinde çalışma yürütmüş İranlı komünist Avetis Sultanzade'nin yapacağı tamamen yerine uyarılara kongrede cevap bile verilmeyecekti:

Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı salt komünist bir hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir.7

Aynı şekilde, Batı emperyalizmine karşı cihat çağrısı yapan Bakü Doğu Halklar Kongresi'nde, Sultanzade ve Mikhail Pavlovich'in Lenin'in ricası üzerine birlikte yazdıkları, ve büyük ihtimalle dönemin Milliyetler Komiseri olan Stalin ve onun İranlı yandaşları ile arası açık olduğu için Sultanzade'nin değil Pavlovich'in sunduğu8 raporda yapılan ve ne denli öngörülü oldukları çok geçmeden anlaşılacak değerlendirmeler de adeta duyulmayacaktı:

Kapitalist düzenin çerçevesi içinde, emekçi kitlelerin çıkarlarını ifade etmeyip burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden tüm yeni kurulmuş devletler, yeni bir baskı ve zor aracı, savaş ve şiddetin yeni unsurlarıdır.

Eğer İran, Hindistan ve Türkiye'deki mücadele yalnızca bu ülkelerin kapitalistlerinin ve toprak sahiplerinin, milli meclisleri ve senatolarıyla iktidara gelmesine yol açarsa, halk kitleleri hiçbir şey kazanmamış olurlar.

Bütün yeni kurulmuş devletler, olayların gidişatının kendisi ve kapitalist ekonominin kanunlarının demir mantığı tarafından militarizm ve emperyalist siyasetin korkunç döngüsüne hızla çekileceklerdir, ve onbeş yirmi yıl içerisinde, kara, sarı ve beyaz kıtalardan on değil yüz milyonlarca askerin katılacağı, getireceği vahşet 1914-1918 savaşını önemsiz kılacak yeni bir dünya savaşına tanık oluruz – Fransız, Alman, İngiliz, Hintli, Çinli, İranlı ve Türk bankacı ve fabrikatörlerinin çıkarına yeni bir savaş.

Eğer iktidar zenginlerin, spekülatörlerin ve toprak sahiplerinin elinde kalırsa yeniden doğmuş, güçlü bir Türkiye'nin kurulmasının sonucu ne olur? Yakın geçmişin sunduğu örnekler – Enver Paşa'nın savaş yanlısı politikası ve Gürcistan ve Ermenistan gibi özgürlüğüne yeni kavuşmuş bağımsız burjuva devletlerin davranışları – söylediklerimin yeterli suretleridir.

Enver Paşa'nın Türkiye'si, tüm Batı halklarının Doğu'ya karşı savaşta birlik olması gerektiği çağrısı yapan Wilhelm'in Almanya'sıyla ittifak yapmıştır. Brest konferansında Türk temsilcilerin tavrı mide bulandırıcıydı. Öte yandan Türk milliyetçileri korkunç Brest barışının koşullarından tatmin olmadılar.

Türkiye Ardahan, Kars ve Batum'u aldı. Dahası Türk güçleri daha da ilerleyerek Akhaltsykh ve Alexandropol'ü aldılar. Gürcistan'ı ancak Almanya'nın müdahalesi kurtardı. Sonra Türkler kendilerini Azerbaycan'a attılar ve Bakü'yü aldılar. Türklerin Bakü'deki iki aylık iktidarı, Kafkas proletaryasının kalesi olan bu şehrin uzun acılarla dolu tarihinin en kara sayfası oldu.

(...)

Kitleler, hem yerli hem yabancı efendilerine karşı ayaklanmalıdırlar. Eğer milli devrimci hareket, yerel burjuvazinin Hint, Pers vs. parlamentolarıyla hükmettiği yeni, güçlü Doğu devletlerinin kurulmasına yol açarsa, o zaman onbeş yirmi yıl içerisinde 1914-1918 savaşının bütün dehşetini solda sınıf bırakacak korkunç bir savaş daha yaşarız.9

Parlamenterizm ve sendikalar meselelerindeki muhalefetler gibi, ulusal sorunda Komünist Enternasyonal çizgisine karşı yapılacak muhalefet de etkili olmayacaktı. Dahası, Enternasyonal'de bu tartışmalar süredursun, Sovyet Rusya'nın dış işleri ve diplomasisi partide çoktan kabul edilmiş bu esaslara dayanarak işe koyulmuştu. Sovyet Rusya, Anadolu'da patlak verecek bir ulusal hareketi desteklemeye kararlıydı. Peki dağınık Türk milliyetçisi hareketin başına geçen Mustafa Kemal, Sovyet Rusya ve Komünist Enternasyonal'e dair ne düşünüyordu? Daha 1919'un Haziran ayında, Rusya'dan Anadolu'ya gelmiş olan General Semyon Mikhailovich Budyonny Mustafa Kemal ile görüşmüştü, ve aralarında geçen şöyle bir konuşma geçecekti:

"-Acaba Paşa Hazretleri, Anadolu’da kurulacak rejim için nasıl bir rejim düşünüyorsunuz?

-Tabii Sovyetler’in Şuralar Hükümeti’ne benzer bir hükümet tarzı!

-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim?

-Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz.  10

1919'un Eylül ayında, Enver Paşa'nın amcası olan ve daha İstanbul'dayken Mustafa Kemal ile birlikte çalışmaya başlayan Halil Paşa, para ve silah yardımı almak için Moskova'ya gönderildi. Kendisi gibi İttihatçılardan oluşan heyetiyle birlikte, Rusya'da bir yandan da Ermenilerin Bolşevizmin önünde en büyük engel olduğunu iddia ederek siyasi faaliyetlere de girişecek olan Halil Paşa, 1920 ortalarında, 100,000 lira değerinde altın ve bir miktar silah ve cephaneyle birlikte Anadolu'ya dönmeyi başaracaktı.11 Öte yandan görünen o ki, bu yeteri kadar hızlı olmayacaktı. 26 Nisan 1920'de, TBMM'nin kuruluşundan üç gün sonra Mustafa Kemal, Lenin'e şu mektubu yazacaktı:

Emperyalist hükümetlere karşı harekatı ve bunların egemenliği ve sömürüsü altında ezilen insanların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslarla çalışma ve hareket birliğini kabul ediyoruz.

Bolşevik güçleri Gürcistan üzerine askeri harekat yapar ya da izleyeceği politika ve göstereceği etki ve nüfuz ile Gürcistan’ın da Bolşevik birliğine girmesini ve içlerindeki İngiliz güçlerini çıkarmak için bunlara karşı harekâta başlamasını sağlarsa, Türkiye Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine bir askeri harekatı yönetmeyi ve Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik devletleri grubuna sokmayı yükümlenir.

Önce milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist güçleri kovmak veilerde emperyalizme karşı meydana gelecek ortak mücadelelerimiz için iç güçlerimizi kurmak üzere şimdilik, ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak sayıda cephane ve diğer savaş makine ve araçlar ve sağlık araçlarının ve yalnız doğuda harekat yapacak güçler için yiyeceklerin Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce sağlanması rica olunur.12

Bu mektubun ardından resmi olarak başlayan ilişkiler kapsamında, Sovyet Rusya Mustafa Kemal ve başını çektiği milliyetçileri, 1920'de 3,065,000 altın ruble ve 100,000 Osmanlı altını, 1921'de 9,400,000 altın ruble ve 1922'de 4,600,000 altın ruble olmak üzere, toplam 10,791,412 lira değerinde para yardımı yapacaktı.13 Ayrıca Rusya, Kemalistlere toplam 37,812 tüfek, 324 ağır ve hafif makinalı ve 44,587 sandık mermi gönderecekti.14

Mustafa Kemal'in mektupları, emperyalizme karşı sloganları, kurmaylarının Ruslar gibi komiser ismini kullanması hep Lenin ve arkadaşlarının hoşuna giden jestlerdi. Öte yandan, burjuva diplomasisinde çok sık gerçekleştiği üzere, Mustafa Kemal'in Bolşevizme dair gerçek düşünceleri ve niyetleri, Ruslara söyledikleri değildi. 22 Eylül 1919'da Sivas'ta bulunan Amerikalı General James G. Harbord ile görüşmesinde, Mustafa Kemal şu sözleri sarf edecekti söyleyecekti:

Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal bünyemiz gözönüne alınırsa bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye'de ne kapitalist ne de milyonlarca işçi vardır. Bir toprak problemi de önümüze dikilmiş değildir. Toplumsal bakış açısından, dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Gerekli olursa hatta Türk milleti ona karşı savaşmaya hazırdır.15

Mustafa Kemal, daha 1919'da sarf ettiği bu sözlerle, kuracağı devletin ideolojisinin 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' kısmının nereden geldiğini de göstermekteydi. Lenin ve yoldaşlarının ulusal sorun konusundaki tutumları, onların diplomatik ilişkiler tarihinde pek karşımıza çıkmadığı şekliyle, Mustafa Kemal'in lafazanlığına adeta tav olmalarına neden olmuştu. Oysa Mustafa Kemal, kendisi ve arkadaşları için Sovyet Rusya ile ilişkinin ne anlama geldiğini sonrasında gayet net bir şekilde ortaya koyacaktı:

O zaman bir sırat köprüsü geçmek zorundaydık. Meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar... dayı dedik vesselam! 16

Gerdûn

2Bukharin, Nikolai, Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler”. 1915. https://thecommune.co.uk/ideas/what-is-capitalism/imperialism/theses-on-...

3Lenin, Vladimir. “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. 1916. https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/jan/x01.htm

5Lenin, Vladimir. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler”. 1920. https://marxists.anu.edu.au/archive/lenin/works/1920/jun/05.htm

6Roy, M.N. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch...

7Sultanzade, Avetis. “Komintern İkinci Kongre Konuşması”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch...

8Chaqueri, Cosroe. “Sultanzade: The Forgotten Revolutionary Theoreticianof Iran: A Biographical Sketch ”. Iranian Studies, Cilt XVII, No. 2-3, Bahar-Yaz 1984 . s. 216-7

9Pavlovich, Mikhail. “Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Raporu”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/baku/ch05.htm

10Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 34

11Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 43-5

12Çolak, Bilgihan. “Atatürk Dönemi Türk-Rus İlişkileri”. Trakya Üniversitesi, Edirne, 2007. s. 46

13Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 107

14Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 101

15Tevetoğlu, Fethi. “Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler”. Ankara. 1967. s. 304

16Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 34

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Kemalizme Karşı Komünizm (4)

Kafkaslar ve Orta Asya'da Bolşeviklerle İttihatçılar Arasında Savaş Esirleri

Savaş kaybeden tüm ülkelerde olduğu üzere, Birinci Dünya Savaşı sırasında çok ciddi miktarda Osmanlı İmparatorluğu askeri ve subayı esir düşmüşlerdi. Bu rakam, Osmanlı'nın savaşmakta olduğu ülkelerin tamamına esir düşen toplam kişi sayısı olarak 145,000 kişiyi bulmaktaydı.1 Bu rakamın yaklaşık 21,400'ü er, 1180'i subay, 250'si de sivil olmak üzere, 22,830'ü Çarlık Rusya'sına esir düşmüşlerdi. Erlerin yaklaşık 18,00'i, subayların ise 400'ü nihayetinde ülkelerine döneceklerdi.2 Savaşın ardından Rusya'daki devrime tanıklık edecek bu kişilerin, bahsi geçen 145,000 kişinin geri kalanına nazaran en ilginç esaret deneyimini yaşadıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu esirlerin koşullarına dair değinilmeye değer olan bir diğer önemli nokta, esir düşleri bölgede Azeriler, Tatarlar, Başkırlar gibi aynı dili konuştukları pek çok kesim olmasıydı. Ayrıca, savaş sonrası dönemde, Kafkaslar ve Orta Asya pek çok İttihatçı için de bir sığınak haline gelecekti. Tüm bu unsurlar, devrimin ardından Kafkaslar ve Orta Asya'yı, Türkiye'deki gelişmeleri de etkileyecek bir bölge yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Rusya sınırları içerisinde pek çok milletten hatrı sayılır miktarda savaş esiri bulunmaktaydı. Bolşevikler, bu savaş esirleri arasında siyasi çalışma yapmanın, uluslararası harekete faydalı olacağını düşünerek hem savaş yıllarında, hem de savaş sonrası dönemde böylesi bir pratik içerisine girmişlerdi. Bu doğrultuda, esirler arasında destekçi kazanmaya çalışıyorlardı. Osmanlı kökenli savaş esirleri de, bu çabaların hedeflerinden biriydi. Bu kesim içerisinden öne çıkan isim ise Mustafa Suphi isminde İttihatçılara muhalif eski bir Türk milliyetçisi olacaktı. 1882'de doğan Mustafa Suphi, iyi eğitim görmüş, önce İstanbul'da hukuk sonra da Fransa'da siyaset okumuştu. İstanbul'a döndükten sonra, İttihat ve Terakki rejimine muhalif İfham isimli bir gazete çıkartmıştı. Mustafa Suphi'nin siyasete ilgisi, Rusya'ya gitmesinin öncesine dayanmaktaydı. İfham gazetesini çıkarttığı dönemde Suphi, milliyetçiliğiyle öne çıkan ama İttihatçıları sertçe eleştiren Milli Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer almıştı. Mustafa Suphi, Rusya'daki savaş esirlerinin büyük çoğunun aksine, asker değildi. Muhalif siyasi görüşleri nedeniyle Mustafa Suphi 1913 senesinde İstanbul'dan sürgün edilen çok sayıda siyasetçi ve aydından biri olacaktı. Suphi ve arkadaşları, 24 Mayıs 1914'te, sürgünde oldukları Sinop'tan Rusya'ya kaçtılar. Fakat Birinci Dünya Savaşı başladıktan ve Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdikten sonra, bir düşman ülke vatandaşı olarak Mustafa Suphi yakalanılacak ve önce Kaluga'ya, 9 Eylül 1915'te de Uralsk'a sürülecekti ve sosyalizmi bu tarihten sonra benimseyecekti.3 Çarlık rejimi savaş esirleriyle siyasi mahkumları aynı kamplara göndermekteydi ve Mustafa Suphi'nin Bolşeviklerle tanışması Uralsk'ta, Bolşeviklerle daha önceden ilişki içerisinde olan Maksut Ekşi isminde bir Türk vesilesiyle olacaktı.4

Mustafa Suphi, 1918'in başlarında Moskova'ya geldi, ve Milliyetler Komiserliği'nin Rusya'daki Müslümanlarla ilişkili birimi olan Merkezi Müslüman İşleri Komiserliği'ne gitti. Mustafa Suphi burada Müslüman Komiserliği içinde bir Türk Şubesi kurulmasını isteyecekti.5 Müslüman İşleri Komiserliği, veya kısa ismiyle Muskom Ocak 1918'de kurulmuştu. Muskom'un kökenleri, Temmuz 1917'de Kazan'da kurulan Müslüman Sosyalist Komitesi'ndeydi. Genel çizgisi itibarıyla Bolşeviklere sempati duyan fakat farklı yapılardan üyelerin oluşturduğu bu örgütün kurucuları, Mollanur Vahidov ve Mirsaid Sultangaliyev isimli iki Tatardı. Mollanur Vahidov uzun süredir hareket içerisindeydi, fakat Bolşevik partisinin üyesi değildi. Sultangaliyev ise Kasım 1917'de Bolşeviklere katılacaktı. Muskom kurulduktan sonra, Mollanur Vahidov, Muskom'un başkanı, Sultangaliyev ise Muskom içerisindeki resmi parti temsilcisi oldu.6 Vahidov'un 1918 ortalarından Kazan'ı ele geçiren karşı devrimcilerce öldürülmesinin ardından ise, Sultangaliyev Muskom'un, Aralık 1918'de ise ayrıca Nisan'da kurulmuş Merkezi Müslüman Askeri Komitesi'nin başına geçecekti.7

Müslüman Komiserliği, Mustafa Suphi'nin isteğini geri çevirmedi. Mustafa Suphi, 27 Nisan 1918'de, Yeni Dünya isimli bir gazete çıkartmaya başlayacaktı. Gazetenin üçüncü sayısında, bunun sosyalist bir gazete olduğu, ve Müslüman Sosyalist Komitesi'nin himayesi altında çıktığı ifade edilecekti.8 Mustafa Suphi ayrıca, kendisinden on yaş küçük olan, 1892 doğumlu Mirsaid Sultangaliyev'in sekreterliğini yapmaya başlayacaktı.9 Daha bu tarihte, Orta Asya ülkelerindeki komünist örgütlenmelerde sol ve sağ kanatlar arasında bir ayrışma gerçekleşmemişti, öte yandan gelecekte bu partilerin sağ kanadının başını çekecek olan Sultangaliyev'in görüşleri, daha 1918'de net bir biçimde şekillenmişti:

 “Müslüman halklar, proleter halklardır... Müslüman ülkelerdeki milli hareketler,  sosyalist devrimin niteliklerine sahiptirler.10

Mustafa Suphi, her ne kadar Sultangaliyev'in aksine hiçbir zaman milliyetçi bir sağ muhalefet örgütlemeye girişmese ve genel olarak Rusya Komünist Partisi'nin çizgisine uyumlu hareket etse de, Sultangaliyev'in 'milli komünist' diye anılan görüşlerinin izlerini de taşımaktaydı.11 Temmuz 1918'de Mustafa Suphi, 202'si Türk olmak üzere, farklı ülkelerden 400'e yakın savaş esirinin katılımıyla Birinci Türk Sol Sosyalistleri Kongresi'ni düzenledi.12 Bu kongrede Mustafa Suhpi, şöyle konuşacaktı:

Biz bugün, insaniyetin şu kan ve ateşle kaynayan kesiminden yana tutum almakla,  Türklerin uygarlıklar topluluğu içinde, toplumsal hak hayatlarından bir ilim, bir  işaret yükseltmiş oluyoruz. Biz bugün Rusya Devrimi'nin önemli bir etkeni olan  Müslüman kuvvetlerin Moskova'daki merkezinde toplanmakla, İslam aleminin  Enternasyonal durumuna dair yaklaşımını da açıkça meydana koymuş oluyoruz. Bizim  bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Tatarlar yürümeye başlamışlardı. Yarın da  Araplar, İranlılar o kurtuluş yolunu tutacak ve bütün İslamiyet alemi böylece hakiki  kardeşlik, hakiki birlik, hakiki özgürlük yoluna girmiş olacaktır.13

Bu konferansın sonucu olarak Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgüt doğacaktı. Bundan sonraki süreçte ise, Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türk savaş esirlerini örgütleyerek Rusya'da süregelmekte olan iç savaşta Kızıl Ordu'ya destek olmaya çalışacaklardı. Bu doğrultuda Temmuz Konferansının ardından Tatar-Başkır Tugayının Üçüncü Bölüğü olarak Türk Kızıl Bölüğü, Ocak 1919'da ise Kırım'da Beynelmilel Şark Alayı kurulacaktı.14 Mart 1919'da ise, Mustafa Suphi, Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi'ne katılacaktı. Bu kongrede yaptığı konuşmada Mustafa Suphi bu çalışmalara dair şunları ifade edecekti:

Avrupa sermayesine karşı Doğu halklarının ayaklanması, Rus devrimi için olduğu  kadar bugün bütün ülkeler proletaryalarına varlığıyla güç veren genç Alman devrimi  için de gereklidir. Bugün Alman devrimi İngiliz-Amerikan baskısının sürekli tehdidi  altında bulunuyor ve bizden, Doğu'dan yardım istiyor.

Bu nedenle III. Enternasyonal'in bundan sonraki görevi Doğu halkları arasında  devrim ocakları kurmak olmalıdır.

Güçlü genç Rus Kızıl Ordusu saflarında savaşçı-devrimci Türk örgütünün hücreleri  kurulmakta ve güçlenmektedir. Bugün Rusya'nın birçok cephelerinde Sovyet  iktidarının savunusu için savaşan binlerce Türk Kızıl Muhafız faaş görev almıştır.15

Türkiye Komünist Teşkilatı, ilerleyen süreçte başta Volga-Ural bölgesinde, ayrıca Kırım'da ve Türkistan'da faaliyet gösterecek, Azerbaycan'ın Bakü Komünü'nün bastırılmasının ardından tekrar Sovyetler'in eline geçmesinin ardından bu faaliyet Bakü'de de yürütülmeye başlanacaktı. 1920 ortalarına gelindiğinde, Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Volga-Ural bölgesindeki, başta Moskova, Kazan, Saratov ve Samara gibi şehirlerde olmak üzere 500, sadece Bakü'de ise 200 üyesi bulunmaktaydı.16 Türkiye Komünist Teşkilatı'nın başını çeken isimleri arasında, Mustafa Suphi ve Maksut Ekşi'nin yanısıra, Suphi'nin Komünist Enternasyonal Kuruluş Kongresi'ne birlikte katıldığı İsmail Hakkı Kayserili17 vardı. Bunlar haricinde, bu çevreyle ilişkiye girenler içinde, gelecekte hareket içerisinde oynayacakları rolden dolayı dört kişiden bahsetmek yerinde olacaktır: Şerif Manatov, Hüseyin Hüsnü, Süleyman Nuri ve Ahmet Cevat Emre.

Daha önce 1919'da, Komünist Enternasyonal'in ilk resmi temsilcilerinden biri olarak İstanbul'a gittiğinden bahsettiğimiz Şerif Manatov, 1887'de Başkırdistan'da doğmuştu. Babası bir mollaydı, ve eğitimine bir medresede başlayacaktı. Manatov, 1911'de Petrograd'da üniversite okumaya başlamıştı, fakat okumayı yarım bıraktı, bir dönem gazetecilik yaptıktan sonra 1914'te İstanbul'a giderek İstanbul Üniversitesi'ne kayıt yaptırdı. Osmanlı'nın da savaşa girmesinin ardından, burada da çok durmayan Manatov Ocak 1915'te bir çikulata fabrikasında , sonrasında da çiftliklerde işçilik yapacağı İsviçre'ye gitti ve burada Lenin ile tanıştı. Ocak 1917'de Martov'un başını çektiği Enternasyonalist Menşevikler grubuna katılmıştı. Şubat Devrimi'nin ardından Başkırdistan'a dönen Manatov, burada Başkır ulusal hareketi içerisinde faaliyet göstermeye başladı. Manatov, Başkır Bölge Şurası'nın başkanı seçildi. Ekim Devrimi'nin ardından, Aralık'ta 3. Başkır Kongresi gerçekleşti.18 Manatov, burada Beyazları desteklemekten yana olanlara ve tarafsız kalma yanlısı Başkır milliyetçisi Zeki Velidov'a karşı, sol kanadı oluşturarak Sovyetlerle işbirliği yapmaya savundu. Aralık ayınım sonlarına doğru kurulacak Özerk Başkırdistan hükümetinin yeni başkanı da Zeki Velidov olacaktı.19 Şerif Manatov, Ocak 1918'de Petrograd'a giderek Lenin'le görüştü, bu görüşmenin ardından Müslüman Komiserliği'nin kurulması kararı alındı ve Manatov başkan yardımcılarından biri olarak Muskom'da çalışmaya başladı. Şubat 1918'de, Zeki Velidov'un başını çektiği hükümet Orenburg'a dönen Manatov'u tutukladı fakat Manatov Bolşeviklerin müdahalesiyle serbest bırakıldı. Mustafa Suphi, Muskom'a ilk geldiğinde karşılaşacağı görevli Manatov olacaktı.  Mayıs 1918'de, Manatov Rusya Komünist Partisi'ne katıldı.20

Orenburg'a Bolşeviklerin girmesiyle, bu sefer Zeki Velidov tutuklanacak fakat Nisan ayında karşı-devrimcilerin şehre saldırısı sonucu serbest bırakılacaktı. Sonrasında Velidov, ve komutasındaki Başkır milliyetçileri, 1919'un başına kadar Beyazlarla birlikte, Sovyetlere karşı savaşacaktı. Fakat 1919'un başında Velidov Bolşeviklerle anlaşarak taraf değiştirecekti.21 İşte bu da Şerif Manatov'u hem Başkırdistan'da, hem de Muskom'da istenmeyen adam yapacaktı – yeni Başkır Cumuhbaşkanı Velidov böylesine keskin bir komünisti yanında veya yakınında istemiyordu.22 Hüseyin Hüsnü ise, 1918'de Mustafa Suphi'nin teşkilatına katılmış ve Kiev ile Odessa'da Müslümanlar arasında çalışma yapmış bir savaş esiriydi. Zeki Velidov'la problem yaratmaması için ortalıkta gözükmemesi için, 1919'da Komünist Enternasyonal temsilcisi olarak İstanbul'a gönderilen Şerif Manatov'un yanı sıra Mustafa Suphi tarafından Hüseyin Hüsnü de İstanbul'a gönderilmişti. Burada, resmi bir temsilci olan Manatov'un aksine, Hüseyin Hüsnü bizzat Sosyal Demokrat Fırkası'nda Ziynetullah Nevşirvanov'la birlikte faaliyet göstermeye başlayacaktı. Şerif Manatov'un Anadolu'ya geçmesinin, Nevşirvanov'un da yeni yoldaşını takip etmesinin ardından, Hüseyin Hüsnü de bir dizi macera yaşayarak  Anadolu'ya geçecek, hem komünist faaliyetlerde yer alacak, hem de Sovyet temsilcisi Jan Upmal-Angarskiy'nin yardımcısı olacaktı.23

Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgütlenmesi içerisinde muhalefet yapan unsurlar da vardı. Genel olarak, Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk komünistleri arasında muhalif unsurların başında gelecek olan isim, Süleyman Nuri olacaktı. Süleyman Nuri, 1895'te, bir demircinin oğlu olarak İstanbul'da doğmuştu. 1915'te Çanakkale cephesine gönderilmiş, 1917'de Osmanlı ordusundan kendi ifadesiyle harp macerasından sıyrılmak arzusuyla firar ederek Ruslara sığınmış ve savaş esiri olmuştu. Süleyman Nuri, 1918'de patlak veren Bakü Komünü'ne kadar, şehrin yakınlarındaki esir kamplarında kalacaktı. Sonraki dokuz ayı Hazar denizinde bir tankerde çalışarak geçiren Süleyman Nuri, yıkıcı propaganda yaptığı için tutuklanacak, ve aralarında Bakü Komünü'nün lideri Ermeni Bolşevilk Stepan Shaumyan'ın da bulunduğu idam edilecek Bakü Komiserleriyle birlikte hapis yapacaktı. Hapisten kurtulunca Bakü'ye gidecek, burada Türk savaş esirlerinin içerisinde siyasi çalışma yapmaya ve Bolşevik Süleyman diye anılmaya başlayacaktı. İlerleyen süreçte Kızıl Ordu'ya da katılacak olan Süleyman Nuri, 1920 Mayıs'ında Mustafa Suphi'nin Bakü'ye gelmesi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Bakü şubesini oluşturması üzerine bu örgüte katılacaktı.24

Süleyman Nuri'nin, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nı örgütlerken hatalar yapıyor oluşu görüşü bu noktadan sonra ortaya çıkacaktı. Süleyman Nuri'ye göre, Mustafa Suphi'nin örgütledikleri arasında pek çok İttihatçı veya milli mücadeleci ajan vardı. Süleyman Nuri, aynı zamanda, Mustafa Suphi'nin, bir sabotör olarak gördüğü Ahmet Cevat Emre'ye bu kadar yüz vermesini de eleştiriyordu.25 Eski bir Jöntürk olan Ahmet Cevat Emre, bir halı tüccarıydı ve Batum'a gidip geliyordu. Sınırlar kapanınca ticaret işi zorlaşmış, Ahmet Cevat Emre de halı işinin yanında öğretmenlik yapmaya başlamıştı.26 Ahmet Cevat Emre, öncelikle din öğretmişti.27 Ahmet Cevat Emre, tesadüf üzerine komünistlerle tanışacaktı. Buna rağmen uzun yıllar, devrimci kesimlerin muhalefetine rağmen hareketin saygın bir unsuru gibi muamele görecekti.

Savaşın ardından Kafkasya ve 1918'de, İngilizlerin yardımıyla Bakü Komünü'nün bastırılıp Türk milliyetçisi Musavat Partisi'nin iktidara getirilmesinin ardından özellikle Bakü, İttihatçılar için de bir sığınak halini alacaktı. Dahası, Ermeni soykırımındaki rollerinden dolayı başları Batı güçleri ile belada olan, ve eski koruyucuları Almanya'nın pek kimseyi koruyacak hali kalmamışken, İttihatçılar Bolşeviklerden medet ummaya da başlayacaklardı. 1919 ortalarında, İttihatçı liderlerden Talat Paşa ile Enver Paşa, Bolşeviklerin Almanya'daki devrimci süreçte kendilerini temsil etmeleri için göndermiş oldukları, Polonya asıllı Karl Radek'i, Radek'in kaldığı hapishanede ziyarete gideceklerdi. Radek, uzun yıllar boyunca uluslararası sosyalist hareketin, ilk yılında da komünist hareketin sol kanadında yer almış ve ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine karşı çıkmıştı. Öte yandan artık Radek'in eski siyasi ilkelerinin yerini düşler ve hırslar almıştı – Alman Devrimi'nin başına geçmesi için bu ülkeye yollanmış bu adam, uzun yıllarca yeraltında mücadele ettikten sonra, tarihi etkileyebilecek bir konumda olduğu düşüncesiyle sarhoş olmuş vaziyetteydi. Talat Paşa, bu görüşmede Radek'e şöyle demişti:

Müslüman Doğu kölelikten, ancak halk kitlelerine ve Sovyet Rusya’yla kurulacak bir  ittifaka dayanarak kurtulabilir.28

Radek ile Talat paşa, daha bir yıl önce Brest-Litovsk görüşmelerinde aynı masanın karşı taraflarında oturmuşlardı. Radek, ziyaretçilerine İngilizlere karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı örgütlenmesini, ve Rus Bolşevizmi ile Türk milliyetçiliği arasında bir anlaşma önerecekti. Talat Paşa'dan daha genç olan Enver Paşa, Radek'i daha fazla etkileyecekti ve Radek onu Moskova'ya davet edecekti. Daha birkaç yıl önce uzlaşmaz bir biçimde karşı çıkmış olduğu savaşa katılan emperyalist devletlerden birinin, korkunç bir soykırıma imza atmış devlet adamlarıyla konuşmakta olduğunu unutacak kadar büyük bir akıl tutulması yaşamakta olan Radek, görüşmelerin ardından büyük bir heyecanla şöyle diyecekti:

Enver Paşa, bizim Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı’na yardımımızı istiyor. Buna  karşılık Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı direnişi ve isyanı örgütleyip,  başlatacak!29

Bununla birlikte, İttihatçıların birinci adamı hala Talat Paşa'ydı, ve Sovyetlerle anlaşma fikri de onun başının altından çıkmıştı. 1919'un başlarında, Türkiye dışındaki İttihatçılar, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İslam Devrim Toplulukları Birliği) ismi altında örgütlenmişti. Talat Paşa'nın İttihatçılar için belirlediği strateji şuydu:

1. Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında anlaşma sağlamak. 2. İngiltere ve öteki  batılılarla ilişki kurma yoluna gitmek. 3. Anadolu hareketini desteklemek”.30

Radek ile görüşmenin ardından, Enver Paşa ve İttihatçıların en önemli ideologlarından Bahaettin Şakir, İttihatçıların temsilcileri olarak Rusya'ya gönderileceklerdi. 1920'nin ilkbaharına gelindiğnde, İttihatçıların en önemli liderlerinin büyük bir kısmı Kafkasya, Orta Asya veya Moskova'daydı. Bunların arasında Enver Paşa ve Bahaettin Şakir'in yanı sıra, Mustafa Kemal tarafından gönderilmiş Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa, savaş yıllarında ismi Talat ve Enver'in yanında anılmış Cemal Paşa, Enver Paşa'nın üvey kardeşi Nuri Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi Küçük Talat Muşkara, Kazım Karabekir'in Bolşeviklerle temas kurması için gönderdiği Dr. Fuat Sabit ve Karakol Cemiyetinin kurucusu Baha Sait bulunuyordu.31

1920'nin Nisan ayında, Enver Paşa ile olduğu kadar Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, dolayısıyla Anadolu'daki milliyetçi hareketle de bağlantılı olan İttihatçılar, Bakü'de Türk Komünist Fırkası isminde bir örgüt kuracaklardı. Bu örgütün şefleri arasında Halil Paşa, Dr. Fuat Sabit ve Bah Sait vardı. Böylesi bir örgütlenmeye gidilmesi, ne diğer İttihatçılardan bir kopuşu temsil ediyordu, ne de komünizmle alakalı bir yapıydı. Temel amacı, İttihatçı siyasetin yeniden oluşturulup Bolşeviklerce kabul edilecek bir kılıfa sokulmasıydı.32  Bu çevrenin komünizmi, milliyetçilik ve Müslümanlıkla sentezlenmek kisvesi altında, milliyetçilik ve müslümanlığı kızıla boyamaktan öte bir derinliğe sahip değildi. Bununla birlikte, Sultangaliyev gibi Bolşevik Parti üyelerinin görüşlerinin de bu İttihatçıların bu noktada ifade ettiği görüşlerden çok farklı olduğu söylenemezdi.

Öyle ya da böyle, Azerbaycan'da Bolşeviklerin yeniden iktidara gelmesinin ardından Türkiye Komünist Teşkilatı'nın faaliylerinin merkezini Bakü'ye taşıyacak olan Mustafa Suphi, Türk Komünist Fırkası'nı dağıtacaktı.33 Bu hamlenin arkasında belirli siyasi kaygılar olduğu, Mustafa Suphi'nin bu çevrenin niyetlerinden şüphe duyduğu ortadaydı ki, bu yapılanmayla ilgili Mustafa Suphi şunları diyecekti:

Bir müddetten beri Anadolu isyan hareketini devrimci Rusya ile birleştirmek ve  Azerbaycan Şuralar Hükümetini oluşturmak amacıyla Kafkas ülkesi ve Bolşevik  partisiyle beraber çalışan arkadaşlar bir (...) Türk Komünist Fırkası oluşturarak  merkezi komitelerini seçmişlerdir. Buraya İttihat ve Terakki Hükümeti'nin savaş  zamanında büyük roller oynamış bazı kimseleri ithal edilmişti.

Yakın geçmeşleri memleketin son savaş felaketleriyle alakadar olan bu kişilerle işçi ve  rençber fırkasının kurulması ve temsil edilmesi olamazdı.

Onun için, bu teşkilatın dağıtılmasında tereddüt edilmemiştir.34

Bununla birlikte, İttihatçıların Türk Komünist Fırkası'nın dağıtılmasından, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nın elde edeceği pratik bir çıkar da olduğu barizdi. Zaten özellikle daha alt mevkideki, daha genç İttihatçı kadrolar, Rusya'daki atmosferden etkilenmekteydi. Mustafa Suphi'nin bu hamlesi, Türk Komünist Fırkası'nın üyelerinin belirli bir kesiminin Türkiye Komünist Teşkilatı'na kaymasına neden olacaktı. Öte yandan, bu kanaldan Türkiye Komünist Teşkilatı'na, dolayısıyla da komünist harekete gelecek isimlerin yarardan ziyade zarar getirdiği söylenebilir. Burada verilmesi gereken örnek ise eski Deyrizor Kaymakamı Salih Zeki'dir. Eski görev yerinden esinlenerek kendisine Zor soyadını takacak olan Salih Zeki, Ermeni soykırımı sırasınca burada toplam 200,000 insanın katledilmesinin sorumlusudur. Salih Zeki Zor'un, soykırımın ardından bir muhabirle arasında geçen şu diyalog meşhurdur:

“-Senin için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar
-Benim namusum var. On bine tenezzül etmem. Daha çık bakalım.”
35

Burjuvazinin, 200,000 işçi ve köylünün canına kıymış bir celladının, komünist hareketin saflarına sorgusuz sualsiz kabul edilmiş olması, yalnız Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın saflığı veya kayıtsızlığının değil, Bolşeviklerin ulusal soruna yönelik politikalarının genelinin komünistlerin alnına sürmüş olduğu bir lekedir.

Anadolu'da Sol Milliyetçilik: Çeteler, Yeşil Ordu ve Halk Zümresi

Anadolu'daki milliyetçi çetelerin geneline verilmiş Kuvva-i Milliye hareketinin mevcudu, 1919'un sonlarına kadar 6,500 ile 7,500 arasındaydı, 1920 ortalarına gelinceye kadar ise 15,000'i bulmuştu.36 Bunlar karşılık, 1921'in başına kadar, TBMM'ye bağlı düzenli ordunun sayısal gücü 6,000 kadardı.37 Dolayısıyla, askeri güçleri kısıtlığı olduğu müddetçe TBMM, Kuvva-i Milliye ile birlikte çalışmak durumundaydı. Öte yandan bu istenir bir durum değildi. İlkin, milliyetçi çeteler ile eşkiyalar ve yağmacılar arasındaki fark net değildi. Dahası, böylesi bir silahlı güç karşısında kendi gücü yeterli olmayan TBMM kendisini tedirgin hissediyordu. Ve en nihayetinde, milliyetçi çeteler ve elebaşları başarı ve ün kazandıkça, Mustafa Kemal'in hareketin önderi konumuna tehdit teşkil etmeye başlıyorlardı. Bu yüzden ilkin Mustafa Kemal ve yandaşları, TBMM'de alınan kararla bu hareketi düzenli bir ordu biçimine sokmaya çalışacaklardı ki bu da Kuvva-i Milliye hareketi içerisindeki imtiyazlı kesime çekici gelecekti. 38 Şüphesiz, kimi milliyetçi çete komutanlarının düzenli orduya girmemek için – ellerindeki gücü bırakmamak gibi – anlaşılabilir nedenleri olabilirdi, öte yandan eğer bu hareketin tabanında düzenli orduya karşı bir tepki olmasaydı, bu hareketin hiçbir mensubu düzenli orduya karşı tutum alamazdı. İşte Anadolu'da milliyetçi çetelerin sola kaymaya başlaması, böylesi bir toplumsal zeminde gerçekleşecekti.

Sol görüşlerin içerisinde en fazla yaygınlaşacağı milliyetçi çete, Kuvva-i Milliye hareketi içinde de en güçlü birlik olan, Çerkez Ethem komutasında 1919 yazında kurulmuş, ve 1920 sonlarında sayısı 5,000 kadar olacak Kuvva-i Seyyare idi.39 Çerkez Ethem, beş çocuklu bir ailenin en ufak oğlu olarak 1886'da doğmuştu. Ağabeylerinden ikisi Rumlarla çatışırken ölecek olan Ethem'in diğer iki ağabeyi, Reşit ve Tevfik, babaları tarafından Harbiye'ye gönderilmiş, asker olmasına babası izin vermeyen Ethem evden kaçarak İstanbul'da Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girmiş, başçavuş olmuş ve Birinci Dünya Savaşı'na katılmıştı. Ethem büyük ağabeyi Reşit, hem bir İttihatçı, hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesiydi ki Ethem ağabeyi aracılığıyla Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisiye girmişti. Çerkez Ethem'in Anadolu'da silahlı bir çete örgütlemesinde, Mustafa Kemal'in önemli yandaşlarından biri olan eski komutanı Rauf Orbay rol oynayacaktı. Ethem'in, başlangıçta çoğunlukla Çerkezlere dayanarak kuracağı silahlı çete, kısa zaman içerisinde gerek Yunanistan Ordusu'nun ilerlemesini engellemek gerekse TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti yanlısı isyanları bastırmakta en önemli askeri güç konumuna gelecekti. Ethem'in ağabeylerinden Tevfik, Kuvva-i Seyyare'nin komutanlarından biri, diğeri Reşit ise TBMM'de milletvekili olacaktı. Açıktı ki, Kuvva-i Milliye hareketi içerisinde Çerkez Ethem'in ve Kuvva-i Seyyare birliklerinin öne çıkmasında, Ethem'in Teşkilat-ı Mahsusa ile bağlarının önemli bir payı vardı.40

Çerkez Ethem'in ordusunun önemli bir özelliği, Kuvva-i Seyyare'nin mali kaynaklarını, bölgedeki zenginlerden 'zorunlu yardım' toplayarak sağlıyor olmasıydı. Bu da, haliyle, ulusal kurtuluş savaşını kendi kurtuluş savaşları olarak gören zenginleri rahatsız ediyor, Ethem'e ancak istemeden katlanılmasını sağlıyordu.41 Öte yandan, Ethem ve ailesi, büyük toprak sahibi sınıfa mensuplardı ve çeteciliği bir meslek olarak görüyorlardı. Ethem, haraca bağladığı zenginlerden elde ettiği kaynakla ve el koyduğu mallarla öncelikle kendi örgütünü güçlendirecekti.42 Bununla birlikte, Kuvva-i Seyyare tabanında, Ekim Devrimi'nin etkileri görülmekteydi. Kuvva-i Seyyare içerisinde, Eskişehir'den gelmiş 700 kişilik Bolşevik Taburu isminde bir birlik vardı. Bu taburun komutanı, Anadolu'ya çalışma yapmak için Mustafa Suphi tarafından gönderilmişti ve savaşmaktan çok karşıdaki orduya savaş karşıtı propaganda yapmakla ilgiliydi. Tabura bu isim, komutanından dolayı verilmişti.43 Genel olarak hareketin tabanı Bolşevizme ilgili duyuyordu, dahası Eskişehir'de Hüseyin Hilmi'nin Türkiye Sosyalist Fırkası'nın, haliyle İstanbul'daki merkezden bir hayli kopuk bir şubesi vardı. Bu arkaplan, Çerkez Ethem'i sol siyasete yaklaştıracak, Ethem, Bolşevizmle ilgili şöyle diyecekti:

Bolşevizm dünyayı zapt edecektir. Bunu gerekli şekilde kabul edip karşılayacak  olursak millet her şekilde mutlu olacaktır. Bolşeviklik, geleceğimiz için çok yararlı ve  verimli olacaktır. Buna emin olunuz, Bolşevizm şimdi yurdumuzu kurtarmakta,  gelecekte de insanların hayat ve mutluluğunu koruyacaktır.44

Bu genel durum, TBMM içerisindeki kimi muhalif veya muhalif gözüken unsurların da müdahalesini getirecekti. 1920'nin Mayıs ayında, daha örgütlü bir ifade bulmamış bu hissayat, TBMM'den, içlerinde en öne çıkan isimler Tokat milletvekili Nazım Resmor, Denizli milletvekili Hakkı Behiç, İzmir Milletvekili Yunus Nadi ve Bursa milletvekili Şeyh Servet olan ön dört milletvekilinin, Yeşil Ordu Teşkilatı'nı kurmasına yol açtı. Yeşil Ordu'nun kurucuları arasında dikkate değer bir diğer kişi, Saruhan milletvekili ve Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Beydi. Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'du. Eski bir İttihatçı olan Nazım Resmor, 1868'de Erzurum'da doğmuş ve Harput valiliği yapmıştı.45 Nazım Resmor, 1918'e kadar İstanbul'da İngiliz yanlısı bir cemiyetie üyeyken sonrasında Anadolu'ya geçerek milliyetçilere katılmıştı.46 Ziynetullah Nevşirvanov, Yeşil Ordu'nun kuruluşunu şöyle açıklayacaktı:

Değişik burjuva gruplarından meydana gelen TBMM içinde bir sınıf, daha doğrusu  bir grup vardı ki, devrimci emekçi unsurlar ile askeri tahakkümcü ve muhafazakar  politika izleyen unsurlar arasında yer alıyordu. Bu grup uzun süren savaş yıllarında  tüccarlık etmiş, değişik mali ve ticari cemiyetlerde çalışmış ve az da olsa, ticari ya da  mali sermaye sahibi olmuş kililerden oluşuyordu.

Kendisiyle işbirliğinden yarar uman doktor, avukat, gazeteci ve diğer mebuslar da,  mevcut sosyal düzeni tamamen yıkmamakla birlikte, sermayenin daha hızlı dönmesi ve  ticaretin daha iyi gelişmesi için zemini hazırlayacak kapsamlı sosyal reformlar için  çalışan bu grubun yanında yer alıyordu. Bu grubu oluşturanlar, bütün dünya savaşı  boyunca muhafazakarlığın korunmasında çıkarı olan subay, büyük çiftlik sahibi ve  mollalarla birlikte İttihat ve Terakki Fırkası üyesiydi ve bu üyeliği şimdi de  koruyorlardı. Onlar baştan kimi devrimci unsurlarla işbirliğine başladı ve amacı milli  ve İslamcı sosyalizm olan Yeşil Ordu teşkilatını kurdu.47

Bununla birlikte Yeşil Ordu Nizamnamesi, bu yapının nerede durduğunu, önceliklerini ve kendisine biçtiği pratiği netçe açıklayan bir belgeydi:

Türkiye Yeşil Ordu Teşkilatı Avrupa emperyalizminin işgal ve istila siyasetini  kovmak üzere kurulmuş bir mücadele teşkilatıdır.

Yeşil Ordu, tüm Türkiye'de dahi her tür emperyalizm akımlarını ve sermayelerin  haksız zorbalık ve baskılarını gidermek ve yok etmekte tereddüt etmez.

Yeşil Ordu, arazi ve genel kaynaklarından nüfusun bütün fertlerinin ancak kendi  emekleri, maddi kabiliyetleri ve maneviyetlerine göre faydalanmalarını temin ettmeye  çalışır.
(...)
Yeşil Ordu, toplum hayatında halk hükümeti ve  tam bir çalışma ortaklığı usulünü  kabul eder.

Yeşir Ordu, savaş, askerlik ve muharebeyi, haksız güç elde etmenin bir yolu olarak  görür. Muharebe ve mücadeleyi ancak bunlara engel olmak için emperyalizmi imha  edinceye kadar meşru görebilir.

Yeşil Ordu, kendisine miras kalan altınların gölgesinde daima egemen ve baskı  uygulayıcı bir azınlık olarak yaşayanlara karşı, en temel ihtiyaçlarını bile  karşılayamayan, bu azınlıkların hesabına çalışan esir insanların teşkil edeceği  çoğunluğun ordusudur ve hedefi bu çoğunluğun refah ve mutluluğu, özgürlüğü ve  selametidir.

Yeşir Ordu yalnız bedeni veya fikri emeğinin karşılığı olarak yaşayan rençber, işçi,  hademe ve memur gibi insaniyetin gerçek hizmetçilerini örgütünün en sağlam unsuru  olarak bilir.

Yeşil Ordu, aile hayatına hürmetkardır.

Yeşil Ordu, İslamiyet'in bütün toplumsal temeline dayanarak gerçek mutluluk asrına  dönmenin yolunun, Batı'dan gelme ihtiraslar düzenini Asya'dan çıkartmak olduğunu  hak yolu, Allah yolu bilir.
(...)
Yeşil Ordu, Kızıl Devrim Ordularının samimi bir bir kardeşlik duygusuyla sonsuza  dek dostu ve müttefikidir.

Yeşil Ordu'nun simgesi yeşil bayraktır. İslam kardeşliğinin bu bayrak altında  toplanması ve tüm insanlığın kızıl ve yeşil bayrakların altında birleşmeleri, şanlı  devrime ve gerçek mutluluğa yönelmesiyle tamamlanacaktır.48

Yeşil Ordu'nun Talimatnamesi de örgütün siyaseten nerede durduğunu ifade etmekteydi. Ayrıca talimatname, Rusya'dan gönderileceklere ilişkin tutumu da ortaya koymaktaydı:

Yeşil Ordu'nun yeşil cihat bayrağına şu cümle kazınmıştır: Asya, Asyalılarındır.  Asya, kapılarını muharebe, sermaye, zorbalık, sınıf ve ihtiras facialarına ebediyen  kapatmıştır.
(...)
Yeşil Ordu, sosyalist ve özellikle Bolşevik hareketin kamuoyunda yanlış anlaşılmaması  için gayret edecek, bu görüşten kesimleri kendi amacına çekecek ve kendi bünyesinde  toplayacak. Özellikle Rusya'dan bizim tarafa geçecek herhangi bir kişi dikkatle  denetim altında tutulacak ve durumuna göre el altında bulundurulacaktır.
(...)
Dünya büyük bir devrim karşısındadır. Avrupa'da bir kısım iyiliksever, 'sosyalizm'  uğraşı içerisinde, Batı'nın medeniyet perdesi ardındaki cinayetleri ortadan kaldırmak  için, 'burjuvazi' denen hırslı vurguncularla mücadele ediyor. Bunların en büyük  gayesi, çok zenginlerin taşkın birikimleriyle fakir kesimin yoksulluktan doğan  sefaletine bir hat çekmektir. İslamiyet ve Şeriat bu esasları 1300 yıl önce zekat, fitre,  kurban gibi  yükümlülüklerle koymuş ve belirlemiş olduğundan Müslümanlar bu  sosyal devrimden zarar görmek değil, aksine faydalanacaklardır. Bunun için  teşkilatımızın bir ilkesi de sosyalizm hareketinden faydalanmak ve ona yardım  etmektir.
49

Esasında, gördüğümüz gibi Yeşil Ordu Teşkilatı, siyaseti ve ideolojisi itibarıyla, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'daki Türkiye Sosyalist Fırkası'nın İstanbul hükümeti değil Ankara hükümeti, İtilafçı değil İttihatçı, İngiliz değil Rus yanlısı bir ikizi gibiydi. Bununla birlikte, Yeşil Ordu, temel bir özelliğiyle Türkiye Sosyalist Fırkası'ndan ayrılmaktaydı: Yeşil Ordu'nun kurucuları, Hüseyin Hilmi ve aydın arkadaşlarına kıyasla burjuva siyaset sahnesinde çok daha etkili kişilerdi. Yeşil Ordu'nun ilk kurulduğu dönemde üç farklı kesimden oluştuğunu söyleyebiliriz. Enver Paşa'nın Bolşeviklerle yakınlaşmasının kendisi için oluşturduğu tehditin boyutlarını fark eden Mustafa Kemal, Anadolu hükümeti saflarında İslamiyet ve Bolşevizmi uzlaştıracak bir örgütlenme olmasına ihtiyaç duymuştu.50 Dolayısıyla kendisine yakın kimi sol İttihatçıları buraya yönlendirmişti. Bu kesimin başını Hakkı Behiç çekmekteydi. İşlevlerini yerine getirince, Mustafa Kemal'in bu kesimle işi kalmayacak, ve bu grubu oluşturanların büyük çoğu tasfiye edilecek ve siyasi hayatları bitecekti. İkinci bir kesimi, bu noktaya kadar Mustafa Kemal'in yakın çevresinin dışında kalmış olan İttihatçılar oluşturuyorlardı. Kimi noktalarda sosyal devrim şiarını yükseltmekle birlikte, bu kesim için Yeşil Ordu mevcut dalgayı çıkarlarına kullanmaları için bir araçtan ibaretti ve görüşleri Enver Paşa'nın görüşlerine yakındı. Bu kesimin en önemli temsilcisi Yunus Nadi'ydi ki yeni koşullar bu kesimin önüne olumlu fırsatlar sunacaktı. Öte yandan, gerçek anlamıyla enternasyonalist sosyalist veya komünist sayılamayacak olsalar da, en azından Mustafa Kemal'e muhalefetleri ve Sovyet taraftarlıkları konusunda ciddi ve samimi olan, ve gerçekten toplumsal bir devrimin Türkiye'de gerekli olduğu sonucuna varmaya başlamış, yani sol düşünceleri İslamcılıklarına değilse bile İttihatçılıklarına ağır basmaya başlamış bir kesim de Yeşil Ordu içerisinde bulunuyordu. Bu kesimin başını da Nazım Resmor ve Şeyh Servet çekmekteydi. Yeşil Ordu'nun temel belgelerini yazan ve en fazla ciddiye alan da bu kesimdi.51

Ankara'daki kuruluşunun ardından, Yeşil Ordu, hızla örgütlenmeye girişerek Eskişehir'de ikinci bir şube açtı, Bursa, Amasya, Elazığ ve Konya gibi illerde çalışma yapmaya başladı.  Bu çalışma temelde bürokrasinin olanaklarını kullanarak örgütün programını yaymaktan ve yeni üyeler kazanmaktan oluşuyordu. Üyeler, Yeşil Ordu'ya yemin ederek katılıyorlardı – nihayetinde Yeşil Ordu gizli bir teşkilattı.52 Bu çalışmalarla birlikte, dağılana kadar Yeşil Ordu, Ankara ve Eskişehir'in yanısıra Bursa, Konya, Malatya, Kayseri ve Elazığ'da örgütlenecekti.53 Yeşil Ordu'nun üyeleri TBMM'de faal olsalar ve siyasi güce, belirli bir siyasi bilgiye ve deneyime sahip olsalar da, Yeşil Ordu içinde şu veya bu şekilde Mustafa Kemal'e gerçekten muhalif olanların elini zayıflatan, Mustafa Kemal'in adamlarının ise süreçte etkin olmalarını sağlayan bir olgu vardı: Yeşil Ordu aslında bir ordu değildi, ve herhangi bir askeri gücü yoktu. Bu durum böyle oldukça da Mustafa Kemal'in Yeşil Ordu'da muhaliflerin barınmasından korkmasına gerek yoktu. Öte yandan Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Bey'in Yeşil Ordu'nun kuruluşunda yer almış olması, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin Yeşil Ordu'yu gerçekten bir ordu yapması olanağını barındırıyordu. Şüphesiz, Yeşil Ordu'nun Kuvva-i Seyyare'ye ihtiyacı olduğu kadar, Kuvva-i Seyyare'nin de Yeşil Ordu'ya ihtiyacı vardı: Yeşil Ordu, belirgin bir siyaseti ve dolayısıyla siyasi bir iddiası olmayan Kuvva-i Seyyare'ye siyasi bir kanat kazandırabilirdi. Reşit Bey'in Yeşil Ordu kurucuları arasında yer alması, Kuvva-i Seyyare'nin, kendisinin de aralarında bulunduğu kurmaylarının da mevcut olanakları görmüş olduğunu göstermekteydi. Bu minvalde, Reşit Bey, esasında Yeşil Ordu'nun en kritik üyesiydi. Tek bir sorun vardı: Çerkez Ethem 1920'nin büyük bir kısmını, TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti ve Hilafet yanlısı ayaklanmaları bastırarak geçirmişti ve Ankara hükümeti, Ethem'den Yeşil Ordu'nun kurulduğu dönemde patlak veren ve gün geçtikçe büyüyüp Ankara'yı tehdit eder noktaya gelen Yozgat isyanını bastırmasını rica etmek durumunda kalmıştı.54 Yeşil Ordu'nun kaderini, Çerkez Ethem'in Yozgat'ta ne yapacağı belirleyecekti.

