2013 - Şubat

Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm Üzerine

Bu yazı, EKA'nın Türkiye şubesi olarak yakın bir sempatizanımız ile bir süredir devam ettirdiğimiz tartışmalar ışığında kaleme alınmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu “Fikir” (“İdea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklındaki yansısından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.- Kapital, Almanca Baskıya 2. Önsöz

Engels, Marx için bir dahi olduğundan bahsediyordu ve Marx'ın bu zihin kıvraklığı Hegel fesefesini de aşarak onu ayakları üzerine oturtmanın da bir aracı haline geldi. Bir teori olarak diyalektik materyalizm, hem Hegel'in ideacı diyalektiğinin ve hem de Feuerbachçı metafizik materyalizmin bir aşılması idi. Bu da Marx'ta idealist bir mutlak ideden materyalist bir nedene, Feuerbach'ın “Yeni İdealizminden” (ya da İnsan dininden) bütün proleterlerin kurtuluş rotasında saf tutması yönüne evrilecekti.

Bir yöntem olarak vücut bulan diyalektik materyalizm bir teorik öncü de belirlemişti: bütün bilgilerin duyularla elde edildiği gerçeği. Bu mekanik bir duyu bilgisine değil, insani ve toplumsal bilginin edinilmesi sürecinin maddi bir karşılığıydı; burada devreye, teori ve pratiğin diyalektiği praksis giriyordu. Öznel idealizmin yalnızca duyumlanabilir görüngülerin bilinebilirliği (ve empirizm ile Kantçı yaklaşımların) tezi ile nesnel idealizmin duyular üstü bir gerçekliğin saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceği yaklaşımına karşılık Marx, nesnelere ait bilgiyi (duyumsal, pratik, teorik, vb.) nesnelerle girdiğimiz etkileşim ile ediniyor olduğumuzu ve bu bilginin de doğruluğunu ancak ve ancak toplumsal pratik ile doğruladığımızı, sağlamasını kurduğumuzu belirtti.

Geldiğimiz noktada kafamızı Antik Yunan dönemine çevirdiğimizde Herakleitos bize şu ipuçlarını veriyordu:

Bağlanışlar, bütünler ve bütün olmayanlar, birarada duran ve ayrı duran, birlikte söylenen ve ayrı söylenen. Her şeyden bir, birden her şey!

Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür.

Karşıt olan şeyler biraraya gelir, uzlaşmaz olanlardan en güzel uyun doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.

Burada Antik yunan filozofu için içiçe geçen durum ile olgular sözkonusuydu ve aynı nehirde hiçbir zaman yıkanamazdık...

Bir ağacın çiçeğinin meyveye dönmesi ve oradan üreme kavramı ile yüzleşmemize dikkat çeken Hegel, tez-antitez-sentez üçlemesiyle diyalektiği başka bir aşamaya taşıyordu. “Bilinç, kendi başına özgür değildir” derken tinin fenomenolojisinde arkeolojik kazılar yaptığı sırada, zorunlulukların hep birer zorunluluk olarak kalacağı ve köle ya da işçinin her zaman köle ya da işçi, efendinin ya da patronun da her zaman efendi ya da patron olarak kalacağını söylüyor, bunun ismine de “ortak tinsel topluluk bilinci” diyordu. Onun için bilincin ayrıca bir hareketlilik süreci geçirmesiyle farklılaşıp evrimleşmesi ve kölenin başka bir topluluk oluşturma ihtimali ya da efendisine karşı gelmesi sözkonusu değildi çünkü tarih onun için donmuş, kaskatı kesilmiş ve nihai mutlak son olan büyük Prusya idesine doğru ilerlemekteydi. Bu bir “herkes yerini bilecek” teorisiydi ve Hegel için filozoflar sadece yorumlayanlardı.

Filozoflar, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar;” ancak “sorun onu değiştirmektir” derken Marx bütün gerçekliği insan aklından dışarı çıkartmış ve onun bugüne kadarki boyunduruğuna bir son vermişti.

Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği gerçeği, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yanin düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma skolastik bir sorundur. (...) Koşulların değişmesi ile insanın faaliyetinin değişmesinin örtüşmesi, ancak altüst edici pratik biçiminde kavranıp, ussal olarak anlaşılabilir.- F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu

Hegel başaşağı çevrildi, maddi pratik artık düşünsel ideanın yerine geçti ve her birisini praksis harcı ile tutturuyorduk: tarihsel-toplumsal insan, toplum dini ideanın yerine, tinsel toplumun yerine geçiyordu. Marx'ta İngiliz ekonomi-politiğine Fransız ütopik sosyalistlerinin fikirleri harmanlanıyor, Alman felsefesi de yanlarına getirilerek tamamen aşılıyordu.

Diyalektiğin tarihe uyarlanması işi de bir ihtiyaçtı ve belirleyici unsur olarak bir manivela aranmalıydı. Bütün gelişim ve altüst oluşların temelinde yatan yegane sebebin üzerine gidilmesi gerekliliği Marx'ta toplumun maddi temelinin üretimi ve yeniden üretimi şeklinde teorileşti ve teori dünyevileştikçe şu üç temel üzerine oturdu: (1) üretim biçimi ve ilişkileri olarak üretim tarzı, (2) el konulan artık-değer olarak artı-değer ya da kar ve (3) toplumun toplumsaldan uzaklaşması olarak yabancılaşma.

Seçenekler ve maddelerin çoğaltılabilirliği onun günümüzü ifade ediş tarzına zarar vermiyor, aksine ekonomik krizi ile kapitalizmin bütün bu vebalı bünyesinin barındırdığı çürümüşlüğe işaret ediyor. Altyapı-Üstyapı tartışması da bunlardan bir tanesi. Bir ekonomik alan olarak altyapısal unsurlar üretim biçimi, ilişkileri ve araçları iken, daha çok onun bir yansısı niteliğindeki üstyapı ise hukuk, siyaset, din, kültür, vb. alanları kapsıyordu. İkisi de birbirine diyalektik bağlarla bağlanmış ve esasında iktisadi alanın kendisinden besleniyor ve şekilleniyordu.

Aradaki geçişler tamamen maddiydi ve önemli ölçüde birbirlerini başka bir altüst oluşla yerle bir etmişti. Topraklarını ekip ürünlerin büyük bir çoğunu beye ya da toprak sahibine veren serflerin karlılığı giderek bu beylerden alınan vergiler ile zenginleşen krallıkları ve oradan da bunların daha da mutlakiyetçileşmelerini doğuruyordu. Merkezi bir otorite etrafında güçlenen ve ordu kuran bu monarşiler barut ve topun da yardımıyla derebeylerinin kalelerini yıkmaya başladığında saklanacak yerleri kalmayan eski efendiler krala bağlandı ve serflerin artık “özgür” köleler olarak istedikleri gibi meta üretiminde kendi emeklerini satmalarının önü açıldı. Marx, bize tarihin aslında nasıl olduğunu ve olmaya devam ettiğini anlatıyordu. Kabilelerin ortak yaşantısı olarak ilkel komünal toplumu, şehir devletlerindeki aristokrasinin yükselişinin bir ifadesi olarak köleci toplumu ve aracı ekonomik unsurların yani tüccarların orta sınıf olarak nasıl yükseldiği ve kapitalizm ile sistemin çarklarını nasıl ele geçirdiğini bize ifadelendiriyordu. Ulus-devlet de bu sistem için en uygun kılıftı. Bir taraftan ülke savunması ya da dünya savaşları adı altında milyonlarca proleter cephelerde birbirlerine katlettirilecek, burjuvazi avuçlarını her ovaladığında banka hesaplarına kurşun sayısı kadar para akacak ya da ülke kalkınması adı altında işçiler günlerce işyerlerine kapatılıp aynı gemide olduğumuz yalanıyla yine aynı bankaların aynı hesaplarına aynı paralar akıtılmaya devam edecekti. Kapitalizm buna yarıyordu. Ludistlerdeki sabotaj ile grevin ataları yaratılacak, 36 İspanya'sında toprağın ve dolayısıyla rant ve sermayenin önemli bir sahibi olan kilisenin temsilcileri kurşuna dizilecek, ABD İç Savaşı'nda yeni bir üretim biçiminin önüne engel olan üretim ilişkileri aşılacaktı.

Altyapı-Üstyapı tartışmasında da tarih boyunca bu kavramlar üzerine oldukça fazla gidilmişti. Althusser burada ikisinin ayrıksılığında tarihi kuramsal bir anti-hümanizm ile tanımlıyorken Gramsci ise altyapıdan ziyade üstyapı öğelerine vurgu yapıp sivil-toplumculuğa sevgi gösterisi gösteriyordu. Her ikisi de stalinizmin çocuklarıydı ve toplumun iktisadi altyapısının değiştirilmeden üstyapı ile sistemin de değişebileceğini yani kapitalizmin yıkılabileceğini öngörüyorlardı. Stalinizm tam da bunu yaptı ve iktidarı elinde tutan sovyetlerden geri aldı, dünya devriminin mümkün olduğu ancak bir şans olarak beklendiği koşullarda ekonomik altyapı olduğu gibi kalıyorken eski çarlığın yerine bir başka siyasi erk gelmiş ve en az kapitalizmdeki kadar sömürülen işçiler yaratmıştı. Gramsci ise sivil-toplumdan, organik aydınlardan ve örgütlenecek işçilerden bahsederken aklımıza günümüzdeki burjuva solunu getiriyor ve halkçılıktan, uvyerizme kadar uzanan yelpazede burjuva politikalarını gözler önüne seriyordu. Bu da burjuva demokrasisini besliyor, ancak sistem aynı kalıyordu.

Bunu rehber edinen özel bir kitap üzerine de eğilebiliriz. Geçmişinde burjuva bir köşe yazarı olan ancak Marxist olmasından sonra SPD önderliğinin 1. Dünya Savaşı sırasındaki savaş yanlısı karşı-devrimci tutumu nedeniyle Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve Joniches ile aynı enternasyonalist safta yer alan Franz Mehring'in “Tarihsel Maddecilik Üzerine” adlı çalışması tam da böyle bir eser. Mehring burada, “insanın tarih öncesinin” (Marx) sona erişinden; bunun ardından, “insanlar, kendi tarihlerini tümüyle bilinçli biçimde yapacak ve insanın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışı”nın (Engels) kendisini anlatıyor. Altyapı ve Üstyapı kavramlarına da değinerek aralarındaki ilişkinin diyalektik yapısına, üretim ilişki ve biçimlerinin sadece bir ürünü olarak siyasetten bahsediyor. Siyasi iktidarı ele alsak da ekonomik temelin aynı kalması halinde bile yine bizim kapitalizmden bahsediyor olacağımızı hatırlatıyor. Üretim biçimlerinin toplum yaşantısına etkilerinden sözü açarken, Koryaklar örneğinden ve keşiflerin büyük altüst oluşlar yarattıkları tezine karşılık büyük altüst oluşların coğrafi keşifleri tetiklediğinden bahsediyor. Dinin de siyasi alan gibi bir sonuç olduğunu, nedeninin ise tamamen ekonomik olması üzerinden Haçlı Seferleri örneğine dalıyor ve Protestan ahlakının o “çok çalışanı Tanrı/Allah sever” kıvamındaki öğretilerine işaret ediyor ve işte tam da kapitalizme özgü bir ahlak yapısı diyor.

Bir teori ve yöntem olarak da, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem yaşamı ve tarihsel olguları anlamamız işini yerine getiriyor. Son söz niyetine, marksizm proletaryanın yegane bir kazanımıdır da diyebiliriz. Çünkü çıkarları ortak ve aynı zamanda devrimci ve sömürülen tek bir sınıf olan işçi sınıfı için konuşuyor. Burjuvazi kendi teori ve yöntemlerinden varolduğu sürece vazgeçmez çünkü aynı koşulların ürünü bir yöntemi vardır. Bu yöntem bizim benimseyeceğimiz yöntem olamaz çünkü tek kazanımımız “kazanılanlar tarafından yazılan tarihte” (Voline) deneyimlediğimiz mücadeleler, yenilgiler ve Marksizm.

EKA Türkiye Şubesi

Tags: 

Rubric: 

Tartışma

Jîn : Bir Hakikatli Gerçeküstücü

Bu sene İstanbul Bağımsız Film Festivali kapsamında vizyona giren ve burjuva medyada çok fazla yer bulamayan ancak taşıdığı güncellik ve bu güncelliğe dair getirdiği hem çok gerçek, hem de bir o kadar gerçeküstücü bakışı ile üzerinde değerlendirme yapmayı gerektirdiğini düşündüğümüz bir sinema çalışması var: Jîn.
 

Filmde işlenen konunun yıllardır devam eden emperyalist çıkar savaşının iki sivri ucunu oluşturan taraflarından PKK ve özelinde PKK'li kadın bir gerilla olması da ayrı bir önem taşıyor. İmralı ve Abdullah Öcalan ile yapılan BDP ve devlet müzakerelerininin burjuva gündemi neredeyse kapladığı ve her gün yeni bir açıklamalar silsilesi ile güne başladığımız şu dönemde soruna çok mikro tarzda olsa da içerisinde koskoca bir Kürt sorunu kozmosunu da barındırması açısından da dikkate değer bir çalışma olarak önümüzde duruyor. Bunu da bir insan olarak kadın olgusuna parmak basma yoluyla yapıyor. Bunların yanısıra, doğanın içerisinde bulunulduğu algısını sonuna kadar veren ve başarılı olduğunu düşündüğümüz çekimlere sahip olması ve bir süre insanı içerisine alan bu durgun ama doğal dinamizmi ses ve görsel akış ile izleyiciye ulaştıran bu çaba çalışmaya ek bir puan getiriyor. İlacını içmesine ve hayatta kalmasına yardım ettiği iki insandan teşekkür alan karakterimizin oyunculuğu ve filmin müzikleri takdir edilmeye değer.
 

Filmin genel konusundan ziyade esas odak noktasına değer mihenk taşı, bir kadının belli engelleyici koşullar altında o kadar yolu kendi başına nasıl gelebilecek olması oluşturuyor. Özellikle bağımsız bir çalışma olması ve kullanılan çekim teknikleri ile yönetmeni Reha Erdem için hem bir deneysel yanı, hem de bir sıçrama tahtası olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmada esas konu aslında PKK kampından 17 yaşındayken kaçmaya karar vererek İzmir'deki dayısının yanına gitmeye uğraşan bir kadın ve onun yolculuğu, yol boyunca karşılaştığı zorluklar ve özellikle bir kadın olmasından gelen toplumsal baskı unsurlarına karşı mücadelesindeki tekbaşınalığı. O nedenle filmin merkezinde yer alan ve aslında hiç çıkılamayan “yol ve yolculuk” teması fazlaca göndermeye sahip. Örneğin otobüs şirketlerinin bulunduğu semte gitmesi, yolda onlarca araç beklemesi ve bu sırada bir kamyon, bir minibüs ve kimi zaman da bir sivil polis aracı, kadının tarihsel yolculuğu boyunca karşı karşıya kaldığı zorlukların sadece küçük ayrıntıları. Esas belirleyici ayrıntı ise bu koşullardan çıkan ve gerilla geçmişini terkedip karşı tarafa da geçmeden sadece kendi tercihleri üzerinden bir yaşam kurgulamaya çalışan 17 yaşında bir kadının yolu nasıl tercih edeceği. Buradaki yol algısı aslında inanarak gerçekleştirmiş olduğu bir mücadeleyi geride bırakmasıyla, ileride onu bekleyenin sadece kendi tercih ve hareket alanı içerisinde yapacağı manevralara bağlı olması ve ancak içerisinde bulunduğu koşulların ürünü bir kadın ile günümüzde kapitalist toplumun ataerkil toplumsal kurgusunun içerisinde kendisine nasıl bir yer edinmeye çalışma çatışkısını yaratacak olması konusu filmin temelini oluşturuyor. Ancak Jin, hiçbir zaman ninesine ulaşamıyor, yani amacına.
 

Örneğin, film boyunca karşılaştığı ve diyaloğa girdiği bütün erkekler ya bir çoban, ya bir kahya, ya bir otobüs firması çalışanı ya da Kürtçe bilen bir korucu. Hepsinde de ya sözlü tacize uğruyor, ya da tecavüze uğramaktan kendi çabası ile kurtuluyor. Bu açıdan ona reva görülen yeri kabullenmemeyi daha çoktan kafasına koymuş bir portre çizen karakter, bu yolculuğu sırasında hiçbir zaman kullanmadığı kalaşnikofunu da başından geçirdiği bütün badirelerden sonra yeniden (ve hiç kullanmamak üzere) eline alıyor. Kamptan ayrılışı, TSK ile karşılaşmaları ve bütün bunların pastoral çekimler ile işlenmesi hem karakterin yaptığı tercihin ve mücadelesinin kendisine haslığı ve orjinalliği aslında filmin sonuna doğru kendisini daha çok hissettiren gerçeküstü bir bakışın da yansıması. Doğanın insan türünün en gelişmiş formu ile yaptığı anlaşmasında üretkenliğin ve doğaya aitliğin sembolü olarak kadın figürü ve anaerkil toplum yapısına bir göndermede burada geliyor ve ormanın ve içerisindekilerin kendisi karakterimizin asıl dostları oluyor. “Gerçek” ama kirli hayattan değil, ona uzak ama bir o kadar da yakın gerçeküstü yoldaşları oluyor. Bir köy evinden aşırdığı elmasını paylaştığı boz ayı, sınırdan geçerken bombardımana maruz kalmasından geriye miras kalan yarasını iyileştirdiği Roboskili bir eşek, en çaresiz anında ona silahıyla saldırmadığı için karakterimize de saldırmayan bir vaşak ve sadece ona gülümsediği için onun “gidişine” üzülen bir geyik bütün onun dostları. Ayrıca filmde kullanılan şahin ve özellikle yarasa temaları da insan aklına bir Ahmet Kaya şarkısını getirmesiyle ayrıca düşündürücü ve hoş metaforlar.
 

Film boyunca iki tarafa da dahil olma “fırsatlarını” yakalayan ancak ikisini de tercih etmeyen bir kadın olarak Jin izlenmeyi hakeden pastoral bir gerçeğin bu kadar “gerçeküstü” olabileceğini anlatan nadir çalışmalardan ve bütün bu koşulların içerisinde mücadele eden bir kadını anlatmaya dair cüreti ile izlenmeyi hakediyor.

Bunçuk

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi