Kürdistan: Derinleşen Emperyalist Savaşın Arkaplanı

Her ne kadar emperyalist TC hükümeti bugün Kürdistan'da yaşanmakta olanları özenle kitlelerden saklamaya çalışsa da, yazın başından beri bu coğrafyadan yükselen kan kokusu burjuva medya kuruluşlarının içerisine dahi sızabilmeyi başarmış durumda. Hükümetin önde gelen sözcülerinin bütün gazetelerin manşetten verdiği zafer naralarının satır aralarında bile, TC devletinin batmış olduğu çukurun vahametini görmek mümkün. Şemdinli'de başlayan 'yeni' savaşta ölen kişi sayısının saklanması belki devletin kudurmuş faşistlerinin sokaklara dökülüp Kürt, Alevi, Ermeni ve benzerlerini avlamaya çabalarını bir nebze ketliyor, fakat evlatları nedenini dahi bilmeden emperyalist bir savaşın ortasında kalmış işçi ailelerinin yüreklerini ferahlatmıyor. Diğer tarafta, koşulların acımasızlığının pek çok işçi evladının dağlara çıkmasına yol açtığı Kürdistan'da ise proleter nüfus şehirlerde ve kasabalarda, yalnızca ellerinde silah olan evlatlarının değil, kendilerinin, eşlerinin ve koyunlarındaki yavrularının da hayatları için korkarak yatıp uyanıyorlar. Suriye'de iç savaş, bütün vahşetiyle sürüyor, Irak'ta merkezi yönetim ile Özerk Kürdistan savaşın eşiğine gelmişler. Emperyalist savaşın karanlık ve kirli bulutları bütün bölgenin üzerine çökmüş, doğru ile yanlışı, hakikat ile yalanı birbirine buluyorlar.

Sisin ardını görmek kolay değil. Türk burjuvazisinin basınına bakılacak olunursa, özel olarak hiçbir şey olmuyor aslında, ama olduğunda da hep TSK kazanıyor. Özellikle son dönemde Türkiye Kürdistanı'nda gerçekleşenlere dair, bizzat başbakan Edoğan'ın ne basılacağına yönelik devletin katı talimatları dışına çıkılmaması yönündeki ısrarı, TC basınını bir hayli komik duruma sokan bir körlüğün içine hapsetmiş durumda. Öte yandan, PKK'nin ve ona yakın kaynakların verdiği haberlerin tümünü güvenilir olarak nitelendirmek de zor. TC'nin yaptığı üzere Türkiye Kürdistanı'nda savaşın tarihinde görülmemiş derecede derinleştiğini gizlemek gibi ibret verici bir çaba içine haliyle girmemiş olsalar da, PKK'nin ve ona yakın kaynakların da en azından verilen kayıp sayısını azaltma ve zafer edebiyatı gibi, savaş döneminin klasik propagandalarını yapmaktan geri durmadıklarını saptamak zor değil.

Son dönemde savaşın en ciddi yaşandığı Şemdinli'nin Belediye Başkanı Sedat Töre durumu şöyle anlatıyor: "Hakkâri Valisi ‘Haberim yok’ diyor, kaymakam telefonlara çıkmıyor, savcı saat 15.30’da adliyeyi terk etmiş, bulunmuyor. Polis memurları var ortalıkla. Panzerler yolumuzu kesmiş... Her gece ilçe merkezinden yüzlerce top mermisi atılıyor... Karşılıklı yüzlerce ölü haberi geliyor. Kimse gerçeği bilmiyor. Kamuoyunun haber alma hakkı sansür ediliyor. ‘Bu çatışma nedir? Kaç gündür başladı? Ne kadar bir alanda?’ sorularına cevap yok. Köyünü boşaltan insanlara bir vurgu yok. Tekrar normal yaşama dönüşle ilgili hiçbir şey yok"1. Töre durumu genel hatlarıyla şu şekilde ifadelendiriyor: "Çatışma bölgesi 500 kilometrekareye yakın bir alan diyebiliriz. Bu alanda 11-12 köy var. Şu anda köylerdeki 50-60 hanede oturanlar Şemdinli ilçe merkezindeki bulunan akrabalarına yerleşmiş durumda. Diğer kısmı da çatışma bölgesine daha uzak köylere yerleşmiş. Genel itibariyle ilçe merkezine giriş-çıkışta bir problem yok. Fakat ilçe merkezinin 1 kilometre güneyindeki çatışma alanına giriş- çıkış tamamen yasak... Şemdinli halkı birçok çatışmaya tanıklık etmiştir. Fakat bu son çatışma özellikle halkı kaygılandırıyor... Şemdinli böyle bir çatışma görmedi diyebiliriz. Bu anlamda askeri literatürde bu nedir, ne değildir bilmiyoruz. Fakat karşılıklı mevzi alma suretiyle çatışmalar yapılıyor. Böylesi bir savaş durumuna benzer bir durum var. Bu anlamda ilk kez gördüğümüz bir çatışma türü ve hala da devam ediyor"2.

PKK'nin silahlı kanadı HPG3, 23 Temmuz'dan itibaren 200 TSK askerinin öldüğünü söylüyor. Buna karşın, TSK 114 PKK'li gerillayı öldürdüğü iddiasında. PKK tarafından, kendi kayıplarına dair net rakamlar gelmemiş olsa da, günlük çatışmalar nezdinde gelen rakamların TSK'nın iddiasına kıyasla bir hayli düşük. TSK'nın ise sekiz gibi inandırıcılıktan uzak bir kayıp verdiği iddiasının arkasında, sözleşmeli erlerin ölümünü yasal olarak kamuoyuna açıklamama yetkisine sahip olması görülebilir. HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan'a göre, "Türkiye kendisini NATO'nun ikinci güçlü ordusu kabul ediyor. Dolayısıyla çatışmadaki gerçek kayıplarını yayınlamak istemiyor... ve Türk kamuoyunu yanıltmak için HPG'nin kayıplarını ikiye, üçe katlayarak veriyor"4. Bahtiyar Doğan'ın şüphesiz doğru olan bu sözleri, en azından öldürülen gerilla sayısı açısından kendi örgütü için de fazlasıyla geçerli. Haziran ayındaki çatışmalarda PKK, Türk tarafından 100'ün üzerinde asker öldürdüğünü ifade ederken yalnızca 15 gerilla kayıp verdiğini açıklamıştı. TSK'nın verileri ise 40'ın üzerinde gerilla öldürülürken yalnızca 19 askerin hayatını kaybettiğini iddia etmişti5.

23 Temmuz'da patlak veren Şemdinli olayları, HGP'lilerin karayolunda kimlik kontrolü yapmalarına askeriyenin müdahale etmesiyle başlamıştı. PKK'nin iddialarına göre, TSK güçleri püskürtülmüşlerdi ve karadan bölgeye giremiyorlardı, bu yüzden de bölgeyi bombalıyorlardı. Türk burjuvazisi ise, çatışmaların başından beri takındığı uzun suskunluğunu ancak 11 Ağustos'ta, Hakkari Valiliği ağzıyla yapılan bir açıklamayla bozarak çatışmaların bittiğini ve düzenlenen operasyonların sona erdirildiğini iddia etti. Buna karşılık, BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt “Gerillalar hala bölgede. Devlet mevcut durumu kabullenmiş oldu. Olmayan operasyon sonlandırılmış oldu. Sanki operasyon yapıldı da geri dönüyorlar gibi yansıtılıyor. Öyle bir durum zaten yoktu” dedi6. Aynı tarihte Bahtiyar Doğan ise şu açıklamayı yapacaktı: "Şemzinan (Şemdinli) şu anda gerillalarımızın kontrolü altındadır. Bölgedeki Türk ordu üslerinin çoğu kuşatma altındadır ya da Türk ordusunun kontrolünden çıkmıştır. Türk helikopter ve jetleri havadan saldırmaya yeltenmişlerdir ama HPG'nin saldırılarından dolayı bölgeden çekilmişlerdir"7. Sonrasında, PKK'nin ilk büyük silahlı eylemlerinin gerçekleştiği 15 Ağustos atılımının yıldönümü nedeniyle yapılan açıklamada, HPG durumun bu minvalde kaldığını ifade edecekti: "Mevcut bu alanlarda gerilla güçlerimizin hakimiyeti devam etmektedir. AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan var olan bu realiteyi ters-yüz etmekte alanda kendi operasyonları olmuş ve gerillayı imha ederek bitirdiği biçimde aslı olmayan yalanlarla kamuoyunu aldatma çabası içerisindedir. Oysa ki gerçeklik tam tersidir. Şemzinan’da Türk ordusu ve AKP hükümeti gerilla güçlerimiz karşısında yenilmiştir. Bu alanlar üzerinde devam eden gerilla güçlerimizin hakimiyeti gerilla mücadelemizde önemli bir başarı düzeyidir"8.

İki tarafın iddialarını da tamamen hakikat olarak kabul etmek mümkün olmasa da, görece bağımsız kaynaklar ve mevcut gelişmelerin, olaylara dair Türk basınının anlatımının PKK'ye yakın kaynakların iddialarına nazaran fazlasıyla uçuk olduğunu gözler önüne serdiğini söyleyebiliriz. Ağustos başlarında Şemdinli'lilerin duruma dair anlattıklarının aktarımları bunları bize fazlasıyla gösteriyor. Köyüne giderken yol üzerinde PKK'lilerle karşılaşan bir Şemdinli'li şöyle anlatıyor: "Bana dediler ki, biz bin tane de kayıp versek buradan çıkmayacağız. Ayrıca yakın zamanda buradakine benzer şeyler Çukurca ve Yüksekovan – Oramar (Dağlıca) mıntıkasında da olacak dediler." Bir başkası ise şöyle diyor: “Askeriye burada ancak kendini muhafaza edebiliyor. PKK isterse her an ilçeye girebilir. Zaten çok yakınımızdalar. Hemen karşıki Goman Dağı’ında konuşlanmış durumdalar9 An itibariyle gerek PKK'lilerin karayollarında yaptıkları kimlik kontrolleri, gerekse TSK hedeflerine karşı saldırıları ve Şemdinli'de olduğu boyutlarda olmasa da çatışmalar, Türkiye Kürdistanı'nın pek çok yerine yayılmış durumda. HPG'lilerin Dersim'de karayolunda kimlik kontrolü yaparken CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ü 'gözaltına' almaları dahi başlı başına dengelerin nerede durduğunu gözler önüne seriyor.

Ucundan da olsa, derinleşen savaşın kaldırdığı toz dumanın ardındaki gerçek duruma bakınca PKK'nin tarihinin en büyük askeri harekatına girmiş olduğunu görüyoruz. Şüphesiz, kayıpları iddia ettiklerinin üstünde. Öte yandan, askeri karakol ele geçirmekten bölgeye orduyu sokmamaya, pek çok şehirde çatışmalara girmekten yaygın yol kontrolleri yapmaya ve milletvekili ele geçirmeye, askeri açıdan süreci TSK'ya nazaran çok daha etkin bir biçimde yürüttüklerini ortaya koyuyor. Dahası, son gelişmelerin yalnız bir başlangıç olduğunu, harekatlarının çapını büyüteceklerini söylüyor. Bütün bunların akıllara belki de ilk olarak eğer böyle bir güçleri vardıysa, neden bunca zaman böyle bir işe girişmediler sorusunu getiriyor. Bu soruya yanıt vermek için, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmeleri incelemek durumundayız.

An itibariyle, her ne kadar PKK'yle örgütsel bağı olmadığını iddia etse de, örgüte yakın olduğunu, aynı ideolojiyi paylaştığını, tabiri caizse gönül bağı olduğunu kendisi de kabul eden PYD10 Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelmiş durumda. PKK için durumu değiştiren temel dinamik de budur. Bu noktada, PYD'nin – dolayısıyla esasında PKK'nin – Suriye Kürdistanı'ndaki iktidar serüveninin üzerinden geçmek yerinde olacaktır. 2003 yılında, Kürtler üzerinde ulusal baskının Türkiye'dekine yakın bir şiddette yaşandığı Suriye Kürdistanı'nda kurulan PYD, 2004'te Beşar Esad rejiminin 100 civarı kişiyi katlettiği Kamişlo ayaklanmasında önemli rol oynamıştı. 2010'a kadar yüzlerce üyesi Esad rejimi tarafından hapse atılan PYD'nin yeni başkanı Salih Müslim dahil önde gelen yöneticileri, en nihayetinde Irak Kürdistanı'na kaçarak buradaki PKK kamplarına sığınmışlardı. Bu yıllar içerisinde, Suriye ve TC devletlerinin PKK'ye karşı askeri işbirliğinde de ciddi bir artış olmuş gibi gözükmekteydi. Fakat 15 Mart 2011 itibariyle, Mısır ve Tunus usulü olmasa da Libya usulü bir Arap Baharı'nın11 Suriye topraklarına ulaşmasıyla durum alt üst olacaktı.

Uluslararası kamuoyunda, Libya'daki benzeri bir hareketin, Esad'ın da sonu olacağı yönünde bir beklenti vardı. Öte yandan bol miktarda kan dökmekten rahatsızlık duymadığını tarihinde defalarca göstermiş olan, genel olarak arasını tüm komşularıyla iyi tutmuş ve Rusya ile Çin'in yakın desteğine sahip Esat rejimi, sonunun diğer Arap ülkelerindeki benzerleri gibi olmayacağını kısa bir süre içerisinde gösterdi. Öte yandan, Esad rejiminin ayağına batan en sinir bozucu diken, son dönemde ilişkilerin özellikle iyileşmiş olduğu, "ortak tarih, ortak din ve ortak kader" sahibi TC devleti olacaktı. Arap dünyasındaki hareketler ilk patlak verdiğinde, bu hareketlerin belli bir sınıfsal niteliği olduğu için başlangıçta tutum belirlemekte zorlanan emperyalist Türk hükümeti, özellikle Libya'da başından beri hakim sınıfın farklı kesimlerinin yönettiği taraflar arası bir savaş olan olayların patlak vermesiyle, ayrıca Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ideolojik olarak AKP'ye yakın Müslüman Kardeşler hareketinin yeni bir burjuva demokratik modelin en güçlü alternatifi olarak güçlenmeye başlamasıyla, bu ülkelerdeki muhalif Sünni hareketleri desteklemeye başlayacaktı. Devlet yönetiminin nüfusun yüzde onunu oluşturan Nusayiri kesimin elinde olduğu Suriye'de de böylesi bir çatışma ortaya çıkınca, Türk burjuvazisi anında Esad'a sırt çevirerek Suriye'de emperyalist emellerini ilerletmeye gidecekti. Suriye burjuva muhalefetinin ortak örgütü olan Suriye Ulusal Konseyi'nin ilk toplantısı İstanbul'da gerçekleşecek, üyelerinin çoğunu paralı askerler ve mevcut durumda Esad'ın karşısında olmanın çıkarlarına ve hırslarına ulaşmaları için daha iyi olacağını düşünen subayların oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu, Türkiye'de eğitilecek, Türk hükümeti tarafından silahlandırılarak Suriye'ye TC sınırlarından sokulacaktı.

Fakat bu tek kişilik bir oyun değildi. Esad rejimi, her ne kadar uluslararası kamuoyunun ve TC devletinin tahmin ettiği kadar kolay düşmeyecektiyse de, mevcut hareketin tarihinde karşısına çıkan en büyük tehlike olduğunu fark etmesi zor olmayacaktı. Tabanı nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni kesime dayanan bir burjuva muhalefetle karşı karşıya olması, Esad'ı mümkün olduğunca az cephede savaşmak istemeye itecekti. Nüfusu Suriye nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Kürtlerin Esad rejimini karşı faal bir şekilde savaşıp savaşmayacağı, Esad'ın kaderini belirleyebilirdi. Suriye'de muhalefet patlak verdiği zaman, yalnızca Türkiye değil, genel olarak başını ABD'nin çektiği Batı dünyası da, Arap dünyasındaki rejimlere karşı burjuva muhalefetlerinden yana tutumunu belirlemişti – ki bu dünya, haliyle Irak Kürdistanı'nın egemenlerini de kapsamaktaydı. İstanbul'da kurulan Suriye Ulusal Konseyi'ne yalnızca Mişel Temo'nun başını çektiği Kürt Gelecek Hareketi Partisi katılmış olsa da, 26 Ekim'de, Hewler'de Barzani yönetiminde ve başını Suriye Kürdistan Demokrat Partisi'nin çektiği Kürt Ulusal Konseyi üyesi partiler, Türkiye'nin etkisine karşı çıksalar da, genel olarak Esad karşıtı Sünni muhalefetle yakın ilişkiler kurmaktan da geri kalmayacaklardı. Esad'ın, Amerika'yla yakın ilişkisinden dolayı Barzani'nin, Libya'da ve genel olarak Arap dünyasında peşinden koştuğu çıkarlardan dolayı ise Türkiye'nin tutumunu ön görmesi zor olmayacaktı. Esad'ın avantajı, Suriye Kürdistanı'ndaki en güçlü Kürt milliyetçisi partinin Barzani yanlıları değil, PYD olmasıydı.

Rejim karşıtı eylemlerden kısa bir süre sonra, başta Salih Müslim olmak üzere PYD yöneticileri Suriye Kürdistanı'na döndüler, ve gelir gelmez Kamişlo başta olmak üzere pek çok Kürt şehrinde, rejim güçlerinin herhangi bir müdahalesi olmadan eylemler düzenlemeye başladılar. Yıllarca Kürtlerin kültürel olarak kendilerini ifade etme yönündeki en ufak bir talebini dahi karşılamayan Esad rejimi, PYD'lilerin Kürt kültür merkezleri ve dil okulları açmalarına engel olmadı12. Buna karşılık, Suriye Kürdistanı, ülkenin geri kalanını kana bulayan ve hala devam etmekte olan iç savaşın dışında kaldı. Tabii ki bunu sağlamak için PYD'nin başka önlemler alması da gerekti: bunlar arasında Sunni muhalefetle birlikte çalışmayı açıkça destekleyenleri sindirmek de vardı. Suriye Ulusal Konseyi üyesi ve Kürt Gelecek Hareketi Partisi başkanı Mişel Temo, PYD tarafından tehdit edildiğini ima ettikten kısa bir süre sonra öldürüldü. Her ne kadar PYD bu cinayet için TC devletini suçlamışsa da, ve TC devletinin kendi müttefiki olan bir hareketin şefine, eğer ölürse belki hareket güçlenir gibi bir umutla suikast düzenlemiş olması ihtimali mevcut olsa da, çok daha bariz olan ihtimal bu suikasti PKK'nin düzenlediğidir ve bu açıklama inandırıcı değildir. PYD bütün süreç boyunca, muhalefet'in bir parçası olduğunu, Esad rejimini savunmadığını, Esad rejimiyle bir ilişkisi olmadığını iddia edecekti. Bu sözleri, misal PKK'nin önde gelen isimlerinden Murat Karayılan'ın "Şimdi Türk devleti, Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin ve bir kısım Avrupa devletinin, teşviki temelinde Suriye’ye müdahale için hazırlanmaktadır. Bir tampon bölgesi oluşturmak üzere Suriye’ye müdahale hazırlıkları söz konusudur... Açıkça belirteyim; eğer Türk devleti Batı Kürdistan’daki halkımıza bir müdahale yaparsa tüm Kürdistan bir savaş alanına dönecektir"13 sözlerini göz önünde belirterek değerlendirmek gerekli. Mevcut duruma bakınca bu iddialara inanmak saflık olacaksa da, PYD Esat rejimi ile arasına koyduğu bu siyasi mesafeyle, dürüst bir biçimde değilse de akıllıca bir biçimde Suriye Kürdistanı'ndaki itibarını korumuştur.

Her halükarda, özellikle Rusya ve Çin'in, kısmen de olsa Esad'dan desteğini çekmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler olayı farklı bir boyuta taşıdı. Yeni gelişmeler, Türkiye sınırına PYD bayrağı açılmasıyla Türkiye'ye yansıyacaktı, ayrıca yazın başlamasıyla Türkiye Kürdistanı'ndaki çatışmalar da şiddetlenmişti. Haziran ayında, PYD'nin kontrolündeki Batı Kürdistan Halk Kongresi ile Kürt Ulusal Konseyi, Hewler'de (Erbil), Barzani'nin insiyatifiyle 7 maddelik bir anlaşma imzalamışlardı fakat sonraki günlerde iki taraf da anlaşmaya uymayacaktı. Anlaşma maddeleri arasında tarafların silahsız olması ve herhangi bir parti bayrağı değil, yalnızca Kürt bayrağının açılması vardı ki Suriye Kürdistanı'ndaki tek silahlı güç olan PYD'nin silah bırakma niyeti noktu, ayrıca PYD'liler parti bayrağı açmaya devam ediyorlardı. Buna karşın Kürt Ulusal Konseyi üyesi partilerden bazıları, Suriye Kürdistanı'nda PYD'nin etkisini kırmak için Özgür Suriye Ordusu ile hatta Türk istihbaratıyla temaslar kurmayı sürdürüyorlardı. Temmuz ayının başlarında, PYD üyeleriyle Suriye Ulusal Konseyi'ni destekleyen Kürtler arasında silahlı çatışmalar dahi gerçekleşecekti. 1994 ile 1997 yılları arasında Irak Kürdistanı'nda gerçekleşen ve binlerce kişinin hayatına malolan Kürt İç Savaşı'nın bir ikincisinin Suriye Kürdistanı'nda gerçekleşebileceğine yönelik korkular ifade edilmeye başlamışken, Esad rejimi askeri bölgeden çekilmeye başladı. Rusya ve Çin'in kısmen de olsa Esad'dan desteklerini çekmeleri, Sünni muhalefeti Esad'a karşı harekete geçmeye itmişti, buna karşı Esad da bütün askeri gücünü birarada toplamak istiyordu. 11 Temmuz'da, Arfin kentinin kontrolü PYD'nin eline geçti. Hemen ertesi gün, 12 Temmuz'da yine Barzani'nin çabaları sonucu Hewler anlaşması, yine Hewler'de, Suriye Kürdistanı'nın geleceğine dair somut maddeleri temel alarak ve Kürt Ulusal Konseyi'nin bütün üyelerinin katılımıyla yenilenecekti. Yeni anlaşmaya göre, Suriye Kürdistanı'nın denetimini sağlamak için, Batı Kürdistan Halk Kongresi ve Kürt Ulusal Konseyi üç alt komitenin oluşturacağı bir Kürt Yüksek Komitesi kuralacak, bu alt komitelerden biri yeni Yüksek Komite'nin silahlı organı Halk Savunma Birlikleri'ni yönetecek güvenlik komitesi, ikincisi gerek Suriye'de, gerek uluslararası alanda Suriye Kürdistanı'nı temsil edecek dış işleri komitesi ve bir kamu hizmetleri komitesi olacaktı14. İlerleyen günlerde, Esad'ın ordusu Suriye Kürdistanı'nın tamamından çekilerek, bölgeyi, başkenti sayılan Kamişlo dahil tamamen fiili olarak PYD kontrolüne bırakacaktı.

Çok geçmeden, Suriye'deki bu gelişmeler Türkiye'de duyulmaya başladı. Başlangıçta kamuoyundaki şaşkınlık, TC hükümetinin ne kadar paniklediğinin bir göstergesiydi. Temmuz ayının ikinci yarısında, Irak Kürdistanı'nda peşmerge kışlalarında eğitilmiş binlerce Suriye'li Kürt Suriye Kürdistanı'na giriş yapmaya başladı. Öyle görünüyor ki bu askerlerin büyük çoğunluğunu PYD taraftarları oluşturmaktaydı, fakat durum Türkiye'de böylesi bir netlikte görünmekten çok uzaktı. Türk burjuvazisinin pek çok yayın organında yayınlanan bir haberde şöyle yazılacaktı: "Erbil'de bir süre önce 'Kürtlerin birliği' adı altında Irak ve Suriye'deki Kürt liderlerin katıldığı toplantıda alınan karar gereği, PKK ve PYD güçlerine karşı koruma sağlamak amacıyla Peşmergeler'in sınırı aştığı bildirildi... [Yapılan] açıklamada şu bilgilere yer verildi: "Başkan Barzani'nin 'hiçbir güç tanınmadan ve engel olmalarına izin verilmeden Batı Kürdistan'a girilerek halkın güvenliği sağlanacak ve Kürtlerin ulusal hakları noktasında gerekenler yapılacak' talimatından sonra bugün Pêşmerge güçleri güle oynaya Batı Kürdistan'a girdiler." PKK ve PYD'nin önlemeye çalıştığı Peşmerge güçlerin hiçbir engel tanımadan Suriye'ye girdiği açıklandı."15 Görünen o ki, Türk burjuva basınının, PYD'nin, Batı Kürdistan Halk Kongresi adlı kitle örgütlenmesi aracılığıyla Hewler'de yapılan iki toplantıya da katıldığından haberi yoktu! Bununla birlikte, belirtmemiz gerek ki bir ihtimal bu uçuk haberin tek sorumlusu, Türk burjuva basınının görmesi istenileni görmeye koşullanmış hayal gücü olmayabilir. Barzani'nin Türk basınına, hatta bizzat TC hükümetine olayları, kritik aşama aşılana kadar bu şekilde yansıtmış olması ihtimalini gözden kaçırmamak gerekli.

Her halükarda, gerçek durum, Suriye Kürdistanı'nda Barzani'nin desteklediği Kürt Ulusal Konseyi ile PKK'nin desteklediği PYD'nin uzun erimli bir ittifak kurmuş olduğu, kısa sürede ortaya çıkacaktı. Başbakan Erdoğan, yukarıdaki haberin yayınlanmasından birkaç gün sonra, Suriye Kürdistanı'ndaki egemen oluşumu PKK ve PYD'nin yapılanması olarak tanımlayacak, ve Türkiye olarak buna "eyvallah demeyiz, gerekirse müdahale ederiz" diyecekti. Çok kısa bir süre içerisinde Hatay sınırına askeri sevkiyat başlayacaktı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, apar topar Irak Kürdistanı'na gönderildi. Barzani'ye Esad sonrası Suriye'de Kürt özerkliğine karşı olmadıklarını söylerken ana hatlarıyla PKK ve PYD'ye güvenmemesini, Kandil'de PKK'ye karşı daha sert tutumlar almalarını ve yalnız Kürt Ulusal Konseyi'ni değil Suriye Ulusal Konseyi'ni de desteklemelerini salık veren Davutoğlu, her ne kadar görüşmeler sonrasında "mesajımızı aldı" dese de, onun vermeye çalıştığı mesajla Barzani yönetiminin aldığı mesajın aynı olduğundan emin değiliz. Görüşmenin ardından durumu değerlendirmek için toplantı yapan Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği üyeleri, yaptıkları açıklamada şöyle diyeceklerdi: "Toplantının odaklandığı konulardan biri Batı Kürdistan'da Kürt bayrakları yerine Öcalan resimleri kullanan PKK'li kardeşlerimizin uzlaşmazlığıydı. Böylesi eylemleri durdurulmalı"16. Sonrasında Davutoğlu Hewler'de Kürt Yüksek Komitesi'nin PYD'li olmayan üyeleri ve Suriye Ulusal Konseyi'yle ortak bir toplantı yaptı. Irak Kürdistanı yetkililerinin de mevcut olduğu toplantıya katılan Kürt Ulusal Konseyi kökenli Kürt Yüksek Komitesi üyeleri, toplantıya Davutoğlu'nun katılacağını bilmediklerinden, yalnızca Suriye Ulusal Konseyi temsilcileriyle buluşacaklarını zannettiklerinden şikayetçi olurken toplantıda Davutoğlu'na "Eğer PYD PKK'nin parçasıysa, TBMM'de milletvekilleri olan BDP de PKK'nin parçasıdır. Sizin için mübah olan bize neden yasak olsun?" diyeceklerdi17.

Onlarca yıldır, irili ufaklı sayısız devletin ajanlarının fink attığı, gün doğmadan kırk anlaşmanın yaptığı bir coğrafyada evsahibi konumunda olan bir burjuvazinin temsilcisinden ağız ve ayak oyunlarında usta olması tamamen doğal. Silahlı diplomasi zanaatinde, yıllardır bu işi yapan Barzani'nin, karşısında daha dünkü çocuk gibi kalan Türk hükümet yetkililerini tereyağından kıl çeker gibi oyalayabilmesi şaşırtıcı değil. Bununla birlikte görünen o ki ortada Davutoğlu'na verilen mesajlar da var. Tabii ki, eğer Davutoğlu, Irak Kürdistanı'ndaki siyasetçilerin örtük ve diplomatik biçimde verdiği mesajları almadıysa, aynı mesajı açık bir biçimde Murat Karayılan da veriyor: "Eğer Türkiye, Batı Kürdistan'a yani Suriye Kürdistanı'na herhangi bir biçimde müdahale ederse, bu artık Kürt halkı için tahammül sınırlarını aşan bir durum olur... [D]evletin kalkıp da sınırı aşarak Batı Kürdistan'daki halka da saldırması halinde sadece Batı Kürdistan'daki Kürt halkının değil, tüm parçalardaki Kürt halkının Türk devletine karşı savaş açmasına neden olur"18.

Burada sorulması gereken soru, Barzani'nin neden böyle bir manevra yaptığıdır. Eğer Barzani'nin, Türkiye'de ya da Suriye'de yaşayan Kürtlerin içinde yaşadıkları koşulları gerçekten umursadığına inananlar varsa, aynı Barzani'nin 1994-1997 arası gerçekleşen Kürt İç Savaşı'nda 1995'e kadar, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne karşı İran'dan destek aldığını, sonrasında Talabani İran'la ittifak yapınca Irak'ın Saddam yönetimiyle işbirliği yaptığını, savaşta Talabani'nin yanında yer alan PKK'ye karşı Türk devleti savaşa girince de, Türk devletinin yanında PKK'ye karşı savaştığını hatırlatalım19. Barzani'nin böylesi bir manevra yapmasının ardında, resmi olarak olmasa da fiili olarak bağımsız bir devlet haline gelmiş olan Irak Kürdistanı'nın dış çıkarları, ve kendi partisinin iç siyasetteki ihtiyaçları vardı. Öncelikle iç siyasete değinelim. Irak Kürdistanı'nda, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin eski ikinci adamı Nevşirvan Mustafa'nın kurduğu Gorran (Değişim) hareketi, Barzani ve Talabani'nin partilerinin iktidarı tekelleştirmelerine, baskıcı politikalarına ve hükümetteki yozlaşmaya muhalefet ederek, bu partilere rakip olabilecek bir güç toplamış durumda20. Bir süredir, Talabani'nin partisiyle arasını görece düzelterek sessizliğe bürünmüş Gorran hareketi, en nihayetinde, Nevşirvan Mustafa'nın Davutoğlu ziyaretinin ardından, Barzani hükümetinin tavrını fazla yumuşak olmakla eleştirdiği bir röportaj vermesiyle suskunluğunu bozdu. Talabani'nin partisinin büyük ölçüde tarafsız kalırken, Nevşirvan Mustafa'nın Gorran hareketi, açıkça Barzani'yle kapışmaya hazırlanır bir görüntü çiziyor21. Bu koşullar altında, Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi'nin, PKK'li veya değil, Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmiş Kürt milliyetçisi bir oluşuma sırt çevirmesi, böylesi bir oluşumu TC karşısında kaderiyle baş başa bırakması, Irak Kürdistanı'nda ciddi bir güç kaybı yaşaması hatta büyük ölçüde siyaset sahnesinden silinmesi riskini taşıyor. Bu minvalde, Barzani, iç siyasette Suriye Kürdistanı'na ağabeylik etmenin kaymağını yiyeceğini umuyor.

Söylediğimiz üzere, olayın bir de dış siyaset boyutu var. Her ne kadar Barzani'nin güdümündeki Kürt Ulusal Konseyi onu aşkın partiden oluşsa da, bu partilerin hiçbirinin Suriye Kürdistanı'nda ciddi bir gücü yok. Buna karşın ABD'li bir analiste göre, Suriye nüfusunun belki yüzde doksanı, Barzani'den ziyade PYD'ye sadık22. Buna, bölgedeki tek silahlı gücün de PYD olduğunu ekleyelim. Barzani, PYD ile böylesi bir anlaşma yapılmasını sağlayarak, Suriye Kürdistanı'ndaki gücünü ciddi bir biçimde ileri taşımış oldu, zira himayesindeki Kürt Ulusal Konseyi'nin, PYD tarafından inşa edilecek oluşumun bir parçası olmasını sağladı. Bu da, Barzani'nin etki alanını Suriye Kürdistanı'nda çok ciddi bir biçimde genişletti. Barzani'nin başka türlü, hem kitlesel destek hem de silahlı güç açısından PYD'nin bu denli etkin olduğu bir bölgede güç kazanması pek olası değildi. Öte yandan bu anlaşmadan tek kazananın Barzani olduğunu düşünmek yanlış olur. Her ne kadar Barzani ve destekçilerinin PKK'den matah bir tarafının bulunmadığı ortada olsa da, nihayetinde PKK hem AB hem de ABD tarafından Türkiye'nin çabaları sonucu terörist bir örgüt ilan edilmiş durumda, Barzani ise Irak Kürdistanı'nda meşru bir hükümetin resmi lideri konumunda. Meşru bir burjuva devletinin başında olmak da, ciddi bir uluslararası çalışma aparatına sahip olmak gibi avantajları beraberinde getiriyor. Bu minvalde, Barzani ile anlaşmak, Suriye Kürdistanı'nda askeri anlamda PYD'nin egemen olmaya devam edeceği oluşuma hem uluslararası kamuoyunda yaygın bir meşruiyet hem de dünyanın pek çok yerinde bu oluşumu savunacak bir diplomatlar ordusu kazandırmış durumda – ki Barzani'nin Irak Kürdistanı'nda silahlı eğitim verip geri gönderdiği binlerce Suriyeli Kürt de cabası.

TC devleti, Suriye'de desteklediği Esad muhalifleri ile mevcut rejim arası çatışmanın böylesi bir sonuç vereceğini belli ki öngörememişti. Öte yandan PKK için, Suriye Kürdistan'ında iktidara geldikten sonra Türkiye'nin tepkisini öngörmek zor olmadı. Özellikle PYD Suriye Kürdistanı'nda iktidarını sağlamlaştırmadan TC'nin yapacağı olası bir askeri müdahale, bölgedeki durumu tamamen tersine çevirme durumu taşıyordu. Oysa Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmek, bir burjuva hareketi olarak PKK'nin tarihinde elde ettiği en büyük başarıydı. Şu anda zemin hala kaygan, fakat eğer PYD Suriye Kürdistanı'nda, Suriye'nin kaderi belli olduktan sonra oluşacak yeni düzende iktidarı elinde tutmayı başabilmesi – ki bölgede sahip olduğu destek ve gün geçtikçe artan askeri gücü bunu başarabileceğini gösteriyor – PKK için çok büyük gelişmeler vaad ediyor. PYD'nin Suriye Kürdistanı'ndaki iktidarı, eğer uzun vadede korunabilirse, PKK'nin fiili olarak tankları, topları, savaş uçakları ve resmi bir düzenli ordusu olacağı anlamına geliyor. Bu da, Türk devletini ne kadar korkutuyorsa, PKK'yi de o kadar heyecanlandıran bir ihtimal. Bu nedenle, PKK TC'nin bu ihtimale karşı yapabileceklerine dair önlemler almak, öncelikle de TC'nin Suriye Kürdistanı'nı işgal etme kartını elinden almak durumundaydı. İşte PKK neden bugün Türkiye Kürdistanı'nda böylesi bir harekata girişti sorusunun cevabı tam da bu noktada yatmaktadır. Zira kendi sınırları içerisinde kontrol edemediği ciddi bölgeler olan, sürekli çatışmalar ve hatta mevzi savaşları yaşanan ve daha komşu ülkenin sınırları geçilmeden yüzlerce kişinin öldüğü bir devlet için, tam da bu olayların en yoğun yaşandığı sınırdan başka bir devletin topraklarını işgale girişmek mümkün olamazdı. PKK, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmelerden sonra, TC'nin buraya savaş açacağını öngörerek erken davrandı, ve savaşı TC sınırları içine getirdi böylelikle de Suriye Kürdistanı'na askeri tehditi ortadan kaldırdı. Bu minvalde, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın yaptığı "PKK devlete operasyon yaptı" açıklaması doğrudur. PKK, Suriye Kürdistanı için bu süreci olabildiğince uzatmak durumunda, ki HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan da niyetlerinin bu olduğunu açıkça söylüyor: "Türk işgali Kürt halkını lağvediyor. Dolayısıyla Şemzinan'ı (Şemdinli) kontrol etmekle başlayan yeni bir politika benimsedik. Savaşı yayacağız"23.

Geçtiğimiz sene şu tahlili yapmıştık: "DP-AP-ANAP'ın sağ liberal Türk burjuva geleneğinin mirasçısı AKP, hem askeri anlamda hem de destekçi sayısı bakımından Kürt burjuvazisinden daha güçlü olan geleneksel rakibi Türk askeri ve bürokratik burjuvazisine diz çöktürmeyi başarmıştı. Bu çabanın sonucu olarak özellikle ordunun itibarı ciddi bir biçimde düşmüş ve askeri burjuvazinin en güçlü siyasi uzantısı olan CHP dahi orduyla arasına mesafe koymak zorunda kalmıştı. Nasıl oldu da askeri ve bürokratik Türk burjuvazisini alt eden oyunlar nihayetinde Kürt burjuvazisine karşı amaca ulaşamadı? Bunun nedeni AKP hükümeti ile askeri ve bürokratik burjuvazinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanların, hükümetle Kürt burjuvazisinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanlardan çok daha fazla olmasıdır. AKP, hükümetteki mutlak egemenliğiyle, sahip olduğu devasa halk desteğiyle, içinde barındırdığı fazlasıyla kaşarlanmış uzman ve siyasetçi kadrosuyla kurduğu oyunlar karşısında uzun vadede Türk burjuvazisinin kendilerine rakip kesimlerinin kalelerinin hiçbirinin dayanmayacağını hesaplamıştı. Tamamen haklıydı. Arka arkaya askeri ve bürokratik burjuvazinin bütün kaleleri düştü. Kürt burjuvazisinin hemen hemen hiçbir kalesi düşmedi; çünkü Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisinin bir parçası değildi; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvaziydi"24. 1999'da Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, 2004'e kadar sürdüreceği tek taraflı bir ateşkes ilan eden, TC sınırları dışına çekilen, 2002'de kendisini feshettiğini dahi söyleyen PKK, bugün Suriye Kürdistanı'nda iktidara alacak noktaya, Kürt burjuvazisinin bir hareketi olarak, çıkarlarının dayandığı gücü izlemekten geçtiğini fark edip bu yönde hareket ederek geçti. 2001'de 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin Afganistan'a girmesi ve genel olarak bölgede çok daha faal olacağını belli etmesinin ardından, PKK'nin iktisadi tabanının bulunduğu bölge genelinde etkinlik kazanması, çok ciddi fırsatlara gebe olabilirdi. Bu doğrultuda, PKK'nin ideolojisi temelinde 2003'te kurulan PYD'nin yanısıra 2002'de Irak Kürdistanı'nda PÇDK25, İran Kürdistanı'nda ise PJAK26 isimli partilerin kuruldu. Türkiye'de belli aralıklarla kapatılıp isim değiştirmek durumunda kalan yasal partiyle birlikte bu dört parti, açıkça ifade edilmeden ama fiili olarak, Kürdistan'ın dört parçasının kesiştiği yerde konumlanmış olan PKK tarafından yönetilecek, partilerin eylemlilikleri ise koşullara göre şekillenecekti. İşte bugün PKK'nin Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelme başarısının arkasında yatan, mevcut duruma dair bölgesel olarak böylesi bir strateji belirlemiş olmasıdır.

Tabii ki, mevcut durum içerisinde, TC, PKK ve Irak Kürdistanı haricinde güçlerin de oyunun içerisinde olduğunu esgeçmemek gereli. ABD burjuvazisinin resmi diplomasisinin temsilcilerinin beyanlarının pek de bir hükmü olmamasına ve ABD'nin böylesi durumlarda genelde duruma göre hareket etme, kazanacak gibi olanı destekleme gibi bir pratiği olsa da, ABD burjuvazisinin uluslararası politikasını belirleyenler arasında bu konuya dair bir ayrım var. Bununla birlikte Obama hükümetiyle ABD'de şimdilik hakim gelmiş görüş, özellikle Arap Baharı sonrasında Orta Doğu'ya model ülke olarak Türkiye'yi gösterme eğilimi taşıyor izlenimi veriyor. Bilindiği üzere, mevcut ABD hükümeti, Türkiye ile birlikte Suriye Ulusal Konseyi ve Özgür Suriye Ordusu'nu açık bir biçimde destekliyor. Bunun haricinde, Türk basınında Kürt milliyetçilerinin sıklıkla hem İsrail hem de İran tarafından desteklendiğine yönelik iddialar çıkıyor. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Türk basınının farklı mensupları, böylesi haberleri sanki TC devleti hiç İran veya İsrail'le işbirliği yapmamış gibi kendi farklı burjuva ideolojilerine göre çarpıtıp, bol miktarda şövenizme bulayarak kaleme alıyorlar. Öte yandan, İran'ın da, İsrail'in de farklı noktalarda farklı Kürt milliyetçisi oluşumlarla ilişkiler kurup bu oluşumları desteklediği de biliniyor. İran devletinin özellikle Celal Talabani'yle uzun bir işbirliği geçmişi var. İsrail'in ise Kürdistan Demokrat Partisi'yle ilişkileri, Mesud Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani dönemine uzanıyor. PKK'nin de geçmişinde İran'la işbirliği yapmış olduğu, İran sınırları içerisinde kamplar açmasına izin vermiş olduğu biliniyor. Aynı durum PKK ile İsrail ilişkisi için söylenemeyecek olsa da, 1999'da Öcalan'ın yakalanmasına neden olan istihbaratın İsrail'den geldiği iddiaları üzerine dönemin İsrail istihbarat örgütü Mossad başkanı Efraim Halevy, örgütün tarihinde ilk defa bir istihbarat meselesine dair kamuoyuna açıklama yaparak olayla alakaları olmadığını ifade etmiş olması27, İsrail tarafının PKK'yle ilişkilerine yönelik belli bir hassasiyeti olduğunu ortaya koyuyor. Her ne kadar Batı dünyasında PKK'nin resmi olarak terörist ilan edilmiş olması bu konuyla ilgili durumun açıkça ifade edilmesinin önüne geçiyor olsa da, iki devletin de PKK'yi desteklemiş ya da destekliyor olmasının, farklı dönemlerde olmak kaydıyla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Nihayetinde, Rusya ve Çin Esad rejiminin arkasındayken, Esad'ın en yakın müttefiki, genellikle ismi bu ikiliden sonra sarfedilen İran devletiydi. İsrail ise, hem TC devletinin Orta Doğu'da prim yapmak için kendisine sataşıp durmasından hem de ABD'nin Orta Doğu'nun yeni modeli olarak Türkiye'yi öne sürmesinden rahatsız – ki ABD burjuvazisi içerisinde bu konuda İsrail'in görüşlerini paylaşan bir kesim de var. Dahası İsrail bugün Barzani'yle açık bir biçimde iyi ilişkilere sahip ve Barzani'nin Suriye Kürdistanı'na yönelik hamlelerini yapmadan önce İsrail'e danıştığını varsaymak, bir komplo teorisi olmayacaktır.

Her halükarda PKK'nin Suriye Kürdistanı'ndaki başarıya ulaşmış ve Türkiye Kürdistanı'nda askeri gücünü ortaya koymuş olması savaşı kazandığı anlamına gelmemektedir. Türk burjuva devleti, silahlı diplomasi gibi ince işlerde, Kürt burjuvazisinin temsilcileri kadar maharetli olmayabilirler, öte yandan provokasyon yapmayı, kara propagandayı, etnik kıyım yapmayı, kan dökmeyi, işgal etmeyi, para asker ve kiralık katil tutmayı iyi bilirler. Daha şimdiden, İstanbul'un Ayazağı mahallesinde ve Muğla'nın Dalyan beldesinde Kürt işçilere yönelik linç girişimleri gerçekleşti. Ayazağı'ndaki şövenist kalabalığın saldırdığı ve aralarında Kürt olmayanların da bulunduğu inşaat işçilerinin sayısı iki bine yakında, ve bu işçiler linç girişimi sonucu İstanbul'dan kaçmak durumunda kaldılar. Dahası, her ne kadar TC emperyalizminin Suriye'deki emelleri elinde patlamış, Suriye Kürdistanı'na girme hevesi de kursağında kalmış olsa da, özellikle eğer Suriye'deki mevcut iç savaş Sünni muhalefet ve Özgür Suriye Ordusu isimli silahlı çetelerin zaferi ile sonuçlanırsa, Türkiye'nin Suriye Kürdistanı'na bu kanaldan müdahale etmesi çok kuvvetli ihtimaldir. Özgür Suriye Ordusu'nun Türkiye'de bulunan lideri Riyad al-Asaad "Suriye'de federal bölgelerin kurulmasına izin vermeyeceğiz... bir karış Suriye toprağı bile vermeyeceğiz" diyerek olası bir duruma dair teşkilatının tutumunu açıkça ortaya koymuş durumda28. Özgür Suriye Ordusu'nun niyetlerini al-Asaad'dan daha açıkça ifade edenler de var. Bir birim komutanı, dahası kendisi de Kürt olan Ubed Musa TC hükümeti kendilerini daha fazla desteklerse PKK'ye karşı savaşacaklarını açıkça ifade ediyor: "Eğer Türkiye'den askeri yardım alabilirsek, yalnızca rejime karşı değil, PKK'ye karşı da savaşabiliriz. Türkiye'nin silahlı desteğiyle Suriye içerisindeki PKK üslerini vurabiliriz, çünkü yerlerini ve kontrol ettikleri bölgeleri hep biliyoruz"29. Dahası, PKK'nin büyük bir kahramanlık destanı, zafer yolculuğu olarak sunduğu bu harekatına dair satır araları, daha karanlık bir yolda, geçmişte PKK'nin gerçekleştirdiği işçi düşmanı uygulamaların bazılarına geri döneceğine işaret ediyor. PKK liderlerinden Duran Kalkan, yaptığı bir açıklamada şu sözleri sarf etti: "Hizmet ettikleri devlet ve hükümet Kürdü terörist sayıyor. Bütün Kürtleri tutukluyor, zindana koyuyor. Artık o devlete orada kimse memurluk yapamaz. O memur da devletin yaptığından sorumludur... Bu devlet bu halka bu kadar zulüm ederken, o zulüm üzerinden maaş alıp kendilerini yaşatamazlar... Kendilerini Kürt halkına affettirmeye çalışsınlar. Ya da kendilerini hızla bu çatışma ortamından uzaklaştırsınlar. Eğer bunu yapmada ısrar ederlerse o zaman sonuçlarına da katlanırlar. Nasıl ki, her Kürdü terörist diye hapse koyuyorlarsa, Kürtler de onları terörist sayar, tutup hapse koyar"30. Görünen o ki PKK'nin en üst düzey yöneticilerinden biri, Kürdistan'daki kamu işçilerine, TC Kürtlere nasıl baskı uyguluyorsa öyle baskı uygulayacağını söylemekte sakınca görmüyor. PKK'nin öğretmen öldürme eylemlerini akıllara getiren bu açıklama, TC devletinin işlediği suçlardan Kürdistan'daki kamu işçilerini sorumlu tutarak, işçi düşmanlığında Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasında bir fark olmadığını gösteriyor.

Kürdistan'ın geleceğinde kurtuluş olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Ufukta kurtuluş yok, ufukta emperyalist savaşın derinleşmesi var. Emperyalist Türk devleti Türkiye Kürdistanı'nda gücünü korusun diye, Güney Kürdistan yönetimi bölgede etkisini genişletsin diye, Irak hükümeti Kürdistan petrolünden payını alsın diye, Esad mı al-Asaad mı Suriye'nin başına geçsin diye, PKK'nin savaş uçakları olsun diye ölecek ve birbirlerini öldürecek olanlar, sokaklarda linç edilecek veya birilerince cezalandırılacak olanlar işçiler. Emperyalist savaştan sorunu çözecek bir zafer çıkacağını düşünenler yanılıyorlar. Kürdistan ve onu paylaşmış ülkelerde derinleşmekte olan savaşlar, eşi benzeri görülmemiş bir barbarlığa gebe. Barıştan ve uzlaşmadan medet umanlar yanılıyorlar. Ulusal sorun, Kürtler üzerindeki ulusal baskı devam ettikçe, bu baskı savaşı doğuracak, ve 20. yüzyılın başından beri gerçekleşen bütün ulusal savaşlar gibi bu savaş da emperyalist bir nitelik taşımaya devam edecek. Bölge burjuvazisi ve Türkiye, İran, Suriye, Irak ve Irak Kürdistanı gibi kendi çaplarında çıkarlarının peşinde koşan emperyalist devlet var oldukça da bu sorun, şu veya bu biçimde mevcudiyetini koruyacak. Bu koşullar altında barış, burjuvazinin barışı, savaşın bir sonraki aşamasının planlandığı bir aralıktan başka bir nitelik taşımayacak. En irisinden en ufağına, bölgedeki burjuva oyuncuların, emperyalist devletlerin ve emperyalizme eklemlenmiş örgütlenmelerin bu sorunu çözebileceğine inananlar yanılıyorlar. Burjuvazinin bütün kesimleri bu sorunu çözemeyeceklerini defalarca gösterdiler.

Yalan söylüyorlar. Ulustan, milletten, vatandan, halktan bahsedenlerin hepsi yalan söylüyor. Bir oyun bu onlar için sadece. Güç için, iktidar için, hırsları için hayatlarımızla oynuyor hepsi bu oyunu. Bizim hayatlarımız bu oyunda önemsiz bir detaydan ibaret onlar için. Hayatlarımızı umursadıklarını idda edenler yalan söylüyor. İşçilerle işverenlerin, emir alanlarla emir verenlerin, ölenlerle öl diyenlerin çıkarlarının ortak olduğunu savunanların hepsi yalan söylüyor. Ulus için, millet için, vatan için, halk için çalışın, itaat edin, canınızı verin diyorlar. Oysa uluslar da, milletler de, vatanlar da, halklar da farklı sınıflardan oluşuyor. Bu savaş burjuvazinin savaşı. Oyun oynuyorlar, ama onların bu oyunu yalnızca Kürdistan'ın değil, yalnızca Kürdistan'ı paylaşmış ülkelerin değil, yalnızca Orta Doğu'nun değil bütün dünyanın, bütün insanlığın geleceğini korkunç bir yıkıma mahkum ediyor. Bu karanlık geleceği engelleyebilecek tek güç ise işçi sınıfının, yani hep en fazla acı çekenlerin, en fazla kan dökenlerin gücü. Tek çözüm, işçilerin, emir alanların, öl denilenlerin işverenlere, emir verenlere, öl diyenlere, yani hakim sınıfa ve bütün emperyalist devletlere karşı birleşmesi. Burjuvazinin milliyetçiliğine karşı proletaryanın tek silahı var: enternasyonalizm. Emperyalist savaşa karşı proletaryanın tek seçeneği var: sınıf savaşı. Çöken ve çürüyen kapitalizm, dünyanın önüne iki seçenek koymuş durumda: ya insanlığın sefalet, kan, ölüm ve barbarlık içinde boğulması, ya da proleter dünya devrimi.

Gerdûn

3Hęzęn Parastina Gel, Halk Savunma Güçleri

10Partiya Yekîtiya Demokrat, Demokratik Birlik Partisi

20Irak Kürdistan'ı Parlamentosu'nda, Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin 29, Kürdistan Demokrat Partisi'nin 28, Gorran Hareketi'nin ise 25 milletvekili bulunuyor. 2009 seçimlerinde Gorran hareketi Irak Kürdistanı genelinde %22, Talabani'nin kalesi kabul edilen Süleymaniye bölgesinde ise %51'in üzerinde oy almıştı.

22https://kurdistantribune.com/2012/turkey-losing-pkk/ Makalenin yazarı Michael Rubin, 2002-2004 yılları arasında ABD Savunma Bakanlığı'nda İran ve Irak bölge yöneticisi olarak görev yaptı. Halen Orta Doğu'da göreve gönderilecek ABD ordu ve donanma görevlilerine bölgeyle ilgili düzenli eğitimler vermekte ve İsrail tarafından kurulan ABD merkezli jeostratejik analiz firması Wikistrat'ta uzman olarak çalışıyor. Yazının geri kalanında Rubin, Erdoğan'ın Hamas'ın terörist olmadığı iddiası ve PKK'yle yürütülen Oslo görüşmelerinin PKK'ye meşruiyet kazandırdığını ve AB ülkeleriyle ABD'nin de PKK'yle görüşmelerinin yolunu açtığını, AB ülkeleri ve ABD'nin bu nedenlerle PKK'yi terörist ilan etme kararlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini savunuyor.

25Partiya Çareseriya Demokratika Kurdistanê – Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi

26Partiya Jiyana Azada Kurdistanê -

 

Tags: 

Rubric: 

Ulusal Sorun