2012 - Ağustos

21. Yüzyıl'da Kadının Durumu

Bugün temelde hala ataerkil nitelikte olan bir toplumda, kadının çektiği çile büyük önem taşımayı sürdürmektedir[1]. Dünya genelinde, evlilik içi şiddet, ritüel genital mütilasyonlar, aşırı dincilik benzeri gerici ve köhne ideolojiler hüküm sürmeye, hatta gelişmeye devam etmektedir.

Dolayısıyla 19. yüzyılda sosyalistlerin "kadın sorunu" ismini verdikleri sorun, bugün de karşımızdadır: kadının bu belirli baskı biçiminden muzdarip olmadığı bir toplum nasıl yaratılabilir? Ve komünist devrimcilerin "kadın mücadelelerine" dair tutumu ne olmalıdır?

Baştan bir noktayı belirtmemiz gerekli: kapitalist toplum insan toplumunun görmüş olduğu en radikal değişikliğin temelini hazırlamıştır. Önceki bütün toplumlar, istisnasız olarak emeğin cinsel ayrımına dayanmışlardır. Sınıfsal doğaları ne olursa olsun, ve bu toplumlarda kadının durumu aşağı yukarı olumlu olsa da olmasa da, geçmişteki bütün toplumlarda belirli işler erkeklere ayrılmışken başka işler kadınlara ayrılmıştır. Kadın ve erkeklerin meşgaleleri bir toplumdan diğerine farklı olabilir, fakat bu ayrımın evrensel olduğu bir olgudur. Bu durumun nedenlerine burada inmemiz mümkün değil, bu yüzden bu ayrımın kökenlerinin büyük ihtimalle insanlığın şafağına gittiğini ve hamilelik ve doğumun getirdiklerinde olduğunu söylemekle yetinmek durumundayız. Tarihte ilk defa, kapitalizm bu ayrımı ortadan kaldırma yönünde bir eğilim göstermiştir. Ortaya çıkışından itibaren kapitalizm emeği soyut emeğe dönüştürmüştür. Daha önce köylünün ve zanaatkarın loncaların ve geleneksel kanunların düzenlediği somut emeği varken şimdi tek karşılığı saat veya parça olan emek gücünden hariç hiçbir şey yoktur: işi yapan kişi dışarıda kalmıştır. Kadınlara verilen ücret daha az olduğu için, fabrikalarda erkek emeğinin yerine kadın emeğinin tercih edildiği durumlar olmuştur – bu durumun bir örneği olarak 18. yüzyıldaki dokumacıları verebiliriz. Makineleşmenin gelişimiyle, işin fiziksel güce bağlılığı giderek azalmıştır zira insan emeğinin gücünün yerine makinaların çok daha büyük gücü geçmiştir. Bugün, hala erkeğin fiziksel gücünü gerektiren işlerin sayısı bir haylı sınırlıdır ve önceden erkeklere ayrılmış pek çok yeni alana kadınlar girmektedirler. Kadının "irrasyonelliğine" dair eski önyargılar neredeyse kendiliğinden ölmektedirler ve daha önceden yalnızca "rasyonel" erkeklerin uygun olduğu düşünülen bilimsel ve tıbbi mesleklerde çalışan kadınların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.

Kadının kitlesel olarak ortaklaşmış emek dünyasına[2] girişinin iki tane potansiyel olarak devrimci sonucu vardır:

  • İlkin, cinsel işbölümüne son vererek kapitalizm kadınların ve erkeklerin artık cinsel olarak belirlenmiş meşgalelerle sınırlı olmadığı, bütünlüklü insani varlıklar olarak yeteneklerini tamamen gerçekleştirebilecekleri bir dünyanın yolunu açmıştır.

  • İkincisi, kadının ekonomik bağımsızlık kazanmasıdır. Kadın ücretli işçi artık hayatta kalmak için kocasına bağımlı değildir ve bu ilk defa kadın işçi kitlelerinin kamusal ve siyasi hayatta rol oynama ihtimalini yaratmıştır.

Kapitalizm altında, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılda kamusal hayata katılma talebi yalnızca çalışan kadınlarla sınırlı değildi. Üst ve orta sınıf kadınlar da eşit haklar ve özellikle oy hakkı taleplerini benimsemişlerdi. Bu durum, işçi hareketinin feminist harekete dair takınacağı tutum sorununu ortaya atmıştı. İşçi hareketi kadına yönelik her türlü baskıya karşıyken, feminist hareketler – sorunu sınıf açısından değil cinsiyet açısından ortaya koydukları için – mevcut düzenin kadınların ve erkeklerin oluşturduğu bir sınıf, yani proletarya tarafından devrimci yıkımına karşı çıktılar. Aşağı yukarı aynı sorun bugün de karşımızdadır: devrimciler kadın kurtuluş hareketine yönelik nasıl bir tutum takınmalıdır?

Kadınların oy hakkı mücadelesine yönelik 1912'de kaleme aldığı bir makalede Rosa Lüksemburg hakim sınıftan kadınlarla kadın proleterler arasında net bir ayrım koymuştu: " 'Erkek ayrıcalıklarına' karşı dişi aslan kesilmiş bu burjuva kadınların büyük çoğu, eğer oy hakkı elde ederlerse uysal koyunlar gibi tırıs tırıs muhafazakar ve ruhban gericiliğin saflarına katılırlar (...) Ekonomik ve toplumsal olarak, sömürücü sınıflardan kadınlar nüfusun bağımsız bir kesimi değillerdir.. Tek toplumsal işlevleri hakim sınıfların doğa propagandasının araçları olmaktır. Buna karşı proleter kadınlar iktisadi olarak bağımsızlardır. Erkekler gibi toplum için üretkendirler"[3]. Lüksemburg, işçi sınıfından kadınların oy mücadelesiyle burjuva kadınların mücadelesi arasında net bir ayrım koymuştur. Dahası, kadın hakları mücadelesinin işçi sınıfının tümünü ilgilendirdiğinin altını çizmektedir: "Kadının oy hakkı hedeftir. Fakat bunu kazanmak için gereken kitle hareketini oluşturmak yalnızca kadına düşen bir iş değildir, proletaryanın tüm kadın ve erkeklerinin ortak sınıf kaygısıdır".

Burjuva feminizmin reddi, 1908'de Kadın Sorununun Toplumsal Temeli isimli çalışmaya imza atan Bolşevik Aleksandra Kollontay için de bir o kadar net olmuştur: "Sınıf içgüdüsü – feministler ne derlerse desinler – her zaman kendisini 'sınıf üstü' siyasetlerin asil heyecanlarından daha güçlü biçimde gösterir. Burjuva kadınlar ve 'küçük kız kardeşleri' eşitsizliklerinde eşit oldukları müddetçe, burjuva kadınlar tamamen içtenlikle kadının genel çıkarlarını savunmak için büyük çabalar ortaya koyabilirler. Fakat bariyet kalktığı ve burjuva kadınlar siyasi faaliyete erişim elde ettiği anda, 'tüm kadınların haklarının' taze savunucuları, kendi sınıflarının imtiyazlarının ateşli savunucularına dönüşürler (...) Bu yüzden feministler işçi kadınlara 'kadınların geneli için' bir ilkeyi gerçekleştirmekten bahsettikleri zaman, işçi sınıfından kadınlar doğal olarak güvensiz yaklaşır"[4]

1. Dünya Savaşı, Lüksemburg ve Kollontay'ın güvensizliklerinin tamamen haklı olduğunu gösterecekti. Savaşın başında İngiltere'deki kadın oy hakkı hareketi ikiye bölündü: bir tarafta Emmeline Pankhurst ve kızı Christabel'in başını çektiği feministler vardı, savaşı ve hükümeti bütün kalpleriyle destekliyorlardı; diğer tarafta ise İngiltere'de Slyvia Pankhurst, Avusturalya'da ise kardeşi Adeline vardı ve onların başını çektiği kanat, enternasyonalist tutumu savunmak için feminist hareketten ayrıldılar. Savaş sırasında Sylvia Pankhurst yavaş yavaş feminizme atıfta bulunmayı dahi tamamen bıraktı: 1916'da "Kadın Hakları Federasyonu" isim değiştirerek "İşçi Hakları Federasyonu" olacak, 1917'de ise Kadın Zırhlısı adlı yayını İşçi Zırhlısı adını alacaktı.

Son olarak, kadınlar için "eşitlik" talebine değinmek istiyoruz. Kapitalizm emek gücüne ancak kaydı tutulacak bir soyutlama olarak baktığı için, eşitlik vizyonu da ancak kaydı tutulacak bir soyutlamadır: "eşit haklar". Fakat her kişi farklı olduğu için, yasada eşitlik hızla gerçekte eşitsizlik haline gelir[5] ve bu yüzden Marks'tan beri komünistlerin asla "toplumsal eşitlik" talepleri olmamıştır. Aksine, komünist toplumun şiarı, "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar"dır. Kadınların da erkeklerin asla sahip olamayacakları bir ihtiyacı vardır: çocuk doğurmak.

Dolayısıyla her kadının, bağımsızlığını ortadan kaldırmadan ne de toplumsal hayatın her alanına katılmasını engellemeden çocuklarını dünyaya getirebilme ve ilk yıllarında onlara bakabilme şansına sahip olması gereklidir. Bu ihtiyaç – ki tabii ki burada genel anlamda konuşuyoruz, zira bütün kadınların bu ihtiyacı aynı derecede kimilerinin de hiç hissetmediği aşikardır – toplumun desteklemesi gereken fiziksel bir ihtiyaçtır; kadının toplumun geleceği buna bağlı olduğu için, cesaretlendirmekten kazanacağı bir dünya, kaybedeceği ise bir hiç olan bir yetisidir. Dolayısıyla gerçekten insani bir toplumun, yani komünist toplumun kadına aslında yalnızca bir eşitsizlik olan soyut bir "eşitlik" dayatmaya çalışmayacağını kolaylıkla görebiliriz. Aksine, bir yandan kapitalizmin başlamak öte bir yere getiremediği bir süreci tamamlayarak tarihte ilk defa cinsel işbölümünü ortadan kaldırırken kadının bu özel yetisini, toplumsal faaliyetin bütünüyle birleştirmeye çalışacaktır.

Jens

1. Türkiye'de son yedi yılda kadına yönelik patriyarkal cinayetler yüzde bin dörtyüz artmıştır.

 2.  Kadınların her zaman çalışmış olduklarını söylemeye gerek dahi yoktur. Fakat kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda kadın emeği temelde özel alanda, yani ev içerisinde kalmıştır.

 3 .  https://marxists.org/archive/luxemburg/1912/05/12.htm

4. https://www.marxists.org/archive/kollonta/1909/social-basis.htm Dönemde feministler işçi kadınlara hitap ederken gerçekten de "küçük kız kardeşler" ifadesini kullanıyorlardı.

5.Niteliği gereği, hak, ancak aynı ölçüt kullanıldığında sözkonusu olabilir; ama eşit olmayan bireyler (ve bunlar eşit olsalardı ayrı ayrı bireyler olamazlardı) yalnızca aynı açıdan değerlendirildiklerinde, yalnızca belirli bir yönden ele alındıklarında, örneğin, bu durumda olduğu gibi, geri kalan her şeyden tecrit edilmektedirler.” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi)

Tags: 

Rubric: 

Kadın

Gaziantep'te Sendikasız Grev: “İnsanca Yaşamak İstiyoruz!”

-Nereye gidiyorsun?
-Dışarı çıkıyoruz abi çalışmıyoruz.
-E haydi birlikte gidelim, çalışmayalım.

Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi'nde çalıştıkları yerlerde karşılaştıkları çalışma koşullarına, düşük ücretlere ve ikramiyelerinde kesintiye gidilmesine karşı tekstil işçileri greve çıktılar. Kimi kaynaklara göre 3 ila 5 bin arasında işçinin katılımıyla gerçekleşen bu grev, bir süre sonra sanayi bölgesindeki diğer fabrikalara da sıçramasıyla yaklaşık 7 bin işçinin katılımıyla sürdürüldü.

Ortalama 12 saat gibi uzun sürelerle çalıştırılan işçiler, çalışma koşullarıyla ilgili şunları söylüyorlardı:

İstediğimiz ailemizi geçindirebilecek bir ücret ve sosyal haklarımız. Bunun dışında bir şey istemiyoruz. Kimseye karşı da özel bir kastımız da yok. Art niyetimiz de yok, biz hakkımızı istiyoruz[1]

Son dönemde “süper güç olma” adı altında uluslararası emperyalist ilişkilere daha sıkı kenetlenme yolunda önemli yol kateden Türkiye burjuvazisinin basın açıklamalarıyla ve “ulusa sesleniş”ler ile boşa umut saçtığını Gaziantep'te gerçekleşen bu grevde yer alan bir işçi yerinde tespitlerle dile getiriyor:

Ekonomide Çin'den sonra ikinci durumdayız. İhracatta öncüyüz' diyorlar. Peki bu emekçiye ne kadar yansıdı, işçi emekçi evine ne kadar ekmek götürüyor diye kimse sormuyor. Kimse işçiye değer vermiyor. Günlerdir burada grevdeyiz, binlerce insanın İnsani talepleri görmezden geliniyor.[2]

Grevin bir diğer özelliği de içerisinde işçilerin önemli bir kısmının üyesi oldukları Hak-İş'e bağlı Öz-İplik-İş Sendikası'na karşı olan tepkileri ve bunu dile getirişleri. İşçiler bu greve sendikanın güdümünden bağımsız olarak çıkıyorlar ve eleştirilerini de sendikaya yöneltmekten geri durmadılar.

Konu ile ilgili en özlü ifadeyi, grevin devam ettiği günlerde DİSK Gaziantep Bölge Temsilcisi Nihat Necati Bencan tarafından yapılan açıklamadan küçük bir alıntıyı, hoş bir ironi oluşturması ve sendikacıların hissettikleri çekinceleri dile getirmesi açısından ekleme gereği duyuyoruz:

(...) Bunun yerine grevdeki 5 fabrikanın işçileri taleplerini, aralarında seçtikleri temsilciler aracılığıyla dile getiriyorlar. Ancak hiçbir fabrika yönetimi, temsilcileri muhatap almıyor ve taleplerin karşılanması için gereken adımları atmıyor. Bir an önce sorunun çözülmesine yönelik adımlar atılması gerekiyor. Yoksa grev dalgası yayılarak devam edecektir. [3]

Örneğin sendika ile bir fabrika patronu arasında yaşanan anlaşmanın sonucu alınan komik zam bu grev için yeterli sebeplerden birisini oluşturuyor. Sendikanın Ocak ayında yaptığı toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden çıkan maaş zammının 45 TL olduğunu Temmuz ayında öğrenen işçiler hemen ardından greve başlama kararı aldılar. Bu da neredeyse 0 zam anlamına geliyordu. Hatta grevin başladığını haber alan ve fabrikaya gelen Öz-İplik-İş Gaziantep Şube Başkanı Mehmet Kaplan, “satılmış başkan, satılmış sendika!” sloganlarıyla işçiler tarafından bir süre fabrikadan çıkartılmadı. Böylece işçiler aracısız grevlerini bizzat bir sendika karşıtlığında somutlamış oldular.

Grev sürerken burjuvazinin kolluk kuvvetleri de baskılarını çeşitli yollarla sürdürmeye devam ettiler. Eylemin başlamasının hemen ardından yığınla köpeğini fabrikaların kapısı önüne yığan devlet, sendika tarafından kontrol edilemeyen bu tür eylemliliklerden rahatsız oluyor. Örneğin grev sürerken, işçilere yönelik polis “tavsiyeleri” dikkat çekici: “Bunu kabul etmezseniz bir daha başka işyerinde iş bulamazsınız. Patronlar da ancak bu kadarını yapabiliyor. Bunu kabul edin içeri girin”. Anlaşılan o ki polis de, “fabrikadaki polis” sendika kadar bilgiye sahip durumda!

11. gününe gelen işçilerin grevi, kazanım elde edilerek yine işçiler tarafından sonlandırıldı. Buna göre elde edilen kazanımlar arasında 780 TL kadar olan maaşlar 875 TL'ye çıkartıldı. GOSB'de bulunan ve greve katılan Motif Tekstil işçileri ise 905 TL gibi bir maaşa çalışmaya devam edecekler. Ayrıca bu grev ile işçiler, her bayram 10'ar yevmiyelik ikramiye alınmasını sağlayacaklar.

Grevin hemen sonrasında ise Gaziantep'te meydana gelen ve 9 sivilin ölümüne neden olan bombalı araç patlaması da kentin gündemine oturarak bu grevin getirdiği havayı bir kenara atmış oldu. Son derece kolay yönetilebilir ve değişken bir gündeme sahip Türkiye'de de, diğer ülkelerde olduğu gibi burjuvazinin kendisi tarafından yönetilen gündemler bu tipte hareketliliklerin sınıfın diğer kesimleriyle buluşmasının önüne geçiyor, hatta onların bu gibi eylemliliklere dair gelişmelere ulaşmasına da engel oluyor. Mesela önemli medya kuruluşları Güney Afrika'daki maden işçilerinin polislerce katledilmesini defalarca ekrana getiriyorlarken kendi ülkelerindeki bir grev hareketini küçük bir haber olarak bile televizyonlara ya da gazetelerine taşımayı tercih etmiyorlar. Tabii ki bunlara şaşırmıyoruz; ne de olsa gündem onların gündemi; grev ise bizim grevimiz diyen işçiler kendi güçlerini konuşturmuş oldular.

İşe başlayan kimi işletmelerin patronları ise önemli sayıdaki işçiye “Eyleme katıldığım için pişmanım” yazılı belgeleri imzalatmak istiyor. Ardından hangi baskı yöntemini devreye alıp almayacağının bilinmediği patronların bu gibi manevralarına karşılık dışarıda, henüz işbaşı yapmamış olan işçiler de bu gibi belgeleri imzalamayı reddediyorlar.

Özellikle TEKEL grevinden bu yana, tekil fabrika ve işyerlerindeki grev/direniş hareketlerinden sonra, özellikle bu durgunluğu dağıtması açısından önem taşıyan bu grev, Hey Tekstil'de sorgusuz sualsiz, maaşları ödenmeden işten çıkartılan işçilerin mücadelesinden ve THY grevinden sonra bir mihenk taşı olarak önümüzde duruyor.

Grevin önemi de kimi ayrıntılarla anlaşılabiliyor. Mücadelenin ilerleyen günlerinde gelen küçük yardımların dışında işçiler bütün ihtiyaçlarını neredeyse kendileri karşıladılar. Ulaşım, gıda, vb. konularda birbirleriyle ortak hareket ettiler, kendi aralarında bir komite kurarak ortak kararlar aldılar. Zaten başında beri sendikanın dışında hareket alanı bulan ve bu alanın öz-inisiyatifinde hayat bulan grevin en önemli kazanımlarından birisi de işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alma inisiyatifini göstermiş olmaları. Nitekim sendikaya dair eleştirileri de artık bu konunun işçiler arasında yerleşik bir mesele haline gelmiş olduğunu ifade ediyor: Mücadelemizde sendikaya ihtiyacımız yok!

Ayrıca sendikadan tamamen bağımsız ve hatta tepki içeren bu grevin üzerinden geçen zamanda burjuva sol basında sadece işçilerin daha güçlü sendikalar için tartışacaklarını yazıyorlar. İşçiler mücadelelerini zaten sendikanın kendisinden ayrı bir yerde somutlamışlarken bunu tartışacağını da iddia etmek ayrı bir politik manevra göstergesi. Böylece, sendikasız eylemlerin kendisini yazmaktansa burjuva solunun sendikalar ve sermaye yanlısı programlarına denk “haberler” yapabiliyorlar.

Bunların yanısıra, sendikanın kontrolündeki direniş ya da grevlerin sürelerine bakacak olursak oldukça ciddi bir fark ile karşılaşıyoruz. Sendikaların güdümündeki direnişler genellikle devletin aparatı olan bu kuruluşlara karşı öfkeleri ile bitiyorken, diğer bir taraftan da işçilerin mücadelelerini yönlendirmeleri konusundaki yorgunluk ve yılgınlıkları ile neticeleniyor. Ancak dünyanın kimi kesimlerindeki işçi sınıfının deneyimlediği örnekleri referans alacak olursak işçilerin yönettiği ve yönlendirdiği eylemlilikler hem yeni bir tecrübe olarak kendi tarihlerine not düşülüyor, hem de sendikalara dair görüşler daha net açığa çıkıyor, aynı zamanda moral verici olabiliyor. Çünkü işçiler bütün bu kendi eylemlerini kendileri örgütlüyor, kendileri yönetiyor ve bu örnekte de gördüğümüz üzere kendileri neticelendirebiliyor. Bir taraftan 11 gün gibi kısa bir sürede, işçilerin fiili mücadele etme çabası galip geliyorken, diğer tarafta sendikaların örgütlediği grevlerin süresi grevdeki işçilerin enerjilerini tüketen,onları yılgınlığa iten, içinden çıkılmaz bir hal alan ve ayları aşan zamanlara yayılarak uzayabiliyor; bu da her anlamda işçilerin gelecek mücadele dönemleri için hayal kırıklıkları ile beslenen “geçmiş” yeni-kötü deneyimler edinmesine neden oluyor.

780 lira olan ücretimiz tüm eksikliklere rağmen 875 liraya çıktı. Bu çok bir rakam değil ama aldığımız zam az bir rakam da değil. Bu grev bugün bitmiş olabilir ama bizim mücadelemiz sürecek.[4]

Grevleri sona eren işçiler, kendi oluşturdukları bir komite aracılığıyla da kendi sorunlarını tartışacakları bir kurultay örgütleme kararı aldılar. Her ne kadar burjuvazinin basın-yayın organlarından alabildiğimiz haberlerin içerisinde, grevin ayrıntılarının farklı ifadeleri yer alıyor olsa da, önemli olduğunu düşündüğümüz konu, bu sendikasız grev ve mücadelenin kazanımlarının sonuçlarını netleştirmek için işçilerin ortak tartışma platformları geliştiriyor olmasıdır.

Sendikalar bütünüyle, sermayenin varlığını öngerektiren ücretli emeğin varoluşunun dışında düşünülemez. Sermaye, yarış halindeki ve birçok tekil birey ve parlamentodaki partiler tarafından temsil edilen bireysel mülk sahipleri tarafından sahip olunduğu sürece sendikalar en nihayetinde emeğin sömürü koşullarının gelişimi için pazarlık edebilirler. Onların emek gücünün satışını düzenlemek olan işlevi, modern kapitalist düzenin vazgeçilmezi olmuştur. Bu da aslında onların devletin, ona içkin bir parçası olması bile, tamamlayıcı yapıları olarak bugün dünyanın her yerindeki önemine denk geliyor. (...) Birer örgüt olarak onların varlığı, emek/sermaye ikiliğinin süregelen varlığına bağımlı olmaları demek oluyor. (...) Bunun yanısıra, sendikalar bu ikiliği yok etmeden sermayenin tarafını mümkün olduğunca tutarlar. Bilakis, kapitalist sistemin onarımı için vazgeçilmez hale gelirler. Sonuç olarak, sermaye birikimini ne kadar devasa ve anonim hale getirirse, sendikalar da o kadar sermayenin safında yer alır ve doğrudan büyük 'ulusal' çıkarlar tarafından belirlenen rollerini yerine getirirler.[5]

Nevin

1,2.www.medya73.com/iscilerden-insanca-yasmak-istiyoruz-grevi-haberi-1017780...

3.www.agos.com.tr/gaziantepte-4-bin-tekstil-iscisi-grevde-2304.html

4.www.soldefter.com/2012/08/20/antep-iscilerinin-grevi-sona-erdi-bir-adim-one

5.G. Munis – Devrime Karşı Sendikalar: https://libcom.org/article/unions-against-revolution-g-munis

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Güney Afrika'da Maden Grevleri: “Ölüler” Dans Edebilir Mi?

Buradan hareketle grevin nasıl bir yön izleyeceğini, ülke genelinde ve uluslararası anlamda nasıl bir yankı bulacağını bekleyerek ve Güney Afrika'lı sınıf kardeşlerimizle dayanışmamızı, onların bu anlamlı eylemliliklerini selamlayarak, deneyimlerini sınıf içerisinde yayarak vermeye çalışıyor olacağız. İşçilerin dile getirdikleri nasıl bir yolun izleneceğinin de habercisi:

“Öfkeliyim, çocuklarımı okula göndermek istiyorum ancak yapamıyorum; evde yemeğimiz yok. (...) Gıda ve okul aiatları artıyor ancak maaşlarımız artmıyor”. [1]

Bu yılın geçtiğimiz Şubat ayında, G. Afrika'daki platinyum madenlerinde sürmekte olan kitlesel grevlere ilişkin yaptığımız durum değerlendirmesi niteliğindeki yazımızın[2] sonu bu cümleler ile bitiyordu. G.Afrika'nın Rustenburg kentindeki Impala Platinium fabrikasında başlayan grev geçtiğimiz birkaç ay içerisinde giderek yayılmış ve Lonmin'e de sıçramıştı. Burada yapmaya çalıştığımız çözümlememizin ana eksenini Stalinistlerin yöntem olarak benimsedikleri ve empirik haber aktarmaktan öteye geçemeyen ajanslık görevlerini yerine getirmeleri gibi sadece “olaylara” odaklanmaktan ve “siyasi öncünün eksikliği” zırvalarından karşılık ve öte olarak patronun ve sendikaların işçi sınıfı mücadelesini nasıl izole ettiği ve onu bölerek zayıflatıp yoketmeye çalışıyor olduklarının dersini çıkartmak oluşturuyordu. Önemli olan, işçilerin bu tür sendikasız, dolayısıyla “yasadışı” olarak tabir edilen grevler sırasında ve sonrasında, sendika ve devletin diğer mücadele karşıtı aygıtlarının dışında ve ötesinde kendi mücadelesini eline almasını/almaya çalışmasını ifade etme gayretiydi.

Bunun belirleyicisinin de işçilerin mücadelelerinde kendilerini ifade etme biçimleri olduğunu düşünüyoruz. Son dönem belki de hem patron ile hem de sendikalar ile mücadele eden işçilerin yegane araçları olarak sendikasız grevleri[3] ön plana çıkıyor da olabilir. Kendi kararlarını kendilerinin aldıkları eylem komiteleri, açık toplantıları ve eylem planlarının da bu grevin gidişatını etkileyeceği kesin gibi. İşçilerin kurtuluşunun kendi avuçları içerisinde olduğunun bir kanıtı olan bu grev ile dayanışmamızı ilan etmeliyiz ve sınıfın gelecek mücadelelerinde ibretlik bir deneyim olarak hatırlarda tutmalıyız.

Bir süre önce ise yeniden alevlenen grev dalgası sırasında, burjuvazinin kollukları kameralarının önünde açıktan ve alenen bir katliam gerçekleştirdi. Yaklaşık 200 polisin sonradan “meşru müdafa” olarak savunmaya çalıştığı bu manevrası aslında burjuvazinin kanlı yüzünü gözler önüne de seriyordu. Bu saldırıda 44 maden işçisi katledildi.[4][5][6]

G.Afrika'daki işçi sınıfı, yakın geçmişte de yeni bir grev dalgası ile sokaklardaydı. Kamu sektöründen yaklaşık 1.3 milyon işçi, düşük ücretlerinin yükseltilmesi için seslerini sokaklarda haykırdılar. Bir dönem boyunca biriken ve tecrübe kazanan G.Afrika işçileri hemen hemen burjuvazi için en belirleyici ve kritik sektörde gücünü kullanmak istiyorken, grevleriyle madencilik sektöründe de yavaş yavaş bilenecekti. Özellikle ANC hükümetinin ve devlet başkanı Jacob Zuma'nın çalışma koşulları ve maaşlara yönelik manevraları artık ün kazanmıştı.[7] Ne de olsa diğer benzerleri gibi, işçi sınıfının amaçlarını burjuvazinin şu ya da bu kesimi için yoketmeye çalışan ulusal mücadeleci/kalkınmacı kapitalizmin çocukları gibi Nelson Mandela da zamanında bunları gerçekleştirmişti. Orada ona G.Afrika'lı işçilerin enerjisinin düzeni yeniden tesis etme yolunda harcanması gerekiyordu; bunu da büyük ölçüde başarmış oldu.

Katledilen işçilerin ardından grev alanına gelen aileleri bir basın açıklaması gerçekleştirdiler ve sorumluların bulunması için çağrıda bulundular. Ardından ülke genelinde devlet başkanı Jacob Zuma tarafından yas ilan edildi.[8] İşçilerin devletin (sözde) “döktüğü” sahte gözyaşlarına ve açıklamalarına ihtiyacı yok; onlar yıllar önce yalanlarının arkasına gizledikleri kan deryalarının içerisinden, ulaşılmaz fildişi kulelerine yükseldiler. Devlet, dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfı için ölüm, açlık ve zulümden başka bir anlama gelmedi. Köpelerinin ellerine tutuşturduğu ölüm makinelerinden üzerimize saçılan mermilerin arkasında da o sınıf, güzel ve alımlı kıyafetlerin parladığı salon ışıklarının altında da yine aynı sınıf vardı.

Burjuva kamuoyunda sıkça yayınlanan ve burjuva medyanın ekranlara taşımasıyla da beyaz cam için bir malzeme haline gelen polisin ateş açma görüntüleri, aslında bir taraftan da görüntülerin yayınlandığı ülkelerdeki burjuva demokrasisini kutsamanın da bir aracı haline getirildi. “Bakın biz size bunları yapmıyoruz” denildi.

Bu ülkedeki grevlerin en önemli dayanak noktası da düşük ücretler ve sefaletin içerisinde harap düşmüş işçi yaşamları idi. Artan gıda fiyatları[9] ile geçimini sağlamakta güçlük çeken işçiler çareyi kendi grevlerini kendileri yaratarak buldular. Implats firmasında yetkiye sahip sendika olan NUM (Ulusal Maden İşçileri Sendikası), önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, patron ile düşük bir ücret zammında anlaşma sağlayarak üyesi olan işçilerini işyerinde çalışmaya davet etmişti. Komik zammı reddederek çalışmaya başlamayan işçilerin karşısına bu sefer “fabrikadaki polis” sendikadan sonra, onun “göreve çağırdığı” polis çıkmıştı.

Buna karşılık olarak eyleme geçen işçiler, işyeri binasını işgal ediyorlar. Ve bu “vahşi kedi” grevi sırasında bir tarihsel komedi yaşanıyor; NUM, “kontrol edilemeyen işçilere kararlı bir müdahalede bulunmaları” için devletin kolluk kuvvetlerini “göreve” çağırıyor. Daha bir süre önce çalışırken kırdıkları taşları müdahale için gelen polis araçları üzerinde “deniyorlar”. 350 işçi gözaltına alınıyor ve 2 işçi de yaşamını yitiriyor.

Ve işçilerin mücadelesi adına konuşma yapma cüretini gösteren sendika yetkililerinin ağzından şu cümleler dökülüyordu:

Bu bir işe alım stratejisiydi. Biz sizinleyiz ve talepleriniz için ölümüne mücadele edeceğiz.[10]

Evet, bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Ancak ölenler sendikaların palazlanmış liderleri değil, mücadelenin anlamı, ifadesi olan 44 işçiydi.

Bu sefer de sahneye başka bir grev kırıcı aygıt çıkıyor ve bir önceki sendikayı mücadeleci olmamakla “eleştiren” AMCU adlı “mücadeleci” sendika sırasını kullanıyor. Bu sendika da işçilerin mücadelesini bölmekte üzerine düşen görevi yerine getiriyor.[11] Tabii ki esas amaçları işçilerin mücadelesinin yine işçiler lehine değil, kapalı kapılar ardında patronlarla yaptıkları anlaşmalardan nemalanan kendi çıkarlarının lehine kararlar alarak işçileri madenlere geri döndürüp çalışmaya başlamalarını ve toplumsal barışın sürekliliğini sağlayabilmekti. Diğer sendika gibi bu sendika da mücadeleden yeni aidat kaynağı işçi maaşları ile çıkıyor olabilir.[12].

Dünya'nın ağır çalışma koşulları ile karşı karşıya olan işçileri de aynı şekilde mücadelelerini sürdürmeye çalışıyorlar. Bangladeş'teki tekstil işçileri[13] ve geçtiğimiz dönemlerde yaptıkları grev ile gündeme gelen İspanya'nın maden işçileri[14] de bu türden durumlar ile karşılaşmak zorunda kalmışlar ve kendi mücadelelerini kendi ellerine almak konusunda inisiyatif almışlardı. Buradaki hareketlerin ortak noktalarını, işçilerin sendikalar dışında kurguladıkları mücadelelerine yön vermek yönündeki istek ve azimleriydi. İşçiler mücadelenin, sendikalar yokken daha iyi ilerlediğini farketmişlerdi.

Şubat ayı içerisinde yayınladığımız yazımızın bir bölümünde yaptığımız belli başlı tespitler vardı ve bunların şu son dönemde daha da keskinleştiğini ve hala tam olarak kendi gücü ve itkisine kavuşamamış sınıf mücadelesinde iyice belirgin bir hal aldığını düşünüyoruz. Buna göre;

  • İşçiler artık patronlar ile anlaşan sendikalara karşı, kendi güçlerini sendikasız grevleri ile referans alıyorlar,

  • İşçileri katleden kolluk kuvvetlerine karşı verdikleri mücadelede devletin kendisine karşı savaş veriyorlar,

  • Onları açlığın kollarına bırakan, yok pahasına işyerlerinde yaşamlarını geride bırakmalarına neden olan düşman sınıfa karşı mücadele ediyorlar.

Tabii ki her şey bu kadar keskin hatlarla belirlenemiyor. Örneğin, geçtiğimiz dönemde sendikanın işe geri dönme çağrısına uyan 8 bin kadar işçi yeniden işbaşı yaptırılmış ve böylece sendikanın anlaştığı ücret artışı “fiilen” kabul edilmişti. Bu da sınıf mücadelesinin önündeki engellerin hangi biçimlerde bizim önümüze çıkacaklarının bir göstergesini temsil ediyor.

Tabii ki unutmamamız gereken bir nokta da var ki; o da dönemin sömürülen ve aynı zamanda devrimci olan tek sınıfı olarak proletaryanın mücadelesi uluslararası bağlamdan asla kopartılamaz. O devrimi ya enternasyonal bir tarzda çözecektir ya da çözemeyecektir. Güncel mücadeleler ne kadar gurur kırıyorsa kırsın, ne kadar umut köreltiyorsa köreltsin ya da ne kadar umut verici olursa olsun hem mücadelenin derslerini çıkartmak en acil görev olarak önümüzde duruyor olacak, hem de mücadele, dünyanın şu ya da bu kısmında sürmeye, işçi sınıfının mücadelesi “dans etmeye” devam ediyor olacak.

Bunçuk

1.https://www.bloomberg.com/news/articles/2012-02-22/impala-platinum-protest-deaths-signal-higher-costs-for-south-africa-mines

2.https://tr.internationalism.org/gueney-afrikada-isciler-patron-ve-sendikaya-karsi-muecadele-ediyor

3. Yurtdışında böylesi grevlere "vahşi kedi" ya da wildcat grevleri de denir: https://en.wikipedia.org/wiki/Wildcat_strike_action

4.https://www.youtube.com/watch?v=TDB7P1Weaas&feature=fvsr

5.https://www.aljazeera.com/news/2012/8/17/dozens-killed-in-south-africa-mine-shooting

6.https://libcom.org/article/marikana-mine-workers-massacre-massive-escalation-war-poor

7.https://www.bbc.co.uk/news/world-africa-11008442

8.https://www.bbc.co.uk/news/av/world-africa-19355287

9.https://www.aljazeera.com/news/2012/8/12/rising-cost-of-maize-felt-in-south-africa

10. www.miningmx.com/news/platinum_group_metals/Num-challenged-in-Implats-me...

11.https://www.dailymaverick.co.za/article/2012-02-22-impala-strike-welcome-to-the-age-of-retail-unionism/

12.https://www.miningweekly.com/article/implats-2012-08-23

13./content/391/banglades-asyanin-grev-atolyesi

14./content/390/ispanya-asturiastaki-maden-iscilerinin-mucadelesi-ne-ifade-ediyor

Tags: 

Rubric: 

Güney Afrika

Komünist Sol ve Enternasyonalist Anarşizm, Bölüm 1: Ortak Yönlerimiz

Birkaç yıldır, bazı anarşist birey ve gruplar ile EKA, tartışma için açık ve kardeşçe bir şekilde birçok engeli aşmayı başardı. Anarşizm ve marksizm arasındaki karşılıklı ilgisizlik ve reddediş yerini tartışma isteğine, diğerinin pozisyonlarını anlama ve uzlaşı ve ayrılık noktalarının dürüstçe ifade edilmesine bıraktı.

Bu yeni ifade biçimi Meksika'da, iki anarşist grup (GSL ve PAM[1]) ile bir komünist sol örgütü olan EKA'nın imzaladığı ortak bir broşürü mümkün kıldı. Son zamanlarda Fransa'da, Toulouse'taki CNT-AIT, EKA'yı bir toplantısına sunum yapmak üzere davet etti.[2] Almanya'da da birtakım bağlantılar mevcut.

Bu dinamik temelinde, EKA enternasyonalizmin anarşist hareket içerisindeki tarihi üzerine ciddi bir şekilde çalışmaya başladı. 2009 döneminde, 'Anarşistler ve emperyalist savaş' başlığı altında bir yazı dizisi yayınladık.[3] Amacımız, her emperyalist çelişki ile, anarşistlerin bir kısmının milliyetçilik tuzağından uzak durabildiklerini ve proleter enternasyonalizmini savunabildiklerini göstermekti. Bu yoldaşların, şovenizm ve savaşın barbarlığı ile çevrelenmiş olmalarına rağmen devrim ve dünya işçi sınıfı için uğraşmaya devam ettiklerini gösterdik.

EKA'nın, gerçekten insanlığın özgürleşmesi için mücadele eden devrimciler ile proleter mücadeleye ihanet edenleri ayıran gerçek bir nokta olarak enternasyonalizme verdiği önemin farkındayız; bu metinler savaş yanlısı anarşistlerin uzlaşmaz bir eleştirisidir ancak aynı zamanda hepsinin üzerinde, enternasyonalist anarşistlere bir selamlamadır!

Bunun yanısıra, amacımız her zaman doğru kavranmadı. Bir süredir bu yazı dizisi bazı kesimlerde mesafeli bir tepki ile karşılandı. Bir taraftan, bazı anarşistler bu metinleri kendi hareketlerine açıkça bir saldırı olarak gördüler. Diğer taraftan da, komünist solun ve EKA'nın bazı sempatizanları da “anarşistler ile uzlaşma” yönündeki bu çabalarımızı anlamadılar.[4]

Metinlerimizdeki bazı insanları sinirlendiren[5] bariz hatalar bir tarafa, bu görünür bir şekilde çelişkili eleştiriler aslında aynı kökeni paylaşıyordu. Onlar, anlaşmazlıkların ötesinde ve üzerinde, devrimcileri biraraya getiren başlıca unsurları görmedeki zorlukların açığa çıkmasını sağladılar.

Etiketlerin Ötesine Geçmek

Geleneksel olarak devrim mücadelesini ifadelendirenler iki kategoride sınıflandırılabilirler: marksistler ve anarşistler. Ve doğrusu aralarında önemli fikri ayrılıkları bulunmaktadır:

  • Merkeziyetçilik / Federalizm

  • Materyalizm / İdealizm

  • Geçiş dönemi ya da 'devletin dolaysız yıkılması'

  • 1917 Ekim Devrimi'ni ve Bolşevik partiyi tanıma ya da kınama

Bütün bu sorunlar kesinlikle çok önemliler. Sorumluluğumuz bunları es geçmemek ve onlar üzerine açıkça tartışmak. Ancak bunlar hala, EKA için “iki kampa” ayırmıyorlar. Somut bir şekilde, marxist olan örgütümüz, bunun enternasyonalist anarşist militanlar ile aynı tarafta ve marxist olduklarını iddia eden 'Komünist' ve Maoist partilere karşı olan proletaryanın mücadelesi olduğunu kabul ediyor. Peki neden?

Kapitalist toplumda, iki temel kamp bulunuyor: Burjuvazinin tarafı ve işçi sınıfının tarafı. İlkine ait olan bütün siyasi yapıları kınıyor ve mücadele ediyoruz. İkinci tarafta olanlarla net ve daima kardeşçe bir tutumla tartışıyor ve üyeleri ile yardımlaşmanın yollarını arıyoruz. Ancak gerçekte aynı 'marxist' etiketi altında burjuva ve gerici örgütler bulunuyor. Aynısı 'anarşist' etiketi için de geçerli.

Bu sadece bir “edebiyat parçalama” değil. Tarih, proletaryayı eli kalbinde savunduğunu iddia edenlerin gerçekte onu arkadan hançerlediği 'marksist' ve 'anarşist' örgüt örnekleri ile dolu. Alman sosyal demokrasisi, Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve binlerce işçiyi alçakça öldürdüğü 1919'da kendisine 'marxist' diyordu. Stalinist partiler 'komünizm' ve (ya da aslında SSCB tarafından başı çekilen emperyalist bloğun çıkarları için) 'marksizm' adı altında, 1953'te Doğu Almanya'daki ve 1956'da Macaristan'daki ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırmıştı. 1937'de İspanya'da CNT'nin liderleri hükümette yer alması, Stalinist katiller için binlerce anarşist devrimciyi ezmek ve katliama tabi tutmak için bir bahane oluşturdu. Bugün, örneğin Fransa'da, aynı 'CNT' ismiyle, bir tarafta devrimci pozisyonları savunan (CNT-AIT) ve diğer tarafta katıksız 'reformist' ve gerici (CNT 'Vignoles') iki anarşist örgüt bulunuyor.[6]

Etiketlerin arkasına gizlenen yanlış arkadaşları tanımak hayati bir görevdir.

Ancak tersi bir tuzağa da düşmemeli ve dünyada 'devrimci gerçeği'n savunucularının yalnız bizler olmadığımıza inanmalıyız. Komünist militanlar hala çok ince bir zemin üzerindeler ve izolasyondan daha zararlı bir şey yok. Bu nedenle (ya marksist ya da anarşist olsun), işçi sınıfı siyasetiyle ilgisi olmayan dükkan sahibi zihniyeti ile kendi 'tekkesi'nin, kendi 'ailesi'nin taraftarı olan eğilime karşı da mücadele etmeliyiz. Devrimciler birbirleriyle yarışmazlar. Farklılıklar, anlaşmazlıklar, aynı zamanda ne kadar derin olursa, açık ve içtenlikle tartışıldıkları sürece, sınıf bilinci için o kadar zenginleşen bir kaynaktır. Enternasyonal ölçekte bağlantılar kurmak ve tartışmak mutlak gerekliliklerdir.

Ancak bunun için, 'marksist veya 'anarşist' etiketleriyle sabitleştirmeden (proletarya tarafından kapitalizmi yıkma perspektifini savunan) devrimciler ile (bir ya da daha fazla yolla, bu sistemin yaşamını sürdürmesine yardımcı olan) reaksiyonerler/gericileri nasıl ayıracağımızı bilmemiz gerekiyor.

Marksistleri ve Enternasyonalist Anarşistleri Birleştirenler

EKA için burjuva örgütleri proleter örgütlerden ayıran temel kriterler bulunuyor.

Kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadelesini desteklemek, tarihsel aşamadaki bu mücadeledeki tehlikelere olan bakışı asla yitirmeden acil bir yoldan sömürü ile mücadele (örneğin grevler) anlamına geliyor: devrim yoluyla bu sömürü sistemini yıkmak. Bunu yapmak için, bir örgüt, burjuvazinin ister 'faşist' burjuvaziye karşı 'demokratik' burjuvaziyi ya da sağa karşı solu veya İsrail burjuvazisine karşı Filistin burjuvazisini, vb. ya da 'ehven-i şer' olanı 'kritik' veya 'taktik' hiçbir yolla asla desteklememelidir. Böyle bir yaklaşımın iki somut ifadesi vardır:

  1. Kapitalist sistemi ya da ona benzeyen biçimdeki bir sistemi yöneten ya da savunan partilere herhangi bir seçim desteği vermeyi veya işbirliğini reddetmek (sosyal demokrasi, Stalinizm, 'Chavismo/Chavezcilik', vb.)

  2. Her şeyden önce, herhangi bir savaş esnasında, bu, uzlaşmaz bir enternasyonalizmde ısrar etmek, şu ya da bu emperyalist kamp arasında seçim yapmayı reddetmek demektir. 20. yüzyılın bütün emperyalist savaşları sırasında olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında da, savaşan tarafları destekleyen bütün bu yapılar enternasyonalizmin durduğu yeri terkettiler, işçi sınıfına ihanet ettiler ve burjuva kampa entegre oldular.[7]

Burada açıkça ifade edilen bu kriterler EKA'nın diğerlerini mahkum ederken niçin bazı anarşistleri mücadelede yoldaş olarak gördüğünü, neden tartışmak ve yardımlaşmak istediğini açıklıyor. Örneğin, biz KRAS ile savaş karşısında, özellikle Çeçenistan'daki savaş üzerine enternasyonalist deklerasyonlarını yayınlayarak ve selamlayarak yardımlaştık. EKA, bu anarşistleri, onlarla aramızdaki farklara rağmen, proleter kampın bir parçası olarak kabul ediyor. Onlar kendilerini açıkça teoride enternasyonalizmi savunan ama emperyalist savaşlarda dövüşen bir tarafı savunarak pratikte karşısında duran diğer anarşistler ve (Komünist partiler, Maoist ve Troçkistler gibi) 'Komünistler'den ayırıyorlar. Şunu unutmamalıyız ki; 1914'te, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde ve 1917'de Rus devrimi gerçekleştiğinde, sosyal demokrasinin 'marksistler'inin büyük bir çoğunluğu, İspanyol CNT'si emperyalist savaşı kınarken ve devrimi desteklerken proletaryaya karşı burjuvazinin saflarında yer aldılar. O günlerin devrimci hareketleri sırasında, anarşistler ve marksistler, proleter dava için çalıştılar ve fikir ayrılıklarına rağmen aynı saflarda bulundular. Hatta dejenere olan 2. Enternasyonal'den ayrılan devrimci marksistler (Rusya'da Bolşevikler, Almanya'da Spartakistler, Hollanda'da Tribunistler, İtalya'da Absentionistler) ile birçok enternasyonalist anarşist gruplar arasında, dünya çağında örgütlü yardımlaşmayı geliştirme yönünde çabalar da bulunuyordu. Bu sürecin bir örneği de, sonradan vazgeçse de, başta Üçüncü Enternasyonal'e katılma ihtimalini düşünen bir örgüt olarak CNT ile verilebilir.[8]

Son bir örnek daha vermek gerekirse, bugün dünyanın birçok bölgesinde, birçok anarşist grup ve sadece enternasyonalist pozisyonları sürdüren değil aynı zamanda burjuvazinin bütün ideolojileri ve akımlarına karşı proletaryanın bağımsızlığı için dövüşen IWA'nın şubeleri bulunuyor:

  • Bu anarşistler doğrudan eylem ve kitlesel sınıf mücadelesi ile kitle meclisleri ve işçi konseylerindeki öz-örgütlülüğü savunuyorlar;

  • Onlar herhangi bir seçim sirkine katılmayı ve bu sirkte yer alan siyasi partileri, ne kadar radikal olursa olsun desteklemeyi reddediyorlar.

Kelimenin diğer anlamıyla, onlar çubuğu Birinci Enternasyonal'in temel prensiplerinden birisine büküyorlar: “işçilerin kurtuluşu, işçilerin kendi görevidir”. Bu yoldaşlar, devrim ve bir dünya insanlığı toplumu için mücadelenin bir parçasıdırlar.

EKA, işçi sınıfının bağımsızlığını savunan bu enternasyonalist anarşistler ile aynı safta yer alıyor. Evet, bizler onları, bizimle tartışmak ve yardımlaşmak isteyenlerle birlikte yoldaş olarak görüyoruz. Evet, biz aynı zamanda, anarşizm etiketi altında ulusalcı/milliyetçi ve reformist pozisyonları savunan ve esasta kapitalizmin savunucuları olanlardan bir tarafa, bu anarşist militanlar ile komünist sol arasında fazlaca ortak noktanın bulunduğunu düşünüyoruz.

Dünyadaki bütün devrimci gruplar ve unsurlar arasında yavaş yavaş gelişen diyaloglarda kaçınılmaz olarak hatalar, yapay tartışmalar, acemice formülasyonlar, anlaşmazlıklar ve büyük fikir ayrılıkları ortaya çıkacaktır. Ancak proleter mücadelenin ihtiyaçları, artık daha dayanılmaz ve barbar hale gelen bir kapitalizme karşı, dünya proleter devrimi perspektifinin kaçınılmazlığını, insanlığın kurtuluşunun ön sürecini hayati ve gerekli bir çaba, bir görev kılıyor. Ve bugün, birçok ülkede, marxizm ya da anarşizme başvuran (ya da her ikisine de açık olan) devrimci proleter azınlıkların ortaya çıkmasını gözlemliyorken, bu tartışma ve yardımlaşma görevi, istekli ve coşkulu bir cevap ile karşılığını bulmalıdır.

Bu serinin gelecek yazıları, tartışmada yaşanan zorluklar ve onları aşma yöntemleri üzerine olacak. Aynı zamanda yanlış bir şekilde geçmişte tarafımızdan bir solcu grup olarak yaftalanmış Britanya'daki Anarşist Federasyon'a daha ayrıntılı olarak göz atacağız.

EKA, 30/06/10

 

1. GSL: Grupo Socialista Libertario (Liberter Sosyalist Grup) (https://webgsl.wordpress.com); PAM: Proyecto Anarquista Metropolitano (Metropolitan Anarşist Proje) (proyectoanarquistametropolitano.blogspot.com).

2. Toplantı boyunca çok sıcak bir atmosfer hakimdi. Bununla ilgili raporu bu linkten okuyabilirsiniz: ‘Réunion CNT-AIT de Toulouse du 15 avril 2010: vers la constitution d'un creuset de réflexion dans le milieu internationaliste'

3. Bkz. ‘Anarşism ve emperyalist savaş', World Revolution 325-328. sayılar. Hepsi şu linkte mevcut: https://en.internationalism.org/2009/wr/325/anarchism-war1

4. Özelde, bazı yoldaşlar başlangıçta GSI/PAM/ICC broşüründen rahatsız oldular. Bizler yaklaşımımızı 'Anarşist geleneğin parçası olan yoldaşlara karşı tutumumuz nedir?' başlıklı bir İspanyolca metin ile açıklamaya çalıştık. (https://es.internationalism.org/node/2715)

5. Bazı anarşist yoldaşlar doğru bir şekilde bazı muğlak formülasyonlara ve hatta bu yazılardaki tarihsel hatalara işarete ettiler. Buna geri döneceğiz. Aynı zamanda, en çok göze çarpan yanlışları burada düzeltmek istiyoruz:

- Çeşitli yerlerinde, 'Anarşizm ve emperyalist savaş' yazı dizisi, sadece bir avuç unsur yaşamlarını tehlikeye atarak enternasyonalizmi savunuyorken anarşist hareketin büyük çoğunluğunun, Birinci Dünya Savaşı esnasında milliyetçiliğin tarafında yer aldığı öne sürüyordu. IWA'nın üyeleri tarafından tartışmaya açılan ve onların kendi araştırmalarıyla doğrulanan tarihsel unsurlar, gerçekte anarşistlerin birçoğunun 1914'ten bu yana savaşa karşı durduğu göstermişti (bazen enternasyonalizm ya da milliyetçilik-karşıtlığı veya pasifizm bayrağı altında).

- Bizi en zor duruma sokan (bugüne kadar kimsenin işaret etmediği) hata Mayıs 1937'deki Barcelona ayaklanması ile ilintiliydi. WR (World Revolution)'nin 326. sayısında biz şöyle yazmıştık: “Barcelona işçileri, 1937'de ayağa kalktıklarında, CNT Halk Cephesi ve Katalunya hükümetinin oluşturduğu baskı politikasının suç ortağıdır.” - Yazının Fransızca versiyonunda CNT yerine “anarşistler” ifadesi kullanılmıştı ve belirsizlik İngilizce versiyonunda da vardı çünkü gerçekte, Barcelona'da ayaklanan işçilerin büyük çoğunluğu CNT ve FAI'nin militanlarıydı ve Stalinist güruhlar tarafından örgütlenmiş baskının başlıca kurbanıydılar. Bu kıyımda “anarşistler”den ötesinde CNT liderliğinin ortak olmasının mahkum edilmesi daha doğru olurdu. Her durumda İspanya'daki savaş üzerine tuttuğumuz yerin gerçek içeriği 'İspanya'daki Olayların Dersleri' başlığı altında Bilan'ın 36. sayısında görülebilir. (Kasım 1936)

6. Vignoles adı onların ana merkezlerinin bulunduğu sokağın adından geliyor. ‘AIT' in anlamı ise Association Internationale des Travailleurs – Türkçe'de Enternasyonal İşçi Birliği.

Tags: 

Rubric: 

Enternasyonalist Anarşizm

Komünist Örgüt ve Sınıf Bilinci (1)

Giriş

Bizim kesin bir biçimde cevap vermemiz gereken soru şudur: kapitalizmi nasıl yıkarız, bu sonuca doğru nasıl hareket edebiliriz ki bütün süreç boyunca proletarya kontrolü elden bırakmasın?

(Komünist Enternasyonal 3. Kongresi’nde Alman Komünist İşçi Partisi Sunumu, 1921)

İşçi hareketinin örgütlenmesi sorunu, hareketin tarihi boyunca, yazılar, tartışmalar ve ayrışmalar tetiklemiştir. Örneğin, Birinci Enternasyonal içerisindeki tartışmaları, Lenin, Luxemburg ve Troçki arasındaki polemikleri ve bu konu üzerine İtalyan ve Alman sol komünist hareketinin yazılarını anımsayabiliriz. Devrimcilerin, kendi örgütsel yöntemlerini, işçi sınıfı içerisindeki görevlerini ve müdahalelerinin doğasını netleştirmek zorunda oluşları doğaldır. İşçi sınıfı şu mühim soru ile karşı karşıyadır: işçi sınıfının kapitalist sistemi anlayışı nasıl geliştirilebilir? Kapitalizm ile son yüzleşmesine nasıl hazırlanacaktır?

Proletarya, işçi sınıfı hareketinin doğuşundan bu yana, onun sendikal örgütlenmelerinin yaratılmasına paralel olarak, devrimci bilinç silahını kuşanmayı gerekli görmüştür. Bunun için, kitle örgütleri kendi başına yetersizdir. İşçi sınıfının özgürleşmesi, devrimcilerin örgütüne; yani siyasi partiye eşit derecede bağlıdır.

İşçi sınıfı hareketinin nihai hedef anlayışını derinleştirmek ve kapitalizmin yokedilişini sağlamak için proletarya basitçe acil çıkarlarının savunusu etrafında örgütlenemez. Aşağıdaki sorunları pratikte çözebilmelidir:

  • Sınıfın gündelik mücadelelerinden siyasi bir taaruz nasıl gelişebilir?

  • Ekonomik istemlerin ötesine geçme ve mevcut toplumu devirme gerekliliği anlayışı, işçi sınıfı içerisinde nasıl gelişebilir?

  • İşçi sınıfı, burjuva ideolojisinin egemenliğine karşı nasıl mücadele eder?

Bugün, kalıcı reformların artık mümkün olmadığı “toplumsal devrimler çağı”nda, bu sorulara cevap verebilmek daha da önemlidir. Kapitalizmin geri çevrilemez çöküşünün kanıtlandığı 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önce dahi, bu soruna işçi sınıfı hareketi içerisinde bir çözüm geliştirilmişti. İşçi konseyleri, iktidarı fethetmek için işçi sınıfı tarafından yaratılmış örgütlenme biçimiydi; devrimci azınlıklara devrimci süreci hızlandırma görevi verilmişti. Yirmilerin devrimci dalgasının yenilgisinden sonra bile, en sağlıklı devrimci unsurlar, karşı-devrim saldırısından sağ çıktılar. Bu fraksiyonlar geçmişin siyasi kazanımlarını koruyabildiler. Karşı-devrimin elli yılından sonra, yeni örgütlülükler, devrimci gruplar ve tartışma çevreleri, altmışların sınıf mücadelesi ortamında su yüzüne çıktılar. Bunlardan Enternasyonal Komünist Akım da dahil olmak üzere bazıları açık bir şekilde tanımlanmış bir program etrafında ve uluslararası ölçekten başlayarak örgütlendiler. Ancak proletarya tarafından devrime giden yolu aydınlatmak için ortaya konan bu çabaların tek ifadesi EKA değildi. Eski sol komünist hareketten doğan gruplar, tartışma çevreleri, EKA’ya az çok yakın pozisyonları savunan örgütlenmeler, bütün bunlar işçi sınıfı içerisinde devrimci bilincin yeniden doğuşunun ifadeleriydi. Bu toplulukların çoğu halen farklılıklarını ve uzlaşı noktalarını netleştirmek amacıyla tartışmalarda yer alıyorlar. Bu örgütlülüklerin yer aldığı Uluslararası Konferanslar, bir uluslararası partinin yaratılmasına yönelik uğraşının gerekliliği kavrayışının, proleter hareket içerisindeki bir ifadesiydi.

Bu tartışmaların birçoğunun merkezinde partinin rolü ve devrimcilerin görevleri vardı. Bu tartışmalar, yorum farklılıklarımızı anlayabileceğimiz genel çatıyı netleştirmek yönünde kısıtlanmıştı. EKA olarak devrimcilerin rolünün kendi kavrayışımız açısından siyasi çatısını belirlemenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha somut ve pratik konuları ele alacak gelecek broşürler bu analizi destekleyecektir. Ancak bir ilk adım olarak aşağıdaki noktaları anlamanın gerekli olduğunu söyleyebiliriz:

- Komünizmin ve komünist devrimin ne demek olduğunu;

- İşçi sıfını bilincini geçmişteki bütün farklı fikirlerden neyin ayırdığını;

- Sınıf bilincinin doğasının bir işlevi olarak, devrimcilerin rolünü;

Görüşlerimizin genel yapısının taslağını çizmek için soruna şu şekilde yaklaştık: devrimci müdahale sorunu ile uğraşmadan önce, bir herşeye kadir bir partinin olağanüstü niteliklerinden (!) ziyade, yöntemlerin, eylem biçimlerinin ve devrimci sürecin somut gerekliliklerine muhakkak cevap vermesi gereken işçi sıfınının örgüt biçimleri ve devrimcilerin müdahalesini kaçınılmaz yapan işçi sınıfı bilincinin gelişimini ortaya koymaya çalışacağız.

Bu da sadece, komünist devrimin geçmiş devrimlerden nasıl farklı olacağı ve işçi sınıfı bilincinin neden devrimci örgüt ihtiyacı ve devrimcilerin rolü olarak anlaşılan bir ideoloji olmadığını anlamakla olur.

Ancak işçi sınıfı mücadelesinin yeniden ortaya çıkışı çoktan müdahale pratiğimizde bu sorun ile karşı karşıya kalmamıza yol açtı. Her gün yeni, somut, mümkün olduğunca süratli bir şekilde çözülmesi gereken problemlerle karşılaştık. Tutumlarımız, işçi sınıfı deneyiminin gerçekliği aracılığıyla süzüldü ve zenginleştirildi. Bu gerçekliğin siyasi derslerini resmedebilmeliyiz. Müdahalemiz, artan şekilde sınıf mücadelesinin kendisine yöneliktir, eğer sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına hızlı bir şekilde cevap verilecekse, çözümlemelerimiz daha somut olmalıdır.

Günümüzde partinin görevlerinin kavranması, hala fazlasıyla teorik ölçek üzerinde duruyor. Sorunun bütünü hala geçmişin, burjuva ideolojisinin adeta bütün olarak egemenliğinin elli yılı aracılığıyla pekiştirilen yanlış anlamaları tarafından karartılmış durumdadır. Bizler komünist gelenek ile olan bağlarımızı geçmişin tuzaklarından kaçınarak yenilemeliyiz. Dahası, işçi sınıfının yenilenen mücadeleleri hala başlangıç aşamasındadır.

1.Komünizm nedir?

Bu soruyu kesin bir şekilde cevaplamak imkansız. İlk olarak, burjuva ideolojisinin günümüz basıncı gelecekteki toplumun nesnel bir biçimde tanımlanmasını zorlaştırıyor. Burjuva ideolojisinin amacı, kapitalizmin ölümsüz olduğunu kabul ettirmektir. Dolayısıyla burjuva ideolojisinin baskısı komünizmi ve proleter devrimi tanımlama yönündeki bütün çabaları bozar, deforme eder.

Böylece birçok işçi için komünizm, devlet kapitalizminin ‘cenneti’ ve Rusya, Çin, Küba ve diğer sözde ‘sosyalist’ ülkelerde görülen emeğin askerileşmesidir. Ancak ek olarak komünizmin doğasının kendisi herhangi bir detaylı ya da eksiksiz tanımı imkansızlaştırıyor.

Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir DURUM, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ÜLKÜDÜR. Biz, bugünkü duruma son verecek GERÇEK harekete komünizm diyoruz.” (Marx; Alman İdeolojisi)

Bu ne anlama geliyor? Bu basitçe komünist toplumun bir avuç ‘aydın’ insanın hayalgücünden doğan soyut bir hedef olmadığı anlamına geliyor. Bu soyut bir ‘mükemmeliyet’ fikri olarak görülemez. Hegel’in (Marx’ın diyalektik yönteminden esin aldığı, 19. yüzyılın başlarında yaşamış Alman filozof) tasarımlarına karşıt olarak, tarih bir düşüncenin (insan fikri ya da komünizm düşüncesi) ilerlemeci gerçekleşmesi değildir. Komünizm ruhani bir yaratım, insanlığın amacı olarak hizmet gören bir fantazi değildir. Komünizm eski topluma içkin çelişkilerden ve o toplumun gelişmesinin gerekli bir sonucu olarak doğar.

Bunun yanısıra, komünizm kaçınılmaz değildir. Gerçek ve somut koşulların, kapitalizmdeki toplumsal ve iktisadi çelişkilerin ürünü olsa bile, komünist toplum herşeyden önce insan türünün bütün pratik, kolektif akli bilinçli yaratımıdır. Tarihte ilk defa bir toplumsal sınıf kendi kaderini kontrol edebilme şansına sahiptir. Ancak bunu sadece örgütlü ve bilinçli bir yöntemle gerçekleşebilir. Bu sebeple komünizm ne entelektüel bir ‘proje’, ne de kör ve mekanik kaçınılmazlıktır. Komünizm, mevcut toplumsal ilişkilerin şiddetli yokoluşunu takiben insan topluluğu tarafından eski dünyanın bilinçli ve ilerleyen dönüşümünün sonucu olacaktır.

Dolayısıyla bu gerçek hareketi komünizme doğru yönelten öznel ve somut koşullar bugün varolan koşulların ürünüdürler. Bir kere komünizm tarihsel anlamda mümkün olduğunda, bu olanağın gerçekleşmesi günümüzde bilincin gelişmesi üzerinde öznel bir gelişime bağımlı hale gelir. Bu nedenle, komünizm gibi, devrimin kendisi de, başarısının proletaryanın eriştiği örgütlülük seviyesi ve bilince bağlı olacağı bilinçli siyasi rol haline gelmelidir. Bu temelde insan ortaklığının yalnızca nesnel bir imkan değil, bir gerçeklik olabilir.

Bundandır ki, komünist toplumun ayrıntılı bir resmini çizmenin imkansız olduğunun farkında olmakla birlikte, komünist devrimin temel biçimlerini ve bu devrimin amaçlayacağı nihai hedefleri tanımlamanın zaruri olduğunu düşünüyoruz.

Komünist devrim, sadece kendisinin bilincinde bir hareket olabileceği için, komünizmin ortaya çıkartacağı yeni toplumsal ilişkiler, sınıf bilincinin ve proletaryanın örgütsel biçiminin gelişiminin yolunu belirlerler. İleriki bölümlerde bu iki önemli konuya dönebiliriz.

1. a) Komünizmin Doğası

Komünizmin bir ütopya ya da soyut bir düşünce olmadığından, kökleri kendisini önceleyen toplumda yatar. Komünizmin mümkünlüğü ve somut koşulları, kapitalizmin içsel çelişkilerinden ve devrimci sınıfın kapitalist toplumu alaşağı edecek siyasi kabiliyetinden türer. Her ikisi de üretici güçlerinin gelişimi ve gelecek toplumun gelişimi için besinler olan proletaryada somutlaşan toplumsal ilişkilerin doğasının seviyeleridir. Sadece üretici güçlerin gelişimi kesin bir evreye eriştiğinde, ileride önceleyen toplum için başka olasılık bulunmadığında, bir ileriki kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişmesi arasındaki çelişkiye borçlu olarak komünizm ve proleter devrim nesnel gereklilikler olurlar.

Bütün üretim araçlarına el konulması “ancak gerçekleşmesinin maddi koşulları bir kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan sonra tarihsel bir zorunluluk durumuna gelebilirdi. Bütün öbür toplumsal ilerlemeler gibi, bu ilerleme de, sınıfların varlığının, adalet, eşitlik, vb. ile çatıştığı gerçeğinin kavranması ile, salt bu sınıfların ortadan kaldırılması istenci ile değil, ama bazı yeni iktisadi koşullar ile uygulanabilir bir duruma gelir.” (Engels, Anti-Dühring, 1894)

Bu yeni somut koşullar açık bir şekilde gösteriyor ki sermaye ve ücret sistemini ortadan kaldıracak, meta üretimi ve tüm ulusal ve sınıfsal ayrımları dağıtacak, sermaye ve emek arasındaki farkı yokedecek, insanlığın güncel ihtiyaçlarına cevap vercek, üretici güçlerin ileriye yönelik gelişimini mümkün kılacak olan sadece toplumsal ilişkilerdir.

Bu aşağıdakileri saptamamıza mümkün kılıyor:

- Komünizm sınıfsız, insanın insan tarafından sömürülmediği ve özel veya kolektif mülkiyetin olmadığı bir toplum olmalıdır. Kapitalizm eliyle üretimin sosyalizasyonun tek mümkün sonucu, toplumun tamamı tarafından tüm üretim araçlarına toplumsal olarak el konulmasıdır. Sadece sınıf ayrıcalıklarının ve özel mülkün kaldırılması üretimin toplumsal doğası ile toplumsal ilişkilerin kapitalist doğası arasındaki çekişkiyi çözebilir.

Tüm üretici güçlerin ve üretim araçlarının bu toplumsal mülkiyeti sadece (sömürülen, iktisadi mülkü ve bir üretici kolektiflik işlevi olmayan bir sınıf olan) proletarya tarafından ele alınabilir.

- Komünist toplum bu nedenle kıtlığın yokedilişinin ve insan ihtiyaçları için üretim üzerinde kurulur. Komünizm, bütün türlü insani ihtiyaçların tatminine olanak sağlayacak bir bolluk toplumudur. Üretici güçlerin, beşeri bilimin, teknoloji ve bilginin gelişim aşaması kör iktisadi güçlerin gelişim düzeyi, insanlığın kör iktisadi güçlerin egemenliğinden kurtuluşuna imkan verecektir.

Tarihte ilk kez, insan varlığı kendi yaşamı ve yeniden üretimi belirleyecek koşullar üzerinde bilinçli olarak egemen olacak ve "zorunluluğun hükümdarlığından özgürlüğün dünyasına" geçecektir.

İnsan ihtiyaçlarının bu üretimi, yani insanlığın kurtuluşu açıktır ki sadece küresel bir ölçekte ve iktisadi ve toplumsal yaşamın tüm görünümlerinin devrimi ile gerçekleştirilebilir. Bu sebeple, komünizm değer yasasını yerle bir eder. Sosyalizasyon süreci tamamlanmış ve insan varlığı tarafından her seviyede planlanmış komünist üretimin temelinde sadece sosyalize edilmiş ve mübadeleyi, pazarları ve parayı dıştalayan kullanım değerinin üretimi ve onun doğrudan dağıtımı vardır.

- İnsanın insan tarafından sömürüldüğü, ekonomik rekabetin kol gezdiği, iktisadi anarşi ve bireyler ile sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmanın hüküm sürdüğü bir sömürü toplumundan komünizmde insan ortaklığının damgasını vurduğu bir topluma giriş yapacaktır.

Bu toplulukta bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki hakimiyetini koruyan siyasi gücün bütün biçimleri (hükümetler, devlet, polis ve benzerleri), sömürü ve sınıf ayrılıkları da eş zamanda ortadan kalkacaktır. İnsanlığı ve insan yaratıcılığının bütün yöntemlerle baskı altında tutan hükümetlerin ortadan kaldırılması işlerin basit yönetimine ve bir "özgür üreticiler ortaklığı"na olanak sağlayacaktır.

Komünizmin bu karakteristikleri çerçevesi çizilebilecek asgari konulardır. Bunun (yukarıda sözünü ettiklerimizin akılda yarattıklarının) ötesinde herhangi bir tanım ister istemez kaba genellemelerle sınırlı kalacaktır. Kaldı ki, bu kısa tanımlama, ne insan ilişkileri için yeni yaşam tarzının sonuçları ile alakalıdır; ne de bölünme ve sosyal ayrılıkların, yabancılaşmanın, insan ile güç arasındaki ilişkilerin toplum içerisindeki yıkımının çıkarsanımlarıdır.

Ne var ki, bu geniş çerçeve bile geleceğin dünyasını, kapitalist toplum ve bütün önceki toplumlardan ayıran devasa uçurumu gösterir.

Sömürünün olmadığı bir toplum! İstek ve arzularımıza göre yaşadığımız bir yer! Kafa ve kol emeği arasında ayrılığın olmadığı bir yer! Özgürlüğün, insanın işgücünü satma özgürlüğünden daha fazlası anlamına geldiği yer! Kulağa hayal edilemeyecek kadar güzel geliyor.

İnsanlığın yapmak zorunda olacağı bu çok büyük sıçrayışını ayrıntılarıyla idrak edemesek de, kesin olan şu ki; insanlık tarihinde daha önce bu çeşit bir nitelik sıçraması için gerekliliği olmamıştı.

Bu durum açık bir şekilde ikili bir anlama sahip. Aşikar olan bu tür bir sıçrayışın tarihsel misyonuna tamamen hakim toplumsal bir sınıf tarafından başarılabileceğidir. Ancak bu bilinç seviyesine gelebilecek olan sınıf, en korkunç mahrumiyet, en vahşi sömürü ve burjuva ideolojisinin sürekli baskısına boyun eğdirilen işçi sınıfıdır.

Dolayısıyla komünizmin onu bütün geçmiş toplumlardan insanlık derecesini uzak ara üstün kılan bütün nitelikleri kendisini zayıflığa, mahrumiyete ve proletaryanın varoluşunun insanlıkdışılığına bağımlı kılmaktadır. Çünkü "toplumsal varoluşun tüm insalıkdışılığı, yoğun bir biçimde proletaryanın varoluş koşullarında vardır", işçi sınıfı "kendisini onun durumunda yoğunlaşam günümüz toplumunun bütün vahşi görünümlerinden ortadan kaldırmadan kendisini özgürleştiremez" (Marx, Engels Kutsal Aile, 1844). Bu sınıfların ve sömürünün olmadığı bir toplumu yaratmak için toplumun bütününü özgürleşmeye zorlayan sömürülen bir sınıf olarak proletaryanın konumudur.

Toplum içinde bütün ekonomik gücü esirgenen, üretim aşamasında sömürülen proletarya, kendi özgürlüğü için sadece kendisine bakabilir. Sadece kendi dayanışması ve kendi bilinciyle kapitalizme karşı koyabilir: gelecek toplumun karakteristik ilkelerini kendilerinin şekillendirdiği silahlardır aynı zamanda bu iki olgu.

Ama bu gerçeklik burjuva toplumuna karşı olan proleter muhalefetin aynı zamanda çok güçsüz ve kırılgan olduğu anlamına gelmektedir. Burjuva topluma karşı koyuşunda temellendireceği ekonomik ayrıcalıklara sahip olmayışı proletaryayı, amacı proletaryayı özgürleşmek için nihai mücadele yolundan saptırmak olan burjuva ideolojisinin kalıcı baskısı karşısında aşırı derecede savunmasız kılmaktadır.

BU NEDENLE KOMÜNİZME GİDEN YOL KAÇINILMAZ DEĞİLDİR. KOMÜNİZM UZUN VE SANCILI BİR MÜCADELENİN ÜRÜNÜDÜR. DOLAYISIYLA, zincirlerinden başka kaybedecek birşeyi olmayan ancak kazanacağı bir dünya olan proletaryanın olağandışı devrimci kapasitesine rağmen, GELİŞİMİNİN HERHANGİ BİR DETERMİNİSTİK VİZYONU OLMADIĞI GİBİ, DEVRİMİN ZAFERİNİN KESİN GARANTİSİ YOKTUR. ANCAK BU YENİ TARİHSEL DÖNEM GELMEZSE, ARDINDAN İNSANLIK İSİMSİZ BİR BARBARLIĞA ÇÖKECEK, BELKİ DE NİHAİ OLARAK YOKOLACAKTIR.

Böylece komünizme giden yol, yani sınıf mücadelesi bir zaferler ve yenilgiler dizisi, bir gerilemeler ve yeniden yükselmeler silsilesidir. İstenç ve bilinç arasında bir gerilim, devamlı tekrar eden değerlendirme ve özeleştiri suretini alır.

1.b Komünist Devrim

Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: İşte hendek, işte deve! Gül burada, burada raksetmelisin!

(Marx, Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i, 1852).

Bu sürekli hareketin ve daimi öz-eleştiri temelinde, proleter devrim bir çetrefilli komünizm yolunu arar. Nitekim, komünist devrim iktisadi bir sürecin sonucu değil, yalnızca iktisadi ve toplumsal bir dönüşümün ön koşuludur. Eski toplumun bütün dönüşüm süreci için ayrım noktasıdır. Geçmişte, bir sınıfın ekonomik gücü ve yeni toplumsal ilişkiler sistemini dayatma kapasitesi pratikte aynı anlamdaydılar, toplumsal gelişmeye vücut veren ve zor ya da ikna yoluyla topluma dayatılan yeni sosyal yapılar gerekçelerini özelde devrimci sınıfın ekonomik çıkarlarında bulmuşlardı. Bunu anlatmak için feodal toplumun burjuvazi tarafından nasıl yokedildiğini anımsamak yeterlidir.

15. ve 16. yüzyıllardan bu yana, büyük burjuva aileleri, özellikle Güney Avrupa’dakiler, ticaret ve tecimin tartışmasız hakimiydiler. Kara ve deniz yolları üzerindeki ticaret rotaları boyunca metal, tekstil ve baharat akışları gerçekleşiyordu... Bu altın denizi, yeni ticaret merkezlerine bağlanan yollar etrafındaki kasabalara taştı. Sanat, bilim, yazılar ve fikirler gelişti. Bilimsel ve teknik keşifler kat kat ilerlemeye başladı, bunun sonuçları da sanayi şehirleri gibi örneklerle yayıldı. Çok geçmeden Kopernik gök cisimlerinin hareket teorisini geliştirecekti. Olağanüstü gelişmeler insan anlayışı seviyesinde gerçekleşti: her yerde hız ve kesinlik belirgindi, bu durum sanayi üretiminde olduğu kadar mali ve ticari meseleler için de geçerliydi. Bir toplumsal sınıf toplumu dönüştürme ve dünyayı fethetme sürecindeydi. Bunun için tutarlı bir güç sahibiydi: finans ve paranın gücü. Feodal aristokrasi zamanından kalma siyasi güce doğrudan meydan okumadan toplum üzerinde kendi kanunlarını dayattı.

Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı, kentin kıra, sanayinin toprak sahipliğine, para iktisadının doğal iktisada karşı savaşımıdır ve burjuvaların bu savaşımdaki kararlaştırıcı silahları da sanayinin önce zanaatkarlığa, sonra manüfaktüre değin ilerleyen gelişmesi ve ticaretin genişlemesi ile durmadan artan iktisadi güç araçları olmuştur. Bütün bu savaşım boyunca siyasal güç soyluluğun elindeydi...” (Engels, Anti-Duhring)

Kapitalizmden komünizme geçiş, yani sömürünün tüm biçimlerinin yıkımı için proletarya iktisadi gücün bu çeşidini kullanamaz, zira böylesi bir güce sahip değildir. Proletaryanın mücadelesinde paraya, mülkiyete ya da endüstriyel güce ihtiyacı olmayacak. Kapitalizmin gücünün dağıtılması ve komünizme kademeli geçişi temin edecek iktisadi bir kuvvet yoktur. Kapitalist toplumsal ilişkilerin hakimiyetinin genel çerçevesinde, proletaryanın üretim araçlarının, makinaların hatta fabrikaların aidiyeti ile hangi somut güce sahip olabildi? Proletarya tarafından bütün üretim araçlarına ya da üretimin tüm meyvalarına sahip olma ya da kısmen elinde bulundurma fikri, kapitalist işleyiş içerisinde maddi bir imkansızlık, bir tuzak, bir mistifikasyondur. Sadece şiddete dayalı, dünya çapında bir devrim, bütün üretim araçlarının ya da üretimin tüm meyvalarının kolektif tahsisini temelde sağlayabilir.

Proletarya eğer herhangi bir ekonomik çıkar ya da mülkiyet üzerinde konumlanmamış olduğu sürece, yeni bir tür sömüren toplumun inşasını tasavvur edemez. Tam da tarihteki son sömürülen, “zincirlerinden başka kaybedeceği başka birşeyi olmayan” sınıf olması proletaryayı nesnel olarak sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun inşaa etmeye yönlendirir. Proletarya devrimden, yani siyasi iktidarı aldıktan sonra sömürülen bir sınıf olarak kalacaktır. Siyasi iktidarı ele geçirme –proletarya diktatörlüğünün başlaması- ile komünizm arasında bir geçiş dönemi gereklidir. Bu dönemde proletarya kendi koşullarını diğer sosyal sınıflar ve katmanları üretici emeğe dahil ederek toplumun tümüne genellemek ile yükümlü olacaktır. Bu toplumsal dönüşüm olmadan, sınıfların ileriye yönelik böylesi bir tasfiyesi olmadan proletarya dünya çapında siyasi bir devrim olmuş olsa bile sömürülen (diğer toplumsal katmanların asalak tüketimi için artı-değer üreten) bir sınıf olarak kalacaktır.

Komünist devrim ile alakalı aşağıdaki sorular çok sıkça ortaya atılmaktadır: “Hiçbir şey proletaryanın bir kere gücü eline almasıyla (öc almak için) diğer sınıfları sömürmeyeceğini kanıtlayamaz: Rusya’da ne olduğuna bakın!” ya da “en iyi niyetle bile olsa güç yozlaştırır”, vb. Bu soruların soruluş biçimleri dahi onların kusurlu mantıklarını ifşa ediyor.

Böylesi sorular hem sömürülen hem de devrimci proletaryanın doğasını anlayamama üzerinde temellendirilmişlerdir. Onlar şunları hesaba katmıyorlar:

- Sınıf baskısının mümkün tek unsuru olan, işçi sınıfının sahip olduğu herhangi somut bir iktisadi gücün maddi bir temelinin olmayışı durumu.

- Sınıfsız bir toplumun devam eden üretici güçlerin gelişimi için tek olası ilke olarak gerekliliği ve nesnel olarak mümkünlüğü.

Bunları göremeyenler bu türden, bir mazeret, kapitalist toplumsal ilişkileri temellendirmek için bir gerekçelendirme olan boş laflara kolaylıkla yöneliyorlar. Burjuva ideolojisinin karakteristiği olan bu miyopluk, devrimden sonra işçi sınıfının bir bölümünün (işçi sınıfının tamamının kendisini sömürmesini hayal etmek açıkça komedidir) diğerlerini sömürmeye başlarsa, bunun devrimin geri çekilişi, kapitalizmin yeniden ortaya çıkışından başka birşeye işaret edemeyeceğini göremiyorlar; ”sömüren işçiler” gerçekte ve nesnel ölçekte (yeni bir sınıfın değil) burjuvazinin temsilcileri olabilirler; bu durumda yalnızca devrim ve kapitalizmin yokedilişi ertelenmiştir.

Komünist devrimin dünya çapındaki zaferi kendi içerisinde ne nihaidir, ne de komünizmin zaferinin mutlak bir garantisidir. Geçiş dönemi sırasında, kapitalist topluma geri dönüş hala olasıdır. Proletaryanın kendi bilinci ve dayanışmasının gelişimi yönünde muazzam çabası, böyle bir dönüş olasılığına karşı mücadele etmek için gerekli olacaktır.

Bu sebeple proletaryayanın elinde bu mücadele için yalnızca kısıtlı sayıda silahı vardır. Herşeyden önce şu açıktır ki; proleter devrim ve proleter diktatörlük eski kapitalist gücün kalıntılarına tahammül edemez. Buna karşıt olarak bu tür kalıntılar geçiş döneminde sürekli bir şekilde parçalamalı ve yokedilmelilerdir. Geçmişte önceki kurumların bu kadar net bir şekilde süpürülmesi gerekli değildi.

Burjuva devrimi düşünce biçimlerini ve davranışları dönüştürürken bu dönüşüm birçok kapitalizm-öncesi toplumsal yapıyı dönüştürmeyi de içerisinde barındırıyordu, ancak kapitalizm-öncesi toplumun esas temelini, insanın insan tarafından sömürüsünü ve bu sömürüyü güçlendiren aparatları ortadan kaldırmak gibi bir hedefi asla olmadı. Engizisyon baltasının yerine, giyotinin ‘demokrasi’ bıçağı gelecekti. Yeni efendilerimiz, geleceğin sömürülen sınıfını feodal serflikten ‘özgürleştirirken’, kendilerini yeterince kolay bir biçimde eski rejimin feodal devlet aygıtlarının baskıcı araçları gibi görece ‘saldırgan olmayan’ bakış açılarına uydurabiliyorlardı. Onlar basitçe bu aparatı modern gerekliliklere uygun bir hale getirdiler. Polis, memurlar, araştırmacılar üniformalarını değiştirdiler. Düşünürler, öğretmenler, filozoflar doktrinlerini değiştirdiler. Almanya ve Rusya gibi kesin örneklerdei yirminci yüzyılın başında, burjuva iktisadi gücü bir dizi aristokratla, Junkerlerle, imparatorluk memuru ve bürokratlarla, asillerle, prens ve hükümdarlarla birlikte varolabildi.

Çünkü bu basitçe baskıcı bir toplumun diğeri ile yer değiştirmesi söz konusuydu, burjuvazi feodal iktidarın gerçekte burjuva iktisadi gücünün tahsisi için zorunlu olan eski baskıcı yapılarını iyi bir şekilde kullanabildi.

Bunların hiçbir biçimi, bir hakim sınıf olarak konumlanışı burjuva devletin her yönden yokedilişinin temelinde mümkün olabilecek proletarya için mümkün değildir. Paris Komünü deneyimi göstermiştir ki; proletarya varolan devleti basitçe devralamaz, onu tepeden tırnağa yoketmelidir.

Proletarya mücadele ve komünist topluma uygun toplumsal dönüşüm silahlarını yaratmak zorundadır. Proletaryanın örgütlülük biçimi, devrimci bir sınıf olarak örgütlenmiş olması toplumsal devrimin ve proletarya tarafından başlatılacak toplumun yeni biçiminin doğasına uygun olmalıdır.

Bu maledinme ancak, proletaryanın karakteri gereği kendisi de ancak evrensel olabilecek bir birliktelik yoluyla; ve bir yandan bir önceki üretim tarzını, karşılıklı ilişkiyi ve toplumsal örgütlenmeyi devirerek, öte yandan ise, proletaryanın evrensel karakterini ve enerjisini geliştirerek —ki bu olmadan devrim gerçekleşemez—, ve nihayet, proletaryanın onu toplumdaki eski konumuna bağlayan ne varsa hepsinden kurtaracak bir devrim yoluyla gerçekleştirilebilir.” (Marx, Alman İdeolojisi)

İşçi sınıfının kolektif örgütlülüğü, sınıf dayanışması, devrimci bilincinin gelişimi, bilinçli ve yorulmak bilmez eylemi, geleceğin büyük görevlerini yerine getirirken bütün çalışan sınıfın yaratıcı katılımı: devrimin, iktidarın ele geçirilişinin ve komünizmin verimli toprakları işte bunlardır.

Dünya proleter devrimi, kolektif ve sert bir süreç olmanın yanında, herşeyin üzerinde sınıf bilincinin gelişimine bağlıdır.

Geçmişte nesnel koşullar toplumsal dönüşümde erkek ile kadınların istenç ve bilinçlerinden daha geniş bir yer kaplıyordu. Farklı üretim biçimlerinin birbirinin yerine geçmesi, bir ölçüde erkek ve kadınların ve toplumsal sınıfların “başlarının üzerinde” doğdu. Üretim güçlerinin azgelişmişliği tarafından hükmedilen, devrimci sınıf özerk, gizemli ve sabit görünen bir gerçekliğe mahkum edilmeye zorlandı. Tarihsel güçler kör, vahşi, keyfi ve kontrol edilemez doğal güçler olarak görüldü.

Komünizm, kendinden önce gelen bütün hareketlerden, daha önceki bütün üretim ve karşılıklı ilişkilerin temelini altüst etmesi bakımından, bütün doğal öncülleri, ilk kez, bizden önceki insanların yarattıkları öncüller olarak bilinçle ele alması bakımından, bu öncülleri doğal niteliklerinden soyup onları birleşmiş bireylerin gücüne bağımlı kılması bakımından, ayrılır.” (Marx, Alman İdeolojisi, vurgular bizim)

Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz gibi, komünizm ve komünizme, yani devrime doğru ilerleme aynı sürecin kısımlarıdır ve aynı sorunları ortaya çıkarırlar. Bu hareketin her özel aşaması (bunlar birbirinden yalıtılmış olarak anlaşılmaması gereken evrelerdir) nihai amacın karakteristik niteliklerini çoktan içerisinde taşırlar. Bu algıyla, eğer komünizm insan ihtiyaçları için üretimin bilinçli örgütlülüğü anlamına geliyorsa, komünizm öncesinde gerçekleşecek toplumsal dönüşüm ile devrim sadece bilinçli eylemler olabilirler. Proletarya bu gerçekliği önyargısız anlamalıdır, çünkü proletarya bunu yapabilecek ilk sınıftır.

Geçmişin devrimci sınıfları devam eden toplumsal düzen ile ilişikte ilerici olan ancak herşeye rağmen sömürünün yeni bir biçimi üzerinde temellenen toplumsal bir düzen için mücadele ettiler. Bu sınıflar tarafından onların mücadeleleri yoluyla kazanılan bilinç sadece bulandırılmış bir bilinç olabildi çünkü sömürüyü gizlemek ya da haklı çıkarmak zorundaydı. Proleter mücadele yeni bir sömürü biçimine önderlik etmeyecek, toplumun bütün sömürü biçimlerinden özgürleşmesini sağlayacaktır. Bu açıdan, proleter sınıf bilinci gerçekten bilimsel bir yöntem yoluyla toplumsal gerçekliği anlayabilecek bir ilk olacaktır.

Kesin olarak, sınıf bilincinin gelişimi asla tamamlanmış bir süreç değidir; ilk işçi mücadelelerinin 'kendiliğinden' bir sonucu hiç değildir. Aksine, somut şartların basıncı altında derece derece ve sınıfın tarihsel deneyimi, gelişimi ve zenginleşmesinin süregelişi olarak gelişir. Bununla birlikte:

- Sınıf bilincinin gelişiminin asla ‘mükemmelik’ aşamasına eremeyeceği doğruysa, bu devrimin devrimci sınıf bilinci olmadan da gerçekleşebileceği anlamına gelmez. Ne kendiliğindencilik, ne de volantrizm devrimin dayanağı olabilir.

- İktidarın proletarya tarafından fethi, ‘tarihsel görevinin’ tamamen bilincinde bir sınıf gerektirir. Gerekli bilinç derecesini rakamlara dökmek imkansızdır. Bunun yanında, devrim ve komünizmin ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Dahası, sınıf bilincinin gelişimi sadece kolektif bir süreç olabilir. Bu gelişim sınıfın nesnel koşulları ve öznel kabiliyetinden doğacak farklı etkenlerin bir birleşimidir. Bir sonraki kısımda bu sorunu ele alacağız.

Tags: 

Rubric: 

Enternasyonal Komünist Akım

Kürdistan: Derinleşen Emperyalist Savaşın Arkaplanı

Her ne kadar emperyalist TC hükümeti bugün Kürdistan'da yaşanmakta olanları özenle kitlelerden saklamaya çalışsa da, yazın başından beri bu coğrafyadan yükselen kan kokusu burjuva medya kuruluşlarının içerisine dahi sızabilmeyi başarmış durumda. Hükümetin önde gelen sözcülerinin bütün gazetelerin manşetten verdiği zafer naralarının satır aralarında bile, TC devletinin batmış olduğu çukurun vahametini görmek mümkün. Şemdinli'de başlayan 'yeni' savaşta ölen kişi sayısının saklanması belki devletin kudurmuş faşistlerinin sokaklara dökülüp Kürt, Alevi, Ermeni ve benzerlerini avlamaya çabalarını bir nebze ketliyor, fakat evlatları nedenini dahi bilmeden emperyalist bir savaşın ortasında kalmış işçi ailelerinin yüreklerini ferahlatmıyor. Diğer tarafta, koşulların acımasızlığının pek çok işçi evladının dağlara çıkmasına yol açtığı Kürdistan'da ise proleter nüfus şehirlerde ve kasabalarda, yalnızca ellerinde silah olan evlatlarının değil, kendilerinin, eşlerinin ve koyunlarındaki yavrularının da hayatları için korkarak yatıp uyanıyorlar. Suriye'de iç savaş, bütün vahşetiyle sürüyor, Irak'ta merkezi yönetim ile Özerk Kürdistan savaşın eşiğine gelmişler. Emperyalist savaşın karanlık ve kirli bulutları bütün bölgenin üzerine çökmüş, doğru ile yanlışı, hakikat ile yalanı birbirine buluyorlar.

Sisin ardını görmek kolay değil. Türk burjuvazisinin basınına bakılacak olunursa, özel olarak hiçbir şey olmuyor aslında, ama olduğunda da hep TSK kazanıyor. Özellikle son dönemde Türkiye Kürdistanı'nda gerçekleşenlere dair, bizzat başbakan Edoğan'ın ne basılacağına yönelik devletin katı talimatları dışına çıkılmaması yönündeki ısrarı, TC basınını bir hayli komik duruma sokan bir körlüğün içine hapsetmiş durumda. Öte yandan, PKK'nin ve ona yakın kaynakların verdiği haberlerin tümünü güvenilir olarak nitelendirmek de zor. TC'nin yaptığı üzere Türkiye Kürdistanı'nda savaşın tarihinde görülmemiş derecede derinleştiğini gizlemek gibi ibret verici bir çaba içine haliyle girmemiş olsalar da, PKK'nin ve ona yakın kaynakların da en azından verilen kayıp sayısını azaltma ve zafer edebiyatı gibi, savaş döneminin klasik propagandalarını yapmaktan geri durmadıklarını saptamak zor değil.

Son dönemde savaşın en ciddi yaşandığı Şemdinli'nin Belediye Başkanı Sedat Töre durumu şöyle anlatıyor: "Hakkâri Valisi ‘Haberim yok’ diyor, kaymakam telefonlara çıkmıyor, savcı saat 15.30’da adliyeyi terk etmiş, bulunmuyor. Polis memurları var ortalıkla. Panzerler yolumuzu kesmiş... Her gece ilçe merkezinden yüzlerce top mermisi atılıyor... Karşılıklı yüzlerce ölü haberi geliyor. Kimse gerçeği bilmiyor. Kamuoyunun haber alma hakkı sansür ediliyor. ‘Bu çatışma nedir? Kaç gündür başladı? Ne kadar bir alanda?’ sorularına cevap yok. Köyünü boşaltan insanlara bir vurgu yok. Tekrar normal yaşama dönüşle ilgili hiçbir şey yok"1. Töre durumu genel hatlarıyla şu şekilde ifadelendiriyor: "Çatışma bölgesi 500 kilometrekareye yakın bir alan diyebiliriz. Bu alanda 11-12 köy var. Şu anda köylerdeki 50-60 hanede oturanlar Şemdinli ilçe merkezindeki bulunan akrabalarına yerleşmiş durumda. Diğer kısmı da çatışma bölgesine daha uzak köylere yerleşmiş. Genel itibariyle ilçe merkezine giriş-çıkışta bir problem yok. Fakat ilçe merkezinin 1 kilometre güneyindeki çatışma alanına giriş- çıkış tamamen yasak... Şemdinli halkı birçok çatışmaya tanıklık etmiştir. Fakat bu son çatışma özellikle halkı kaygılandırıyor... Şemdinli böyle bir çatışma görmedi diyebiliriz. Bu anlamda askeri literatürde bu nedir, ne değildir bilmiyoruz. Fakat karşılıklı mevzi alma suretiyle çatışmalar yapılıyor. Böylesi bir savaş durumuna benzer bir durum var. Bu anlamda ilk kez gördüğümüz bir çatışma türü ve hala da devam ediyor"2.

PKK'nin silahlı kanadı HPG3, 23 Temmuz'dan itibaren 200 TSK askerinin öldüğünü söylüyor. Buna karşın, TSK 114 PKK'li gerillayı öldürdüğü iddiasında. PKK tarafından, kendi kayıplarına dair net rakamlar gelmemiş olsa da, günlük çatışmalar nezdinde gelen rakamların TSK'nın iddiasına kıyasla bir hayli düşük. TSK'nın ise sekiz gibi inandırıcılıktan uzak bir kayıp verdiği iddiasının arkasında, sözleşmeli erlerin ölümünü yasal olarak kamuoyuna açıklamama yetkisine sahip olması görülebilir. HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan'a göre, "Türkiye kendisini NATO'nun ikinci güçlü ordusu kabul ediyor. Dolayısıyla çatışmadaki gerçek kayıplarını yayınlamak istemiyor... ve Türk kamuoyunu yanıltmak için HPG'nin kayıplarını ikiye, üçe katlayarak veriyor"4. Bahtiyar Doğan'ın şüphesiz doğru olan bu sözleri, en azından öldürülen gerilla sayısı açısından kendi örgütü için de fazlasıyla geçerli. Haziran ayındaki çatışmalarda PKK, Türk tarafından 100'ün üzerinde asker öldürdüğünü ifade ederken yalnızca 15 gerilla kayıp verdiğini açıklamıştı. TSK'nın verileri ise 40'ın üzerinde gerilla öldürülürken yalnızca 19 askerin hayatını kaybettiğini iddia etmişti5.

23 Temmuz'da patlak veren Şemdinli olayları, HGP'lilerin karayolunda kimlik kontrolü yapmalarına askeriyenin müdahale etmesiyle başlamıştı. PKK'nin iddialarına göre, TSK güçleri püskürtülmüşlerdi ve karadan bölgeye giremiyorlardı, bu yüzden de bölgeyi bombalıyorlardı. Türk burjuvazisi ise, çatışmaların başından beri takındığı uzun suskunluğunu ancak 11 Ağustos'ta, Hakkari Valiliği ağzıyla yapılan bir açıklamayla bozarak çatışmaların bittiğini ve düzenlenen operasyonların sona erdirildiğini iddia etti. Buna karşılık, BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt “Gerillalar hala bölgede. Devlet mevcut durumu kabullenmiş oldu. Olmayan operasyon sonlandırılmış oldu. Sanki operasyon yapıldı da geri dönüyorlar gibi yansıtılıyor. Öyle bir durum zaten yoktu” dedi6. Aynı tarihte Bahtiyar Doğan ise şu açıklamayı yapacaktı: "Şemzinan (Şemdinli) şu anda gerillalarımızın kontrolü altındadır. Bölgedeki Türk ordu üslerinin çoğu kuşatma altındadır ya da Türk ordusunun kontrolünden çıkmıştır. Türk helikopter ve jetleri havadan saldırmaya yeltenmişlerdir ama HPG'nin saldırılarından dolayı bölgeden çekilmişlerdir"7. Sonrasında, PKK'nin ilk büyük silahlı eylemlerinin gerçekleştiği 15 Ağustos atılımının yıldönümü nedeniyle yapılan açıklamada, HPG durumun bu minvalde kaldığını ifade edecekti: "Mevcut bu alanlarda gerilla güçlerimizin hakimiyeti devam etmektedir. AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan var olan bu realiteyi ters-yüz etmekte alanda kendi operasyonları olmuş ve gerillayı imha ederek bitirdiği biçimde aslı olmayan yalanlarla kamuoyunu aldatma çabası içerisindedir. Oysa ki gerçeklik tam tersidir. Şemzinan’da Türk ordusu ve AKP hükümeti gerilla güçlerimiz karşısında yenilmiştir. Bu alanlar üzerinde devam eden gerilla güçlerimizin hakimiyeti gerilla mücadelemizde önemli bir başarı düzeyidir"8.

İki tarafın iddialarını da tamamen hakikat olarak kabul etmek mümkün olmasa da, görece bağımsız kaynaklar ve mevcut gelişmelerin, olaylara dair Türk basınının anlatımının PKK'ye yakın kaynakların iddialarına nazaran fazlasıyla uçuk olduğunu gözler önüne serdiğini söyleyebiliriz. Ağustos başlarında Şemdinli'lilerin duruma dair anlattıklarının aktarımları bunları bize fazlasıyla gösteriyor. Köyüne giderken yol üzerinde PKK'lilerle karşılaşan bir Şemdinli'li şöyle anlatıyor: "Bana dediler ki, biz bin tane de kayıp versek buradan çıkmayacağız. Ayrıca yakın zamanda buradakine benzer şeyler Çukurca ve Yüksekovan – Oramar (Dağlıca) mıntıkasında da olacak dediler." Bir başkası ise şöyle diyor: “Askeriye burada ancak kendini muhafaza edebiliyor. PKK isterse her an ilçeye girebilir. Zaten çok yakınımızdalar. Hemen karşıki Goman Dağı’ında konuşlanmış durumdalar9 An itibariyle gerek PKK'lilerin karayollarında yaptıkları kimlik kontrolleri, gerekse TSK hedeflerine karşı saldırıları ve Şemdinli'de olduğu boyutlarda olmasa da çatışmalar, Türkiye Kürdistanı'nın pek çok yerine yayılmış durumda. HPG'lilerin Dersim'de karayolunda kimlik kontrolü yaparken CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ü 'gözaltına' almaları dahi başlı başına dengelerin nerede durduğunu gözler önüne seriyor.

Ucundan da olsa, derinleşen savaşın kaldırdığı toz dumanın ardındaki gerçek duruma bakınca PKK'nin tarihinin en büyük askeri harekatına girmiş olduğunu görüyoruz. Şüphesiz, kayıpları iddia ettiklerinin üstünde. Öte yandan, askeri karakol ele geçirmekten bölgeye orduyu sokmamaya, pek çok şehirde çatışmalara girmekten yaygın yol kontrolleri yapmaya ve milletvekili ele geçirmeye, askeri açıdan süreci TSK'ya nazaran çok daha etkin bir biçimde yürüttüklerini ortaya koyuyor. Dahası, son gelişmelerin yalnız bir başlangıç olduğunu, harekatlarının çapını büyüteceklerini söylüyor. Bütün bunların akıllara belki de ilk olarak eğer böyle bir güçleri vardıysa, neden bunca zaman böyle bir işe girişmediler sorusunu getiriyor. Bu soruya yanıt vermek için, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmeleri incelemek durumundayız.

An itibariyle, her ne kadar PKK'yle örgütsel bağı olmadığını iddia etse de, örgüte yakın olduğunu, aynı ideolojiyi paylaştığını, tabiri caizse gönül bağı olduğunu kendisi de kabul eden PYD10 Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelmiş durumda. PKK için durumu değiştiren temel dinamik de budur. Bu noktada, PYD'nin – dolayısıyla esasında PKK'nin – Suriye Kürdistanı'ndaki iktidar serüveninin üzerinden geçmek yerinde olacaktır. 2003 yılında, Kürtler üzerinde ulusal baskının Türkiye'dekine yakın bir şiddette yaşandığı Suriye Kürdistanı'nda kurulan PYD, 2004'te Beşar Esad rejiminin 100 civarı kişiyi katlettiği Kamişlo ayaklanmasında önemli rol oynamıştı. 2010'a kadar yüzlerce üyesi Esad rejimi tarafından hapse atılan PYD'nin yeni başkanı Salih Müslim dahil önde gelen yöneticileri, en nihayetinde Irak Kürdistanı'na kaçarak buradaki PKK kamplarına sığınmışlardı. Bu yıllar içerisinde, Suriye ve TC devletlerinin PKK'ye karşı askeri işbirliğinde de ciddi bir artış olmuş gibi gözükmekteydi. Fakat 15 Mart 2011 itibariyle, Mısır ve Tunus usulü olmasa da Libya usulü bir Arap Baharı'nın11 Suriye topraklarına ulaşmasıyla durum alt üst olacaktı.

Uluslararası kamuoyunda, Libya'daki benzeri bir hareketin, Esad'ın da sonu olacağı yönünde bir beklenti vardı. Öte yandan bol miktarda kan dökmekten rahatsızlık duymadığını tarihinde defalarca göstermiş olan, genel olarak arasını tüm komşularıyla iyi tutmuş ve Rusya ile Çin'in yakın desteğine sahip Esat rejimi, sonunun diğer Arap ülkelerindeki benzerleri gibi olmayacağını kısa bir süre içerisinde gösterdi. Öte yandan, Esad rejiminin ayağına batan en sinir bozucu diken, son dönemde ilişkilerin özellikle iyileşmiş olduğu, "ortak tarih, ortak din ve ortak kader" sahibi TC devleti olacaktı. Arap dünyasındaki hareketler ilk patlak verdiğinde, bu hareketlerin belli bir sınıfsal niteliği olduğu için başlangıçta tutum belirlemekte zorlanan emperyalist Türk hükümeti, özellikle Libya'da başından beri hakim sınıfın farklı kesimlerinin yönettiği taraflar arası bir savaş olan olayların patlak vermesiyle, ayrıca Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ideolojik olarak AKP'ye yakın Müslüman Kardeşler hareketinin yeni bir burjuva demokratik modelin en güçlü alternatifi olarak güçlenmeye başlamasıyla, bu ülkelerdeki muhalif Sünni hareketleri desteklemeye başlayacaktı. Devlet yönetiminin nüfusun yüzde onunu oluşturan Nusayiri kesimin elinde olduğu Suriye'de de böylesi bir çatışma ortaya çıkınca, Türk burjuvazisi anında Esad'a sırt çevirerek Suriye'de emperyalist emellerini ilerletmeye gidecekti. Suriye burjuva muhalefetinin ortak örgütü olan Suriye Ulusal Konseyi'nin ilk toplantısı İstanbul'da gerçekleşecek, üyelerinin çoğunu paralı askerler ve mevcut durumda Esad'ın karşısında olmanın çıkarlarına ve hırslarına ulaşmaları için daha iyi olacağını düşünen subayların oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu, Türkiye'de eğitilecek, Türk hükümeti tarafından silahlandırılarak Suriye'ye TC sınırlarından sokulacaktı.

Fakat bu tek kişilik bir oyun değildi. Esad rejimi, her ne kadar uluslararası kamuoyunun ve TC devletinin tahmin ettiği kadar kolay düşmeyecektiyse de, mevcut hareketin tarihinde karşısına çıkan en büyük tehlike olduğunu fark etmesi zor olmayacaktı. Tabanı nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni kesime dayanan bir burjuva muhalefetle karşı karşıya olması, Esad'ı mümkün olduğunca az cephede savaşmak istemeye itecekti. Nüfusu Suriye nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Kürtlerin Esad rejimini karşı faal bir şekilde savaşıp savaşmayacağı, Esad'ın kaderini belirleyebilirdi. Suriye'de muhalefet patlak verdiği zaman, yalnızca Türkiye değil, genel olarak başını ABD'nin çektiği Batı dünyası da, Arap dünyasındaki rejimlere karşı burjuva muhalefetlerinden yana tutumunu belirlemişti – ki bu dünya, haliyle Irak Kürdistanı'nın egemenlerini de kapsamaktaydı. İstanbul'da kurulan Suriye Ulusal Konseyi'ne yalnızca Mişel Temo'nun başını çektiği Kürt Gelecek Hareketi Partisi katılmış olsa da, 26 Ekim'de, Hewler'de Barzani yönetiminde ve başını Suriye Kürdistan Demokrat Partisi'nin çektiği Kürt Ulusal Konseyi üyesi partiler, Türkiye'nin etkisine karşı çıksalar da, genel olarak Esad karşıtı Sünni muhalefetle yakın ilişkiler kurmaktan da geri kalmayacaklardı. Esad'ın, Amerika'yla yakın ilişkisinden dolayı Barzani'nin, Libya'da ve genel olarak Arap dünyasında peşinden koştuğu çıkarlardan dolayı ise Türkiye'nin tutumunu ön görmesi zor olmayacaktı. Esad'ın avantajı, Suriye Kürdistanı'ndaki en güçlü Kürt milliyetçisi partinin Barzani yanlıları değil, PYD olmasıydı.

Rejim karşıtı eylemlerden kısa bir süre sonra, başta Salih Müslim olmak üzere PYD yöneticileri Suriye Kürdistanı'na döndüler, ve gelir gelmez Kamişlo başta olmak üzere pek çok Kürt şehrinde, rejim güçlerinin herhangi bir müdahalesi olmadan eylemler düzenlemeye başladılar. Yıllarca Kürtlerin kültürel olarak kendilerini ifade etme yönündeki en ufak bir talebini dahi karşılamayan Esad rejimi, PYD'lilerin Kürt kültür merkezleri ve dil okulları açmalarına engel olmadı12. Buna karşılık, Suriye Kürdistanı, ülkenin geri kalanını kana bulayan ve hala devam etmekte olan iç savaşın dışında kaldı. Tabii ki bunu sağlamak için PYD'nin başka önlemler alması da gerekti: bunlar arasında Sunni muhalefetle birlikte çalışmayı açıkça destekleyenleri sindirmek de vardı. Suriye Ulusal Konseyi üyesi ve Kürt Gelecek Hareketi Partisi başkanı Mişel Temo, PYD tarafından tehdit edildiğini ima ettikten kısa bir süre sonra öldürüldü. Her ne kadar PYD bu cinayet için TC devletini suçlamışsa da, ve TC devletinin kendi müttefiki olan bir hareketin şefine, eğer ölürse belki hareket güçlenir gibi bir umutla suikast düzenlemiş olması ihtimali mevcut olsa da, çok daha bariz olan ihtimal bu suikasti PKK'nin düzenlediğidir ve bu açıklama inandırıcı değildir. PYD bütün süreç boyunca, muhalefet'in bir parçası olduğunu, Esad rejimini savunmadığını, Esad rejimiyle bir ilişkisi olmadığını iddia edecekti. Bu sözleri, misal PKK'nin önde gelen isimlerinden Murat Karayılan'ın "Şimdi Türk devleti, Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin ve bir kısım Avrupa devletinin, teşviki temelinde Suriye’ye müdahale için hazırlanmaktadır. Bir tampon bölgesi oluşturmak üzere Suriye’ye müdahale hazırlıkları söz konusudur... Açıkça belirteyim; eğer Türk devleti Batı Kürdistan’daki halkımıza bir müdahale yaparsa tüm Kürdistan bir savaş alanına dönecektir"13 sözlerini göz önünde belirterek değerlendirmek gerekli. Mevcut duruma bakınca bu iddialara inanmak saflık olacaksa da, PYD Esat rejimi ile arasına koyduğu bu siyasi mesafeyle, dürüst bir biçimde değilse de akıllıca bir biçimde Suriye Kürdistanı'ndaki itibarını korumuştur.

Her halükarda, özellikle Rusya ve Çin'in, kısmen de olsa Esad'dan desteğini çekmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler olayı farklı bir boyuta taşıdı. Yeni gelişmeler, Türkiye sınırına PYD bayrağı açılmasıyla Türkiye'ye yansıyacaktı, ayrıca yazın başlamasıyla Türkiye Kürdistanı'ndaki çatışmalar da şiddetlenmişti. Haziran ayında, PYD'nin kontrolündeki Batı Kürdistan Halk Kongresi ile Kürt Ulusal Konseyi, Hewler'de (Erbil), Barzani'nin insiyatifiyle 7 maddelik bir anlaşma imzalamışlardı fakat sonraki günlerde iki taraf da anlaşmaya uymayacaktı. Anlaşma maddeleri arasında tarafların silahsız olması ve herhangi bir parti bayrağı değil, yalnızca Kürt bayrağının açılması vardı ki Suriye Kürdistanı'ndaki tek silahlı güç olan PYD'nin silah bırakma niyeti noktu, ayrıca PYD'liler parti bayrağı açmaya devam ediyorlardı. Buna karşın Kürt Ulusal Konseyi üyesi partilerden bazıları, Suriye Kürdistanı'nda PYD'nin etkisini kırmak için Özgür Suriye Ordusu ile hatta Türk istihbaratıyla temaslar kurmayı sürdürüyorlardı. Temmuz ayının başlarında, PYD üyeleriyle Suriye Ulusal Konseyi'ni destekleyen Kürtler arasında silahlı çatışmalar dahi gerçekleşecekti. 1994 ile 1997 yılları arasında Irak Kürdistanı'nda gerçekleşen ve binlerce kişinin hayatına malolan Kürt İç Savaşı'nın bir ikincisinin Suriye Kürdistanı'nda gerçekleşebileceğine yönelik korkular ifade edilmeye başlamışken, Esad rejimi askeri bölgeden çekilmeye başladı. Rusya ve Çin'in kısmen de olsa Esad'dan desteklerini çekmeleri, Sünni muhalefeti Esad'a karşı harekete geçmeye itmişti, buna karşı Esad da bütün askeri gücünü birarada toplamak istiyordu. 11 Temmuz'da, Arfin kentinin kontrolü PYD'nin eline geçti. Hemen ertesi gün, 12 Temmuz'da yine Barzani'nin çabaları sonucu Hewler anlaşması, yine Hewler'de, Suriye Kürdistanı'nın geleceğine dair somut maddeleri temel alarak ve Kürt Ulusal Konseyi'nin bütün üyelerinin katılımıyla yenilenecekti. Yeni anlaşmaya göre, Suriye Kürdistanı'nın denetimini sağlamak için, Batı Kürdistan Halk Kongresi ve Kürt Ulusal Konseyi üç alt komitenin oluşturacağı bir Kürt Yüksek Komitesi kuralacak, bu alt komitelerden biri yeni Yüksek Komite'nin silahlı organı Halk Savunma Birlikleri'ni yönetecek güvenlik komitesi, ikincisi gerek Suriye'de, gerek uluslararası alanda Suriye Kürdistanı'nı temsil edecek dış işleri komitesi ve bir kamu hizmetleri komitesi olacaktı14. İlerleyen günlerde, Esad'ın ordusu Suriye Kürdistanı'nın tamamından çekilerek, bölgeyi, başkenti sayılan Kamişlo dahil tamamen fiili olarak PYD kontrolüne bırakacaktı.

Çok geçmeden, Suriye'deki bu gelişmeler Türkiye'de duyulmaya başladı. Başlangıçta kamuoyundaki şaşkınlık, TC hükümetinin ne kadar paniklediğinin bir göstergesiydi. Temmuz ayının ikinci yarısında, Irak Kürdistanı'nda peşmerge kışlalarında eğitilmiş binlerce Suriye'li Kürt Suriye Kürdistanı'na giriş yapmaya başladı. Öyle görünüyor ki bu askerlerin büyük çoğunluğunu PYD taraftarları oluşturmaktaydı, fakat durum Türkiye'de böylesi bir netlikte görünmekten çok uzaktı. Türk burjuvazisinin pek çok yayın organında yayınlanan bir haberde şöyle yazılacaktı: "Erbil'de bir süre önce 'Kürtlerin birliği' adı altında Irak ve Suriye'deki Kürt liderlerin katıldığı toplantıda alınan karar gereği, PKK ve PYD güçlerine karşı koruma sağlamak amacıyla Peşmergeler'in sınırı aştığı bildirildi... [Yapılan] açıklamada şu bilgilere yer verildi: "Başkan Barzani'nin 'hiçbir güç tanınmadan ve engel olmalarına izin verilmeden Batı Kürdistan'a girilerek halkın güvenliği sağlanacak ve Kürtlerin ulusal hakları noktasında gerekenler yapılacak' talimatından sonra bugün Pêşmerge güçleri güle oynaya Batı Kürdistan'a girdiler." PKK ve PYD'nin önlemeye çalıştığı Peşmerge güçlerin hiçbir engel tanımadan Suriye'ye girdiği açıklandı."15 Görünen o ki, Türk burjuva basınının, PYD'nin, Batı Kürdistan Halk Kongresi adlı kitle örgütlenmesi aracılığıyla Hewler'de yapılan iki toplantıya da katıldığından haberi yoktu! Bununla birlikte, belirtmemiz gerek ki bir ihtimal bu uçuk haberin tek sorumlusu, Türk burjuva basınının görmesi istenileni görmeye koşullanmış hayal gücü olmayabilir. Barzani'nin Türk basınına, hatta bizzat TC hükümetine olayları, kritik aşama aşılana kadar bu şekilde yansıtmış olması ihtimalini gözden kaçırmamak gerekli.

Her halükarda, gerçek durum, Suriye Kürdistanı'nda Barzani'nin desteklediği Kürt Ulusal Konseyi ile PKK'nin desteklediği PYD'nin uzun erimli bir ittifak kurmuş olduğu, kısa sürede ortaya çıkacaktı. Başbakan Erdoğan, yukarıdaki haberin yayınlanmasından birkaç gün sonra, Suriye Kürdistanı'ndaki egemen oluşumu PKK ve PYD'nin yapılanması olarak tanımlayacak, ve Türkiye olarak buna "eyvallah demeyiz, gerekirse müdahale ederiz" diyecekti. Çok kısa bir süre içerisinde Hatay sınırına askeri sevkiyat başlayacaktı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, apar topar Irak Kürdistanı'na gönderildi. Barzani'ye Esad sonrası Suriye'de Kürt özerkliğine karşı olmadıklarını söylerken ana hatlarıyla PKK ve PYD'ye güvenmemesini, Kandil'de PKK'ye karşı daha sert tutumlar almalarını ve yalnız Kürt Ulusal Konseyi'ni değil Suriye Ulusal Konseyi'ni de desteklemelerini salık veren Davutoğlu, her ne kadar görüşmeler sonrasında "mesajımızı aldı" dese de, onun vermeye çalıştığı mesajla Barzani yönetiminin aldığı mesajın aynı olduğundan emin değiliz. Görüşmenin ardından durumu değerlendirmek için toplantı yapan Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği üyeleri, yaptıkları açıklamada şöyle diyeceklerdi: "Toplantının odaklandığı konulardan biri Batı Kürdistan'da Kürt bayrakları yerine Öcalan resimleri kullanan PKK'li kardeşlerimizin uzlaşmazlığıydı. Böylesi eylemleri durdurulmalı"16. Sonrasında Davutoğlu Hewler'de Kürt Yüksek Komitesi'nin PYD'li olmayan üyeleri ve Suriye Ulusal Konseyi'yle ortak bir toplantı yaptı. Irak Kürdistanı yetkililerinin de mevcut olduğu toplantıya katılan Kürt Ulusal Konseyi kökenli Kürt Yüksek Komitesi üyeleri, toplantıya Davutoğlu'nun katılacağını bilmediklerinden, yalnızca Suriye Ulusal Konseyi temsilcileriyle buluşacaklarını zannettiklerinden şikayetçi olurken toplantıda Davutoğlu'na "Eğer PYD PKK'nin parçasıysa, TBMM'de milletvekilleri olan BDP de PKK'nin parçasıdır. Sizin için mübah olan bize neden yasak olsun?" diyeceklerdi17.

Onlarca yıldır, irili ufaklı sayısız devletin ajanlarının fink attığı, gün doğmadan kırk anlaşmanın yaptığı bir coğrafyada evsahibi konumunda olan bir burjuvazinin temsilcisinden ağız ve ayak oyunlarında usta olması tamamen doğal. Silahlı diplomasi zanaatinde, yıllardır bu işi yapan Barzani'nin, karşısında daha dünkü çocuk gibi kalan Türk hükümet yetkililerini tereyağından kıl çeker gibi oyalayabilmesi şaşırtıcı değil. Bununla birlikte görünen o ki ortada Davutoğlu'na verilen mesajlar da var. Tabii ki, eğer Davutoğlu, Irak Kürdistanı'ndaki siyasetçilerin örtük ve diplomatik biçimde verdiği mesajları almadıysa, aynı mesajı açık bir biçimde Murat Karayılan da veriyor: "Eğer Türkiye, Batı Kürdistan'a yani Suriye Kürdistanı'na herhangi bir biçimde müdahale ederse, bu artık Kürt halkı için tahammül sınırlarını aşan bir durum olur... [D]evletin kalkıp da sınırı aşarak Batı Kürdistan'daki halka da saldırması halinde sadece Batı Kürdistan'daki Kürt halkının değil, tüm parçalardaki Kürt halkının Türk devletine karşı savaş açmasına neden olur"18.

Burada sorulması gereken soru, Barzani'nin neden böyle bir manevra yaptığıdır. Eğer Barzani'nin, Türkiye'de ya da Suriye'de yaşayan Kürtlerin içinde yaşadıkları koşulları gerçekten umursadığına inananlar varsa, aynı Barzani'nin 1994-1997 arası gerçekleşen Kürt İç Savaşı'nda 1995'e kadar, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne karşı İran'dan destek aldığını, sonrasında Talabani İran'la ittifak yapınca Irak'ın Saddam yönetimiyle işbirliği yaptığını, savaşta Talabani'nin yanında yer alan PKK'ye karşı Türk devleti savaşa girince de, Türk devletinin yanında PKK'ye karşı savaştığını hatırlatalım19. Barzani'nin böylesi bir manevra yapmasının ardında, resmi olarak olmasa da fiili olarak bağımsız bir devlet haline gelmiş olan Irak Kürdistanı'nın dış çıkarları, ve kendi partisinin iç siyasetteki ihtiyaçları vardı. Öncelikle iç siyasete değinelim. Irak Kürdistanı'nda, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin eski ikinci adamı Nevşirvan Mustafa'nın kurduğu Gorran (Değişim) hareketi, Barzani ve Talabani'nin partilerinin iktidarı tekelleştirmelerine, baskıcı politikalarına ve hükümetteki yozlaşmaya muhalefet ederek, bu partilere rakip olabilecek bir güç toplamış durumda20. Bir süredir, Talabani'nin partisiyle arasını görece düzelterek sessizliğe bürünmüş Gorran hareketi, en nihayetinde, Nevşirvan Mustafa'nın Davutoğlu ziyaretinin ardından, Barzani hükümetinin tavrını fazla yumuşak olmakla eleştirdiği bir röportaj vermesiyle suskunluğunu bozdu. Talabani'nin partisinin büyük ölçüde tarafsız kalırken, Nevşirvan Mustafa'nın Gorran hareketi, açıkça Barzani'yle kapışmaya hazırlanır bir görüntü çiziyor21. Bu koşullar altında, Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi'nin, PKK'li veya değil, Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmiş Kürt milliyetçisi bir oluşuma sırt çevirmesi, böylesi bir oluşumu TC karşısında kaderiyle baş başa bırakması, Irak Kürdistanı'nda ciddi bir güç kaybı yaşaması hatta büyük ölçüde siyaset sahnesinden silinmesi riskini taşıyor. Bu minvalde, Barzani, iç siyasette Suriye Kürdistanı'na ağabeylik etmenin kaymağını yiyeceğini umuyor.

Söylediğimiz üzere, olayın bir de dış siyaset boyutu var. Her ne kadar Barzani'nin güdümündeki Kürt Ulusal Konseyi onu aşkın partiden oluşsa da, bu partilerin hiçbirinin Suriye Kürdistanı'nda ciddi bir gücü yok. Buna karşın ABD'li bir analiste göre, Suriye nüfusunun belki yüzde doksanı, Barzani'den ziyade PYD'ye sadık22. Buna, bölgedeki tek silahlı gücün de PYD olduğunu ekleyelim. Barzani, PYD ile böylesi bir anlaşma yapılmasını sağlayarak, Suriye Kürdistanı'ndaki gücünü ciddi bir biçimde ileri taşımış oldu, zira himayesindeki Kürt Ulusal Konseyi'nin, PYD tarafından inşa edilecek oluşumun bir parçası olmasını sağladı. Bu da, Barzani'nin etki alanını Suriye Kürdistanı'nda çok ciddi bir biçimde genişletti. Barzani'nin başka türlü, hem kitlesel destek hem de silahlı güç açısından PYD'nin bu denli etkin olduğu bir bölgede güç kazanması pek olası değildi. Öte yandan bu anlaşmadan tek kazananın Barzani olduğunu düşünmek yanlış olur. Her ne kadar Barzani ve destekçilerinin PKK'den matah bir tarafının bulunmadığı ortada olsa da, nihayetinde PKK hem AB hem de ABD tarafından Türkiye'nin çabaları sonucu terörist bir örgüt ilan edilmiş durumda, Barzani ise Irak Kürdistanı'nda meşru bir hükümetin resmi lideri konumunda. Meşru bir burjuva devletinin başında olmak da, ciddi bir uluslararası çalışma aparatına sahip olmak gibi avantajları beraberinde getiriyor. Bu minvalde, Barzani ile anlaşmak, Suriye Kürdistanı'nda askeri anlamda PYD'nin egemen olmaya devam edeceği oluşuma hem uluslararası kamuoyunda yaygın bir meşruiyet hem de dünyanın pek çok yerinde bu oluşumu savunacak bir diplomatlar ordusu kazandırmış durumda – ki Barzani'nin Irak Kürdistanı'nda silahlı eğitim verip geri gönderdiği binlerce Suriyeli Kürt de cabası.

TC devleti, Suriye'de desteklediği Esad muhalifleri ile mevcut rejim arası çatışmanın böylesi bir sonuç vereceğini belli ki öngörememişti. Öte yandan PKK için, Suriye Kürdistan'ında iktidara geldikten sonra Türkiye'nin tepkisini öngörmek zor olmadı. Özellikle PYD Suriye Kürdistanı'nda iktidarını sağlamlaştırmadan TC'nin yapacağı olası bir askeri müdahale, bölgedeki durumu tamamen tersine çevirme durumu taşıyordu. Oysa Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmek, bir burjuva hareketi olarak PKK'nin tarihinde elde ettiği en büyük başarıydı. Şu anda zemin hala kaygan, fakat eğer PYD Suriye Kürdistanı'nda, Suriye'nin kaderi belli olduktan sonra oluşacak yeni düzende iktidarı elinde tutmayı başabilmesi – ki bölgede sahip olduğu destek ve gün geçtikçe artan askeri gücü bunu başarabileceğini gösteriyor – PKK için çok büyük gelişmeler vaad ediyor. PYD'nin Suriye Kürdistanı'ndaki iktidarı, eğer uzun vadede korunabilirse, PKK'nin fiili olarak tankları, topları, savaş uçakları ve resmi bir düzenli ordusu olacağı anlamına geliyor. Bu da, Türk devletini ne kadar korkutuyorsa, PKK'yi de o kadar heyecanlandıran bir ihtimal. Bu nedenle, PKK TC'nin bu ihtimale karşı yapabileceklerine dair önlemler almak, öncelikle de TC'nin Suriye Kürdistanı'nı işgal etme kartını elinden almak durumundaydı. İşte PKK neden bugün Türkiye Kürdistanı'nda böylesi bir harekata girişti sorusunun cevabı tam da bu noktada yatmaktadır. Zira kendi sınırları içerisinde kontrol edemediği ciddi bölgeler olan, sürekli çatışmalar ve hatta mevzi savaşları yaşanan ve daha komşu ülkenin sınırları geçilmeden yüzlerce kişinin öldüğü bir devlet için, tam da bu olayların en yoğun yaşandığı sınırdan başka bir devletin topraklarını işgale girişmek mümkün olamazdı. PKK, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmelerden sonra, TC'nin buraya savaş açacağını öngörerek erken davrandı, ve savaşı TC sınırları içine getirdi böylelikle de Suriye Kürdistanı'na askeri tehditi ortadan kaldırdı. Bu minvalde, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın yaptığı "PKK devlete operasyon yaptı" açıklaması doğrudur. PKK, Suriye Kürdistanı için bu süreci olabildiğince uzatmak durumunda, ki HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan da niyetlerinin bu olduğunu açıkça söylüyor: "Türk işgali Kürt halkını lağvediyor. Dolayısıyla Şemzinan'ı (Şemdinli) kontrol etmekle başlayan yeni bir politika benimsedik. Savaşı yayacağız"23.

Geçtiğimiz sene şu tahlili yapmıştık: "DP-AP-ANAP'ın sağ liberal Türk burjuva geleneğinin mirasçısı AKP, hem askeri anlamda hem de destekçi sayısı bakımından Kürt burjuvazisinden daha güçlü olan geleneksel rakibi Türk askeri ve bürokratik burjuvazisine diz çöktürmeyi başarmıştı. Bu çabanın sonucu olarak özellikle ordunun itibarı ciddi bir biçimde düşmüş ve askeri burjuvazinin en güçlü siyasi uzantısı olan CHP dahi orduyla arasına mesafe koymak zorunda kalmıştı. Nasıl oldu da askeri ve bürokratik Türk burjuvazisini alt eden oyunlar nihayetinde Kürt burjuvazisine karşı amaca ulaşamadı? Bunun nedeni AKP hükümeti ile askeri ve bürokratik burjuvazinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanların, hükümetle Kürt burjuvazisinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanlardan çok daha fazla olmasıdır. AKP, hükümetteki mutlak egemenliğiyle, sahip olduğu devasa halk desteğiyle, içinde barındırdığı fazlasıyla kaşarlanmış uzman ve siyasetçi kadrosuyla kurduğu oyunlar karşısında uzun vadede Türk burjuvazisinin kendilerine rakip kesimlerinin kalelerinin hiçbirinin dayanmayacağını hesaplamıştı. Tamamen haklıydı. Arka arkaya askeri ve bürokratik burjuvazinin bütün kaleleri düştü. Kürt burjuvazisinin hemen hemen hiçbir kalesi düşmedi; çünkü Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisinin bir parçası değildi; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvaziydi"24. 1999'da Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, 2004'e kadar sürdüreceği tek taraflı bir ateşkes ilan eden, TC sınırları dışına çekilen, 2002'de kendisini feshettiğini dahi söyleyen PKK, bugün Suriye Kürdistanı'nda iktidara alacak noktaya, Kürt burjuvazisinin bir hareketi olarak, çıkarlarının dayandığı gücü izlemekten geçtiğini fark edip bu yönde hareket ederek geçti. 2001'de 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin Afganistan'a girmesi ve genel olarak bölgede çok daha faal olacağını belli etmesinin ardından, PKK'nin iktisadi tabanının bulunduğu bölge genelinde etkinlik kazanması, çok ciddi fırsatlara gebe olabilirdi. Bu doğrultuda, PKK'nin ideolojisi temelinde 2003'te kurulan PYD'nin yanısıra 2002'de Irak Kürdistanı'nda PÇDK25, İran Kürdistanı'nda ise PJAK26 isimli partilerin kuruldu. Türkiye'de belli aralıklarla kapatılıp isim değiştirmek durumunda kalan yasal partiyle birlikte bu dört parti, açıkça ifade edilmeden ama fiili olarak, Kürdistan'ın dört parçasının kesiştiği yerde konumlanmış olan PKK tarafından yönetilecek, partilerin eylemlilikleri ise koşullara göre şekillenecekti. İşte bugün PKK'nin Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelme başarısının arkasında yatan, mevcut duruma dair bölgesel olarak böylesi bir strateji belirlemiş olmasıdır.

Tabii ki, mevcut durum içerisinde, TC, PKK ve Irak Kürdistanı haricinde güçlerin de oyunun içerisinde olduğunu esgeçmemek gereli. ABD burjuvazisinin resmi diplomasisinin temsilcilerinin beyanlarının pek de bir hükmü olmamasına ve ABD'nin böylesi durumlarda genelde duruma göre hareket etme, kazanacak gibi olanı destekleme gibi bir pratiği olsa da, ABD burjuvazisinin uluslararası politikasını belirleyenler arasında bu konuya dair bir ayrım var. Bununla birlikte Obama hükümetiyle ABD'de şimdilik hakim gelmiş görüş, özellikle Arap Baharı sonrasında Orta Doğu'ya model ülke olarak Türkiye'yi gösterme eğilimi taşıyor izlenimi veriyor. Bilindiği üzere, mevcut ABD hükümeti, Türkiye ile birlikte Suriye Ulusal Konseyi ve Özgür Suriye Ordusu'nu açık bir biçimde destekliyor. Bunun haricinde, Türk basınında Kürt milliyetçilerinin sıklıkla hem İsrail hem de İran tarafından desteklendiğine yönelik iddialar çıkıyor. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Türk basınının farklı mensupları, böylesi haberleri sanki TC devleti hiç İran veya İsrail'le işbirliği yapmamış gibi kendi farklı burjuva ideolojilerine göre çarpıtıp, bol miktarda şövenizme bulayarak kaleme alıyorlar. Öte yandan, İran'ın da, İsrail'in de farklı noktalarda farklı Kürt milliyetçisi oluşumlarla ilişkiler kurup bu oluşumları desteklediği de biliniyor. İran devletinin özellikle Celal Talabani'yle uzun bir işbirliği geçmişi var. İsrail'in ise Kürdistan Demokrat Partisi'yle ilişkileri, Mesud Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani dönemine uzanıyor. PKK'nin de geçmişinde İran'la işbirliği yapmış olduğu, İran sınırları içerisinde kamplar açmasına izin vermiş olduğu biliniyor. Aynı durum PKK ile İsrail ilişkisi için söylenemeyecek olsa da, 1999'da Öcalan'ın yakalanmasına neden olan istihbaratın İsrail'den geldiği iddiaları üzerine dönemin İsrail istihbarat örgütü Mossad başkanı Efraim Halevy, örgütün tarihinde ilk defa bir istihbarat meselesine dair kamuoyuna açıklama yaparak olayla alakaları olmadığını ifade etmiş olması27, İsrail tarafının PKK'yle ilişkilerine yönelik belli bir hassasiyeti olduğunu ortaya koyuyor. Her ne kadar Batı dünyasında PKK'nin resmi olarak terörist ilan edilmiş olması bu konuyla ilgili durumun açıkça ifade edilmesinin önüne geçiyor olsa da, iki devletin de PKK'yi desteklemiş ya da destekliyor olmasının, farklı dönemlerde olmak kaydıyla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Nihayetinde, Rusya ve Çin Esad rejiminin arkasındayken, Esad'ın en yakın müttefiki, genellikle ismi bu ikiliden sonra sarfedilen İran devletiydi. İsrail ise, hem TC devletinin Orta Doğu'da prim yapmak için kendisine sataşıp durmasından hem de ABD'nin Orta Doğu'nun yeni modeli olarak Türkiye'yi öne sürmesinden rahatsız – ki ABD burjuvazisi içerisinde bu konuda İsrail'in görüşlerini paylaşan bir kesim de var. Dahası İsrail bugün Barzani'yle açık bir biçimde iyi ilişkilere sahip ve Barzani'nin Suriye Kürdistanı'na yönelik hamlelerini yapmadan önce İsrail'e danıştığını varsaymak, bir komplo teorisi olmayacaktır.

Her halükarda PKK'nin Suriye Kürdistanı'ndaki başarıya ulaşmış ve Türkiye Kürdistanı'nda askeri gücünü ortaya koymuş olması savaşı kazandığı anlamına gelmemektedir. Türk burjuva devleti, silahlı diplomasi gibi ince işlerde, Kürt burjuvazisinin temsilcileri kadar maharetli olmayabilirler, öte yandan provokasyon yapmayı, kara propagandayı, etnik kıyım yapmayı, kan dökmeyi, işgal etmeyi, para asker ve kiralık katil tutmayı iyi bilirler. Daha şimdiden, İstanbul'un Ayazağı mahallesinde ve Muğla'nın Dalyan beldesinde Kürt işçilere yönelik linç girişimleri gerçekleşti. Ayazağı'ndaki şövenist kalabalığın saldırdığı ve aralarında Kürt olmayanların da bulunduğu inşaat işçilerinin sayısı iki bine yakında, ve bu işçiler linç girişimi sonucu İstanbul'dan kaçmak durumunda kaldılar. Dahası, her ne kadar TC emperyalizminin Suriye'deki emelleri elinde patlamış, Suriye Kürdistanı'na girme hevesi de kursağında kalmış olsa da, özellikle eğer Suriye'deki mevcut iç savaş Sünni muhalefet ve Özgür Suriye Ordusu isimli silahlı çetelerin zaferi ile sonuçlanırsa, Türkiye'nin Suriye Kürdistanı'na bu kanaldan müdahale etmesi çok kuvvetli ihtimaldir. Özgür Suriye Ordusu'nun Türkiye'de bulunan lideri Riyad al-Asaad "Suriye'de federal bölgelerin kurulmasına izin vermeyeceğiz... bir karış Suriye toprağı bile vermeyeceğiz" diyerek olası bir duruma dair teşkilatının tutumunu açıkça ortaya koymuş durumda28. Özgür Suriye Ordusu'nun niyetlerini al-Asaad'dan daha açıkça ifade edenler de var. Bir birim komutanı, dahası kendisi de Kürt olan Ubed Musa TC hükümeti kendilerini daha fazla desteklerse PKK'ye karşı savaşacaklarını açıkça ifade ediyor: "Eğer Türkiye'den askeri yardım alabilirsek, yalnızca rejime karşı değil, PKK'ye karşı da savaşabiliriz. Türkiye'nin silahlı desteğiyle Suriye içerisindeki PKK üslerini vurabiliriz, çünkü yerlerini ve kontrol ettikleri bölgeleri hep biliyoruz"29. Dahası, PKK'nin büyük bir kahramanlık destanı, zafer yolculuğu olarak sunduğu bu harekatına dair satır araları, daha karanlık bir yolda, geçmişte PKK'nin gerçekleştirdiği işçi düşmanı uygulamaların bazılarına geri döneceğine işaret ediyor. PKK liderlerinden Duran Kalkan, yaptığı bir açıklamada şu sözleri sarf etti: "Hizmet ettikleri devlet ve hükümet Kürdü terörist sayıyor. Bütün Kürtleri tutukluyor, zindana koyuyor. Artık o devlete orada kimse memurluk yapamaz. O memur da devletin yaptığından sorumludur... Bu devlet bu halka bu kadar zulüm ederken, o zulüm üzerinden maaş alıp kendilerini yaşatamazlar... Kendilerini Kürt halkına affettirmeye çalışsınlar. Ya da kendilerini hızla bu çatışma ortamından uzaklaştırsınlar. Eğer bunu yapmada ısrar ederlerse o zaman sonuçlarına da katlanırlar. Nasıl ki, her Kürdü terörist diye hapse koyuyorlarsa, Kürtler de onları terörist sayar, tutup hapse koyar"30. Görünen o ki PKK'nin en üst düzey yöneticilerinden biri, Kürdistan'daki kamu işçilerine, TC Kürtlere nasıl baskı uyguluyorsa öyle baskı uygulayacağını söylemekte sakınca görmüyor. PKK'nin öğretmen öldürme eylemlerini akıllara getiren bu açıklama, TC devletinin işlediği suçlardan Kürdistan'daki kamu işçilerini sorumlu tutarak, işçi düşmanlığında Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasında bir fark olmadığını gösteriyor.

Kürdistan'ın geleceğinde kurtuluş olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Ufukta kurtuluş yok, ufukta emperyalist savaşın derinleşmesi var. Emperyalist Türk devleti Türkiye Kürdistanı'nda gücünü korusun diye, Güney Kürdistan yönetimi bölgede etkisini genişletsin diye, Irak hükümeti Kürdistan petrolünden payını alsın diye, Esad mı al-Asaad mı Suriye'nin başına geçsin diye, PKK'nin savaş uçakları olsun diye ölecek ve birbirlerini öldürecek olanlar, sokaklarda linç edilecek veya birilerince cezalandırılacak olanlar işçiler. Emperyalist savaştan sorunu çözecek bir zafer çıkacağını düşünenler yanılıyorlar. Kürdistan ve onu paylaşmış ülkelerde derinleşmekte olan savaşlar, eşi benzeri görülmemiş bir barbarlığa gebe. Barıştan ve uzlaşmadan medet umanlar yanılıyorlar. Ulusal sorun, Kürtler üzerindeki ulusal baskı devam ettikçe, bu baskı savaşı doğuracak, ve 20. yüzyılın başından beri gerçekleşen bütün ulusal savaşlar gibi bu savaş da emperyalist bir nitelik taşımaya devam edecek. Bölge burjuvazisi ve Türkiye, İran, Suriye, Irak ve Irak Kürdistanı gibi kendi çaplarında çıkarlarının peşinde koşan emperyalist devlet var oldukça da bu sorun, şu veya bu biçimde mevcudiyetini koruyacak. Bu koşullar altında barış, burjuvazinin barışı, savaşın bir sonraki aşamasının planlandığı bir aralıktan başka bir nitelik taşımayacak. En irisinden en ufağına, bölgedeki burjuva oyuncuların, emperyalist devletlerin ve emperyalizme eklemlenmiş örgütlenmelerin bu sorunu çözebileceğine inananlar yanılıyorlar. Burjuvazinin bütün kesimleri bu sorunu çözemeyeceklerini defalarca gösterdiler.

Yalan söylüyorlar. Ulustan, milletten, vatandan, halktan bahsedenlerin hepsi yalan söylüyor. Bir oyun bu onlar için sadece. Güç için, iktidar için, hırsları için hayatlarımızla oynuyor hepsi bu oyunu. Bizim hayatlarımız bu oyunda önemsiz bir detaydan ibaret onlar için. Hayatlarımızı umursadıklarını idda edenler yalan söylüyor. İşçilerle işverenlerin, emir alanlarla emir verenlerin, ölenlerle öl diyenlerin çıkarlarının ortak olduğunu savunanların hepsi yalan söylüyor. Ulus için, millet için, vatan için, halk için çalışın, itaat edin, canınızı verin diyorlar. Oysa uluslar da, milletler de, vatanlar da, halklar da farklı sınıflardan oluşuyor. Bu savaş burjuvazinin savaşı. Oyun oynuyorlar, ama onların bu oyunu yalnızca Kürdistan'ın değil, yalnızca Kürdistan'ı paylaşmış ülkelerin değil, yalnızca Orta Doğu'nun değil bütün dünyanın, bütün insanlığın geleceğini korkunç bir yıkıma mahkum ediyor. Bu karanlık geleceği engelleyebilecek tek güç ise işçi sınıfının, yani hep en fazla acı çekenlerin, en fazla kan dökenlerin gücü. Tek çözüm, işçilerin, emir alanların, öl denilenlerin işverenlere, emir verenlere, öl diyenlere, yani hakim sınıfa ve bütün emperyalist devletlere karşı birleşmesi. Burjuvazinin milliyetçiliğine karşı proletaryanın tek silahı var: enternasyonalizm. Emperyalist savaşa karşı proletaryanın tek seçeneği var: sınıf savaşı. Çöken ve çürüyen kapitalizm, dünyanın önüne iki seçenek koymuş durumda: ya insanlığın sefalet, kan, ölüm ve barbarlık içinde boğulması, ya da proleter dünya devrimi.

Gerdûn

3Hęzęn Parastina Gel, Halk Savunma Güçleri

10Partiya Yekîtiya Demokrat, Demokratik Birlik Partisi

20Irak Kürdistan'ı Parlamentosu'nda, Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin 29, Kürdistan Demokrat Partisi'nin 28, Gorran Hareketi'nin ise 25 milletvekili bulunuyor. 2009 seçimlerinde Gorran hareketi Irak Kürdistanı genelinde %22, Talabani'nin kalesi kabul edilen Süleymaniye bölgesinde ise %51'in üzerinde oy almıştı.

22https://kurdistantribune.com/2012/turkey-losing-pkk/ Makalenin yazarı Michael Rubin, 2002-2004 yılları arasında ABD Savunma Bakanlığı'nda İran ve Irak bölge yöneticisi olarak görev yaptı. Halen Orta Doğu'da göreve gönderilecek ABD ordu ve donanma görevlilerine bölgeyle ilgili düzenli eğitimler vermekte ve İsrail tarafından kurulan ABD merkezli jeostratejik analiz firması Wikistrat'ta uzman olarak çalışıyor. Yazının geri kalanında Rubin, Erdoğan'ın Hamas'ın terörist olmadığı iddiası ve PKK'yle yürütülen Oslo görüşmelerinin PKK'ye meşruiyet kazandırdığını ve AB ülkeleriyle ABD'nin de PKK'yle görüşmelerinin yolunu açtığını, AB ülkeleri ve ABD'nin bu nedenlerle PKK'yi terörist ilan etme kararlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini savunuyor.

25Partiya Çareseriya Demokratika Kurdistanê – Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi

26Partiya Jiyana Azada Kurdistanê -

 

Tags: 

Rubric: 

Ulusal Sorun

Tartışmaya Katkı: Sendikalar Niye Var?

"Tartışma kültürü, yani karşılıklı saygı ve aktif dinleme üzerine kurulu açık tartışmalar sadece kitle meclislerinde değil onun çevresinde de filizlenmeye başladı: tartışma ve takas edilen fikirler için yapılan sayısız toplantı yapıldı, gezici kütüphaneler örgütlendi... Çok kısıtlı araçlar ile geniş bir entelektüel faaliyet sokak ve meydanlarda doğaçlama bir şekilde gerçekleştirildi. Ve kitle meclisleriyle olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesinin bir geçmiş deneyimini yeniden canlandırdı." - 2011'in Toplumsal Hareketleri Üzerine Değerlendirme [1]

Bir süredir Enternasyonal Komünist Akım'ın Türkiye şubesi olarak sendikalar üzerine düşüncelerimizi, sempatizanlarımız ve tartışma çevreleri içerisinde görüşlerimizi daha iyi ifade edebilmemiz açısından yayınlama gayreti içerisindeyiz. Bunlar aynı zamanda kendi iç tartışmalarımızın da bir tezahürü. Dahası, tanıştığımız kimi çevrelerin de bu yönde tartışma ve netleşmeye gitme amaçlarının da yoldaşça uyarısıyla, konu ile ilgili gelecek tartışmalarımızın yolunu aydınlatacak bir referans metnin devrimci azınlık ve grupların tartışabileceği mecralar yaratabilmesi ve netleşebilmesi için bir ihtiyaç olduğu görüşündeyiz.

Bundan bir süre önce sitemiz üzerinden yayınladığımız, daha öncesinde örgütümüzün İngilizce sitesinde de yayınlanmış olan ve enternasyonalist anarşistler ile varolan ortak noktalarımıza dair vurgumuzun yeraldığı metinde[2], enternasyonalizme ilkesel bağlılık ve seçim sirklerine katılmama ilkesi ile birlikte, şöyle ifade yer alıyordu:

"Bu anarşistler doğrudan eylem ve kitlesel sınıf mücadelesi ile kitle meclisleri ve işçi konseylerindeki öz-örgütlülüğü savunuyorlar."

Bu da işçi sınıfının kendi öz-inisiyatifinin açığa çıkartılmasının araçları olarak açık kitle toplantıları ile onun devrimci dönemlere has toplumsal devrim araçlarının, yani işçi konseylerinin gerekliliğine işaret etmekteydi. Hal böyleyken, günümüzde devletin (resmi ya da değil) bir aparatı konumunda yer tutmuş sendikalara dair tartışmaların hangi rota üzerinde yürütülebileceğine dair düşünmemimiz tekrardan gerektiriyordu.

Bir diğer taraftan da bu tartışmanın boyutu ister istemez, bugüne kadar samimi ve sınıf mücadelesine dair açık ve içten olan unsurların enerjileri ve iyi niyetleri üzerinden kendisine kısıtlı da olsa bir alan açmış olan ve Türkiye sınırları içerisinde “sol”, “Türkiye solu”, “Türkiye devrimci hareketi” ve benzeri adlarla tanımlanagelmiş grup, örgüt ya da partilerin de bakışlarından bağımsızlaşmaya temas ediyor olacaktır. Eleştiri ile aşılamayanın, ötesine geçilemeyenin giderek böylesi siyasi zaaflar yaşayan unsurları ele geçirmeye başlayabildiği günümüzde, tarihsel bir ifadeyle bu burjuva solu eğilimlerin “aşılması” işi ya da üzerinde çalışılması onun “içinden” değil, bizzat dışından gerçekleşebilecek, farklı bir boyut ya da alanın işi olarak, yine işçi sınıfı mücadelesinin çözücü halkayı sahiplendiği fikrini taşıyoruz. Çünkü bizlere göre karşı-devrimci kampın temsilcileri asla proleteryanın kendi mücadelesinin önünü açmasında bir atıf noktası olamazlar; aksine böyle bir yönelimin dogmaları, ideolojik yozlaşmayı ve çürümeyi de beraberinde getirdiğini tekrar tekrar gözlemledik.

Tabii ki; yanlış ve sınıf hareketine zarar veren Türkiye ve dünyadaki burjuva solunun bütün manevralarını, ayak oyunlarını ve adam kafalamaya dair küçük hesaplarını mahkum etmekten kendimizi alıkoymayacağız. Ancak bunun da işçi sınıfının mücadelesinin bir sonucu ve aynı zamanda bir ürünü olduğu fikriyle soruna yaklaşmamız, tartışmak isteyen ve netleşme yönünde samimi gayret içerisinde olan proleter unsurların bu isteklerinin tamamen bir süreç (ve hatta uzun bir süreç) meselesi olduğuna dair taşıdığımız fikrimizi de buraya not düşmemiz gerekiyor. Esas olan mücadelenin gelişimine ne kadar katkı sağlayabilecek oluşumuz.

Tartışmalarımıza ve ileride gerçekleşecek olan yeni gruplaşma ve netleşmelere katkı sunacağını düşündüğümüz, sendikalar konusuna dair referans başlıklarımızı da buradan hareketle ifadelendirmemiz gerekiyor. Bu başlıklar aynı zamanda proleter kamptaki bütün unsurların bugüne kadar “işçilerin evi” olarak görülen sendikalara dair taşıdıkları kuşku ve çekincelerinin de açığa çıkmasına, bunların çevrelerindeki diğer proleter unsurlar ile tartışmalarında ön açıcı olabilmesine yardımcı olacağını düşünüyoruz.

  • Günümüzde emek, emeğin korunumu ve toplumsal barış neyi ifade ediyor?
  • Sendikalar sınıfın tümünün ya da belli bir kesiminin çıkarlarını savunabilir mi?
  • Sendikalar devrimcileştirilebilirler mi? Sendikalar, işçi sınıfına karşı mıdır?
  • Mücadelenin genelleşmesi, kitleselleşmesi ve devrimcileşmesi ne ifade ediyor?
  • Sendikalar dışında, sınıf mücadelesinin yürütülmesi için işçi sınıfının örgütlülüğü nedir?

Bütün bu başlıklar elbette ki çeşitlendirilebilir ve zenginleştirilebilir. Bu da tartışmanın içeriğine ve unsurların netleşme yönündeki gayret ve isteklerini besliyor olacaktır. Tartışmanın da genelleşmesi, sınıf bilincinin onun kendi mücadelesi çerçevesi ile belirlenmiş hatlarındaki gezintide işçi sınıfının enternasyonalist sınıf perspektiflerine yeni ve hayatın yeşilinden beslenen, işçi sınıfının mücadelesini eksen almış tartışma çalışmalarına da ön ayak olacağı fikrindeyiz.

EKA, bugüne kadar sınıfın çıkarlarının yine sınıf kitleleri içerisinde açığa çıkartılması ve mücadelenin bizzat içerisinden gelecek olan yaratıcı ve devrimci güç ile yarının kendisinin yaratılacağı görüşünü savundu ve bu görüşleri netleştirmeye çalışmaya devam edecek. Bunun sürekliliğini ise asla sadece kendi başımıza sağlamadık ve gelecekte de sağlayamayağız. Zira bu süreklilik, ancak sınıfın bütün kesimlerinden, bütün sektörlerinden tartışmaya yönelik devrimci desteğin kendisiyle sağlanabilir. Bizim çabalarımız ise bu dinamiğin yalnızca bir parçasıdır.

"Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA'nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir." - Tartışma Kültürü: Sınıf Mücadelesinin Silahı[3]

Dünya Devrimi - EKA Türkiye Şubesi

1. https://tr.internationalism.org/2011in-toplumsal-hareketleri-uezerine-de...

2. https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201208/403/komuenist-sol-v...

3. https://tr.internationalism.org/eka/201208/406/tartisma-kueltuerue-sinif...

 

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

İspanya'da Kemer Sıkma Politikaları

Bu bildiri, İspanya şubemiz tarafından, bu ülkede işçi sınıfının yaşam koşullarına karşı acımasız saldırıları lanetlemek için kaleme alındı. Bildiri aynı zamanda bir yandan mücadeleyi ileri taşımak için öneriler yaparken durumu da tahlil ediyor.

 

Bugüne kadar yaşama koşullarımıza yapılan en kötü saldırılar: Ne kadar ileri gidebilirler? Nasıl karşı koyabiliriz?

1984'de, PSOE (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi - Partido Socialista Obrero Español) hükümeti ilk Emek Reformu'nu getirdi. Üç ay önce, mevcut sağcı PP (Halk Partisi - Partido Popular) hükümeti, bugüne kadarki en ciddi Emek Reformları'nı getirdi. 1985'te, PSOE hükümeti ilk Emeklilik Reformu'nu getirdi; 2011'de, farklı bir PSOE hükümeti bir yenisini getirdi. Bir sonraki ne zaman gelecek? 30 yıldır işçilerin yaşama koşulları kademe kademe kötüleşti fakat 2010'dan beri kötüleşme başdöndürücü bir hız kazandı ve PP hükümetinin yeni uygulamalarıyla maalesef daha şimdiden getirilmeye beklenenlere kıyasla çok az olan düzeylere ulaştı. Aynı zamanda polis baskılarında da bir keskinleşme oldu: Valencia'da geçtiğimiz ay öğrencilere ciddi bir şiddet uygulandı, madencilerin vahşice dövüldü ve pek çok kişinin yanı sıra çocuklara lastik mermiler sıkıldı. Bu esnada Kongre, Temmuz ayından beri gelişmekte olan kendiliğinden eylemlere karşı sürekli polis tarafından korunmaktaydı.

Biz, EZİCİ ÇOĞUNLUK, sömürülenler ve ezilenler, ama aynı zamanda öfkeliler; biz, kamu ve özel sektörün işçileri, işsizler, öğrenciler, emekliler, göçmenler... Hepimiz süregelmekte olanlara dair ortaya pek çok soru atıyoruz. Cevapları birlikte bulabilmemiz ve kitlesel, güçlü ve sönümsüz bir yanıt verebilmek için bu soruları sokaklarda, meydanlarda, işyerlerinde kolektif olarak sormamız lazım.

Kapitalizmin çöküşü

Hükümetler değişiyor ama kriz gün geçtikçe kötüleşmeye ve bize daha sert vurmaya devam ediyor. AB'nin, G20'nin ve benzerlerinin her toplantısı 'mutlak çözüm' diye sunuluyor... Ve ertesi gün topyekün bir başarısızlık olduğu ortaya çıkıyor. Bizi hedef alan darbelerin ekonominin risklerini azaltacağını söylüyorlar ve ertesi gün öğreniyoruz ki tam aksi doğruymuş. Yaşamlarımızdan o kadar kan kaybettikten sonra, IMF 2007'de sahip olduğumuz yaşam standartlarına dönmek için 2025'i (!) beklememiz gerektiğini söylüyor. Kriz merhametsizce ilerliyor ve her attığı her adım ardında milyonlarca parçalanmış yaşam bırakıyor.

Tabii ki, bazı ülkeler diğerlerinden daha iyi durumdalar ama dünyanın tamamına bakmamız gerekli. Sorun ne İspanya, Yunanistan veya İtalya'yla sınırlı, ne de 'euro krizi'ne indirgenebilir. Almanya'da piyasal gerilemeye girmenin eşiğindeler ve şu anda aylık 400 euro veren işlerin sayısı 7 milyon. ABD'de işsizlik oranı ile evlerini kaybeden insanların sayısındaki artış birbiriyle yarışıyor. Çin'de, yalnız Beijing'de 2 milyon boş apartman dairesi olmasına neden olan çılgın inşaat balonuna rağmen yedi aydır ekonomi yavaşlıyor. Resmi ideolojisi ister Çin ve Küba gibi 'komünist', ister Ekvador ve Venezuella gibi '21. yüzyıl sosyalizmi', ister Fransa gibi 'sosyalist', ister ABD gibi 'demokrat', isterse de İspanya ve Almanya gibi 'liberal' olsun, kapitalizmin bütün devletleri içine çeken dünya çapındaki tarihsel krizini kemiklerimizde hissediyoruz. Kapitalizm, dünya pazarını yaratmasının ardından, yüz yıldır insanlığı barbarlığın en kötü biçimlerine çeken gerici bir düzen olmuştur. Buna örnek olarak iki dünya savaşını, sayısız bölgesel savaşı ve çevrenin yıkımını verebiliriz. Her tür mali ve spekülatif balona dayalı yapay iktisadi büyüme anlarının kaymağını yedikten sonra, bugün, 2007'den beri, kapitalizm tarihinin en büyük krizine çökmekte; şirketleri, bankaları ve devletleri iflas etmektedir. Bu fiyaskonun sonucu devasa bir insani felaket olmuştur. Kıtlık ve sefalet Afrika, Asya ve Latin Amerika'ya yayılırken, 'zengin' ülkelerde milyonlarca insan işlerini kaybetmektedir, yüzbinlerce insan evlerinden atılmakta, nüfusun çoğunluğu ayın sonunu getirememekte, sosyal hizmetlerin artan fiyatı ve azalan sıklığı yaşama her geçen gün biraz daha güvensizleştirmektedir ve bütün bunların üzerine doğrudan ya da dolaylı vergilerin yükü tuz biber olmaktadır.

Demokratik devlet, kapitalist sınıfın diktatörlüğüdür

Kapitalizm toplumu iki kutba böler: her şeye sahip olup hiçbir şey üretmeyen kapitalist sınıfın azınlık kutbu, ve her şeyi üretip aldığı her geçen gün azalan sömürülen sınıfların çoğunluk kutbu. Kapitalist sınıf, ABD'deki İşgal Hareketi'nin ifade ettiği biçimiyle %1, her geçen gün biraz yoz, küstah ve saldırganlaşıyor. Yüzü kızarmadan zenginlik üstüne zenginlik katıyor; çoğunluğun çilesini pek de umursamadığını gösteriyor ve her yerde kemer sıkma politikalarına biat etmemizi talep ediyor. Peki o zaman neden 2011'in büyük toplumsal öfke hareketlerine (İspanya, Yunanistan, ABD, Mısır, Tunus, Şili vb.) rağmen çoğunluğun çıkarlarına ters olan bu politikaları uygulatabiliyor? Mücadelemiz, getirdiği değerli deneyime rağmen, neden şu ana kadar gerekenin fazlasıyla altında kaldı?

İlk cevabı, demokratik devlet aldatmacasında bulabiliriz. Demokratik devlet bütün yurttaşların bir ifadesi olarak sunuluyor ama gerçekte yalnızca kapitalist sınıfın mülkiyetinde olan bir araç. Demokratik devlet yalnızca kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor ve bunu yapmak için iki eli var: sağ eli bizi ezmek ve her tür kalkışma çabamızı bastırmak için kullandığı polisten, cezaevlerinden, mahkemelerden, yasalardan ve bürokrasiden oluşuyor. Sol eli ise her tür ideolojiden, bağımsız olduğu iddia edilen sendikalardan, bizi koruması icap eden toplumsal uyum hizmetlerinden, kısacası bizi aldatan, bölen ve moralimizi kıran yanılsamalardan oluşuyor.

Geçtiğimiz dört yıl içerisinde atılan bütün oyların sonucu ne oldu? Seçimden galip çıkıp sözlerinden birini yerine getiren tek bir hükümet çıktı mı? İdeolojileri ne olursa olsun, kimin tarafındaydılar? Seçmenin mi, sermayenin mi? Eğitim, sosyal güvenlik, iktisat, siyaset ve benzeri alanlarda yaptıkları sayısız reformun sonucu ne oldu? Tüm bunlar, 'aynı kalması için herşeyin değişmesi gerek' ibaresinin gerçek bir ifadesinden başka ne oldu? Zamanında 15 Mayıs hareketinin söylediği gibi "demokrasi diyorlar ama değil, aslında diktatörlük ve biz görmüyoruz".

Dünya çapında sefalete karşısında, sefalete karşı dünya devrimi

Kapitalizm bizi genelleşmiş sefalete götürüyor. Fakat sefalet içinde yalnız sefaleti görmemeliyiz! Bu düzenin iç organlarında sömürülen sınıfların başı, proletarya var ve proletarya ortaklaşmış emeğiyle – yani sanayi ve tarımla kısıtlanmamış ama eğitimi, sosyal hizmetleri ve benzeri alanları kapsayan emek – toplumun tümünün işlemesini sağlıyor. Tam da bundan dolayı bu sınıfın kapitalist düzeni felç etme ve bunu yaparak hayatın kapitalizmin sunağında kurban edilmediği, rekabet ekonomisinin yerini dayanışmaya dayanan ve insan ihtiyacını tamamen tatmin etmeye yönelik üretimin aldığı bir dünyanın kapısını da açıyor. Bugünün toplumunda ise hayat rekabete, herkesin herkese karşı mücadelesine, yalıtılmaya ve ayrışmaya dayanıyor.

Bu sorunların kavranılması, onlara dair açık ve kardeşçe tartışma, iki yüz yıllık mücadele deneyiminin eleştirel değerlendirilmesi, bütün bunlar bize mevcut durumun ötesine geçerek saldırılara karşı koymanın araçlarını verebilir. 11 Temmuz'da Başbakan Rajoy yeni uygulamalarını duyurduğunda bir karşı duruşun başlangıcını gördük. Pek çok kişi, madencilerle dayanışmalarını ifade etmek için Madrid'e gittiler. Sosyal ağlarda örgütlenen kendiliğinden eylemlerin ertesi günlerinde bu birlik ve dayanışma deneyimi somutlaştı. Bunu yapan, kamu işçilerinin sendikalar dışında bir insiyatifiydi. Buradaki soru, mücadelenin uzun ve çetin geçeceğini bilerek bunu nasıl sürdüreceğimiz. Bu konuda birkaç önerimiz var:

Birleşik mücadele: işsizler, kamu ve özel sektör işçileri, çıraklar ve çalışanlar, emekliler, öğrenciler, göçmenler: BİRLİKTE BAŞARABİLİRİZ. Hiçbir sektör yalıtılmış ve kendi köşesine hapis kalmamalıdır. Bir ayrışma ve yalıtılmışlık toplumu karşısında, dayanışmanın gücünü göstermeliyiz.

Açık kitle meclisleri: her şeyi profesyonel siyasetçilerin ve bizi satmayı meslek edinmiş sendika uzman ve ağalarının eline bıraktığımız müddetçe sermaye gücünü koruyacaktır. Olayları tahlil edeceğimiz, tartışacağımız ve birlikte karar vereceğimiz kitle meclisleri. Böylelikle verilen kararlardan sorumlu olabiliriz, böylelikle birleşmiş olmanın zevkini tadabiliriz, böylelikle yalnızlık ve yalıtılmışlık barikatlarını yıkıp empati ve güven yayabiliriz.

Uluslararası dayanışma arayışı: ulusu savunmak bizi savaşlarda kurbanlık koyun yapıyor; yabancı düşmanlığı ve ırkçılık bizi bölüyor, bizi dünyanın geri kalan tüm işçilerine karşı konumlandırıyor, oysa ki sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için bir güç yaratmada onlardan başka güvenecek kimsemiz yok.

İşyerlerinde, mahallelerde, çevrelerde, internette olup bitenle ilgili bilgi paylaşımı yapmak ve bizi gelecek mücadelelere hazırlayacak toplantılar ve tartışmalar örgütlemek için biraraya gelmek. Sadece savaşmak yetmez! Nereye gittiğimize, gerçek silahlarımızın ne olduğuna, dostlarımızın ve düşmanlarımızın kim olduğuna dair mümkün olan en net bilinçle kuşanarak savaşmamız gerekli!

Bireysel değişimden ayrılabilecek hiçbir toplumsal değişim yoktur. Mücadelemiz siyasi ve ekonomik yapılarda basit bir değişikliğe sınırlanamaz. Toplumsal düzende, dolayısıyla bizzat kendi yaşamlarımızda, dünyayı nasıl gördüğümüzde, istençlerimizde bir değişimdir. Yolda karşımıza çıkacak sayısız tuzağa, gelecek bütün fiziksel ve moral darbelere direnecek gücü geliştirmemizin tek yolu budur. Mentalitemizde, dayanışma ve kolektif bilinç yönünde, yalnızca bizi bugün bir arada tutacak harç değil, geleceğin toplumunun kapitalist toplumdaki vahşi rekabet ve riyakarlıktan özgür bir toplumun da direği olacak bir değişim yaşamamız gereklidir.

Enternasyonal Komünist Akım

Tags: 

Rubric: 

Kriz