1920'nin Temmuz ayında, Çerkez Ethem muzaffer ve hiç olmadığı kadar güçlenmiş bir şekilde Ankara'ya döndü. Çerkez Ethem'in bu noktada Yeşil Ordu'ya bizzat katılması, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun genişlemesinin Kuvva-i Seyyare'yi de kapsaması, Yeşil Ordu'nun durumunu ve dengeleri tamamen değiştirecekti. Mustafa Kemal, Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katıldığı haberini alır almaz teşkilatın faaliyetini durdurmasını savunacaktı ama artık çok geçti.55 Çerkez Ethem, ilk hücumu, Yozgat ayaklanmasının suçunu, isyanın hilafet yanlısı liderlerini uyarmakla itham ettiği Ankara valisi Yahya Galip'e yükleyip ve bu kişinin tutuklanarak Yozgat'a gönderilmesini isteyerek yapmıştı. Yahya Galip Mustafa Kemal'in yakın çevresindendi, ve Çerkez Ethem'in belki de bir sonraki adım olarak sorumluluğu Mustafa Kemal'e atmak niyetiyle yaptığı bu hamleye karşı Mustafa Kemal bir ayak oyunuyla Yahya Galip'i kurtarmıştı. Ankara'dan Eskişehir'e dönerken Çerkez Ethem Mustafa Kemal'e dair şöyle diyecekti:

Ankara'ya döndüğümde Büyük Millet Meclisi Başkanı'nı meclisin önünde  astıracağım.56

Çerkez Ethem, Eskişehir'e döndükten sonra, burada Yeşil Ordu'nun kuruluş döneminde önüne koyduğu hedeflerden birini gerçekleştirerek burada bir günlük gazete çıkartılmasını sağlayacaktı. Bu gazeteyi çıkartacak olan isim, Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare saflarında rastladığı Arif Oruç adlı bir gazeteciydi. Ethem, hem Arif Oruç'a matbaa kuracak, hem de düzenli para yardımı yapmaya başlayacaktı.57 Gazetenin ismi Seyyare Yeni Dünya – Kuvva-i Seyyare'nin Yeni Dünya'sı anlamında – olarak belirlendi. Çerkez Ethem, böylelikle, hem Mustafa Suphi'nin Rusya'da çıkardığı yayınla aynı ismi alarak Bolşeviklere bir selam göndermiş oluyor, hem de yayının ismine kendi silahlı kuvvetlerinin ismini ekleyerek Kuvva-i Seyyare'yi Mustafa Suphi'nin komünizmine bağlıyordu. Cumartesi günleri hariç günlük yayınlanan Seyyare Yeni Dünya'nın her sayısı 3,000 nüsha basılıyordu. Seyyare Yeni Dünya, İslami Bolşevik Gazete ünvanıyla çıkıyordu, ve sloganı 'Dünyanın fukara-i kasibesi (fakir çalışanları), birleşin' idi ki bu ifade, Azeri Bolşeviklerinin yayınlarında sürekli kullanılmaktaydı.58 Seyyare Yeni Dünya gazetesinin çıkmaya başlaması, Yeşil Ordu'nun örgütlenme ve propaganda çalışmalarına hız katacak, gazeteye abone sağlamak faaliyetin önemli bir kısmı haline gelecekti.59

Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katılması, esasında Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'nun kontrolünü ele alması anlamına gelmişti. Çerkez Ethem ve kardeşleri, eski İttihatçılar olmalarına rağmen, Yeşil Ordu içerisindeki diğer üç kesimden ayrı, dördüncü bir kesim olarak değerlendirilebilirlerdi ancak. Düzenli ordunun başındaki Mustafa Kemal, gücünü düzensiz birliklerden alan Çerkez Ethem'in doğal rakibiydi, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun Çerkez Ethem'in kontrolüne geçmesiyle Mustafa Kemal'e yakın grubun Yeşil Ordu içerisinde doğrudan bir etkisi kalmamıştı. Öte yandan, Ethem diğer iki gruptan müttefiklerini korumaktaydı. Bu noktada Çerkez Ethem'in askeri gücü, himaye ettiği çeteci Demirci Mehmet Efe'nin 800 kişilik birliğiyle ve kendisine sempati duyan diğer Kuvva-i Milliye şeflerinin olası desteğiyle, düzenli orduya en azından denkti. Hatta Ethem'in kuvvetlerinin hem Kuvva-i İnzibatiye'ye hem de Yunanistan Ordusu'na karşı başarıları ve düzenli ordunun firar sorunu düşünülünce, büyük ihtimalle Ethem'le düzenli ordu arasında topyekün bir savaş olsaydı, Ethem kazanırdı. Öte yandan Yunanistan Ordusu, hem Kuvva-i Seyyare ve düzenli ordunun toplamından birkaç kat daha güçlüydü. Bu yüzden Çerkez Ethem de, Mustafa Kemal de birbirleriyle çatışmak istemiyorlardı. Bu da Yeşil Ordu'yu, ivme kaybetmemek için Ankara'daki mecliste elini denemeye yönelik harekete geçmeye zorlamaktaydı.

1920'nin Ağustos ayının sonlarında, Yeşil Ordu Genel Sekreteri Nazım Resmor'un TBMM'deki diplomatik çabaları sonucu, Yeşil Ordu'nun TBMM'deki üyeleri, Halk Zümresi adı altında örgütlendiler. Halk Zümresi, bu noktada meclisin toplam 85 üyesini kapsamaktaydı. Halk Zümresi, TBMM içerisinde bir grup olarak, haliyle Yeşil Ordu'dan farklı bir siyasi programa sahipti. Bu programı, Yeşil Ordusu içerisindeki muhalif İttihatçı kanadın lideri Yunus Nadi yazmıştı:60

Memlekette her durum ve koşulda halkı hakim kılmak üzere Halk Zümresi  kurulmuştur.
(...)
Zümre İslamiyet'in kutsal kurallarını korumayı ve Müslümanlığın ilk dönemindeki  saadet asrı düzenine geçmeyi ve Batı'dan gelecek her türlü ahlaki bozulmayla ve  zorbalıkla mücadele yolunu Hak yolu, Allah yolu bilir.

Zümre'nin hedefi halkın genel refahını eşit hale getirmek için hizmet etmektir.  Zümre'nin nazarında; bedeni ve fikri emeği ile geçinen rençber, işçi, zanaatkar,  öğretmen, memur, hademe gibi mesleklerde çalışanlar toplumsal hayatın gerçek yol  göstericileridir.
(...)
Zümre, kapitalistlerin uydurması ve emperyalistlerin haksız müdahalesi ve tahakkümu  olan dış borçları ve yabancılara imtiyazları, masum halk adına, en haksız bir zalim  külfet olarak görür.
61

Halk Zümresi'nin programında ayrıca ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, işçi ve köylülerin çalışma koşullarının düzenlenmesi, toprak reformu, üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulması, 18 yaşında gelen herkese seçme, 25 yaşına gelen herkese seçilme hakkı verilmesi ve isim olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Büyük Şura isminin kullanılması vardı. Burada dikkat çekici olan, Padihşahlık ve Hilafet vurgusu yapılmayarak, ilk defa TBMM'de bir padişah veya halifenin olmayacağı bir yapılanma, yani bir cumhuriyet yapılanması fikrini gündeme getirmesiydi. Bu görüşler arasındakilerin kimi Mustafa Kemal'in kendi görüşlerine gayet yakındı, öte yandan bu fikirler şeklen Rusya'yla da uyumlu olacak biçimde ifadelendirilmişlerdi ki Mustafa Kemal'in daha Batılı fikirleriyle bu noktada çelişmekteydiler.62 Her halükarda, Ziynetullah Nevşirvanov'un Halk Zümresi'ne dair şu yorumu, gerçeği yeterli biçimde yansıtıyordu:

Bu grubun programı ustaca hazırlanmıştı ve Meclisteki devrimci, reformcu ve hatta  muhafazakar-şeriatçı unsurları bile ürkütmeyecek kadar üstü örtülü ve esnekti.63

Toplam mevcudu 200 civarı olan TBMM'de 85 kişilik az bir rakam değildi. Halk Zümresi, mecliste hamlesini 4 Eylül'de yaptı. Yapılacak Dahiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) seçimlerinde Halk Zümresi, Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'u aday gösterdi, ve Nazım Resmor, ikinci turda, Mustafa Kemal'in 65 oy alan adayı Refet Bele'ye karşı 98 oyla kazandı. Bu bir güç gösterisiydi, fakat yine de hatalı bir hamleydi. Askeri açıdan Çerkez Ethem Eskişehir'de güçlüydü – Mustafa Kemal Ankara'da güçlüydü, ve meclis Ankara'daydı. Çerkez Ethem'in Ankara'ya askeri bir müdahalesinin söz konusu olmaması da, aslında Mustafa Kemal ve yandaşlarına Ankara'da mutlak bir müdahale alanı veriyordu. Mustafa Kemal, bu gücünü daha kullanmamıştı – büyük ithimalle Halk Zümresi'nin şefleri buna kanmışlardı – ama kullanacaktı. Öncelikle, iki gün içerisinde Mustafa Kemal'in bizzat kendisine karşı demeçleri ve alttan yoğun baskı ve tehditler sonucunda Nazım Resmor bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı.64 Sonrasında, Yunus Nadi'nin Yeşil Ordu içerisinde artık bir ağırlığı kalmamış olsa da Halk Zümresi'nde ezici bir çoğunluğa sahip olan muhalif İttihatçı arkadaşlarıyla anlaşma sağladı. Yunus Nadi bu noktadan sonra tamamen Mustafa Kemal'in çizgisine ve çevresine kayacaktı.65 Nazım Resmor'un istifasının ardından yapılan seçimlerde, Mustafa Kemal'in adayı Refet Bele, 131 oyla seçilecekti.

Yeşil Ordu içerisinde yer alan muhalif İttihatçılar, temelde Mustafa Kemal'in etrafında oluşmuş bloğun içerisinde kendilerine yer bulamadıkları için böylesi bir işe girmişlerdi. Ortada hem tehdit unsuru, hem de baştan istedikleri iktidara dahil olma şansı olunca, Mustafa Kemal'in bu kanadı kazanması zor olmayacaktı. Böylelikle Çerkez Ethem'e yalnızca Yeşil Ordu'nun üçüncü grubu, yani Mustafa Kemal'e muhalefetlerinde ve Sovyet yanlılıklarında daha ciddi olanlar kalıyordu. Bu grup ise mağlup olmuştu ve meclis içerisindeki milletvekili sayısı bir avucu geçmiyordu. Çerkez Ethem'in Ankara'daki iddiası, neredeyse başlamadan bitmişti.

Gerdûn

2Özdemir, Ahmet. “Savaş Esirlerinin Milli Mücadeledeki Yeri”. Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, C. 2, Yıl: 3, Sayı: 6 (Kasım 1990), s. 322

3Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 169-170

4Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 56

5Manatov, Şerif. “Mustafa Suphi Beş Sene Evvel Moskova'da”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 46

6en.wikipedia.org/wiki/Sultan_Galiev

8Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 171

9Duman, Oğuz Şaban. Doğu-Batı Meselesi ve Sultan Galiyev. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını. 1999. s. 100-1

11Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 53

12Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

13Suphi, Mustafa. “1918 Moskova'da Türk Sol Sosyalistleri Kongresinde Mustafa Suphi Yoldaş'ın Nutku”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 60

14Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 202

16Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 98- 104

17Boran, A. Metin. “Suphilerin Anadolu'ya Gelişi”. https://marksistteori.com/suphilerin-anadoluya-gelisi/

19Bennigsen, Alexandre and Chantal Lemercier-Quelquejay. “Islam in the Soviet Union”. Praeger, 1967, Londra. s. 85

22Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları”. Boğaziçi, 1975, İstanbul. s. 98-99

23Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154, 332

24Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s. 11-4

25Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s.14

26Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 88

27Ginzberg, Rolland ve Süleyman Nuri. “Sol Muhalefet'in Deklerasyonu”. “Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet”. Derleyen: Erden Akbulut. Tüstav, 2002, s. 59

28Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 26

29Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 27

30Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39

31Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39-41

32Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 43

33Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 45

34Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 103

35Uzun, Selçuk. “Der Zor Cehenneminden TKP Teşkilat Bürosuna: Salih Zeki (Zor)”. 2012. https://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6919

36tr.wikipedia.org/wiki/Kuva-yi_Milliye

38Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 119-120

40Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 82-3

41Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 85

42Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 88-9

43Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

44Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 14

45Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55-7

46Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 155

47Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

48Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 18-9

49Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 22-3

50Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55

51Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 60-3, 71

52Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

53Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

54Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 84

55Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 73

56Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 87

57Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

58Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 91

59Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

60Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24-5, 156-7

61Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 28

62Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 136-7

63Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

64Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24

65Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 69

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Kemalizme Karşı Komünizm (5)

14 Temmuz 1920: Türkiye Komünist Partisi'nin Gerçek Kuruluş Tarihi

1920, Mustafa Kemal'in Anadolu'da hakimiyetini ciddi bir biçimde pekiştermeye çalışmakta olduğu bir yıldı. Mustafa Kemal, TBMM'ye karşı çıkan İstanbul hükümeti yanlısı ayaklanmalar, Türk milliyetçilerinden sayıca kat kat üstün Yunanistan Ordusu'nun mevcudiyeti, ve meclisin içerisinde veya dışarısındaki İttihatçı kökenli muhalif kesimlerle karşı karşıyaydı. Bu güçlere karşı ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, sağlam ilişkiler kurduğu Sovyet Rusya'ya ve İtalyan emperyalizmine dayanmaktaydı. Sovyet Rusya, Kemalistlere açık destek verirken, İtalyan emperyalizmi alttan destek vermek durumundaydı. Ve her ne kadar Bolşevik liderler gerek Mustafa Kemal ile ilişkileri, gerekse Kemalistlere verdikleri destek açısında saf davranmış, Mustafa Kemal'in sözlerine kanmış olsalar da, Mustafa Kemal kendi hareketi ile bu dönemin Sovyet Rusya'sının sınıfsal temeli arasındaki farkı, belki kimi Bolşevik liderlerden de daha iyi kavrıyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal, Sovyet Rusya'nın uzattığı kadife eldivenin ardında, kendi burjuva hareketini dağıtmakta tereddüt etmeyecek demirden bir yumruk görüyordu. Komünist Enternasyonal'in desteklediği milliyetçi hareketlerin olduğu toprakta bile komünist örgütlenme yapmak görüşü ise Mustafa Kemal'i iyice tedirgin ediyordu. 1920'nin yaz ayında Anadolu'nun ilk komünistleri örgütlenmeye başlayınca, bu korkular iyice şiddetlenecekti.

Şerif Manatov isimli Komünist Enternasyonal temsilcisi, 1919'da İstanbul'da Bolşevik propagandası yaptığı için Fransızlarca tutuklanmış, fakat İstanbul'da bulunduğu sürede yerel sosyalistler arasında desteğini kazandığı kişilerin yardımıyla hapisten kaçmıştı. Manatov bu yoldaşlarının yardımıyla 1920'nin Mayıs ayında önce Eskişehir'e, sonra Ankara'ya geçecekti. Eskişehir'de yerel Sosyalist Fırkası şubesinin İşçi adlı yayın organında Bolşevizmi anlatan bir yazısı çıkacak olan Manatov'un Kemalistlerle tanışması ve onları iyi kötü anlamaya başlaması Ankara'da olacaktı. 1920'nin Haziran ayında, Ankara'da komünizmle ilgili açık bir konferans veren Manatov, Türkiye nüfusunun sorunlarının tek çözümünün komünist devrimde olduğunu anlatacaktı. Manatov, bu konferansta tanıştığı Salih Hacıoğlu ile Türkiye'de bulunduğu müddetçe birlikte siyasi faaliyet yürütecekti.1 Salih Hacıoğlu 1880’de doğmuş bir askeri baytardı. Gelecekte ulusal kurtuluş hareketinin önderlerinden ve daha sonra da başbakan ve cumhurbaşkanı olacak olan, o sırada ise padişah jurnalcisi olan İsmet İnönü ile aynı okulda okumuş, hatta sol eğilimleri nedeniyle İsmet İnönü’yle kavga etmiş ve Basra’ya sürülmüştü.2 Ardından Makedonya’da çalıştıktan sonra İstanbul’da öğretmenlik yapmaya başlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda ordu tarafından çalışması için Gelibolu, Rus cephesi ve Arabistan gibi, savaşın en korkunç hallerinin yaşandığı cephelere gönderilmişti. En sonunda Salih Hacıoğlu savaştan iğrenerek veteriner arkadaşlarıyla Adana’ya kaçmış, daha sonra Ankara’ya geçip ve bir hayvan hastanesinde çalışmaya başlamıştı.3

Manatov ve Hacıoğlu, kısa süre sonra Ankara'da Yeşil Ordu'nun temsilcileriyle tanışacaklardı. Yeşil Ordu temsilcileri, onlara kurmak istedikleri gibi bir partinin, yani bir Bolşevik Partisi'nin gizlice örgütlendiğini söyleyerek Manatov ve Hacıoğlu'nu Yeşil Ordu lideri Nazım Resmor'la tanıştırdılar. Nazım Resmor da, onları and içtirerek üye yaptıktan sonra örgütün nizamnamesini verdi ve onları Ankara şehir komitesini kurmakla görevlendirdi. Öte yandan Manatov ve Hacıoğlu, bu belgeyi incelediklerinde burada eksik veya yetersiz bir çok noktanın yanı sıra, komünizmin ilkeleriyle de doğrudan çelişen noktalar olduğunu göreceklerdi. Buradan yola çıkarak da Manatov ve Hacıoğlu, Türkiye Komünist Partisi Nizamnamesi isimli belgeyi kaleme aldılar ve Yeşil Ordu Merkez Komitesi'ne, ancak bu programı tanıyacaklarını ve bu program temelinde örgütlenme yapacaklarını beyan ettiler. Birkaç günlük tereddütün ardından, Yeşil Ordu Merkez Komitesi, Manatov ve Hacıoğlu'na faaliyetlerini kesmelerini söyledi. Buna karşı Manatov ve Hacıoğlu, Ankara'daki kimi Yeşil Ordu üyeleri arasından kazandıklarıyla birlikte, Türkiye Komünist Partisi'ni örgütlemeye giriştiler. Kısa bir süre içerisinde İstanbul'daki Sosyal Demokrat Parti'nin sol kanadından Ziynetullah Nevşirvanov da, İngiliz polislerinden kaçması gerekince Ankara'ya gelerek partiyi örgütleme çalışmalarına katılacaktı.4 Kısa bir süre içerisinde, bu çalışmalarını Eskişehir'e de yayacak olan parti, buradaki Sosyalist Fırkası'nın İşçi isimli yayın etrafındaki şubesini de bünyesine katmayı başardı. 14 Temmuz 1914'te Türkiye Komünist Partisi yayınladığı 1. Beyanname ile kuruluşunu duyuracaktı. Kuruluş döneminde partinin 140'a yakın kadar üyesi vardı. Salih Hacıoğlu Genel Sekreter seçilmişti. Manatov ve Nevşirvanov'un içinde olduğu Merkez Komitesi ise beş erkek, üç kadından oluşmaktaydı.5

Yeşil Ordu, her ne kadar gizli bir teşkilat olduğu iddiasında bulunuyor olsa da, esasında bu gizlilik iddiası resmen kayıtlı bir yapı olmamasından gelmekteydi ve özünde gevşek bir örgütlenmeydi. Nazım Resmor, İstiklal Mahkemesi'nde Yeşil Ordu'ya dair verdiği ifadede durumu şöyle açıklamıştı:

Şu kadarını arz edeyim ki; bu gizlilik hükümete karşı değil, sosyal devrimlerden  kuşkulandığı bilinen emperyalist Avrupa'ya karşıdır. Biz Avrupa'nın Doğu sosyal  devrimini Anadolu'da boğmaya kalkarak ülkemize saldırmasından korkuyorduk. İşte  gizliliğimizin nedeni budur”.6

Buna karşılık, kimi kaynaklarda 10 Eylül'de Bakü'de kurulacak partiden ayrılması için (Hafi) TKP olarak da anılan Türkiye Komünist Partisi'nin gizliliği, öncelikle hükümete karşıydı. Anadolu çoğrafyasında ortaya çıkan ilk gerçekten komünist örgüt olan bu parti, en başından beri Kemalistlere karşı illegal çalışması gerektiği düşüncesine sahip olmuştu. 1920'nin Haziran alında kaleme alınan Türkiye Komünist Partisi Genel Nizamnamesi, partinin programatik ilkelerini ortaya koymaktaydı:

Bütün insanlığa refah ve saadet temin edecel olan dünya devriminin Türkiye'de bir  an önce meydana gelmesini sağlamak ve sosyalizmi gerçekleştirmek için Türkiye'de  bir Komünist yani Bolşevik partisi kurulmuştur.

TKP, kapitalizm ve emperyalizmin baskılarından bütün ezilen ulusların ve sınıfların  kurtulması için bütün gücüyle mücadele edecektir.

Yönetim biçimi konusunda, Türkiye Bolşevikleri Rusya şura teşkilatının esaslarını  kabul ederler.

Türkiye Bolşevikleri (...) sosyalizmi yerleştirinceye kadar proletaryadan oluşmuş bu  şuraların diktatörlüğünü savunurlarlar.

Türkiye Bolşevikleri şura hükümetlerinin meydana gelişini şimdilik burjuva ve toprak  sahibi sınıfını seçilme hakkından mahrum eder.

Türkiye Bolşevikleri bu mücadelede başarılı olmak ve bütün insanlığa hizmet etmek  için her ülkedeki komünist sosyalist teşkilatlarıyla sıkı bir ittifak kurarak onlarla  birlikte hareket ederler. Ve Üçüncü Enternasyonal'e bağlıdırlar.

Türkiye Bolşevikleri, savaş ve askerliği ve bunlardan kaynaklı bütün eşitsizlikleri ve  haksızlıkları reddederler. Savaş ve mücadeleyi ancak militarizm ve emperyalizm imha  edilinceye kadar meşru görebilirler.

Toplumsal devrim sonucunda dünyada sosyalizm yerleşinceye kadar geçici bir devrim  ordusu kurulur.

Türkiye Bolşevikleri (...) özellikle özel mülkiyeti ortadan kaldıracaktır.
(...)
Türkiye Bolşevikleri, sosyalistliği kabul eden diğer uluslar ile Türkiye arasında her  tür siyasi sınır ve gümrük kısıtlamalarını ortadan kaldıracaklardır.
7

Bu programatik ilkelerin ortaya koyduğu en çarpıcı nokta, TKP'nin proleter enternasyonalizm temelinde kurulduğu ve Türkiye'de, dünya devriminin bir parçası olarak bir sosyal devrimin gerçekleşmesi ve bu devrimin, işçi konseylerinin iktidarında somutlaşacak bir proletarya diktatörlüğüne yol açması programıydı. Türkiye Komünist Partisi'nin Genel Nizamname'sinde bu noktadan sonra toplumsal hayatın nasıl düzenleneceğini betimleyen detaylı maddeler vardı. Nizamname, Komünist Enternasyonal'in genel ilkelerinden belirgin bir biçimde esinlenmişti, dolayısıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyordu. Öte yandan pratikte TKP'nin 1. Beyanname'si, komünist ilkelerden yola çıkarak, pratikte bu noktayla çelişiyor ve Kemalist harekete net bir biçimde karşı olduğunu ifade ediyordu:

“Türkiye’de Merkez Komitesi Ankara’da olmak ve sosyalizmi yerleştirmek üzere Üçüncü Enternasyonal’in şubesi bir Komünist Partisi kurulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, komünizmin esaslarından ibaret olan Nizamnamesi çerçevesinde halkla tartışmak ve bu büyük amaç etrafında insanları toplayarak eski zihniyet ve inançlar üzerine kurulmuş mevcut düzeni yıkmak ve sosyal devrimi meydana getirmek amacıyla oluşturulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, mevcut koşulları analiz ederken ülkeyi ve halkı iki eğilimin etkisi altında görmektedir. Bunlardan biri İstanbul hükümetinin ortaya koyduğu, diğeri de Kuvva-i Milliyenin oluşturduğu eğilimlerdir.

İstanbul hükümeti esas itibariyle eski mutlakıyetçi aristokratik bir idareden, yani eski sultanlık devrinin diriltilmesine uğraşan bir yapıdan başka bir şey değildir. İstanbul hükümeti bu esasları gerçekleştirmek için bütün ezilen kesimlerin düşmanları olan kapitalist müttefik devletlerle birleşmek ve bütün varlığıyla onlarla dayanışmaktan çekinmeyen, insanları birbirlerine kırdırmaktan ve en adi düşmanlara çiğnetmekten zevk alan, şerefsiz, haysiyetsiz ve hatta vicdansız bir kitleden başka bir şey değildir.

Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulmuş olan Kuvva-i Milliye hükümetine gelince: saray hükümetinin aldığı bu korkunç aldığı bu korkunç tutum üzerine ülke içindeki milliyetçiler, ülkenin demokratik burjuva sınıfına dayanarak adı geçen şahsın etrafında toplanarak İstanbul hükümetine karşı milliyetçi bir savaş gerçekleştirmek amacıyla, nüfusun bütün işlerine zorla el atan bir olağanüstü hükümet kurdular.

Ankara hükümetinin kendisine savaş için bir dayanak noktası oluşturmak üzere zaten uzun ve ezici bir savaştan çıkmış, ne yapacağını şaşırmış ve savaştan bitkin düşmüş bu yorgun halkı savaşa seferber etmesi, bunun için de onlara yeni bir ruh vermesi gerekiyordu. Kuvva-i Milliye hükümeti bunu da bulmakta güçlük çekmedi.

Uluslararası sermayeye düşman olduğunu, kapitalist hükümetlerin yıkılmasını ve bütün dünyada sosyal devrim yapılmasını azmettirdiğini her tarafa ilan eden Müslüman ülkelerin kitlelerine de destek vaat eden Rus Sovyet hükümetiyle ittifak kurduklarını ve onlardan para, top, silah hatta asker bile geleceğini ilan ettiler. Fakat burjuva elinde bulunan bu hükümet de iki yüzlülük siyasetini elden bırakmadı. Burjuvazinin etkisi altında milliyetçiliği bırakmayan bu hükümet buna rağmen Rusya’daki akımı alkışlamaktan da kendisini alı koymadı. Milliyetçilikten ayrılmadığını, aylardan beri eski düzeni koruduğunu özellikle komünizm akıma yaptığı fiili saldırılarla gösterirken, iki yüzlü siyaseti de elden bırakmayarak Rusya Sovyet hükümetine ve hatta Üçüncü Enternasyonal kongresine maskeli milliyetçi siyasetçileri delege olarak gönderdi.

Özetle yukarıda açıklanan duruma dayanarak Türkiye Komünist Patisi, bir tarafta zorba diğer tarafta aldatıcı iki siyasi eğilimin mevcut ve hakim olduğunu, daha açık bir ifadeyle Türkiye Komünist Partisi için, bir tarafta müttefik güçler ve onları destekleyen İtilafçılar, diğer tarafta onlardan hiçbir farkı olmayan ve fakat maske ile ortaya çıkan eski İttihatçılardan oluşan Kuvva-i Milliye hükümeti olduğunu ve iki hükümetle de hiçbir alakası olmadığını beyan eder. Dünya devriminin bir ordusu olarak kızıl bayrak altında bütün dünyadaki komünist yoldaşlarıyla beraber çalışmayı en öncelikli görevlerinden sayan Türkiye Komünist Partisi, bu yoldaşlarını coşku ve samimiyetle selamlamayı bir onur sayar ve onların zaferlerini kendi zaferi olarak görür. Yaşasın enternasyonal sosyal devrim!8

Türkiye Komünist Partisi'nin, Kemalist ulusal kurtuluş hareketini ve Türkiye sınırları içerisinde faal olan bütün burjuva siyasetlerini reddeden bu tutumu, partinin Eskişehir şubesince de paylaşılmaktaydı. Eskişehir İl Komitesi Kuvva-i Milliye ve TBMM'yi şöyle açıklamaktaydı:

Bir tarafta İtilaf devletleri ve en zalimleri olan İngiliz, Yunan ve Ferit Paşa  Hükümeti, diğer tarafta milliyetçiler mevkilerini tuttular ki şu şekilde mevcut durum  ortaya çıktı: ancak milliyetçilerin her tarafta ilçe ve şehir merkezlerinde  oluşturdukları ve seçilmiş adını verdikleri Kuvva-i Milliye tamamen burjuvalardan  oluştu; çünkü seçim zamanı para ve sonuçta nüfuz bütün varlığıyla vicdanlara  hakimdi.

Kuvva-i Milliye'ye dayanılarak her bölgeden çağırılan beşer milletvekili hemen  eskseriyetiyle bunlar tarafından oluşturularak seçildi. İşte bugün Milli Teşkilat'ın ve  Milli Meclis'in kaynağı ekseriyetiyle bu zengin kuvvetlerdir.9

Türkiye Komünist Partisi'nin kurulduğu dönem, Anadolu bir hayli hareketliydi. Milliyetçi çetelerin en güçlüsü olan Kuvva-i Seyyare'nin lideri Çerkez Ethem, tam da bu dönemde Ankara hükümetiyle açık olarak çelişkiye düştükten sonra Eskişehir'e dönmüştü. Eskişehir'in Çerkez Ethem'in kontrolü altında olması da, bu şehirde TKP için daha farklı olanaklar açmaktaydı. Şerif Manatov'un şehirdeki çalışmaları Eskişehir'deki Sosyalist Fırka şubesinin tamamının TKP'ye katılması sayesinde bu kentte partinin kontrolünde iki matbaa vardı ve kısa süre içerisinde bu matbaalardan parti programının yanı sıra bol miktarda bildirge ve brolüş basılmaya başlanacaktı.10 Salih Hacıoğlu, iki yıl sonra bu dönemdeki faaliyetleri şöyle anlatacaktı:

Bunlar Eskişehir'de açıkça halka ücretsiz dağıtıldığı gibi cepheye ve özellikle  Ethem'in çetesine ikiyüzer nüsha gönderildi ve Ankara ve çevresindeki köylere ve  Anadolu'nun hemen her tarafına gizli olarak dağıtıldı. Halk üzerinde çok önemli bir  etki yapan bu bildirgeler Mustafa Kemal Paşa'yı son derece öfkelendirdi.11

Milliyetçiliğin her türünü lanetleyen ve Kemalistlerle TBMM'ye tamamen karşı çıkan TKP'nin Çerkez Ethem'e ve onun komutasındaki Kuvva-i Seyyare'ye bakışı neydi? TKP'nin Çerkez Ethem'i herhangi bir dönem doğrudan desteklediğini söyleyemeyiz. Bununla birlikte, özellikle Eskişehir'de ilk başta bu şehirde örgütlenmeye çalışan TKP liderlerinin özellikle Çerkez Ethem'in siyasi sözcüsü konumundaki Arif Oruç ve Seyyare Yeni Dünya ile bir dirsek teması olmuştu. Seyyare Yeni Dünya'nın ilk üç sayısında Şerif Manatov'un yazıları çıkacaktı.12 Öte yandan, Şerif Manatov'un Eskişehir'den ayrılmasının ardından, Seyyare Yeni Dünya'ya milliyetçi ve İslamcı bir hava hakim olmaya başlayacaktı ki daha sonrasında şehre dönen Ziynetullah Nevşirvanov ile birlikte dönen Manatov'un bu konuda Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e yönelttiği eleştiriler etkisiz kalacaktı. Manatov ve Nevşirvanov özellikle bu noktadan sonra Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e karşı daha dikkatli olmaları gerektiğini düşünmeye başlamakla birlikte, Arif Oruç'un Seyyare Yeni Dünya'da, Yunus Nadi'nin çıkarttığı Yeni Gün gazetesinde Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nin Doğu Halklarına Çağrısı'nın Kemalistler lehine çarpıtılmış bir çevirisinin yayınlanmasına karşı bir polemik başlatmasını sağlayacaklardı. Salih Hacıoğlu ise, Eylül ortalarında Eskişehir'e geldiğinde, Ankara'dan takip ettiği bu polemiğin ve büyük ihtimalle Ankara'da Mustafa Kemal ile Çerkez Ethem arasındaki gerginliğin de etkisiyle Arif Oruç ve Ethem'in güvenilir olduğunu savunacaktı.13

Öte yandan TKP siyasi olarak Çerkez Ethem'e, onun kontrolündeki Yeşil Ordu'ya veya TBMM'deki İttihatçı yandaşlarına hiçbir şekilde ve hiçbir noktada siyasi bir destek sunmayacaktı. TKP'nin tutumu, daha ziyade, Çerkez Ethem ve Mustafa Kemal arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiden dolayı Çerkez Ethem'in Sovyet Rusya'ya bir hayli yakınlaşmasından doğan ortam ve olanakları, kendi propagandasını ve örgütlenmesini yapmak amacıyla kullanmak olarak tanımlanabilirdi. Parti, propaganda çalışmasında Çerkez Ethem'e yönelik özel bir eleştiri yapmasa da, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin parçası olduğu genel Kuvva-i Milliye hareketine dair netti. Dahası yayınlanan ilk TKP bildirilerinden biri Bolşevikler ve İttihatçılar başlığıyla, İttihatçılara karşı yazılmıştı:

Bolşeviklik, bildiğimiz anlamda particilik demek değildir. Bolşevikler dünyada  sosyalizmi yerleştirmeye azmetmiş bir insanlık zümresidir.

(...)

İttihatçıların her türlü fenalığını, ahmakça ve budalaca ve cahilce hareket ve  yaptırımlarını ve baskıcı yönetimlerini bir tarafa bırakalım. Yolsuzluk ve rüşvetin  adını bedava koyarak ülkenin her yerinde ahlaksızlığı son noktaya vardıran, hırsızlığı  göklere çıkartan o zalim idare adamlarının yoktan meydana getirdiği servetler, savaş  zenginleri hatırlardan nasıl silinir? Çıkıp da bu şeytani ruhlar, yüce Bolşevik ismini  nasıl taşıyabilirler? Hayır arkadaşlar hayır! Türkiye Bolşevikleri arasında yüzü kara  ve elleri kanlı olan ne bir İttihatçı ne de (...) bütün dünya işçi ve fakirinin düşmanı  olan İngiliz menfaatleriyle el ele veren İtilafçılardan bir kişi bile bulunması imkan ve  ihtimali yoktur.

Genel kanıda oluşan bu şüphe ve tereddüde yalnız bir açıdan hak verilir. O da pek  kurnaz ve şeytan doğalı olan İttihatçı sülükleri tanılmadıkları yerlerde Bolşevikler  arasına karşabilir, sokulabilir ve bu mümkündür. Fakat bunlar ne kadar şeytanlık ve  samimiyet gösterirse göstersin, çok geçmez foyaları meydana çıkar. Ve çıkacaktır ve  meydana çıkınca da derhal layık oldukları muameleyi göreceklerdir.

Yalnız şurasını da belirtmek gereklidir ki Türkiye Bolşevikleri bütün namuslu  insanları kendi arasında görmekten övünç duyarlar. Bu nokta dolayısıyla eski  partilerden hangisine dahil olursa olsun, fakir halkın zararına çalışmamış, zulüm ve  gaddarlık etmemiş, ve son moda tabirle bedavcılığa karışmamış, namus ve erdemiyle  tanınmış her vatandaş Türkiye Komünistleri arasına girebilir.14

Sonraki dönemde Anadolu'daki komünistler arasında Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sini Ukraynalı anarşist Nestor Makhno'nun komuta ettiği Ukrayna Devrimci İsyan Ordusu'na benzetme eğilimi ortaya çıkacaktı.15 Bununla birlikte bu dönemde faal olan TKP önderlerinin, Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasındaki çelişkiye dair görüşleri daha sonra farklılaşacaktı. İlginç bir şekilde dönemde Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha şüpheli bakan Ziynetullah Nevşirvanov, sonraki yıllarda Kuvva-i Seyyare'nin Mustafa Kemal'in düzenli ordusu ile çatışmasına sınıfsal bir içerik yükleyecekti.16 Buna karşılık, ilkin Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha safça yaklaşmış olan Salih Hacıoğlu, sonrasında Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasında çatışmayı, milliyetçi hareket içerisinde oluşacak birleşik ordunun başkumandanının kim olacağının belirlenmesi için ortaya çıkan bir durum olarak tahlil edecekti.17

1920'nin Eylül ayının sonlarına doğru, Şerif Manatov Mustafa Kemal'in askeri polisince Eskişehir'de tutuklanarak Ankara'ya götürüldü. Manatov, sorgulamada konuşmadığı için Ankara'da bir bodruma kapatılacaktı. Bu sırada, Jan Upmal-Angarskiy'nin başını çektiği Sovyet heyeti Ankara'ya geldiler. Mustafa Kemal'in temsilcileriyle görüşen Upmal-Angarskiy, Manatov'un nerede olduğunu sorunca onun Eskişehir'de bir gazete çıkartmakta olduğu söylendi, sonrasında Manatov gizlice sınırdışı edildi. Bu dönemde partiye yönelik baskılar artmış ve illegalite koşulları sertleşmişti, bu da parti yönetimini savunmaya çekilmeye itecekti.18 Bu gelişme, partinin Merkez Komitesi'nde zorunlu değişiklikleri getirecekti. Manatov'un sınırdışı edilmesinin ardından Upmal-Angarskiy, Hüseyin Hüsnü ve gelen heyetin geri kalanı partinin Merkez Komitesi'ne dahil edildiler. Hüseyin Hüsnü, bu süreçte Rusya'ya dönmüş, yeniden Türkiye'ye gönderilmiş fakat yolda Denikin'in Beyaz karşı-devrimcilerinin eline geçmiş, bir süre Sivastopol'de hapiste yattıktan sonra İstanbul'da İngilizlere teslim edilmiş, fakat burada hapisten kaçmayı ve Sivas'ta Upmal-Angarskiy'nin heyetiyle buluşmayı başarmıştı.19

Türkiye Komünist Partisi 1920'nin Aralık ayına kadar, başta 250-300 üyeli Ankara şubesi20 olmak üzere, Eskişehir, Kızılcahamam, Çamlıdere, Yozgat, Kastamonu, İnebolu, Şebinkarahisar, Alanya, Konya, Sivas ve Trabzon'da21, 350-400 kişiyi kapsayan bir örgütlenme kurmayı başaracaktı.22 Partinin bu diğer şehirlerde giriştiği örgütlenmelerin bazıları, Türkiye Sosyalist Fırkası'nın Eskişehir merkezli Anadolu örgütlenmelerinin ve özellikle Karadeniz'de Türkiye Komünist Teşkilatı'nın gönderdiği militanların kurduğu grupların TKP'ye katılmasıyla gerçekleşmişti.23 Parti, Ekim ayında gerçekleştirdiği konferansında, Sovyet elçilik görevlilerine hitaben kaleme aldığı mesajda şunları yazacaktı:

Burjuva ve emperyalist hükümetin çıkardığı bütün engellere karşın 14 Temmuz  1920'de hükümetten gizli olarak kurulan Türkiye Komünist Partisi şimdiye kadar gizli  propaganda yoluyla bir taraftan işçi ve köylüler arasında, öte yandan askerler  arasında, Bolşevizmin önemini anlatmaya çalıştı. Güçlüklere karşın parti beklenenin  üstünde sonuç aldı (...) Türkiye Komünist Partisi hükümetin partiye ve genel olarak  komünist harekete karşı şiddetli düşmanlığı konusunda vardığı kanının doğruluğunu  gösterecek birkaç örneği hatırlatmayı gerekli buluyor.24

Hatırlatılan bu örnekler arasında Karadeniz'de milliyetçi ordu tarafından yakalanan bir Bolşeviğin Ankara'ya getirilip işkencede öldürülmesi, başta Şerif Manatov olmak üzere bazı militanların tutuklanması, partili oldukları bilinen yoldaşların gizli polis tarafından sürekli izlenmeleri vardı. Upmal-Angarskiy ve heyeti, Ekim 1920'de Sovyet Rusya'yı temsil etmek üzere gelmiş bir ülkeye gelmiş kişilerin nasıl yerel komünist hareketin sorunlarına duyarlı olabildiğini ve hatta sahip oldukları devrimci deneyimi yeni militanlara yardımcı olmaya yönelik kullanabileceğini gösterecekti. Upmal-Angarskiy ve arkadaşlarının ardından gelen hiçbir heyet, böylesi bir çaba içine girmeyecekti.

Gerdûn

1Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

2Bilen, İsmail. “Türkiye Komünist Partisi MK Genel Sekreteri İ.Bilen Yoldaşın Konuşması.” Yeni Çağ - Barış ve Sosyalizm Problemleri Dergisi. Ocak 1975. s. 68

3 Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 205

4Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

5Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 161

6Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

7Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 88-9

8Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 90-1

9Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 162

10Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125, 150-1

11Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125

12Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 166

13Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151-2

14Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 91-2

15Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 127-8

17Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 142

18Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 145

19Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

20Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 124

21Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

22Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 161

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 169-170

24Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 133

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Mücadele Etmek Neden Bu Kadar Zor ve Bu Zorlukları Nasıl Aşabiliriz?

İlk bakışta, her şey işçi sınıfı öfkesinin patlak vermesine elverişli gözüküyor. Kriz bariz ve kimse krizden kaçamıyor. Her gün aksi yönde iddialar yapılsa da, sonun yakın olduğuna inanan insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Bütün gezegen vahim bir vaziyette gibi gözüküyor: savaşlar, barbarlık, kıtlık, salgın hastalıklar, kar adına doğanın korkunç tahribatı ve sağlığımızla oynanması...

Karşımızda bütün bunlar varken, aklımıza öfke ve isyandan başka düşüncelerin gelmesini hayal etmek dahi zor. İşçilerin hala kapitalizm altında bir geleceğe inanabileceğine inanmak zor. Buna rağmen kitleler mücadele yoluna tamamen girmiş değil. Bu yüzden oyunun bitttiği, krizin eziciliğinin basitçe galip geldiği ve getirdiği moral bozukluğunu aşmanın bir yolu olmadığı sonucuna mı varmamız gerek peki?

 

Büyük zorluklar

İşçi sınıfının bugün büyük zorluklar deneyimlediği inkar edilemez. Bunun en az dört tane nedeni var.

İlk ve açık ara en kilit neden, gayet basitçe proletaryanın kendisinin bilincinde olmaması, yani 'sınıfsal kimliğini' kaybetmiş olması. Berlin Duvarı'nın yıkılışından sonra, 1990'lar boyunca komünizmin tarihsel başarısızlığına şahit olduğumuza bizi ikna etmek için devasa bir propaganda kampanyası yürütüldü. En gözü kara – ve en salak – yorumcular 'tarihin sonununun geldiğini' ve barış ve demokrasinin nihai zaferini dahi ilan ettiler. Komünizmi Stalinizm denilen hilkat garibesinin çürüyen leşiyle karıştırarak, hakim sınıf önceden kapitalist düzenin devrilmesine yönelik bütün perspektifleri gözden düşürmeye çalıştı. Herhangi bir devrimci dönüşüm ihtimalini sıfırlamaya çalışmakla da yetinmeyerek, her türden işçi sınıfı mücadelesini yalnızca 'kültürel hafıza'nın dinozor fosilleri ve mağara resimleri gibi bir parçası olarak resmetmeye teşebbüs etti.

En önemlisi, burjuvazi tekrar tekrar klasik biçimiyle işçi sınıfının toplumsal ve siyasi sahneden silindiğini söyleyip durdu1. Sosyologlar, gazeteciler, siyasetçiler ve magazin filozoflar toplumsal sınıfların ortadan kalktığı, şekilsiz 'orta sınıf' lapası içerisinde kaybolduğu fikrini pazarladılar. Burjuvazi hep proleterlerin kendilerini yalnızca 'yurttaş' olarak gördükleri, çeşitli çıkarların ayırdığı ve kendilerini ancak seçim sandığında ifade edebilecek, beyaz yaka, mavi yaka, çalışan, gündelikçi, işsiz gibi mesleki kategorilere bölnmüş bir toplum düşü kurmuştu. Sonu gelmez biçimde kitaplardan, gazetelere, televizyonlardan internete her yerde pompalanan işçi sınıfının ortadan kalktığı fikrinin de pek çok işçinin kendilerini, bağımsız bir toplumsal güç olarak görmek bir yana, işçi sınıfının içkin bir parçası olarak dahi görmelerini engellediği de doğrudur.

İkinci olarak, sınıfsal kimliğin bu şekilde kaybedilmiş olması, proletaryanın kendi mücadelesini ve kendi tarihsel perspektifini beyan etmesini de aşırı derecede zor kılıyor. Burjuvazinin kendisinin kemer sıkma politikalarından, her koyun kendi bacağından asılır mantığından ve bir hayatta kalma kapışmasından başka önerecek bir şeyi olmadığı bir arkaplanda, hakim sınıf sömürülenleri birbirlerini gırtlaklamaya teşvik ederek, sömürülenleri bölerek birleşik bir tepkinin önünü keserek ve sömürülenleri çaresizliğe sürükleyerek sınıf bilinci yoksunluğundan faydalanıyor.

İlk iki noktanın bir sonucu olan üçüncü unsur ise krizin şiddetinin mutlak açlık koşullarına düşmekten, evlerine ekmek götürememekten, sokağa düşmekten, yalıtılmaktan ve baskılara açık olmaktan korkan pek çok işçiyi felç ediyor oluşu. İspanya'daki 'Öfkeliler' hareketi gibi kimileri, sırtları duvara dayanmış halde, öfkelerini açıkça ifade etmeye itilmiş de olsa hala kendilerini mücadele içerisindeki bir sınıf olarak görmüyorlar. Bu hareketlerin görece kitlesel niteliğine rağmen, bu hakim sınıfın yaydığı yanılsamalara ve döşediği tuzaklara direnme, tarihin derslerini kullanma ve bir adım geri atıp gereken derinlikle dersleri çıkartma kapasitelerini sınırlıyor.

İşçi sınıfının düzene karşı mücadelesini geliştirmekteki zorluklarını açıklayan dördüncü bir önemli neden daha var: Açıktan açığa baskı uygulayan polis gibi parçalarından sendikalar daha sinsi ve çok daha etkili aygıtlara, burjuva iktidarının cephaneliğindeki silahları. Özellikle sendikalar konusunda, her ne kadar sendikaların işçinin çıkarlarını savunduğuna yönelik derin yanılsamalara sahip işçiler gün geçtikçe azalıyor olsa da, işçi sınıfı hala sendikaların egemenliği dışında mücadele etme korkusunu aşmış değil. Bu fiziksel kuşatmayı sendikalar, basın yayın kuruluşları, entellektüeller, solcu partiler ve benzerlerinin iyi kötü ustalaştığı ideolojik bir kuşatma da destekliyor.

Bu 'zihin kontrolünün' anahtarı şüphesiz demokrasi ideolojisi. Her önemli olay, demokrasinin faydalarını övmek için kullanılıyor. Demokrasi özgürlüğün çiçek açabileceği, tüm fikirlerin ifade edebileceği ve halkın iktidarı meşru kılacağı; herkesin insiyatif alabileceği, bilgi ve kültüre erişebileceği bir çerçeve olarak sunuluyor. Oysa gerçekte, demokrasi yalnızca elit bir kesimin, yani burjuvazinin iktidarının meşrulaştırılması için ulusal bir çerçeve sunuyor. Gerisi, sandığın tekine bir parça kağıt atmanın belli bir güç sahibi olmak anlamına geldiği ve nüfusun sesinin parlamentoya 'temsilcilerini' oylayarak ifade edilebileceği gibi yanılsamalardan ibaret. 80'lerin sonunda Stalinist rejimlerin çöküşünün neden olduğu ve demokrasinin egemenliğini fazlasıyla güçlendiren şoku nasıl hafife almıyorsak, bu ideolojinin ağırlığını da hafife almamamız gerekli.

Bu ideolojik cephanelikte dinin etkisini de eklememiz gerekli. Tabii ki din yeni bir olgu değil, insanlığın çevresindeki dünyayı ilk anlamlandırma çabalarından beri var ve çok uzun süredir her tür hiyerarşik iktidarı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Öte yandan bugün oynadığı rolün farklı yönü, özellikle mevcut düzenin 'çöküşünü' binlerce veya yüzlerce yıl önce din ve özellikle tek tanrılı dinler tarafından ifade edilmiş değerlerden uzaklaşılmış olduğuyla açıklayarak, işçi sınıfının iflas halindeki bir kapitalist düzeni anlama ihtiyacı duyan bir kesiminin düşüncelerini saptırıyor olması. Dini ideolojinin gücü durumun aşırı karmaşıklığını hasıraltı etmesi. Basit cevaplar ve uygulanması kolay çözümler öneriyor. Aşırı dinci biçiminde yalnızca proletaryanın bir azınlığını ikna ediyor olsa da, genel olarak işçi sınıfının içerisindeki netleşme çabasından bir asalak gibi besleniyor.

 

Ve devasa bir potansiyel

Resmettiğimiz durum kulağa biraz çaresiz gelebilir: ideolojik silahlarını kullanmayı iyi bilen bir burjuvazi karşısında, nüfusun çoğunu – açlık koşullarında değillerse – açlık koşullarıyla tehdit eden bir düzende hala olumlu düşünmemiz, bir umut bulmamız mümkün mü? Toplumun radikal dönüşümünü sağlayacak ve azıyla yetinmeyecek bir toplumsal güç gerçekten var mı? Bu soruya tereddütsüz şu yanıtı veriyoruz: evet! Bin kere evet!

Mesele işçi sınıfına körlemesine güvenmek, Karl Marx'ın yazılarına adeta dini biçimde inanmak ya da çaresizce bir devrim planı kurmaya çalışmak değil. Mesele, belli bir mesafe almak, sakince durumu tahlil etmek ve anlık olanın ötesine geçerek sınıfımızın mevcut mücadelelerinin gerçek anlamını kavramaya çabalamak ve proletaryanın tarihsel rolü üzerine derinlemesine bir çalışma yapmak.

2003'ten beri yayınlarımızda işçi sınıfının, doğu bloğunun çöküşünün ardından girdiği geri çekilme sürecine kıyasla olumlu bir dinamiğe girmiş olduğunu ifade ediyoruz. Bu tahlil, hepsi işçi sınıfının dayanışma, kolektif tartışma ve hatta basitçe zorluklara karşı ateşli bir yanıt verme gibi tarihsel reflekslerini yeniden keşfetme eğiliminde olduğunu gösterir nitelikteki bir dizi iyi kötü önemli mücadeleye dayanıyor.

Bu unsurları 2003 ve 2010'da Fransa'daki emeklilik 'reformu' karşıtı mücadelelerde, yine 2006'da Fransa'daki CPE yasası karşıtı öğrenci eylemlerinde, fakat ayrıca İngiltere'de Heathrow havalimanı ve Lindsey rafinerilerindeki yasadışı grevlerde, ABD'deki New York metro grevinde, İspanya'daki Vigo demir-çelik grevinde, Mısır'da, Dubai'de, Çin'de ve daha pek çok mücadelede gördük. İspanya'daki Öfkeliler hareketi ve ABD'deki İşgal hareketi ise özellikle çeşitli işletmelerdeki mücadelelerden daha genel ve daha hırslı bir amaca sahiplerdi. Öfkeliler hareketinde ne gördük? Her ufuktan işçilerin, işsizlerin, yarı-zamanlı çalışanların, tam-zamanlı çalışanların hep kolektif deneyime katılmak ve bu dönemde neyin tehlikede olduğunu kavramak için bir araya geldiklerini gördük. İnsanların yalnızca başkalarıyla özgürce tartışabildikleri için heyecanlarını yeniden kazandıklarını gördük. İnsanların alternatif deneyimleri paylaşıp getirilerini ve kısıtlılıklarını tartıştıklarını gördük. İnsanların neden olmadıkları ve bedelini ödemek istemedikleri bir krizin kurbanlarından ibaret olmayı reddettiklerini gördük. Kendiliğinden oluşan kitle meclislerinde insanların bir araya geldiklerini, netleşmeyi, fikirlerin çarpışmasını mümkün kılan, tartışmayı bozmak veya baltalamak isteyenleri ise kısıtlayan ifade biçimlerini benimsediklerini gördük. Son olarak, ve en önemlisi, Öfkeliler hareketi enternasyonalist bir hissiyatı, dünyanın her yerinde aynı krize maruz kaldığımızın ve mücadelemizin tüm sınırları aştığının farkındalığını ortaya çıkardı.

Şüphesiz, pek çok kişinin komünizmden, proleter devrimden, işçi sınıfından ve burjuvaziden, devrimci iç savaştan ve benzeri hususlardan konuştuğunu duymadık. Öte yandan böyle hareketlerin gösterdiği her şeyden önce işçi sınıfının özel yaratıcılığı ve kendisini örgütleme kapasitesiydi ki bunlar kaynaklarını onun bağımsız bir toplumsal güç olarak sahip olduğu vazgeçilmiz karakterinde bulmuşlardı. Bu niteliklerin bilinçli olarak yeniden benimsenmesi hala uzun ve ızdırıplı bir yolun sonunda gözüküyor fakat o yola çıkıldığını inkar etmek mümkün değil. İster istemez bu yolculukta durulmalar, geri adımlar, kısmi cesaret kırılmaları da yaşanacak. Öte yandan dünya çapında işçi sınıfının mücadelesinin öncü kolunda bulunan ve gelişimi son birkaç yıl içerisinde nicel olarak görülebilir olan azınlıkların düşünüşünü de ateşleyecek.

Son olarak, her ne kadar işçi sınıfının zorlukları devasa olsa da, durum içerisinde oyunun bittiğini, işçi sınıfının artık kitlesel ve devrimci mücadelelere girmesinin imkansız olduğunu söylememize olanak verecek hiçbir unsur yok. Tam aksine, yaşayan ifadeler çoğalıyor ve yalnızca kırılganlıklarının bariz olduğu görünen suretlerini değil gerçekten ne olduklarını derinlemesine incelersek potansiyellerini, geleceği dair barındırdıkları ihtimali kavrayabiliriz. Münferit, dağınık ve azınlık niteliklerine rağmen, unutmamalıyız ki bir devrimcinin en temel özellikleri sabır ve işçi sınıfına güvendir2. Bu sabır da, bu güven de işçi sınıfının ne olduğunun tarihsel olarak kavrayışına dayanır: hem sömürülen hem de devrimci olan ilk ve bütün insanlığı sömürü lanetinden kurtarma görevine sahip tek sınıf. Bu, materyalist, tarihsel ve uzun-erimli bir vizyondur. 2003'te, örgütümüzün 15. Enternasyonal Kongresi'nin bilançosunu çıkartırken şunu yazmamızı mümkün kılan da bu vizyon olmuştur:

"Marx ve Engels'in söylediği üzere, 'mesele şu veya bu proleterin ya da hatta proleteryanın tamamının bugün neyi hakikat olarak kabul ettiği değildir, proletaryanın ne olduğu ve tarihsel olarak, varoluşu tarafından ne yapmaya yöneltileceğidir'. Bu yaklaşım bize gösteriyor ki, işçi sınıfına yönelik saldırıların gün geçtikçe vahşileşmesine ve artmasına neden olacak olan kapitalist krizin darbeleri karşısında, işçi sınıfı tepki vermek ve mücadelesini geliştirmek zorunda kalacaktır."

GD, 25.10.12

1Bu demek değil ki geçtiğimiz on yıllarda başta batıdaki sanayinin düzenin 'çeperindeki' ülkelere kaydırılmasından dolayı içerisinde işçi sınıfının şeklinde önemli maddi değişimler olmadı veya bu değişimler işçi sınıfının sınıfsal kimliğini korumadaki zorluklarını arttırmadı. Bu konuya başka bir yazıda geri döneceğiz.

2Lenin bir de espiri anlayışını eklerdi.

 

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Servet Düşmanı Tartışma Platformu: Anarşist Komünistler İçin Sendikalar ve Sınıf Mücadelesi

Bu metin EKA Türkiye şubesinin “EKA Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı tartışma yazısına Servet Düşmanı Tartışma Platformu (servetdusmani.wordpress.com) tarafından cevap olarak yazılmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Anarşist komünistleri, komünist olma iddiasındaki pek çok akımdan ayıran temel ilkesel tutumlar, bu ilkelerin belirli düzeyde de olsa örtüştüğü anlayışlarla tartışma ve olabildiğince yan yana durma gibi bir gerekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, tarihsel miras bağlamında da güncel olarak da, devrimci özne olarak işçi sınıfına bakış açısı, enternasyonalizm ve ulusal soruna bakış, burjuvazinin klikleriyle ittifak yapılması, burjuva demokrasisi ve onun aygırlarının reddi gibi temel ilkelerde ortaklaştığımız Sol Komünistlerle tartışma yürütmek büyük önem taşımaktadır.
 
Kendisini “Özgürlükçü ve Komünist Tartışma Platformu” olarak tanımlayan ve (yalnızca anarşist komünistlerin değil) belirlenen temel ilkeler çerçevesinde daha genel bir tartışma zemini oluşturmayı hedefleyen Servet Düşmanı bileşenleriyle, Sol Komünist geleneği sahiplenen Enternasyonal Komünist Akım (EKA) Türkiye Şubesi’nden yoldaşlar arasında kamuya açık bir tartışma yürütülmesinin amaca uygun ve zenginleştirici olacağı düşüncesindeyiz.

Bu tartışmalar bağlamında; EKA’dan yoldaşların kaleme aldığı “Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış: EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı yazı, temel ve kritik öneme sahip tartışma noktalarından birini gündeme almasıyla, yerinde bir başlangıç. Türkiye’deki hâkim sol anlayış, sınıfın örgütlenmesi ve sendikalar meselesini ezberlenmiş, genel geçer kabuller üzerinden ele alıyor ve sahiplendikleri pozisyonun hataları, açmazları defalarca ortaya çıkmasına rağmen bu konu üzerine hemen hemen hiçbir tartışma yürütülmüyor. Kuşkusuz, kolaycılıktan, tartışma ve özeleştiri kültürünün gelişmemiş olmasından veya örgütlerin köşe başlarını tutan şeflerin keyiflerinden kaynaklanan bu tarz, sadece bu başlıkla ilgili değil devrim sorunsalını ilgilendiren neredeyse her başlıkla ilgili söz konusu.
 
Burjuvazi Fransız ve Sanayi Devrimleri sonrası dönemde siyasal ve ekonomik hegemonyasını sağlamış, sanayileşen ülkelerde yoğun bir işçileşme süreci yaşanmış, işçiler sınırsız baskı ve sömürü koşullarında çalışmaya ve sefalet içerisinde yaşamaya mahkum edilmişti. Sendikalar; bu koşullarda, bu koşullara karşı mücadele etmek için ortaya çıkmış ve uzun süre kitlesel üretim birimlerinde yan yana çalışan işçiler için gündelik-ekonomik sorunları için verdikleri mücadelenin organları olarak varlığını sürdürmüşlerdir.
 
Bu noktada "Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış: EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?" başlıklı yazıda "Sendikalar, sermayenin artı-değere bağımlılığından doğan emek-gücü talebi, işçi sınıfının yaşamını idame ettirebilmesi için ihtiyacı olan maddi kazanımı ve yükseliş dönemindeki kapitalizmden reformlar koparabilme olasılığının toprağından yeşermiştir." tespitini yerinde bulduğumuzu belirtelim. Ancak "Bugün ise işçi sınıfının kalıcı iyileştirmeler elde etmesinin imkânsızlığı, ekonomik çıkarlarının savunusuna dayanan kendine özgü, kalıcı örgütleri sürdürmenin imkânsızlığı ile aynı anlama gelir. Sendikalar kendilerinin yaratılma sebebi olan işlevi kaybetmiştir.” tespiti için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz.
 
Her şeyden önce yazının alıntı yapılan ilk cümlede belirtildiği üzere işçi sınıfının kapitalizmden reformlar koparması geçmişte de bir olgu değil, bir olasılık, bir umuttu. Bu umut için ayağa kalkan işçiler, süreç içerisinde sistemin, onların talep ettiği reformların çok azını gerçekleştirebileceğini ve bunun onlara yetmeyeceğini anladıklarında giderek kitleselleşen ve talepleri radikalleşen mücadeleler yarattılar. Bu nedenle özellikle 20. yy’ın ilk yarısında işçi sınıfının öncülük ettiği devrimci süreçler gerçekleşti ama bu süreçlerin tamamı karşı devrimle boğuldu.
 
Bugün ise, bunun gerçekleşme imkânından bağımsız olarak, işçi sınıfının kalıcı iyileşme elde etme umudunun eskisinden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Bunun ötesinde sistemin propagandasıyla bireysel kurtuluş umudu eskiden olduğundan daha fazla. Ancak artı değer sömürüsü devam ettiği sürece emekçilerin özgürlüğünden ve herkes için refahtan söz etmek hiçbir zaman olmadığı gibi bugün de mümkün değil. Sermayenin yoğunlaşmasıyla yaratılan bireysel kurtuluş yanılsamasının tersine, bireysel kurtuluş vaadi giderek daha fazla insan için imkansız hale geliyor. Giderek daha fazla insan üretim sürecinde nesneleşirken, gelişmiş ve orta gelişmiş ülkelerdeki emekçilerin bir bölümü tüketim sürecinde özne haline getirilerek sömürü düzeni, refah toplumu adıyla cilalanıyor. Ancak üretim sürecinin en altında kalan büyük bir çoğunluk için sömürü koşulları çıplak haliyle devam ediyor. Ağustos ayında Güney Afrika’da platin madeninde grev yapan işçilere polisin yaylım ateşi açması ve Anglo American Platinum’un Ekim ayında 12.000 işçiyi işten çıkarması bunun en yakın ve açık örneklerinden biri…
 
Tüm bunlar EKA’nın metninde belirtildiği gibi sendikaların, sermaye tarafından ele geçirilmiş ve devlete entegre olmuş olduğu gerçeğini inkar ettiğimiz anlamına gelmiyor. Bugün sistemin tanıdığı ve yasal statü/haklar sağladığı pek çok kurum gibi sendikalar da sisteme entegre olmuş durumda. Ayrıca, işçilerin giderek daha küçük bir kısmının toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanmak için üye olduğu ve gerçek anlamda örgütlenmedikleri ve mücadeleye sevk edilmedikeri, pek çok işyerinde ise işçilerin gözünde işverenin bir organı olarak görüldüğü aygıtlar haline gelmiş durumda. Üretim sürecinden tamamen kopmuş profesyonel yöneticileri için ise, sendikalar kârlı birer iş kapısı haline gelmiş durumda.
 
Diğer yandan kapitalizmin gelişim sürecinde, üretim modelleri değişmiş, çeşitlenmiştir. Kitlesel üretim birimlerinde yan yana çalışan işçilerin örgütlenme ve mücadele aygıtları olarak ortaya çıkan sendikaların ortaya çıkan yeni çalışma biçimlerindeki işçilerin gündelik-ekonomik sorunları bağlamında dahi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi için uygun olmadığı pek çok örnekte ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar günümüzde sendikaların sınıf mücadelesinin büyütülmesi konusunda yeterli aygıtlar olmadığını, çoğu zaman mücadelenin önünde engel haline geldiklerini göstermektedir.
 
Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, yazıdaki "Aslolarak bu sözleşme [Toplu İş Sözleşmesi] işçilerin belirlenen süre boyunca emeklerini belirlenen şartlar içerisinde işverene satmak zorunda kaldığının ifadesidir ve işçi sınıfı için toplu iş sözleşmesi, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde gerçek prangalardır." argümanı tutarlı olmamasının ötesinde, mücadelenin süreçlerinin farklılıklarını görmezden gelmektedir. Kapitalizmde işçiler toplu veya bireysel olarak emeklerini satarak yaşamlarını sürdürürler. Emeğin değeri burjuvazi için üretim maliyetidir ve bunu minimize ederek karını maksimize etmeye çalışır. Bunu belirleyen ise ulusal sınırlar, işçilerin örgütlülük düzeyleri, iş gücünün niteliği gibi etkenlerle belirlenen emeğin piyasa değeridir. Sendika üyesi olmak bir işçi için emeğinin değerini arttırması bağlamında bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla bir işçinin emeğinin niteliğini ve piyasa içindeki değerini arttırıcı eğitim alması, ekonomik talepleri için mücadele etmesi gibi etkenler ne kadar prangaysa sendika üyesi olarak Toplu İş Sözleşmesi’nden faydalanması da o kadar prangadır.
 
Mücadelenin farklı anlarının farklı koşulları, farklı ihtiyaçları vardır. Komünistlerin bu dönemlerin şartlarını tahlil ederek mücadele hattını oluşturmaları gerekir. Günümüzdeki gibi sınıf mücadelesinin zayıf olduğu dönemlerde, emekçilerin gündelik-ekonomik sorunlarıyla ilgili mücadeleleri desteklenmeli, dağınık ve etkisi zayıf işçi hareketleri birleştirilmeye, güçlendirilmeye çalışılmalıdır. Sendikaları ne kadar eleştirsek de, yasaların sağladığı belirli güvenceler ve Toplu İş Sözleşmesi ve yasal grev yapma tekeline sahip olması gibi imtiyazlar nedeniyle bugün işçiler mücadele edecekleri zaman sendika şemsiyesi altına giriyorlar. Bu rasyonel ve başlangıcı itibariyle mücadeleye fayda sağlayabilecek bir davranıştır. Ancak aynı zamanda sendikalarla işçilerin ilişkisi kurulduğu anda mücadelenin kaderi bürokratların ellerine bırakılmış olmakta, işçilerin karar alma sürecine katılma şansı bulunmamaktadır. Diğer yandan sendikalı işçi sayısının % 8,5’’lara düştüğü göz önüne alındığında sendikalı olmayan devasa bir kitlenin örgütlenme ve mücadeleye sevk edilme sorunu karşımızda durmaktadır. Kaldı ki %8,5’luk oran yalnızca sendika üyesi olma hakkına sahip işçiler baz alınarak hesaplanmaktadır. Evden çalışma gibi yeni üretim biçimlerinin, kayıt dışı istihdamın ve işsizliğin yaygınlığı düşünüldüğünde işçilerin çok küçük bir kısmının sendika üyesi olduğu ortaya çıkmaktadır.
 
Bu noktada karşımızda; bir yandan sendikalara üye olan ama örgütlü olmayan yüz binlerce işçinin, diğer yandan sendika üyesi olmayan, fiili veya yasal nedenlerle sendikaya üye olma imkanı olmayan çok daha büyük bir işçi kitlesinin nasıl örgütleneceği ve mücadeleye sevk edileceği sorunu durmaktadır. Biz sendikaları, işçi sınıfının en önemli ve gelişkin örgütlenmesi olarak görmüyoruz, tersine günümüzde işçi sınıfının ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak, yozlaşmış kurumlar olduklarını tespit ediyoruz. Ancak yukarıda belirttiğimiz olanaklarının mücadelenin günümüzde olduğu gibi zayıf olduğu anlarda kullanılabileceği ve zaten işçiler tarafından çeşitli biçimlerde kullanıldığını görüyoruz.
 
Önemli olan her koşul ve ihtiyacı gidereceği ön görülen bir örgütsel formun aranmasından çok, sınıf mücadelesinin yükseltilmesinde hangi formun hangi dönemde, hangi konuda işlevli olabildiğinin tartışılmasıdır. İspanya İç Savaşı örneğinde olduğu gibi Sendikaların işçi sınıfı için devrimci örgütler haline geldiğini, diğer yandan Ekim devriminin en önemli organları haline gelen sosvyetlerin bir kaç sene sonra karşı devrimci güçlerin, işçi sınıfını kontrol altına almasını sağladığı organlar haline geldiğini hatırlamalıyız. Dolayısıyla konuyu sendikaları mutlaklaştırma, kutsama ve tümden reddetme ikileminden kurtarıp, sınıf mücadelesinde hangi aracın nasıl kullanılabileceği üzerinden ele almamız gerekmektedir.
 
Sendikaların yapısal ve güncel sorunları olduğu yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte işçi sınıfı için mücadele sürecinde belirli faydalarının olabileceğini de inkar edemeyiz. Diğer yandan mevcut sendikaların kastlaşmış ve çürümüş yapıları nedeniyle dönüştürülmesinin imkansızlığı ortadayken "Günümüzün üretim biçimlerinin farklılıklarına uygun, emekçilerin tabandan karar alabileceği, mücadeleci sınıf örgütlenmeleri yaratılabilir mi?”, “Tek bir form değil, farklı işlevlere sahip birbirlerine paralel, birbirleriyle ilişki içinde ve aralarında geçişkenlikler olan değişik örgütlenme biçimleri oluşturulabilir mi?" sorularını tartışmak büyük önem taşıyor. Bunu bizim sormamızın ötesinde mücadele eden işçilerin bu konuda çeşitli deneyimler yarattığına da tanıklık ediyoruz. Bu deneyimler bu soruların önemini net olarak göstermektedir. İşçi sınıfının gündelik sorunlarından başlayan mücadeleler emeğin mutlak özgürüğünü sağlayacak komünist bir toplumu yaratacak devrime giden ilk adımlardır. Bunun için uygun olan araçların ne olduğunu mücadelenin ihtiyaçlarının ne olduğu belirleyecektir.

Zafer Onat

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Servet Düşmanı Tartışma Platformu: Sınıf Mücadelesi, Komünist Bir Ufkun Kurulması ve Bunu Zorlaştıran Bazı Şeyler

Bu metin EKA Türkiye şubesinin “EKA Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı tartışma yazısına Servet Düşmanı Tartışma Platformu (servetdusmani.wordpress.com) tarafından cevap olarak yazılmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Sendikalar üzerine özel bir tartışma yürütmek yerine bence daha acil olan sorun işçi sınıfı mücadelesi ile nasıl ilişkilenebiliriz sorusu; ya da işçi sınıfı mücadelesi içerisinde ne tür bir genel tavır savunmalıyız sorusu. Ama bu sorularla cebelleşebilmek için, bugün sinif mucadelesi nasıl yürüyor sorusuna dair daha somut bir kavrayışa ihtiyacimiz var. Kafamızdan en uygun teorik doğruya göre, ya da “olması gereken şudur” şemalarına göre tartışmak bizi fazla ileri götürmeyecektir. Çünkü iş o noktaya geldiğinde “en saf en temiz ilke sudur” yaklasimina evrilen bu tarz bir arayış, bizi o klasik doğru niyetler ve istekler nedir gibi absürt ve soyut bir alana sıkıştırır.

Bu yazıda ilkin sınıf mücadelesiyle ilişkilenme genel sorunu etrafında, sendikalara dair pratik bir bakış geliştirmeye çalışacağım. Sonrasında daha önemli olan meseleye, yani bugun sınıf savaşımı sınıf alanında nasıl yürüyor meselesine dair bazı kısa değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağım. Son olarak bütün bunlara ek olarak devrimcinin müdahelesine neden ve nasıl ihtiyaç olabilir sorusunu bu iki meseleyle birlikte ortaya koymaya çalışacağım. Sorunun formülasyonu, bence şu aşamada cevabından daha önemli olduğu için niyetim bir çerceve geliştirmek olmayacak.

Sendikalar

Sendikalar bugün işçilerin çoğunun gözünde erimiş, itibarlarını kaybetmiş ve anlamsızlasmış yapılar. İşçi sınıfının geneli sendikalar içerisinde değil ve sendikalarin üye sayılari da gittikçe azalıyor. Solcu olduğunu söyleyen sendikalar (DİSK ya da TÜRK-İŞ içinde) ya tamamen STK kıvamındalar ya da çok başarısızlar.

Solun bir bölümü bunun yasalardan veya AKP’den kaynaklı konjonktürel bir durum olduğunu, esasında sendikalarin güçlü olabileceğini ama siyasi reformlara ihtiyaç olduğunu iddia ediyor. Bu argüman doğru olsaydı, sendikalarin güçlendirmenin yolunun sendikalar dışı süreçlerde, parlamentoda ve hukukta olması gerektiğine inanmamiz gerekirdi. Halbuki az buçuk kafası ideolojik dogmalarla bulanmamış, biraz da dunya işçi sınıfı tarihinden haberdar herkes bilir ki, sendikalar zaten baskı koşullarında doğmuş ve siyasal reformlardan önce gerçek bir varlık kazanmıştır. Örneğin İspanyol devrimci-sendikalizmi, 1936’da cumhuriyet onu kısmen tanıyana kadar bir yer altı hareketiydi ve 2 milyon üzerinde üyesi vardı. Ya da Alman sosyal demokrasisine bağlı olarak gelişen sendikalar, sosyalistlerin meclise bile giremediği koşullarda serpilmiş ve yine milyonlarca üyeyi barındırabilmişti.

Dolayısıyla şurası açık ki sendikalarin bu güdük rolünün nedeni devlet olamaz. Burada hemen soldaki yaygın kavrayışlardan birini bir tarafa bırakmanın gerekliliğini görebiliriz. Sendikaların güçsüzlüğünü devlete bağlayan yaklaşım işçi sınıfının ancak sendikal bir şemsiye altında ve ancak devrimci olmayan, sınırlı bir mücadele edebileceği şeklindeki yaklaşımdır. Bu kendi başına çok sorunlu olmasa da bunun altında yatan şey işçi sınıfının esasında devrimcilerin genel hedefleri açısından bir taktik nesne, bir tür siyasi malzeme olmaktan öteye gidemeyeceği. [1] Şimdilik bunun işçi düşmanı bir yaklaşım olduğunu veya en azından kimseyi ilgilendirmeyecek kadar sığ olduğunu söyleyerek bir kenara bırakıyorum. Bu yaklasım, sınıfın potansiyelini küçük görmesi bakımından onun mücadelesini ve bu mücadelenin olanak ve durumunu elbette kavramaktan aciz.

Dünya ve TC’de… sınıf savaşının mevcut anına dair

Bugün sınıf mücadelesi nasıl yürüyor peki? Dünyanın geneline baktığımızda işçi sınıfının mücadelesinin iki coğrafi odakta, doğu Asya ve Batı Avrupa’da iki farklı tarzda kendisini ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunlar genelgeçer olmasa da başat karakterler ve bu coğrafi bölgelerde kapitalizmin güncel durumundan dolayı bu şekilleri alıyorlar. Nedir bunlar?

  1. Özellikle  Avrupa ve ABD’de ortaya çıkan meydan işgalleri ve bunların etrafında şekillenen kısa ve sendika kontrollü genel grevler. Occupy hareketi ABD’de yüzlerce şehire kendiliğinden yayılarak bu yeni meydan işgali tarzının öncüsü oldu. İspanya, Yunanistan ve İtalya’da da benzeri mücadeleleri gördük. Bu mücadeleler genel olarak ücretli işin çeperinde duran kesimleri harekete geçiriyor.

Bu kesimler işşizler, öğrenciler ya da esnek çalışanlar. Son veriler İspanya’da işsizliğin %25 civarında olduğunu gösteriyor. Yunanistan’da durum daha vahim ve genel olarak güney Avrupa’da da durum benzer. Haliyle iş yeri alanından uzaklastırılmış ama yüksek eğitimli, kalifiye bir grup mevcut.

  1. Doğu ve Güney Asya’ya baktığımızda farklı bir resimle karşılaşıyoruz. Dünya nüfusunun %50-60’ini kapsayan bu bölge aynı zamanda dünya işçi sınıfının da sayısal olarak en yoğun olduğu ve gittikçe büyüdüğü bölge. Özellikle Çin, son krize kadar büyük köylu nüfusun şehirlere iş bulmak için dalgalar halinde göç etmesiyle belki de dünyanin proleterleşmemiş son büyük köylu kitlesinin de işçileşmesine tanıklik etti 90’larda.

Buradaki mücadelelerin biçimi de değişik. Özellikle 2010’dan beri işçiler, giderek agresif grevler ve isyanlara girişiyorlar. Çok yüksek, %40-50’lere varan ücret artışları elde ediyorlar ve bu mücadeleler genellikle kendiliğinden, şehir düzeyinde fabrikadan fabrikaya yayılarak binlerce işçiyi içine alıyor.

İki durumda da ortak olan nokta sendikaların bu mücadeleleri örgütlemeyişi. Sendikalar guven vermiyor ve batida ortuk bicimde doğuda ise açıktan devlet aygıtıyla ya da bir burjuva partisiyle kaynaşmış durumdalar. Buna karşılık iki durumda da hareketlerin içinde kapitalizmden farkli bir toplumsal düzen alternatifi çıkmadığını görüyoruz.

Bu iki toplumsal durumun ve isyanin ilginç bir biçimde biraraya geldiği örneği ise Mısır oluşturdu. Mısır’da hem proletaryanin çeperindeki kesimleri bir araya getiren meydan direnişi (Tahrir meydani) hem de Doğu Asya’daki gibi fabrika direnişleri (Mahalla grevi) bir devrim sonucu vermişti. Batı ile doğudaki koşulların bu ilginç karışımı, devlet iktidarının esneyemeyen yapısıyla bir araya gelince son noktada ordunun tarafsiz kalmasi sonucu bir anda devrimi getirdi.

Türkiye’de bu açıdan Mısır’a benzer bir toplumsal durumu goruyoruz. Türkiye’de sınıf mücadeleleri nasıl yürüyor? Önemli örneklerde tıpkı Mısır’da olduğu gibi meydan işgalleri ve radikal grevlerin varlığından bahsedebiliriz. Bir cok farklılık tesbit edilebilir fakat üç ana grup altında toplamaya çalışacağım durumu;

  1. Çin’dekine benzer olarak; kısa süreli, “wildcat” grevlere yakın, sendikasiz işçiler tarafından yapılan başarılı mücadeleler. Bunların çoğu taşrada oluyor. 2006’da Tokat’ta tuğla fabrikalarında, ya da bu yıl Gaziantep sanayi bölgesinde ve Bursa’da deri fabrikalarında gerçekleşen grevler boyleydi.

Bu grevleri gerçekleştiren işçiler çoğunlukla asgari ücret alıyor. Yüksek ücret zamları talep ediyorlar. Küçük şehirde olmanın verdiği bir güçle de olsa gerek, hızla radikalleşebiliyorlar. Valiliklere yürümeler v.s. Hızla fabrikadan fabrikaya genişliyorlar. Yine küçük şehirlerde olmaktan kaynaklı yakınlık bunda bir faktör belki de.

Dahası kısa zamanda taleplerinin bir kısmına da olsa ulaşıyorlar. Bu kısa süreli zaferler bu tür mücadelelerin yürüdüğü yerlere dair bize çok şey söylüyor. Büyük ihtimalle bu grevlerin gerçekleştiği sanayilerde patronun işçiye karşı çok direnme gücü yok. Ya da belki de patronların ellerindeki talep onların ufak ücret artışlarını kabulünü mümkün kılıyor. Ama bütün bu mücadelelerde sendikalara karşı işçiler ya soğuk ya da mücadelenin anlık. “kendiliğinden” neredeyse organik örgütlenmesi, sendikaları manasız kılıyor. Çünkü buralarda sendikal ucret pazarlığının bürokratik ağırlığı anlamsız kalıyor.

2. Bir diğer güncel mücadele alanı, eski devlet işletmelerinin özelleştirilmesi-kapanması üzerinden yürüyor. Buralarda işçilerin çoğu sendikalaşmış durumda, sendikalar da çoğunlukla Türk-İş’e bağlı oluyor. Hafızamdan söylüyorum, SEKA, TEKEL böyle örneklerdi. Hepimiz bunlara tanık olduk. Hem SEKA’yı hem TEKEL’İ çok yakından biliyoruz. O yüzden belki yazmam anlamsız ama altını çizmek istediğim bir kaç nokta var.

Öncelikle bu mücadeleler birkaç ay sürüyor. İşçilerin grev yapması anlamsız oluyor bu durumlarda. Çünkü zaten kapanacak fabrikaları. Bu yüzden işgal oluyor çoğunlukla. İşgal olayında sendikaların tavrı eğer işçileri anında satmak değilse bile, mücadeleyi yavaş ölüme terk etmek. TEKEL sürecinin en sonunda sendika binası karşısında, sendika karşıtı bir işgale dönüşüp eriyip bittiği, sendika patronunun adamlarının işçilere nasıl saldırdığı hatirlanabilir.

3. Küçük sendikalaşma mücadeleleri. Buna da aşinayız. Solcuların girip, dışarıdan sendikalaştırmaya çalıştığı işletmeler de oluyor. Bunların genelinde süreç hukuksal bir mücadeleye dönüşüyor. İşçilerin daha militan kesimi işten atılıyor. Sendika dava süreci başlatıyor. Atılan işçiler de işyeri dışarısında çok uzun bazen bir yıldan fazla zamana yayılan “direnişler” başlatıyorlar. Yani pratikte bu direnişler işçileri yalıtmakla kalmıyor, moral bozucu bir süreç de yaratıyor. Kimi solcular için bu bir tür çileci kendini ispatlama mücadelesi gibi olabilir. Ama açıkcası işçilere bir faydası olmuyor.

Bu üc ana örnek dışında da örnekler var tabi. Son HAVA-İŞ meselesi örneğin çok daha komplikeydi. Ya da Telekom grevi çok daha başka bir şeydi v.s. Ama benim derdim burada bütün bir sınıf mücadelesini tanımlayacak bir cetvel çıkarmak değil. Mevzuyu netleştirip önümüzu görelim diye bunları yazdım.

Pratik durumda hiç sendikalaşmamış ve net bir hedef icin, kendi başlarına (otonom) örgütlenmiş işçilerin çok daha kısa sürede, çok daha kesin sonuç aldıkları. Sendikalarin kontrolünde olan büyük işletmelerde gelişen “direnişler” ise genelde sadece özelleştirme sürecinden arta kalmış sektörlerde, devletin yeniden yapılandırma sürecinde etkili; Sendika patronlarının kişisel hedeflerinin aleti oluyorlar. Bir pazarlik dönüyor ama işçiler için olmuyor o. Bir de solcuların ezberden girişip önünü çektiği, hedefi muğlak, sonucu belirsiz ve çoğunluğu yenilgiyle biten, yorucu sendikalaşma mücadeleleri var.

Devrimciler Açısından Bunun Anlamı ne Olabilir?

Bu tarz bir analizin neredeyse ilk anda ortaya koyduğu sonuç, devrimcilerin sınıf mücadelesinin biçimini belirleyemeyeceği. Ne meydan işgalleri ne de kendiliğinden grevler anarşistlerin ya da komünistlerin etkisiyle oluyor. Dahasi solcuların örgutlediği sendikalaşma mücadeleleri genellikle hüsranla bitiyor. Mücadeleye uyması gereken bir biçim, işçilere bir “doğru” mücadele anlayışı dayatan bir siyaset tarzınin başarısızlığı çok açık. Sendika örgütleme çalışmaları da bu tarz bir biçim dayatmak, mücadelenin hali hazırda gelişen biçimlerini görmemek demek oluyor.

Peki devrimciler biçimini belirleyemedikleri bu mücadelelere nasıl girebilirler? Bu soruya net bir cevap veremesem bile şunu söyleyebilirim: kendisine komünist sıfatini yakıştıranlar bu mücadelelere GİRMELİLER. Bu mücadeleleri daha yakından tanımalılar. Neden mi? Çunku komünizm bir entellektüel uğraş olarak kendi bedenini ancak bu mücadele içerisinde bulabilir. Komünist bu sularin balığıdır.

Bu anlamda hangi tür mücadele formunu, sınıf için hangi tür örgütsel yapıyı arayıp bulmak gerektiği şeklindeki saplantıdan kurtulmak da bir gereklilik. Leninist sol ve reformist sosyal demokrasi, sınıf mücadelesini kendi özerk siyasi hedeflerinin bir yedeği – motoru olarak gördu ve bu yüzden ona bir biçim dayatmaya çalıstı. Devlet aygıtının yıkımını hedefleyen komünistler ise (anarşist ya da Marxist fark etmez) örgütsel formun değişkenligini kabul ettiler ve bunu ikincil bir sorun olarak gördüler. Bu siyasi esneklik ve taktik zekadandir ki komünist radikaller Rus devrimi esnasında Sovyet biçimini yeni bir tur örgütsel form olarak benimseyebildiler.

Bu noktada soruya geri dönebiliriz; devrimciler biçimini belirleyemedikleri mücadeleler içinde ne yapmalılar? Tabii ki bu her zaman ve her mücadele için değişecektir. Dolayısıyla komünistliği bir kere kendisini mücadele zemini içerisinden kuran bir yoldaşlık olarak tarifliyebilirsek bu sorunun ikincilleşeceğini görüyoruz. Böyle bir komünist yaklaşım için artık sorun taktiksel.

Yani bu yoldaşlık taktiksel bir kollektif zekanın inşasını gerekli kılıyor. Zemini önceden belirlenmiş ve mutlak ilkelerle değil; bir tür savaş alanı gibi görmek gerekliliği ön plana çıkıyor. Askeri taktiksel böyle bir bakış açısı sınıf mücadelesi alanını kavramsal bir düşünce dünyası düzleminde değil, coğrafi bir bağlamda ifade etmeyi mümkün kılar. Yani mekansal bir boyut kazandırır. Böylece soyut hedefleri, belli bir topoğrafyanın ufkuna, mücadelenin sorunlarını da bu ufkun önündeki engellere çevirerek izlenecek yolu zamanda ve mekanda, hayatın içinde tariflemeye başlayabiliriz. Önümüzdeki engeller sınıf mücadelesinin belli anlarina göre somutlaşır. Sınıf düşmanının tarifi kolaylaşır. İlkeler ve alınması gereken tavirlar gibi sorunlar, canlı bir bağlam kazanarak tartışma içerisindeki yoldaşlar açısından kişisel gibi görünmekten çıkarlar. Bunlar artık mücadele anının sorunları olurlar metafizik bir bağlamın değil.

Somut olarak da şu gibi sorular öne çıkar o zaman: Şu ya da bu grevde de sendikanin, devletin ya da patronun konumu nedir? Mücadelede eksik olan ne? İşçileri birbirinden ayıran ve bölen şeylerin hangisi daha ön plana çıkıyor? İdeoloji mi, patriyarka mi yoksa ırkçılık mı? Yoksa bizzat şu ya da bu grevde mücadelenin kendisine girişmek için bile henüz erken mi ve biraz daha mı hazırlanmalı? Bütün bu sorular sınıf mücadelesine kolektif olarak müdahale etmesi gereken radikal bir azınlığın önüne çıkan sorular olacak.

Yukarıda özetlenmeye çalışılan mücadele biçimleri bu radikal azınlığın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Gerek batıda gerek doğuda gerekse şu ortanın doğusunda, komünist bir perspektif, sınıfsız ve devletsiz bir dünya umudunu göremiyoruz. Komünist dünya hedefi çok ütopik, çok uzakta v.s. gibi görünüyor. Radikal taktikleriyle bunu ufuğa yeniden yerleştirme becerileri için komünistlere, ihtiyaç var.

Ibrahim Q.


[1] 18. Yuzyılın başında ilk ortaya çıkan kimi sosyalistler, mesela amerika’da komünler kuran tipler de işçi sınıfını küçük görüyor hatta onu siyasi olarak dengesiz ve komünizm hedefi için kullanışsız bir güç olarak tarif ediyorlardi. İste bu tehlikeli çizgiyi reddetmeliyiz.

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

İsrail ve Filistin: Emperyalist Savaşın Rehin Aldığı Nüfuslar

Bir kez daha, İsrail jetleri ve füzeleri Gazze'ye yağmaya başladı. 2008'de, İsrail'in 'Dökme Kurşun Harekatı', terörist hedeflere karşı 'cerrahi atışlar' olduğu yönündeki tüm iddalara rağmen, çoğu sivil 1,500 kişinin canını almıştı. Gazze Şeridi, dünyanın en fakir ve yoğun nüfuslu bölgelerinden biri ve 'terörist üsler' ile onları çevreleyen yaşam bölgelerini ayırmak mümkün değil. İsraillilerin elindeki tüm gelişmiş silahlara rağmen, mevcut saldırılar sonucu ölenlerin çoğunluğunu da kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyor.

Tabii bu durum İsrail devletinin başındaki militaristlerin uykularını kaçırmıyor. Gazze, yalnızca bir önceki katliamda olduğu gibi değil, 2008'deki yıkımın ardından yeniden inşa çabalarını engelleyen, ekonomiyi felç eden ve nüfusu açlık sınırında tutan ablukada da olduğu gibi bir kez daha kolektif olarak cezalandırılıyor.

İsrail'in elindeki silah gücüyle kıyaslanınca, Hamas ve Gazze'deki daha radikal cihatçı örgütlerin askeri kapasitesi ufak. Öte yandan Libya'daki kaos sayesinde, Hamas uzun menzilli füzeler ele geçirmiş durumda. Yalnız güneyde bulunan ve Gazze'den atılan bir füzenin bir apartmana isabet edip üç kişinin canını aldığı Aşdod değil, Tel Aviv ve Kudüs de artık menzil içerisinde. Gazze'de yaşayanların her gün karşı karşıya oldukları korku, İsrail'in temel şehirlerinde de kendisini hissettirmeye başlamış durumda.

Uzun lafın kısası, iki nüfus da İsrail ve Filistin'i domine eden askeri mekanizmalar tarafından rehin tutuluyor – tabii Gazze sınırında istenmeyen akın ve kaçış teşebbüslerine engellemek amacıyla devriye gezen Mısır ordusunun da duruma ufak bir katkı yaptığını söylemek gerekli. İki nüfus da sürekli bir savaş durumunda ateş hattındalar – yalnızca roketler ve bombalarla değil: ayrıca savaşın getirdiği gereksinimlerin çarpıttığı ekonominin yükünü de sırtlanmaya zorlanıyorlar. Dahası, şimdi dünya iktisadi krizi iki tarafın hakim sınıfını da yaşam koşullarında yeni kesintiler yapmaya ve temel gereksinim ücretlerinde yeni artışlara gitmeye itiyor.

Geçtiğimiz sene İsrail'de barınma fiyatlarındaki artış, kitlesel eylemler, sokak işgalleri ve kitle meclisleri biçimini alan ve Arap ülkelerindeki kalkışmalardan doğrudan etkilenmiş, "Netanyahu, Esad, Mübarek: Hepsi aynı" ve "Araplar ve Yahudiler ucuz barınma istiyor" gibi sloganlar yükselten protesto hareketini başlatan kıvılcımlardan biriydi. Kısa fakat heyecan verici bir an için, İsrail toplumundaki her şey – 'Filistin sorunu' ve işgal altındaki bölgelerin geleceği dahil – sorgulamaya ve tartışmaya açık hale gelmişti. Eylemcilerin temel endişelerinden biri, milli 'birliğe' bir meydan okuma başlangıcı niteliğindeki bu çıkışa hükümetin yeni bir askeri macera başlatarak karşılık vereceğiydi.

Bu yaz, işgal altındaki Batı Şeria'da, benzin ve gıda fiyatlarındaki artışlara dizi öfkeli eylemler, yollarda kurulan barikatlar ve grevlerle karşılık verildi. Ulaşım, sağlık, ve eğitim sektöründeki işçiler, üniversite ve lise öğrencileri ve işsizler, sokaklara çıktılar ve asgari ücret, iş, düşük fiyatlar ve yozlaşmanın sona ermesi talep ederek Filistin Yönetimi'nin polisi ile çatıştılar. Ürdün Krallığı'nda da yükselen hayat pahalılığına karşı eylemler gerçekleşti.

İsrail ve Filistin nüfuslarının yaşam koşulları arasındaki bütün farklara ve Filistin nüfusunun askeri işgalden dolayı düzenli olarak maruz kaldığı baskılar ve aşağılanmaya rağmen, bu iki toplumsal kalkışmanın kökeni tamamen aynıydı: derin bir kriz içerisinde bulunan kapitalist bir düzende yaşamanın giderek imkansızlaşması.

Mevcut saldırıların arkasındaki gayelere dair çok fazla spekülasyon yapıldı. Netanyahu yeniden seçilme şansını arttırmak için milliyetçiliği tırmandırmaya mı çalışıyor? Hamas daha radikal İslamcı çetelerin yükselişi karşısında savaşçı itibarını kanıtlamak için mi roket saldırılarını arttırıyor? İsrail ordusu Hamas'ı devirmeyi mi yoksa yalnızca askeri gücünü zayıflatmayı mı amaçlıyor? Mısır'daki yeni rejimin çatışmada oynayacağı rol ne olacak? Çatışmanın Suriye'deki iç savaşa etkileri ne olacak?

Tüm bunlar cevaplamaya çalışmaya değer sorular ama hiçbiri temel meseleyi etkilemiyor. Emperyalist çatışmanın tırmanması, İsrail, Filistin ve Orta Doğu'nun geri kalanın nüfusunun büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarına tamamen aykırı. İki tarafta da gerçekleşen toplumsal kalkışmalar kitlelerin onları sömüren kapitalistlere ve devlete karşı gerçek, maddi çıkarları için mücadele etmesini mümkün kılarken, emperyalist savaş sömürenler ve sömürülenler arasında sahte bir birlik yaratıyor ve bir tarafın sömürülenleri ile öteki tarafın sömürülenleri arasındaki ayrımı keskinleştiriyor. İsrail jetleri Gazze'yi bombaladıkça, bütün İsrailliler ve bütün Yahudileri düşman olarak gören Hamas ve cihatçılara yeni kişiler katılıyor. Cihatçılar Aşdod ya da Tel Aviv'e roketler atınca, daha fazla İsrailli korunma ve 'Araplardan intikam' için 'kendi' devletlerine yöneliyor. Kalkışmaların arkasındaki bastıran toplumsal meseleler milliyetçi nefret ve heyezan altında gömülüyor.

Öte yandan, savaş toplumsal çatışmayı geriye atabilirse, tersi de aynı derecede mümkündür. Mevcut gerilim karşısında, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin 'sorumlu' hükümetleri itidal çağrısı yapıyor, barış sürecine dönülmeli diyor. Öte yandan aynı hükümetler bir yandan da Afganistan, Pakistan ve Irak'ta savaşlar yürütüyorlar. ABD ayrıca İsrail'in temel askeri ve mali destekçisi. 'Barışçıl' çözümler için bu devletlere ancak Hamas ve Hizbullah'ı açıkça silahlandıran İran gibi devletlere bakabildiğimiz kadar bakabiliriz. Barışçıl bir dünya için gerçek umut yönetenlerde değil, yönetilenlerin direnişinde, artan bütün ülkelerde aynı çıkarlara, aynı mücadele ve kriz, savaş ve yıkımdan başka hiçbir şey önermeyen bir düzene karşı birleşme ihtiyacına sahip olma bilincinde.

Amos, 20/11/12

Tags: 

Rubric: 

Ortadoğu