Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (1)

Dünyada yaşanan ekonomik krizin etkisiyle sarsılan K. Afrika ülkeleri geçtiğimiz yılı toplumsal çalkantılarla ve olaylarla geçirdi. Tunus'lu Boazizi'nin kendini yakmasıyla başlayan toplumsal ölçekteki olaylar, hala sönümlenmedi. Bu olaylar Akdeniz'e kıyısı olan birçok ülkede iktidarları, hatta rejimleri değiştirdi. Toplumsal rahatsızlıkların ve çatışmaların son bulmadığı ülkeler olan Mısır ve Suriye üzerine tekrar bir değerlendirme yapmanın şöyle bir anlamı olacak; özellikle Mısır’ın Port Said şehrindeki futbol provokasyonu, sokakların yeniden alevlenmesi, Suriye'deki savaşın arka planı, bölge ve emperyalist ilişkiler içindeki konumunu tahlil etmek gerekiyor. Sıcak gelişmelerin ve emperyalist gerilimlerin, hatta ABD ve AB'deki ekonomik kriz kadar dünyanın gözünü ve kulağını diktiği bu bölgedeki diğer çekişmelere de değineceğiz. İran'ın bölgedeki saldırgan dış politikası, Türkiye'nin bölgesel aktör olma çabaları ve Suriye savaşında taraf olması, muhalifleri desteklemesi ve diğer ülkelerin tutumlarına değinerek Ortadoğu’da olup bitenlere bir anlam vermeye çalışacağız.

Burada olayları incelerken belli noktalara dikkat etmek gerektiğini düşünüyoruz. En temel nokta, elbette ki olayları enternasyonalist bir perspektiften geçirerek yerli yerine oturtmak ve sınıf mücadelesi adına daha isabetli ve tutarlı pozisyon belirleyebilmek. Bir diğer konu ise, belli kafa karışıklıklarını giderecek biçimde enternasyonal bir sınıf mücadelesi ihtiyacından kaynaklı bölgedeki gelişmelerde işçi sınıfının nasıl bir rol oynadığını saptayarak, buralarda yaşanan rejim değişiklerinin birer devrim olmadıklarının genel çerçevesini çizmek. Zaten devrim meselesi de bu yazıdan bağımsız bir derinleşmeyi gerektirdiği için meseleye şimdilik çok girmeyeceğiz.

Belki de baştan şunu belirtmek yararlı olacaktır: Tunus'ta başlayan olaylar, Mısır'a sıçradığında işçilerin sınırlı bir içerikle olaylar içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Olayların yaşandığı dönemde konuyla ilgili çeşitli makaleler yayınlamıştık. 1 Yayınlanan bu makalelerde işçilerin bu hareket içerisinde nasıl ve ne oranda yer aldıklarına değinmiştik. Hepimizin de bildiği gibi, işçi sınıfı bu olayları kendi ekseninde toplayıp ve kendi talepleriyle topyekûn bir mücadele geliştiremedi.

Diğer taraftan Ben Ali'nin ardından Tunus'ta, 23 Ekim 2011’de gerçekleştirilen Ulusal Kurucu Meclis seçimleri sonucunda Gannuşi’nin başkanı olduğu en-Nahda seçimi kazandı. Bu parti aynı zamanda, Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütüyle aynı gelenekten geliyor. 2011 yılının Ocak ayında başlayan olaylardan bu yana aslında, Tunus işçi sınıfı için değişen tek şey, iktidardaki parti oldu ve işçi sınıfı için ücretli emek sömürüsü devam etmekte. Buradan hareketle Mısır'da, Suriye'de benzer bir sürecin yaşanma ihtimali oldukça yüksek. Sürecin sonrasında yaşananlar ya da yaşanacaklar ekonomik sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, kapitalizm açısından işçilerin yaşadığı bu sorunları daha formel hale getirerek ve artı değer sömürüsünü daha da yoğunlaştırarak sömürüyü derinleştireceklerdir.

Yaşanan olaylara daha yakından bakmak ve arka planını daha iyi kavrayabilmek için bölgedeki, emperyalist ve yerel devletlerin pozisyonlarını tahlil etmek gerekiyor. Bu bakımdan İran, Türkiye, İsrail ve bu yerel devletlerin, bir de uluslar arası işbirliği içinde oldukları diğer emperyalist devletler başta ABD, Çin ve Rusya olmak üzere Suriye ile olan ilişkileri ve Mısır'da yaşanan olaylara yaklaşımlarını da anlamak gerekiyor.

İran ve Türkiye'nin Emperyalist Eğilimleri

a - İran

İran, Ortadoğu’da bölgesel güç olma iddiası taşımakta ve buna yönelik de bir dış politika gütmekte. Bunun en temel nedeni, İsrail karşısında bölgede en güçlü karşıt ülke olma kaygısı. Çünkü İsrail, bölgenin tartışmasız lider ülkesi konumunda. Bu anlamda stratejik olarak geliştirdiği tüm ilişkileri bunun üzerine inşa etmekte. Bu iddiayı güçlendirmek için ilk olarak bölgede Şii mezhebi üzerinden bir siyasi, ekonomik hatta askeri birlik oluşturma çabaları söz konusu. Irak'ta Şii Maliki'nin başbakan oluşu ve Irak'ın Saddam sonrasında ülkedeki en büyük gücün Şiilerden oluşması, Şii birliğinin en önemli gelişmelerinden birisi. Diğerleri ise Lübnan'da ki Hizbullah ve Suriye’de 1963'ten beridir iktidarda olan Baas Partisinin Nusayri egemenliği.* İran bu dini motifli birliği, kendisinin başını çektiği bir İsrail ve ABD karşıtlığında kullanmak istiyor.

İran ekonomisi petrol ve doğalgaz üzerine kurulu, ekonomik yatırımların ise %80'i devletin elinde bulunuyor. İran dünya petrol rezervlerinin %10'una doğalgaz rezervlerinin ise %17'sine sahip. Aynı zamanda İran ekonomisinde petrolün yanında tarım ürünleri ihracına dayanmakta. Ekonomik verileri bakımından bölgede hızlı büyüyen ekonomilerden bir tanesi aynı zamanda. Böylesine petrol rezervlerine sahip olması, İran'ı ekonomik ve siyasal olarak diğer gelişmekte olan ekonomilere göre daha rahat manevra yapabilme kabiliyeti sağlıyor.

İran'ın kendi içindeki çelişkileri ise hala çözülebilmiş değil ve çözülmesi de olası görünmüyor. Bunun en temel nedeni, elbette ki İran burjuvazisinin bu bahsi geçen konuma ulaşmak için işçi sınıfı üzerinde arttırdığı ekonomik ve siyasi baskılar. 2009 seçimlerinin ardından yaşanan olaylar, Arap Baharı adı verilen toplumsal olayların aslında başlangıcıydı. Sokağa çıkanlar, Vali Asr meydanını dolduranlar, Musavi taraftarı olarak gösterilmeye çalışılsalar da, aslında Tahran sokaklarında burjuvazinin güvenlik güçleriyle (Devrim Muhafızları) çatışan işçilerdi. 10. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra başlayan olaylar, başta Musavi'nin seçimlere hile karıştığı yönündeki iddiaları üzerinden gelişmiş gibi görünse de aslında duyulan rahatsızlık daha farklı ve derindeydi yani sınıfsal antagonizma bağlamında nitelik kazanmaktaydı. Daha sonrasında bir burjuva reformisti olan Musavi, sokağa çıkmama çağrısı yapsa da kitleler tarafından ciddiye alınmadı ve hatta “Uzlaşmacılara Ölüm!” sloganlarıyla karşılık buldu. Bu kendiliğinden gelişen hareketin en büyük eksiği, sınıfsal taleplere sahip olmayışları ve tek tek işçiler biçiminde hareketin içinde yer almalarıydı. Böylesine sokakları dolduran işçiler, sınıf kimliklerini oluşturarak kendilerini siyasi olarak ifade edecek organlara sahip değillerdi. Bunun yanında ise sadece bir grev yapıldı; o da sadece bir fabrikayla sınırlı kaldı (İran'ın en büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı).2 Bu hareket, İran’da hala önemli bir potansiyelini barındırmakta ve olası bir istikrarsızlık ya da ekonomi koşullarının ağırlaşmasıyla ortaya çıkmaya müsait yapıya sahip. İran'da Şah'ın devrildiği 1979'daki Şuralar deneyimi, İran işçi sınıfının mücadelesi için önemli sayılacak tecrübeleri barındırıyor.

İran'ın dünya kapitalizmiyle olan ilişkileri ve bu bağlamda bölgede üstlendiği role değinmek gerekiyor. Bu ülkenin en yakın ortağının Rusya olduğunu söyleyebiliriz. Rusya ile daha çok silah ve nükleer enerji üzerine kurulmuş bir stratejik ortaklığı söz konusu. İran'ın nükleer enerji santralleri kurması, enerji üretiminden ziyade nükleer silah üretme olasılığını akıllara getirdi. Bu ihtimalden hareketle, Rusya nükleer enerji konusunda İran'la arasına belli mesafe koymak zorunda kalsa da, Rusya için hala en önemli silah alıcısı ve stratejik ortağı. İran, diğer ortağı Çin ile yirmi yıllık enerji anlaşması imzalanmış durumda. Bu iki ülke arasındaki ilişki tamamen ekonomik temellere dayanmakta. Çin, İran petrollerinin %22'sini satın almakta. İran petrollerini dünya piyasasına göre daha ucuza alan Çin, bu yolla ekonomisi için stratejik enerji kaynağı sağlamakta. Bu durum ucuz üretim maliyetleri üzerine kurulu olan Çin ekonomisi açısından oldukça önemli bir paya sahip.

İran burjuvazisinin nükleer yatırımları, kendi silah teknolojisini üretme çabası ve en son Hürmüz Boğazı'nda askeri tatbikat yapması; bunların hepsi İran'ın bölgede ekonomik gücünün yanına askeri güç katmak istemesinin bir sonucu. Bunun anlamı ise bölgesel ya da uluslararası olası bir savaşa hazır olmak ve Ortadoğu'da askeri gücüyle söz sahibi olabilmek. Hürmüz Boğazı'nda yapılan tatbikat doğrudan ABD, İsrail ve diğer Arap ülkelerine bir gözdağı vermek, askeri gücü ile petrol transferi için stratejik olan Hürmüz Boğazı'ndaki gücünü göstermek diyebiliriz. ABD ve AB'nin İran petrollerinde yaptırım uygulama kararına karşın İran, dünya petrollerinin %40'ının geçtiği Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı açıklamasını yaparak emperyalist dalaşı daha da kızıştırdı. Bu boğazdan geçen petrol hattı İran ve Rusya petrollerinin alternatifi yani rakibi. Böyle bir atak Rusya'nın elinde bulunan Karadeniz'in kuzeyinden geçen petrol boru hatlarının stratejik önemini daha da arttırmakta. Petrol transferi üzerine kurulu bu güç yarışı Ortadoğu’daki gelişmeleri tamamen belirlemekte.

İran'ın elinde önemli petrol yatakları bulunması, Hürmüz Boğazı'ndaki egemenliği, kendisine uluslararası anlamda ortak bulmasına olanak sağlıyor. Bu konumuyla güçlenen bir devlet görünümü çizse de, içerideki sınıfsal dinamikler İran burjuvazisinin uykularını kaçırıyor ve kaçırmaya da devam edecek.

b - Türkiye

Türkiye, Arap coğrafyasında başlayan bu toplumsal hareketler ilk ortaya çıktığında tutum belirleyemedi. Şüphesiz ki; belirleyemezdi; hareketin sınıfsal karakteri oldukça belirleyici bir olgu. Tabii ki; Suriye’yi bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz. Ama baştan şunu belirtmek gerekiyor: Kuzey Afrika olaylarının yaratmış olduğu istikrasızlık döneminden karla çıkan Türkiye oldu.

Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkinin nasıl bir zeminde olduğunu ve geçirdiği evreleri incelemek bu gün takınılan tutumların arka planını görmemeizi sağlayacaktır. Türkiye'nin 2005 yılında başlattığı çevresindeki ülkelerle, sıfır sorun dış politikasıyla, özellikle Ortadoğu'da siyasi ve ekonomik varlığını arttırmak istiyordu ve bu kapsamda Suriye ile eskiden beri iyi olmayan ilişkilerini geliştirmeye çalışıyordu. Daha öncesinde kronik sorunları olan bu iki burjuva devlet, son on yılda bu sorunları çözmek için belli adımlar attılar. Hatay sorunu ile başlayan ve Dicle ile Fırat nehirlerinin üzerine kurulan barajlardan dolayı Suriye'nin su sorunu ve PKK'nin Suriye'ye yerleşmiş olması gibi bir dizi sorunlara sahiptiler.

ABD'nin önce Afganistan sonra Irak'ı işgal etmesi, bölgede tüm politikaları değiştirdi. Türkiye'nin bölgede etkin kılınmak istenmesi, Suriye ile ilişkilerin iyileştirilmesine dönük bir dizi adım atıldı. Devletler düzeyinde birçok ziyaret gerçekleşti. Bu ziyaretlerden birisi Hariri suikastının ardından gerçekleştirildi. Hariri suikastından sonra yalnız kalan ve sıkışan Baas rejimine ilk uluslararası desteği veren Türk burjuvazisi oldu. Bölgede etkinlik kazanmak için bu durumu bir fırsat olarak değerlendiren Türk burjuvazisi, Esad rejiminin bu zor günlerinde ona destek oldu. Sonrasında ilişkiler diplomatik ziyaretlerle iyileştirildi. İki ülke tarihindeki en fazla diplomatik trafik bu dönemde yaşandı. Ardından 2009 yılında kurulan “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ” ekonomik, siyasi ve askeri birçok ortak yatırımı ve anlaşmayı içeriyordu. Vize uygulamasını kaldırması, ortak askeri tatbikatlar, gümrük birliği uygulaması ve serbest ticaret gibi birçok konuda ortaklıkların kurulduğu bu konsey Türkiye - Suriye ilişkilerinin tarihindeki zirveyi işaret ediyordu. Türkiye için Arap coğrafyasına açılma olanağını sağlayan bu anlaşmalar, Suriye için de Avrupa’ya açılma olanağını sağlıyordu. Türkiye için yıllardır kavgalı olduğu Suriye artık bir dosttu. Bu yakınlaşma “ Ortak tarih, ortak din ve ortak kader” olarak ifade ediliyordu. Suriye'de Esad karşıtı olayların başladığı güne kadar süren bu ilişki bir anda Türk burjuvazisinin Esad'a sırt çevirmesiyle son buldu.

Arap coğrafyasındaki olayların Suriye'ye sıçraması ile Esad karşıtı Sünni-Arap birliği ortaya çıktı. Türkiye'de bu hareketi doğrudan destekleyerek, Erdoğan ve Esad ailesinin beraber tatile gittikleri saadet günleri artık savaş söylemelerine yerini bırakmıştı. Suriye Ulusal Konsey'in İstanbul'da kurulması, Hür Suriye Ordusunu kuran subayların ilk önce Türkiye'ye kaçması, Türk burjuvazisinin Esad karşıtlarına açıktan destek verdiğinin göstergeleriydi. Tüm bu gelişmeler, Türk burjuvazisinin Esad döneminde geliştirdiği ilişkinin sekteye uğramaması için, iktidara gelmesine kesin gözüyle baktığı muhaliflere destek vererek bölgedeki söz sahibi konumu devam ettirmek istemesinden kaynaklanıyordu. Ama zamanla Esad'ın kolay gitmeyeceği, Rusya ve Çin, Suriye'ye desteğini dolaylı da olsa bildirmesi Türkiye'nin olayların başladığı günlerdeki gibi doğrudan Esad'ı hedef alan açıklamalardan ziyade, uluslararası baskıyı arttırma yoluna gitti. Olası bir NATO operasyonun zeminini hazırlamak için Suriye’nin Dostları Konferansı'nın aktif üyelerinden birisi oldu ve Arap birliği ile ortak hareket etti. Buradan hareketle, Türkiye genel çerçevede Ortadoğu'da ABD müttefiki bir dış politikanın ekseninde davransa da, zaman zaman kendi başına davranabilmekte ve bölgesel bir güç ilişkileri içinde söz söyleyebilmektedir.

Ayrıca Türkiye'nin Suriye'nin geleceğine ilişkin planlarının bir parçası olarak gördüğü, Esad karşıtı muhalefetin büyük bir kısmını oluşturan Müslüman Kardeşler örgütü ile bağ kurulmakta, bahsi geçen bu örgütün Mısır'da ve Tunus'taki Müslüman Kardeşler kökenli partilerle aynı ağın parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye Mısır ilişkilerine değinecek olursak; Mubarek'in gitmesinin ardından Mısır'la iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıldı. Bu ilişkinin iki boyutunun olduğundan söz edebiliriz. Birinci boyutu, Türk burjuvazisinin emperyalist eğilimleri. Diğer bir boyutu ise yeni rejimin şekillenişinde rol kapmaya çalışması. Rejim ve sermaye ihracı yapmak isteyen Türk burjuvazisi, Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu Adalet ve Özgürlük Partisi ile AKP üzerinden bağ kurmaya çalışmaktadır. “One Munite” krizi ve Mavi Marmara baskınından sonra, İsrail'e karşı almış olduğu tutumla Tayyip Erdoğan, Arap coğrafyasında popülerlik kazanmıştı. Bu popülist politikalar sonrası, Eylül ayında Tayyip Erdoğan yedi bakan ve üç yüz işadamıyla Mısır, Tunus ve Libya gezisi yaptı. AKP' nin seküler İslam modeli üzerine kurulu bu ziyaret, Tayyip Erdoğan'ın hem Mısır'da, hem de Tunus'ta vermiş olduğu en temel mesaj, seküler İslam ya da “Müslüman ama laik devlet” söylemiydi. Zira bu ziyareti takip eden dünya basını, Tayyip Erdoğan'ın Suudi Vahabizmi'ne ve İran Şii rejimine alternatif olarak laik bir rejim önerdiğini servis ettiler. Bu bir tesadüf değildi elbette. Tayyip Erdoğan Tunus'taki konuşmasında "Kişi laik olmaz, devlet laik olur" diyerek seküler İslam'a vurgu yapmaktaydı. Türkiye gibi müslüman bir ülkenin hem laik hem de parlamenter bir rejime sahip olduğu zaten olaylar başladığında özellikle ABD tarafından dillendirilmişti. Bu konuya ilişkin daha önceden belli değerlendirmeler yapmıştık.3 Şu konuya tekrar değinmek gerekiyor: Ortadoğu'da söz sahibi ve olmak isteyen Türk burjuvazisi bu konumu sağlamlaştırmak için bölgedeki Suudi Vahabizmi'ne ve İran Şii rejimlerine karşı kendi rejiminin ihraç ederek İran ve Suudi Arabistan’a karşı Ortadoğu'da ve Mısır'da rol kapmaya çalışmaktadır. Zira burası diğer pazar alanlarına göre bazı açılardan daha bakir.

Asıl meseleye tekrar dönecek olursak, Batı emperyalizm bölgenin bir an önce istikrar kazanmasını istiyor; bunu da kendi pazar ilişkilerini rahatlıkla sağlayacak liberal kapitalizmle tam uyumlu rejimler kurmak istiyor ve şu anda elde olan en uygun örnek ise Türkiye modeli. İstikrar ise bölgede işçi sınıfının tekrar hareketlenmemesi üzerine kurulu. Burjuva parlamenter rejiminin önerilmesinin altında yatan en büyük neden ise istikrar ve Mısır işçi sınıfının kendi politik olgunluğuna erişmesine engel olmak. Çünkü Mısır'da işçi sınıfı hala ortaya çıkma potansiyeli taşıyor ve yetmiş milyonluk bir ülkenin işçilerini uyandırmak istemeyen burjuvazi, Kuzey Afrika için en uygun rejimi ya da kitleleri yanıltan araçları geliştirmek istiyor.

c - İç Savaşa Doğru Giden Suriye

Tunus'taki toplumsal olaylar Mısır'a sıçradığında Ortadoğu'da artık Baas tipi rejimlerin hareket karşısında durmasının oldukça zor olduğu yorumları yapılmaktaydı. Sıradaki ülkeler içerisinde Suriye’de sayılıyordu. Esad'ın muhalefet karşısında iktidarı bırakacağı beklentisi vardı. Fakat öyle olmadı; Esad, Dera şehrinde başlayıp Hama, Humus gibi şehirlere yayılan gösterileri bastırmaya çalıştı ve olayları bastırmak için silah kullandı, kan döktü ve hala dökmeye devem ediyor. 15 Mart 2011'de başlayan olaylar hala devam etmekte ve Esad'a ne kadar da ömür biçilse bu olayların nasıl ve ne zaman son bulacağı belirsizliğini koruyor.

Suriye'deki olayları daha net anlayabilmek için ülkedeki etnik ve dinsel grupları tanımak gerekiyor; zira Esad rejimini destekleyenlerle ona karşı savaşanlar kendilerini ya etnik kimlikleriyle ya da dinsel kimlikleriyle tanımlamaktalar. Suriye etnik yapısının % 55’ini Sünni Müslümanlar, %15’ini Nusayriler (Aleviler) %10’unu Sünni Kürtler, %15 Hristiyanlar ve %5’ini Dürzi, Çerkez ve Yezidi’ler oluşturmaktadır. Ayrıca Suriye’de 2 milyondan fazla Filistin'li ve Irak'lı mülteci olduğu belirtilmekte. 4

Esad rejimine karşı muhalefet yapan ve savaşan grupların en büyüğünü sunni Arap'lar oluşturmakta. Suriye siyasi dengelerinde kilit noktada durun Kürtler'in ise bir kısmı Esad'ı destekliyor, bir kısmı da Esad karşıtı Suriye Ulusal Konseyi içinde yer alıyor. Diğer etnik gruplar ise aslında şu andaki belirsizlikten kaynaklı, emin olamadıkları için mevcut rejimi desteklemekteler. Diğer önemli bir kesim olan Arap Nusayriler ise yıllardır Suriye’deki Baas rejimini oluşturan etnik topluluk.

Yıllardır Suriye'de halkı baskı ile yöneten Baas rejimine karşı ilk girişim, Suriye Ulusal Konseyi adı altında toplandı. 23 Ağustos 2011 tarihinde İstanbul'da kurulan Suriye Ulusal Konseyi, Kürtler'in belli bir kesiminin dışındaki Esad rejiminin tüm muhaliflerini içeriyor. 5 Suriye, Türkiye, İran ve Güney Kürdistan'ı kapsayan bölgede en stratejik konumda olan Kürtler'in ikiye bölünmesinden sonra bir kısmı bu konseyin içinde yer aldılar. Konseyin ana gövdesi oluşturan grup sunni Arap'lar. Aynı zamanda Esad rejiminin en büyük muhalif grubunu oluşturuyorlar. Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır'dan sonra en güçlü oldukları ülkenin Suriye olduğunu hatırlarsak şu anki hareketin de başını çeken grup olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu rejim karşıtı sunni Arap ayaklanması ilk değil, daha önce de Müslüman Kardeşler örgütü Hafız Esad'a karşı ayaklanmış ve 1982'de on bin ve yirmi beş bin arasında değişen sayıda insanın ölmesiyle kanlı bir şekilde bastırılmıştı.6 Baas rejimine karşı tek muhalefeti oluşturan bu örgüt, Esad'ın devrilmesinin ardından iktidara gelesi yüksek ihtimal. Bu ihtimali en güçlü kılan durum ise Tunus ve Mısır'da aynı örgütün kurmuş olduğu partilerin seçimlerde en çok oyu almış olmaları.

Müslüman Kardeşler örgütü Genel Sekreteri Muhammed Riyad El Şafka ile yapılan röportajda, karşılıklı menfaatler çerçevesinde, küresel ve bölgesel güçlerle işbirliği yapabileceklerini belirterek Esad rejiminden sonraya dair fikirlerini de bir biçimde açıklamış oluyor. Yine aynı röportajda Esad'la hiçbir koşulda anlaşmayacaklarını ve rejimi devirmek gerektiğini ifade etmesi, savaşın giderek şiddetleneceğini gösteriyor.

Ekrem