2012 - Ekim

Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış : EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?

Bu metin, EKA'nın Türkiye şubesi tarafından, Servet Düşmanı (servetdusmani.wordpress.com) adlı grup ile sendikalar üzerine yapmakta olduğumuz tartışmaların ilk ayağını oluşturması adına kaleme alındı.

19. yüzyılda sermaye hala, çok sayıda sermayelere dağılmış durumdaydı: 100’den fazla işçisi olan fabrikalar nadirdi, yarı-zanaatkâr işletmeler çok daha yaygındı. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, demiryollarının yükselişi, makine kullanımının kitlesel olarak genelleşmesi, madenlerin artmasından sonraki süreçte, bugünkü anlamıyla büyük ölçekli kapitalist endüstrinin gelişen hakimiyetini görebiliyoruz. Buna karşılık olarak sermeye, yüksek derecede bir yoğunlaşmaya, sermaye birikimi ve merkezileşmeye ulaştı.

Bu şartlarda, rekabet, çok sayıda kapitalist arasında gerçekleşti. 19. yüzyıla kıyasla, sayısal açıdan rekabet daha azdır ama daha yoğun haldedir. Özü itibariyle, kapitalist üretim ilişkilerinin sermayeyi yaşamaya mecbur bıraktığı alan içerisinde, artık rekabet süreci daha çetin işler; daha çok sayıda ancak ortalama sermaye odağının mücadeleleri yerine, bunların ortadan kalkması ve onlar yerine daha büyük, sinir uçları yaşamın birçok noktasına temas eden ve rekabete girilmesi daha çok sermayeyi merkezileştirmeyi ve birikimi sağlamayı gerektiren odaklara ihtiyaç duyar.

Dahası, kapitalizmin yükseliş döneminde, teknoloji ancak kısmi olarak geliştirilebilmişti. Büyük ölçüde kırsal kesimden devşirilmiş, vasfı düşük işgücü, ilk nesil işçileri oluşturuyordu. Bu nüfus işçilerin ilk kuşaklarının büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydı. En vasıflı işçiler zanaatkârlardı. Günümüzde teknoloji oldukça gelişmiş bulunuyor. Vasıflı işgücü artmaktadır: en basit işleri genelde makineler yapar. Nesiller boyu işçi olan kuşaklar mevcuttur, sınıfın yalnızca küçük bir parçası kırsal kesimden devşirilir, çoğunluğu ise yine işçilerin çocuklarıdır.

Kapitalizmin ulusal pazarlar olarak örgütlendiği dönemde, sömürü mutlak artı-değerin elde edilmesi üzerine kuruluydu, bu da uzun bir iş günü, çok düşük ücretler demekti. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde ise sömürünün ana prensibi, (iş sürecinin hızlandırılması ve üretim artışı yoluyla) nispi-artı-değerin elde edilmesidir. Sermayenin yaşadığı zirve onu kendini idame ettirecek ya da soğurabileceği bir pazar ilişkisini doğurdu. Bu pazar ise işçilerin işgücü ya da üretime katılan emek arzını meta biçiminde bir değişim değeri olarak şekillendirdi. Emeğin kapitalist pazar içerisinde metalaşması sonucu arz-talep ilişkisine bağlı olarak bir rekabet ortamı ve işsizlik ortaya çıktı. Bu süreçte sendikalar yaşanan bu hızlı işçileşmeye ya da emeğin metalaşmasına karşı işçilerin dayanışma sandıkları; yani işçilerin ayakta kalabilmelerine, yeniden artı-değer üretebilmelerine iktisadi açıdan destek sağladı. Bu süreç, sendikaları kapitalist sistem içerisinde sürekli kendisini tekrar eden bir biçimde kapitalist ekonomi, pazar ya da sistem içinde bir karakter kazanmasına temel oluşturdu. Sendikalar, sermayenin artı-değere bağımlılığından doğan emek-gücü talebi, işçi sınıfının yaşamını idame ettirebilmesi için ihtiyacı olan maddi kazanımı ve yükseliş dönemindeki kapitalizmden reformlar koparabilme olasılığının toprağından yeşermiştir.

Bu özel koşullar, işçiler için iktisadi direniş örgütlerinin yaratılmasını gerekli kıldı. Bunlar sadece yerel, uzmanlaşmış bir biçim alabilecek, işçilerin bir azınlığı ile sınırlandırılmış (bir işçi azınlığını kapsayabilecek) sendikalardı. Mücadelenin temel biçimi -grev- ayrı ayrı ve uzun süre önceden hazırlanıyordu, genellikle sermayenin şu veya bu koluyla hatta tek bir fabrikayla yüzyüze gelmek için bir refah dönemi bekleniyordu. Tüm bu sınırlandırmalara rağmen, sendikalar hala işçi sınıfının esas organlarıydı. Sadece sermayeye karşı iktisadi mücadele için vazgeçilmez değillerdi, aynı zamanda sınıfın yaşamının merkezleri olarak, işçilerin ortak bir hedefin parçaları olduklarını anlayabilecekleri yer olan dayanışma okulları olarak, Marx’ın deyimiyle ‘komünizm okulları’ olarak da devrimci propagandaya açıktılar. Bugün ise işçi sınıfının kalıcı iyileştirmeler elde etmesinin imkânsızlığı, ekonomik çıkarlarının savunusuna dayanan kendine özgü, kalıcı örgütleri sürdürmenin imkânsızlığı ile aynı anlama gelir. Sendikalar kendilerinin yaratılma sebebi olan işlevi kaybetmiştir. Artık sınıfın organları olamamakta, ‘komünizm okulları’ olmanın ise yanından dahi geçmemekte olan sendikalar, sermaye tarafından ele geçirilmiş ve devlete entegre olmuşlardır. Bu, devletin sivil toplumu emmesi şeklindeki genel eğilimin mümkün kıldığı bir olgudur.

Geçmiş dönemde, her patron veya her fabrika, sömürdükleri işçilerle doğrudan ve ayrı ayrı yüzleşiyordu. Patronların örgütlü bir birlikleri hiç yoktu: patron sendikaları yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktılar. Günümüzde ise işçi sınıfı karşısında kapitalistler öncekinden çok daha yüksek derecede bir birlik ve dayanışma içerisindedirler. Kapitalistler özel örgütler yaratmışlardır. Bu nedenle işçi sınıfıyla ayrı ayrı yüzleşmek zorunda kalmamaktadırlar. Gerçekte bu süreç toplu iş sözleşmesi üzerinden işveren ve işçi temsilcileri arasında çalışma şartlarını belirleyen ve imzalandığı sektörün sendikasız işçilerini de dolaylı olarak etkileyen bir süreçtir. Aslolarak bu sözleşme işçilerin belirlenen süre boyunca emeklerini belirlenen şartlar içerisinde işverene satmak zorunda kaldığının ifadesidir ve işçi sınıfı için toplu iş sözleşmesi, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde gerçek prangalardır.

Bunların yanısıra, burjuvazi tarihten gelen deneyimiyle şu gibi mekanizmaları kullanmak zorunda kalıyor:

Devlet, adli ve idari mekanizmalarını sürekli yeniliyor ve rektifiye ediyor; burjuva devlet, ulusal ekonomilerin tamamen küreselleştiği bu dönemde, ekonomik istikrar adına tüm rakip olarak gördüğü, ulusalcı ekonomiyi temsil eden ve savunan siyasi klikleri tasfiye etmektedir.

Silah üretimine devasa yatırımlarda bulunuyor; kapitalist ekonominin girmiş olduğu kriz ortamı pazar paylaşımını ve enerji kaynaklarına sahip olma yarışını kızıştırmış durumda, bunun sonucu olarak da silahlanma giderek artmaktadır. Kapitalizm, varoluşsal olarak bu savaşlara ihtiyaç duymaktadır.

Kronik bütçe açıklarını daha çok sübvanse etmeye çalışıyor; Kemer sıkma politikaları ve vergilerin arttırılması gibi uygulamalarla, krizin derinleşmesini engellemeye çalışmaktadır.

İktisadi yönetim adına pazarlama, reklam ve tanıtım gibi alanlara aşırı yatırımlarda bulunuyor; burjuvazi daralan pazarı genişletme ihtiyacını bu şekilde gidermeye çalışıyor.

Bütün bunlarla birlikte, burjuvazi, işçi sınıfı üzerindeki baskı, yıldırma ve sömürüsünü giderek arttırma, ayakta kalışının temel bir dayanağı olan ücretli emeği sürekli kontrol altında tutuyor.

Buradan hareketle, proleter mücadele katı iktisadi bir kategori olmanın ötesine geçme eğilimindedir. Devlete doğrudan karşı koyan, kendisini politikleştiren ve sınıfın kitlesel katılımını talep eden toplumsal bir mücadele haline gelmektedir. Rosa Luxemburg’un, ilk Rus devrimden sonra, Kitle Grevi broşüründe işaret ettiği nokta da budur. Lenin’in formülü de aynı fikri içermektedir: “Her grevin arkasında devrim başını kaldırmaktadır”.

Bütün bu önemli maddelerin kristalize olduğu olgular ise şu başlıklar halinde ortaya çıkıyor:

a) Kapitalizm artık işçi sınıfı lehine düzenlenemiyor,

b) Kapitalizmin yokedilmesi için kitlesel, radikal ve siyasi bir işçi hareketi gerekiyor,

c) Sendikalar devrime hizmet etmiyor, devrimcileştirilemiyor,

d) İşçi sınıfının tarihsel sorumluluğu ile insanlığın geleceği giderek daha çok kesişiyor.

Sendikaların günümüzdeki işlevi, işçi sınıfının hayatında olumlu etkileri olacak yeni kazanımları elde etmek değil, içerisindeki işyeri temsilcileri ya da tabanındaki işçilerin iyi niyetlerinden bağımsız olarak, devletin varoluş amaçları doğrultusunda emeğin düzenlenmesi ve kontrol edilmesidir. Bu da artı-değerin standartlaştırılması ve karların düşme eğilimine karşılık, sermayenin pazarda kendi yaşamını sürdürebilmesi açısından ivedi bir gereklilikle sürekliliği için çırpındığı artı-değerin realizasyonu demektir.

Bugün sendikalar aktif bir şekilde kapitalist devletin ekonomisini realize etmekte, emek gücünün satışında ve sömürüyü arttırmada ona yardımcı oluyor. Bunu yaparken aynı zamanda, işçi sınıfının mücadelesini içeriden, grevleri hem sektörel ölçekte bölüyor, hem de açık yollarla onun bağımsızlaşma potansiyeli taşıyan mücadelelerini sabote ediyor. Özellikle Avrupa'daki sendikalarda daha net olmak üzere sendikalar, burjuvazinin işçi sınıfının farklı uluslardan üyelerini birbirlerine kırdırdığı savaş dönemlerinde burjuvazinin yanında saf tutarken, otonom işçi sınıfı mücadelelerinde bütün içeriği milliyetçi/ulusal çıkmazlara (göçmen işçi karşıtlığı ve aşırı sağın güçlenmesine) hapsediyor; mücadeleleri ülke ya da yerellik bazında izole ediyor; işçi sınıfının uluslararası anlamda birleşme eğilimi gösteren her türlü yönelimini bozmaya çalışıyor; proletaryanın militan eylemliliklerini yararsız ve moral bozan eylemlere (mesela sendikaların birer emniyet süpabı olarak kullanageldiği yararsız, başı-sonu belli olan, faydasız ve sıkıcı “genel grevlere”) kanalize ediyorlar; sınıf dayanışmasını ellerinden geldiğince zayıflatıyorlar. Sendikalar, genel grevlerini, işçi sınıfından kendisine gelen basıncın etkisinden ziyade, gelecek mücadelelerde ortaya çıkacak olası militanlaşma ve 'fabrikadaki polis' rolündeki sendikadan bağımsızlaşarak mücadelesinin kontrolünü kendi ellerine alma ihtimalini daha baştan sönümlemek için belli dönemlerde ilan ederler.

Günümüzde sendikalar tarafından kontrol altında tutulabilecek sendikalı işçilerin varolması sermaye açısından daha önemlidir. İşçi sınıfı ya da ücretli emek nasıl kapitalist ekonominin temel bileşenlerinden biriyse, sendikalar da ona bağlı ortaya çıkmış iktisadi yapılardır; dolayısıyla ücretli emek yada artı-değer yine onu üreten işçiler tarafından bir toplumsal devrimle ortadan kaldırılmaya mecburdur çünkü ücretli emek sömürüsü ve işçi sınıfı arasında antagonistik bir ilişki mevcuttur. Ücretli emek sayesinde yaşayabilen sendikalar, doğası gereği ücretli emeği ortadan kaldıracak her türlü pratiğin hep karşısında olacaklardır. Diğer bir deyişle, ücretli emeğin sömürüsü, artı-değer, sermaye birikimi ve özel mülkiyetin olmadığı bir iktisadi yapılanmada, ücretli emeğin ortaya çıkardığı sendikalar da varolmayacaktır.

Onun esas çıkış noktası, mümkün olmayan reformlar için varolan sendikaların olması değil, sendikalar ve diğer kontrol mekanizmalarından bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmadan yokedilmesidir. Bu nedenle günümüzde başarılı olan, işçilerin kitleler halinde ve dönemlere bölünmüş bir şekilde moralini yükselten grevler ya sendikasız başlamışlar ya da sendikanın bir çağrısıyla başlamışlar ve giderek ondan bağımsızlaşmışlardır. Bunun neticesi ne olursa olsun, işçi sınıfı, tarihin kendisine yönelttiği şu soruyu sürekli sormak zorunda kalacaktır: sendikalar niye var?

EKA Türkiye Şubesi

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Kemalizme Karşı Komünizm (1)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

2. Komünist Hareketin Ortaya Çıkışı

Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı, kitlelere bütün savaşları bitirecek olan savaş olarak anlatılmıştı. Genel olarak 19. yüzyılın temel mantığı çatışıp geri çekilmek olan, dolayısıyla kayıp sayısı az olan savaşlarına alışmış durumdaki Avrupa, bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand'ı öldürmesi sonucu patlak veren savaşın da, öncülleri gibi kısa süreceğini, birkaç haftada biteceğini zannetmişti. Öte yandan durum, kısa süre içerisinde herkesi şaşırtacaktı. Tam dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı, Avrupa'nın hemen her yerinde olduğu üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nda da hem genel nüfus, hem de işçi sınıfı için tam bir felaket oldu. Başta Ermeniler olmak üzere, sayıları iki milyona yakın soykırım kurbanı olan gayrimüslimin yanı sıra, Osmanlı Ordusu'ndan da bir buçuk milyon kişi ölecek ya da yaralanacaktı.1 Birinci Dünya Savaşı, toplamda on altı buçuk milyon insanın canına malolacak, yirmi milyon kişi ise sakat kalacaktı.2

Dönemin işçi hareketini teşkil eden İkinci Enternasyonal'in partilerinin büyük çoğunluğu ve sendikalarının neredeyse tamamı, 1914'te savaşı destekleyerek proletarya enternasyonalizminin ilkelerine ihanet etmişlerdi. Hareketi karşı saflara taşıyan milliyetçi dalga karşısında, devrimci ilkelere ancak küçük bir azınlık sahip çıkmıştı. Sosyal demokrasinin ihaneti, Avrupa genelinde kitleleri, heyecanla sınıf kardeşlerinin bağırsaklarını deşmeye itecekti. Öte yandan birkaç yıl içerisinde, savaşın getirdiği korkunç koşullar durumu ciddi bir biçimde değiştirecekti. 1917'de Rusya'da gerçekleşen Şubat devriminin ardından, işçi sınıfının Lenin'in söylediği üzere savaşı bitirmek için emperyalist savaşı devrimci sınıf savaşına çevirmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesi gerektiği netleşecekti. 1917 Ekim devrimiyle, Rus işçi konseyleri, yani sovyetleri burjuva geçici hükümetinin ve parlamentosunun elinden iktidara alarak tarihin gördüğü ilk dünya proleter devrimci dalgasını başlatacaklardı. Gerek Rus işçi sınıfı, gerekse Lenin'in başını çektiği Bolşevikler veya yeni isimleriyle komünistler, gerçekleşen devrimin bir dünya devriminin ilk basamağı olduğunu düşünüyorlardı. Dünya genelindeki enternasyonalist devrimciler, Bolşeviklere ve Ekim devrimine yönelerek, Rus Bolşevikleri gibi komünist ismini benimseyeceklerdi. Çok kısa bir süre içerisinde Rusya'da başlayan yangın dünyanın farklı yerlerinde ciddi yankılar bulacaktı. Kasım 1918'de Alman asker ve işçilerinin savaşa karşı ayaklanmasıyla başlayacak olan devrim, bir bütün olarak Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesini sağlayacaktı. 1918'de Letonya ve Estonya gibi Baltık ülkelerinde işçi konseyleri iktidarı alacak, Bakü'de bir işçi komünü kurulacak, 1919'da Macaristan'da bir devrim gerçekleşecek, İtalya'da yüzbinlerce işçinin ayağa kalktığı Biennio Rosso yani iki kızıl yıl başlayacaktı. Devrimci dalga Kuzey Amerika'da dahi ciddi bir karşılık bulacaktı: ABD'nin savaşa girdiği Ağustos 1917'de, Oklohama eyaletinden sayıları bini bulan farklı etnik kökenlerden işçi ve fakir köylüler silahlanarak savaşı durdurmak ve zorla askere alınmaya direnmek için Washington'a bir yürüyüş başlatmayı denemişlerdi. 1918 ve 1919'da Portland, Butte, Toledo, Tacoma, Buffalo gibi ülkenin farklı yerlerinden pek çok şehirde işçi konseyleri ortaya çıktı, Seattle'da şehri sarsan bir genel grev gerçekleşti. Bu çatışmalar, 1921'de Batı Virginia eyaletinde 15,000 madencinin silahlanarak Blair Dağı'na çıkmaları ve düzen güçleriyle çatışmaya başlamalarıyla üst noktasına çıkacaktı. İran'dan Çin'e, Afrika'dan Güney Amerika'ya, 1917 Ekim devriminin ardından proletarya on yıl boyunca dünyayı sarsacaktı. Gerek komünist fikirlere yönelim dalgası, gerekse sınıf savaşları dalgası Türkiye'yi de es geçmeyecekti.

Kemalizmin Doğuşu: Birinci Dünya Savaşı Sonrası İstanbul ve Anadolu'daki Durum

Avrupa'nın ciddi bir bölümünün aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nda savaşa karşı genelleşmiş bir siyasi hareket hiçbir zaman gelişmedi. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, savaş bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda ne bir işçi örgütü ne de etkin bir devrimci yapı mevcuttu. Bununla birlikte, böylesi bir olanağın mevcut olduğunu, 1917'de Ekim Devrimi'nin ardından başlayan ve hakkında ne yazık ki pek az tarihsel veri olan Erzincan Şurası, yani konseyi gösterecekti. Erzincan ve civarında Rus askerleri, aralarındaki Bolşeviklerin ciddi etkisiyle devrimcileşmiş ve burada yaşayan Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler arasında ciddi bir tartışma yaratmışlardı. Ekim devrimi ertesinde Rus askerler bölgeden çekilirken, Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler, Rus sınıf kardeşlerini, Erzincan Şurası adında bir işçi konseyi kuracak ve şehirdeki yönetim binalarına çektikleri kızıl bayraklar ile uğurlayacaklardı.3 Kısa zamanda bu hareket Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'a yayıldı. Kurulan konsey hükümeti Ocak 1918'de Osmanlı Ordusu tarafından bastırılana kadar yaşadı.4

Erzincan Şurası gibi bir dinamik, ilerki süreçte İmparatorluk sınırlarının geri kalanında ortaya çıkmamış olsa da, savaşa karşı, siyasileşmeyen fakat inanılmaz bir kitleselliğe sahip bir tepki olduğunu görmek için, firarilerin sayısına bakmak yeterli. Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşı'na katılan ülkeler arasında firarın en yoğun şekilde yaşandığı orduydu. Aralık 1917'de, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman askerî birliğinin başınu çeken süvari generali Otto Liman Von Sanders "Türk ordusunun mevcut durumu" başlıklı raporunda şunları ifade edecekti:

Türk ordusunda şu anda 300.000'den fazla asker kaçağı mevcuttur. Bunlar düşmana katılmamakta ancak memleketlerrinin art bölgelerine kaçıp burada yağma ve talan yaparak ülke güvenliğini tehdit etmektedirler. Her yerde birlikler bu kaçakları yakalamak üzere harekete geçirilmelidir.5

Osmanlı İmparatorluğu artık pek de bir İmparatorluk sayılamayacak halde savaştan çekildiğinde asker kaçağı sayısı yarım milyonu bulmuştu, ki bu sayı çok daha kalabalık olan Alman ordusundaki asker kaçaklarının üç katından daha fazlaydı.6 30 Ekim 1918'de Osmanlı, İtilaf devletleriyle Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalayacaktı. Anlaşma, İmparatorluğun fiili olarak sonunu teşkil ediyordu. Anadolu'nun belli bir bölümü dışında her yer Osmanlı'nın elinden çıkmıştı. Her ne kadar itilaf devletleri görüşmeler esnasında Osmanlı yetkililerine mevcut hükümeti dağıtmak veya İstanbul'u işgal etmek gibi bir niyetleri olmadığını söylemiş olsalar da 13 Kasım'dan itibaren, İngiliz ve Fransız askerleri fiili olarak İstanbul'a girecek ve önemli bölgeleri tutacaklardı.7 Kısa bir süre sonra Fransız orduları Akdeniz kıyısında da belirli bölgeleri ele geçirecekti. 1919'da başta İzmir olmak üzere Ege bölgesinin geniş bir kesimi Yunanistan'ın eline geçecekti.8

Mondros ateşkes anlaşmasının ardından İstanbul'da, savaş öncesi dönemde İttihatçıların rakibi olmuş olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası yeniden kurulacaktı. Mondros anlaşmasından birkaç ay önce, İttihatçı iktidarın tahta çıkardığı Sultan Reşad'ın yerine VI. Mehmed, veya daha iyi bilinen ismiyle Sultan Vahidettin çıkacaktı. Öte yandan, dönemin İstanbul'unun en etkili ismi ne Hürriyet ve İtilaf Fırkası, ne de Vahidettin idi. Öne çıkan şahıs, Damat Ferit Paşa'ydı. Ferit Paşa, savaş öncesi dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na başkanlık yapmıştı fakat yeniden kurulan partiyle ilişkiler kurmasına rağmen katılmamıştı.9 Vahidettin'in kayınbiraderi olan Damat Ferit Paşa, 10 Mart 1919'da Sadrazam olarak ilk hükümetini kuracaktı. Bir yandan İstanbul'u işgal altında tutan itilaf devletlerini hoşnut etmeye, diğer yandan ise eski İttihat ve Terakki rejiminin kalıntılarını temizlemeye yönelik bir politika izledi. Ermeni soykırımında işlenilen suçlardan dolayı kimi İttihatçılar cezalandırıldı, pek çok İttihatçı tutuklandı. Belirli aralıklarla bir yıldan fazla bir süre iktidarda bulunan Damat Ferit Paşa'nın, bu dönemde İstanbul siyasetinin en öne çıkan şahsı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.10

Savaş esnasında Osmanlı'yı yöneten İttihatçı liderlerden Enver Paşa ile Talat Paşa, Ekim 1918'de ülkeden kaçmışlardı ve Almanya'da bulunmaktaydılar. Bununla birlikte, İttihatçılar, hala bölgedeki en güçlü ve örgütlü yapı konumundaydı. İttihatçılar, gerek ordu kumandanları, gerek bürokratlar gerekse Anadolu'lu sivil tüccar ve zenginler arasında etkinliklerini korumaktaydılar. İttihatçıların Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti gibi gizli yapılar Anadolu'da, gayriresmi faaliyetlerini sürdürüyor ve yerel milliyetçi gruplar örgütlüyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetmiş görünmekteydi fakat İstanbul'da Teceddüt Fırkası olarak varlığını sürdürmekteydi.11 Teceddüt Fırkasının başını, 1925'ten itibaren Mustafa Kemal'in ölümüne kadar rejime Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Tevfik Rüştü (Aras), Kemalist rejiminin en önde gelen ideologlarından olacak Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve 1949'da TC Başbakanı olacak Şemsettin Günaltay gibi isimler çekiyorlardı. Bununla birlikte dönemin İstanbul'unda faaliyet gösteren İttihatçı kökenli tek yapılanma Teceddüt Fırkası değildi. Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkadaşlarından olacak İttihatçı Ali Fethi Okyar da, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası isminde bir parti kurmuştu.12 Teveccüd Fırkası İttihatçıların mal varlığını devralırken, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası İttihatçılara eleştirel bir tutum izleyecekti. Buna rağmen, iki parti de 6 Mayıs 1919'da, Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından kapatılacaktı.13

30 Nisan 1919 tarihinde, eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal isimli bir komutan, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelemesi ve gereken önlemlerin varsa bunların alınması amacıyla Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a gönderildi. Bu kararın arkasındaki temel gerekçe, bu komutanın Damat Ferit Paşa hükümetince, hem güvenilir ve nitelikli gözüken, hem de İttihatçılarla arası açık bir sima olduğundan dolayı, hükümetin isteklerine uyacağının düşünülmesiydi. Mustafa Kemal, savaş sırasında, daha Şehzade iken Almanya'ya giden Vahidettin'e bu yolculuğunda yaverlik yapmış, Vahidettin tahta çıkınca İstanbul'a çağrılmıştı. Bu komutana görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verilmişti. Kararın arkasında, İngilizlerin baskı ve korkusu vardı: İngilizler, Erzincan merkezli konseylerden tedirgin olmuşlardı ve eğer Osmanlı Ordusu bölgenin problemsiz olduğu teminatını veremezse, bölgeye askeri olarak müdahale edebileceklerini açıklamışlardı.14 Görünen o ki, ne İngilizler ne de Damat Ferit Paşa hükümeti, Mustafa Kemal'in, İttihatçıların 1918'de yeniden toparlanan gizli istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'ya katılmış olduğunu bilmiyorlardı.15

Savaş sonrası dönemde İstanbul sosyalist hareket içerisinde bulunmuş, sonrasında Anadolu'da faaliyet gösterecek önemli komünist militanlardan olan ve hayatına ileride değineceğimiz Ufa, Başkırdistanlı Ziynetullah Nevşirvanov, 1922 tarihinde kaleme aldığı Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller isimli yazısında şöyle diyecekti:

Bugünkü Anadolu hareketi, özellikle İttihat ve Terakki Fırkası tarafından Mondros Anlaşması döneminde, belki de daha önce, Dünya Savaşı'nda yenilgi ihtimali düşünülerek hazırlanmıştır.16

15 Mayıs 1919'da Yunanistan'ın İzmir'e girmesi ile birlikte, İttihatçı unsurların milliyetçi bir hareketi örgütleme çabalarına ciddi bir ivme kazandırdı. İzmir'de Müslüman nüfusa yönelik kimi katliamlar yapılmıştı ve ciddi bir baskı vardı; dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa ve İttihatçıların bir başka gizli örgütlenmesi olan Karakol Teşkilatı'nın girişimiyle kurulan İzmir Müdafa-i Hukuk Osmaniye Cemiyeti gibi yapıların güç toplaması da zor olmayacaktı. İzmir'in işgalinden sonra Yunanistan ordusunun bölgedeki uygulamaları nedeniyle daha öncesinde silah alma fikrine tereddütlü bakan Müslüman zenginleri ellerindekileri kaybetme korkusuna kapılacaklardı. 1918 sonları ve 1919'da itibaren, İttihatçıların başını çektiği milliyetçiler, Kars, Ardahan, Balıkesir, Nazilli gibi yerlerde kongreler düzenleyeceklerdi.17 Ziynetullah Nevşirvanov bu hareketi şöyle tanımlamaktaydı:

Söz konusu dönemde savunma güçleri, Kuvva-i Milliye denen düzensiz çetelerden oluşuyordu. Bu çetelerin komutanlarının bir kısmı muvazzaf ordu subayları ve yedek subaylardı; ama büyük bölümü halktan çıkma savaşçı liderlerden ve savaş sırasında Ermeni kırımlarına katıldıkları için ateşkesten sonra dağa çıkan İttihatçılardan oluşuyordu.18

İşte Mustafa Kemal'in sahneye çıkacağı nokta buydu. 22 Haziran 1919'da, üçü de kendisi gibi İttihatçı kökenli Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy), Rauf Orbay ve Refet Bele ile birlikte Amasya Genelgesi'ni kaleme alacaktı. Rauf Orbay, eski Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) idi, Refet Bele ile Ali Fuat Cebesoy ise, Sivas'taki III. Kolordu ve Ankara'daki XX. Kolordu komutanlarıydı. Erzurum'daki XV. Kolordu komutanı Kazım Karabekir de genelgenin yazımı sırasında bilgilendirilenler arasında geliyordu. 19 Amasya Genelgesi, İstanbul hükümetine açıkça muhalefet ediyor, “vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir” diyor ve Sivas'ta bir kongre düzenleneceğini bildiriyordu.20 Bu noktada, Mustafa Kemal'in, gerek Vahidettin'le olan kişisel ilişkilerinden, gerekse kendisine yeni verilmiş olan bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi nedeniyle bu isimler arasında öne çıkması şaşırtıcı değildir. Diğer isimlerden ise en önde gelenin Refet Bele olduğunu söyleyebiliriz. Refet Bele, İttihatçılar içerisinde Mustafa Kemal 1909'da hareketin önde gelenleriyle fikir ayrılığına düştüğünde onu desteklemişti. Zaten hareketin başına Mustafa Kemal'in geçmesini öneren de o olmuştu. Fakat Refet Bele'nin en önemli özelliği, Talat Paşa'nın en yakın arkadaşlarından biri olmasıydı.21 Talat Paşa'nın, sürgünde olmasına rağmen, Mustafa Kemal'e destek verdiği ve Anadolu'daki İttihatçı teşkilatları Mustafa Kemal'in emrine yönlendirdiği, ve Talat Paşa 1921'de öldürülene kadar Enver Paşa'nın da bu politikaya, istemeden de olsa uymuş olduğu bilinmektedir.22

23 Temmuz'da, Mustafa Kemal ve birkaç yandaşı, Erzurum Kongresi'ne katılacaklardı. Bu noktada Mustafa Kemal, yetkilerini bildirgesini yaymak ve gereken desteği almak için kullanmış ve Osmanlı Ordusu'ndan ayrılmış durumdaydı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'nin seçtiği Heyet-i Temsiliye'ye Başkan seçilecekti. Esasında bu heyet ve ünvan çok büyük önem taşımıyordu, zira daha önce gerçekleşen kimi milliyetçi kongrelerde de benzer kurum oluşturma girişimleri olmuştu ve Erzurum Kongresi'ne katılım bir hayli kısıtlıydı, hatta kongre düzenlenirken Balıkesir'de bir başka milliyetçi kongre düzenlenmekteydi.23 Öte yandan, Mustafa Kemal ve yandaşları için Erzurum Kongresi, hem hazırlığı içinde oldukları Sivas Kongresi için bir sıçrama tahtası oldu, hem de İstanbul hükümetine Amasya Genelgesi'yle olduğundan daha ciddi bir biçimde meydan okuma olanağı sağladı. Bu noktada, Mustafa Kemal ve yandaşlarının, ne saltanata ne de hilafete karşı bir niyetleri yoktu, hedefte yalnızca İstanbul Hükümeti vardı. Erzurum Kongresi'nin 3. ve 7. Kararları şöyleydi:

İstanbul Hükümeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır(...) Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.24

4 Eylül ve 14 Eylül arasında ise Sivas Kongresi gerçekleşecekti. Bu kongre, siyasi açıdan Erzurum Kongresi'nde alınan kararlara bir yenilik getirmiyordu. Daha ziyade milliyetçiler açısından örgütsel yönelimlerin belirlenmesi açısından önemliydi. Ziynetullah Nevşirvanov Sivas Kongresi ve sonrasında gelişen süreci şöyle açıklıyordu:

Sivas Kongresi Anadolu hareketinin ilkelerini açıkladı ve harekatı yönetmek amacıyla her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne bağlı vilayet komiteleri kurdu. Bu komiteler, sözde Sivas Kongresi'nce oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin bir tür kollarıydı. Adı geçen komiteler, yerli halklar, halk arasında etkisi olan büyük çiftlik sahipleri, sanayiciler ve müftü, kadı gibi mollalar, İttihat ve Terakki Fırkası'nın silah kullanmayı bilen üyeleri ve zorba ağalar arasından seçilerek, merkezin ve İttihat ve Terakki Fırkasının yerel 'sorumlu sekreterlerinin' atama ve talimatlarına göre belirlenen kişilerden oluşuyordu. Savaş sırasında bulundukları şu veya bu şehirde kötü çalışan İttihat ve Terakki Fırkası sorumlu sekreterleri, başka şehre gidince oradaki vilayet komitelerinde çalışmaya başlıyorlardı.

Bu vilayet komitelerine, kırsal bölgelerde oluşturulmaya devam eden Kuvva-ı Milliye temsilcileri de katılıyordu. Vilayet komiteleri giderek güç kazanmaya, yetkilerindeki bölgelerde zulüm yapmaya yönelmiş, baskıya ve kaba güce dayanan etkilerini ve ellerindeki kuvva-i milliye birliklerini, işlerine gelmeyen kaza amiri, vali, kadı ve eski İmparatorluk ordusundan komutan ve subayları değiştirmek, hatta bazen tutuklamak ya da kaçmak zorunda bırakmak için kullanmaya başlamışlardı. 1919 yılının Ekim ile Aralık ayları arasında parlamento seçimleri yapıldı. Sivas'ta Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin, İstanbul'da Milli Kongrenin atadığı kişiler, kuvva-i milliyenin silahlı tehdidi altında, her biri elli bin vatandaşın oyuyla seçildi.25

Mart 1920'de, İstanbul'un İtilaf devletlerince işgali resmiyet kazandı. Meclis-i Mebusan feshedildi, Sivas Kongresi'nin ardından Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin iktidara gelmesinin ardından istifa etmiş olan Damat Ferit Paşa yeniden hükümet kurmakla görevlendirildi. Bu noktada İngiliz güçlerinin desteği ile Kuvva-i İnzibatiye isminde, ayrıca Halifelik Ordusu olarak da anılan bir askeri birlik kuruldu. Ayrıca İstanbul'daki İttihatçılara yönelik, daha önceki döneme kıyasla daha kuvvetli bir tutuklama dalgası başladı. Nevşirvanov bu süreci şu şekilde ifade edecekti:

Mebusların bir kısmı Anadolu'ya geçerek kurtuldu. En sessiz kalanlar veya hareketlerinde en kurnaz davrananlar İstanbul'da kalmayı başardı. İstanbul'dan kaçanlar, artık kendi etrafında birçok subay ve silahlı birliği toplamayı başarmış olan Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşa ile birleşince, Anadolu'da çalışabilecek yeni meclisi toplamak hiç de zor olmadı. Bunun için gerekli teşkilatlar artık hazırdı: Her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Vilayet Komitesi vardı ve bu komiteler büyük tüccar, sanayiciler, çiftlik sahipleri ve yüksek mevkideki mollalar ve ağır basan komitacılar, onların yanı sıra, henüz dağıtılan parlamento için bu vilayet komitelerince seçilmiş ikinci seçmenlerden oluşuyordu. Paşaların emrinde son derece yetenekli, etkin ve zeki subaylar vardı. 23 Nisan 1920'de çalışmaya başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, işte bunların büyük bir kısmı, her kazadan beşer kişi olmak üzere, ek milletvekili olarak atanarak ve İstanbul'dan kaçmış mebuslardan oluşuyordu.26

Gerçekte, Mustafa Kemal'in başını çektiği Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni, TBMM'yi kurmaya iten, İstanbul'un işgalinin resmiyet kazanmasıydı. Bu, ilkin milliyetçilerin İstanbul Hükümeti'ni ele geçirme şansı verilmeyeceğini gösteriyordu. Ayrıca Kuvva-i İnzibatiye'nin kurulması, aynı zamanda halife olan padişahın özellikle Konya gibi geri bölgelerde güçlü olan etkisinin artık kesin olarak İttihatçılara karşı kullanılmakta olduğu, dolayısıyla milliyetçilerin Vahidettin'e karşı da bir tavır almasını gerektiriyordu. Kuvva-i İnzibatiye, milliyetçiler için ciddi bir tehdit teşkil edecekti. Faaliyete geçmeşinin ardından başına Ahmet Anzavur'un geçeceği Kuvva-i İnzibatiye, 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı alacak ve buradan Anadolu'ya doğru ilerlemeye çalışacaktı.27 Bu arada, Haziran ayında, Vahidettin'e Sevr Anlaşması sunulacaktı. Anlaşma bir hayli ağır koşullar dayatmaktaydı; zira İngiltere ve Fransa, Kuvva-i İnzibatiye'nin Anadolu genelinde TBMM karşıtı işgallerle karşılaşacağını ve kolaylıkla kazanacağını umuyorlardı.28

Beklendiği gibi Anadolu'nun pek çok yerinde ayaklanmalar patlak verdi fakat Kemal ve kurmaylarının askeri gücünün beklendiği kadar zayıf olmadığı kısa süre içerisinde ortaya çıkacaktı. Dahası, Kemal'in başını çektiği milliyetçi hareket, dağınık çetelerden güçlü bir burjuva hareketi haline gelmişti, ki bu yeni olanaklara kapı açıyordu. En önemli unsur ise Müttefik güçlerin birleşik cephesinin dağılmış olmasıydı. İtilaf devletleri arasında, Osmanlı topraklarının paylaşımında kendisine söz verilen yerleri alamamış bir devlet vardı. Bu devlet, kendisine tüm Ege ve Batı Akdeniz kıyıları sözü verilen, fakat Yunanistan'ın dengeleri değiştirmesiyle Batı Akdeniz ile yetinmek zorunda bırakılmış İtalya'ydı. Ziynetullah Nevşirvanov, alıntıladığımız yazısının bir dipnotunda şu ilginç noktayı vurgulamaktadır:

Hareketin başlangıcında kendini henüz zayıf hisseden Kuvva-i Milliye ve TBMM isyanlardan, yani gericilik yatağı Konya'nın milli harekete katılmamasından endişeleniyordu. Ama aynı zamanda silaha ve askeri malzemeye çok büyük ihtiyaç vardı. Bu yüzden Konya vilayeti İtalyan askeri birliklerince (milli hükümet güçleninceye kadar) işgal edildi ve İtalya'dan, Antalya üzerinden silah ve cephane getirildi. TBMM hükümeti duruma hakim olmaya başladıktan sonra İtalyanlar birliklerini TBMM'nin 'aracısı'nın bulunduğu Anadolu'ya çekti ve İtalyan hükümetinin Enformasyon Dairesine bağlı Stefani Ajansı ile Anadolu Ajansı arasında anlaşma bağlandı.

1920 yılının ikinci yarısında TBMM hükümetinin eski içişleri kumandanı Sami Bey, resmi hükümetin temsilcisi olarak bulunduğu Roma'da, Roma ile Ankara arasındaki ilişkilerde arabuluculuk ediyordu. Basın müdürlüğü adına imzalanan bu anlaşmayla ilgili açıklamayı Basın Yayın Genel Müdürü Hamdullah Suphi, bir grup mebusun sorusu üzerine meclisin açık oturumunda yaptı ve bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ile arasında mücadele başladı. Mustafa Kemal anlaşmayla ilgili bu açıklamayı reddetti ve Hamdullah Suphi'yi yalancılıkla suçladı.

(...)

Anadolu Ajansının verdiği haberlerin büyük bölümünü Stefani'nin Rodos adası üzerinden sağladığı malumatlar oluşturuyordu. 1: İttihatçıların elebaşlarından biri olan Cavit Beyin Anadolu hareketinin ta başından beri Roma'da bulunması, 2: İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan İttihatçıların çoğunun Anadolu'ya İtalyan yardımıyla geçmesi ve 3: Malta'dan kaçan İttihatçıların Roma'da gizlenmesi ve benzeri hususlar, Anadolu hareketinin çok eskilerden ve özlü bir şekilde İtalya'ya bağlı olduğunu gösteriyor.29

İleriki süreçte, TBMM'nin karşısındaki sorun, isyanlar ve firariler olacaktı. İfade ettiğimiz üzere, 1. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu'ndan yarım milyon asker firar etmişti, ve TBMM'nin kontrolündeki ordularda da firar sorunu çözülmüş değildi. İki sorun da benzer bir çözüm gerektirecekti. Çözüm baskıydı. Temmuz 1920'de TBMM firar sorunuyla ilgilenmek için İstiklal Mahkemelerinin açılmasını tartışmaya başlayacaktı. Bu arada, Kuvva-i Milliye çetelerinin kolaylıkla düz haydutluğa kayan, düzensiz birliklerden oluşması da problemler yaratıyordu. Yaz boyunca ordudan firar edenlerinin sayısının artması sonucu, 1920'nin Eylül ayında İstiklal Mahkemeleri açıldı ve bu mahkemelere firarilerle ilgili sınırsız yetki verildi. İki hafta sonra Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkartılarak mahkemelere bu davalara bakma yetkisi de verilecekti. İstiklal Mahkemelerinin uyguladığı terör etkili olduğu kadar korkunçtu. Yüzlerce asker kaçağı idam edildi, binlercesine kürek cezası, hapis cezası ve meydanlarda kırbaçlanma cezası verildi. Kemalistlerle Yunan ordusu arasında gerçekleşen en ciddi savaşlardan biri olan Sakarya Savaşı'nda 120,000 asker toplanacak olması, baskıların sonuç verdiğini gösteriyordu. Buna rağmen, bu savaşta dahi, 10,000 asker firar edecekti.30

1. Dünya Savaşı sonrası koşullar, Anadolu'da Kemalist hareket olarak anılacak bir milli kurtuluş hareketinin oluşumuna yol açacaktı. Tamamen burjuva bir hareket olan, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski egemenlerinin bir kesimince yönetilen bu hareket, 20. yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde baş gösterecek ulusal kurtuluş hareketlerinin bütün tipik özelliklerini gösteriyordu. Her ne kadar TC'nin kurucu efsanesine göre bu hareket “yedi cedde karşı anti-emperyalist bir destan” olsa da, gerçekte Mustafa Kemal ve arkadaşları, mümkün olur olmaz ilk anlaşabilecekleri emperyalist devletle işi pişirmekten rahatsızlık duymayacaklardı. Kemalist ulusal kurtuluş hareketi, Rosa Lüksemburg'un 1915'te Junius Kitapçığı'nda ifade ettiği görüşleri harfi harfine doğrular nitelikteydi:

Emperyalizm herhangi bir veya bir grup devletin ürünü değildir. Sermayenin dünya ölçeğindeki gelişiminin belirli bir olgunluk aşamasının bir ürünü, doğal olarak uluslararası niteliğe sahip bir durum, sadece bütün kapitalizmin bütün ilişkilerinde tanınabilecek ve hiçbir ulusun dışında olamayacağı bölünmez bir bütüntür.

(…)

Günümüzde ‘ulus’ kavramı, emperyalist emelleri gizleyen bir pelerinden, emperyalist düşmanlıkların savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşlarda yem olmaya itecek son ideolojik araçtan başka hiçbir şey değildir.31

Gerdûn

1Kivrikoglu, Hüseyin ve Edward J. Erickson. Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War. Greenwood Publishing Group, 2001, s. 211

3 “Erzincan Şurası: Halklar Arasında Savaşa, Sınıflar Arasındaki Barışa Son!” Tarihte Dört Ekim! Bir Muzaffer Devrim! Proleter Devrimci KöZ 29. Aralık 2005

4Dilber, Orhan. “Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?” www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf s. 21

5Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

6Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

11Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 16

13Burak, Durdu Mehmet. “Osmanlı Devleti'nde Jöntürk Hareketinin Başlaması ve Etkileri”. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1271/14637.pdf s. 18

14Dilber, Orhan. Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı? www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf s. 21-22

15Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 79

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 109

17Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 19-20

18Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115

19Akşin, Sina. “Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi”, İmaj Yayıncılık, s. 110

21tr.wikipedia.org/wiki/Refet_Bele

22Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20-21

25Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115-6

26Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 117

29Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 118

30Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

 

Tags: 

Kemalizme Karşı Komünizm (2)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

 

 

 

 

 

 

İstanbul'da Sosyal Demokrasi ve Komünizm

1918'de Osmanlı İmparatorluğu ile Müttefik devletler arasında Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalanmasının ve İttihatçı hükümetin düşmesinin ardından, Birinci Dünya Savaşı döneminde İstanbul'dan sürgün edilmiş veya kaçmak durumunda kalmış pek çok muhalif isim, şehre dönme olanağı buldu. Bu kişiler arasında savaş öncesi dönemde şu veya bu şekilde sosyalist düşünceleri savunmuş kesimden hayatta kalanların çok büyük bir kısmı da yer almaktaydı. Ayrıca, savaş esnasında çeşitli Avrupa ülkelerine gönderilmiş olan aydın ve işçilerin kimileri, o ülkelerde sosyalist görüşlerle tanışmıştı ki savaşın ardından onlar da İstanbul'a döneceklerdi. Savaş esnasında gayrimüslimlere, özellikle de Ermenilere yapılanlar nedeniyle, Müslüman kökenli sosyalistler İstanbul'a gayrimüslimlerden büyük ölçüde daha çabuk dönebilmişlerdi. Zaten sayıca az olan Müslüman sosyalistleri içindeki sol eğilimin en öne çıkan ismi Baha Tefvik'in 1914'te ölmüş olması da, sayıca daha çok olan ve bir adım önde olan Müslüman kökenli sosyalistlerinin ve yaratacakları örgütlenmelerin görüşlerinin Avrupa sosyal demokrasisi çizgisinde olmasına neden olacaktı.

İlk kurulan parti, etrafında topladığı ufak bir aydın çevreyle savaş öncesi dönemde yasal bir sosyal demokrat parti kurmaya çalışan ama başarılı olamayan eski İttihatçı, ayrıca mason Dr. Hasan Rıza'nın 1918'in sonlarına doğru kurduğu Sosyal Demokrat Fırkasıydı. 1919 yılı başlarında yayınlanan program ve beyannameye göre, partinin amacı işçilerin çalışma hayatının düzenlenmesi, sendikalar içinde örgütlenmeleri, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirmesi ve sosyal haklara sahip olmalarıydı.1 Bu parti 2,000 kişilik2 bir kitle elde etmeye başaracaktı, fakat yeni dönemin örgütlerinden en güçlüsü Sosyal Demokrat Fırkası değil, sürgünden dönen Hüseyin Hilmi'nin eski partisi Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın devamı olarak 1919'un Şubat ayında kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası olacaktı.3 Hüseyin Hilmi'nin partisi, hem geçmişteki varlığı hem de erişeceği gücün etkisiyle, koşullardan dolayı merkezden kopuk olsalar da İstanbul dışında şubeleri olacak tek sosyal demokrat teşkilattı. Bu yapının üye sayısı, en güçlü olduğu dönemde İstanbul'da 14,000'i bulacaktı.4

Hüseyin Hilmi'nin partisinin, savaş öncesi dönemde aynı adını taşıyan ve üyelerini Osmanlı sosyalist hareketinin sol kanadını oluşturan militanlarının partisiyle herhangi bir ilgisi yoktu. Hüseyin Hilmi eski çizgisini devam ettirmekteydi. Dahası, Hüseyin Hilmi, sürgündeyken, dönünce Şeyhülislam olacak Mustafa Sabri Efendi gibi Hürriyet ve İtilafçılarla dost olmuştu ve şimdi iktidarda olan bu partiden arkadaşları Hüseyin Hilmi'yi koruyup kolluyorlardı.5 Hüseyin Hilmi'nin partisinin güçlenmesinin nedenleri arasında, onun mevcut Osmanlı hükümetiyle yakınlığı, ve belki bu yakınlık sayesinde daha büyük güçlerle kurabildiği ilişkilerini göstermek mümkündür. Öte yandan şunu de belirtmek gereklidir ki bu tutum, Hüseyin Hilmi'nin partisinin ancak mevcut dönem içerisinde benzer ideolojilere sahip diğer partiler arasından öne çıkabilmesini sağlamış olabilir. Mondros Anlaşması sonrası İstanbul'u kontrol etmekte olan devletler, şüphesiz sosyal demokrasinin savaş seferberliğinde kendilerine nasıl bir hizmet sunduğunu unutmamışlardır. Bu güçlerin, ciddi bir sınıf mücadelesi tarihi olan İstanbul'da savaşın ardından, Avrupa'nın pek çok ülkesinde olduğu benzeri bir işçi kalkışması olabileceğini düşünmüş, ve böylesi bir hareketi kontrol altında tutmak için Hüseyin Hilmi'nin partisinin hayatını kolaylaştırmış olmaları gayet olasıdır.

Hüseyin Hilmi'nin partisinin ideolojisinde, Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın çizgisiyle büyük ölçüde aynı kalmıştı, öte yandan detayları bakımından İkinci Enternasyonal'in çizgisini daha net bir biçimde ifade etmekteydi. Bu, en net biçimiyle, Hüseyin Hilmi'nin partisinin yayın organı İdrak'ın ilk sayısında Ferdinand Lassalle ve Karl Marks'a övgüyle atıfta bulunulmasında görülmekteydi:

“1860 tarihlerine doğru sosyalist fikir ve akımları, başta ortaya çıktıkları Fransa'da  sönmeye başlamışlardı. 1848 Devrimi'nden sonra, Fransa'da iktidar konumuna gelen  sosyalist görüşten birçok devlet büyüğü, fikirlerini uygulamaya başlamış ve neticede  başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum karşısında pratiğin hayatını sürdürmesi için  yeni bir güç keşfetmek, görüşü daha bilimsel, daha metin temellere dayandırmak  gerekiyordu.

Bu fevkalade zor görevi gerçekten harkülade denecek tarzda yerine getirmeyi  başaracak iki kişi yetişti: Karl Marks ve Lassalle.

Bu iki zat, Fransız sosyalistlerini temizlendirdiler. Her ikisi de burjuva sınıfa mensup,  gayet iyi eğitim görüş, iktisat dünyasına hakim, aydın kişilerdi. Görüşlerini duygular  ve inançlar üzerine değil, hesaplar ve gerçekler üzerine inşaa ediyor, fikirlerini  mantıktan, felsefeden ziyade, iktisattan, istatistikten alıyorlardı.

Saptadıkları ve savundukları pratik, bugün övünç kaynağıdır. Yalnız sosyalistler değil,  bütün insaniyet bu iki dahiyi takdir ediyor. Bu iki kişi bugünkü sosyalizmin gerçek  kurucularıdır.”6

Bu tutum İkinci Enternasyonal'in hem Marks, hem Lassalle'a yönelik genel görüşlerinin bir özeti ve Marks'ın görüşlerinin nasıl çarpıtıldığının bir örneği gibiydi. Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın en önemli ideolojik kaynaklarından olan Fransız sosyalisti Jean Jaures de, İdrak gazetesinin sayfalarında övülüyor, hatta yüceltiliyordu:

“Fransız sosyalizminin kurucusu ve yöneticisi olan Jean Jaures, yalnız kendi ülkesine,  kendi Partisine değil, belki bütün insanlığa gıyaben şeref veren dehalardan biriydi  (...) Fransa, savaşın bütün acılarına rağmen tam beş sene bu soylu evladının kaybına  ağladı. Onu, onun verdiği hizmetleri unutmak şöyle dursun, her fırsatta tekrar tekrar  yüceltildi.”7

Bununla birlikte, fakat aslında İkinci Enternasyonal'in tutumuyla da uyumlu biçimde, ülke durum ve koşulları ile sosyalizm anlayışı birleştirilmekteydi. İdrak gazetesinin ilk sayısının başyazısına göre:

“Türkiye, ezelden beri bir sosyalist ülkesidir ve şeriatın hükümleri bir sosyalist  düsturdur. Müslüman Osmanlı İmparatorluğu'nda şeriatın hükümleri uygulanıyordu  ve sosyalist düsturuna uyuluyordu. Bu sebepten millet bolluk ve mutluluk içinde  yaşamıştı. Demek ki sosyalist şeriat hükümleri uygulanırsa, memleket yine bolluğa ve  mutluluğa ulaşabilecektir.”8

Bir yandan İkinci Enternasyonal'in bilimsel sosyalizmine atıfta bulunurken bir yandan sosyalizm ile Müslümanlığı, hatta şeriatı bağdaştırma çabası, her ne kadar çelişkili gözükse de esasında bu yaklaşım İkinci Enternasyonal'in din konusuna dair tutumuyla uyumluydu. İkinci Enternasyonal'in pek çok partisi içerisinde özellikle Hristiyanlıkla sosyalizmin bağdaştıran kesimler uzun süredir yer almaktaydı. Bu minvalde bu yaklaşımın İkinci Enternasyonal tarihine damgasını vuran oportünizmle tamamen uyumluydu. Peki Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışı teoride ve pratikte ne minvaldeydi? Partinin kuruluş beyannamesi bu konuyu netleştiriyordu:

“İnsanlar arasında gerçek eşitliği temin etmek, fakir halkı refah ve mutluluğa  eriştirmek gibi bir yüksek bir fikri barındıran uğraşımız aynı zamanda ahlaki ve siyasi  bir inançtır.

İslam dini de sosyalizm esaslarını gerçekten taşır. Türk gelenekleri de birçok sosyalist  fikirleri içinde barındırmıştır.

Şimdiye kadar ülkemizde ihmal edilen bu yüce uğraşı gerçekleştirmek için Türkiye  Sosyalist Fırkası Kurulmuştu.

Faaliyetimizi, ülkenin durumunu, bölgedeki gelişmeleri ve halkın zihniyeti ve kişiliğini  temel alarak belirledik ve düzenledik.

Programımızda bulunan genel reformların gerçekleştirilmesine katılıkla çalışarak,  özellikle bir 'İşçi ve Çalışma Bakanlığı' kurularak işsizlere iş bulmak görevinin  hükümetçe kabulüne gayret edeceğiz.”9

Net bir biçimde görüleceği üzere, Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışında, İkinci Enternasyonal partilerinin genelinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir devrimle iktidarı alması, dünya devrimi ve komünist bir dünya gibi bir yaklaşım yoktu. Yönelim, mevcut hükümetin belli reformları uygulamasını sağlamaya çalışmak olarak belirlenmişti. Ayrıca tabii ki, tüm İkinci Enternasyonal partileri gibi, Hüseyin Hilmi'nin partisi de milli geleneklere atıfta bulunmayı ve sosyalizmin bu geleneklerle ne kadar uyumlu olduğunu iddia etmeyi ihmal etmemişti. Zamanında Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın Paris şubesini kurmuş olan Refik Nevzat'ın savaşın ardından Hüseyin Hilmi'yle ilişkilerini tazelemesiyle birlikte, bu parti yeniden toparlanan İkinci Enternasyonal'in Türkiye'deki resmi üyesi sayılacak, Refik Nevzat'ın Paris'teki grubunun üyeleri, Hüseyin Hilmi'nin partisinin temsilcileri olarak İkinci Enternasyonal kongrelerine katılacaklardı.10

Refik Nevzat'ın Partis'teki sosyalist grubuyla Hüseyin Hilmi'nin yeniden kurduğu partisi arasındaki ilişkiyi kuran, Mustafa Kazım isimli bir işçiydi. Memleketinden dolayı sıkça Vanlı Kazım diye de anılan bu kişi, 1914'te teknik okulda eğitim görmek için Paris'e gitmiş, fakat savaş başlayıp kendisine para gönderilemez olunca orada Renault fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamış ve sendikaya katılmış, bir yandan da sosyalist fikirlerle ve Refik Nevzat'ın grubuyla tanışmıştı. Kendi ifadesine göre bu noktada marksizm bilgisi yoktu, sosyalizmin ne olduğuna dair kılavuzu ise Refik Nevzat ve onun söylediklerine dair kendi akıl yürütmeleriydi. Refik Nevzat, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'de yeni bir parti gördüğünü öğrenince, İstanbul'a bu partiyle anlaşması için bir temsilci gönderilmesi gerektiğini söyledi. Mustafa Kazım da, zaten İstanbul'a gideceği önceden bilindiği için temsilci seçildi.11 Gelecekte komünist hareket içerisinde önemli rol oynayacak olan Mustafa Kazım'ın 1919'un ortalarında Hüseyin Hilmi ile ilk tanışmasına dair anlattıkları, bu partinin işleyişini göstermesi açısından önem taşımaktadır:

“Masanın üzerindeki boş rakı şişesiyle leblebi tabağını çabucak masanın gözüne  koydu. Masanın başındaki sandalyeye beni buyur etti ve kendisi de bir sandalye ile  karşıma oturdu.

Karşılıklı bakıştıktan sonra gelişimin sebebini şöyle anlattım: 'Ben Paris'te bulunan  Türklerin teşkil ettiği bir sosyalist grubun tam yetkili bir  temsilcisiyim, buyrun  itimatnamemi okuyun' dedim ve itimatnameyi verdim. Hilmi Bey  itimatnameyi  dikkatle okuduktan sonra bana baktı ve 'şimdi karşılıklı bir parti arkadaşı gibi  konuşalım' dedi ve ilave etti: 'Biz burada partiyi yaşatmak için çeşitli zorluklarla  mücadele etmekteyiz. Partiyi ve gazetemizi yaşatmak için yeter paramız yok. Partiye  üye kazandırmak için gazetemizin devamlı ve uyarıcı yazılarla çıkması lazım. Bunun  için çok paraya ihtiyacımız var. Sizin Paris grubunuz bize ne kadar para yardımı  yapabilir?' Bu sözü üzerine dikkatle Hilmi'nin yüzüne baktım ve 'Hilmi Bey, benim  görevim bu partinin iç ve dış durumunu öğrenmek ve grubumuza detaylı bir rapor  göndermektir. Söylediklerinizi de yazacağım. Oradan gelecek cevaba göre ileride  konuşuruz. Şimdilik partinin çalışma ve etki durumunu etraflıca öğrenip bildireceğim'  dedim. Hilmi Bey, 'artık burada çalışalım' dedi ve bir gün sonra çıkacak gazeteye  konmak üzere benden Avrupa sosyalizmi ve prensipleri hakkında bir yazı ve bir de  fotoğrafımı istedi. Bunları hazırlayıp verdim fakat yayınlanan gazetede yazım sansür  edilerek çıkmamış ve yalnız fotoğrafım çıkmıştı. Katip Fazıl Bey'e sordum:  'Benim yazımı neden sansür ettiler?'. 'İşgal altındayız, sosyolojiye uygun olsa da sert  ve ciddi yazılar işlerine gelmiyor' dedi.
(...)
Bu sosyalist partisinden ciddi bir iş beklenemezdi.”
12

Hüseyin Hilmi, kişisel hırsları da bir hayli güçlü bir isimdi ve partisi içerisinde adeta bir diktatör gibi egemenlik sürmek istemekteydi. Bu tutumu, partinin çektiği kimi aydınlarda kısa bir süre içerisinde rahatsızlıklar yaratacak, kimi aydınlar partiden kopacaktı. 20 Temmuz 1919'daki kongrede benimsenecek parti tüzüğünün birinci maddesi şöyleydi:

“Fırkanın ünvanı Türkiye Sosyalist Fırkası olup kurucusu Hüseyin Hilmi arkadaş  fırkanın tam yetkilisi ve daimi lideridir.”13

Bu kongrenin ardından parti bütün bu sıkıntılara rağmen ciddi bir güç kazanacaktı. Hüseyin Hilmi'nin partisinin ciddi bir güç kazanmasının birbiriyle bağlantılı iki nedeni vardı. İlki bu dönemde İstanbul işçi sınıfının belirli kesimlerinde ciddi bir hareketlenme olması ve grevler gerçekleşmesi, ikincisi ise bağlantıları nedeniyle Hüseyin Hilmi'nin bu grevlere pratik bir destek sunabilmesiydi. 1919'un Ekim ayında, Haliç'te Bahriye Nezareti'ne bağlı tershaneler gibi fabrikalarda, 1300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir greve sözcülük etmesinin ardından, 1920'de Hüseyin Hilmi nereden geldiği bilinmeyen paralarla en önemlisi tramvay işçilerinin grevi olmak üzere, deri fabrikaları ve tershanelerdeki grevlere katılan işçilere mali yardım etmeye başlayacak, bu da greve gitmek isteyen işçilerin Hüseyin Hilmi'nin partisinden yardım istemesine neden olacaktı. Bu durumun sonucu olarak Hüseyin Hilmi ciddi bir üne kazanacak, grevlerde işçilerin temsilcisi olarak müzakere yapmaya başlayacak, grevlerin kazanılmasıyla partisine de binlerce işçi akın akın katılacaktı. Grevlerin gerçekleştiği işletmelerin üst düzey yöneticilerinin de gözleri korkacak ve bu kişiler de, yüklü bağışlar karşılığı partiye girmeye başlayacaklardı. Toplanan paralarla parti genel merkezi olarak bir konak, Hüseyin Hilmi'ye ise armalı, kırmızı bir otomobil alınacaktı.14 Başta Tramvay işletmeleri olmak üzere Hüseyin Hilmi'nin yardım ettiği grevlerin büyük çoğunluğu, Fransız sermayesinin egemen olduğu şirketlerde gerçekleşmişti ve bu noktada Fransızlarla araları açık olan İngilizler Hüseyin Hilmi'nin partisini desteklemişlerdi.15 İngilizlerin bu tutumu, Fransız sermayesinin işlerini dolaylı olarak bozmak için olduğu kadar, grevleri kontrol altında tutmak için benimsendiğini söyleyebiliriz.

Bu dönemde İstanbul'da kurulmuş sosyalist partilerden bir diğeri Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası olacaktı. Resmi kuruluş tarihi 22 Eylül 1919 olan bu parti, Temmuz ayının sonlarında resmi makamlara parti açmak için başvuru yapmıştı. Bu partinin kökenleri 1919'un Mayıs ayında, Almanya'da, Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası adıyla atılmıştı.16 Almanya'daki parti, 1919'un başlarında, Alman Devrimi'nin etkisiyle sosyalist fikirlerin etkisi altına giren Türk aydınlarınca kurulmuştu. Bu çevre, bu dönemde Almanya'da Kurtuluş isminde bir yayın başlatmıştı.17 Her ne kadar bu çevreye, Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches'in başını çektiği Spartaküs Birliği'ne atıfta bulunarak Türk Spartakistleri denilmiş olsa da, bu doğru bir yakıştırma değildi.18 Ziynetullah Nevşirvanov'un, 1923'te bu çevrenin en önde gelen ismi Ethem Nejat'a dair yazdığı anma yazısında ifade ettiği üzere, bu partinin kökenleri komünistlerle alenen karşı-devrimci sosyal demokratlar arasında orta yolu bulmaya çalışan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi'ndeydi.19 Kurtuluş dergisinin ilk sayısı da, Alman bağımsız sosyalistlerinin arada kalmış çizgisini yansıtır nitelikteydi. Bir yandan derginin giriş yazısında şöyle ifadeler bulunmaktaydı:

“Her tarafta duyulmakta olan gürültü, yıkılmakta olan şeyden geliyor: kapitalizm...  Türkiye proletaryası, dünyadaki bütün kardeşleriyle beraber muhakkak bir yarını dört  gözle bekliyor.20

Kapitalizmin yıkımını ve dünya genelinde ortak bir geleceği öngörmesiyle, bu çevre diğer sosyal demokrat çevrelerden ayrılmaktaydı. Bununla birlikte yine aynı sayıda, partinin önde gelen ismi Ethem Nejat'ın yazdığı bir yazıda şu ifadelere yer verilmekteydi:

"Nüfusumuzun yüzde doksan beşi proletarya olan Türk'ün, menfaat ve refahını  sosyalizmde araması pek makul ve doğru bir çaredir."21

Burada hem genel anlamıyla sosyal demokrat çizginin, hem de İstanbul'daki İkinci Enternasyonal çizgisindeki yapıların da paylaştığı, sosyalizmi milli çıkarlarla uzlaştırma eğilimini netçe görmek mümkündü. Bu tutum ve üslubun Ethem Nejat'ın geçmişindeki Türkçülüğün bir sonucu olduğunu söylemek haksızlık olur. Bu ifade, bütün çevrenin görüşlerini yansıtmaktaydı. Yine Kurtuluş dergisinin ilk sayısında yayınlanan bildirgede, Türk ulusunun düşman işgalinden kurtuluşu, yurtseverlik ve Türk milliyetçiliği, dünya işçi sınıfının sermayeden kurtalışıyla özdeşleştirilmek suretiyle marksizm ve enternasyonalizm kılıfına sokulacaktı.22 Bu çevrenin üyeleri, yayınlarının ilk sayısını çıkarttıktan sonra büyük bir heyecanla İstanbul'a döneceklerdi.23

Kurtuluş çevresi İstanbul'a döndükten sonra bu çevreye benzer şekilde farklı ülkelere giden ve bu ülkelerde sosyalizmden etkilenenler arasından katılanlar oldu. Bu kişiler arasında en öne çıkan isim, savaş yıllarında Fransa'da eğitim görmüş ve sosyalist fikirlerle burada tanışmış olan Dr. Şefik Hüsnü'ydü. Almanya'da kurulan partinin ismine 'sosyalist' isminin eklenmesi de, Şefik Hüsnü'nün etkisiyle gerçekleşecekti. Bununla birlikte ilk aşamada partinin genel görüşlerinde ciddi bir değişiklik yoktu. Şefik Hüsnü'nün etkisi, ilk kongresinde partinin genel sekreteri seçilmesinden anlaşılmaktaydı.24 Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin en önemli özelliği, bol miktarda aydından oluşan ve neredeyse tamamı üst sınıflardan gelen bir yapı olmasıydı. Hiçbir zaman resmi olarak parti başkanı konumunda olmasa da, partinin bu dönemde en önde gelen ismi Ethem Nejat'ın içerisinde bulunduğu yapıyı bir aydın örgütü olarak nitelendirmesi şaşırtıcı değildi. Bu nedenle, özellikle Ethem Nejat'ın etkisiyle partinin 1919'da İstanbul'daki çalışmaları, İstanbul'daki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin hepsini tek bir çatı altında toplamaya yönelikti. Ethem Nejat'ın temel kaygısı, içerisinde bulunduğu aydınlar örgütünden daha çok halk yığınları örgütleri olarak gördüğü Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası ile uyuşmaktı. Bu çabalar başarısız olacaklardı.25 Burada, diğer sosyal demokrat partilerin şeflerinin mutlak egemenliklerini yitirmeme istekleri;  Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin belirli üyelerinin ise aydın kökenlerinden gelen ve gelecekte de sergileyecekleri belirli tutumlarının etkili olduğunu tahmin edebiliriz. Her halükarda, bu çabaların başarısızlığı sonucu parti üyelerinin bir kısmı, Anadolu'da yükselmekte olan ulusal kurtuluş hareketine katılmak üzere yola çıkacaklardı.26 Bu kişilerin neredeyse hepsi kısa veya orta vadede sosyalizmle ilişkilerini keseceklerdi, ve özellikle partinin Anadolu'ya geçen üyeleri arasından önemli milletvekilleri, devlet adamları ve bürokratlar çıkacaktı.27

Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın kurucuları, savaş öncesi dönemde İkinci Enternasyonal'in görüşlerinden etkilenmiş kişilerin, koşullar yeniden faaliyete elverişli olunca ortaya çıkmalarının bir ürünüydü. İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın görüşlerinin kökenleri, temelde İkinci Enternasyonal çizgisiyle, Ekim Devrimi ile başlayan uluslararası devrimci dalganın şekillendirdiği komünist düşünce arasında kalan eğilimden geliyordu. Bu dalga çok kısa süre içerisinde dünya işçi hareketi içerisinde devrimci bir zemine sahip olanlar arasında inanılmaz bir güç kazanacaktı. Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın yöneticileri, böylesi bir zemine hiçbir zaman sahip olmamışlardı – onların sosyalizminde anlayışlarında devrime yer yoktu ve eğer başlangıçta sınıf mücadelesi ve sosyalizmle bir alakaları olmuşsa, savaş sonrası dönemde savundukları çizginin Enternasyonal'i ile birlikte bu çizgiyi tamamen yitirmişlerdi. İşçi ve Çiftçi Fırkası ise, uluslararası devrimci dalganın etkisine bir noktaya kadar açıktı, fakat bu çizginin kökenlerinde, etkilendiği Alman bağımsız sosyalistlerinin oportünizmi ve orta yolculuğu vardı ki bu hareketin geleceğine de damgasını vuracak olan bu özellik, şimdilik partiyi komünist siyaseti benimsemekten alıkoyuyordu.

Öte yandan Ekim Devrimi ve uluslararası devrimci dalganın gölgesi, İstanbul'a yetişecek kadar uzundu. Savaş öncesi dönemde, uluslararası sosyalist hareketin sol kanadında bulunan eğilimden gelenler, dünya genelinde devrimci ilkelere bağlı sosyalistlerin Ekim Devrimi'ne duydukları heyecanı paylaşmış ve komünist olmuşlardı. Savaş öncesi dönemde bu eğilimin üyelerinin çok büyük kısmını gayrimüslimler oluşturmaktaydı. Gayrimüslimlere yönelik soykırım nedeniyle bu eğilim ciddi bir dağılma yaşamıştı ve toparlanabilmesi daha güç olacak, yaşadığı dağılma da ilk dönem faaliyetlerini etkileyecekti. Bu köklerden gelen ve İstanbul'da – aynı zamanda Türkiye'de – komünist siyaseti benimseyen ilk kişi Roland Ginzberg adında, ailesi Dobruca kökenli olan bir İstanbul Yahudisi olacaktı. Ginzberg, birinci dünya savaşı sırasında askere alınıp Arabistan'a gönderilmişti. Savaş sonrasında İstanbul'a dönüp Halkalı Ziraat Mektebinde bahçıvanlık yapmaya, aynı zamanda da öğrencilere bahçıvanlık öğretmeye başlamıştı.28 Ginzberg, büyük ihtimalle haberlerini aldığı Ekim Devrimi'nin etkisiyle İstanbul'a bir komünist olarak dönmüştü, ve 1918'in ikinci yarısında çalıştığı yeri merkez alarak komünist siyasi faaliyet yapmaya, belirli bir yapılanma örgütlemeye çalışmaya başlamıştı.29 Bununla birlikte, Ginzberg'in kimi eski yoldaşlarıyla buluşup bir grup toparlayabilmeleri 1919'u bulacaktı. Ginzberg bu süreci ve oluşan Komünist Grup ve faaliyetlerini şöyle açıklayacaktı:

“1919 hareketinde genel savaştan sonra hayatta kalabilen militanlar – ilk olarak  1909'dan beri ülkede devrimci sosyalist fikirleri propaganda etmiş ve mücedele  yürütmüş olanlar, Rus devrimine ve III. Enternasyonal'e bağlılıklarını bildiren ilk  komünist grup halinde teşkilatlandılar.
(...)
Bu grubun amacı işçi hareketine gerçek sınıfsal devrimci yolda rehberlik etmekti. İşe  sendikalarda bir takım nüveler oluşturarak başladılar ve işçileri işkolu esasına göre  yeniden teşkilatlandırmak, onlara sınıf bilinci kazandırmak, militan kadroları  hazırlamak ve onları (...) genel bir emek konfederasyonu içinde birleştirmek amacı  güttüler.

Bir haftalık gazete, broşürler, klüpler ve benzerleri çalışmaları boyunca bu grup  tarafından kullanıldı. Bütün bunlar kendi güç ve olanaklarıyla yapıldı.”30

Komünist Grup illegal bir yapılanma olduğu için, tam kuruluş tarihini bilmiyoruz, bununla birlikte, ilk bildirgesinde Komünist Enternasyonal'e bağlılık bildirmesi, grubun kuruluşunu, Üçüncü Enternasyonal'in kurulduğu Mart 1919'un ertesine koyuyor. Ginzberg'in aktarımından da anlaşılacağı gibi Komünist Grup, özünde dönemin işçi hareketi içerisinde bir fraksiyon faaliyeti gerçekleştirecekti. Mevcut sendikalara dair yönelim, savaş öncesi dönemde devrimci sosyalist örgütün çevresinde bir devrimci sendikalar topluluğu olan Sendikal Birlik tarzı bir örgütlemek olacaktı. Sosyal demokrat partiler içerisindeki fraksiyon faaliyeti ise, bu partaları dağıtıp tabanlarını kazanmak biçiminde şekillenecekti. Komünist Grup'un üyelerini çok büyük ölçüde gayrimüslimler oluşturuyordu, dolayısıyla bu faaliyetlerin ilk başlayacağı nokta da gayrimüslimlerin ağırlıkta olduğu sendikalar olacaktı. Bununla birlikte, Komünist Grup bu çalışma üzerinden Müslüman kesimden kişilerle de ilişkilenmeye başlayacaktı, zira özellikle mevcut sosyal demokrat partiler içerisinde muhalif kesimler oluşmaya başlamaktaydı.

Komünist Grubun faaliyet yürüttüğü ve etki kazanmaya başladığı gayrimüslim ağırlıklı sendikalarla ilk temasa geçen Mustafa Kazım olacaktı. Bir yandan Sosyalist Fırka içerisinde çalışma yapmaya devam edecek olan Mustafa Kazım, büyük ihtimalle  1919'un ortalarında başlayan bu ilişkiye dair anılarında şunları anlatacaktı:

“İstanbul'daki işçi teşkilatlarını soruşturdum. Tramvay ve deniz işçilerini yokladım.  Galata'da tamamıyla Rumlardan kurulu oldukça kalabalık bir teşkilat vardı. Oraya  gittim, idare heyeti ile konuştum.

'Türk işçileri bize gelmiyor çünkü bütün konuşmalarımız Rumca oluyor ve bundan  bize karşı soğuk davranıyorlar' demişlerdi. 'Oysa Türk işçilerini de burada görmek bizi  memnun eder, siz buna bir çare bulursanız size elimizden gelen yardımı yapar,  teşekkür de ederiz.'

 'Ben her perşeme günü burada sendikacılık hakkında konferans vermeye başlayayım,  bu suretle Türk işçilerini de yavaş yavaş alıştırırız.'

Bir müddet sonra sendika yönetim kurulu beni de memnuniyetle sendikaya  kaydettiklerini söylemişlerdi.”31

Mustafa Kazım'ın yanısıra Hüseyin Hilmi'nin partisi içerisinde, daimi reise muhalefet edenlerden öne çıkan isimler arasında bir de Sadrettin Celal'i saymak gereklidir. Babası Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yapmış olan Sadrettin Celal, lise ve üniversiteyi okumak için Fransa'ya gönderilmiş, Sorbonne Üniversitesi'nden pedagoji diploması almış, siyasetle de Fransa'da tanışmıştı. Sadrettin Celal'in ilk benimsediği görüş sosyalizm değil, İsviçreli anarşistlerin etkisiyle anarşizm olacaktı. Sadrettin Celal, savaş sonrası döneme gelindiğinde, bu görüşlerden kopmuştu ve sosyalist argümanlarla anarşizmi eleştirmekteydi.32 Sadrettin Celal, Türkiye Sosyalist Fırkası içerisinde Hüseyin Hilmi'nin mutlak hükümdarlığını kırıp partiyi içeriden fethetmek istiyordu. Ayrıca Sadrettin Celal parti adına 1919 sonlarında gerçekleştirilecek seçimlere de katılacaktı.33 Hüseyin Hilmi'nin partisinde Mustafa Kazım'ın tabandan ve işçilerin desteğini kazanmaya çalışarak, Sadrettin Celal'in ise üstten ve Hüseyin Hilmi'nin diktatörlüğünden rahatsız aydınların desteğine dayanarak muhalefet ettiklerini tahmin edebiliriz. Mustafa Kazım ve Sadreddin Celal'in gelecekteki karşılaşmalarında birbirlerine karşı tutumları, geçmişte birlikte çalışmadıklarını gösterir nitelikte olacaktı.

Dr. Hasan Rıza'nın Sosyal Demokrat Fırkası içerisinde de muhalif unsurlar başgösterecekti. Bu isimlerden en öne çıkanı, bu dönemde İstanbul'da bulunan Ziynetullah Nevşirvanov'du. Nevşirvanov, siyasetle Rus Sosyalist Devrimci'lerinin yayınlarını okuyarak tanışmıştı ve savaş öncesinde okumak için İstanbul'a gelmişti. Savaş yıllarını İstanbul'da geçiren Nevşirvanov, savaş sonrasında Sosyal Demokrat Fırkası'na katılmıştı.34 Öte yandan bu noktada Nevşirvanov'un çizgisi, dönemin sosyalist hareketlerinin genel çizgisinden ayrılmıyordu. Nevşirvanov, Sosyal Demokrat Fırkası'nın merkez komitesindeydi. 1919'un Mayıs ayında yazdığı bir yazıda, milliyetçilikte şövenizme yönelen bir çizgi olduğunu ve bunun sosyalizme aykırı olduğunu ifade etse de, nihayetinde sosyalizm ile milliyetçiliği uzlaştırmaya çalışacaktı.35 Öte yandan, Nevşirvanov'un birkaç ay sonra İstanbul'a hemşerisi Şerif Manatov adlı kişinin Komünist Enternasyonal'in Türkiye'ye göndereceği ilk temsilcilerden biri olarak gelmesi Nevşirvanov'un siyasi geleceğini derinden etkileyecekti. Hayatına ve siyasi faaliyetlerine ileride daha detaylı değineceğimiz Manatov ve Nevşirvanov bu dönemde tanışıp birlikte çalışma yürütmeye başlayacaklardı.36 Nevşirvanov'un parti içi muhalefetinin, komünist görüşleri benimsediği bu noktadan sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nevşirvanov, İstanbul'daki sosyalist hareket içerisindeki deneyimini şu şekilde ifade edecekti:

“Bize deneyler; Sosyal Demokrat Fırkası Merkez Komitesi'nde, sosyal devrime ve işçi  yararına ait geleneklerinin azınlıkta olduğunu göstermiştir. Bundan dolayı işçilerin  sempatileri olduğu halde ilerletmek mümkün olamıyordu.  Yalnız siyasi mevki ve çıkar  için fırka kurulmasına katılmış olan Dr. Hasan Rıza (...) gibi büyük burjuvaların  yamakları, uşakları ve küçük burjuva olmaya çalışan yardakçılar fırkanın emekçi  yapıya sahip olmasına ve devrimci niteliğe bürünmesine engel olmaya çalışıyorlar,  devrimci unsurları içerdeki savaşta yalnız bırakıyorlardı. Diğer taraftan Hüseyin  Hilmi'nin diktatörlüğü altında yuvalanan Türkiye Sosyalist Fırkası için de aynı  durumda aynı savaş sürüyordu.”37

Nevşirvanov, en nihayetinde oradaki milliyetçilere değil, komünistlere katılmak için Anadolu'ya geçmeden önce Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın İstanbul'daki üç sosyalist örgütü birleştirme çabaları esnasında Ethem Nejat ile karşılaşan Nevşirvanov, onunla iyi ilişkiler geliştirip, ortak çalışma yürüttü. Buna rağmen, Ethem Nejat'ın birlik fikirlerini çok anlamlı bulmuyordu. Nevşirvanov, o dönem bu çabaya dair düşündüklerini şöyle açıklayacaktı:

“Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi Etem Nejat yoldaşa göre de bir aydınlar  örgütü  olduğundan, daha çok halk yığınları örgütü olan Sosyal Demokrat ve Türkiye  Sosyalist fırkalarıyla uyuşmak, birleşmek gerekti. Benim kanıma göre, böyle bir  birleşme olmadığında, yığınları yeni fırkaya çekmek zor olacağı gibi, ötekiler  içerisinde de, rehberleri arasındaki o 'yarı burjuva' çoğunluklarıyla işçi yararına pek  büyük bir iş görmek mümkün olmayacaktı.”38

Umulan sosyalist birliğin gerçekleşmemesi ve ciddi bir kesimin milliyetçilere katılmak için Anadolu'ya geçmesi İstanbul'da kalan İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası üyeleri arasında hayal kırıklığı yaratacaktı. Buna rağmen bu parti, Ziynetullah Nevşirvanov'u olmasa da Sosyalist Fırkası içinde başını Sadrettin Celal'in çektiği bir grubu kazanmayı başaracaktı. Ayrıca bu hayal kırıklığı, büyük ihtimalle Nevşirvanov gibi unsurlarla tartışmaların da etkisiyle, başta Ethem Nejat olmak üzere, bu partinin çizgisi, tamamen komünist olarak tanımlanamayacak olsa da radikalleşecekti. Ethem Nejat, liberal Prens Sabahattin'le giriştiği bir polemikte şöyle yazacaktı:

“Dünyayı kapitalizmin boyunduruğundan kurtaracak olan ancak enternasyonal sosyalizmdir. Bütün dünyanın proletaryası, birbirini kapitalizmin köleliğinden kurtarmak için dayanışmak durumundadır

(...)

Ne bireycilik, ne de demokrasi. Tek başına değil, dünya kuvvetiyle ve enternasyonal teşkilatla ortak düşmana karşı çalışmak mecburiyeti karşısında ancak sosyalizm varlık gösterebilir.”39

Komünist Enternasyonal temsilcisi Şerif Manatov'un görüştükleri arasında Mustafa Kazım da vardı. Manatov, Mustafa Kazım'a hem Türkçe hem de şehirdeki askerlere dağıtmak için farklı dillerde bir dizi bildiri verecekti. Mustafa Kazım bu bildirileri dağıtacak, en nihayetinde İstanbul'dan kaçmak durumunda kalacak ve Rusya'ya gidecekti.40 İstanbul'daki radikal çevrelerden Rusya'ya gidecek olan yalnızca Mustafa Kazım değildi. Bu çevre içerisinde, herkesin devrimin yaşandığı ülkeyi görmek istediği bir ruh hali oluşmuştu. Bu noktada, İstanbul'daki komünistlerin genel çizgisi, Rus komünistlerinin, geçmişteki İkinci Enternasyonal dogmalarının ve İstanbul'un işgal altında olmasının etkisiyle, Anadolu'daki ulusal kurtuluş hareketini desteklemek noktasındaydı. Buna rağmen, bu dönemde İstanbul'da yaşayan komünistler ve bazı radikal sosyalistler Ankara'ya değil, Moskova'ya gitme hayali kurmaya başlamışlardı ve pek çoğunun bu düşü yakın veya orta vadede gerçekleşecekti. Öte yandan, hepsi karşılaştıklarından aynı derecede memnun olmayacaktı.

Gerdûn

1Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 84-87

2Ginzberg, Roland. "Ginzberg'den Komintern Doğu Sekreterliği'ne (25.2.1921)”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 37

3Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

4Ginzberg, Roland. "Türkiye İşçi Hareketi'ne Kısa Bakış”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 126

5Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

6Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 111-2

7Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 113

8Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 108

9Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 109-110

10Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 77

11Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 79-80

12Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83

13Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 76

14Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79-80

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 82

16Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

17Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

18Her ne kadar Almanya'da Spartaküs Birliği ve devrim saflarına katılan Türkiye kökenli göçmenler olduğu bilinse de, bu kişilerin Türkiye kökenliler olarak ayrı bir grup kurma girişimi olmamış gibi gözükmektedir.

19Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

20Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

21Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 302

22Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 297

23Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

24Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298, 306

25Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73-74

26Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 307

27Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 295, 307

28"Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 106

29Şişmanov, Dimitır. “Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi: Kısa Tarih (1908-1965)”. Belge Yayınları. 1978. s. 90

30Ginzberg, Roland. "Komünist Gruplar ve Devrimci Sendikalar”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 150 Burada şöyle bir not düşmek gereklidir ki gerek bu ifadeler, gerekse Ginzberg'in diğer yazıları kendisinin Osmanlı döneminde İstanbul'daki devrimci sosyalist örgüte aşağı yukarı başından beri faal bir biçimde katıldığını, hatta belki kurucu üyeleri arasında yer aldığını göstermektedir ki, alıntıladığımız diğer kaynaklara göre, bu yapının ilk kuruluşunda kurucular arasında ismi belirtilmeyen bir Yahudi vardır. Öte yandan kurucular arasında ismi geçen bu Yahudi, Ginzberg'den ziyade Parvus da olabilir.

31Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83-84

32Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 303

33Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79

34Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 107-8

35Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 74

36Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları“. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1975. s. 99

37Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

38Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

39Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 365, 367

40Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 84-87

 

Tags: 

Mısır'da Grevler: İşçiler, Ordusuz Demokrasi Yalanı, Burjuva Sol Birlikler ve Sendikaların Gölgesinde Seçenek Arıyor

Komünistler müneccimler değillerdir; ancak tarihin ve deneyimlerin verdiği dersleri çalışırlar ve perspektiflerini buralardan hareketle yeniden inşa etmek için meşgul olurlar. Marksizmin ne bir ilmihal, ne de entelektüel bir ilgi alanı olmadığı gerçeğiyle tutundukları zeminden dünyaya bakarlar. Ulusal, mezhepsel ve dini her türden emperyalist tuzağın dışında en gerçek savaşın ve çözümün sınıfın kendisinin yaratacağı hareket ve asıl savaşta olduğuna işaret ederler. Örneğin daha henüz yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan isyanlarda karşımıza çıkan profil aslında tam da bunun bu yönde tahlil edilmesi gerektiğinin, olayların karakterlerinin açığa çıkması için acele edilmemesi gerekliliğinin işaretlerini veriyordu.

Buna göre “Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki Proleter İsyanlarla Dayanışma” metnimizin içeriğinde yer alan vurguların yanlışlığı tarih tarafından doğrulanmış oldu; özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde meydana gelen ayaklanmaların sınıf karakterine bakınca bu daha da belirgin ve gerçekliği es geçilemez bir durumu da yaratmış oldu.

(...) Bu ayaklanmalar işçi sınıfının, proletaryanın, sömürülenlerin dünya çapındaki hareketinin bir parçasıdır. Bu sınıf hareketi kapitalist ekonomik krize, egemen sınıfın aşağılık yozlaşmışlığına ve iki yüzlülüğüne ve ister sağcı olsun ister solcu, bütün hükümetlerin vahşi kemer sıkma politikalarına cevaben Yunanistan'da, Fransa'da ve İngiltere'de çıkan aynı sınıf hareketinin parçasıdır.

Bu ayaklanmalar ne yazık ki; proleter bir kimlikleri olmaları şöyle dursun kimi ülkelerde içinden çıkılmaz mezhep savaşlarının da önünü açtı. Özellikle bölgede petrolün öneminin dünya gündeminde taşıdığı hassasiyet ve Avrupa ve ABD burjuvazisinin yıllardır ağzını sulandırmış durumdaydı. Örneğin henüz Libya'daki iç savaşın sesleri duyulmaya başlandığında o dönem iktidarda olan Sarkozy'nin ülkede bulunan petrolün %30'u için ayaklanmacılar ile yaptığı gizli anlaşma, aslında koskoca bir resmin ünlü atasözüyle gerçeklenmesiydi: şeytan, ayrıntıda gizlidir!

Bir süre sonra sitemizde yayınladığımız bir yazı ile daha derli toplu bir değerlendirme gerçekleştirdiğimizi söyleyebiliriz. Buna göre gerçekleşen ayaklanmaların sınıfsal niteliklerine vurgu yapmaya daha çok çalışıyor ve bu eylemlerin aslında işçi sınıfının tarih boyunca hep birer isyan çığlığı olmuş grevler mi, yoksa burjuva demokrasisinin kutsanma ayinleri mi olduğu üzerine “Arap Dünyasındaki Olayların Sınıf Analizi: Dönemi Anlamak” başlığı altında kafa yoruyorduk:

Burada komünistler olarak tahlil etmemiz gereken, gerçekleşen ayaklanmanın sınıfsal doğasıdır. Burjuva basınının pek çok yorumcusu, gerçekleşen olayları yirmi yıl önce Doğu Avrupa'da yönetici patron takımları değişirken gerçekleşen olaylar ile ve daha yakın zamanda gerçekleşen "renkli devrimler"le karşılaştırmayı uygun buldular. Bizim için merkezi öneme sahip olan eylemlerin sınıf doğasıdır.

Buradan yola çıkarak, Tunus'taki eylemlerdeki başlıca sebeplerini “işçi sınıfı içinde yaygın bir rahatsızlık olması, kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve soyguncu bir hükümete karşı öfke” olarak değerlendiriyorken, Mısır ortaya çıkan hareketlilikleri “bütün toplumsal sınıfları barındıran geniş bir sınıflar arası niteliği olduğu” vurgusunu yaparak, Libya'daki duruma dair de “Tunus ve Mısır'ın aksine, işçi sınıfı herhangi bir biçimde önemli bir rol oynamadı. Hareket, en başından beri İslamcılık ve kabilecilik ekseninde yürüyor izlenimi veriyordu. Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işçi grevi gerçekleşmedi ve Arap basınında çıkan bir petrol grevi haberinin sonradan yalnızca müdüriyetin üretimi durdurması olduğu ortaya çıktı” şeklinde yorumlamıştık.

Dönemin üzerinden kalkan sis perdesi ile geçmiş tarihin tozunu dumanına katan karmaşasından sıyrılarak tarihin dikiz aynasını temizleyip "Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (1)" başlıklı başka bir yazımızda tekrar bir değerlendirme yaptığımızda karşımıza çıkan tabloyu değerlendirmiştik. Buna göre, Suriye için, “Esad'ın gidişi Kaddafi gibi olamayacak. İlk başlarda rejimler, kitlesel gösteriler karşısında bir bir yıkılırken herkes Esad rejiminin de rahatlıkla yıkılacağını düşündü. Fakat Esad, nusayri elitinin isteği doğrultusunda kolay kolay gitmeyecek ve iç savaş giderek tırmanacak” derken Mısır'da gelişen olaylara ilişkin, işçi sınıfının grevlerle öne çıkmaya dair her türlü çabasına karşılık, Port Said'te yaşananlar ve Müslüman Kardeşler gibi faktörlerin işaret ettiği durum, işçi sınıfı ve onun mücadelesinden yana birşeyin gelişmediğini gösteriyordu.

Günümüze baktığımızda geçtiğimiz birkaç ayı kapsayan dönemde, Mısır'da gerçekleşen kitlesel grevlerin gündeme oldukça oturduğunu söyleyebiliriz. Özellikle sadece bu Ekim ayının ilk yarısında 300 kadar işçi eyleminin gerçekleştiği ifade ediliyor. Bu grev ve eylemlerin tamamına yakınının temel taleplerini de daha iyi yaşam ve çalışma koşulları oluşturuyor. Bu sınıfsal taleplerin önünde ise oldukça fazla sektörü kapsıyan bir işçi kitlesi yürüyor ve bu sınıf kitlesinin hoşnutsuzluğu da her geçen gün artıyor. Metal, sağlık, ulaşım, turizm ve daha birçok sektördeki işçinin katıldığı bu eylemlerin atmosferi, eski Mısır çalışma bakanı Ahmed Hassan al-Borai'de bile eski sözlerini hatırlatma ihtiyacı yaratmış:

Ben o zamanlar grevdeki işçilere karşı zor kullanılarak bastırılan toplumsal huzursuzluğun, bir gün önü alınamayacak bir yangının fitilini ateşleyebileceğini söylemiştim.[1]

Bunu derken gözler, işçilerin mücadelesinin içerisindeki devlet ajanlarına, sendikalara çevriliyor.

Mısır'daki otoritelerin eteğinden kurulduğu yıl olan 1957'den beridir ayrılmayan Genel İşçi Sendikası, “tüm Mısırlıların başkanı olacağını” sözünü veren Mısır devlet başkanı Mohammed Mursi ile yaptığı görüşme sırasında grevleri bir yıllık bir dönem için durdurabileceklerinin sözünü veriyor.

Mısır'da ordu, endüstrinin en önemli noktalarının sahibi konumunda. Buna yönelik olarak, sendikaların da yönleri buradaki aidiyetin burjuvazinin silahlı kuvvetlerinden burjuvazinin bireysel sahiplerine geçmesi yönünde gelişecek gibi duruyor. Zaten bu zamana kadar ordunun elinde tuttuğu önemli sektörlerdeki grevlerin önüne destekledikleri sendikalar ile geçmeye çalışmalarının sebebi de burada yatıyor. Kontrol altında tutulan işçi eylemleri sayesinde bir süreliğine günü kurtaran Askeri Yüksek Konseyi ve onun Ulusal Hizmet Projesi Organizasyonu'nun kaderini yine işçilerin bağımsız ya da sendika güdümündeki eylemleri belirliyor olacak. Mücadelenin gidişatı, yine işçilerin, sendikalar yoluyla parçalanan ve izole olan eylemleri ile devlet aygıtlarından bağımsız örgütlenen grevler arasındaki ince çizgide belirlenecek. İşçiler mücadeleyi sektör sınırlarından kurtararak işçi sınıfının bütün kesimlerine yayarsa, ulusal sınırları aşan nitelikte diğer ülke proletaryasından cevap bularak hareket büyüyecek ya da sönümlenecek.

Mısır'daki burjuva solu da yeni birlikler için kollarını sıvamış durumda. “Devrimci Demokratik Koalisyon”[2][3] adında biraraya toplanan Mısır Sosyalist Partisi, Tecammu Partisi, Sosyalist Halk İttifak Partisi, Mısır Komünist Partisi, Mısır Yolsuzlukla Savaş Koalisyonu, İşçi ve Köylü Partisi, Sosyalist Devrimci Hareket (Ocak), Sosyalist Gençlik Birliği ve Mina Danyel Hareketi dört madde altında topladığı “yeni” programlarında ulusal ekonomiyi, kalkınmayı, laik cumhuriyeti ve ulusa bağımsızlığa vurgu yaparak burjuvazinin solundan işçilerin eylemlerini manipüle etmek adına ve yeni dönem karşı-devrimci araçlar olarak grevlerin karşısına dikilecekler. Anti-emperyalist-ulusalcı söylemlerini tarih boyunca sergileyen ve her ülke ve bölge özelinde işçi sınıfının enternasyonalist kimliği ve onun somut varlığı bilincinin bulandırılması için uğraşan burjuva solu, aslında yeni olmayan söylemleriyle ulusal kalkınma adı altında milli burjuvazinin izinden giderek yeni sömürüyü işçiler için adres göstermekten çekinmiyor.

Mısır'daki işçi mücadelelerinin önündeki tehlikeler oldukça net. Bir yanda, Askeri Yüksek Konseyi ile Mursi, onların arasındaki sarkaçta gidip gelen sendikalar ve milliyetçi/ulusalcı söylemleriyle burjuvazinin uşağı sol kapitalistler, bir yanda ise işçi sınıfının devletin bütün aygıtlarının güdümünden bağımsız, enternasyonalist hareket alanı. Mısır işçilerinin mücadelesi de, tıpkı “ekmek isyanları”ndaki gibi, önümüzdeki dönemde diğer ülkelerdeki işçilerin hareketleri ile bir anlam buluyor olacak. Diğer işçilerin, işsizlik, düşük ücretler, artan gıda fiyatları ve esnek çalışma gibi ortak sorunlarından beslenen sınıfsal talepler ile birleşecek olan mücadelenin çizgisi, ilerideki gelişmelerin seyrini belirleyecek.

Bunçuk, 16/10/12

  1. english.al-akhbar.com/content/egypt-workers-striking-record-numbers

  2. allafrica.com/stories/201210051506.html

  3. english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/53259/Egypt/Politics-/Revolutionary-Democratic-Coalition-A-new-voice-on-.aspx

Tags: 

Rubric: 

Kuzey Afrika

Türkiye, Suriye ve Savaş

Geçtiğimiz günlerde Türkiye gündemi, Suriye ile savaş ihtimaliyle sarsılmaya başlamış durumdaydı; hala da öyle diyebiliriz. Urfa'ya bağlı Akçakale'ye yapılan bombalama sonucunda beş kişinin yaşamını yitirmesinin ardından, hükümet apar topar Suriye'yi meclisten geçireceği Irak'a askeri müdahale tezkeresine, genel bir dışarıya müdahale ifadesi adı altında dahil etti. Bir yandan da Suriye'yi de bombalamaya başlandığı ifade edildi. Başbakan Erdoğan ve AKP'liler, savaş seçeneğinin mevcut olduğunu gündeme getirirken, burjuva basınında savaşa karşı olanları ödleklikle suçlacak kadar alçalan ölüm tacirleri de çok geçmeden türedi.

Bununla birlikte olayın aslı belirsizliğini koruyor. Ortaya çıktı ki, Akçakale saldırısının öncesinde de, can kaybına yol açmamış olsa da, sınırın Türkiye tarafına bombalar atılmaktaymış. Dahası, gerek bu bombaları, gerekse Akçakale'ye atılan bombayı kimin attığı esasında belli değil. Suriye hükümetinin olaya tepkisi, olayı araştıracaklarını söylemek, kurbanların ölümlerinden duydukları üzüntüyü ifade edip, kurbanların yakınlarına başsağlı dilemek olmuş; böylelikle Suriye olaya dair sorumluluk almayı reddetmişti. Türkiye'nin bombaladığı sınır bölgesi, Özgür Suriye Ordusu ile Esad rejimi arasındaki çatışmaların yoğunluklu yaşandığı ve Özgür Suriye Ordusu'nun büyük ölçüde kontrol ettiği bir bölge. Anşılan o ki; Türkiye, daha önceden de buradan gelen bombaları misilleme adı altında, cevaplamaktaymış. Bunun üzerine havan atışının Özgür Suriye Ordusu'nun kontrol ettiği bölgeden geldiği, atılan bombanın Esad rejiminin askeri birliklerince kullanılmayan NATO üretimi bir bomba olduğu ve bombalamanın Özgür Suriye Ordusu tarafından yapıldığı iddiaları ortaya atıldı.

Açıktır ki, bu iddalar mantıklıdır. Bir yandan kendi içerisinde Özgür Suriye Ordusu'na karşı savaşırken ve Sünni muhalifleri özellikle kanlı bir biçimde bastırırken, bir de sınırları bombalamak gibi Türkiye'nin kendisine karşı şiddetlenmesi sonucu doğuracak bir eylemde bulunması pek de mantıklı değildir; dahası Suriye'nin bu koşullar altında böylesi bir bombalamadan ve Akçakale'de birkaç kişiyi öldürmekten elde edeceği gerçek bir kazanç da yoktur. Buna karşın, bu bombalamaların Erdoğan hükümeti ve Özgür Suriye Ordusu'nun işine geldiği, Türkiye'ye Esad'a karşı Özgür Suriye Ordusu'na gerekli stratejik hava desteğini sağlamasını hukuki bir zemine oturttuğu ve Erdoğan'ın iç siyasette savaş tezkeresini geçirip savaş yanlısı milliyetçiliği güçlendirdiğini tespit etmek zor değildir. Bu noktada en kuvvetli ihtimal, bu saldırıların Türkiye ile irtibat halinde Özgür Suriye Ordusu tarafından gerçekleştirilmekte olduklarıdır.

Bununla birlikte yaratılmaya çalışılan bütün savaş yanlısı havaya karşın, Türkiye'nin Suriye'yi işgale girişmesi, şu aşamada çok muhtemel gözükmemektedir. Bunun nedenlerinden ilki, TC devletinin, Türkiye Kürdistanı'nda zaten bir savaşa girişmiş vaziyette olması ve bu savaşı kazanıyor gibi gözükmek bir yana, pek de iyi gitmiyor oluşudur. Şu anda TC devletinin, kendi sınırları içerisinde karadan giremediği, PKK'nin hakimiyetinde olan bölgeler mevcut ve yavaş da olsa bu alanlar genişlemekte. Kendi sınırları içerisinde böylesi bir savaş içerisinde olan bir devletin başka bir ülkeyi işgale girişmesi, pek akla yatkın değildir.

İkinci ve daha önemli neden ise, işçi sınıfının savaşmak istemiyor, hatta savaşa karşı belirli bir tepki duyuyor oluşudur. Buna son dönemden birkaç örnek verebiliriz. Bu örneklerden ilki, 16 Eylül'de, Suriyeli mülteci kamplarının bulunduğu Hatay'da gerçekleşen ve onbinin üzerinde kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteri ve çatışmalardır. 16 Eylül'de Hatay'da aşırı-milliyetçi ve Türk şövenisti bir yapı olan İşçi Partisi “Suriye-Türkiye kardeştir” temalı bir eylem çağrısında bulunmuştu. Eylemi valiliğin yasaklamasına rağmen, herhangi bir siyasete bağlı olmayan binlerce kişilik bir kitle belirlenilen eylem alanında toplanmıştı. Bu kitle, sözde muhalif İşçi Partililer bir basın açıklaması yapıp kendilerine dağılma çağrısı yaptıktan sonra, İşçi Partililerle tartıştılar ve onları eylem alanından kovdular. İşçi partililerin ayrılmasının ardından polisin saldırılarına uğrayan ve içlerinden kimileri gözaltına alınan savaş karşıtı Hataylılar, polise karşılık verdiler, saldırılar mahallelerde akşama kadar sürdü ve polisi gözaltıları serbest bırakmak zorunda bıraktılar.

Bunun haricinde, bombalanan Akçakale'de, bu olayın ardından içlerinde hayatlarını kaybedenlerin yakınları da olan yüzlerce kişinin gerçekleştirdiği, ve Akçakale kaymakamı ve Urfa valisinin istifalarının talep edilip hükümet karşıtı sloganlar atıldığı bu eylemi de göz önünde bulundurmak gereklidir. Bir yandan bölgede tuhaf bir şeylerin döndüğünü gösteren bu eyleme dair, Akçakale'nin AKP'li belediye başkanı televizyonda bu eylemin neden gerçekleştirildiğini anlamadığını ifade etti; bu esnada polis Akçakalelilere saldırıyordu. Bu eylemin ardından da polisle çatışmalar gerçekleştirildi.

Son olarak, savaş tezkeresinin çıkartıldığı 4 Ekim'de Türkiye'nin pek çok şehrinde gerçekleşen savaş karşıtı eylemlere değinmek gereklidir. Özellikle başta İstanbul'da onbinlerce kişinin katılımıyla, hatta kimilerine göre yüzbin kişiyi bulan bir kitlenin yaptığı eylem olmak üzere, bu eylemlerin hemen hemen hepsine de şiddetli polis saldırıları oldu.

TC ile PKK arasında otuz yıl gibi bir süredir devam eden savaş, Türkiye'nin Batı'sında yaşayan pek çok kişide savaştan bir yılgınlık ve ölenlerin yönetenler değil, kendi çocukları olduğu bilincini getirmiş durumda. Bu minvalde genel olarak Türkiye işçi sınıfında savaştan yana bir hissiyat olmadığını söylemek mümkün. Devletin en ufağından en kitleseline, savaş karşıtı eylemlere tepkisi hemen her durumda şiddete başvurmak oluyor; bu da kitleleri devletin kolluk güçleriyle anında karşı karşıya getiriyor ve kitlelere savaşa karşı başarılı olmak için mücadele etmenin gerekliliğini gösteriyor – ki Hatay ve Akçakale gibi yerlerde savaş karşıtı eylemlere katılan ve büyük çoğu önceden siyasileşmemiş kesimlerin polisin saldırılarına fiili olarak karşı koymaları ve kendiliklerinden polisle çatışmaları bunun bir kanıtı. Bununla birlikte, savaş karşı kitleler arasında, özellikle burjuva solunun örgütleri, kimi Esad yanlısı, kimi popülist, kimi de pasifist sloganlarla çok büyük yanılsamalar ve kafa karışıklıkları yaratmaya, savaş karşıtı tepkinin, sınıf savaşı temeline oturmasını engellemeye devam etmekte.

Savaş karşıtı hareketin başarılı olması ve işçi sınıfının evlatlarının canlarını ve kanlarını emperyalist TC devletinin çıkarları için vermemesi her tür Esad yanlısı, popülist ve pasifist yanılsamaya karşı, yalnızca Lenin'in 1914'te Birinci Dünya Savaşı'na karşı ortaya koyduğu şiarı yükseltebiliriz:

"Emperyalist savaşa karşı devrimci sınıf savaşı!"

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Ortadoğu