2011 - Kasım

Kahrolsun Stalinistler! Kahrolsun Bürokratlar!

Sitemizi takip eden okuyucular, geçtiğimiz günlerde Yunanistan'da Stalinistlerin devlet güçlerinin öncü kolu rolüne soyunarak Yunan burjuvazisinin meclisini koruma çabalarını dair değerlendirmemizi fark etmişlerdir1. Şimdi ise, daha öncesinde de bir yazılarını çevirerek yayınladığımız2, Yunanistan'daki Ta Paida Tis Galarias (TPTG - https://www.tapaidiatisgalarias.org/) örgütün açıklamasını yayınlamaktan mutluluk duyuyor, ve TPTG'li yoldaşlarımızın ve bütün militan işçilerin burjuva Yunan devletine ve onun Stalinist karşı-devrimci ajanlarına karşı verdikleriyle mücadaleyle dayanışmamızı ilan ediyoruz.

EKA

Yunanistan'daki Olaylara Dair TPTG'nin Açıklaması:

Kahrolsun Stalinistler! Kahrolsun Bürokratlar!

Hepimiz, 19 ve 20 Ekim tarihlerinde gerçekleşen 48 saatlik grev sırasında, Yunan Stalinistlerinin öteki solcu sendikacılar ve polis güçleriyle işbirliği içerisinde yarattığı kabusu deneyimledik ve anti-otoriter saflardan kimi yoldaşlar ciddi bir biçimde yaralandılar. KKE (Yunan Komünist Partisi) üyelerinin üstlendiği polislik rolünün altını çiziyoruz: kafalarında kasklar, ellerinde sopalar, arkalarında çevik kuvvet güçleri, parlamento önünde askeri düzende konumlarak eylemcilerle yüzleştiler, kimseyi yaklaştırmamaya çalıştılar, gazetecilere dahi kimlik sordular ve daha sonrasında kordonlarını delmeye çalışanlara vahşice saldırdılar. Çatışmaların başladığı esnada, çevik kuvvet ekipleri Stalinistleri korumaya koşarak kimyasallar ve göz yaşartıcı bombalar kullanarak eylem alanını boşaltmaya çalıştılar. Sonradan Stalinistlerin polisle, eylemin polisliğini kendilerinin yapmasına izin verecek bir anlaşmaya vardıkları ortaya çıktı. Edindiğimiz bilgilere göre, KKE ile öteki sol parti ve çevrelerin sendikacıları arasında da, herkesin KKE'nin hegemonyasını kabul ederek parlamentoya yakın belirli bölgelere alınması minvalinde, benzeri anlaşmalar yapıldı. Sonrasında bu unsurlar, KKE'nin 'anarko-faşistlere', 'paramiliterlere', kısacası yapılan anlaşmanın parçası olmayan, onu kabul etmeyen ve kordonu kırmaya çalışan herkese yaptıkları kınamayı tamamen desteklediler.

Kapitalist saldırı derinleştikçe, böylesi 'sorunlu' kitle eylemlerinin Yunan tipi 'öz-polisliğinin' yapılması, solcu siyasi partiler ve solcu sendika bürokrasisinin, geçtiğimiz Haziran ayında gerçekleşen meydanlar hareketinde3 (çok çelişkili bir biçimde de olsa) ölümcül kıskaçlarından kurtulmuş proleter kitleden aldıkları intikamın işaretiydi. Neredeyse bütün sol ve solcu örgütlerin ve sendikaların onayıyla KKE ve polis teşkilatının ortaklaşa planladığı bu kamu-düzeni polisliğinin bir milli birlik hükümetinin (sokaklardaki) görünür yüzü olup olmadığını söylemek için erken olmakla birlikte, düşmanın ilerleyişine dair kaleme aldığımız iki açık mektupta da ifade ettiğimiz üzere4 kapitalist devletin bize karşı çok fazla alternatif polislik yöntemin yanı sıra çok fazla solcu rezerve de sahip olduğu, çarpıcı bir biçimde gözler önüne serildi. Bu noktada, bu açıklama kaleme alınmadan bir gün önce Eleftherotypia isimli büyük bir liberal gazetede yer alan şu alıntıya dikkat çekmek istiyoruz:

"Güvenlik güçlerinin, sürekli yükselmeye devam edecek olan toplumsal tepkilere müdahale doktrinlerinde yeniden düzenleme çabalarının gerçekleşiyor olduğu aşikardır. Ekonomik önlemlerden bu denli muzdarip olan bir toplum, şiddeti kendi içinde bir amaç olarak görenleri yalıtmanın bir yolunu bulmamış veya bunu yapmak istemeyen baskı güçleriyle ezilemez.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan olaylar, eğer bu olaylara 53 yaşında PAME üyesi bir sendikacının ölümü damgasını vurmamış olsaydı, polis doktrininde eylemlerin daha yumuşak bir biçimde yönetilmesi yönünde etkin bir değişimin bir işareti olarak görülebilirlerdi. Ki 90'larda MAT'ın [TPTG: Yunan çevik kuvveti] tasarımını yapan ve ismi 1995'te Maximou'dan [TPTG: Başkanlık Konutu] emeklilere karşı yapılan saldırıyla özdeşleşmiş olan Christofareizis C.'nin emeklilikten geri çağırılıp katılımına dair böylesi bir değerlendirme yapılabilirdi. Gözlemlenen bir diğer değişiklik ise, oto-kontrol ve eylemlerin öz-muhafızlığı için bıyık altından örgütlü sendikalara güç verilmesi doktrinine geri dönülmesiydi.

Perşembe günü PAME üyelerinin Meçhul Asker anıtındaki eylemlerini yalnızca defansif olarak değil ofansif olarak da muhafaza etmeleri, eylemci kitlesine sorun çıkartıcıların sızmasını engellemek amacıyla eylemcilerin ilk sözü söyleyecek öz-denetimlerine yer bırakan yeni bir taktiğin başlangıcıydı. Bu riskli bir yaklaşım, zira polisin göze batmadan geride dururken eylemciler arasında yaşanan inanılmaz şiddet daha ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Bununla birlikte, polisin olaya herhangi bir müdahalesi çok daha kötü sonuçlar da doğurabilirdi. Her halükarda, müzakerelerden sonra bu taktiğin yeniden uygulanması yüksek ihtimal.

Bu kritik dönemde, Chr. Papoutsis'in [TPTG: Eski adıyla Kamu Düzeni Bakanı, veya PASOK hükümetinin neo-orwellvari dilinde verilen yeni adıyla Vatandaş Koruma Bakanı] yalnızca liderlik düzeyinde değil, kadronun bütün düzeylerinde daha yumuşak bir yönetim arzuladığı açıktı. Bu yüzden, geçtiğimiz aylardaki eylemlerde eylemcileri ve gazetecileri ciddi bir biçimde yaralayarak polisin imajını zedelediğini düşündüğü sert polisleri tayin ettirdi. Şüphesiz, dengeyi sağlamak amacıyla, deneyimli bir eski kurtu da işe alarak onu operasyon danışmanı konumuna getirdi.

Bir yılı aşkın bir süredir, bakan güvenlik güçleri içerisindeki demokrasi eksikliğinden bahsediyor ve kimi yapılara, birimlere ve kumandanlara saldırmaktan çekinmeyeceği tehditini ortaya attı. Şüphe yok ki bu kumandanları iki yıl, o dönem yapılan resmi açıklamaya göre sokakları geri gazanmak için saldırgan doktrin uygulanırken önce atayan yine aynı hükümetti.

Öğrenci Al. Grigoropoulos'un öldürülmesi polisler açısından geniş bir etki yarattı, zira toplumun devasa kesimlerinde meşruluklarını yitirdiler, yani toplumsal ve mesleki olarak marjinalleştiler. Ekonomik krizin insanları mahvettiği ve toplumsal uyumdaki çatlakların artmakta olduğu, yani geçtiğimiz onyılların en kötü dönemine denk düşen şu günlerde, Vatandaş Koruma Bakanlığı'nın mesleki öz-tasfirinin ve davranışının dönüştürülmek yönünde bir çabası var."5

Bu durumda, kimi çevik kuvvet polislerinin eylemcilere sizi savunmak için buradayız demeleri şaşırtıcı değildir!

Tüm bunlara rağmen, hem her renkten polise ve onların çeşitli yöntemlerine, hem de işçi sınıfına karşı gerçekleştirilen kapitalist saldırılara karşı mücadele sürüyor!

TPTG


1https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/sendika-p...

2https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/yunanista...

3Bkz. Yunanistan: Kitle Meclisleri Hareketi, TPTG

4Bkz. www.tapaidiatisgalarias.org/wp-content/uploads/2011/10/OPEN_LETTER.pdf ve www.tapaidiatisgalarias.org/wp-content/uploads/2011/10/OPEN_LETTER_2.pdf (TPTG'li yoldaşlar bu mektuplardan ilkini İngiltere'de kendisini özgürlükçü marksist olarak tanımlayan Aufheben isimli bir dergi çevresinin önde gelen bir üyesinin, eylemlerde kitle kontrolü üzerine akademik çalışmaları olduğu ve mesleki olarak polis güçlerine danışmanlık yaptığını öğrenmeleri üzerine, başta İngiltere'deki enternasyonalist safları uyarmak için, ikincisini ise kör bir kişisel sadakatle bu kişiyi savunma gafletinde bulunan ve Aufheben çevresinin de dahil olduğu belirli bir kesime cevap olarak kaleme aldılar. - EKA)

5Yunan Polisi: Yeni doktrin yumuşak-yumuşak, Eleftherotypia, 13/11/2011

Tags: 

Sendika-Parlamento-Stalinist Parti : Yunanistan'da Kapitalist Devletin Şeytan Üçgeni

Yunanistan'da Neler Oldu?

Geçtiğimiz haftalarda, Stalinizm belası gündeme bir kez daha geldi. Bu metnin yazıldığı sırada manşetler Yunanistan başbakanı Yorgo Papandreu ile ana muhalefet lideri Andonis Samaras'ın ülkeyi erken seçime götürecek bir koalisyon hükümeti üzerinde anlaştığını yazmaktaydı. Birçok Avrupa ülkesi gibi ağır bir borç bataklığında debelenen Yunanistan kapitalizmi çözümü bu yolla arayadursun, geçtiğimiz ay bu ülkede yaşananlar adeta işçi sınıfının ajandasına bir not olarak düşülmesi gereken, değerli ve ders verici öneme sahip olayları da içerisinde barındırıyorlar.

Bu ibretlik olaylar Yunanistan'da 19 ile 20 Ekim tarihlerinde düzenlenen 48 saatlik bir genel grev sıradasında gerçekleştiler. Grevin çıkış noktası Yunanistan'da yaşanan borç krizi üzerinden gündeme gelen olası kemer sıkma politikalarıydı. İşçiler bu konuda bugüne kadar saldırılara iş bırakmalar ve sokak eylemlilikleri ile karşı koymaya çalışmışlardı.

Söz konusu iki günlük grevin örgütleyicileri ise 1918'de kurulan ve en büyük işçi kitlesini içerisinde barındıran GSEE (Genel Yunan İşçi Konfederasyonu) ile 280 bin üyeli ADEDY (Kamu Çalışanları Konfederasyonu) adlı “temel” Yunan sendikalarıydı. 1 milyonun üzerinde kişinin artık eylemlerin sembol mekanı olan Syntigma Meydanı'na yürüdüğü eylemler sırasında aynı zamanda sermayenin yaklaşık 10.000 kolluk gücü de yerini almıştı. “Ayaklanma polisi” tarafından Atina sokaklarında eylemcilere karşı zaman zaman saldırılar düzenlendi.

Bütün bu yaşananlar sırasında, KKE yani Yunanistan Komünist Partisi ve onun bir alt örgütü olan PAME (Tüm İşçilerin Militan Cephesi) adlı sendika, Syntigma Meydanı'nda bulunuyorlardı. Ancak ortaya çıkan görüntüler ilginçti. Ellerinde, bayraklarla adeta gizlenilmeye çalışılmış kalın sopalarıyla KKE'li Stalinistler, parlamento önünde barikat kurarak meclise yürümek isteyen eylemcileri engelliyor ve geçmek isteyenlerden KKE ya da PAME'ye ait üye kimlik kartlarını göstermelerini talep ediyorlardı. İşçiler içerisinde polislik görevi üstlenen bu “siyasi haydutlar”ın gerekçesi ise yüzleri maskeli olan ve çoğunluğunu anarşist/anti-otoriterlerin oluşturduğu unsurların bulunduğu gruplar içerisinde sivil polislerin olabileceği iddiası idi.

Sözü olay yerinde bulunanlara bırakalım: “Sonra, anti-otoriterlerin blokları ve Anarşistlerin Sosyal Kendi Kaderini Tayin Meclisi geldiler. Eylemciler parlamentoya ulaşmaya çalıştılar ve çatışmalar patlak verdi. Anarşist bir blok Stalinist saflara saldırdı. Syntagma'daki Büyük Britanya Oteli önünde kapıştılar. Polis göz yaşartıcı bombalar attı. Çatışmalar çok sertti; doğrudan kitlenin üzerine fişekler atıldı. Syntagma'da yüzlece anarşist ve Stalinist arasında topyekün çatışmalar gerçekleşti; taşlar, şişeler ve fişekler atıldı. Eylemciler parlamentoya ulaşmak için PAME saflarını delmeye çalıştılar. Komünistler karşı-saldırıya giriştiler ve kara blokta olmayanlar dahil pek çok eylemciyi dövdüler. Hatta bazı gençleri “tutukladılar” ve polise teslim ettiler. Devletle işbirlikleri ortadaydı.1

Bir taraftan da gündemi Stalinistler ile onlar tarafından “anarko-faşist” olarak isimlendirilen anarşistler arasında çıkan çatışma bir nebze de olsa değiştirdi. Stalinistler tarafından olayın ifadesi, bu çatışma sırasında PAME (ve muhtemelen de KKE) üyesi Dmitiris Kotzaridis adlı bir işçinin anarşistlerin attığı molotoflar yüzünden hayatını kaybettiği yönündeydi.2

Ardından gelen bilgiler ise, hastane tarafından verilen raporda, sendikanın üyesi işçinin polisin attığı gaz bombalarından çıkan yoğun gaza maruz kaldığı için solunum yetersizliğinden hayatını kaybettiği biçimindeydi.3 Burada KKE tarafından açıkça bir aldatmaca gerçekleştirilmiş, KKE bu dezenformasyon ile kendisini mağdur gösterip eylemin ilerleyen anlarında sahneye koyacakları saldırıların ön zeminini oluşturmuştu.

Ardından internet portallarına düşen bir haber ilk olarak Stalinistlerin bulunduğu yere anarşistler tarafından bir molotof kokteylinin atıldığını ve meclis önünde nöbet tutan PAME üyeleri ve KKE'nin gençlik kolu KNE mensuplarının parlamento önüne gelen kitlenin üzerine artık klasikleşmiş ve bayrak görünümü verilmiş sopalarıyla ve başlarına geçirdikleri kasklarıyla saldırdıklarını öğrenecektik.4 Ayrıca saldırıdan sonra Stalinistler tarafından şiddete maruz kalan “şüpheliler”i gözaltına almak için KKE'lilerin arasına gelen üniformalı kolluk güçleri yine aynı kitle tarafından alkışlarla(!) karşılanacaklardı.

Bütün bunların yanısıra sorunun aynı zamanda sendikalara dair bir mesele olduğu fikrini de taşıyoruz. İşin özünü de bu nedenle devlet-stalinist parti-sendika üçgeninde değerlendiriyor ve bu olaylara ancak bağımlı bir değişken olarak da anarşistleri ya da anti-otoriterleri ekliyoruz. Yaşanan olayların panoromasının devrimci enternasyonalist bir sınıf çizgisinden aktarmaya çalışmak gerektiği kanısındayız. Bunun aksi ya da farklı bir içerik teşkil eden bütün değerlendirme ve analizlerin olaylara açıklama getirmek için yetersiz kalacağını düşünüyoruz. Okuyucularımıza olayların akışını fotoğraflarıyla takip edebilecekleri faydalı bir tartışma kaynağına bir tartışma sitesinden ulaşabileceklerini belirtmek istiyoruz.5 Bununla birlikte, yaşanan bu olayların ve arkasındaki mekanizmanın temeline ancak KKE'nin bu tür manevralarla alt metinde ne ifade etmek istediğini tanımlayarak, “işin köküne inerek” ulaşabiliriz.

Konunun Stalinist Parti üzerinden şekillenen pratiği bu şekilde karşımıza çıkıyor. Bu noktada buram buram Stalinizm ve karşı-devrim kokan bu parti bütün bunları yaparken aslında “ne yapmış oldu?” diye sormak ve bunun cevabını vermeye çalışmak lazım:

1 - Mücadeleyi parça parça ettiler. Eylemlilikleri “A hareketinin” ya da “B grubunun” öznelliğine indirgeyerek aslında burjuva bir nitelik taşıdığını iddia ettiler.

2 - Çünkü zaten kendileri de genellikle kitleden ayrı eylemler düzenlemekteler. (Bu sizlere birilerini hatırlatmıyor mu?)

3 – Aslında olumlu yönde evrilme potansiyeli taşıyan bir hareketi6, Yunanistan işçi sınıfının burjuvazi tarafından maruz kaldığı saldırılara karşı henüz tam olarak randımanı yeterli olamasa da ortaya koymaya çalıştığı mücadele azmini daha başından kırmaya yeltendiler. Kendi güdümlerindekideki sendikayı meşru kılmaya çalıştılar.

4 – Kendilerini ister muhafazakar, ister liberal, isterse de “komünist” olarak adlandırsın, burjuvazinin şu ya da bu kliğini temsil eden partilerin eylemlerinin işçi sınıfı hareketinin kendisini topyekün temsil edemeyecek olması gerçeğini gözler önüne serdiler.7

5 – Sendikaları sözde “komünist” partilerinin birer aracı olarak değerlendirmek isteyen anlayışın (komünistlerin karşı çıkması gereken bir anlayış) ürünü olan PAME'nin, diğer sendikalar gibi sermayenin fabrikadaki polisliğini yaptıklarını ifşa ettiler.

6 – KKE de kendi güdümündeki bir sendika olan PAME aracılığıyla kendi karşı- devrimci pratikleri için bir kez daha rant elde etmiş oldu, zira meclisteki partilerin en aşırı sağcısı olan LAOS dahil bütün partiler KKE'nin meclisi korurken ortaya koyduğu “kahramanca” tutumunu tebrik ettiler.8 Ayrıca durduğu siyasi eksen itibariyle burjuvazinin politika yapma biçimini, yani kitlelerin temsilcisiymişçesine sendika aracılığıyla ilgili işkolu ya da meslekteki işçilerin sözcüsüymüş gibi konuşma hakkını bir kez daha kullandı. Böylece Stalinist Parti, kontrolündeki sendika aracılığıyla, başka bir yerden ifadesiyle, bir volan kayışıyla hem partiye nicelik sağladı, hem de işçiler üzerinde bu sendika aracılığıyla siyasi hegemonya kurmaya teşebbüs etti.

Sendika

Bu noktada, sendikaların genel işlevini daha derinlikli bir biçimde ele almamız gerekli. Burjuvanin araçlarından birisi olarak derdi sadece emeğin rasyonalizasyonu ve sermayenin birikimini daha da aşırılaştırmasının bir aracı olan, her defasında sınıf mücadelesinin önünde bir blok olarak durduğunun türlü ifadelerini gözler önüne seren sendikaların işlevi, genel grevler ile sınıfın bünyesinde biriktirdiği öfke ve sınıf kinini boşaltmak, “gaz boşaltmak”tır. “Dünün işçi örgütleri, bugün sermayenin araçları” olan sendikaların ya da sendikal “mücadelenin” derdi, işçi sınıfının kurtuluşu değil, sınıfın mücadelesini sektör, yerellik, vb. kriterler üzerinden bölerek devlet kapitalizmi ve sermayeye hizmet etmektir.

Sendikalar proleter karakterini kaybettiği için, "işçi sınıfı tarafından yeniden ele geçirilemezler" veya devrimciler için bir faaliyet alanı olamazlar. Son elli yılda işçi sınıfının, burjuva devletinin önemli bir parçası haline gelen sendikaların etkinliklerine olan ilgisi azaldıkça azalmıştır. İşçilerin, yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesine direniş amaçlı mücadeleleri ise, sendikanın dışında ve sendikaya karşı örgütlenen izinsiz grev biçimini alma eğilimindedir. Mücadelenin genelleşmesiyle işçilerin oluşturduğu kitle toplantıları sırasında seçilen delegelerin kurduğu komiteler tarafından düzenlenen bu grevler, daha ilk anda devletle ve devletin fabrikadaki temsilcisi sendikalarla karşı karşıya kalmaktadırlar.9

Sendikaların bu işlevinin tarihte başka bir örneğini çok uzaklara gitmeden, sadece geçen sene yaşananlardan hatırlayabiliriz. Fransa'da geçtiğimiz yıl gerçekleşen “Emeklilik Maaşları Reformu” karşıtı gösteriler sırasında çeşitli meslek ve sektörlerden işçilerin oluşturdukları bir kitle meclisinin AG InterPro imzası ile yayınlanan bir bildirisinde sendikaların bu pratikler sırasında neler yapabileceğini de gösteriyor:

Fakat Intersyndicale (ulusal ve yerel ölçekteki sendikaların birleşik komitesi, açıklama çevirene ait), grevin yayılmasına karşı savaşarak bizi kasten yenilgiye sürükledi:
- Meslekler ve branşlar arasındaki engelleri işçileri birleştirmek amacıyla kaldırmak yerine, her bir işyerindeki kitle toplantılarını diğer işçilere kapalı tuttu.
- "Ekonomiyi bloke etmek" amacıyla spekülatif eylemler yaptı ama diğer işçileri mücadeleye katabilecek grev gözcüleri ya da uçan grev gözcüleri (grev yapan işyerinden diğer işyerlerine işçileri grevden haberdar etmek ve greve katılmak için çağrı yapmak üzere giden grev gözcüsü) örgütlemek için hiçbir şey yapmadı- ki bu işçilerin ve geçici, sözleşmeli işçilerin yapmaya çalıştığı şeydi.
- Arkamızdan iş çevirerek, kapalı kapılar ardında kabine bakanlarıyla yenilgimizi müzakere ettiler.
10

Sendikaların varoluş sebebi Fransa'da geçtiğimiz yıl işçi sınıfının yaşadığı deneyimde olduğu gibi, sınıfın kimi kesimlerinin kendi kararlarını kendileri alıp uyguladıkları sektör, işkolu, işyeri, ve benzeri kriterleri gözetmeksizin biraraya geldiklerinde işçiler adına konuşmaya çalışmaktır. Karar almaya yeltenmek, kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilen sahte seçim ve oylamalar ile esas olarak sınıf mücadelesinin içerisinde devletin ajanlığını yaparken, bir yandan da burjuva karakterinin bir yansıması olarak karşı-devrimci pratikler sergilemektir. Türkiye'deki bir sendikalar da aynı devlet aygıtı karakterini taşımaktadırlar. Böylesi bir sendika toplantısında konuşan bir bakanın kolaylıkla şu sözleri sarfedebilmesi ve işyeri temsilcisi sendikacıların bulunduğu salondan hiçbir itiraz gelmemesi bu tespite dair bu küçük alıntıyı yapmamızı gerekli kılıyor:

Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz.11

Parlamento

Bütün bunların ifadesi, aslında sosyal bir devrim derdi bulunmayan karşı-devrimci bir Stalinist partinin eylemler sırasında polisin görevini işçiler içerisinde ve onlara karşı konumlanarak yerine getirmesidir. Nasıl bir “devrimcilik” ya da “komünistlik” ki bunlarınki, burjuva siyasi aygıtının bir ifadesi olan parlamento önünde nöbet tutarak onu koruyorlar? Hangi “devrimci”, hangi “komünist” burjuvanın “domuz ahırları”nın bekçi köpekliğini yapar? Bu noktada, bütün ülkelerdeki Stalinist partilerin karşı-devrimci ve devletten yana tutum alan pratiklerinin proletarya nezdinde oluşturabileceği kafa karışıklığına işaret edilmesini de gerektiriyor. Sözde “komünistler” parlamentoları, burjuvazinin sözcülerinin çıkarlarının hassas dengesiyle kendi orta-oyunlarını sergiledikleri burjuva meclislerini korurlarken, gerçek komünistlerin parlamentolara bakışı nedir?

Kapitalist sistemin çöküş dönemine girmesiyle parlamento reformların bir aracı olmaktan çıktı. Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nde söylendiği gibi: "Siyasi hayatın ağırlık merkezi sonunda parlamentonun sınırlarının tamamen ötesine çıktı". Parlamentonun oynayabileceği tek rol, onu hayatta tutan tek şeydi: Bir aldatmaca aracı olarak sahiplendiği rol. Böylece proleteryanın parlamentoyu kullanma ihtimali yok oldu. Sınıf, gerçek siyasi işlevini yitirmiş bir kurumu kullanarak imkansız reformlar elde edemez. Proleterya, temel görevi burjuva devletini, parlamentoyu ve meclisi yok etmek olduğu bir zamanda, genel oy hakkı ve burjuva toplumunun diğer izleri üzerine kendi diktatörlüğünü kurmak yerine parlamenter kurumlara ve seçimlere katılıyorsa, ölüm döşeğindeki parlamento ve meclise canlı bir görünüş armağan ediyor demektir.12

Komünistler neden parlamentolara karşıdır? Çünkü seçimler ile aynı düzlemin bir konusu olarak burjuva meclisler bugün:

a) Yıkılması gereken organlardır ve bu seçim aldatmacasının da reddini de gerektirirler.

b) “Demokrasi” yalanının proletarya nezdinde yarattığı kafa karışıklığından hareketle, bu gibi burjuva kurumlarda “demokratik” seçimleri takiben, sınıfımızın çıkarlarının temsil edildiği yanılgısını yaratırlar.

Bordiga'nın söylediği gibi:Parlamentolarda ve diğer demokratik organlarda vücut bulan tartışmaların gerçek niteliği, karşıt partilerin bir eleştirisinin ötesine geçip parlamentarizm ilkesine karşı propaganda yapma, parlamenter yapının sınırlarını aşan eylemler yapma olanağını dışlar. Tam da bu yüzden, seçim sürecinin bütün formalitelerine uymayı reddederek konuşma hakkı sağlayan bir temsiliyet elde etmek imkânsızdır. Parlamenter mücadele içerisinde başarı ancak bu kurumun üzerinde durduğu ilkeleri herkesin kullanabileceği bir silahı kullanabilme yeteneğiyle ve yasalardaki inceliklerden faydalanma yoluyla elde edilebilebilir. Nitekim seçim kampanyalarında elde edilebilecek başarının ölçüsü de giderek elde edilen oylar ve sandalyeler haline gelecektir. Komünist Partilerin parlamentarist pratiğe tamamen farklı bir nitelik kazandırma yönündeki bütün çabaları da basitçe bu pösteki sayma çabasına kurban edilecek olan enerjinin iflasına götürecektir. Komünist devrim davası ise tek cümleyle kapitalist sömürü düzenine karşı doğrudan eylemi gerektirir.13

c) Kapitalizmin çöküş aşamasında, hiçbir şekilde işçi sınıfının çıkarlarını temsil edemezler.

Yine Bordiga'nın dediği gibi:Komünistler işçi sınıfının her hangi bir parlamenter çoğunluk elde etme yoluyla iktidarı alabilme olasılığının asla olmadığını savunurlar. İşçi sınıfını iktidar hedefine ancak silahlı devrimci mücadele taşıyabilir. Komünist iktisadi yapılanmanın başlangıç noktasını oluşturan iktidarın proletarya tarafından fethi, demokratik organların şiddetli ve dikkatli yıkımına ve onların yerine proleter iktidar organlarının yani işçi konseylerinin konmasına götürür. Bu yolla sömürücü sınıfın bütün politik hakları ellerinden alınır ve sınıfsal temsile dayanan bir hükümet sistemi olan proletarya diktatörlüğü kurulmuş olur. Parlamentarizmin yıkımı bu anlamda komünist hareketin tarihsel bir hedefidir. Dahası, burjuva toplumunun, kapitalist mülkiyetten bile önce ilk yıkılması gereken formu tam da temsili demokrasidir.14

Stalinist Parti

Bütün bunların yanısıra, Stalinizmin derdinin ne olduğunu bizzat KKE'nin programından elde edebiliriz. Karşı-devrimin on yıllardır işçi sınıfının mücadelesini baltalayan ve yeni kan göllerinin akmasının yolunu açan neferleri olarak sözde “komünist” ve “sosyalist” partilerin ya da “işçi” partilerinin geldiğimiz noktada devrime karşı konumlanan tutumları ve bunların pratikteki yansımaları ortadadır. Bunlar, aslında bizlere bu tür yapılanmaların burjuva devlet aygıtını alaşağı etmek ve işçi sınıfının genelleşmiş mücadelesinin küresel ifadesi olan bir dünya komünist devrimini amaçlamak yerine, sadece bu aygıtın kimin (yani burjuvazinin bir kanadının) elinden hangi yektenin (veya burjuvazinin bir başka kanadının) eline geçip geçmeyeceğinin “kavgasının” temelinde olduğunu gösteriyor. Bu da bahsi geçen partilerin aslında hangi burjuva temelde olduklarını göstermiş oluyor. Programları: Seçimler yolu ile bir kitle hareketinin oluşturulması hülyası, parlamenter sirke katılma hayalleri ve “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisinin karşı-devrimci doğası!

Peki komünist sol bunları reddederken, meclisleri burjuva devlet aygıtının kendisini meşru kılmanın birer aracı olarak görüyorken, Stalinist “komünist” partiler hangi kaynaktan besleniyorlar? Programında KKE kendisini “yurtsever ve Yunan toplumunun ulusal, demokratik ve devrimci geleneklerinin mirasçısı15 olarak ifade ediyor, bir taraftan da “SSCB'nin, Avrupa'daki sosyalist sistemlerin (?!) ve diğer sosyalist ülkelerin bütünüyle savunulmasını16 kendisine amaç ediniyor ve “ekonominin sosyalist planlamasını” önüne yüce (!) bir hedef olarak koyuyor. Böylesi bir burjuva aygıtının programından ancak ve ancak Komünist Enternasyonal'in 2. kongresindeki parlamentarizm tartışmalarının ışığında bir sonuç çıkartabiliriz. Yani aslında “devrimci” parlamentarizmin mümkünlüğü yanılgısının karikatür bir hali olarak yine kendisini yani KKE'yi buradan su yüzüne çıkartabiliriz.

Geçtiğimiz birkaç aya da damgasını vuran ve Yunanistan proletaryası için yeni deneyimlerin bir başlangıcını temsil eden protestolar sırasında Syntigma Meydanı'nda ortaya çıkan kitle meclislerindeki tartışmalar esnasında kendisine SYRIZA (Radikal Sol Koalisyonu) diyen yapının, genelde yurtsever, anti-faşist, anti-emperyalist bileşenlerden oluşan Gerçek Demokrasi grubunun ve diğerlerinin tutumları da aslında birçok şeyin de ifadesini daha o zamandan ipuçlarıyla veriyordu.

Ayrıca bütün bunlar için yine çok da geriye gitmeden, kısa bir süre önce TPTG'li yoldaşlardan tarafımıza gönderilen ve sitemizden yayınladığımız “Yunanistan : Kitle Meclisleri Hareketi” başlıklı metinden yapacağımız alıntılar ile buradaki görünümü daha da netleştirebiliriz:

Bu mecliste yer alan solcular, faaliyetleri 'çalışma hakkı', 'herkese tam, düzgün, istrikrarlı iş' gibi solcu siyasi sloganlarla sınırlı tutmaya çalıştılar ve (eğer edinmişlerse) mücadele deneyimlerini paylaşmaya veya kollektif doğrudan eylemlere girişmeye yanaşmadılar.17

Bütün bunları ifadelendirirken aslında sermayenin solundan başka birşeyi nitelemeyen sahte “komünist”lerin, “sosyalist”lerin veya solcuların tuttukları devlet yanlısı konumların kendisinin neyi ifade ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz: Ortada bir sorun mu var, onu ancak sosyalizm çözer! Ama nasıl? Ekonominin sosyalist tarzda örgütlenmesi! Ortada ne bir topyekün dönüşüm, ne de ücretli emeğin yıkımı var; ortada olan sadece burjuva devlet aygıtının bir burjuva kanattan, bir diğer burjuva kanadın eline geçmesinin amaçlanması. Peki ya ondan sonrası? Tabii ki yoksulluk, ağır çalışma ve baskı koşulları, işçi sınıfına reva görülen yeni bir pranga olarak yeni model bir kapitalizm sureti.

Burjuvazinin çeşitli kesimlerini "sosyalizm", "demokrasi", "anti-faşizm", "ulusal bağımsızlık", "birleşik cephe" veya "kötünün iyisi" adına "şartlı" veya "eleştirel" olarak bile olsa destekleyen; politikalarını burjuvazinin seçim oyununa, sendikaların işçi sınıfı karşıtı faaliyetlerine veya öz-yönetim yanılgısına dayandıran bütün partiler ve örgütler sermayenin ajanlarıdır. Bu, özellikle sosyalist ve komünist etikete sahip partiler için geçerlidir.18

Devletin Stalinist karşı-devrimcilerinin ve sendikalarının, devletin meclisi ile elele yürüdükleri bu işçi sınıfı karşıtı yolu lanetliyoruz. Öte yandan Yunanistan'daki eylemlilikler sırasında kimi irili ufaklı anarşist grupların savruldukları, bireysel-terörizme yaslanan romantik-maceracı pratiklerini de eleştirmek ve sınıf mücadelesinin dışında varolmaya yönelik tepkisel konumlanışlarını da günyüzüne çıkartmak durumundayız. Proletaryanın mücadelesinde bu gibi bir küçük ayrıntıyı ve yeni bir dünya için doğru yerden yanlış biçimde yapılan küçük burjuva pratikleri es geçemez ve eleştirmeden halı altına süpüremeyiz.

Çünkü molotoflar ile gelecek olan bir özgürlüğün yerine sınıfın devrimci şiddeti ve örgütlülüğünü koymamak netice itibariyle hüsrana yol açmasından da öte yaşanan onca deneyim ve pratiğin ardından bir soğuk su içilmesine neden olacaktır. Bizlere göre bireysel-terörizmin yerine proleter eylemi koymak yegane belirleyici etmendir.

Terörizm hiçbir şekilde işçi sınıfı mücadelesinin bir yöntemi olamaz. Eğer kapitalist devletler arasındaki daimi savaşın bir ifadesi değilse geleceği olmayan bir toplumsal katmanın ve küçük-burjuvazinin çürümesinin bir ifadesi olan terörizm, her zaman burjuvazinin kendi amaçları doğrultusunda kullanması için uygun bir zemin olmuştur. Küçük azınlıkların gizli faaliyetlerini savunmak, proleteryanın bilinçli ve organize kitle faaliyetlerinden doğan sınıfsal şiddeti savunmanın tamamen karşıtıdır.19

Otoriter, baskıcı ve hiyerarşik bir kurum olarak devletin yıkılmasını ana hedef biçiminde önüne koyan ve enternasyonalist bir perspektifle işçi sınıfını temel alan bir bakış inşa edememiş; seçimlerle, sendikalarla ve parlamentolarla hesaplaşamamış, merkezileşmiş örgütsel biçimi reddederken marksizmi otoriter olmakla itham edip her daim birer kapalı arkadaş grubu olarak kalmaya mahkum olan bu türden anarşistleri de resmi anarşistler ya da düzen içi anarşistler olarak adlandırıyor ve onları burjuva solu ve siyasetinin bir parçası olarak gördüğümüzü ifade etmemiz gerekiyor.

Sonuç

Yazmızı bitirmeden, Yunanistan'da yaşanan bütün bu gelişmelerin bir de Türkiye solu üzerindeki yansımalarına bakacak olursak, durumun vahim hali acı bir şekilde önümüze dikiliyor. Kimi solcu yapılar konuyu geçiştirirken, bazıları sadece “tarafsız” bir şekilde olayları haber ajansı janrına uygun aktarmayı uygun görmekle yetiniyordu. Bunlar arasında başı çekenler Birgün20, Kızıl Bayrak21, Atılım22 ve Alınteri23 olarak göze çarpıyor. Kimi solcular ise açıkça KKE'nin karşı-devrimci eylemlerinin avukatlığına soyunmuş durumda. Bu yapıların en öne çıkan örneği, Türkiye “Komünist” Partisi denilen yapı ve bu yapının haber organı soL24. Durdukları yerin karşı-devrimci ve çürümeye yüz tutmuş konumunu ifşa eden Türkiye solunun bu hareketlerinin düştükleri acziyete diyecek pek de bir şey bulamıyoruz.

Sonuç olarak, Yunanistan'da sürmekte olan kitle hareketlerine yönelik devrimci ve enternasyonalist bir çözümün ana rotasının yine sınıfın kendi mücadelesini kendi ellerine almasının bir ifadesi olan kitle meclisleri ve/veya toplantıları ile bir aşama kaydedebileceği fikrini taşıyoruz. Grevlerin ne sendikalar, ne de kendilerini “komünist”, “sosyalist” ya da solcu diye isimlendiren burjuva sol partiler ve onların kılı kırk yaran plan ve projeleriyle zafere ulaşabileceği ortadadır. Zafere ancak bizzat yine Yunanistan proletaryasının dünya işçi sınıfının geçmiş deneyimleri ile çıkarttıkları komünist perspektifinin ana hatları üzerinde ilerleyecek dünya ölçeğinde devrimci bir kalkışma ile nihai olarak ulaşılabileceğini düşünüyoruz.

Bunçuk

 


 

 

6Burada ifade etmek istediğimiz şey, Yunanistan'da bir süredir gündemde olan kriz, ödenemeyen borçlar, AB'nin baskısı ve buna yönelik atılacak olan adımların proletaryanın kendisine birer kemer sıkma atağı olarak şekillenmesi ve iptal edilen referandum ile yeni koalisyon hükümeti konularının ışığında, proleter kitlelerin kapitalizmin bu saldırılarına karşı kimi zaman kitle meclislerini kurarak kendi eylemliliklerinin kaderinin yine kendi ellerine almak istemelerinin taşıdığı potansiyele vurguda bulunmaktır.

7Çünkü işçi sınıfı özellikle de üretim sürecinde tuttuğu ve tek devrimci sınıf olmasından gelen doğası nedeniyle, bilinç durumu ne olursa doğal olarak olsun bütün burjuva kurum ve kuruluşlarına karşıt konumda bulunur. Çünkü birisi sömürülen bir sınıf olarak proletaryayı, diğeri ise bu sömürü haddi üzerinden sermaye birikimini azgınlaştıran asalak bir sınıf olarak burjuvaziyi temsil etmektedir.

9EKA Platformu, Madde 7; https://tr.internationalism.org/platform/chap07

13Amadeo Bordiga, Parlamenterizm Üzerine Tezler, 1920. https://tr.internationalism.org/duenya-devrimi-2000s/duenya-devrimi-2009...

14Amadeo Bordiga, Parlamenterizm Üzerine Tezler, 1920. https://tr.internationalism.org/duenya-devrimi-2000s/duenya-devrimi-2009...

 

Tags: 

Van Depremi ve Burjuvazinin Fırsatçılığı-Çürümüşlüğü

Van depremi üzerine yazmayı belli açılardan bir sorumluluk olarak görüyoruz. Bunun bir çok sebebi olsa da, en başta depremin kapitalizmin çürümekte oluşunu bir kez daha ortaya koyması ve beraberinde onun nasıl aç gözlü fırsatçı olduğu gerçeğini ortaya çıkarması geliyor. Başka bir olgu ise işçi sınıfı içinde yayılmaya çalışılan milliyetçilik ve bu milliyetçi durumun her iki ulusun işçileri üzerinde yarattığı sınıfsal yabancılaşma. Van depremi üzerinden ise bu yabancılaşma üzerine inşa edilen milliyetçi histeriler.

Deprem bildiğimiz gibi çarpık ve plansız kentleşme, doğal olayları bir afete ya da yıkıma çeviren kentleşme ve alt yapı gibi bir çok neden sıralayabiliriz. Şüphesiz bunların temelinde ise daha fazla kar güdüsü, yani kapitalizme özgü sorunlar yatmakta. Örnek olarak da yıkılan binaların uygun malzemeyle yapılmadığı ifade edilmekte. Bunlara bakarak deprem değil kapitalizm öldürür vb. gibi belli ezber cümleler de kurabiliriz. Aslında kısmen bunu burjuva medya da söylüyor fakat bir farkla: Onlar eksik malzeme, denetim eksikliği gibi nedenleri belirtseler de, bunların kapitalizm koşullarında aşılabileceğinin propagandasını yapıyorlar. Fakat aslında kapitalizmin çürüdüğünü tam da burada yani bu sorunlara çözüm bulunup bulunamayacağı noktasında görebiliyoruz. Evet, burjuvalar bu sorunu çözebilirler fakat tek bir yolu var o da bunun onlar için kar ifade etmesi.

Biraz bu depremin yarattığı sorunların çözümünün nasıl karlı hale geleceğini açalım. İlk önce kapitalizmin fırsatçılığının Van depreminde nasıl depreştiğini görelim. Depreşmenin büyük kentlerdeki değerli arazilerin üzerindeki binaların yıkılarak kentsel dönüşüme sokulması amacıyla yaşandığını söyleyebiliriz. Özellikle İstanbul bu projenin merkezinde duruyor. Yıllardır konuşulan ve beklenen bir İstanbul depremi söz konusuydu. Bu depremden en az zararla çıkma propagandası ile deprem riski taşıyan bölgelerin kentsel dönüşüme tabi tutulması hedeflenmekteydi. Ama dikkat çekci olan, riskli olan bölgelerin şehrin merkezinde kalan gecekondu bölgeleri olması. Bu arazilerin üzerine kurulacak iş merkezleri ve konutların yüksek kar getirecek olması, yaşananların arka planını gözler önüne seriyor. Van depreminin ardından Başbakan deprem karşısında yaşadığı sahte samimiyetiyle ve tüm iğretiliğiyle ellerini ovuşturarak depreme uygun olmayan binaların yıkılacağını açıkladı. Çıkarılacak yasada, bina sahibi gönüllü olamasa bile zorla kamulaştırılacağını, bunu da o konutlarda oturanları düşündükleri için yapacaklarını yine aynı sahtelikle açıklıyordu Başbakan. Kentsel dönüşüm için bir fırsat yaratan Van deremi hemen değerlendirildi ve daha fazla insanın ölmemesi propagandası üzerinden inşaat sektörüne yeni pazar yaratılacağının sinyali verilmiş oldu. Kapitalizmde eğer karlı ise herşeyin bir fırsat olabileceğini bir kez daha gördük; bu yeryüzünün en yokedici doğal olayı olsa bile.

Depremle ortaya çıkan kentleşme sorunları, binaların depreme uygun olmayışı ve bu yapıların Türkiye'de milyonlarla ifade ediliyor olması inşaat sektörü açısından önemli bir potansiyeli ifade ediyor. Kriz içinde olan kapitalist ekonomi inşaat sektöründe açılacak olan bu pazarla bir canlılık kazanacak. Bir de bunun reel piyasadaki karşılığı söz konusu. Bu da özellikle sermayesini ve karını gerçekleştirmek isteyen sermaye için önemli bir olanak anlamına geliyor. Sürekli değer kaybeden sermaye büyümek için reel ilerleme katetmek zorunda. İnşaat sektörü bu anlamda temel pazar alanlarından birisi. Aynı zamanda işçilerinin bir kısmının yeniden borçlandırılması anlamına gelen bu dönüşüm süreci, yine burjuvazi için işçinin yaratacağı değerin büyük kısmına el koyacağı anlamına geliyor. Bir taraftan verirken, diğer taraftan evini yıkıp yeniden ona satarak, geri alacak. Kapitalist ekonominin çürümekte olduğu ve her türlü kar alanına azgınca saldırarak ayakta kalmaya çalıştığını görüyoruz. Deprem gibi bir yıkımı, kar alanı olarak görmeleri bu anlamda başka bir söze sanıyoruz ki yer bırakmıyor. Bu durum onun çözümsüzlüğünü ve aslında depremden daha yok edici olduğunu gösteriyor.

Van depreminin ortaya çıkarmış olduğu diğer bir sorun ise milliyetçilik meselesi. Depremden önce yaşanan emperyalist savaşın ve çatışmaların yarattığı milliyetçi atmosfer Van depremine de yansıdı. Milliyetçilik, işçileri gerçek kimliklerinden uzaklaştırarak onları burjuva politikaların etkisine sokulması için kapitalizmin tarihi boyunca kullanıldı ve hala kullanılıyor. Burjuvazi milliyetçiliği o kadar vahşice kullanıyor ki; Van depreminde bunun yansımalarını tüyler ürpertici biçimde yaşadık. Televizyon kanallarında "Her ne kadar Van'da olsa da acımız büyük" veya "Herkes haddini bilecek, yeri geldi mi taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın, sonra yardım isteyeceksin" gibi yorumların yapılması ya da satır aralarında "oh ne iyi oldu" diye fısıldanan düşünceler, milliyetçiliğin insanlık dışılığını bir kez daha gözler önüne serdi. Gönderilen yardım kolilerinin içinden taş, Türk bayrağı, sopa çıkması bu durumun en somut göstergesi. Bu durumun yardım kolilerini açan Kürt işçiler nezdinde benzer bir etki yaratması muhtemel. İnsanları bu kadar vahşileştiren sadece milliyetçilik mi acaba, yoksa ondan beslenen kapitalizm mi sorusunu sormak gerekiyor. Bu sorunun cevabını rahatlıkla yukarıda bahsettiğimiz kar güdüsüyle açıklayabiliriz. En azından sevindirici olan işçi sınfı tüm bunlara karşın dayanışma örneğini Gölcük depreminde olduğu gibi Van depreminde göstermiş olması. Tabi burjuvazi bu dayanışmayı kullanarak, dayanışma adı altında yeni vergiler koyarak işçilerin sırtına yeni yükler eklerse şaşırmamak gerekir.

Bitirmeden önce birkaç noktaya değinmeden geçmek olmaz diye düşünüyoruz. İlki yardımların dağıtımında yaşanan sorunlar, burjuva devletin büyük depremler yaşansa da ne kadar hazırlıksız olduğunu göstermiş oldu. Diğeri, 19 Ağustos depreminde koyulan vergilerin duble yol için kullanılması. Zaten bujuvaziden bu vergilerin deprem mağdurları için kullanılmasını beklemek budalalık olur diye düşünüyoruz. Yine bujuva mahkemelerin daha önceki depremler sonrasında müteahhitlere açılan davaların, Veli Göçer (bu şahıs da bir kaç yıllık tutukluluktan sonra bırakıldı, şu anda serbest) dışında tamamının çeşitli nedenlerle düşmüş olması. Buradan hareketle burjuva mehkemelerin adalet dağıtmadığını bir kez daha hatırlatabiliriz. Tüm bunlara başka örnekler de ekleyebiliriz fakat zannedersek bu kadarı yeterli.

Kapitalist sistemin kendi çıkarlarının dışında başka hiç bir şey için çaba harcamayacağını ve doğal afetler karşısında çözümsüz olduğunu Van depremiyle bir kez daha yaşadık ve yaşıyoruz. Burjuvazi bu çözümsüzlüğe, çözümsüzlük daha fazla kar ve yıkım üzerinden yaşandığı için, ancak yeni sorunlar ortaya çıkararak "çözüm" üretebilir. Bu da doğal afetlerin kapitalizm eliyle, işçi sınıfı için daha fazla yıkıma dönüştüğü anlamına gelmektedir.

Salih

Tags: