Tarihsel Olarak Sendikalar ve Güncel Sınıf Mücadelesi Dinamiklerini Anlamak

 

 

 

 

 

 

 

Bu metin, EKA'nın Türkiye şubesi tarafından, Servet Düşmanı (servetdusmani.wordpress.com) adlı grup ile sendikalar üzerine yapmakta olduğumuz tartışmaların devamını oluşturması işleviyle kaleme alındı.

İlkeler ve Yöntem

Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA’nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir. Bugün, bu olgunlaşan süreçte başlıca rol ise yeni kuşağındır.(Tartışma Kültürü, EKA)

Bizim kesin bir biçimde cevap vermemiz gereken soru şudur: kapitalizmi nasıl yıkarız, bu sonuca doğru nasıl hareket edebiliriz ki bütün süreç boyunca proletarya kontrolü elden bırakmasın?” (Komünist Enternasyonal 3. Kongresi’nde Alman Komünist İşçi Partisi Sunumu, 1921)

Bireyin toplamı, geçmişindeki deneyim ve pratiği, sonrasında bundan çıkarttığı ders ve tutum alışların bütününden oluşur. Toplumun bir parçası olan bireyin sosyal anlamda varoluşunu da bu kriter belirler. Ancak sadece bir boyutunu; bunun bir de çevresel faktörler ile etkileşiminde belirleyici unsurlar olan varoluş koşulları, yani ekonomik ve siyasi konumlanışı. Bunların tamamının belirleyicisi de sınıfsal konumlanıştır. Ancak tarihseli neticelendiren toplumsal olgunun içerisinde yeşeren bu konumlanış yine ve ancak bu toplumsallığın içinde kendisinde yer bulur. Tartışmanın önemi de varoluş koşullarımızın gerektirdiği bir etkileşim alanı olarak, sınıfsal konumlanışımızdan güdülenen sade ve anlaşılır olanın açığa çıkartıldığı bir alandır ve sınıfın mücadelesine göbekten bağlıdır.

İlkeler de geçmişin ışığında, geleceğe doğru giden zamanın taşlı yollarında ilerleyen ya da geri düşen sınıf mücadelesinin rehberliğinde can bulur ve somutlaşır. Gökten inen ayetler ya da emirler değil, bizzat sınıfın kendi yaşamının içerisinden çıkartılıp perspektifleştirdiği kabullerdir. Bunları da işçi hareketinin gelgitleri var eder ve bunların yardımıyla belirlenir. Bu çevrim, sınıf mücadeleleri varoldukça süregelmiş bir eğilim olarak, yani işçi sınıfının tarih boyunca düşman sınıf karşısında netleşmesinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Bizlerin, yani komünistlerin de esas konumlanışı ister güncelin takibi ve değerlendirilmesi, isterse de yakın ya da uzak geçmişin değerlendirilmesinde vücut bulur. Ancak bir haber yapma edasıyla değil, tam da bir bilim insanı titizliği ve aklı ile yaklaşmanın gerekliliğini de içerisinde barındıran bir takip ve değerlendirme. Tıpkı burjuva tarih anlayışının o dondurulmuş besinler gibi ideolojik cephaneliğinde sakladığı içi geçmiş kavram ve olgular bütününü kullanması gibi, sınıfsal konumlanışın esas alındığı bir bakışın önemi aslında tam da yaşamın ve sınıflar arası mücadelenin kendisi ve dinamiklerine işaret eder. Bir grevin anatomisini anlamak ve eğilimlerini gözlemleyebilmek ancak ve ancak o grevin içerisinde bulunarak ve sınıf içerisinde tartışma yaratarak mümkün olabilir. Bu salt bir teorik ya da pratik bir müdahale değil, aynı zamanda komünist unsurların sınıf içerisindeki yeri ile de ilintili bir mesele olmuştur. Kararlı ve militan bir yaklaşım ile bütün işçi mücadelelerinde yer almak, sınıfın tamamının ortak çıkarlarının, mevcut hareketin genel hedeflerinin altını çizmek, bu eksende sürekli teorik olarak sınıf mücadelesinin deneyimlerinden yola çıkarak netleşmeye yönelik uğraş vermek ve perspektiflerin belirginleşmesine önayak olmak esas meseledir. Bireysel yargılar, ahlaki değerler ve öznelliğin beslendiği topraktan türemiş bir tarih ancak yine kendi tarihi ölçüsünde bir deneyim ortaya çıkartır ve ilkelerin belirlenmesinde tayin edici rol oynar. Çünkü bugüne kadar tarihi ne burjuva ideologlarının başvurduğu kahramanlarla, ne de birkaç insanın iyi ya da kötü niyeti ile belirlenmemiştir. Onun belirleyicisi sınıflı toplumların iç çelişkileri ve burada açığa çıkan sınıf mücadeleleridir. Dolayısıyla ilkeler dediğimizde aklımıza, sınıf mücadelesinin belirleyici rolü, enternasyonalizm gibi temel bir ilkenin, proletaryanın sınıfsal karakterinden ötürü daima sahiplenilmesi gibi bir ilk başlangıcın mihenk taşları gelir.

Sınıf mücadelesinin genel taleplerinin eğilimini analiz eden, sorduğumuz sorular bu mücadelenin içerisinden vücut bulur ve netleşmeye başlıyor. Yani, tam da bu nedenlerin güdüleyiciliğiyle, sınıfın gündelik mücadelelerinden siyasi bir karşı saldırıya geçişi nasıl gerçekleşebileceğinin somutlanması gerekir. Mücadelelerin ikili bilincinin günümüzde, daha doğrusu çöküş yaklaşımıyla ifadelendirdiğimizde mümkün olmadığından hareketle, ekonomik mücadele ve istemlerin ötesine geçme ve mevcut toplumu devirme gerekliliği bakışının işçi sınıfı içerisinde nasıl gelişebileceğinin de hesaba katılması lazım gelir. En nihayetinde, düşmana karşı sınıf savaşı bilinciyle hareket eden bir sınıfın, burjuva sınıfın ideolojik ağırlığından nasıl kendisini sıyırabileceğinin ifadesini de bu mücadelede vareder. O nedenle, bütün diğer ilkeler enternasyonalizmin kesin kabulü, komünizmin gerekliliği ve proleter mücadelenin belirleyiciliği gibi, çöküş kavramının ışığında;

  • Seçimlerin reddi ve onlara katılmayarak burjuva politikalara eklemlenmeme ve parlamentolar yoluyla kurtuluşun varolduğu yalanını işçilere söylememe gibi bir bakış taktiksel bir konu değil, ilkesel bir meseledir;

  • Hiçbir zaman ulus kurtuluşu ya da özgürleşmesi ve ülke kalkınması gibi bir talep ile bağdaştırılacak sınıfsal bir niteliği olmayan işçi sınıfı için asıl mesele kapitalist makinenin dünya ölçeğinde alaşağı edilmesi meselesi taktiksel bir yaklaşım ile belirlenmez, aksine ilkesel bir tutumun ifadesidir;

  • İşçilerin kendi sömürülerini örgütledikleri bir öz-sömürü aracı olarak öz-yönetimin savunulması meselesi ve güncel tahlilde bunun reddedilmesi bir taktiksel kavramsallaştırma değil, aksine belirleyici bir ilkesel tutumdur;

  • Burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonu ile uzlaşı ve anlaşmanın bir ifadesi olarak her türden “halk cephesi”, “anti-faşist cephe” ve “birleşik cephe” taktiğine karşı tutum almak taktiklerin dar sınırları ile ifade edilemeyecek ilkesel bir duruş anlamına gelir;

  • Günümüzde sermayenin araçları olarak işçi sınıfı için işlevsizleşmiş hale gelen sendikaların fonksiyonu, ekonomiyi regüle etmek, ulusal, sektörel ve bürokratik anlamda mücadeleyi baltalamakken, bu konunun taktiksel içeriğinden ziyade tamamen ilkesel bir içeriği vardır ve tamamen reddi gerekir. Bu da onların yarattığı kafa karışıklıklarına karşı, diğer bütün ilkesel mesele gibi, işçi sınıfı içerisinde faaliyeti gerekli kılar.

Bir grup işçi kitle toplantısında ertesi günün buluşma yeri ve saatini belirlerken, mücadelenin ilerleyen gün ve haftalarında burjuvazinin saldırıları ile karşılarşır ve gücünü merkezileştirme ihtiyacı duyar. Burada yaşananlar tam anlamıyla bir sınıf savaşıdır ve ekonomik, sosyal ve siyasi, hatta ideolojik bütün olguları içerisinde barındırır. Mevcut toplumsal formasyonun aşılması işini de bundan sonraki adımda, tarihin bizlere gösterdiği ölçüde, yine işçi sınıfının kendi yeşermekte olan düzeni varetme araçları, işçi konseyleri ortaya çıkar. Zaten artık devrimci bir durumdan sözetmeye başlamışız demektir.

İlkelerimiz sınıf mücadelesinin yaşayan deneyiminden çıkarttığımız dersler bütünüdür. Bu nedenle de sahip olduğumuz ilkeleri elde ettiğimiz yöntem gündelik mücadelelerin tahlilinden kopuk olamayacağı gibi, geçmişin mücadelelerinden çıkan derslerden de kopuk olamaz. Yoksa sahip olduğumuz ilkeler maddi temeli olmayan, havada uçuşan kutsallardan başka birşey olmayacaklardır. Bugünün ve geçmişin mücadelelerini de de ister istemez bugünün ve geçmişin koşullarından bağımsız olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Buradan yola çıkarak şunu ortaya koymamız gerekir ki ilkelerimizi edinmemizi mümkün kılan yöntem, tarihsel bir yöntem olmak zorundadır. Ancak sınıflar arasındaki güç dengelerini, sınıfların içerisinde bulunduğu koşulları, toplumun genel özelliklerinin evrimini tarihsel olarak inceleyen bir yöntem bize sahip olduğumuz ilkeleri verebilir. Bu yöntemi de, bugünün koşullarına kadar tarihe ve bugünün koşullarının tarihle bağlantılarına, başka bir ifadeyle nereden geldiklerine bakmadan uygulamamız mümkün değildir. Bu nedenle sendikalara karşı ilkemizi net bir biçimde ifade etmek için de sendikaların tarihini incelememiz gereklidir.

Tarihsel Deneyim

“Sendikalar bugün artık işçi örgütleri değil, aksine burjuva devlet ve burjuva toplumunun en güvenilir koruyucuları haline gelmişlerdir. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin önlenemez biçimde sendikaların yıkımı için bir mücadele gerektirdiği açıkça ortadadır. - (Almanya Komünist Partisi Kuruluş Kongresi'nde Rosa Lüksemburg, 1919)

Devlet işçi örgütlerinin biçimlerini (sendikaları) işçileri daha iyi bastırmak ve yanıltmak için korumaktadır. Sendikalar devlette bir dişliye dönüşmüşlerdir ve böyle olunca da üretkenliği geliştirmek, yani emek sömürüsünü arttırmak derdine düşmüşlerdir (...) Eski içeriklerinden arındırılmış biçimde, fakat biçimlerini değiştirmeden, sendikalar devlet kapitalizminin ideolojik baskı aygıtlarına, emek gücünün kontrol altında tutulmasının araçlarına dönüşmüşlerdir. (Fransız Komünist Solu, 1952)

Sendikalar genel olarak kapitalizmin feodal dünyada ortaya çıkıp yayıldığı, ve kimi zaman yumuşak kimi zaman sert yöntemlerle eski rejimleri ortadan kaldırarak egemenlik alanını genişlettiği dönemde ortaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladılar. Bu dönemde sendikalar çoğunlukla grevdeki işçilerin grevler sırasında yaşamlarını idame ettirebilmelerini sağlayan yardım sandıkları üzerinden gelişmişlerdi. Temel amaçları gerçekleşen mücadelelerde işçilerin kazanımlar elde etmelerini sağlamaktı. Bu dönemde kapitalizmin genişliyor ve dolayısıyla gelişiyor olması böylesi kazanımları mümkün kılarken, mücadelelerin de kazanmak için fabrikadan fabrikaya yayılmasını gerekli kılmıyordu – zira bir mücadelenin devam edebilmesi için öncelikle başka işkolundaki işçilerin mali desteğine ihtiyacı vardı ve bu mali desteğin devam edebilmesi diğer işçilerin çalışmasına bağlıydı. Başka bir ihtimalle, kapitalizmin yükseliş döneminde bir işçi sınıfının topyekün kalkışacağı bir kitle grevi mümkün değildi. Öte yandan, her ne kadar pek çok sendika ilk kuruluş döneminde sosyalist yapılarla ilişkili olsalar da koşullar ve kitleselleşme bürokratların ortaya çıkmasına ve sendikaların apolitize olmasına yol açacaktı. Bu dönemde işçi hareketinin en güçlü olduğu Almanya'da sendikaları kuran bizzat Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olmasına rağmen, 19. Yüzyılın sonlarına doğru sendikalarda bu süreç yaşanmaya başlamıştı. Nihai hedefin hareket üzerindeki önceliğini reddeden Bernstein'ın revizyonizmi, SPD'nin önde gelen teorisyenlerince güçlü bir biçimde eleştirilmişti, fakat aslında özellikle sendikalar içerisinde çok güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. Bernstein aslında sosyalist partinin işçi hareketi içerisindeki etkinliğine karşı çıkmış ve SPD'yi kendi sendikalarıyla karşı karşıya getirmişti. Dolayısıyla, sendikaların sınıf mücadelesinin bir aracı olduğu dönemde dahi, sendikalar devrimci eğilimlerden ziyade, giderek bürokratik ve reformist eğilimin egemenlik kurduğu kurumlara dönüşmekteydiler.

Sendikaların apolitik niteliğinin ilanı, sendikal hareketin kapitalist devlete eklemlenmesinin bir hazırlığıydı. Fakat sendikaların böylesi bir yola girişinin olacağı vardı. Sendikalar asla devrimci örgütler olmamışlardı, belli bir dönemin ve belli koşulların örgütleriydiler. 1. Dünya Savaşı'nda dünya genelindeki sendikaların ezici çoğunluğu kendi burjuvazilerini desteklemekle kalmadılar, kurucuları sayılabilecek olan sosyal demokrasiyi de bu yolda peşlerinden sürüklediler. Sendikalar daha bu noktaya varmadan işçi hareketi içerisindeki devrimci unsurların tepkilerini çekiyorlardı. Rusya'da 1905'te gerçekleşen kitle grevlerinin ardından İkinci Enternasyonal içerisinde başta Rosa Lüksemburg olmak üzere devrimci sol kanat, böylesi bir hareketin sendikal hareketin çok zayıf olduğu Rusya'da gerçekleşmesinden dolayı, kitle grevinde ve geleceğin devrimci kalkışmasında sendikaların rolünü sorgulamaya başlamıştı, zira kitle grevi ve kitle grevinin ortaya çıkartmış olduğu işçi konseyleri, proleter devrim nasıl olacak sorusunun anahtarıydılar. Öte yandan sendikal hareketin giderek ve geri dönülmez biçimde yozlaşmasına tepki veren yalnızca İkinci Enternasyonal içerisindeki devrimci marksistler değildi. Devrimci ve anarko-sendikalist eğilimler de sendikaların yozlaşmasına tepki olarak ortaya çıktılar.

Mevcut sendikalara karşı ortaya çıkan ilk devrimci sendikalist hareketlerden biri, ABD'de 1905'te kurulan Dünya Sanayi İşçileri (IWW) idi. İşletme sendikacılığı ilkesini uygulayan, ve yalnızca örgütlenmesi karlı sektörleri örgütleyip, siyahları, kadınları, göçmenleri ve vasıfsız işçileri dışlayan Amerikan Emek Federasyonu (AFL) karşısında IWW göçmen fabrika işçilerinin, göçebe oduncuların, tarım işçilerinin, kadın işçilerin, siyah işçilerin, kısacası Amerikan işçi sınıfının özellikle en alt kesiminin örgütü olarak ortaya çıkacaktı. AFL'in meslek sendikacılığına karşı sanayi sendikacılığını ortaya atan IWW tüm dünya işçi sınıfını tek bir büyük sendikada birleştirmek iddiasındaydı. Giriştiği grevler silahlı çatışmalara dahi varabilen IWW, AFL'in reformizmine karşı “İşçi sınıfı ve işveren sınıfın hiçbir ortak noktası yoktur” ilkesini savunuyor, işçi sınıfının tüm mensuplarına kapısının açık olduğunu söylüyordu. Amerika'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesinin ardından IWW savaşı desteklemedi. Kimi önde gelen liderleri taktiksel olarak savaş konusunda sessiz kalınmasının ve işçi sınıfının gündelik mücadelelerine odaklanılmasını söylerken IWW'nun savaşa karşı net enternasyonalist tutumundan dolayı cezaevlerine tıkılan ve hatta linç edilen militanları da vardı. Buna karşın, IWW savaş esnasında sosyal barışı asla kabul etmemişti. IWW en güçlü olduğu 1917 senesinde 200,000'e yakın üyeye ve belki 300,000 destekçiye sahipti. Öte yandan savaşla birlikte gelen baskılar IWW'ya ciddi bir darbe vururken, savaş sonrasında ABD'de yükselen mücadelelerin sönümlenmesiyle, üzerinde baskılar devam eden IWW da çökmeye başladı. IWW'nun çöküşü, yeni dönemde hem devrimci nitelikleri koruyup hem de bir sendika olarak kalmanın imkansızlığını gözler önüne seriyordu. Tabii ki, bugün IWW adıyla faaliyetine devam eden ve pek çoklarına göre abartılı olan iddialara göre 2,000 üyeye sahipler – öte yandan yeniden sendika olmak isteyen 2000 kişilik IWW, devrimci kalmak isteyen 200,000 kişilik IWW'nun savaş sırasında vermediği tavizleri vererek patronlarla grev yapmama anlaşmaları dahi imzalıyor.

Devrimci ya da anarko-sendikalizm deyince akla, IWW ile birlikte ilk başta gelen ve özellikle 1936 İspanya'sında üye sayısını birkaç milyona çıkaran ve temelde Katalonya bölgesindeki işçiler arasında oldukça fazla taraftar bulan, 1917-1921 devrimci dalgası döneminde, 1919 yılında gerçekleşen ve neredeyse bir kitle grevi olan “La Canadience” grevinde önemli rol oynayan CNT (Confederación Nacional Del Trabajo), yani Ulusal Emek Konfederasyonu, işçi sınıfının mücadele tarihinde akılda kalır bir yer edinmiştir. Birinci Dünya Savaşı esnasında savaşa karşı aldığı enternasyonalist devrimci tutum ile bilinen CNT, Komintern üyeliğine davet edilmişti. Bununla birlikte güçsüz ve diğer ülke sermayelerine göre daha örgütsüz yapıdaymış görüntüsü veren bir Katalan burjuvazisinin varolduğu koşullarda, Franco'nun darbe hareketine karşı, 1936 yılının Haziran ayında Barcelona'da gerçekleşen büyük grevler ile hareketlenmesine rağmen İspanya aslında bir devrime değil, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasına hazırlanıyordu. Benimsediği anarşizmin temel tezlerinden “parlamento ve seçimlere katılmama” noktasında ilk fireyi veren CNT, Şubat 1936'da üyelerine seçimlere katılma çağrısı yapmış ve burjuvazinin bir kliği adına diğer bir kliğin yanında saf tutmanın önünü açmıştı. 1936'nın Kasım ayında, Katalan Generalitat ve Caballero'nun cumhuriyetçi hükümetinde CNT, dört bakanlık aldı: Adalet Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı ve Ticaret Bakanlığı. CNT için, son bununla bitmiyordu. CNT, iç savaş sonrasında birçok kentte kontrolü büyük ölçüde ele geçirmesine rağmen, dünya devrimi çağrısı yapmak, proletaryanın tek devrimci organları olan işçi konseylerinin kurulmasını öncelemek ve faşizme karşı halk cephesi (ya da diğer adıyla anti-faşizm) çağrısı yaparak binlerce işçinin katledilmesini engellemek yerine cephe savaşına başvurmuş, öz-yönetim adı altında işçiler için yeni bir sömürünün önünü açmış, cephede askeri ceza kanunlarıyla hüküm vermek isterken cephe gerisindeki fabrikalarda İspanya'nın kalkınması için militarize emeği, önce parça-başı işi kaldırmak için mücadele ederken ardından geri getirilmesini, parasız fazla mesaileri ve üretimin iyileştirilmesini savunmuştu. Toprağı kolektifleştirme konusundan taviz vermemesi, sanayinin yine bir sendika tarafından örgütlenmesi ve ülke kalkınmasının hizmetine sunulması gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Meselenin özü, tarihi kişiler, liderler ve öncüler üzerinden değerlendirmek ve anarşizmin koskoca tarihini 1936 İspanya'sına hapsetmek olmadığını düşünüyoruz. Yoksa bu metinde Durruti'nin Ekim Devrimi'nin 19. yılı kutlamaları vesilesiyle gönderilen İspanyol delegasyonu aracılığıyla Stalin'e ulaştırdığı tebrik mesajının nedenlerini ve nasıllarını tartışıyor olurduk. Bununla birlikte, CNT saflarında bu tutum alışlara dair ses çıkartan Durruti'nin Dostları adlı grup ise, olan biteni CNT'deki ve Troçkistler arasındaki hakim görüş olan ve İspanya'da bir devrim ya da iç savaş olduğu fikri yerine, kapitalizme karşı mücadele etmek gerektiğine militanca vurgu yapmıştı. İfade etmemiz gerekli ki bugün CNT adını taşıyan ve sayısı en iyimser hesaplara göre dahi birkaç bini açmayan örgütün içerisinde, Durruti'nin Dostları'nı haklı bulanlar çoğunlukta. Öte yandan, CNT'den ayrılan, ve üye sayısının 60,000'i, temsil ettiği işçi sayısının ise 2,000,000'u bulduğu iddia edilen CGT, anarko-sendikalizmi savunduğunu söylerken bir yandan devlet kurumlarına eklemlenmekten kaçınmamış durumda.

Çöküş Dönemi: Günümüzde Sınıf Mücadelesinin Dinamikleri

Yazının ilk bölümünde ilkeler ve tarihsel anlamda sendikalara bakışı inceledik. Bu kısımda ise çöküş döneminde sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı araçları inceleyeceğiz. Bu konuya değinmeden önce çöküş dönemini ve öncesini kısaca hatırlatarak başlamak istiyoruz.

Sınıf mücadelesinin sorunları üzerine yoğunlaşmış bir tartışmanın sendikalar ve mücadele araçları hakkında sürdürülmesi elbette tesadüf değil. Sınıf mücadelesini tarihsel maddecilikten ayıramayacağımız için; insan yaşamını belirleyen temel iktisadi ilişkilerin geçirmiş olduğu evreleri gözönünde bulundurmalıyız.

Bugün temel sorunumuz ücretli emek sömürüsünün ortadan kaldırılması sorunudur. Ücretli emek ise bugün meta biçiminde ve artı-değer üzerine kurulu sermaye birikimi olarak, kapitalist iktisadi yapının temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmin tarihsel gelişimini izlemek ve onu tahlil etmek aynı zamanda, ücretli emeğin ve işçi sınıfının geçirmiş olduğu evreleri de tahlil etmek anlamına gelecektir. Komünist sol siyasetin temel perpspektifini oluşturan kapitalizmin çöküş döneminde olduğu tespiti; bizim için sınıf mücadelesi anlamında her türlü ilişkiyi buradan değerlendirme zeminini oluşturmaktadır.

Kapitalizmin ilk dönemi yani sermaye birikiminin sağlandığı dönem bir yükseliş dönemiydi. Bu yükseliş ve ilerleme aynı zamanda işçi sınıfının devrimci potansiyelini tüm dünyada olgunlaşmasının maddi zeminini oluşturdu. Bu yükselme kolonyalist yağmanın üzerine değil, artı-değer sömürüsü üstünde yükseldi.

Kapitalizmin doğası sermaye birikimi üzerine kuruludur; aynı zamanda sermayenin de sürekli artma zorunluluğu -ki bu zorunluluk kapitalist iktisadın temel sorunudur- onu sürekli yeni pazar arayışına itmiştir. Yükseliş döneminde kapitalizm-dışı iktisadi ilişkilerin devam etmesi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığı tam anlamıyla ortaya çıkarmamıştı; bu sebepten kaynaklı işçiler demokratik ve ekonomik reformlar elde edebiliyorlardı. Fakat bu ilişkinin zoru kapitalisleri daha fazla kar elde etme isteğiyle kapitalist üretim ilişkilerinin dünyaya daha çabuk hakim olmasına neden oldu. Dolayısıyla elde edilen her kazanım, işçi sınıfı açısından geçici bir iyileşmeydi.

Kapitalizmin yükselme evresinde, sermayenin geldiği nokta artık Avrupa kıtasının sınırlarına sığmaması ve dolayısıyla kendine yeni alıcılar (bu alıcıların büyük bir kısmını işçi sınıfı oluşturur) ve yeni satıcılar bulmak zorunda olması sonucunu ortaya çıkardı. Yaratılan sermaye birikiminin doyurulabilmesi gerekmekteydi ve bu ihtiyaçtan kaynaklı, tüm bir gezegeni kontrolü altına alan kapitalizm, tüm iktisadi yapıyı kendi ilişkileri içinde yeniden şekillendirip istediği biçime soktu. Ulaşılan bu durum emperyalist aşamaydı ve kapitalizmin çöküş dönemine girmesinin süreci de burada başladı.

Diğer taraftan kapitalist sermayenin sürekli artma eğilimi onu krizlere sahip hastalıklı bir organizma haline getirdi. Emperyalist çürümenin başlaması, kapitalizmin bu krizlerden çıkabilmesi için kapitalizm-dışı yeni pazarlar ve dünya üzerinde bakir kalmış alanların olmayışına bağlıydı. Zira bu alanlar yüzyılın başında istila edilmiş durumdaydı. Sermayenin, emperyalist aşamadaki krizlere sahip yapısı, işçi sınıfı üzerinde sömürüyü arttırmasına sebep oldu. Bu sömürü biçimi yükselme döneminde olduğu gibi reformlar yoluyla ve ekonomik kazanımlarla hafifletilmez bir yapıya sahip olduğundan işçi sınıfı üzerinde yıkıcı bir etki ve uzlaşmaz bir karşıtlık yarattı. Diğer bir deyişle bir sınıfın yaşayabilmesi için diğer sınıfın varlığını ortadan kaldıracak kadar düşman iki sınıflı bir dünya ortaya çıktı. Kapitalizmin bu hastalıklı ve çelişkili yapısı onun çöküş içinde olduğunun en açık ifadesiydi.

Asıl sorunumuza yani çöküş döneminde sınıf mücadelesine ve araçlarına dönecek olursak, bu meseleyi sınıf mücadelesinin tüm tarafları açısından irdelememiz gerekiyor. Tarihsellik içinde değerlendirmekle beraber işçi sınıfının içinden geçtiği dönemi de anlamamız gerekiyor. Zira kapitalizm krizlerinden kaynaklı sınıfın mücadelesi de yükselme ve düşme biçiminde yaşanmakta.

Genel olarak bir sendikada olması gereken temel nitelikleri taşıyan sendikalist eğilimlerde ortak karakter, işçilerin günlük mücadeleleri için birleşik bir örgütlülük olma amacı gütmek idi. Bunun yanısıra bir de “genel grev” fikri var. Temelde sendikalist fikrin karakteristiğini, sendikalarda birleşen işçilerin genel grevleri, devrimin bir siyasi olgu olmadığı, bu genel grevler ile kapitalizmin felç edileceği düşüncesi ve öz-yönetimin hayata geçirilmesi olarak ifade edebiliriz. Burada, sendikalist bakış, işçi sınıfının kitle grevleri ile kapitalizmin yıkılması yolunda komünizmin öncelenmesi yerine, sistemin dönüştürülerek aslında kapitalizmin bir başka formunun işçilere dayatılmasını savunuyor. Sendikalizmin tarihi, aynı zamanda burjuvazinin savaşlarında katledilen işçi yığınlarının cesetleri üzerine basarak geçen bir niteliği de içerisinde barındırır. Sendikaların içerisinden geçtiğimiz tarihsel dönemde savunulup savunulmaması, işçi sınıfının mücadelesi için yararlı birer araç olarak görülüp görülmemesi ve proletaryanın tarihsel güdüleyicisi olduğu devrimci sınıf mücadelesinin neresinde durduğundan hareketle ya burjuvazi saflarında oldukları ya da işçi sınıfının saflarında olduklarının tahlil edilmesi gerekiyor. Buna göre, mesele sınıf mücadelesinde hangi aracın nasıl kullanılacağı değil, sınıfın mücadelesinde ona yararı dokunan hangi araçların varolduklarının tartışılması meselesi. Komünist sol, sendikaların her türlüsünün günümüzde karşı-devrimci burjuvazinin tarafında hizmet verdiğini ve işçiler için mücadele araçları olarak görülemeyeceklerini savunuyor. Bunu da tarihsel olarak yine aynı sınıfın deneyim ve derslerinden çıkartarak, iktisadi, siyasi ve toplumsal tahlil süzgecinden geçirerek dile getiriyor.

Çöküş Döneminde Neden Sendikalar Mücadele Araçları Olmaktan Çıkmışlardır?

Sorunun cevabı aslında işçi sınıfının her gerçek mücadele sırasında ihtiyacı olan aracı ortaya çıkarmasıyla verilebilir. Fakat bu tespiti örnekleriyle anlatmadan önce, çöküş döneminde sendikaların ya da sınıfın kalıcı örgütlerinin olamayacağı fikrine değinmek gerekiyor.

Emperyalist ekonomi, yani kapitalizmin ikitisadi olarak dünyaya hükmetmesi sonucu, insanlığın tüm dünyada tabi olduğu üretim ilişkileri her türlü yaşam ilişkisini kendi kontrolü altına almış durumda. Kapitalizmin dayattığı bu iktisadi ilişki; eğitimden bilime, sanattan hukuğa, felsefeye ve aklımıza ne gelirse onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ve yeniden belirlemekte. Bu kurumların temeli burjuva demokrasisi ve onun araçları olan parlamento, siyasi partiler, dernekler ve sendikalardır.

Çöküş öncesinde kapitalizmin tüm ikitisadi ilişkilere sahip olamayışı yani tüm hayatı kontol edemeyişinden kaynaklı sendikalar, işçilerin kazanımlar elde etmesini, burjuvalar karşısında maddi anlamda tutunabilmelerini sağlayabiliyordu. Proletarya, kendisini reformlar için iktisadi ve siyasi mücadele yoluyla bir sınıf olarak birleştirmişti. Kapitalist sistemin gelişen karakteri proletaryaya burjuvazi üzerinde basınç kurmasına ve bunun için sendika ve partilerde gruplaşmasına izin veriyordu.1 Kapitalizm, sermayesini oluşturup ve pazar hakimiyetini sağlayıp kapitalizm-dışı iktisadi ilişkileri ortadan kaldırdığında sendikaların sistemin denetimine girmekten başka çareleri yoktu. Kaçınılmaz olarak sendikaların kapitalizme tam entegrasyonu emperyalist aşamaya tekabül etmekteydi. Birinci Paylaşım Savaşı başladığında ise sosyal-demokrat partilerin eklentisi olan sendikalar, savaş karşısında burjuvaziden yana tutum aldı ve Alman Devrimi'nin yenilgiye uğramasında temel bir rol üstlendi. Tarihsel süreç üzerinden sendika örneklerine yazının ilk bölümünde değindiğimiz için bu kısma çok fazla girmeyeceğiz.

Sendikaların kendilerini tanımladıkları ekonomik mücadele alanı, en başından beri sınıf mücadelesiyle arasına bir mesafe koymaktaydı. Zira, kapitalizmin yükselme döneminde bile ekonomik veya siyasi mücadele gibi bir ayrım yapılamazdı. Ekonomik kazanım için verilen her türlü mücadele işçi sınıfı açısından siyasi mücadeleydi ve elde ettiği tek kazanım mücadele deneyimi kazanmaktı. Ve gerçekte ekonomik anlamda kalıcı kazanım elde etmek mümkün değildi. Ücret oranlarındaki genel bir yükseliş geçim araçları talebinde bir artışa ve dolayısıyla da geçim araçlarının piyasa fiyatlarında bir yükselişe yol açar. Bunları üreten kapitalistler, ücretlerdeki artışın zararını, metalarının piyasa fiyatlarının artışıyla kapatacaklardır.2 Kapitalist iktisadın bu yasası ücretli emek sahibi işçinin emeğinin meta biçiminde diğer metalar içinde bulunmasından kaynaklı, hiçbir zaman kendi yaşam koşullarını piyasaya göre yüksekte tutamaz. Ücretli emek sahibi işçinin özgürleşebilmesinin tek yolu kapitalist iktisat yasalarının ortadan kalkmasıyla mümkün. Dolayısıyla sendikalar çöküş döneminde ekonomik kazanım gibi bir safsata ile işçi sınıfını bir çok yöntemle, bunun en yaygını sözleşmeler (TİS), kapitalist sömürüye tabi kılmaktalar. Emeğin mahkumiyeti ile sonuçlanan bu süreç sendikaların temsil ettiği zemini de oluşturmaktadır. Diğer taraftan işçi sınıfının mücadelesinin ekonomik ve siyasi olarak ayrılamayacağından dolayı ekonomik mücadele kendi lokalinde kaldığı ölçüde mücadele içindeki işçilere sadece deneyim kazandırmaktan (fakat bu deneyimler işçilerin bir sonraki mücadeleleri için temel bir öneme sahiptirler) başka bir katkısı yoktur. Eğer mücadele kitleselleşme eğilimi taşıyorsa ve kitle grevi biçiminde ayaklanmış işçi kitlelerini ortaya çıkarmışsa konseyler de ortaya çıkacaktır.

Güncel Sınıf Mücadelelerinin Ortaya Çıkardığı Araçlar ve Deneyimler

Ekonomik krizin derinleştiği ve borçlanma krizinin sonuna geldiğimiz bu dönemde, sınıf hareketlenmeleri de krizin etkileri oranında arttı. Tüm dünyada etkili olan ekonomik kriz başta Avrupa ve Amerika olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da toplumsal hareketlenmeleri ortaya çıkardı. Bu mücadelelerin bir kısmı sınıf hareketinin tipik örnekleriydi ve kendi özgün deneyimlerini ortaya çıkarmışlardı.

Dünyadaki deneyimlere geçmeden önce Türkiye'deki birkaç deneyime bakmak, alternatif mücadele araçlarını görmek için daha somutlayıcı olacaktır. Bu deneyimlerin ilki TEKEL işçilerinin mücadelesi. TEKEL mücadelesi, Türkiye'de sınıf mücadelesinin durumunu ve sendikaların işçi sınıfının üstüne serptiği ölü toprağını görmek bakımından önemli bir deneyimdi. İşçilerin Ankara'ya gelişleri ile aylarca süren direniş boyunca her aşamada sendikanın oyalamasıyla karşılaştılar ve zamanla sendika ile olan bağları koptu. Sürecin sonunda sendikaya düşman bir işçi kitlesi oluşmuştu. TEKEL işçileri, sendika binalarının işgal edilmesi gibi sendika karşıtı birçok eylem yaparak kendi asalağı olan sendikayla hesaplaşmışlardı. TEKEL sürecinin sonuna doğru işçiler kendi mücadelelerini yönetebilmek için Direnişteki İşçiler Platformu gibi bir aracı ortaya çıkardı. 3 Direniş boyunca kendi mücadelelerini komiteler yoluyla yönetmek aracıyla girişimlerde bulunmuşlardı ve şimdi de, kendileriyle aynı aşamalardan geçen diğer direnişteki işçilerle bu platformu kurmuşlardı. O dönemdeki mücadelenin ihtiyacı olan araç bu platformla vücut bulmuştu. 2010 Taksim 1 Mayıs'ındaki kürsü işgali ve konfederasyonların bu girişim karşısındaki tutumu sendikaların işçilere karşı olduğunu bir kez daha gösterdi. Kürsüdeki karşı karşıya geliş aslında işçilerle, burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sendikalar üzerinden iki sınıfın karşı karşıya gelmesiydi. Ardından platform, mücadelenin şiddetinin azalıp giderek ortadan kalkmasıyla beraber sönümlendi.

Diğer önemli iki deneyim ise geçtiğimiz yıl içinde gerçekleşti. Bunlardan ilki THY işçilerinin grev yasağına sendikanın çağrısıyla bir günlük greve gitmesiyle ardından işten atılmalarıyla başlayan mücadele, ikincisi Gaziantep'teki tekstil işçilerinin grevi.

THY grevi, sendika ve sınıf mücadelesinin araçlarını görmek bakımından özgün deneyimlerden bir tanesi. Sendikanın işçileri greve çağırması ve ardından işçilerin greve katılmalarından dolayı işsiz kalmalarıyla başlayan süreç, sınıf mücadelesinin asli taraflarını orataya çıkardı. Sendikanın ilk tutumu, yapılan eylemin grev değil, iş bırakma olduğunu açıklamasıyla açığa çıktı. Bu tutum özü itibariyle işçileri işveren karşısında yalnız bırakarak işin içinden sıyrılmaktı. Sendikanın grev ya da iş bırakma gibi bir eylemi hemen yapmak istemesi ise kendi yasal zeminine dokunulmasından kaynaklıydı. Çünkü bir sendika grev ve toplu sözleşme üzerinden varolur, resmi olarak bu elinden alındıysa eğer, asli rolünü oynayamaz ve ücretli emeğin pazarlığını yapan konumuna sahip olamaz. THY grevindeki sendika pratiği bundan ibaretti; daha sonrasında ise işten çıkarılan 305 işçinin yalnız kalmaları ise sendikanın mevcut durumda kendi konumunu düşünmesine bağlıydı. İşçiler artık sendika ve işverene karşı mücadele etmek zorundaydılar ve mücadelerini sürdürecekleri aracı ise kendi deneyimlerinde ortaya çıkarmışlardı. 29 Mayıs Birliği THY işçilerin o günkü mücadelesini sürdürdükleri alternatif mücadele aracı haline gelmişti. Daha sonrasında ise tüm mücadelelerini bu araç üzerinden yaptılar. Bu açıklama ile durumun sınıfsal anatomisini çizmiş oldular: Yani, herkes kendi bayrağı altına!: Üyesi olduğumuz Hava-İş sendika yönetimi ise kendi çağrısını bile üstlenmeyerek bu meşru protestonun 'yasa dışı' ilan edilmesinde büyük rol oynamıştır. THY yönetimi bu zeminden yararlanarak bütün çalışanlarını sindirip adeta köleleştirme peşindedir. Hava-İş yönetimi yüzlerce üyesini THY yönetimi karşısında yalnız ve sahipsiz bırakırken bu sonucu öngöremeyecek kadar deneyimsiz miydi? Bu nasıl bir sendikal anlayıştır?4 THY işçilerinin bu deneyimi mücadele araçlarının ancak mücadele anında varolduklarını bir kez daha göstermiş oldu. Bu konu ile ilgili görüşlerimizi yansıtan bir bakış metnine ise “THY Grevi: İşçi Sınıfı İşverene, Sendikalara Karşı” başlığından ulaşılabileceğini hatırlatıyoruz.

Gaziantep tekstil işçileri grevi ise başka bir mücadele örneğini ortaya koydu. Grevin bir işçi havzasında beş fabrikada birden yapılması ve sendikanın toplu sözleşme zammının öğrenilmesinin ardından fiilen greve çıkılması, gerçek bir mücadelenin ortaya çıktığını göstermekteydi. Hak-iş'e bağlı Öz-İplik-iş sendikasına üye olan işçiler, sendikanın kendi emeklerini kapalı kapılar ardında pazarlamasına karşı çıkarak grevi kendi yönetimleriyle sürdürmeyi tercih ettiler. Grev sadece kendi seçtikleri komite tarafından temsil edildi. Tüm bunlar işçilerin mücadelede yalnız olduklarını ve kendilerine ait mücadele araçları geliştirmek zorunda olduklarını göstermekteydi. Gaziantep grevine bu kadar değinmekle yetinip, bu deneyimi ayrıntılı olarak bakmak isteyenlere daha önceden yayınladığımız (Gaziantep'te Sendikasız Grev: “İnsanca Yaşamak İstiyoruz!” başlıklı) makeleyi incelemelerini öneriyoruz.5

Yukarıda değindiğimiz üç örnek deneyim, son yıllarda Türkiye'de farklı sektörlerde ve farklı zamanlarda ortaya çıkmış mücadelelerdi; hepsinde de kendine özgü bir mücadele aracının varolduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle sınıf mücedelesinin kendi yasalarından duruma bakıp bir ilkeselleştirmede bulunursak şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Kapitalizmin çöküş evresinde her gerçek sınıf mücadelesi deneyimi, kendine özgün araçları ortaya çıkarmakta. Ortaya çıkan bu araçların hepsinde de işçilerin iradelerinin doğrudan ifade edildiği ve karaların açık tartışmalar sonucunda alındığı bir işleyiş ve yöntem sözkonusu. Bu durum her ne olursa olsun sürekli aynı içerik ve yapıyla ortaya çıkıyorsa ve bütün deneyimlerde sendikalardan bağımsız kendini ifade ediyorsa, bu sendikaların sınıf mücadelesi araçları olamayacağını bize kanıtlamaktadır.

Sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı bu araçların sadece bir yerellikte olmayıp genel bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Son dönemde ekonomik krizin etkileriyle orataya çıkmış dünyadaki sınıf hareketlerinin güncel örnekleri olan Amerika'daki Occupy (İşgal) hareketine, İspanya'daki İndignadolar'a (Öfkeliler) ve Mısır'daki Tahrir eylemlerine bu bağlamda değinmek gerektiği kanısındayız. Occupy hareketi, Tahrir'deki işgalden yola çıkarak yapılsa da, Mısır'da olandan farklı bir özellik taşımakta. Başta en temel farklılık; tamemen işsiz işçilerden oluşan bir hareket olması, kararlarını kitle toplantılarında herkese açık bir şekilde almış olmaları ve hareketi kitle meclislerinin yönetmesi. Aynı işleyişi İndignadolar'da ve Yunanistan'da kriz karşıtı eylemlerde görüyoruz. Yununistan'da sendikaların ve burjuva solunun engellemelerine karşın Syntagma meydanında, işçi sınıfının militan unsurları tarafından kitle meclisleri etkili bir araç olarak kullanıldı. Avrupa ve Amerika'da gelişen bu mücadeleler tamamen kendi mecrasından akan ve sendikalarla bir bağı olmayan hareketler olma özelliğini taşıyordu. Bu meclislerin ne ifade ettiğine geçmeden önce Mısır'daki sürece ayrıca değinmek gerekiyor.

Mısır'da ise bambaşka bir süreç yaşanmakta. Örneğin, Mısır'daki son gelişmeler ve Mursi-Müslüman Kardeşler-Ordu üçgeninde ve gelinen noktada belirleyici olan, bunların dışındaki başka bir alternatif olduğuna işaret etmemizi gerektirdiği gibi, örneğin aynı ülkede, bu ülkenin kalkınması için bir burjuva yaklaşımıyla laik bir cumhuriyet/demokrasi programının ötesine geçemeyen sendikalar, siyasi partiler ve burjuva sol birlikler de alternatifin bir kutbu değillerdir. Geçmişin sınıf mücadeleleri deneyimi, sendikaların ve her türden (ister sağcı, ister solcu ya da isterse kendisine komünist desin) herhangi bir burjuva siyasi kliğin sadece mücadeleyi bölen bir araç olarak (açık ya da gizli) bir işlev yüklendiğini, bu nedenle de sınıf mücadelesinde bu türden eğilimlerin ne taktiksel, ne de stratejik, vb. hiçbir ileriye taşıyıcı, karşıt sınıf ile yüzyüze getirici ve son mücadelesi için güçlerini seferber ettirici niteliklerde unsurlar olmadıklarını söyleyebiliriz. Burjuva demokrasisini işçi sınıfı nezdinde daha da kurumsallaştıran bu yapılar, karşı-devrimin en sinsi silahları olma özelliğini de taşıdıkları saptamasını rahatlıkla yapabiliriz. Mısır'da işçi sınfının 2006 yılında Mahalla'da başlattığı grevle sendikalardan kopma pratiğini gösterdiğini de unutmamak gerekiyor.

Son dönemde ortaya çıkan kitle meclisleri ve açık kitle toplantılarının alternatif mücadele araçları olarak ifade bulduğunu belirtmek gerekiyor. İşçi kitlelerinin hangi taleple olursa olsun, hangi sektörde olursa olsun ya da işsiz işçiler olsun, hepsinde farklı isimle ifade edilseler de, aynı işleyişe sahip araçlar olduğunu yukarıda bahsettiğimiz tüm deneyimlerde bu araçları görmekteyiz. Kitle meclisleri: işçilerin kendi mücadelerini yönettikleri kararlar aldığı mücadele anında ortaya çıkan araçlardır. Kitle meclisleri; açık kitle tartışmalarının yürütüldüğü, işçilerin fikirlerini özgürce ifade ettiği, akıl hocalarının olmadığı ve burjuva demokrasisi anlayışının bulaşmadığı mücadele araçları olma özelliği taşımaktalar. Bu sebepten dolayı, işçi sınıfının kolektif yapısının dışa vurumu olan bu araçlar, işçilerin mücadele etme ihtiyaçları sonucu ortaya çıkmışlardır. Fakat kitle meclisleri işçi sınıfının mücadelesinin sürekli bir çatı altına sokulması amacıyla ikame edilemezler, zira doğaları gereği mücadele anında ortaya çıkarlar ve o anlarda işlevlerini yerine getirebilirler. Yaşanmış deneyimlerden yola çıkarsak, çöküş döneminde süreklileşmiş ve sınıfsal mücadele aracı olma özelliği taşıyan bir yapı mevcut değildir. Kitle grevi biçiminde ortaya çıkmış sınıf mücadelelerinde, politikleşmiş işçilerin sahip oldukları tek araç işçi konseyleridir. Sendikalar ise işçi sınıfının her gerçek mücadelesinde sadece ve sadece arabuluculuk ve mücadeleyi baltalama rolü oymaktadırlar. Bu konumda olmaları artı-değer üretimine ve kapitalizme ait ücretli emeğe bağımlı yaşamalarından kaynaklanmaktadır.

Buradan hareketle, dünyanın diğer herhangi bir ülkesinde ya da kıtasında, işçi sınıfının kitlesel eylemleri yoluyla mobilize ettiği açık kitle toplantıları ile tartışarak ve kendisi karar alarak ilerlettiği ve düzenin her türden aygıtına karşı 1905'ten bu yana yegane devrimci araçlarından olan kitle grevleriyle cevap verip iktidarı işçi konseyleriyle ele almadığı ve bu eylemlerin dünya ölçeğinde devrimci bir dalgayı tetiklemediği sürece yine bu ya da başka bir coğrafyada, en nihayetinde dünyada devrimci bir durumun olmasından söz etmemiz mümkün değil. Eğer temel amacımız, işçi sınıfının konseyler aracılığıyla burjuva iktidarını yıkıp ücretli emek sömürüsünü, artı-değeri ve sermayeyi ortadan kaldırmaksa tabii.

EKA - Türkiye Şubesi

2Ücret Fiyat Kar, Sol yayınları Sayfa 90.

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması