2012 - Şubat

Güney Afrika'da İşçiler, Patron ve Sendikaya Karşı Mücadele Ediyor!

"(...) Siyasal ve ekonomik grevler, kitle grevleri ya da kısmi grevler, gösteri ya da mücadele grevleri ayrı ayrı sektörleri ya da tüm kentleri etkileyen genel grevler, barışçı talep mücadeleleri ya da sokak savaşları, barikat çarpışmaları - bütün bu mücadele biçimleriyle birbirleriyle kesişir ya da yakınlaşır, iç içe geçer ya da biri diğerine taşar." (Kitle Grevi, Siyasi Partiler ve Sendikalar, R.Luxemburg)

Bu başlığın konusu, Rustenburg kentindeki dünyanın en büyük platinyum üreticisi ve 17 bin 2 yüz işçinin bulunduğu şirket Impala Platinium'da, Ulusal Maden İşçileri Sendikası'nın (NUM) yaklaşık 5 bin kişilik bir işçi topluluğu ile, maaşların arttırılması yönündeki isteklerinin patron tarafından reddedilmesi. İşçiler patronun %18'lik arttırımına karşılık grevi devam ettirmek istemesi ile 5 haftadır düzen güçleri tarafından durdurulamıyor. Kaldı ki; bunun için yüzlerce polisi grev alanına yığmakta gecikmeyen devlet çatışmalarda iki işçinin de ölmesine neden oluyor. Bundan önce 12 Ocak'ta, işçilerin başlattığı eylemlerin hemen ertesinde gerçekleşiyor bu grev.[1]

Ancak geçen iki hafta boyunca hiçbir resmi açıklama yapılmaması nedeniyle işçiler artık üye oldukları NUM ile görüşmeleri sürdürmek istemiyor. Böylece sendika olmadan kendi mücadelelerini kendilerinin yürütebileceklerinin sinyallerini veriyor ve öyle de oluyor. Bunun üzerine bir grev komitesi kuran işçilerin gönderdiği temsilciler ile patron görüşmek istemiyor. Patronun yaptığı açıklamaya göre sendika ile kendileri ücret artışı miktarı konusunda daha başından anlaşmış durumda. %18'lik artış yerine şu anda 6 bin Rand[2] olan maaşlarının 9 bin Rand'a çıkartılmasını isteyen işçiler ile sendika gelip konuşmaya çalışıyor ve şunları söylüyorlar:

"Bu bir işe alım stratejisiydi. Biz sizinleyiz ve talepleriniz için ölümüne mücadele edeceğiz." [3]

Bir süre sonra grev, iki rakip sendikanın rant alanı haline gelmeye başlıyor. NUM 2009'daki bir grev hareketini de yine aynı şekilde kırmak istemesi ve bunu başarması, işçilerin giderek güvenini sendikaya karşı yitirmeleri ve NUM'ın işçileri ikna etmek için söylediği "yeni ücret görüşmelerini başlattık" yalanını takiben bu Implats tarafından yalanlanıyor ve işçiler ile sendikanın eylem birliktelikleri ayrılıyor. 2003'te NUM'dan ayrılan sendikacıların kurduğu Maden ve Yapı İşçileri Birliği (AMCU) işçilerin patron ile görüşmesinin engellenmesi üzerine ortaya çıkıyor ve grev komitesi ile bu sendika bir ittifak yaptıkları söyleniyor. Ancak Implats yine bir açıklama yapıyor ve kimsenin sendika adına kendileriyle görüşmediğini söylüyor.

Sonuçta patron sendika ile görüşmek istiyor. Karşısında Güney Afrika devleti tarafından yasalarca tanınmış bir sermaye aparatı sendika ile müzakere etmek, işçilerin mücadelesini teslim almak ve grevi bitirerek bir an önce işçilerin işyerinde yarattığı bu "huzursuzluğu" dağıtarak yeni karlara yelken açmak istiyor. Bunun için de birtakım atılımlar gerçekleştirmiş durumda ve işletmeye yeni işçileri almaya başlıyor.

Buna karşılık olarak eyleme geçen işçiler, işyeri binasını işgal ediyorlar. Ve bu "vahşi kedi" grevi sırasında bir tarihsel komedi yaşanıyor; NUM, "kontrol edilemeyen işçilere kararlı bir müdahalede bulunmaları" için devletin kolluk kuvvetlerini "göreve" çağırıyor. Daha bir süre önce çalışırken kırdıkları taşları müdahale için gelen polis araçları üzerinde "deniyorlar". 350 işçinin gözaltına alınıyor ve 2 işçi de yaşamını yitiriyor.

Tipik sendika manevralarına sahne olan bu "yasadışı grev" sırasında sendikanın yaklaşımına tanık olan işçilerin eylemlerini kendilerinin yönetmeleri ve grevin sürdürülmesi yönündeki kararlılığa rağmen şu anda yaklaşık 8 bin kadar işçi işlerine geri dönmüş durumda ancak eylemler devam ediyor. Burada söylememiz gereken belli başlı birkaç nokta var. İşçiler, sendikaların ranta yönelik manevralarını bariz bir biçimde gözlemleyebiliyorlar. Bunun üzerine kendi organlarını kurabiliyor ve eylemlerini yönetebiliyorlar. Sendikalar arası savaşta da önemli bir olguyu gözler önüne seriyor bu grev. Bir sendika gidiyor; diğeri geliyor.[4] Araç olarak sermayenin genel olarak tercihi sendikalar oluyor ve grevi kırma yönünde ellerinden gelmeyenleri sendikalara yüklüyor ve onlara aslında grev-kırıcı bir misyon atfediyorlar. Böylece sendikalar da grevi kırmak ve arkada patron ile yapılan pazarlıklardan nemalanmak, işletmedeki işçilerden kestikleri aidatlardan olmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sendikalar patron için çalışırken aslında polise sadece fiziki müdahale kalıyor; onlar da bunu yerine getiriyorlar. Her an sonlanma ihtimali taşıyan bu grevin verdiği ders bu yönde. Ama yine de belirleyici olanın işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alarak hareketi yönetmeleri, çeşitli araçlar ile şekillendirmeleri ve sonunda devlet ile karşı karşıya gelmeleri sözkonusu. Yaşanan bu grev aslında;

1 - işçilere işe geri dönün çağrısı yapan sendikaya karşı,
2 - yerel polis karakolunu yakan işçilerin üzerine saldıran kolluk kuvvetleri nezdinde devlete karşı,
3 - en nihayetinde ücretlerinden memnun olmadıkları ve daha iyi bir yaşam uğruna mücadele verdikleri düşman sınıfa karşı, her şeye rağmen devam etmeye çalışıyor.

Buradan hareketle grevin nasıl bir yön izleyeceğini, ülke genelinde ve Uluslar arası anlamda nasıl bir yankı bulacağını bekleyerek ve Güney Afrika'lı sınıf kardeşlerimizle dayanışmamızı, onların bu anlamlı eylemliliklerini selamlayarak, deneyimlerini sınıf içerisinde yayarak vermeye çalışıyor olacağız. İşçilerin dile getirdikleri nasıl bir yolun izleneceğinin de habercisi:

"Öfkeliyim, çocuklarımı okula göndermek istiyorum ancak yapamıyorum; evde yemeğimiz yok. (...) Gıda ve okul aidatları artıyor ancak maaşlarımız artmıyor".[5]

Bunun belirleyicisinin de işçilerin mücadelelerinde kendilerini ifade etme biçimleri olduğunu düşünüyoruz. Son dönem belki de hem patron ile hem de sendikalar ile mücadele eden işçilerin yegane araçları olarak "vahşi kedi grevleri"[6] ön plana çıkıyor da olabilir. Kendi kararlarını kendilerinin aldıkları eylem komiteleri, açık toplantıları ve eylem planlarının da bu grevin gidişatını etkileyeceği kesin gibi. İşçilerin kurtuluşunun kendi avuçları içerisinde olduğunun bir kanıtı bu grev ile dayanışmamızı ilan etmeliyiz ve sınıfın gelecek mücadelelerinde ibretlik bir deneyim olarak hatırlarda tutmalıyız.

Bunçuk

 

1. https://libcom.org/news/armageddon-implats-wildcat-strike-mine-eruptions...

2. Güney Afrika para birimi.

3. https://www.miningmx.com/news/platinum_group_metals/Num-challenged-in-Im...

4. https://dailymaverick.co.za/article/2012-02-22-impala-strike-welcome-to-...

5. https://www.bloomberg.com/news/2012-02-22/impala-platinum-protest-deaths...

6. https://en.wikipedia.org/wiki/Wildcat_strike_action

 

Kürdistan'da Şiddetlenen Emperyalist Savaşa Enternasyonalist Yanıt

EKA Türkiye seksiyonu olarak bir süredir düzenli bir biçimde yayınlamaya özen gösterdiğimiz Kürdistan bölgesindeki gelişmelere dair tartışmaların genel bir sonucu olarak aşağıdaki bildirgeyi yayınlamanın anlamlı olacağını düşünüyoruz. Süregelmekte olan bu emperyalist savaş çemberinde kalmış olan milyonlarca insanın, kimlerin çıkarına canlarını vermeye zorlandığının net ve bir o kadar da genel bir ifadesini vermeye çalışan bildirgemizin esas hatlarını, yine bu bildirgenin başlığında netleştirmeye çalıştığımız ve esas olarak farklı farklı ulusların emperyalist çıkarlarının ekseninde aynı sınıftan kardeşlerini boğazlamaya itilen işçi sınıfının tek çıkar yolu enternasyonalizm eksenli bir sınıf savaşıdır.

Kürt Sorununun Tek Çözümü Enternasyonalist Çözümdür!

1. TC Devleti, hem Kürdistan'da hem de genel olarak Orta Doğu'da emperyalist emeller peşinde koşan bir devlettir. PKK ise, henüz bir devlet olmayı başaramış olsa da Türkiye'deki milliyetçi Kürt burjuvazisinin temel aygıtı olarak bir devlet gibi hareket etmektedir; faaliyet alanında bir devlet gibi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır ve şu veya bu noktada TC emperyalizminin rakibi olan şu veya bu emperyalist devletin doğrudan veya dolaylı desteğine dayanmak durumundadır. Böylelikle de, güçleri emperyalist TC'ye kıyasla daha zayıf, çıkarları ise daha dar olsa da, dünya emperyalizminin TC kadar bir parçası konumunda bulunmaktadır. Kürdistan'da son aylarda şiddetlendikçe şiddetlenen bu savaş, halihazırda dünyada devam eden bütün savaşlar gibi emperyalist bir savaştır. Efendilerinin çıkarları için ölmek veya sınıf kardeşlerini öldürmek ise ne Türk işçilerin, ne de Kürt işçilerin çıkarınadır.
 
2. Irak Kürdistanı'nın durumu ve diğer Kürt bölgelerinin durumu, ABD'nin bölgeye girmesiyle değişmiştir. Türkiye ABD'nin bölgesel gücü olarak bir işleve sahiptir, buradan gelen ilişkinin ortağıdır. Bununla beraber Türk burjuvazisi için bu bölge çok kazançlıdır. Güney Kürdistan ile PKK arasındaki ilişki, Türkiye'nin bazı baskıları sonucunda sertleşebilmektedir. Ancak bir taraftan da Kürt halkının yarattığı basınç Güney Kürdistan hükümetini PKK'yi gözetmek durumunda bırakmaktadır. İran Kürdistanı açısından Güney Kürdistan ile böyle bir bağı bulunmamaktadır.
 
3. Kürt sorunu bölgede bir emperyalist politikanın parçasıdır. Bunun iki boyutu bulunmaktadır: İlki ABD'nin bölgeye girmesi, ikincisi ise Kürtlerin bu bölgede kilit bir noktada olmasıdır. Gelişemelere bakınca TC'nin ilişkileri ile ilgili şöyle bir durum tespit etmek mümkündür: Güney Kürdistan hükümeti ile zaman zaman bir ortaklık varken bazen de bu ilişkiler bozulmaktadır. Bunun arka planında ise ABD'nin petrolü geçişi için tasarladığı Nobacco projesi yatmaktadır. 2007'deki 5 Kasım görüşmelerinden itibaren Türkiye'nin perspektifi değişmiştir. Önceden tamamen askeri yöntemlerle ilerlenirken sonrasında demokratik açılım diyerek aslında görünürde daha farklı bir biçimde ilerlemeye başlamışlardır. Bunun arka planında ise Nobacco planının güvenliği yatmaktadır. Bölgenin istikrar kazanması için bu sorunun bir şekilde normalleşmesi gerekmektedir. İleriye dönük stratejik ortakları olan Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki sorununun çözülmesi istenmektedir.
 
4. Bütün bunlara rağmen esasında AKP iktidarı döneminde bütün o açılım iddialarının, demokrasi laflarının ardında, eski savaş politikasının aynısı devam etmiştir. Süreç içerisinde binlerce kişinin KCK davasından tutuklanması, ateşkes dönemlerinde PKK'liler geri çekilirken yüzlerce gerilla arkadan vurularak katledilmiş, Kürtlerin yaptıkları eylemlere pek çok kişinin yaralanmasına neden olan ve kimilerinin öldürülmesiyle sonuçlanan sert polis saldırıları yapılmış, Türk şehirlerindeki Kürtlere karşı toplumsal baskı teşvik edilmiş, linç girişimleri yaşanmıştır. AKP hükümetinin stratejisi önceki hükümetlerle aynı olsa da, taktikleri önceki hükümetlerden bir hayli farklı olmuştur. Hükümet, özünde aynı baskı politikasını sürdürürken bir yandan ayak oyunları ve göstermelik jestlerle görünürde Kürt hareketinin Türkiye siyasetindeki temsilcilerini, arka planda ise PKK'yi oyalamak gibi bir hayli hırslı bir plana girişmiştir. Oyunun son parçası ise bütün bunlara ek olarak Türkiye Kürdistanı'nda muhtelif gıda, ev eşyası ve benzeri yardımlar yaparak ve dini ideolojiden beslenerek Kürt hareketinin kitlesel desteğini ele geçirmek noktasında olmuştur. Bu nokta AKP hükümetinin planının belki en kritik noktası olmuştur; zira devletin geri kalanı gibi onlar da nihayetinde PKK'nin salt silahlı güçle alt edilmesinin mümkün olmadığının farkındadırlar. Bu yüzden Türkiye Kürdistanı'nda önce PKK'ye alternatif, sonra da ondan baskın ve onu marjinalleştirecek bir güç olmaya çalışmayı hedeflemişlerdir; fakat bu Osmanlı oyunu nihayetinde AKP hükümetinin elinde patlamıştır.
 
5. Bu planın tutmamış olmasının nedeni Kürt burjuvazisinin oyuna gelmemiş olması değildir, aksine Kürt burjuvazisi uzunca bir süre "oltaya gelmiştir". Kürt burjuvazisinin Türk devletine eklemlenmek ve Türkiye Kürdistanı'nda, TC devletinin bir parçası olarak hükmetmek stratejisi, onu sırf masada tutmak pahasına rakibinin pek çok hamlesini sineye çekmeye zorlamıştır. Öte yandan nihayetinde Kürt burjuvazisi güçlü bir karşı hamle yapmıştır: "30 yıldır savaşıyoruz, bunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini biliyorsunuz, bir kez daha hatırlatalım ve müzakere masasına dönelim." AKP hükümetinin benzeri ayak oyunlarıyla alt ettiği güçlerden farklı olarak Kürt burjuva hareketinin böylesi bir hamle yapabilmesinin arka planında, Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisinin bir parçası olmaması; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvazi olması yatmaktadır.
 
6. Bununla birlikte, Kürt burjuvazisi de bölgeye sermayenin gelmesini istemektedir. Bu açıdan Kürt burjuvazisi ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları ortaktır. Alarko şirketlerinin patronu işadamı İshak Alaton'la birlikte katıldığı bir konferansta Leyla Zana'nın sarfettiği "Bugüne kadar Kürtleri hep simitçi ya da ayakkabı boyacısı olarak gördüler" sözleri, Kürt burjuvazisinin serpilme hırslarını ifade etmektedir ki bunun için Kürt burjuvazisinin Kürdistan'a dış yatırım yapılmasına ihtiyacı vardır.
 
7. Türk burjuvazisi ayrıca kendisine yeni bir imaj çizmek istemektedir. Bu da Türkiye'nin ucuz emek cenneti haline getirilmesini kapsamaktadır. Bunun çok önemli bir kısmını da Kürt işçi sınıfı oluşturmaktadır. Mevcut dönem özellikle kamu alanında yeni uygulamalarla işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına saldırılarının planlandığı bir dönemdir. Sosyal bir devlet görünümü yaratarak artı değerini arttırmaktadır. Bunun bir örneği de Çalışma Bakanlığı'nın her işçi için sendika üyeliğini zorunlu hale getirmeyi planlamakta oluşudur. Kürdistan'da iyi(!) kullanılmayan çok önemli bir artı-değer potansiyeli bulunmaktadır. Pek çok sektörde Kürt işçiler çok düşük ücretlerde çalıştırılmaktadırlar. Bölgesel asgari ücret sistemi ile de Kürdistan'da ucuz emek politikası ortaya konulmaya hazırlanılmaktadır.
 
8. Bütün bu açılımlar ve müzakereler sürecinden sonra gelinen bu nokta, burjuvazinin barışından ancak savaş çıkacağını bir kez daha gözler önüne sermiş, Kürt sorununun çözümünün TC devleti ile herhangi bir uzlaşmadan geçemeyeceğini ve PKK'nin de hiç de alternatif önerebilecek bir yapı olmadığını tekrar ortaya koymuştur. Kürt sorununun çözümü yalnızca Türkiye'de mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü milletlerarası savaşla mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü demokrasiyle mümkün değildir. Bu sorunun tek çözümü, Kürt ve Türk işçilerin Orta Doğu ve tüm dünya işçileriyle birleşik mücadelesinden geçmektedir. Kürt sorununun tek çözümü enternasyonalist çözümdür. Bu sorun ancak sınıf savaşıyla sınırları aşarak çözülebilir. Milliyetçi savaşın barbarlığına karşı enternasyonalizm bayrağını ancak burjuvazi için ölmeyi reddeden işçi sınıfı yükseltebilir.

Yeni Sendikalar Yasası Üzerine Düşünceler

Geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanlığı'nın meclise sunduğu yeni yasa tasarısı kapsamında, sendikalar ve sendikalaşma üzerine birtakım değişiklikler yapılıyor olacağı haber bültenleri ve internetteki haber kanallarında dolaşmaya başlamıştı. "Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı" adı altında yapılması öngörülen bu değişiklere de övgü ve tepkileri de beraberinde getirdi. Meclis Genel Kurulu'na gelmesi sürecinde de, yapılacak olan değişikliklerin hangi düzlemde gerçekleşeceğinin karara bağlanması için de burjuvazinin meclisinin işkolu istatistiklerini de değerlendirmesi gerekeceğine vurgu yapılıyor.

Kimisi "bu yasa, iş ilişkilerini düzenleyecek" diyor, kimileri ise "bu sendikal örgütlülüğün önünde bir engeldir" diyordu. Peki her şey göründüğü gibi miydi diye soranlar için, işçi sınıfına bu yeni yasa tasarısının işçi sınıfının çalışma koşulları adına ne gibi bir "değişikliği" temsil ettiği ve bizim için ne ifade ettiği üzerine biraz düşünelim.

Yeni sendikalar kanununda birtakım değişiklikler arasında en göze çarpan değişiklikler şu maddeler halinde özetlenebilir:

a - Sendikanın bir işkolunda örgütlenebilmesi için en az %10'luk bir üye kesimini kapsaması gerekiyorken, artık bu oran %3'e çekilecek.

Bu madde ile ilgili en büyük tepki, işkolundaki baraj üye sayısı konusunun gündemde olması ile ilişkili. Buna göre, "demokratik" bir ülkede böyle bir şeyden sözedilmesi olanaksız. Bu nedenle kimi sanayisi daha ileri ve gelişmiş kapitalist ülkelerin kokuşmuş sendikal birlikleri, duruma tepki ile yaklaşıyor, barajın kaldırılmasını öneriyor.

b - Mevcut 29 işkolunun içerisindeki kimi sektörler birleştirilecek ve toplam işkolu sayısı %17'ye indirilecek. Bu aynı zamanda halihazırdaki 51 sendikadan 21'inin barajı aşarak üye sayısını koruyacağı, diğerlerinin ise üyesiz kalacağı, aslında de facto bir biçimde kepenk kapatacağı anlamına gelecek.

Buradaki en dikkat çekici nokta da DİSK'in bu kapsamda ne olacağı üzerine. Bu nedenle "sendikaların yönetimi devrimciler ya da devrimci işçiler tarafından ele geçirilirse o sendikalar devrimci olur" arkaik tezleriyle volan kayışlarını bellerine bağlayan burjuva solu yeni propaganda malzemeleri elde etmiş durumda. Tabii ki burada işçi sınıfının çıkarı değil, kendi hareketlerinin sığlığının sınırlarında dolanıyorlar ve yeni kampanya dönemleri organize ediyorlar. Yine tabandaki samimi militanlar, ruhsuz sendika mitinglerinde sıkılacak ve ertesi gün "bildiri-afiş-basın açıklaması" teslisinde kutsanacak ve demokratizmi (sözde) istismar edecekler ve "kitlelere seslenecekler". DİSK de burada yeni kampanyalar düzenleyerek Taksim'de ya da başka merkezi bir lokasyonda birkaç basın açıklaması ile işçi sınıfı ile hiçbir bağı olmadığına inat, sendika tüzüklerinden hadisler okuyacaklar, "mücadelelerinde" yaşamını yitirenler için ritüellerde yeniden motive olacaklar.

c - Tasarıya göre, işletme barajı %40, işyeri barajı ise %50 + 1 olacak.

d - Sendikalara üye olma yaşı 15'e düşürülecek.

Sendikaların girmemiş olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki patronlar ise bu yasa tasarısına tepkili yaklaşıyor ve bu tasarı ile "80 öncesi ve 80 öncesi sendikacılığı"na geri dönüş yapılacağından dem vuruluyor; böylece onlara göre işçilerin sendikalara üye olma oranlarında artış olacak, işçiler çalışmayacak; fazla mesaiye kalmayacak, gerekli artı-değer haddi yeni karlar ile beslenmeyecek ve işletme(ler) zarar edecek.[1]

Bu yasa tasarısı kapsamında DİSK'in herhangi bir işkolundaki mevcudiyeti de sona eriyor olacak. Buna da tepkili olan sendikacılar, "Devrimci" İşçi Sendikaları Konfederasyonu'na yönelik olduğu ifade edilen bu yasaya tepkilerini "Sendikal haklarımız çiğnenemez, DİSK engellenemez!" sloganıyla cevap vermeye çalışıyorlar.[2]

Yeni bir sermaye-emek düzenlemesi ve artı-değerin realize edilmesi sürecinin yaşandığı günümüzde, sendikaların sermaye ile bağları ve tuttuğu yer açısından dikkatli bir irdelemeye konu olmaz ise birçok tuzağın da işçi sınıfını beklediğini söyleyebiliriz. Zamanının yardım sandıkları olarak örgütlenen sendikaların malum güncellikte edindikleri role bakmak için çok da geriye gitmeden Türkiye'deki işçi sınıfının sesi olan TEKEL işçilerinin eylemliliğine bir gözatmamız ve sendikanın tutumuna dair birkaç haber linkini ziyaret etmemiz yeterlidir diye düşünüyoruz.

Üretimin düzensiz, eksik ve kimi zaman hatalı görünümleri yerine, daimi kar ve sürekli iyileştirmenin, rekabet koşullarında ne kadar hayati bir önemde olduğu gerçeğini de burjuvazi iyi biliyor. Bunun için de elinden gelen düzenlemeyi yapıyor. O nedenle bir taraftan Türk-İş'e akacak işçi kitlesinin kendisi ne daha reformist ya da uzlaşmacı bir çizginin esiri sendikal yönetimlerin güdümünde olacak, ne de DİSK (-ki kapatılmasa bile) daha mücadeleci olacak! Çünkü ne Türk-İş ne de DİSK, hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarları için varolmamıştır. Kuruluşları itibariyle ikisi de aynı etin yahnisi niteliğindeki bu sendikaların arasındaki sanal "reformist ve uzlaşmacı / devrimci" ayrımı, ikisinin de örgütlendikleri sektörler ve dönemler üzerine dikkatlice bakıldığında görülebilecektir.

Buna göre, ilk olarak 1952'de kurulan Türk-İş devlet kuruluşlarında üye işçi kaydediyorken, TİP'li birkaç Türk-İş "muhalifi"nin kurduğu DİSK ise önemli sanayi kodamanlarının işletme ve tesislerinde çalışma yürütüyordu. Nispeten yeni yeni serpilmeye başlayan bu büyük sanayi kuruluşlarının karlılığı ile paralel olarak elde edilen "ekonomik kazanımlar" DİSK'in "tuttuğunu koparan bir sendika" imajını yüklenmesinin de önünü açtı ve böylece bugüne kadar gelen ve nedense aşılamayan bir "mücadeleci sendikacılık" heyulası yaratmış oldu. Aslında ne Türk-İş daha az mücadeleci, daha az muhalif ve daha az "devrimci"ydi, ne de DİSK daha çok "işi biliyordu" ve "devrimci"ydi. Her ikisi konfederasyon, o zamanın güncelliğinde böyle bir sahte "ayrışma" içerisine girmiş oldular. Ne de olsa her ikisinin de kimliğini biliyorduk; birisi bizzat devlet eliyle teşvik edilen bir sendikal anlayışın yansıması olarak faaliyet yürütüyor, bir diğerinin kurucusu da 15-16 Haziran'da gerçekleşen ve etkisi birkaç ili kapsayacak derecede işçi sınıfının mücadele dinamiklerini besleyen ayaklanmalar sırasında işçilere "evinize dönün!" çağrısı yapıyordu. Her ikisi de sermaye-sendika evliliğinin uğursuz ürünleri, her ikisi de "emek barışı"nın ve emeğin rasyonalizasyonu, düzenlenmesi ve azami kar birliğinin sentezleriydi.

O nedenle üzerine çok yaygara kopartılan şu Sendikal güç Birliği Platformu dikkatlice izlenmelidir. Türk-İş'e muhalif olacağız derken genel kurullar sonrasında efendilerinin önünde ceket ilikleyenlerden bu yasa tasarısı ile ilgili yeni süreçte gelecek olan tepkilere odaklanmak gerekir. Nitekim böyle bir şeyin olmayacağını biliyor olsak da, aslında işin merkezinde duranın işçi sınıfının türlü yollar oyalanması, oyuna getirilmesi olduğunu söylemek istiyoruz. Yapısal bir sorundan öte tarihsel bir sorun olarak sendikaların işlevlerini yitirmiş olmasının bir ifadesi olarak sendikacılık ve ona muhalifçiliğin de son çırpınışlarıdır SGBP.

Bir taraftan yeni yasa tasarısı aslında devlet kapitalizminin yeni bir emek organizasyonu ekseninde, mevcut birikimine yoğunlaşmasının bir aracı olacak. Zaten bütün eleştiri ve alkışlar da bunun için. Yeniden ve yeniden burjuva demokrasisinin üretimi ile işçi sınıfı için mücadele ediliyor olduğu yanılgısı mahçup sendikacılar ve savunucuları ile burjuva solunun yeni dönem malzemeleri olacaklar. Sınıfın artık reformlar yönünde giderek inancını yitirdiği ancak bu eğilimin de negatif yönde evrilmesiyle, giderek (özellikle Türkiye işçi sınıfı nezdinde) mücadelenin sadece kendi ellerinde yükseleceği gerçeğinin daha da açığa çıktığı bir süreçte, sendikalar için mücadele etmek ile sınıf için mücadele etmek arasındaki keskin ayrım daha da netleşecek. Aslında işçi sınıfını ve onun mücadelesini satacak daha az ya da daha çok sendikanın varolması bir anlam taşımıyor; esas olan sendikaların günümüzde neyi temsil ettikleridir.

Bu ayrımı ortadan kaldıracak olan ise sermayeye ve sendikalara karşı işçi sınıfının bilinçli eylemleri gündemde yerini alacak. Bunun dışındaki bütün hayaller ise düzenin yeniden kendisini üretmesi ile sonuçlanacak. Yarın yine işyerinden kötü çalışma koşullarını, düşük ücretleri ve yitip giden sosyal hakları için yeni yollar arayan işçi sınıfının arkadan pazarlıklar yapan sendikaları ile mücadelesine tanık oluyor olacağız. Sonucun belirleyicilisi yine işçi sınıfının elinde yükselecek olan, yasadışı grevleri ve spontan eylemlilikleri ile işçi sınıfı mücadelesi ile sendikaların meşhur o artık meşhur sahte (genel) grevleri arasındaki o ince çizgide varolmaya devam edecek. Yani yine geleceksizlik üreten bir sisteme karşı savaşımında işçi sınıfı ile (sözde) tarihin, ideolojilerin ve insanlığın (sözde) "sonu" kapitalizmin açık/gizli mücadelesine tanık oluyor olacağız.

Bunçuk

1- https://yenisafak.com.tr/YurtHaberler/?i=366362

2- https://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=1287

İşgal Edilmiş Atina Hukuk Fakültesi'nden Bildirge (9 Şubat): Kendimizi Özgürleştirmek İçin Ekonomiyi Yıkmalıyız

Siyasi ve finansal gösteri artık kendine güvenini kaybetmiştir. Eylemleri tamamen çırpınmalardan ibarettir. Toplumsal uyumu korumak işinin başına geçen “acil durum” hükümeti emeği zapt etmekte başarısız oluyor, aynı zamanda nüfusun tüketim gücü de düştükçe düşüyor. Devletin, Yunan ulusunun uluslararası finans dünyasında hayatta kalmasını sağlamak amacıyla getirdiği yeni önlemler, emek dünyasına yapılacak ödemelerin tamamen dondurulması anlamına geldi. Şimdi artık yalnız kağıt üstünde olan asgari ücretin düşürülmesi, doğrudan veya toplumsal bütün maaşların kesilmesiyle uyum içerisinde geliyor.

Yeniden üretimimizinin bütün maliyetleri ortadan kalkıyor. Sağlık yapıları, eğitim kurulları, “refah” yardımları ve bizi egemen düzen içinde üretken kılacak herşey şimdi tarihe karışmış durumda. Bizi sıkıp herşeyimizi çıkarttıktan sonra, şimdi bizi doğrudan açlık ve sefalete atıyorlar.

Her türlü ücretin lağvının güvenceye alınması, yasal düzeyde, bir “özel, kapalı hesap” yaratılması üzerinden gerçekleşiyor. Bu şekilde Yunan devleti mali stokların tamamının, bizim hayatlarımız pahasına dahi olsa, yalnızca sermayenin hayatta kalışı için kullanılmasını güvence altına alıyor. Borcun (devletinkinin değil, sermaye ilişkisinin kendisine içkin olarak barındırdığı borcun) yükü başlarımızın üzerinde, üzerimize düşüp hepimizi ezecekmiş gibi sallanıyor.

Borç efsanesi. Hakim yurtsever söylem, bir Yunan borcu fikrini öne atıyorlar, meseleyi ulusaşırı bir yere koyuyorlar. Bu da devletsiz borç piranalarının Yunan devletini hedef aldığı ve “iyi hükümetimizin” bizi kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini ya da tam aksine, hükümetin uluslararası mali sermayenin bir parçası olarak bizi ezmek istediği izlenimini besliyor.

Bu yanlış milliyetçi yaklaşıma karşı, borç aslında siyasi ekonominin bir sonucu ve ayrılmaz bir parçasıdır, ki patronlar bunu çok da iyi bilirler. Ekonomi yoklukların, yeni kıtlık alanlarının yaratılmasına (yani her zaman uzun vadede kötü sonuçları olacak yıkıcı bir yaratım) dayanmaktadır. Borç ve acı, mülkiyet varoldukça; tüketim, değişim ve para varoldukça büyümeye ve topluma hakim olmaya devam edecektir.

Krizin yapısal ve sistemsel olduğunu söylediğimizde, siyasi ekonominin yapılarının bir sona ulaştıklarını, düzenin kalbinin – yani değer üretimi sürecinin, bizzat saldırı altında olduğunu kastediyoruz. Açıktır ki sermaye için biz feda edilebilir konumdayız (göklere ulaşan işsizlik rakamlarına bakın) ve bu noktada emeğin yeniden üretimi sermaye birikimi önünde yalnızca bir engel. Mali-borç krizi, yani maaşların yerine borçların gelmesi, ve borç verememe durumu, düzeni bir sürdürülemezlik kısır döngüsüne sokuyor. Bunun gerçekleşmesinin nedeni, işin kendisinin değerinin, yani tabandan düzenin rollerine uyacak ilişkinin bizzat kendisinin sorgulanması.

O zaman sosyalizme ve “halk ekonomilerine” mi geçmeliyiz? Her tür sendika bürokratı ve özenti halk önderleri kendi yanılsamalarını besleyerek düzenden ve mevcut siyasi ekonomiden siyasi bir çıkış olduğunu öne sürüyorlar. Bankaların millileştirilmesinden bahsediyor kimileri, başkaları rasyonal liberalizmin gençleştirilmesinden dem vuruyor. Sıklıkla iyileştirme ve alternatif “devrimci ruh” biçimini dahi alıyorlar. Başka zamanlar yeşil gelişim, ekolojik adem-i merkeziyetçilik, doğrudan demokrasi ve siyasi formların fetişleştirilmesini duyuyoruz.

Pazarın kendisi, ve devlet müdahalesi herhangi bir çıkış yolu göstermekten aciz kaladursun, siyasi gösteri halk ekonomilerinden otoriter devlet sosyalizmlerine her tür ürünü pazarlama derdinde. Kitlelerin üretimden, kurumlardan itilmiş, işsiz halde oldukları bir dönemden muhtelif proletarya diktatörlüklerinden bahsediliyor fakat bunların hiçbiri siyasi partilere ve sendikalarına güvenilir bir destek getiremiyor. Devlet kapitalizminin gerici siyasi tutumlarının yerini, boş bir ideoloji mesleği almış durumda.

Sosyal savaş sınır tanımaz. Kimileri, krizin ortasından, milli sınırların yeniden değerlendirileceğini hatta yeniden çizileceğini öngörüyorlar. Milli vücutlar ve çeşitli ırkçılar durumu göçmenleri hedef almak, saldırılar ve pogromlar düzenlemek ve Yunan devletinin yapısal ırkçılığını güçlendirmek için kullanmak derdindeler. Onlar için direniş milli renklere boyanmış vaziyette; onlar Yunanlılar olarak mücadele ediyorlar, yüzleştikleri sömürünün ve toplumsal baskının düşmanları olarak değil.

Biz, her tür milli simge veya bayrağın varlığının düşman tarafına ait olduğuna inanarak, bilinçli bir biçimde safımızı seçtik ve onun için elimizden gelen herşeyle savaşmaya hazırız. Altın Şafak Nazileri, otonom milliyetçiler ve öteki faşistler çözüm olarak salt milli bir toplum öneriyorlar: onlara karşı önlem niteliği taşıyan saldırılar ve göçmenlerle dayanışma, her hangi bir radikal çabanın gerekli bir koşuludur.

Tek çözüm toplumsal devrimdir. Yukarıdakilerin hepsine karşı, toplumsal devrim oluyoruz, ki yalnızca hayatta kalmak için değil, bir hayata sahip olmak için tek çözüm budur. Bu, bütün mali ve siyasi kurumlara karşı ayaklanmak demektir. Ayaklanma yoluyla, devletin, özel mülkiyetin, her tür ölçülebilirliğin, ailenin, milletlerin, değişim araçlarının ve toplumsal cinsiyetin lağvedilmesini gerektirir. Toplumsal hayatta haksızlığı ortadan kaldırmak ve özgürlüğü yaymak için bu gereklidir.

Devrim işte bu anlama gelir! Bu doğrultuya ücret talepleri merkezli mücadeleleri getirmek; her türlü öz-örgütlü yapılar ve kitle meclisleri, özellikle de hali hazırdaki gibi dönemeçte olanlar, siyasi-hükümet kurumlarının sistematik krizi toplumsal bir patlamaya yol açabilecekken kurulanlar, devrim işte bu anlama gelir.

İşgal Edilmiş Atine Hukuk Fakültesinde Eylemin hemen ardından gerçekleşen açık kitle toplantısı [1]

Hukuk Fakültesi İşgali - 9/2/12

 


1. www.occupiedlondon.org/blog/2012/02/10/statement-by-the-occupied-athens-...

 

Tags: