2012 - Nisan

2011'in Toplumsal Hareketleri Üzerine Değerlendirme

Bu yazı, 2011 yılı toplumsal hareketlerinin önemi hakkında daha geniş bir tartışmaya katkıda bulunmak için onların geçici bir bilançosunu çizmeye çalışan uluslararası bir değerlendirmedir.

2011: ÖFKEDEN UMUDA

2011'deki en önemli iki olay kapitalizmin global krizi[1] ve Tunus, Mısır, İspanya, Yunanistan, İsrail, Şili, ABD, Britanya'daki toplumsal hareketlerdi.

Öfke uluslararası bir boyut aldı

Kapitalist krizin sonuçları dünya nüfusunun muazzam çoğunluğu için çok zor oldu: bozulan yaşam koşulları, yıllarca süren uzun-dönemli işsizlik, en alt seviyede bir istikrarı bile imkansız kılan belirsiz çalışma, aşırı yoksulluk ve açlık...

Milyonlarca insan dengeli ve normal bir yaşam ve çocukları için gelecek imkanlarının yokoluşu hakkında endişe duyuyorlar. Bu onları derin bir öfkeye, sokak ve meydanlara çıkarak pasifliği kırmaya, günümüz evresinde 5 yıldan fazla bir süredir devam eden bir krizin nedenleri üzerine tartışma girişimlerine sevketti.

Acı çeken çoğunluğun bu öfkesi, bankerler, siyasetçiler ve kapitalist sınıfın diğer temsilcilerinin küstahlık, açgözlülük ve kayıtsızlığı ile şiddetlendirildi. Aynısı ciddi sorunlarla yüzleşen hükümetlerin gösterdiği beceriksizlik için de geçerlidir: onların önlemleri herhangi bir çözüm getirmeden sadece yoksulluğu ve işsizliği arttırdı.

Bu öfke hareket uluslararası biçimde yayıldı: Sosyalist hükümetin ilk ve en ölümcül tasarruf planlarından birisini dayattığı İspanya'dan; borç krizinin sembolü Yunanistan'a; dünya kapitalizminin tapınağı Birleşik Devletler'den; en kötü ve en yerleşik emperyalist çatışmaların odağı olan Mısır ve İsrail'e, Ortadoğu'ya.

Enternasyonal bir hareket olarak bu farkındalık, milliyetçiliğin Yunanistan, Mısır ve ABD'deki eylemlerde ulusal bayrakların varlığında görülen yokedici ağırlığına rağmen gelişmeye başladı. İspanya'da, Yunanistan işçileriyle dayanışma “Atina direniyor, Madrid yükseliyor” gibi sloganlarla ifade edildi. Oakland grevcileri (ABD, Kasım, 2011) “İşgal hareketiyle dünya çapında dayanışma” dediler. Mısır'daki Kahire Deklerasyonu'nda Birleşik Devletler'deki harekete destekte bu kabul edildi. İsrail'de onlar “Netanyahu, Mübarek, Esat aynıdır” diye bağırdılar ve Filistinli işçilerle bağlantılar kurdular.

Bu hareketler zirve yapıp inişe geçtiler ve yeni mücadeleler hala gerçekleşiyor olsalar da (İspanya, Yunanistan, Meksika), birçok kişi şimdi şu soruları soruyor: bu öfke dalgasını ne başardı? Bizler bir şey kazandık mı?

Hareketlerin yaygın sloganı: Sokaklara!

Onları etkilemiş olan yanılsama ve kafa karışıklıklarına karşın bu gibi kalabalıkların kendi çıkarları için mücadele etmek için sokak ve meydanları işgal etmeleri 30 yılı aşkın bir süreden sonra ilk kez gerçekleşecekti.

Başarısızlar olarak sunulan, inisiyatif almaktan yoksun ya da ortak birşeyler yapamayan avareler zannedilen bu insanlar, işçiler, sömürülenler, birleşebilmeyi başardılar, girişimleri paylaştılar, sistemin günlük normalliğinin onları kınadığı felç edici edilgenlikten kurtulabildiler.

Her birisinin kapasitesindeki kitlelerin kolektif eylem gücünün keşfinde güven ilkesinin gelişmesi bir moral destek oldu. Toplumsal sahne değişti. Siyasetçiler, uzmanlar ve 'büyük adamlar'ın kamu yaşam tek boyutluluğu, duyulmak isteyen anonim kitleler tarafından sorgulandı.[2]

Bütün bunları söyledikten sonra, sadece kırılgan bir başlangıç evresindeyiz. Yanılsamalar, şaşkınlıklar, protestocuların ruh hallerindeki kaçınılmaz değişiklikler, kapitalist devletin baskısı ve tecrit kuvvetleri (sol partiler ve sendikalar) tarafından empoze edilen tehlikeli sapmalar inzivaya çekilmeye ve acı yenilgilere yol açtı. Öte yandan mevzubahis engellerle döşenmiş ve zafer garantisinin olmadığı uzun ve zorlu bu yol olunca, yürümeye başlama eyleminin ilk zafer olduğu belirtmemiz gerekir.

Hareketin kalbi : kitle meclisleri

Bu hareketlere katılan kitleler, kendilerini yalnızca hoşnutsuzluklarını haykırmakla sınırlamadılar. Aktif bir biçimde kitle meclisleri örgütlenmelerinde yer aldılar. Kitle meclisleri Birinci Enternasyonal'in (1864) sloganını somutlaştırmıştır: “İşçi sınıfının özgürleşmesi işçilerin kendi işidir yoksa hiçbir şeydir”. Bu, Paris Komünü ve daha yüksek bir biçim aldığı 1905 ve 1917'deki Rusya'ya, Almanya 1918, Macaristan 1919 ve 1956, Polonya 1980'e süren işçi hareketi geleneğinin devamıdır.

Kitle meclisleri ve işçi konseyleri proleter mücadelenin ve yeni bir toplum biçiminin gerçek formudur.

Kitlesel olarak birleşmemizi amaçlayan kitle meclisleri, bir sektör ya da toplumsal kategorinin gettosunda hapsolmuş ücretli kölelik ve “herkes kendi için” atomizasyonu zincirlerinin kırılmasına işaret etmektedir.

Kitle meclisleri, birlikte düşünmek, tartışmak ve karar vermek, hem karar almada ve hem de onların uygulanmasında yer alarak karara varılanlar için kolektif olarak sorumlu olmak içindir.

 

Kitle meclisleri sadece mücadeleyi ileriye taşımak için kaçınılmaz olan karşılıklı güven, genel empati, dayanışma inşa etmek için değil, sınıfsız ve sömürüsüz özgür gelecek toplumunun temel direkleridir.

2011, hakim sınıfın vaaz ettiği ikiyüzlü ve kendisine hizmet eden “dayanışması” ile hiçbir ilgisi olmayan bir gerçek dayanışma patlamasına şahit oldu. Madrid'teki eylemler, göçmenleri alıkoyan polisin gözaltına alınan ya da durdurulanları kurtarmak için çağrı yaptı; İspanya'da, Yunanistan'da ve Birleşik Devletler'de tahliyeler için kitlesel eylemler gerçekleştir; Oakland'ta “Grev meclisi temsilciler göndermeye ya da 2 Kasım Genel Grevi'nde yer alan çalışanları ya da öğrencileri cezalandıran şirket ya da okulları işgal etmeye karar verdi”. Herkes çevresindekiler tarafından korunmada ve savunulma halinde hissedebildiği canlı anlar kesik kesik de olsa gerçekleşti. Tüm bunlar, içinde yaşadığımız toplumun üzerine umutsuzluk ve savunmasızlığın acı hissi sinmiş “normalliği” ile katı bir biçimde zıtlaşmaktaydı.

Gelecek için ışık: Tartışma kültürü

Milyonlarca işçinin dünyayı dönüştürmek için ihtiyaç duyduğu bilinç, hakim sınıf ya da aydınlanmış liderlerin zeki sloganları ile kazanılmaz. Bu tartışma ve kitlesel bir ölçekte geçmişi hesaba katan ancak tıpkı İspanya'daki bir afişte yazan “Devrim olmadan gelecek yok!” gibi daima geleceğe odaklı tartışmalar bir mücadele deneyiminin ürünüdür.

Tartışma kültürü, yani karşılıklı saygı ve aktif dinleme üzerine kurulu açık tartışmalar sadece kitle meclislerinde değil onun çevresinde de filizlenmeye başladı: tartışma ve takas edilen fikirler için yapılan sayısız toplantı yapıldı, gezici kütüphaneler örgütlendi... Çok kısıtlı araçlar ile geniş bir entelektüel faaliyet sokak ve meydanlarda doğaçlama bir şekilde gerçekleştirildi. Ve kitle meclisleriyle olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesinin bir geçmiş deneyimini yeniden canlandırdı “Bütün Rusya okuma yazma öğreniyor ve okuyordu (politika, ekonomi, tarih ne bulursa) , çünkü öğrenmek istiyordu… Uzun yıllar eğitime susamış olan halkta devrimle birlikte delice bir okuma hastalığı başlamıştı. Yalnız Smolni Enstitüsü’nden ilk altı ay içinde her gün tonlarla, vagonlar dolusu, trenler dolusu basılmış kitap, dergi, gazete sevk edilip yurda dağıtılmıştı. Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü doymuyordu. Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din ya da dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar toplumsal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy'un, Gogol'ün ve Gorky'nin eserleriydi.[3]. Egemen ideoloji ve onun medyasının zorladığı ve sadece bir milyonlarca başarısızlar kaynağı, yabancılaşma ve yanlış klişeler olabilen “başarı modeli”ne dayanan bu toplum kültürü karşısında, binlerce insan özgün popüler kültür aramaya, onu kendileri için gerçekleştirmeye, kendi eleştirel ve bağımsız kriterleri için canlandırmaya çalışmaya başladılar. Kriz ve onun nedenleri, bankaların rolü, vb. ayrıntılarıyla tartışıldı. Çok fazla kafa karışıklığına rağmen devrime dair tartışmalar da vardı; demokrasi ve diktatörlük üzerine, bu “onlar buna demokrasi diyorlar ama değil” ve “bu bir diktatörlük ancak görünmüyor” olarak iki karşılıklı sloganda sentezlenen konuşmalar da vardı.

Proletarya geleceğin anahtarıdır

Eğer bütün bunlar 2011'i umudun başlangıç yılı yapıyorsa, bu hareketlere onun hala muazzam olan sınırlılıklarını ve zayıflığını gören keskin ve eleştirel bir göz ile bakmalıyız.

Eğer dünyada kapitalizmin modası geçmiş bir sistem olarak görüp “insanlığı kurtarmak için, kapitalizm yokedilmeli” diyen kişi sayısı artıyorsa, aynı zamanda kendi bütünlüğünde saldırılması gereken ve birçok yüzeysel ifadesiyle (finans, spekülasyon, siyasi-ekonomik güçlerin çürümesi) bir meşguliyet içerisine dağılmamış gerçekten karmaşık toplumsal ilişkiler ağı olan kapitalizmi bir avuç “kötü çocuğa” (vicdansız sermayedarlar, acımasız diktatörler) indirgeme eğilimi de bulunmaktadır.

Bu, kapitalizmin her bir gözeneğinden (baskı, terör ve terörizm, ahlaki barbarlık) beslendiği şiddeti reddetmek hakkında daha fazlası iken, bu sistem aynı zamanda sadece pasif yurttaş basıncı tarafından ortadan kaldırılmayacak. Azınlık sınıf gönüllü olarak gücünü bırakmayacak ve devleti içine onun her 4 ya da 5 yılda bir demokratik meşruluğuyla; asla yapmayacakları ve sözünü vermediklerini yapacak partileriyle; ve hakim sınıf tarafından masa üzerine konulan herşeyi imzalayarak dağıtmak için mobilize olan sendikalarıyla üzerini örtecektir. Sadece bir kitlesel, azimli ve inatçı mücadele sömürülenlere devleti ve onun baskı araçlarını yoketme gücünü verecek ve İspanya'da tekrarlanan “Bütün iktidar kitle meclislerine” sloganını gerçek kılacaktır.

Özellikle ABD'deki işgal eylemlerinde oldukça popüler olan “biz %1'e karşı %99'uz” sloganın bizleri etkileyen bir ölümcül sınıf bölünmelerine dair bir anlayışın gelişmeye başladığını ortaya koyuyor olsa da, bu eylemlere katılanların büyük çoğu kendilerini, toplum içerisinde “özgür ve eşit yuttaşlar” olarak kabul görmek isteyen “aktif vatandaşlar” olarak tanımladılar.

Ancak toplum sınıflara bölünmüştür: herşeye sahip olan ve hiçbir şey üretmeyen kapitalist sınıf ve herşeyi üreten ve daha ve daha azına sahip sömürülen -proleter- sınıf. Toplumsal evrimin itici gücü demokratik “bir vatandaş çoğunluğunun karar” oyunu (ki bu oyun hakim sınıfın diktatörlüğünün üzerini örten ve meşru kılan bir maskeli balodan fazla bir şey değildir) değil, sınıf mücadelesidir.

Toplumsal hareket asıl zenginliği kolektif olarak üreten ve toplumsal yaşamı işlevlileştiren sömürülen sınıf proletaryanın ilke mücadelesine katılmalıdır: fabrikalar, hastaneler, okullar, üniversiteler, ofisler, limanlar, binalar, postaneler. 2011'deki bazı hareketlerde Mısır'da patlayan ve sonuçta Mübarek'i istifa etmeye zorlayan grev dalgasında onun gücünü gördük. Oakland'da (Kaliforniya) “işgalciler” bir genel grev ilan ettiler ve liman işçileri ve tır şoförlerinin aktif desteğini kazandılar. Londra'da greve çıkan elektrikçiler ve Saint Paul işgalcileri aynı yaygın eylemleri uygulamaya koydular. İspanya'da grevdeki sektörler meydanlardaki kitle meclisleri ile birleşmeye yöneldiler.

Kapitalist zulüm tarafından sömürülen modern proletaryanın sınıf mücadelesi ile toplumsal katmanların derin ihtiyaçları arasında bir zıtlık yok. Proletaryanın mücadelesi egoist ya da özel bir mücadele değil “büyük çoğunluğun büyük çoğunluk yararına bağımsız hareketi”dir (Komünist Manifesto).

Günümüz hareketleri proleter mücadelenin iki yüzyıllık deneyimi ve toplumsal özgürleşmeye yönelik girişimlerinden, onları eleştirel olarak gözden geçirerek faydalanabilir. Yol uzun ve muazzam engellerle dolu ki bu olgu akla İspanya'da tekrarlanan “Yavaş gidiyor değiliz, uzağa gidiyoruz” sloganlarını getiriyor. Şimdi, kapitalizmin yerine başka bir toplumun gelebileceğini netleştirecek yeni hareketleri bilinçli bir şekilde hazırlamak için, hiçbir kısıtlama olmadan ve yüzleri karartmadan mümkün olan en geniş tartışmayı başlatmak zamanıdır.

Enternasyonal Komünist Akım 11/03/12


[1]    Bkz: Ekonomik kriz, hiç bitmeyen bir masal değil (İNG), en.internationalism.org/internationalreview/201203/4744/economic-crisis-not-never-ending-story. Sistemin global krizi ile, (Japonya'daki) Fukushima nükleer güç istasyonundaki ciddi hadise bize insanlığın yüzyüze geldiği muazzam tehlikeleri gösterdi.

[2]    Time Dergisi'nin, imzasız yayınladığı “Yılın Adamı” ilan ettiği Protestocu hariç. Bkz: time.com/time/specials/packages/article/0,28804,2101745_2102132_2102373,00.html.

[3]    John Reed: Dünyayı Sarsan 10 Gün. https://www.marxists.org/archive/reed/1919/10days/10days/ch1.htm ya da Yordam Yayınları Syf. 37

Tags: 

Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (2)

Baas rejimi, muhalif gruplara nazaran azımsanmayacak düzeyde etnik grup ve dinsel topluluklar tarafından destekleniyor. Bu gruplardan en büyüğü Nusayriler. Esad rejimi toplumsal olarak bu mezhebi gruptan  oluşuyor. Rejimin tüm elit kademesi, askeri yapısı ve bürokrasisi Nusayrilerden oluşmakta. Bu anlamıyla Suriye'de Nusayriler ayrıcalıklı bir konuma sahipler. Bu ayrıcalık hem siyasi, hem de ekonomik olarak iki boyuta sahip. Baas rejiminin yıkılması Nusayriler için zor günleri de beraberinde getirecek çünkü uzun zamandır iktidarı elinde bulundurmuş olması, hem de bunu totaliter yöntemle yapmış olması, düşmanlıkları da beraberinde getirecek. Bu sebepten dolayı Esad gitmek istese dahi onun gitmesini engellemeye çalışacaklardır. Hristiyan, dürzi, Çerkez ve yezidi gruplar ise iktidara olası geleceklerin İslamcı kökenli olmasından kaynaklı Baas rejimine yaslanmaktalar; aslında iki kötü arasında bir tercih yapıp Esad'ı desteklediler ama her an, her şey değişmeye çok müsait.

Kürtlerin ise daha farklı bir konumları var; bu özel konum şu anki reellikte, Esad rejimin elinde hem de bir koza dönüşüyor. Kürtler geçtiğimiz mayıs ayına kadar resmi kimlikleri bile olmayan bir halktı ve siyasi temsilcileri Baas rejimi tarafından hapse atılmıştı. Zaman zaman rejime karşı ufak çaplı başkaldırsalar da bu hareketlenmeler kendiliğinden söndü ya da bastırıldı. 2004 yılında Kamışlı‘da yaşananlar benzer bir durumun ifadesiydi. Kürtler yer yer başka emperyalist güçler tarafından Baas rejimine karşı kullanılmak istenildiler de aynı zamanda. Olayların başladığı tarihten sonra Esad, Kürtlere yönelik politikalarını değiştirerek, siyasi tutuklularını serbest bıraktı ve ardından reformlar başlattı. Hatta kuzeyde özerk bir Kürt yönetimini kurulacağını bile dile getirdi. Kürtlerin Esad için bu kadar önemli hale gelmesinin aslolarak iki sebebi var: birincisi, on bir Kürt partisinin Suriye Kürt Ulusal Meclisi'ni Barzani'nin desteğiyle kurmuş olması, Esad'ı Kürtlerle anlaşma yoluna itti ve aynı zamanda bu gelişme sunni Arap muhalefetinin yanına Kürtlerin de eklenmesi durumunu ortaya çıkardı. Bu çıkışa karşılık ise Esad, daha öncden müebbet hapis cezası verilen PYD'nin lideri Salih Müslüm'ü afla çıkarıp rejim yanlısı mitingler yapmasını sağladı. Bu yöntemle Esad, Kürtler üzerinde etkinlik kazanmaya ve muhalefeti bölmeye çalıştı ve kısmen de başarılı oldu. PYD, 26 Şubat'taki anayasa referandumunu boykot etme kararı aldı ve yeni anayasanın Kürtler için herhangi bir şey olmadığını açıkladı. Suriye dışındaki Kürt burjuvazisinin doğrudan ve dolaylı temsilcileri olan, KDP'nin ve PKK'nin Suriye'de kilit noktada duran Kürt bölgesine yönelik karşılıklı ataklarının olduğunu söyleyebiliriz. Barzani'nin desteklediği Suriye Kürt Ulusal Meclisi, üzerinden Suriye Kürtlerini domine etmek istiyor. PKK ise PYD ilişkileri üzerinden Suriye Kürtleri ilişkin siyaset belirlemeye çalışmakta; bunu yaparken de Türk burjuvazisine karşı stratejik konum elde etmekte. Diğer taraftan ise PYD aracılığıyla Esad'la Suriye'deki Kürtlerin geleceğine ilişkin pazarlıklar yapmakta. Öyle görünüyor ki; Baas rejiminin akıbetinde yıllardır baskı kurduğu Kürtlerin de bir parça payı olacak.

Suriye ve İsrail ilişkilerine kısaca değinilmesi gereken bir kaç nokta var. İlki yıllardır iki burjuva devlet arasında savaşa neden olan Golan Tepeleri. İkincisi Suriye'nin Lübnan'daki askeri varlığı ve politik etkisi. Bu iki konu üzerinden yıllardır bu iki burjuva devlet savaşmaktalar. Fakat Suriye'de olayların başlaması ile İsrail için Suriye ile olan ilişkileri daha karmaşık hale geldi; zira daha öncesinde savaştığı Baas rejimiyle, İsrail düşmanı Müslüman Kardeşler'in iktidara gelme olasılığından dolayı görüşmeler yaptığı söylenmekte. İsrail, islamcı rejimlerinin Ortadoğu'da güç kazanmasından oldukça rahatsız olmakta ve bundan dolayı Esad'a karşı tutumunu önemli ölçüde etkilemekte.

Suriye'deki olaylara işçi sınıfı nasıl ve ne düzeyde katıldı, biraz buna bakmak gerekiyor. Elbette ki; işçi sınıfı sokaklardaki kalabalıkların önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı. Ama sorun şu ki; Suriye'li işçiler, ne Mısır'daki gibi, ne de Tunuslu işçiler gibi bir tepkiyi bile ortaya koyamadılar. Maalesef Suriye'li işçiler, olaylar içerisinde, kendilerini etnik ya da mezhepsel kimlikleriyle ifade ettiler. Bu durum, Suriye'de olayların hangi zeminde yaşandığını açıkça ortaya koyuyor.  Arap Birliği'nin gönderdiği gözlemcilerin Suriye'ye geleceği gün muhalefet, genel grev çağrısında bulundu ve bunun yanında yine muhaliflerin etkisinin olduğu bir günlük genel grev gerçekleşti. Sivil itaatsizlik eylemi olarak da nitelendirilen bu eylemde Esad rejiminin gitmesini isteyenler, sınıf temelli herhangi bir talebe sahip değildiler. Ayrıca greve sadece işçilerin değil, daha çok işverenlerin ve esnafın da katıldığını belirtmek grevin nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlamak için daha açıklayıcı olacaktır. Bunun dışında herhangi bir varlığı olmayan Suriye'li işçiler, tekil bireyler halinde Esad ve muhaliflerin tarafında saflaşmış durumdalar.

Beşar Esad, reformlar ve seçimler yapılacağını söylese de, yeni anayasası referandumu muhalifler tarafından boykot edildi; bu da gösteriyor ki; Baas rejimi ya yıkılacak ya da muhalefet kanlı bir savaştan sonra bastırılacak. Çünkü iki burjuva güç arasında hiçbir uzlaşma zemini görünmüyor. Diğer taraftan Esad'ın uluslararası alanda Rusya ve Çin'den destek görmesi, olası BM müdahalesinin önünü tıkamış durumda. Rusya'nın askeri üssü ve silah pazarı, Çin'in ise enerji yatırımları olan Suriye'yi uluslararası alanda koruması kendi çıkarlarıyla ilişkilidir. Bu ilişkileri de göz önüne alırsak Esad'ın gidişi Kaddafi gibi olamayacak. İlk başlarda rejimler, kitlesel gösteriler karşısında bir bir yıkılırken herkes Esad rejiminin de rahatlıkla yıkılacağını düşündü. Fakat Esad, nusayri elitinin isteği doğrultusunda kolay kolay gitmeyecek ve iç savaş giderek tırmanacak.

d - Ucuz Emek Pazarı Mısır

K. Afrika olaylarının sonucunda Mubarek'in gitmesiyle Mısır için yeni bir dönemin başladığını ilan etmişlerdi. Ama K. Afrika'nın ve Ortadoğu'nun en kalabalık işçi nüfusunu barındıran ülkelerinden biri olan Mısır'da istikrarsızlık hala devam etmekte. Port Said olayları ile tekrar hareketlenen Mısır'da burjuvazi kimlik bunalımını çözebilmiş değil.

K. Afrika olaylarının Mısıra sıçramasının en büyük sebebi Tunus'ta ki gibi işsizlik oranlarının ve yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfus oranının oldukça yüksek olması. Mısır'da nüfusun %20'si yoksulluk sınırının altında yaşıyor, %90'ını gençlerin oluşturduğu işsizler ise resmi rakamlara göre%10 üzerinde. Resmi rakamlar gerçeği tam anlamıyla yansıtmıyor, bu gibi ülkelerde kayıt dışı çalışma yaygın olduğu için gerçek veriler daha yüksek. Kendi sermaye birikimine tam anlamıyla oluşturamamış Mısır ekonomisi, belli problemleri de beraberinde taşıyor. Ekonomik krizin etkisiyle daha da zayıflayan, işsizlik ve yoksulluk oranlarını büyüten Mısır ekonomisi Muberek'in gitmesine zemin hazırladı. Daha öncesinde bu yapısal sorunları çözmeye çalışan Mısır burjuvazisi 1974 yılında Açık Kapı Politikasıyla dışa dönük bir piyasa politikası belirledi. Bu şekilde kendi sermayesinin yarattığı açıkları dış yatırımlarla kapatma yoluna yöneldi. Fakat siyasi istikrarsızlığın nedeniyle bu anlamda fazla ilerleme kat edemedi. Zira yabancı sermaye yatırımı gayrisafi milli hasılaya oranı son verilere göre %6 dolaylarında. İşsizlik ve yoksulluk üreten Mısır ekonomisi işçi sınıfının sırtındaki yükleri daha da arttırdı, bunun sonucu K. Afrika olaylarına yansıdı fakat bu durum genelleşmiş bir sınıf hareketini ortaya çıkarmadı.

Mısır'da işçi sınıfı, bölgedeki en kitlesel sınıf kütlesini içeriyor. Önemli bir potansiyeli olan bu sınıf kütlesi, K. Afrika olayları başladığında büyük beklentileri de beraberinde getirmişti. Fakat sonuç pek beklenen gibi olmadı, yani işçiler sokağa çıkıp “biz burjuvaziyi alaşağı edeceğiz” demediler. Elli bin dolaylarında işçinin yaptığı grevlerle sınırlı kalan bu hareket, Tahrir eylemlerine işçi sınıfının damgasını vuramadı. Daha çok küçük gruplar halinde ve sınırlı ekonomik talepler ile demokrasi isteyen burjuva taleplerin ekseninden kurtulamadılar. Tabi burada kısaca da olsa komünist bir siyasetin eksiliğinden söz etmek gerekiyor. Komünist bir siyaset olsa dahi sonuç çok değişir miydi bilinmez ama sınırlı eylemliklerin ya da grevlerin genelleşmesinde belki bir parça payı olabilirdi.

Mubarek sonrası ekonomik politikaları neyin üstüne kurulacak veyahut Mısır burjuvazisi işçi sınıfına yeni bir sömürü cenneti mi vaat edecek? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Mısır ekonomisi sermaye birikimini tam tamamlayamamış bir yapıya sahip. Dünya ekonomisine tam entegrasyonu için ise tek bir şeye ihtiyacı var, o da artı değer sömürüsü. Mısır burjuvazisi genç ve üretken nüfusu istihdam etmesi ve tarımda istihdam edilen kesimin ise sanayiye kaydırılarak iş gücü potansiyelini azami ölçüde sömürmek istenmesi sermaye birikimi ihtiyacını göstermektedir. Mübarek döneminde başlayan bu süreç burjuvazi için dengeler yeniden kurulduğunda şüphesiz ki devam edecek. Burjuvazi ucuz işgücü potansiyeli sayesinde Mısır ekonomisini yoğun emek sömürüsü üzerine inşa edecek. Dünya işgücü pazarına ucuz emek arzı sunan bir Mısır ekonomisi, yatırımlar alma şansını da aynı oranda yakalayacaktır.

Değinilmesi gereken bir diğer konu ise burjuva güçler arasında yaşanan siyasal çekişme. Tahrir Meydanı'nda Mubarek karşıtları yer almaya başladığında şu anki çoğu burjuva hareket yoktu. Muberek'in koltuğu sallanmaya başladığında bir bir alana inmeye başladılar bu unsurlar. Mısır'da, Mubarek sonrası en büyük siyasal yapı tartışmasız Müslüman Kardeşler örgütü. Bir diğer güç ise giderek güçlenen radikal islamcı Selefiler. Mısır'ın siyasal yaşamında ordunun da bir payının olduğunu söylemek gerekiyor. Mübarek'ten sonra yapılan ilk seçimlerde Müslüman Kardeşler örgütün kuruduğu Adalet ve Özgürlük Partisi oyların üçte birini aldı; hemen ardında hiç beklenmedik bir şekilde güçlenen Selefiler %25 dolayında oy aldılar. İkisi de islamcı olan bu örgütlerden Selefiler daha radikaller ve oylarının büyük bir bölümünü kırsal kesimden almaktalar. Müslüman Kardeşler ise siyasi ve ekonomik anlamda daha ılımlı ve pragmatik bir çizgi izliyor. Hatta seçimlerde birkaç laik partiyle ittifak kurdu. Bu da gösteriyor ki; Mısır'da dış politikada ve içeride azgın kapitalizmin her anlamıyla hizmete hazır bir burjuva siyasetinin Mısır'lı işçilerin yaşamını belirleyecek.

Mısır siyasetinin gelgitli yapısında arada bir işçiler belli belirsiz ve düzensiz bir şekilde baş göstermekte. Bunlardan bir tanesi Port Said olayları. Bir futbol maçı sırasında yapılan provokasyon yetmiş dört kişinin ölümüne sebep oldu. Polis, iki takımın taraftarlarını karşı karşıya getirerek hatta dışarıdan sopalı ve silahlı birilerini içeri sokup kapıları kapatarak Ultraslar'dan öç almak istedi. Provokasyona ilişkin birçok senaryo döndü; ayrıca tüm burjuva güçler bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaya çalıştı. Olaylar sonrasında ordunun artık yönetimi sivillere devretmesi gerektiği sesleri yükseldi. Fakat provokasyonun asıl çıkış sebebi, iktidar kavgası üzerinden olduğunu anlamamak saflık olacaktır. Yeniden alevlenen sokaklarda yaşanan çatışmalarda başı çeken Ultras Ahlawy grubunun "Devrime ve devrimcilere karşı suç işlendi. Bu suç, devrimcileri durduramayacak ya da devrimcileri korkutamayacak" söylemi ne kadar sistem karşıtı görünse de hareketin talepleri sınırlıydı ve işçi sınıfının diğer kesimlerinde tam bir karşılık bulmadı.7 Sadece ordunun olayları kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmasına karşı bir genel grev çağrısı yapıldı ve bu grevin talepleri içerisinde “Askeri Konseyin gitmesi ve Mısır şehitleri için adalet” yer alıyordu. Zira sokaklardaki söylemlere de yansıyan bu durum, Mısır'da işçi sınıfı adına hiçbir şeyin değişmediğine işaret etmekteydi. Ama Mısır'da işçi sınıfı, burjuva güçlerle sık sık karşı karşıya gelmekte ve her karşılaşma da burjuvaziyle arasına belli bir mesafe koymakta.

Bitirirken

K. Afrika olayları olarak tarihe geçen bu halk hareketleri, K. Afrika'nın ve Ortadoğu’nun tüm siyasal yapısını değiştiriyor. Küresel veya bölgesel burjuvazi tarafından siyasal dengeler yeniden oluşturulmaya çalışıyor. Bu demek değildir ki bu hareketlerin proleter mücadele için bir değeri yoktur. Kuzey Afrika'daki olaylar, İspanya'dan ABD'ye, İsrail'den Rusya'ya, Çin'den Fransa'ya dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce proletere ilham verdi. Dahası, bütün eksikliklerine rağmen, bu mücadele deneyimi Tunus ve Mısır işçi sınıfları için devasa bir öneme sahiptir. Buna rağmen, her ne kadar ilham ve deneyim kendi başlarına bir tür zafer sayılabilse de, Kuzey Afrika ve Orta Doğu proletaryası için anlık durumu iç açıcı olarak tasfir etmek mümkün değildir.

Başta bu konuya girmeyeceğimizi belirtmiştik ama son sözleri söylemeden önce devrim meselesine dair bir kaç söz söyleme ihtiyacını hissediyoruz. Devrim denen toplumsal dönüşüm, sadece mevcut iktidarların ya da rejimlerin değişmesi değildir; devrim tüm iktisadi yapının, üretim araçlarının, buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin ve mülkiyet biçiminin tamamen her şeyiyle değişmesi ve işçi sınıfının konseyler biçimiyle kendi iktidarını ilan etmesidir. Oysa ki, K. Afrika olayları sonrasında ne yazık ki, böyle bir dönüşüm yaşanmamıştır. Dolayısıyla bu olaylara devrim denilmesi proletaryanın mücadelesinin ne olduğundan hiçbir şey anlaşılmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır ya da meseleye burjuva ideolojisiyle yaklaşılmaktadır.

Suriye yaşanan rejim karşıtı olayların iki tarafında yerel burjuva güçler olsa da siyasal ilişkileri ve menfaatleri bakımından bölgesel ve küresel burjuvaları da içeriyor. Mevcut realite bir tarafta ABD, AB, İsrail ve Türkiye'yi saflaştırırken diğer taraftan şimdilik kısmen de olsa Rusya, Çin ve net bir şekilde Şii Irak ve İran'ı birlikte tutum almaya itiyor. Genel çerçeve de böyle olsa da İran ve İsrail'in dışındaki tüm güçler bu süreçte çıkarları gereği tutum değiştirebilirler.

Görünen bu fotoğraf, bölgesel ve küresel güçlerin amansız bir emperyalist paylaşımında hazırlığı içinde olduklarını gösteriyor. Suriye'de bu gün yaşananlar, işçi sınıfının mezheplere, ırklara bölünerek birbirlerinin katlettirileceği bir boyuttadır. Bu coğrafyanın her tarafında yaşanacak tüm savaşlarında böyle olacağı hiç şüphesizdir. Diğer taraftan, Mısır'da islam tandanslı bir rejimin kurulması yüksek ihtimal; bundan kaynaklı bölgenin yeniden alevlenmesi ve çatışan burjuva güçlerin yeniden yer değiştirmesi de mümkün.Tüm bu yaşanan ve yaşanacak olan çatışmalar işçi sınıfı için bir yıkımı ifade etmekle beraber, ücretli emek sömürüsüyle beslenen bu asalak sitemin yıkılışı bir yandan hızla yaklaşmaktadır. İşçi sınıfı, enternasyonal mücadeleye ihtiyaç duymaktadır. Zira bu yazının kendisini ifade ettiği ve sınıf mücadelesine katkı sunmaya çalıştığı yer, tam da burasıdır.

Ekrem

7. https://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1...

Tags: 

İspanya'da Genel Grev: Bağımsız İşçi Hareketi için Radikal Azınlıkların Çağrısı

Burada İspanya'daki son genel grev sırasında bir kitle meclisi çağrısı yapan Alicante Eleştirel Blok & Kitle Meclisi ve Palencia İşçi Grubu tarafından sendikaların rolünü mahkum eden iki bildiriyi yayınlıyoruz.

EKA

Genel grev için ALICANTE ELEŞTİREL BLOK VE KİTLE MECLİSİ tarafından BİR ÇAĞRI VE ÖNERİ

İşçiler, işsizler, gençler, öğrenciler, emekliler, hizmet kullanıcıları, inisiyatiflerde, kitle meclisleri ve mücadelede bulunan HERKES!

Bizler İş Yasası'nın iptalini ve bütün sömürü biçimlerini önlemek için kitle meclisleri yoluyla bir katılımcı, eleştiren ve birleştirici bir alan biçimi önermek istiyoruz.

Bizler mobilizasyonun yetersiz bir biçimi olarak düşündüğümüzün ötesine geçen eylemler ortaya koymak için “genel grev”den yararlanmak istiyoruz.

GREV YAPARAK YA DA DEĞİL, 29-M'de BİRLEŞELİM

  • sabah : Saat 11:00'da Plaza de la Montanyeta Alicante'de KİTLE MECLİSİ. Ayın 29'u için alternatif eylemler üzerine düşünmek ve teklif etmek etmek için.

  • Gün ortası: Etkileşim ve tartışma için bir alan yaratmak adına BİRLİKTE YİYELİM.

  • Öğleden sonra: Saat 18:00'da EYLEME BİR BLOK HALİNDE KATILMAK İÇİN. Eylemin arkasında olacağız.

  • Akşam işçilerin, işsizlerin BİR AÇIK KİTLE MECLİSİ... Plaza de San Cristobal'deki eylemden sonra, şu konu üzerine : 29 Mart'tan sonra mücadeleye nasıl devam ederiz?

Kitle meclislerinde yeralın, kimse sizin adınıza karar vermemeli!

Bizlerin öfkeden eyleme geçmemiz gerekiyor!

Birlikte herşeyi değiştirebiliriz!

ARACISIZ BİR GREV İÇİN

(Palencia İşçi Grubu)

Hakim sınıf yeniden sorumluluğumuzu bize hatırlattı; bu sefer işçileri işverenin merhametine daha fazla bırakan İş Yasası ile. Bundan sonra, işinizde kalın ya da kalmayın, sadece patronun karı maksimize etme ihtiyacına bağlı olacağız. Bu, şu ya da bu hükümet meselesi değil, bu sermaye için metadan başka bir şey ifade etmiyor oluşumuzun gerçeğidir. Bu ihtimal ile yüzleşen bizlerin mücadeleden başka seçeneğimiz yok: Bu mücadele ne olmalı? Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?

Çoğunluk sendikaları bizlere kendi modellerini öneriyorlar: onlar emrediyor, biz uyuyoruz. Onlar İş Kanunu ile ilgili birçok yaygara kopartıyorlar ancak aynı zamanda onlar işçiler için işlerin kötüye gitmesine neden olan ücret kesintilerini yapıyorlar. Gerçekte, haklarımız onlar için önemli değil. Onlar için bizler onların varoluşlarını ve çöküşlerini doğrulayan bir sayıdan fazla bir şey değiliz. Onlar için bizler sömürülmüş ve köleleştirilmiş iken önemli olan onların maskaralıklarına devam etmeleridir! Onlar kapitalistlerin kuklalarından başka birşey değiller! Onların gerçek varoşularının işlevi işçi sınıfının gerçek mücadelesini geri çekmek, oyalamak ve bastırmak olan varlıklarını devam ettiren; onun sistem ve egemen sınıfı karşısında gerçek bir tehlike oluşunun önünü almak içindir.

... biz ne çoğunluk sendikalarını ne de onların stratejilerini takip edebiliriz. Onlar bütün devrimci mücadeleyi etkisiz bırakmak için “minimum hizmet ” olarak adlandırılan koşullarla bir grev örgütlediler. Biz ne zaman “çok fazla probleme sebep olmasın” diye düşman ile bir anlaşma imzalanan bir savaşa ilk defa tanık oluyoruz? Bir grevin amacı zarar vermek, işverenleri çıkarlarımız karşısında boyun eğmeye mecbur bırakmaktır. Grevin onlara en çok zarar verdiği yer: ekonomi. Bu anlaşmalı bir grev ile sadece bir günde olmaz: bu belirsiz süreli yasadışı (vahsi kedi) grevler yoluyla başarılır.

Bizler hain sendikalar ve Burjuva Solu oportünistlerine daha fazla izin veremeyiz. Kitle meclislerinde, işçi konseylerinde kendimiz ve aracılarsız örgütlenmeliyiz. Sadece kararlı eylem ile sömürücüleri ve onların hizmetçilerini bütün alanlarda yenebiliriz: İş Kanunu'nu durdurmaktan kapitalist sistemin yokedilişine kadar.

KESİNTİLERE KARŞI KENDİNİZİ ARACISIZ ORGÜTLEYİN!

Tags: