Uluslararası devrimci dalga'nın yansımaları

İŞÇİ HAREKETİ VE KIZIL SENDİKALAR


Türkiye'de işçi hareketinin, sendikalizmin ve sendikaların tarihini incelemek çerçevesinde Dünya Devrimi'nin geçtiğimiz sayısında başladığımız yazı dizisine bu sayıda devam ediyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki işçi hareketini, sendikaları ve sosyalizmi anlatan ilk yazımızı şu şekilde bitirmiştik:

"Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun enternasyonalist geleneği, bu örgütten gelenlerin 1914'te başlayan emperyalist savaşa karşı çıkışıyla kendisini gösterdi. Siyasi gelişmeler Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nu parçalarken, özellikle bu örgütün Balkanlar'daki bileşenleri, sendikal niteliklerini bir ölçüde kaybederek farklı unsurlarla Balkan Sosyal Demokrat İşçi Federasyonu'nu oluşturarak "kahrolsun savaş, yaşasın enternasyonalist sosyalizm" gibi sloganlar öne attılar. Daha sonra bu örgüt Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi Balkan ülkelerindeki Komünist Parti'lerin temelini oluşturmaya gidecekti. İstanbul'da bu örgütten kalanlar ise Beynelmilel İşçiler İttihadı (Enternasyonal İşçiler Birliği) adlı örgütü oluşturacak ve bu örgüt aracılığıyla uluslararası devrimci dalga sırasında Kızıl Sendikaların, dolayısıyla da Türkiye Komünist Partisi'nin çok önemli bir unsuru olacaklardı."

Hikâyemize buradan devam edeceğiz.

Sermayenin ‘Türkleştirilmesi' ve Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türk Burjuvazisi

1908-1913 arasındaki yıllar, Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisinde devlet burjuvazisinin çeşitli siyasi güçlerinin birbirleriyle kapıştığı bir dönemdi. 31 Mart 1909'da II. Abdülhamit ve halifelik yanlısı ayaklanmanın, Hareket Ordusu tarafından bastırılmasının ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesinin ardından Osmanlı hanedanlığının iktidarı kâğıt üzerinde devam etse de aslında son bulmuştu. Fakat ortada mücadele içerisinde olan farklı güçler vardı. En çetin savaş ise devlet ve ordu bürokrasisi içerisinde, İttihat ve Terakki Partisi ile Halaskar Zabitan örgütü arasında idi. Halaskar Zabitan örgütü, iktidarı kısa bir süre elinde tutmayı başarsa da Balkan Savaşı yenilgisinin ardından, aralarında İttihat ve Terakki patisinin yeni liderlerinden tarihe Enver Paşa olarak geçecek İsmail Enver ve tarihe Talat Paşa olarak geçecek Mehmed Talat'ın da bulunduğu bir grup İttihatçı Bab-ı Ali binasını basarak kabineyi şiddetli bir biçimde dağıttı. Ardından ittihatçılar kısa süre içerisinde İstanbul'u ele geçirerek Osmanlı İmparatorluğu'nun başına geçtiler. Bu dönemden savaşın sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu Üç Paşalar olarak bilinen Savaş Bakanı İsmail Enver, İçişleri Bakanı Mehmed Talat ve tarihe Cemal Paşa olarak geçecek Donanma Bakanı Ahmed Cemal tarafından yönetilecekti.

Devlet burjuvazisinin iç çelişkilerini çözmüş ve iktidarı ele geçirmiş olan İsmail Enver gibi yeni İttihatçılar, hem ekonomik hem de siyasi nedenlerden, daha Osmanlıcı ve liberal olduğu söylenebilecek olan eski İttihatçıların ideolojisinden Türkçü bir ideolojiye kaymaya başladı. Siyasi düzlemde, Osmanlıcı ideoloji Balkan Savaşları'nın ardından büyük ölçüde çökmüştü. Yeni İttihatçılar hem bu durumun, hem de Avrupa'da revaçta olan milliyetçilik düşüncesinin gücünün farkındaydılar. Fakat en can alıcı mesele şuydu ki devletin zirvesinde artık eski hâkim sınıfın değil, burjuvazinin devlet kesiminin temsilcileri oturuyordu.

Bu durum devlet burjuvazisi ile gayrimüslim sanayi ve ticaret burjuvazisi arasındaki zorunlu ittifakın sonu anlamına geliyordu. İttihatçılar yönetimi ele geçirmişlerdi ve devleti, özel sermayesi, ordusu ve ideolojisiyle bütünlüklü bir kapitalist rejim inşa etmek istiyorlardı. Bunun için "[h]ükümet, askeriye ve kamu hizmetinde ücretli istihdamın sınırlı gelirlerine mahkûm edilmek yerine, zanaat, ticaret ve sanayi alanlarında sınırsız zenginlik imkânları sunan yeni ufuklara" açılmak zorundaydı. İttihatçıların istedikleri bütünlüklü rejim için, kendilerini de kapsayacak tek uygun ideoloji Türkçülüktü ve bu ideolojiyi barındıracak bir rejimde gayrimüslim burjuvazi ile uzlaşmaya yer olamazdı. İttihatçılar en vahşice şiddeti uygulayarak da olsa gayrimüslim burjuvaziyi yok edecek, ellerindeki her şeyi alacaklardı. İttihatçı Doktor Nazım Bey, ortadaki ideolojiyi şu şekilde ifade edecekti: "Bu toprakta Türklerin, sadece Türklerin yaşamasını ve ona tamamen sahip olmasını istiyoruz. Milliyeti yahut dini ne olursa olsun, Türk olmayanlar kahrolsun" Çok kısa zamanda İttihatçıların istedikleri rejimi kurabilmek için ne kadar fazla insanın kanını akıtacaklarını bütün dünya görecekti.

Bütün bu iç meseleler devam ederken Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenler ilk başta bir kararsızlık içerisindeydiler. Fakat Osmanlı İmparatorluğu, son dönemde Alman emperyalizmi ile fazlasıyla yakınlaşmıştı ve dolayısıyla hem İngiltere'den hem de Fransa'dan uzaklaşmış olduğu söylenebilirdi. Fakat itilaf devletlerinin arasında Osmanlı İmparatorluğu'nu iten güçler arasında en önemlisi, Osmanlı'nın neredeyse yüz yıldır sert ve kötü ilişkiler içerisinde olduğu Rusya idi. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu savaşı sürdürmek için ciddi bir desteğe ihtiyaç duyacaktı ve itilaf devletleri böyle bir destek vermek istemiyorlardı. Bütün bunlar Osmanlı İmparatorluğu'nun itilaf devletleri arasında yer almasını imkânsız kıldı. Almanya Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi tarafında istiyordu zira yeni cepheler açılmasına ihtiyacı vardı. Ayrıca Osmanlı yetkilileri ile doğrudan İstanbul'a gelen Doğu Ekspresi'ni oradan Alman uzmanların yardımı ile Anadolu üzerinden Bağdat'a kadar uzatmak gibi bir fikir vardı. Almanya Orta Doğu'ya daha rahat bir biçimde ulaşmak, hatta Hindistan'daki pazarlara ulaşarak İngiltere'ye sıkıntı yaratmak istiyordu. Bütün bu nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu Almanya'nın yanında savaşa girdi. Fakat bütün bu gerekçelerle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nu bu savaşa sürükleyen temel gerekçe emperyalist bir gerekçeydi. Osmanlı ekonomisi, dünya kapitalist ekonomisinin bütün yaralarını hissediyordu, dolayısıyla ciddi bir boğulma durumu içerisindeydi. Ekonomik sıkıntıların bu denli ağır hissetmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenler de bu savaşın 17. Yüzyıl devlet sınırlarına ulaşmak için bir fırsat olduğu, hatta bu savaş aracılığıyla Osmanlı'nın Orta Asya'ya bile yayılabileceği gibi "çözüm" fikirleri ortaya attı. Oysa gerek cephelerde, gerekse başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimlere karşı gerçekleştirilen soykırımla Osmanlı tarihinin en kanlı, en vahşi, en barbarca savaşı olan bu savaş, imparatorluğun sonu olacaktı.

1918-1919: 1. Dünya Savaşı Sonrası İlk Proleter Tepkiler, Kemalizmin Yükselişi

Birinci dünya savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sosyalist işçi hareketi ciddi bir biçimde fiziksel olarak parçalanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu kökenli savaşa karşı çıkan enternasyonalist sosyalist işçiler olsa da, bu kararlı tutum örgütlü bir biçimde ortaya konulamadı, dolayısıyla savaş Avrupa ülkelerinin çoğunun aksine güçlü bir komünist hareket doğurmadı. Savaş sırasında gelişen savaş karşıtı proleter tepkiler de, büyük ölçüde askerlerin ordudan firar etmesi biçimde gerçekleşiyordu. Fakat Erzincan ve civarında, Osmanlı sınırlarının geri kalanındaki durumdan farklı bir dinamik gerçekleşti. Devrimci Rus askerleri, kendi içlerindeki Bolşeviklerin ciddi etkisiyle burada yaşayan Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler arasında ciddi bir tartışma yaratmışlardı.

Ekim devrimi ertesinde buradaki askerler bölgeden çekilirken, Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler, Rus sınıf kardeşlerini kurdukları işçi konseyi (Erzincan Şurası) ve şehirdeki yönetim binalarına çektikleri kızıl bayraklar ile uğurluyorlardı.

Kısa zamanda bu hareket Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'a yayıldı. Kurulan konsey hükümeti Ocak 1918'de Osmanlı Ordusu tarafından bastırılana kadar yaşadı. Ne yazık ki hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlı olan bu tarihsel deneyim, bugün Türkiye devletinin egemenliği altında bulunan bu coğrafyada ortaya çıkmış ilk ve şu ana dek tek işçi konseyleri deneyimi olması bakımından büyük bir önem taşımakta.

İşte İttihatçı subay Mustafa Kemal'in tarih sahnesine çıkışı da, anlamlı bir biçimde Erzincan ve çevresinde yaşanan olaylar ile alakalı idi. Mustafa Kemal'in, ulusal kurtuluş mitolojisinde her şeyin başlangıcı sayılan Samsun'a çıkışı İngiliz emperyalizminin oraya bir Osmanlı komutanı göndermek istemesi nedeniyle gerçekleşmişti. İngiliz emperyalizminin bunu yapmasının nedeni ise, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelemesi ve alınması gereken önlemler varsa bunların alınmasını istemeleriydi. Mustafa Kemal, Osmanlı Ordusu için çalışmayı bırakıp yerel milliyetçi hareketleri kendi elinde toplamaya başladığında, batı burjuvazisi zaten Türkiye'nin hakim sınıfının bir kanadını destekliyor, elinde tutuyordu. Kemalist hareketin başındakiler, başka bir deyişle yönetici kadrolar, ya ordudan ya da Osmanlı'nın son döneminde imparatorluğu yönetmiş olan İttihat ve Terakki Partisi'nden geliyorlardı. Bu bağlamda yükselen Kemalist hareket temelde İttihatçıların ifade ettiği, Osmanlı İmparatorluğu'nu son dönemde yöneten devlet burjuvazisinin hareketiydi. Ayrıca hareketin başındaki Mustafa Kemal'in İsmail Enver gibi İttihatçı liderlerle olan sıkıntılarına ve İttihatçı karşıtı görünmesine karşın hareketin devam ettirdiği İttihatçıların eski planlarının kısmen gözden geçirilmiş yeni bir sürümü olmanın ötesine geçmiyordu.

1919-1922: Türkiye Sosyalist Partisi'nin Yükselişi ve Düşüşü

1920'de, büyük çoğunluğu İstanbul'da gerçekleşecek olan yeni bir işçi hareketleri dalgası başladı. Bu dönemde hareket 1919'da İstanbul merkezli olan ve eski Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kurucusu Hüseyin Hilmi'nin kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası ve onun etrafındaki işçi örgütlenmelerinin etkisi altındaydı. 1910'larda cesur bir sosyalist muhalefet yaparak dikkat çeken Hüseyin Hilmi, artık farklı bir dünyadaydı ve farklı bir saf belirlemişti. Bu saf karşı-devrimci İkinci Enternasyonal partilerinin safıydı. Mayıs-Haziran 1920'de İstanbul'da tabakhane, tersane ve tramvay işçileri greve çıktılar ve büyük kazanımlar elde ettiler. Bu grevde etkin olan Türkiye Sosyalist Fırkası, grev sonrası güçlenmeye başladı. Aralık 1920 Ankara, Yozgat ve Tokat'ta, Nisan 1921'de ise İstanbul'da öğretmenler ücretlerini aylardır alamadıkları için grev yaptılar fakat TSF'nin bu grevlere ciddi bir etkisi olmadı. 1 Mayıs 1921'de İşçiler İstanbul'da 1920'deki yürüyüşe kıyasla bir hayli kitlesel eylemler düzenledi, neredeyse İstanbul'da çalışanların hepsi o gün eylemlere katılmak için iş bıraktı. Eylemlerde TSF'nin büyük etkisi vardı. Bununla beraber TSF karşı-devrim saflarına geçmiş Avrupa sosyal demokrasisinin bütün olumsuz özelliklerini taşıyordu. 1922'de yayınlanan "Maskeler Aşağı" adlı yazıda, Türkiye Komünist Partisi'nin sol kanadından militanlar Hüseyin Hilmi ve arkadaşlarının davranışlarını şu şekilde anlatmaktaydı: "İşçi Arkadaşlar! Sizlere her zaman söylemiştik: Sosyalist ve işçi dostu görünerek türlü kurnazlık ve oyunlarıyla işçi teşkilatlarının başına geçmeyi başaran kâhyalara, efendilere, beylere inanmayınız. Bu serserilerin amacı sizin sırtınızdan geçinmek, külah kapmak için sizi patronlara, hükümetlere satmaktır. Siz yoldaşlar, ilk zamanlar işçi sınıfının tek dostu olan komünistlerin sözlerinin önemini anlamadınız ve bu serserilerin yalan ve oyunlarına kapıldınız. Çünkü patron ve kapitalistlerin zulüm ve hükmü altında o kadar çok eziliyordunuz ki -denize düşenin yılana sarıldığı gibi- ayaklar altında çiğnenen haklarınızı savunacaklarını vaat eden bu kurnaz politikacıların rehberliklerini kabul ettiniz. Onlara güvendiniz ve henüz acemi olduğunuz için işleri onlara bıraktınız. Onlar ne istedilerse yaptınız. Para lazım dediler, maaşınızdan kesitini verdiniz. Grev yap dediler, çoluğunuzla çocuğunuzla aç kaldınız, işinizi kaybetmek hatta öldürülmek tehlikelerini göze aldınız ve yaptınız. Örgütünüz, partiniz için hiçbir maddi ve manevi fedakârlığı yapmaktan çekinmediniz. Fakat neticede ne oldu? Haklarınızdan hangisini kazandınız ve bu gün ne halde duruyorsunuz? (...)Bir zamanlar dört binden fazla işçiyi toplayan ve sırf bu birlik sayesinde patronlar tayfasına örgütünün gücüyle isteklerini kabul ettirmeyi başaran Türkiye Sosyalist Partisi'ni, değişmez lideri Hilmi Efendi ve ayaktakımı ne hale getirdiler? Binlerce üretim aracını elinin altında bulunduran reji, fırın, liman, kömür işçileri toplulukları ve diğer bütün işçi örgütleri bugüne kadar patronlara karşı neden taleplerini kabul ettirememişlerdir?


Çünkü bütün bu cemiyetler gerçek birer işçi örgütü olmaktan uzaktırlar. Çünkü bu örgütleri, işçilerin çıkarlarına tamamen yabancı olan, komünizmden kesinlikle haberi olmayan çıkarcı adamlar idare etmiştir. Çünkü bu adamların amaçları patron ve kapitalistlere karşı mücadele edebilecek kuvvetli işçi örgütleri meydana getirmek değildir. Bunların tek düşündükleri oyunlarla külah yapmak, işçilerin sırtından geçinmek, tıpkı kapitalistler gibi siz işçileri, kurnazlıkla, sosyalistlik maskesi altında, soymak ve ezmek, bunu yapabilmek için de sizi cahil bırakmak, örgütün işlerine karıştırmamak ve size gerçek kurtuluş yolunu göstermek isteyenleri yalanlar ve iftiralarla lekelemektir. İtiraf edelim ki bu hainler amaçlarına ulaştılar. Fakat şüphesiz yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bu serserilerin de çok geçmeden yalanları ortaya çıktı, maskeleri yüzlerinden düştü. Fakat bu zamana kadar sizler ne fırsatlar kaybettiniz, ne kadar kurbanlar verdiniz... Evet, bütün yalancı sosyalistlerin, Hilmi'lerin, Şakir'lerin, Rıza'ların, Ethem Ruhi'lerin ve bütün diğer çıkarcıların hainlikleri meydana çıktı. Ne oldukları anlaşıldı. Fakat şunu da biliniz ki, Türkiye işçisi bütün bu dost görünümlü düşmanlarından tamamen kurtulmuş değildir. İşçiler aynı tuzağa tekrar düşmemek için geçmişin acı deneyimlerinden ders çıkarmalıdır."

Nitekim 1922 baharında Türkiye Sosyalist Fırkası kontrolünde İstanbul'da bir tramvay işçileri grevi gerçekleşmişti. Bu grev çok ciddi bir biçimde yenilgiye uğradı. İstanbul tramvay işçileri grevinin yenilgisi, TSF'nin gücünün ve itibarının kırılmasına ve partinin hızla düşüşe geçmesine yol açtı. Sosyalist Fırkası bir daha asla eski gücüne kavuşamazken tabanını hızla yeni güç kazanmaya başlayan Komünist Partisi'ne kaptırmaya başladı, hatta TSF'nin Anadolu'daki şubelerinin çoğu şube olarak Komünist Parti'ye katıldılar. Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'da Kasım ayında bir gece yarısı vurularak öldürülmesi ile birlikte TSF'nin macerası tamamen sona ermiş oldu.

Kızıl Sendikalar, İşçi Kongreleri: Kemalist Rejim Karşıtı Devrimci Sınıf Mücadelesi

Türkiye Sosyalist Fırkası'nın kısa süren yükseliş ve düşüşü sırasında başka bir hareket yavaş yavaş yükselmeye başlıyordu. Yükselen hareket komünist hareketti ve bu hareket ciddi bir devrimci sınıf hareketi ile birlikte gelişmekteydi. Yaklaşmakta olan dalga 1922 1 Mayıs'ında görülebiliyordu. Bu yıl İstanbul ve Ankara'da güçlü 1 Mayıs gösterileri düzenlendi, işçiler "Ulus yok, işçiler ve burjuvalar var!" ve "Yaşasın işçi konseyleri!" sloganlarını attılar. TSF'nin etkisinin kırıldığı bu eylemde kolaylıkla görülüyordu. Sol kanat komünist işçilerin ve devrimcilerin etkinliğinin arttığı ve işçilerin devrimci sloganlar ortaya koyduğu ortadaydı. Türkiye Komünist Partisi'nin gelişimi ile Kemalist rejim karşıtı devrimci sınıf mücadelesi birbirinden ayrılamayacak konular olsa da burada komünist hareketin tarihine derinlemesine girmemeyi uygun bulduk. Bu konu ile ilgilenen okuyucularımızı, bu yıllardaki komünist hareketin ve Kemalizme karşı komünist mücadelenin derinlikli bir incelemesini yapmaya çalışan 1920-1927: Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat isimli kitapçığa yönlendirmek isteriz.

Bu dönemde gelişen devrimci sınıf hareketine gelirsek, bu hareketin iki koldan geliştiğini söyleyebiliriz. Bu kollardan ilki 1920'de kurulan Beynelmilel İşçiler İttihadı'dır (Enternasyonal İşçiler Birliği). Bu örgüt, Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun İstanbul'daki mirasçısıydı ve bu tabandan gelen insanlar tarafından 1920'de kurulmuştu. Bu işçi örgütünün çoğunluğunu Rum, Ermeni ve Yahudi işçiler oluşturuyordu, fakat içerisinde Müslüman kökenden gelenler de vardı. Bu örgütün en önde gelen militanı, daha sonra TKP'nin sol kanadının ve bu kanadın partinin başına geçen Aydınlıkçılara karşı ortaya koyacağı muhalefetin önemli isimlerinden olacak olan, Yahudi kökenli Rolland Ginzberg'di. Bu örgüt ilk kurulduğu andan itibaren işgal altındaki İstanbul'da, hem işgal güçlerine hem Kemalistlere karşı enternasyonalist bir tutum alacak, dolayısıyla Kemalist milliyetçileri destekleyen Aydınlıkçılar ile sıkça çatışacaktı.

Devrimci işçi hareketinin geliştiği diğer kol ise Anadolu'da kurulan "Kızıl Sendikalar"dı. Kemalist burjuvazinin 1921'in başında komünistlere karşı yürüttüğü saldırılardan beri büyüyen ve netleşen Türkiye Komünist Partisi'nin sol kanadı, en sonunda Kemalist burjuvaziye karşı koyabilecek güce ve konuma erişmişti. İşçi mücadelesine çok önem veren sol kanat, sendika konusunda Almanya'daki KAPD'ınkine (Kommunistische Arbeiterpartei Deutschlands - Almanya Komünist İşçi Partisi, Almanya Komünist Partisi'nden çoğunlukta olmalarına rağmen atılan sol komünistlerin kurduğu parti) benzer bir tutum alarak, Türkiye'de var olan bütün sendikaları burjuvaziye hizmet ettikleri gerekçesiyle reddetti ve alternatif olarak Türkiye Komünist Partisi tarafından kurulan yasadışı "Kızıl Sendikalar"ı işçi organları olarak öne çıkardı.

Bu doğrultuda 5 Ekim 1922 tarihinde Anadolu'nun o sıralarda en işlek işçi merkezi olan Çukurova'ya giden komünistler, bölgedeki şehirlerden gelen işçilerle beraber gizli işçi kongreleri düzenlediler. Kongreler polis baskınlarına karşı geceleri yapılmak zorundaydı.
Binlerce işçinin temsil edildiği kongrelerde işçi delegeler Kemalist hükümete destek verilmemesi kararını aldılar. Kongrelerde konuşan işçiler "İşçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olmalıdır. Öz çıkarları uğruna bugün savaşmakta olan genç Türk proletaryası, yalnızca birliği, yalnızca dünya emekçileriyle dayanışması sayesinde zafere ulaşabileceğini iyi bilmelidir. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz' ve ‘İşçi sınıfının vatanı yoktur çünkü o her yerde sömürülmektedir' sloganları Türkiye işçi sınıfının da sloganları olmalıdır." ,"Ulusal burjuvaziye karşı yiğitçe savaşa atılmalı, uyguladığı zorbalığın ve yol açtığı sakatlıkların hesabını sormalıyız." gibi radikal demeçler verdiler. TKP'nin etkisi Çukurova bölgesi dışında Ankara, İstanbul ve Eskişehir demiryolu işçileri arasında, dokumacılar, tütüncüler ve genellikle Aydınlık çevresinin merkezi olmasına rağmen sol kanatın hızla gelişmekte olduğu İstanbul'un yanı sıra, İzmir, Ankara, Samsun sanayi bölgelerinde büyümeye başladı. Bütün bu çalışmaların meyvesi, Anadolu Kızıl Sendikalar'ının kısa sürede güçlenişini ifade ediyordu.

Güçlenen iki ayrı sınıf organının olması, ister istemez birleşme konusunu gündeme getirdi. Zaten hem Anadolu Kızıl Sendikaları hem de Beynelmilel İşçiler İttihadı, siyasi örgütlenme, yarı sendika olmak bakımından Amele-i Osmanlı Cemiyeti (Osmanlı İşçi Topluluğu) ve Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun geleneğini sürdürüyorlardı ve bu yapılanmaların siyasi görüşleri bir hayli yakındı. Dolayısıyla 12 Aralık 1922'de İstanbul'daki Rum, Ermeni, Yahudi ve Müslüman kökenli işçilerin birlikte oluşturduğu Beynelmilel İşçiler İttihadı ile Anadolu Kızıl Sendikaları temsilcileri toplanarak birleşme kararı aldılar. Bu birleşme sırasında Beynelmilel İşçiler İttihadı'nın 10,000 civarı üyesi vardı. Anadolu Kızıl Sendikaları ise altı bin demiryolu işçisi, bin metal işçisi, sekiz yüz rıhtım işçisi, bin iki yüz tekstil işçisi ile dokuz bin kişilik bir örgüttü, ve ayrıca tütün işçileri ve halı üretiminde çalışan işçilerin bu örgüte bağlı yardımlaşma cemiyetleri vardı. Ortak olarak Kızıl Sendikalar isminin kullanılması kararlaştırıldı. Artık böylece bölgedeki farklı etnik gruplardan işçileri örgütlemeyi başarmış, enternasyonalist, devrimci ve güçlü bir işçi örgütü vardı. Bu birleşimin ardından ciddi sınıf mücadeleleri gerçekleşti. 1923'ün 1 Mayıs'ında Türkiye'nin önemli şehirlerinde, başta İstanbul tütün işçileri olmak üzere pek çok işçi greve gitti ve aralarında komünist militanların da bulunduğu işçiler "Bütün Dünya İşçileri, Birleşiniz" yazılı bayraklarla, Enternasyonal marşını söyleyerek kutlama gösterileri düzenledi. 1923'ün Temmuz'u ile Kasım'ı arasında ise 1908 grev dalgasından beri en büyük grev dalgası gerçekleşti. Temmuz-Ağustos aylarında Zonguldak maden işçileri, İzmir incir toplama işçileri, Aydın demiryolu hattı işçileri, İstanbul matbaa işçileri ve Bomonti bira fabrikası işçileri başta olmak üzere pek çok işçi greve çıktı. Ekim-Kasım aylarında ise Doğu Trenleri Şirketi, İstanbul tramvay işçileri, Terkos işçileri ve Dolmabahçe gazhanesinde çalışan işçiler grev dalgasına katıldılar. Grevlerin temel talepleri ücretlerin yükseltilmesi ve iş koşullarının iyileştirilmesiydi. Komünist işçiler özellikle Doğu Trenleri Şirketi ve İstanbul matbaa işçileri grevlerinde çok önemli roller oynadılar. Grev dalgasına yaklaşık otuz iki bin işçi katıldı. Grev dalgasının hemen ardından Kasım 1923'te, Türkiye Komünist Partisi'nin hapisten yeni çıkmış önemli militanlarının da aktif katılımıyla İstanbul'da iki yüz elli delegeyle on binlerce işçinin temsil edildiği bir işçi kongresi yapıldı.

Eğer tarih bu noktada durdurulabilseydi, gelecek için çok umut verici bir tablo görmek mümkün olurdu: komünistlerin artan etkinliği, çok güçlü devrimci Kızıl Sendikalar, çok büyük ve aylar süren bir grev dalgası ve ardından gerçekleştirilen, greve katılanlardan bile fazla işçinin temsil edildiği bir işçi kongresi... Eğer tarihi bu noktada durdurup buradan geleceğe bakabilseydik, işçi konseylerinin, Erzincan'da bastırılmalarından yalnızca dört yıl sonra çok daha güçlü bir biçimde tekrar ortaya çıkmasının çok da uzak olmadığını söylerdik. Fakat tarih bu noktada durmadı. Aslında bu nokta sınıf mücadelesinin ulaştığı en yüksek nokta olacaktı ve uluslararası devrimci dalganın sönümlenmesiyle paralel bir biçimde Türkiye'deki işçi hareketi sönümlenmeye başlayacaktı. 1924'te düzenlenen 1 Mayıs çok şey anlatıyordu. Ağır baskılara rağmen işçiler pek çok şehirde büyük gösteriler düzenlediler. Fakat Kemalist rejim iktidarını iyice pekiştirmişti ve sönümlenmekte olan işçi sınıfı hareketine açıktan ve kitlesel olarak saldırmaktan çekinmedi. Pek çok işçi ve komünist militan polis tarafından tutuklandı. Bu eylemin ardından Kemalist rejim 1 Mayıs kutlamalarını yasaklayacaktı. Kısa bir süre sonra TKP'nin kendisi, bu defa Rusya'da hâkim gelmiş Stalinist karşı-devrimin saldırısına maruz kalacak, partinin liderliği ezici çoğunluğu bulunan sol kanattan bürokratik manevralar ile alınıp Aydınlıkçılara verilecekti. Kızıl Sendika'lar daha önce de belirttiğimiz gibi temelde TKP'nin organlarıydı ve TKP içerisindeki meseleler Kemalist rejime bu yapılanmaya karşı, onu çökertecek nitelikte bir saldırı yapma olanağı verdi.


Öte yandan Kızıl Sendikalar'ın bu denli kolayca çökertilebilmesinin temel nedeninin TKP'nin içerisindeki sıkıntılar olduğunu söylemek doğru olmaz. Aslında sorun çok daha derinlerdeydi. Osmanlı İmparatorluğu'nda gelişen ve Kızıl Sendikalar'a benzer bir örgütlenme olduğu söylenebilecek olan Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu yalnızca Osmanlı içerisinde daha uzun vadeli bir varoluş sürdürmemiş, aynı zamanda farklı ulusal kökenlerden işçileri enternasyonalist bir tabanda birleştirişiyle, militan mücadeleleriyle ve onu oluşturan unsurların daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun eskiden hükmettiği yerlerde komünist hareketin gelişimine katkı sağlayarak gurur verici bir devamlılık sağlayışıyla dönemin sosyal demokrasisinin en renkli, en takdire değer örgütlerinden biri olmuştu. Fakat Kızıl Sendikalar, benzer bir örgütlenme olmasına rağmen pek çok açıdan farklı koşulların hüküm sürdüğü bir dönemde faaliyet gösteriyordu. Bu dönemin koşullarında, işçi sınıfı mücadelesinin güçlü, komünist fikirlerin işçi sınıfı içerisinde etkin olduğu bir zamanda Kızıl Sendikalar gibi bir örgütlenme mümkündü. Fakat işçi sınıfı mücadelesinin sönümlenmeye başlaması ile böylesi bir yapının önünde iki seçenek kalıyordu: ya burjuva devletin bir parçası olarak davaya ihanet etmek, ya da devrimci çizgiyi koruyarak saldırılara uğramak ve çökertilmek. Kızıl Senikalar ikinci yolu seçmişti. Kapitalizmin girdiği yeni dönemde, yani çöküş döneminde, emperyalizm evresinde gerçekten işçi sınıfının olan kalıcı sendikal organlar mümkün değildi. Sendikalar ya devletin, burjuvazinin sendikaları olacaktı, ya da hiç var olmayacaklardı.

Bu minvalde yazı dizimizin bir sonraki yazısında Türk-İş'in kuruluşuna giden süreçte tek parti diktatörlüğü dönemindeki işçi mücadelelerini ve devletin sendikalara bakışının gelişimini inceleyeceğiz.

Gerdûn

 

Tags: