Dünya Devrimi 2010s

Dünya Devrimi 6

Bir yılın ardından Yunanistan

 

Bir sene önce Yunanistan sokaklarında, polisin Alexandros Grigopoulos isimli genç bir anarşisti katletmesinin ardından devasa mücadeleler gerçekleşmişti. Öte yandan sokaklarda, okullarda ve üniversitelerde gerçekleşen bu hareket, iş yerlerindeki mücadele ile bağlar kurmakta ciddi bir biçimde zorlanmıştı. Hareketi destek amaçlı tek bir grev gerçekleşti. Bu grev, ilk okul öğretmenlerinin yalnızca sabah saatlerinde gerçekleşmiş olan greviydi. Oysa Yunanistan'daki bu hareketin gerçekleştiği sırada, bir genel grev içeren kitlesel işçi eylemleri de olmaktaydı.Bağlantılar buna rağmen kurulamadı.

 

Bununla birlikte Yunanistan'da işçi eylemleri, protesto hareketinin bitişinin ardından da devam etti. Çalışma Bakanı Andreas Lomberdos'un önümüzdeki üç ay içinde milli borç krizinden sıyrılmak için alınması gerekecek önlemlerin katliamlarla sonuçlanacağına dair uyarısı, durumun ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Lombardios uyarısının sonunda "Bunu engellemek için elimizden pek bir şey de gelmiyor" demeyi de ihmal etmemiştir. Geçtiğimiz ayın başlarında Yunanistan başbakanı, parlamentoya hitabında milli borç krizini, "1974'ten beri ilk ulusal egemenlik krizi" olarak tanımlamıştı. Yeni "sosyalist" hükümet, şu anda bütün burjuva partilerini birleştirecek ve anayasanın tanıdığı kitle toplantısı, eylem yapma ve greve gitme hakkını çiğneme yetkisine sahip olacak bir olağanüstü milli birlik hükümeti kurmak için kolları sıvamış vaziyette.

 

Hükümet 'ıslahatlarını' (yani işçi sınıfına saldırılarını) uygulamaya geçirmeden önce dahi geniş bir işçi mücadeleleri dalgası gerçekleşmişti. Geçtiğimiz iki ay içerisinde liman işçileri, Telekom işçileri, çöpçüler, doktorlar, hemşireler, anaokulu ve ilkokul öğretmenleri, taksiciler, demir-çelik işçileri ve belediye işçileri, farklı gözükmelerine rağmen devletin ve sermayenin krizin bedelini işçiye ödetmek için yapmak durumunda kaldığı aynı saldırılara karşı greve çıktılar.

 

Devletin şu anda zaten mücadeleci olan bir işçi sınıfına karşı daha da ciddi saldırılar gerçekleştirmek zorunda kalmakta olduğu gerçeği, krizin Yunanistan'ı ne denli derinden etkilediğini gözler önüne sermektedir. Bakan Lomberdos, devletin yeni önlemlerinin "ancak şiddetli bir biçimde uygulanabileceğini" söyleyerek durumun ne denli vahim olduğunu da açık etmektedir. Öte yandan bütün işçi kesimlerine karşı gerçekleştirilen saldırılar, işçilerin ortak talepler üzerinden ortak bir mücadele gerçekleştirmesini de mümkün kılmaktadır.

 

Bu mücadelelerin arkaplanında Yunanistan'da artan öğrenci eylemleri, ülke genelinde çiftçilerin gerçekleştirdiği yol kapama protestoları, Alexandros'u katleden polisin duruşmasının 22 Ocak'ta, toplumsal hareketlere dizgin vurabilmek için zaten ertelendikten ve başkent Atina'nın dışına alındıktan sonra başlaması ve başka polislerinin de bu arada işkence suçundan tutuklanması, muhtelif silahlı solcu grupların parlementonun bombalanmasını içeren eylemlilikleri gibi olaylar da Yunanistan'da şu sıralar gerçekleşmektedir. Bütün ülkenin kontrolden çıkmakta olduğu, su götürmez bir gerçektir.

 

Yine de şu anda asıl önemli olan, işçi sınıfının kendi yöntemleriyle kendi çıkarları için mücadele etmeye hazır olup olmadığı ve sahte 'dost'lara karşı ne denli dikkatli olabileceğidir. KKE (Yunan Komünist Partisi) daha bir sene önce protestocuları "karanlık yabancı güçlerin" gizli ajanları ilan etmişken şimdi "işçi ve çiftçilerin haklarını savunurken bütün mücadele biçimlerine başvurma hakları vardır" diyor. Eski üsluplarına dönmeleri çok zaman almayacaktır. Dahası pek çok sınıf mücadelesi, şu ana dek sendika kontrolünde gerçekleşmiş ve dolayısıyla bir veya iki günle sınırlandırılabilmiştir.

 

Son olarak belirtmemiz gereklidir ki silahlı gruplar da işçi sınıfını ileri götürecek bir yol ortaya koymamaktadırlar. İşçiler sınıf dayanışmalarını, bilinçlerini ve kendilerine güvenlerini kendi mücadelelerinin bir parçası olarak ve kendi örgütlülük biçimleini ortaya çıkartarak inşa ederleri, televizyonlarda solcu radikallerin patlattığı bombalara dair haberleri izleyerek değil. Kendi mücadelelerini nasıl örgütleyeceklerini tartışan bir işçi kitle toplantısının sesi, hakim sınıfı bin bombadan daha çok korkutur.

 

Tags: 

Haiti Depremi: Kapitalist Devletlerin Tümü Katildir

 

Katiller... Kapitalizm, onun devletleri, onun burjuvazisi yalnız katillerdir, başka hiçbir şey değillerdir. On binlerce insan, bu insanlık dışı düzen yüzünden bir anda yaşamlarını yitirdi.

 

12 Ocak Salı günü, yerel saat ile 16:53'te, 7 şiddetinde bir deprem Haiti'yi paramparça etti. İki milyon kişiyi barındıran ahtapotvari bir gecekondu mahallesi olan başken Port-au-Prince toprağa gömüldü. Akılalmaz sayıda insan öldü. Her geçen saat yeni cesetler bulunuyor. Felaketten dört gün sonra, 15 Ocak Cuma günü, Fransız Kızıl Haç örgütünün tahminine göre ölü sayısı 40 bin ile 50 bin arasındaydı ve çok sayıda insan ağır yaralı idi veya sakat kalmış idi. Bu kuruluşa göre, deprek 4 milyon kişiyi doğrudan etkiledi. Birkaç saniyede 200,000 aile şurdan burdan toplanmış parçalar ile yapılmış 'evlerinden' oldular. Devasa binalar iskambil kağıdından yapılan evlermişçesine yerlebir oldular. Zaten hasarlı yollar, havaalanı, antik demiryolları: hiçbiri depreme dayanamadı.

 

Bu kıyımın nedeni çarpıcıdır. Haiti dünyanın en fakir ülkelerinden biridir. Nüfusun %75'i günde 3 TL'den aza geçiniyor, nüfüsun %56'sı ise günde 1.5 TL'den aza geçinmekte. Açlık ve sefaletin vurduğu bu adada depreme dair alnmış biçbir önlem yoktu. Öte yandan Haiti'nin deprem riski yüksek bir bölge olduğu da gayet iyi bilinmekteydi. Bu depremin beklenmedik bir deprem olduğunu iddia edenler veya önceden tahmin edilemez şiddette olduğunu söyleyenler utanmazca yalan söylemektedirler. Haiti'de 2002'de verdiği bir jeoloji seminerinde Profesör Eric Calais adada yakın zamanda 7.5 ile 8 arası şiddette bir deprem yaratabilecek fay atlarının mevcut olduğunu ifade etmiştir. Haitinin siyasi liderleri tehlikelerden haberdar edilmişlerdir zira Haiti Kamu İşleri Bakanlığı'ba bağlı olan Haiti Maden ve Enerji bürosunun internet sitesinde şunlar yazılıdır: "Geçtiğimiz yüzyılların hepsinde Hispaniola'da (Haiti ve Dominik Cumhuriyetinin paylaştıkları adanın ortak adı) en azından bir ciddi deprem gerçekleşmiştir: 1751 ve 1771'de Port-au-Prince'in yıkılışı, 1842'de Cap Haitien'in yıkılışı ve Port-au Prince ve Cap Haitien'e ciddi hasar veren 1887 ve 1904 depremleri, Nagua bölgesinde bir Tsunami yaratan 1946 depreni bunlara örnektir. Haiti'de ciddi depremler olmuştur ve her elli atmış yılda bir ciddi depremler olmaktadır: bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır." Peki bu derece bilimsel olararak gerçekleşeceği kesin olan bir tehlike karşısında hangi önlemler alınmıştır? Hiç! Mart 2008'de bır grup jeolog iki yıl içerisinde gerçekleşecek ciddi bir deprem riski olduğunu söylemişlerdi, ve Mayıs ayında da bir grup bilim insanı Haiti hükümeti ile bu hususta bir dizi toplantı yaptı. Ne Haiti devleti, ne de başta ABD ve Fransa olmak 'uluslararası dayanışma' çağrısı yaparken sular seller gibi timsah gözyaşları akıtan devletler, olası bir felaketi önlemek için en ufak bir önlem dahi almadılar. Haiti'de inşa edilen binaların çökmesi için bir deprem dahi gerekmiyordu oysa ki, o derece dayanıksızdı bu yapılar. 2008'de Petonville'de bir okul, hiçbir jeolojik neden olmaksızın çökmüş ve 90'a yakın çocuğun canını almıştı.

 

Artık çok geç. Obama ve Sarkozy istedikleri kadar "yeniden inşa ve gelişim için büyük uluslararası konferans" yapabilirleri Çin, Britanya, Almanya, İspanya gibi devletler istedikleri kadar yiyecek gönderebilir, STK'larını devreye sokabilirler. Ne yaparlarsa yapsınlari elleri kanlı suçlular olmaya devam edecekler.

 

Eğer Haiti bugün bu denli fakirse, eğer nüfusunun elinde avucunda hiçbirşey yok ise, eğer altyapısı namevcut ise, bunun nedeni 200'ü aşkın senedir yerel burjuvazinin ve daha büyük İspanyol, Fransız ve Amerikan burjuvazilerinin ufak adanın kaynaklarını kontrol etme kavgasına girişmiş olmalarıdır. İngiliz burjuvazisi, günlükk gazetesi Guardian aracılığıyla, emperyalist rekabetin ne denli sorumlu olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmekten geri durmamaktadır: "Şimdi Haiti'ye 'insani yardım' gönderme işine girişmiş olan soylu 'uluslararası topluluk' şu anda dindirmeyi amaçladığı acılardan büyük ölçüde sorumludur. ABD 1915'te ülkeyi işgal ettiğinden beri Haiti halkının eski devlet başkanı Jean-Bertnard Aristide'nin deyimiyle 'mutlak sefaletten onurlu açlığa' geçişi yönündeki bütün çabalar şiddetle ve bilinçli olarak ABD hükümetleri ve onun kimi müttefiklerince engellenmiştir.

 

Aristide'nin kendi hükümeti (ki %75'lik bir oyla seçilmiştir) birkaç bin kişinin canına malolan ve nüfusu kızgınlık içerisinde bırakan uluslararsı alanda tezgahlanmış kanlı bir darbe ile böylesi müdahalelerin son kurbanı olmuştur. BM de ülkede bir hayli geniş ve aşırı derecede çok ücrete malolan bir istikrar ve barış güvü barındırmaktaydı... Bu 'uluslararası topluluk', 2004'ten beri aslında Haiti'ye hükmetmedenlerdir... Bugün Haiti'ye acil durum yardımı gönderme yarışına girmiş olan bu ülkeler, geçtiğimiz beş sene içerisinde BM'nin görev yetkisinin ilk askeri amacının ötesine geçmesine sürekli hayır oyu vermişlerdir. Bu 'yatırımın' açlığın önüne geçmesi veya tarımsal gelişim için saptırılmasının sistematik olarak önüne geçilmiştir. Bu yaklaşım, bugün uluslararası 'yardım'ları şekillendiren yaklaşımdır."

 

Ki bu da hikayenin yalnızca bir parçasıdır. ABD ve Fransa, adanın kontrolü için darbeler, şiddet ve adada yaşan erkekleri, kadınları ve çocukları hergün terorize eden silahlı milisler aracılığı ile kapışmakta idi.

'Uluslararası dayanışma'nın etrafındaki medya sirki dolayısıyla dayanılmaz derecede miğde bulandırıcıdır. Farklı devletler 'kendi' STKları, 'kendi' erzak yardımları ile prim yapmaya çalışmakta, 'kendi' kurtarma ekiplerinin enkazlardan çıkarttığı insanların en iyi resimlerini utanmadan gösterip durmaktadırlar. Daha da korkuncu, Fransa ve Amerika, bu olay üzerinden amansız bir etkinlik savaşına girişmişlerdir. İnsancıllık namına faaliyetlerinin kontrolünü ele almak için, faaliyetleri koordine etme bahanesi ile askeri filolar gönderildi.

 

Bütün depremlerde olduğu gibi, uzun vadeli yardım iddiaları, yeniden inşa ve gelişim sözleri hiçbir anlam taşımamaktadır. Geçtiğimiz on yıl içerisinde:

-Türkiye'de 1999'daki 17 Ağustos Depremi'nde 15.000 kişi hayatını yitirdi;

-2001'de Hindistan'da 14.000 kişi hayatını yitirdi;

-2003'te İran'da 26.200 kişi hayatını yitirdi;

-2004'te Endonezya'da (deprem sonucu yükselen ve Afrika'ya kadar can alan devasa Tsunami etkisiyle) 210.000 kişi hayatını yitirdi;

-2005'te Pakistan'da 88.000 kişi hayatını yitirdi;

-2008'de Çin'de 70.000 kişi hayatını yitirdi;

 

Her defasında, 'uluslararası topluluk' çok üzüldü ve acınası azlıkta yardım gönderdi, fakat asla durumu gerçekten iyileştirecek kalıcı yardımlarda bulunmadı, bir tane depreme dayanıklı bina dahi yaptırılmadı. İnsancıl yardım, kurbanlarla gerçek dayanışma, böylesi felaketlerin engellenmesi kapitalizm için karlı faaliyetler değildir. Varsa insani yardım, bu sömürü düzeninin insancıl olabileceği izlenimi yaratmayı amaçlayan ideolojik bir sis perdesi işlevi görür ancak; yoksa askeri güçlerin harekete geçmesi ve dünyanın şu veya bu bölgesinde etkinlik kazanması için bir bahane işlevi görür.

 

Burjuvazinin insancıllık ve uluslararası dayanışma yalanlarının arkasındaki iki yüzlülüğü tek bir örnek bile ifşa eder: Fransa göçmenlik bakanı Eric Besson, Haiti'li 'yasadışı' göçmenlerin sınırdışı edilerek ülkelerine geri gönderilmelerine "geçici" olarak ara vermiştir.

 

Haiti nüfusunu vurmuş olan dehşet, yalnızca devasa bir hüzün hissi yaratabilir. İşçi sınıfı, her felaketten sonra olduğu gibi, muhtelif maddi yarım çağrılarına yanıt vererek bu duruma dair birşeyler yapmaya çalışacaktırç Böylelikle kalbinin insanlık için attığını, dayanışmanın sınırları olmadığını yine gösterecektir.

Fakat herşeyden önemlisi, bu dehşet, bu hüzün işçi sınıfının öfkesini ve mücadele etme iradesini güçlendirmelidir. Haiti'de ölenlerin vebali tabiatın veya kaderin değil, kapitalizmin ve onun devletlerinin boynunadır.

 

Tags: 

Tekel Mücadelesi'nde Neler Oldu?

14 Aralık 2009'da onlarca şehirde bulunan Tekel işletmelerinde çalışan binlerce işçi, evlerinden, ailelerinden ayrılarak, kendilerine sermaye düzeni tarafından dayatılan korkunç koşullara karşı mücadele edebilmek için Ankara'ya doğru yola çıktılar. Tekel işçilerinin yakın zamanda ilk ayını tamamlamış olan bu onurlu mücadelesi, bütün işçilerin katılacağı bir grev fikrini gündeme taşıyarak, kısa zamanda bütün ülkedeki işçi sınıfı hareketinin başını çekmeye başladı. Bizim burada aktarmaya çalışacağımız, Tekel mücadelesinde şu ana kadar olanların hikayesidir. Unutulmamalıdır ki, anlatılan yalnızca Tekel işçilerinin değil, dünyadaki bütün işçilerin hikayesidir. Sınıfımızın mücadelesini ileriye taşıyan onurlu Tekel işçilerine, hem kararlı direnişlerinden, hem de yaşadıklarını, deneyimlerini, düşüncelerini bize aktararak böylesi bir çalışmayı mümkün kılmalarından dolayı, sıcak bir teşekkürü borç biliriz.

Öncelikle Tekel işçilerini bu mücadeleye atılmaya iten meseleyi açıklamanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Bilindiği gibi Tekel işçileri devletin 4-C politikasına karşı mücadele etmekte. Devlet uzunca bir süredir, Tekel işçileri haricinde onbinlerce işçiyi şimdiden 4-C denilen koşullarda çalıştırıyor. Başta şeker fabrkalarındaki işçiler olmak üzere onbinlerce işçiyi de bekleyen 4-C koşulları. Bunun yanısıra, işçi sınıfının pek çok kesimi, başka isimlerde benzeri saldırılara bir süredir maruz kalmakta ve daha böylesi politikalardan muzdarip olmamış emekçileri de yine bu tür saldırılar bekliyor. Peki 4-C nedir? Bu uygulama, özelleştirmeler sonucu işlerini kaybedecek olan işçilerin sayısı arttıkça, onlarla baş edebilmek için devletin öne sürdüğü bir 'lütuf' uygulaması aslında. Bu uygulama, işlerini kaybedecek olan kamu çalışanlarının, ciddi bir maaş kesintisinin yanı sıra, korkunç koşullar ile devlet içerisinde muhtelif farklı sektörlere kaydırılmalarını içeriyor. 4-C uygulamasının işçiler için getirdiği korkunç koşullardan en kötüsü ise, devlet patronlarının, bu uygulama ile işçiler üzerinde mutlak güç sahibi olacak olması. Şöyle ki, devletin belirlediği, ve işçiler için zaten devasa bir maaş kesintisi olan ücret, bir azami ücret, ve kamu işletmeleri yöneticileri tarafından keyfi olarak azaltılabiliyor. Ayrıca, 4-C'de çalışacak işçilerin mesai saatleri de tamamen ortadan kalkıyor, ve devlet işletmesi patronları, onları istedikleri müddetçe keyfi olarak, "kendilerine verilen görevi bitirene kadar" işyerinde tutma ve çalıştırma gücüne sahip oluyorlar. Normal çalışma süresi haricinde ve hatta tatil günlerinde işçilerin, eğer patronlar isterse yapmak zorunda oldukları bu çalışma karşılığı da onlara hiçbir şey ödenmiyor. 4-C'de çalışanlar patronlar tarafından keyfi olarak, kendilerine hiçbir tazminat ödenmeden işten çıkartılabiliyorlar. Ayrıca işçilerin yılda çalıştırılacakları süre üç ay ile on ay arasında, çalışılmayan aylar için işçilere hiçbir ücret ödenmiyor ve işçilerin ne kadar çalıştırılacağı yine keyfi olarak belirleniyor. Buna rağmen, çalışmadıkları zamanlarda dahi işçilerin ikinci bir iş bulmaları yasaklanmış durumda. 4-C'de çalışan işçilerin sosyal güvenlik primlerinin ödemeleri de kesiliyor ve sağlık hakları tamamen ellerinden alınıyor. Özelleştirmeler de, tıpkı 4-C uygulamaları gibi, geçmişte, önce sigara ve alkol bölümlerinin özelleşmesi ile başlamış, sonrasında ise yaprak tütün işletmelerinin kapatılması ile bugüne gelmiş durumdalar. Burada sorunun yalnızca özelleştirme olmadığının, Tekel işçilerine özelleştirmeler ile işçilerin işlerini ellerinden alan özel sermaye ile 4-C politikalarında işçileri en akılalmaz koşullara mahkum ederek sömürmek isteyen devletin, yani devlet sermayesinin birleşerek saldırdığının bugün açık olduğu kanısındayız. Bu bağlamda Tekel işçilerinin sınıf çıkarlarından doğan emek kavgası, yalnızca özelleşmelere değil, bütün sermaye düzenine karşı bir niteliğe sahip bir biçimde doğduğunu söyleyebiliriz.

Tekel işçilerinin eylemlerini başlattıkları günlerde Türkiye'de sınıf hareketinin mevcut durumunu da aktarmak kanımızca yerinde olacaktır. 25 Kasım 2009'da, KESK ve DİSK ve Kamu-Sen gibi sendikaların katıldığı bir günlük bir grev gerçekleşmişti. Bu grevin birkaç hafta sonra, 14 Aralık'ta daha önce de belirttiğimiz gibi Tekel işçileri Ankara'da eylemlerini başlatmak için yola çıkmışlardı. Aynı hafta içerisinde Tekel mücadelesi dışında iki ayrı mücadele daha gerçekleştirdi. Bu mücadelelerden ilki, yeni yılın başlaması ile işten çıkartılacak olan itfayecilerin gerçekleştirdiği eylemlerdi, bir diğeri ise 25 Kasım grevine katıldıkları için işten çıkartılan arkadaşlarının işe alınması için bir günlük grev kararı alan demiryolu işçileri tarafından gerçekleştirildi. Sınıf mücadelelerinin bir anda şaha kalktığını gören düzenin çevik kuvveti, işçilere karşı tepkisi sert oldu: polis itfayecilere ve demiryolu işçilerine, tıpkı Tekel işçilerine yaptığı gibi vahşice saldırdı. Bunun yanı sıra grev sonucu işlerini kaybeden demiryolu işçilerinin sayısı elliye yaklaştı. Pek çok işçi göz altına alındı. Bu saldırılar karşısında itfayecilerin doğrulmaları biraz zaman alacaktı. Demiryolu işçileri ise hala mücadele zeminine geri dönebilmiş değiller. Tekel işçilerinin 14 Aralık Pazartesi günü başlayan haftanın sonunda öne çıkmalarını sağlayan, devletin baskılarına karşı Tekel işçilerinin ayakta kalmayı ve mücadelelerini devam ettirebilmeyi başarmalarıydı.

Peki Tekel mücadelesi nasıl başladı? Tekel işçileri arasında kendilerini bekleyen durumun farkında olan ve mücadele etmek ciddi bir azınlık vardı fakat aslında bu mücadeleyi tetikleyecek olan olay 5 Aralık günü, İstanbul'da gerçekleşen ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın katıldığı bir açılışta gerçekleşti. Durumlarının ne olacağını sormak için ailelerini de yanlarına alıp Erdoğan'ın karşısına çıkan Tekel işçileri Erdoğan'ın törende yaptığı konuşmayı "Tekel işçileri sizden müjde bekliyor" diyerek kestiler. Erdoğan işçilere şöyle cevap verdi: "Türkiye'de bugüne kadar ne yazık ki bazı bu tür unsurlar ortaya çıkıyor. Bu tür unsurlar bu ülkede çalışmadan, yatarak para kazanmak istiyorlar. Biz artık yatarak para kazanma dönemini kapattık (...) Devletin malı deniz, yemeyen domuz dediler. Bu anlayışla baktılar. Biz böyle bakamayız. Al sana ihbar tazminatı, kıdem tazminatın. İstersen 4-C'de de seni değerlendirelim ama yok kendi işini kuracaksan, kur. Bunları da söyledik. Sendikalarıyla anlaştık. Onlarla görüştüm, 'Size bu kadar süre. Gereğini yapın' dedim. Mutabık kalmamıza rağmen işte işin sonu geldi ve yaklaşık 1-2 yıl geçti aradan. Hâlâ bunlar biz burada böyle devam edelim veya bizi aynı haklarla başka yerlerde değerlendirin. Yok, bunları konuştuk. 10 bin Tekel işçisinin bize maliyeti aylık 40 trilyon."[1] Erdoğan başını ne denli büyük bir belaya soktuğunun farkında değildi. Daha öncesinde çoğu hükümeti desteklemiş olan işçiler, şimdi kızmışlardı işte. İşyerlerlerinde, nasıl mücadeye atılınabileceği tartışılıyordu işçiler tarafından. Durum değişmişti. Konu ile ilgili Evrensel gazetesinde yayınlanan yazısında Adıyaman'dan bir Tekel işçisi bu süreci şu şekilde anlatıyor: "O süreç küçük de olsa yürütülmeye çalışılan mücadeleye katılmayan arkadaşları da kamçıladı. Başbakan'ın bu sözleri ile AKP'nin gerçek yüzünü görmeye başladılar. İlk yaptıkları AKP'den istifa etmek oldu. İş yerimizde başlayan tartışmalarımızda emeğimize hep birlikte sahip çıkmaya karar verdik."[2] Erdoğan'ın anlaşmış olduğunu söylediği ve süreç içerisinde ciddi bir eylem göstermemiş olan sendika, Tek Gıda-İş, Ankara'da toplanma çağrısı yaptı. İşte bunun üzerine işçiler yollara düştüler.

Devlet güçleri, işçilere daha en baştan sinsice bir biçimde saldırdılar. İşçileri taşıyan otobüslerin yolunu kesen çevik kuvvet güçleri, Tekel fabrikalarının yoğunlukta olduğu Kürt illerinden gelen işçileri şehre almayacaklarını, fakat Batı'dan, Akdeniz'den, İç Anadolu'dan veya Karadeniz'den gelenlerin geçebileceklerini söyledi. Bu Kürt işçiler ile diğer işçileri birbirlerine düşürmek, sınıf hareketini etnik temelli bölmek üzere atılmış bir adımdı, ve aslında hem devletin birlik ve beraberlik maskesini, hem de açılım maskesini düşürüyordu. Öte yandan Tekel işçileri, polis güçlerinin bu tuzağına düşmediler. Tokat'tan gelen işçilerin öncülüğüyle, Kürt illeri dışından gelen işçiler polisin bu tutumunu protesto ettiler, ve kararlılıkla bütün işçilerin birlikte şehre girmesini ve kimsenin arkada bırakılmamasını direttiler. Hükümetin alacağı tutumu daha kestiremeyen çevik kuvvet, işçilerin hepbirlikte şehre girmesine izin vermek durumunda kaldı. Bu olay farklı şehirlerden, bölgelerden ve kökenlerden gelen işçilerinin sınıfsal zeminde kaynaşmalarını sağladı. Bu olayın sonrasında ise Batı'dan, Akdeniz'den, İç Anadolu'dan veya Karadeniz'den işçiler mücadeleye devam etmelerinde Kürt işçilerin dirençlerinden, kararlılıklarından ve bilinçliliklerinden aldıkların gücün ve ilhamın çok büyük katkı sağladığını, onlara çok şey öğrettiğini ifade edeceklerdi. Tekel işçileri ilk zaferlerini daha şehre girerken kazanmışlardı.

15 Aralık günü, Tekel işçileri Ankara'daki AKP Genel Merkezi önünde protesto eylemlerine başladılar. O gün Ankara'ya gelen bir Tekel işçisi olanları şu şekilde anlatıyor: "AKP Genel Merkezi'ne yürüdük. Gece ateş yakarak AKP'nin önünde saat 10'a kadar bekledik. Sonra hava çok soğuyunca Atatürk Spor Salonu'na gittik. 5 bin kişiydik. Orada halıfleksleri çıkarttık, kartonları açtık sabah ettik. Sabah bizi polis Abdi İpekçi Parkı'na yönlendirdi ve etrafımızı sardı. Bazı arkadaşlarımız da AKP önüne yürüdü. Abdi İpekçi'de beklerken arkadaşlarımızın yanına gitmek istedik, AKP önünde bekleyenler de yanımıza gelmek istediler, polis biber gazı sıktı. İlk biber gazıyla orada tanıştık. Sonra biz Abdi İpekçi'deki arkadaşlarımızın yanına akşam saat 7'de yürüyerek geldik. 4 saat yürüdük. Geceyi Abdi İpekçi'de yağmurun altında geçirdik."[3] Öte yandan polisin en vahşi saldırısı, 17 Aralık günü gerçekleşti. Emri büyük yerden aldığı belli olan çevik kuvvet, belki 15 Aralık'ta Kürt işçilerin Ankara'ya girmesine engel olamayışının da acısını çıkartırcasına, Abdi İpekçi Parkı'nda bulunan işçilere şiddet ve nefretle saldırdı. Amaç işçileri dağıtmaktı. Fakat bu sefer de devlet güçlerinin hesaba katmadığı bir detay vardı: işçilerin öz-örgütlülüklerini gerçekleştirme kapasiteleri. Polis tarafından dağıtılmış olan işçiler kendi kendilerini, hiçbir bürokrata ihtiyaç duymadan örgütleyerek akşamüstü Türk-İş binasının önünde kitlesel bir eylemde buluştular. Aynı günün akşamı, Türk-İş binasının iki katı, kalacak yeri olmayan işçilerce işgal edildi. 17 Aralık sonrasındaki günlerde, Tekel işçilerinin eylemleri Türk-İş'in önündeki ufak sokakta devam edecekti.

Bu tarihten yılbaşına kadar geçen günlere, Tekel işçileri ile Türk-İş yönetimi arasındaki mücadele damgasını vurdu. Esasında daha mücadelenin en başından, işçiler sendika ağalarına güvenmiyorlardı. Yapılan bütün görüşmelere, bütün şehirlerden iki işçi, diğer işçileri bilgilendirebilmek amacıyla, sendikacıların yanına gönderiliyordu. Hem Tek Gıda-İş, hem Türk-İş hem de hükümet ise, işçilerin Ankara'nun soğuğu, polis baskısı ve elverişsiz koşullar karşısında, Tekel işçilerinin birkaç gün içerisinde yılarak evlerine döneceklerini tahmin ediyorlardı. Türk-İş binasının kapıları, şaşırtıcı olmayan bir biçimde kısa bir süre içerisinde işçilere kapandı. Buna karşı işçiler, bina içerisindeki tuvatlerin işçilere açılması ve ayrıca kadın işçilerin bina içerisinde dinlenmelerine izin verilmesi için mücadele etmeye başladılar ve bu mücadeleyi kazandılar. İşçilerin geri dönmeye niyetleri yoktu. Kalacak yer elverişsizliğine karşı, Tekel işçilerine ciddi bir destek, başta proleter öğrenciler olmak üzere, Ankara işçi sınıfından geldi: mücadelenin başlangıcından birkaç gün sonra Ankara işçi sınıfının belki küçük ama önemli bir kesimi Tekel işçilerini ağırlamak için ellerinden geleni yapmaya başladı. Yılmak ve geri dönmek bir yana, hergün Türk-İş binasının önündeki küçük sokakta buluşan Tekel işçileri, mücadelelerini ileriye nasıl götürebileceklerini tartışmaya başladılar. Yalıtılmış konumlarını aşmak gerektiğinin farkına varan işçilerin, tek çözümün mücadelenin işçi sınıfının geri kalanına yayılması olduğu sonucuna varmaları çok zaman almadı.

Bu minvalde, Tek Gıda-İş'in ve Türk-İş'in bir şey yapacağı olmadığını gören bütün illerden mücadeleci işçiler, sendikaya taleplerini iletmek amacıyla bir grev komitesi oluşturmaya çalıştılar. Bu talepler arasında bir grev çadırı kurulması ve yeni yılın işçiler tarafından Türk-İş'in önünde kutlanması da vardı. Öte yandan sendika yöneticileri, işçilerin aldığı bu insiyatife karşı çıktılar. Sonuçta eğer işçiler mücadelelerini kendi ellerine alacaklarsa, sendikaya ne gerek vardı! Bu çıkışın ardında üstü örtülü bir tehdit vardı: zaten yalıtılmış olduklarının farkında olan işçiler, sendika da desteği çekerse yapayanlız kalma ihtimalinden çekiniyorlardı. Bu grev komitesi böylece ortadan kalktı, fakat ortaya çıkacaktı ki işçilerin mücadelelerini kendi ellerine alma iradeleri mevcudiyetini sürdürecekti. Komite olsun veya olmasın, militan işçiler, mücadelelerini yayma yönündeki çabalarını göstermeye devam edeceklerdi. İşçiler kendi olanaklarıyla kısa zamanda 4-C koşulları ile karşı karşıya kalacak Şeker işçileriyle bağlar kurmaya çalıştılar, çağırıldıkları işçi mahallelerine ve üniversitelere giderek mücadelelerini anlattılar. Bu sırada işçiler, kendilerine hiçbir şekilde destek çıkmayan, hiçbir şekilde arkalarında olmayan Türk-İş yönetimi ile mücadelelerini sürdürüyorlardı. Türk-İş başkanlar kurulunun toplandığı gün, işçiler kapıları zorladılar. Çevik kuvvet, Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'yu işçilerden korumak için seferber oldu. İşçilerden "Bizi satanı biz de satarız", "Türk-İş göreve, genel greve", "Kumlu istifa" gibi sloganlar yükseldi. Kumlu, bir saatlik grevle başlayacak ve bir hafta aralıklarla gerçekleşip her hafta süresi ikiye katlanacak grevler ve içlerinde yeni yılda Türk-İş'in önünde gerçekleştirilecek bir kutlama da olan bir dizi eylem ilan edene kadar can korkusundan işçilerin karşısına çıkamadı. Bununla birlikte, işçilerin Türk-İş'e tepkisi ve güvensizliği de dinmiş değildi. Diyarbakır'dan bir Tekel işçisinin verdiği bir röportajda "Sendika yöneticileri eylemi/direnişi bitirip geri dönme kararı alırsa biz bu karara uymayacağız. Hatta geçen sene olduğu gibi bir kazanım olmadan direnişi bitirme kararı alınırsa Türk-İş binasını boşaltıp ateşe vermeyi düşünüyoruz"[4] diyerek pek çok Tekel işçisinin hislerini ifade ediyordu.

Gerçekleşen ilk, bir saatlik greve katılımın bütün sendikalar toplamında yüzde otuzu bulması üzerine, Türk-İş bu eylem planından caydı. Tekel işçilerinin mücadelesinin genelleşmesinden hükümet ne kadar korkuyorsa, Türk-İş yönetimi de o kadar korkuyordu. Türk-İş binasının önünde, bir hayli şenlikli geçen yeni yıl eyleminin ardından, işçiler arasında mücadeleye devam edilip edilmeyeceği hakkında, kapalı oy ile yapılan seçimin ise işçilerin %99'unun mücadeleye devam demesiyle sonuçlandı. Bu arada ise gündeme, sendikanın önerisi ile şöylesi bir eylem planı oturdu: 15 Ocak'tan itibaren üç gün oturma eylemi, üç gün açlık grevi, ardından ise ölüm orucu. Ayrıca Türk-İş yönetiminin sözünü verdiği, geniş katılımlı bir eylem de gerçekleştirilecekti. Zaten yalıtılmış olan, ilkin gündemden düşmek, unutulmak istemeyen işçiler, gündeme oturmalarını sağlayabileceğini düşündükleri açlık grevine sıcak baktılar. Ayrıca Türk-İş'in önünde sıkıştıklarını hissediyor, bir şekilde eyleme geçmek gerektiğini düşünüyorlardı. Bir açlık grevi, Türk-İş'e de gözdağı olabilirdi.

Bugünlerde, Tekel mücadelesinin ortaya çıkardığı en önemli metinlerden biri kaleme alındı: Tekel İşçisinden Şeker İşçisine Mektup. Mektubu kaleme alan Batman'lı Tekel işçisi, şunları yazıyordu:  "Emekçi, onurlu Şeker İşçisi kardeşlerimiz, Bugün Tekel İşçisinin vermiş olduğu onurlu mücadele tüm emekçilerin, hakları elinden alınanlar için tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı tepmemek adına siz emekçi kardeşlerimizi de bu onurlu mücadelenin içinde görmek bizi daha çok sevindirir ve güçlendirir. Ardakaşlar özellikle şunu belirtmek istiyorum ki şu an sendikacılar sizlere "Biz bu işi çözeriz" diye umut vaat edebilirler. Ama biz de aynı süreçten geçtiğimiz için şunu çok iyi biliyoruz ki onlar tuzu kuru ve hiçbir hayat endişesi olmayan insanlar. Ama emeği elinden alınacak , hakları gaspedilecek olan sizlersiniz. Bugün bu mücadelede yer almazsanız yarın sizin için çok geç olabilir. Sonuçta siz olmazsanız da bu mücadele zaferle sonuçlanacak, bundan herhangi bir kuşku ve endişemiz yoktur. Çünkü şunu iyi biliyoruz ki emekçiler tek vücut olunca başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Bu duygularla bütün Tekel İşçileri adına sizi saygı ve tüm içtenliğimle selamlıyorum."[5] Bu mektup yalnızca Şeker işçilerini, kendileri ve kendi kendilerine mücadeleye katılmaya çağırmıyordu; ayrıca Tekel'de olmuş olanları bütün netliğiyle ortaya koyuyordu. Aynı zamanda, mücadele içerisindeki pek çok Tekel işçisinin sahip olduğu, yalnızca kendileri için değil bütün işçi sınıfı için mücadele ettiklerine dair bilinci de ifade ediyordu bu mektup.

15 Ocak günü, daha önce bahsettiğimiz oturma eylemi için şehir dışında olan Tekel işçileri Ankara'ya geldiler. Sakarya meydanında bulunan Tekel işçilerinin sayısı on bine yaklaşmıştı şimdi. Kimilerinin yanında aileleri de gelmişti. İşçiler Ankara'ya izin alarak geliyorlardı, ve pek çoğunun izinlerini yenilemek için evlerine gelip gitmeleri gerekmişti daha öncesinde. Şimdi ise neredeyse bütün Tekel işçileri buluşmuşlardı. 16 Ocak Cumartesi günü ise, geniş katılımlı kitlesel bir eylem planlanıyordu. Düzen güçleri bu eylemden korkuyorlardı, zira bu eylem, mücadelenin kitleselleşmesi ve genelleşmesi için bir zemin oluşturabilirdi. Cumartesi günkü eyleme gelen işçilerin geceyi ve Pazar gününü Tekel işçileriyle geçirmesi ihtimali, gerçekleşseydi gelen işçiler ile Tekel işçileri arasında güçlü ve kitlesel bağlar oluşmasını doğurabilirdi. Düzen güçleri bu yüzden eylemi Pazar gününe almakta diretti, Türk-İş de Kürt illerinden işçilerin gelmesini bir ayak oyunuyla engelleyerek eylemi zayıflattı. Ayrıca iki geceyi Ankara ayazında, oturma eylemi yaparak sokaklarda geçirmenin Tekel işçilerinin direncini kıracağı da düşünülüyordu. 17 Ocak'ta gerçekleşecek eylemde, bu düşüncenin ciddi bir yanılgı olduğu ortaya çıkacaktı.

17 Ocak eylemi sakin başladı. Ankara'ya gelen işçiler ve eyleme katılan çeşitli siyasi gruplar, sabah saat 10'da Ankara Garı'nda buluşarak buradan Sıhhiye meydanına yürüyüşe geçtiler. On binlerce emekçinin katıldığı eylemde, kürsüden önce bir Tekel işçisi, sonrasında ise bir itfayeci ve bir şeker işçisi konuştu. Onların ardından ise sahneye Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu çıktı. Ne olduysa da bundan sonra olsu zaten. Ne Tekel işçilerinin mücadelesini veya yaşam koşullarını umursayan, ne de bu mücadelenin yayılmasını isteyen Kumlu, tamamen ılımlı, uzlaşmacı ve boş bir konuşma yaptı. Türk-İş, eylemi planlarken Tekel işçilerini kürsüden uzakta tutmaya özen göstermiş, ve kürsünün önüne durumdan haberi olmayan metal işçilerini koymuştu. Fakat Tekel işçileri, metal işçilerinden izin isteyerek kürsünün karşısına geçmeyi başardılar. Kumlu'nun konuşması sırasında Tekel işçileri konuşmayı sloganlarla kesmeye çalıştılar. Bardağı taşıran son damla ise, Kumlu'nun konuşmasından sonra işçi sınıfı hareketiyle en ufak bir alakası bile olmayan Alişan'ın konser vereceğinin duyurulması oldu. İşçiler kürsüyü işgal ederek, kendi sloganlarını attılar ve sesin kısılmasına rağmen eyleme gelen emekçiler bu sloganlara katılabildi. Bir süreliğine sendika kontrolü tamamen kaybetti, kontrol işçilerin elindeydi. Alelacele sahneye çıkan sendika yöneticileri, bir yandan radikal nutuklar atmaya, bir yandan ise işçileri kürsüden indirmeye çalışıyorlardı. Bu işe yaramayınca işçileri birbirlerine ve onları desteklemeye gelen öğrencilere ve emekçilere düşürmek için provakasyona başvurdular. Mücadelenin en başından beri burada olan işçiler ile yeni gelmiş olanlar arasına nifak sokmaya çalıştılar, destek vermeye gelenleri ise hedef gösterdiler. Nihayetinde, sendika yöneticileri kürsüyü işgal etmiş işçileri aşağı indirmeyi başardılar, işçileri de alelacele Türk-İş binasının önüne dönmeyi ikna ettiler. Genel grev sloganlarına karşı açlık grevi ve ölüm orucuna dair bir konuşmanın çıkartılması da bize göre dikkat çekiciydi. Her halükarda, Türk-İş binasının önüne dönmek, işçilerin tepkisini söndürmeye yetmedi. İşçilerden "Genel grev, genel direniş", "Türk-İş şaşırma, sabrımızı taşırma" ve "Bizi satanı biz de satarız" gibi sloganlar yükseliyordu. Günün ilerleyen saatlerinde, sayıları yüz elliyi bulan bir işçi grubu, Türk-İş binasının önündeki bürokratik barikatı aşarak binayı işgal etti. Binada Mustafa Kumlu'yu arayan Tekel işçileri, onun odasının kapısına ulaşınca "İşçi düşmanı, AKP'nin uşağı" sloganları atmaya başladılar. 17 Ocak eyleminin bir gün ardından ise işçiler arasında yeniden bir grev komitesi oluşturma yönünde çabalar başladı. Mücadeleyi yaymanın gerekli olduğunu ve açlık grevinin mücadeleyi ileri götürmeyeceğini düşünen işçilerin meydana getirdiği bu komiteyi oluşturma çabasından Tekel işçilerinin tamamı haberdardı. İşçilerin büyük çoğunluğu bu çabayı desteklerken, desteklemeyenler de komitenin oluşturulmasına karşı çıkmadılar. Komite kurulurken amaçlananların başında, sendikaya işçilerin taleplerini iletmenin yanısıra, işçiler arasında iletişimi ve öz-örgütlenmeyi sağlamak da bulunuyordu. Bir önceki grev komitesi gibi bu komite de tamamen işçilerden oluşuyordu ve sendikadan tamamen bağımsız bir niteliğe sahipti. Aynı öz-örgütlenme kararlılığı, 19 Ocak'ta yüzlerce Tekel işçisinin, bir günlük greve çıkan sağlık emekçilerine destek vermek için onların eylemlerine katılmalarını ve onlara büyük bir güç vermelerini mümkün kıldı. Yine aynı gün, üç günlük açlık grevine yalnızca yüz işçinin başlamasına izin verilirken, üç bin işçi, işçilerin genelini açlık grevi fikrini doğru bulmadığı halde, katılmak istediler. Bunun nedeni bu işçilerin açlık grevine giden arkadaşlarını yalnız bırakmak istememeleri, onlarla dayanışmak, onların çekeceklerini paylaşmak istemeleriydi.

Tekel işçileri, geldikleri şehirlere göre kendi aralarında toplantılar yapıyor olsalar da, şu ana kadar bütün işçilerin katıldığı bir kitle toplantısı düzenlenmesi mümkün olmadı. Bununla birlikte, 17 Aralık'tan beri, Türk-İş binasının önü, gayrı-resmi ama daimi bir kitle toplantısı niteliğine sahip. Sakarya meydanı, farklı şehirlerden gelmiş ve mücadeleyi nasıl ileri götürebileceklerini, nasıl yayabileceklerini, ne yapacaklarını tartışan yüzlerce işçi ile dolu bu günlerde. Mücadelenin bir önemli niteliği ise farklı etnik kökenlerden gelen işçilerin sermaye düzenine karşı, düzenin bütün provakasyonlarına karşı birlik olmayı başarabilmiş olması. Eylemin ilk günlerinden beri atılan "Kürt ve Türk işçiler bir arada" sloganı bu durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Tekel eyleminde, pek çok Karadenizli işçi hayatlarında ilk kez Şemamme oynamış, pek çok Kürt işçi ise hayatlarında ilk defa horon tepmiştir. Tekel işçilerinin yaklaşımının çok önemli olduğu bir nokta da mücadeleyi yaymaya ve işçi dayanışmasına verdikleri önemdir, ki bu dar bir ulusal perspektifle değil, bütün dünya işçilerinin birbirlerine desteğini de kapsayan bir perspektiftir. Tekel işçileri ayrıca, hakim sınıfın muhalif kesimlerinin mücadeleyi kendi emelleri için kullanmalarına izin vermemiştir ve muhalefet partilerine güvenmemektedir. Mesela bir CHP'nin Kent AŞ'de işten çıkartılan işçilere ne denli sert saldırdığını, bir MHP'nin devlet politikalarında payı olduğunu, işçi düşmanı olduğunu bilmektedirler. Verdiği röportajda bir işçi yaptığı şu açıklama bu bilinci ortaya koymaktadır: "Biz hepsinin ne olduğunu anladık. Özelleştirme yasasına onay veren adamlar bugün bizim halimizi anladıklarını söylüyor. Ben bu zamana kadar hep MHP'ye oy verdim. Bu direnişle birlikte devrimcilerle tanıştım. İşçi olduğum için bu mücadelenin içerisindeyim. Devrimciler hep bizimle birlikte. MHP ve CHP burada 5 dakika konuşma yapıp gidiyor. İlk geldiğimizde onları alkışlayanlar vardı aramızda. Şimdi böyle bir durum yok."[6] Bu bilincin en çarpıcı örneği ise, Abdi İpekçi parkında eylem yapan Kent AŞ işçilerine, Kürt oldukları için saldıran faşist Alperen Ocakları'ndan gelenlerin konuşmasına Tekel işçilerinin engel olmalarıdır. Tekel işçileri ayrıca ilk eylemlerinde çok sert saldırılara maruz kalan itfaye işçilerine, tekrar mücadeleye dönmelerini sağlayacak morali vererek katkı yapmıştır. Genel olarak, Tekel işçileri yalnızca itfayecilere değil, işçi sınıfının mücadele etmek isteyen bütün kesimlerine umut vermişlerdir.

Tekel işçileri, bütün işçilerin, emekçilerin katılacağı bir grevi gündeme taşımayı başarmışlardır. İşte bu yüzden bugün Tekel işçileri, onurla Türkiye işçi sınıfının başında durmakta, yıllardır uykuda olan sınıfımızı esasında bütün dünya emekçilerinin mücadelesiyle buluşmaya taşımaktadırlar. İşte bu yüzden son yıllarda Mısır'dan Yunanistan'a, Bangladeş'ten İspanya'ya, İngiltere'den Çin'e dünyayı sarsan kitle grevinin tohumlarını ellerinde tutmaktadırlar. Bu onurlu mücadele, şu anda devam etmektedir, ve bu mücadelenin derslerini çıkarmanın zamanı bize göre daha gelmemiştir. Bir yandan öne çıkartılan açlık grevi ve ölüm orucu fikri, diğer yandan yandan bu fikri mücadeleye uygun bulmayan ve mücadeleyi yaymak isteyen işçilerden oluşan bir grev komitesi fikri ile, bir yanda devletin bir parçasından başka bir şey olmayan Türk-İş bürokratları, diğer yanda genel grev isteyen işçiler ile, mücadelenin önündeki yolun ne olduğunu, nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını kestirmek zor. Öte yandan, şunu söylemek zorundayız ki bu mücadelenin sonucu ne olursa, Tekel işçilerinin onurlu duruşları çok önemli sonuçlar doğuracak ve bütün işçi sınıfı için paha biçilmez dersler bırakacaktır.

Gerdûn, 20.01.10


[1] https://www.cnnturk.com/2009/turkiye/12/05/erdogana.tekel.iscilerinden.p...

[2] https://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=63999

[3] https://www.evrensel.net/haber.php?haber_id=63999

[4] https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2009/12/30/select...

[5] https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2009/tekel-isc...

[6] https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2009/12/30/select...

 

Tags: 

İran: Musevi İşçi Dostu Değildir

 

 

Aralık ayında İran'da yine kitlesel eylemler baş gösterdi. 'Muhalif' molla Büyük Ayetullah Hüseyin Ali Muntazeri'nin Qom'da gerçekleşen cenazesinde yüzbinlerce insan sokağa döküldü ve Aşure vaktine gelininceye kadar bütün ülkede protestocular ile güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamıştı ve İran devlet televizyonuna göre 15 kişi hayatını kaybetmiş, ve binlerce kişi tutuklanmıştı. İran dışından gelen kaynaklara göre ise, ölü sayısı iddia edilenin bir hayli üstündeydi ve polislerin eylemcilere ateş açmayı reddedip onların saflarına katılmaları ve eylemcilerin bir polis istasyonuna saldırıp ele geçirmesi gibi olaylar gerçekleşmişti.

 

Şu anda İran'da olan bitenin tam olarak ne olduğunu bilmenin zor olmasına rağmen, komünistlerin ne olup bittiğini analiz etmesi ve anlamaya çalışması bizce önem taşımaktadır. Belki de bu işe girişmenin en iyi yolu, öncelikle reddettiğimiz yaklaşımların ne olduklarını ortaya koymak ve bu yaklaşımlarda sorunlu gördüğümüz noktaların altını çizmek olacaktır.

 

İlkin, özellikle Batı ülkelerinden kimi sözde 'anti-emperyalist'lerin takındığı tutumu tamamen gerici gördüğümüzü belirtmek istiyoruz. Bu yaklaşım, en aşağlık biçiminde 'CIA kaynaklı küçük burjuva hareketin' İran devleti tarafından bastırılmasına topyekün destek sunmakta. Bize göre CIA'in bu hareketi etkilemeye çalıştığı şüphesiz doğru olmakla birlikte, katılan insanların sayısı bize gerçekleşenlerin Washington'dan çıkma olmadığını, İran'da gerçekten geniş bir destek gördüğünü gösteriyor.

 

Öte yandan şu anda 'halk iktidari' şiarına kapılmış solcuların düştüğü tuzağa düşmeyi doğru bulmuyoruz. Sosyalizmi muzaffer kılmak amacıyla gerçekleştirilen bir işçi sınıfı devrimi ile geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde Avrupa'da defalarca gördüğümüz, ve İran'daki olayların dahil edilmeye çalışıldığı 'renkli' devrimler arasında devasa bir fark mevcut.

 

Hakim sınıfın, şu veya bu devleti kim kontrol edecek kavgasına tutuşmuş kesimlerini desteklemek, emekçi insanlara hiçbir getiri sağlamıyor. Musevi ve onun muhalefeti şüphesiz bu şekilde değerlendirilmelidir. Musevi bilindiği üzere İslami Cumhuriyet'in ilk yıllarında, toplumsal muhalefete karşı toleranssızlığı ile nam salmış bir hükümetin başbakanlığı görevini sekiz yıl boyunca sürdürmüş bir kişidir. Ayrıca kendisi şu anda en yüksek koltukta oturan Büyük Ayetullah Ali Hüseyin Hamaney'in de akrabasıdır (Musevi'nin büyük annesi, Hamaney'in halasıdır). Musevi 'düzeni düzeltmek' laflarını ağzından düşürmese de, o düzenin bir parçasıdır.

 

Buna rağmen Musevi'nin kampanyası, geniş bir destek çekmiş ve yüzbinlerce insanı bütün hayati tehlikelere rağmen sokaklara döktü. Tabii ki, bütün bu olanların kaynağı olarak Musevi'ye destek veriliyor olması gösterilemez. Pek çok kişi rejimden memnuniyetsizlik duyuyor ve devletin bariz bir biçimde seçimde hileye başvurmasına karşı doğan öfkeyi, rahatsızlıklarını ifade etmek için kullanıyor. Tabii ki, Musevi'nin programı da özellikle kadınların desteğini çekiyor. İran'daki öğrenci kitlesinin %60'ını oluşturan kadınlar, Musevi'nin sözde ahlak polisini lağvetme ve İranlı kadınların erkeklerle eşit konumda olmasına dair verdiği sözlerden etkileniyorlar ve bu eylemlerdeki kitlesel öğrenci katlımının kısmen nedenini oluşturuyor.

 

Musevi'nin hareketinin işçilerin hayatlarında gerçek bir değişikliğe yol açıp açmayacağı da kendimize sormamız gereken bir soru. Şüphesiz, iktisadi alanda Musevi'nin programı ancak çok ufak bir değişikliğe yol açabilir. Bütün renklerden siyasi partiler, krize karşı aldıkları önlemlerde çok az farklılık gösteriyorlar, ve bu önlemler her daim işçilerin yaşam standartlarına saldırıları içeriyor. Bu alanda ne söz veriliyorsa bunlar boş sözlerdir. Bir sektör vahşice saldırılara maruz bırakılmıyorsa, bu öteki sektörlere daha sert saldırılar olacak demektir. Toplımsal alanda da, Musevi'nin geçmişteki eylemlerinin siciline bakarsak, kadın haklarına dair bütün laflarına rağmen, eğer iktidara gelirse devletle uzlaşmaya gideceğini ve çok az değişiklik olacağını söyleyebiliriz. Tayyip nasıl kendisi başbakan olunca devletteki Kemalistlerin kendiliklerinden ortadan kalkmadıklarını gördüyse, Musevi de de dini muhafazakarların kendiliklerinden ortadan kalkmayacağını görecektir. Ayrıca zaten devlet içerisinde fazlasıyla yavaş olsa dahi bir liberalleşme eğilimi mevcuttur. Tahran sokaklarında bugünlerde biraz gezmek ve insanların yirmi yıl öncesine kıyasla nasıl giyindiklerini gözlemlemek bu durumu açıkça gözler önüne serecektir.

 

Peki, komünistler İran'da olanlara dair bugün nerede durmalıdır? Yeşil hareketin tamamen burjuva bir hareket olduğu ve işçi sınıfına hiçbir şey önermediği su götürmez bir gerçektir. Ayrıca bu hareket gücünü kaybediyor gibi gözükmektedir. İlk protesto eylemleri sokaklara yüz binlerce insanı dökmüş olsa da, bugün sayılar küçüldükçe küçülüyor gibidir. Mücadelenin ilk günlerinde işçi sınıfının sahneye çıkması mümkün gözüküyordu. Tahran'daki eylemcilere karşı uygulanan polis baskısının ardından devasa Khodro araba fabrikasındaki işçiler bir günlük bir greve çıkmışlardı ve açık açık seçimlerdeki bir adayı desteklediklerinden değil devlet baskısına karşı olduklarından bu eylemi gerçekleştirdiklerini ifade etmişlerdi. Fakat otobüs şöförleri sendikasının yayınladığı birkaç bildiri haricinde, işçilerin işçiler olarak harekete katılımı bununla sınırlı kaldı. Tabii ki eylemlere katılan çok sayıda işçi vardı, fakat bu katılım bireysel bir biçimde gerçekleşti, kollektif bir güç olarak değil. Böylesi durumlarda, birden fazla sınıfı kapsayan bir harekette (ki İran'dan farklı solcu yapıların verdikleri bilgilerin hepsi hareketin böylesi bir niteliği olduğunu ifade etmektedir) işçiler kollektif bir güç olarak hareket etmiyorlarsa, onların büyük 'halk' kitlesinin bir parçası olarak görülmeleri kaçınılmazdır. Bu 'halk' kitlesi ise başka sınıf güçlerinin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir kitledir.

 

Örgütümüzün 1979 yılında İran devrimine dair yazdıkları hala doğruluklarını korumaktadırlar, hatta geçtiğimiz seneki mücadelelerde işçi sınıfının namevcudiyeti tarafından doğrulanmaktadırlar: "Sokaktaki insanların rejimi devirdiğine dair bütün laflara rağmen, 1979'da net olan şuydu ki İranlı işçilerin grevleri, Şah rejiminin devrilmesini sağlayan temel ve siyasi unsurdu. Bütün kitlesel eylemlere rağmen, İran'daki bütün ezilmiş kesimleri içeren 'halk' hareketi yılgın düşmeye başlamışkeni mücadeleye 1978'in Ekim ayının başında, özellikle petrol sektöründe İran proleteryasının girişi, yalnızca rejim karşıtı ajitasyona can vermekle kalmayarak milli sermayenin önüne, eski hükümet ekibinin yerini dolduracak yeni bir ekibin yokluğunda çözümü imkansız bir sorun çıkardı. Baskı ufak tüccarları, öğrencileri ve işsizleri geri çekilmeye zorlamaya yeterliydi, fakat işçilerin grevlerinin yarattığı iktisadi felçe karşı güçsüz bir silah olduğu ortaya çıkacaktı."

 

Musevi hareketinin, kimi talepleri devlet politikasına eklenerek yavaşça sönümlenmesi kuvvetle muhtemeldir. İran bir devrimin eşiğinde değildir. Önümüzdeki aylar rejimin değil, 'Yeşil hareket'in ölümünü getirecektir. Bu çok kanlı bir süreç olabilir ve eğer işçiler birbirleriyle cebelleşen politikacıların çıkarları için değil kendi çıkarları için mücadeleye girmezlerse dökülecek kanların önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır.

 

 

Tags: 

Dünya Devrimi 7

Bİr Emek Baharı Daha

 

Türkiye çapında, 2010 yılının ilk aylarına damgasını vuran sınıf mücadeleleri oldu. 2003'ten beri uluslararası olarak yükselişte olan mücade dalgası sonunda Türkiye'de yansımasını bulurken, ülkedeki işçi sınıfı da, mücadele içerisindeki işçilerin de değimiyle, 90'lardaki mücadelelerin yenilgisinin ardından üzerinde birikmiş "ölü toprağı"nı atmaya koyuldu.

 

Son aylarda gündemden düşmeyen, hem Türkiye'deki hem de uluslararası işçi hareketi için büyük bir öneme sahip olan TEKEL mücadelesinin yanı sıra, sadece İstanbul'da İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi, Atık kağıt, Atv-Sabah işçileri geçtiğimiz kış ve bahar aylarında mücadeledeydiler. Onların yanı sıra, İzmir'de TARİŞ işçilerinin mücadeleleri gerçekleşti. Gaziantep'teki Çemen Tekstil fabrikasında çalışan işçiler greve gittiler.  Diyarbakır'daki İnci, Bloksan, Çağdaş, Saran, GAP, Diyari, Dicle, Topraksan, Kilsan ve Eba fabrikalarında çalışan Tuğla işçileri, sendika-dışı bir grev gerçekleştirdiler ve %28'lik bir ücret artışı kazandılar. TEKEL işçilerine destek verdiği için işten atılan Tübitak işçisi Aynur Çamalan ve daha önce Tübitak'tan atılmış işçilerin mücadeleleri Ankara'da devam ediyor. 17 Ocak, 1 Nisan gibi TEKEL ile dayanışma eylemlerinin yapıldığı günlerde, şöförlerden petrol işçilerine, inşaat işçilerinden öğretmenlere, itfayecilere pek çok işçi sokaklardaydı. Hükümet, hem bu mücadele artışından, hem de bu mücadeleler sürecinde itibarlarını kaybetmiş sendikaların çehresini kurtarmak için, Taksim'de 1 Mayıs kutlamalarına izin vereceğini duyurdu.

 

Önümüzdeki süreç ne getirecek bilemeyiz, fakat şurası kesin ki işçi sınıfı bir emek baharı daha yaratmış, mücadeleleriyle gündeme tekrar oturmuştur.

Gerdûn

 

Dünya Kupası: Futbol ve Milliyetçilik

 

Önümüzdeki yazın Haziran ayında, bütün futbol hayranlarının bildiği üzere, Güney Afrika'da Dünya Kupası gerçekleşecek. Türkiye'nin bu dünya kupasına katılamamış oluşu, ülkedeki insanlarının bebeklerinin 'kutlama' ateşine kurban gitmelerini ve büyük şehirlerdeki bar ve kafelerde yabancıların yanlış futbol takımını tuttukları için kötü davranışlara ve saldırılara maruz kalışının önüne geçecek. Başka ülkelerde yaşayan insanlar bu kadar şanslı olmayabilirler. İnsanların futbol izlemesinde bundan hoşlanmasında hiçbir sıkıntı olmamakla birlikte, futbolun hakim sınıf tarafından milliyetçilik pompalamak ve işçi sınıfını bölmek için sıkça kullanıldığını vurgulamak gerekli. Böylesi durumlar yalnızca milli takımlar arasındaki maçlarda da gerçekleşmiyor. Bu ülkede ne zaman büyük bir takım Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi'nde oynasa, benzeri bir atmosfer geliştiğine şahit olduk. Galatasaray'ın 2000'de gerçekleşen UEFA kupası zaferi, yarı final maçı sırasında iki, final maçı sırasında ise üç kişinin bıçaklanarak hayatlarını kaybetmelerini de beraberinde getirmişti. Tabii ki, böylesi olaylar ne kadar korkunç olsa da futbol maçları dolayısıyla ortaya çıkan milliyetçiliğin çok daha kötü örneklerini de biliyoruz. Geçtiğimiz sene Mısır ve Cezayir arasındaki Dünya Kupası eleme maçı, bu durumun çarpıcı bir örneği. Kahire'deki maçın ardından çıkan karmaşada altı Cezayir taraftarı öldürüldü, 21 Cezayirli de yaralandı. Hartum'da 23 Mısırlı yaralındı, bütün bunların üstüne Cezayir'de maç sonrası kutlamalarda 14 kişi hayatlarını yitirirken yüzlercesi yaralandı. Maç dolayısıyla gerçekleşen şiddetin yanı sıra, Cezayir'de çalışan 15.000 Mısırlı işçi saldırıya uğradı ve kaçmak zorunda kaldılar. Kahire merkezinde de binlerce Mısırlı taraftar, sokaklarda polisle çatıştı, sonuç olarak ise 11 polis 24 gösterici yaralandı, 20 kişi tutuklandı, 15 araç hasar gördü. Cezayirlilere ulaşamayan kimi taraftarlar yakınlardaki Hindistan elçiliğini taşladılar. Buna ek olarak Fransa'da yaşayan Kuzey Afrikalılar arasında pek çok çatışma çıktı. Burjuva basını bu tip olayları görünürde kınasa da, olaya yaklaşım biçimleri, takındıkları tavrın iki yıl önce gerçekleşen kitlesel grevlere dair tutumlarıyla farklılığı, basının gerçek tutumunu ele veriyor. İki sene önce, devletin ve onun baskıcı aparatlarının bütün öfkesi, işçi sınıfına yöneltilmişti, ve hakim sınıfın korkusunu ifade ediyordu. Futbol maçından sonra ise, birkaç nazik kınama lafı ve sakin olunması yönünde yapılmış çağrılar vardı yalnız. Öte yandan bu olanlar da bir futbol maçında gördüklerimizin en kötüsü değiller. 1990'da, eski-Yugoslavya'daki savaşların başlamasında önemli bir unsur olarak görünen olaylardan bir tanesi, Dinamo Zagreb ile Belgrad Kızıl Yıldız takımları arasındaki futbol maçıydı. Şüphesiz, futbol maçları savaşları başlatmaz. Öte yandan, milliyetçi nefretin böylesi açık gösterileri işçi sınıfını savaşa seferber etmek için kullanılabilir. Maç, rakip Hırvat ve Sırp milliyetçi çeteleri arasında bir meydan savaşı gerçekleşmesi ile bitmişti, Sırp çetenin lideri, daha sonrasında BM'in insanlığa karşı işlenilen suçlardan mahkum edeceği Arkan idi. Polis, önce olaylara katılan insanlar sayısı karşısında etkisiz kaldı, fakat daha sonra destek kuvvetler, zırhlı araçlar ve panzerlerle şiddetli çatışmalardaki yerini aldı. Bir saat içerisinde yüzlerce kişi yaralanmış, pek çok kişi vurulmuş, bıçaklanmış veya polisin attığı gazdan zehirlenmişti. Kavgalar yatıştı. 60,000 insanın hayatını kaybedeceği çatışmalar başlamak üzereydi, ve Arkan'ın Kaplanları, Kızıl Yıldız taraftarından beslenen bir paramiliter yapı, en korkunç etnik temizlik katliamlarının pek çoğunda rol oynayacaktı. Gelecekte AC Milan formasıyla uluslararası şöhrete kavuşacak olan Zvonimir Boban, kameralara çatışmalar sırasında bir polise saldırırken yakalandı. Daha sonrasında Boban, Hırvatistan'ı her şeyden çok sevdiğini ve ülkesi için seve seve öleceğini söyledi. Boban ölmedi, fakat ne yazık ki on binlerce işçi öldü. 1969'da gerçekleşen 1970 Dünya Kupası elemelerine dönecek olursak, El Salvador ile Honduras'ın 'Futbol Savaşı' olarak adlandırılmış bir savaş yaptıklarını görüyoruz. İki ülkenin milli takımları arasındaki maç, zaten gergin olan bir durumu savaşa dönüştüren kıvılcım olmuştu. İkinci tur maçının ardından, iki ülkedeki basın da öteki ülkeden işçilere yapılan saldırıları bildirdi, abarttı ve teşvik etti ve bir ay olmadan iki ülke birbirleyle savaşa girmişti. Savaş yalnız dört gün sürdü, fakat çoğu sivil 3.000'i aşkın yaşama maloldu ve 300.000 kişinin mülteci olmasına neden oldu.

 

Tabii ki biz insanlar futbol izlemesin, futboldan keyif almasın demiyoruz. Yalnızca diyoruz ki sonunda bu yalnızca bir oyundur ve işçiler futbol ile gelen milliyetçilik tuzağının  bilincinde olmalı, bu tuzağa düşmekten kaçınmalıdır.

Sabri

 

 

Kırgızistan ve Tayland: Devrimler Mi Oluyor?

Son zamanlarda basın devrimlerden söz ediyordu ve televizyonlarımızda kitlesel sokak protestoları ve şiddeti görüyorduk. Kırgızistan'da silahlı işçiler hükümeti devirdiler. Tayland'da 'kızıl gömleklilerin' kitlesel siyasi protestoları bir ayı aşkın süredir devam etmekteydi. Komünistler için bu hareketlerin doğası nedir sorusunu sormak önemlidir.

İlkin söylemek gerekli ki Nisan ayında Kırgızistan'da gerçekleşen hareket çok sayıda işçiyi barındırıyordu. Olaylar gerçekleşmeden önceki aylarda devasa fiyat artışları gerçekleşmiş, doğal gaz fiyatları %400, elektrik fiyatları ise %170 zamlanmıştı. Bu zamların geldiği bu ülkede ise aylık maaşlar 30-50$ arasında değişiyor. Olaylar, yakıt ve ulaşım fiyatlarına yapılan yeni bir zam dalgası sonucu 6 Nisan'da Talas'da gerçekleşen devasa protesto ile başladı. Bu zamların nedeni, doğrudan 1 Nisan'da Rusya'nın Kırgızistan'a enerji ihracatı için yeni görevler yüklemesinden kaynaklanıyordu. Eylemciler hükümet binalarını bastılar, çevik kuvvet ekipleri daha sonra binaları geri aldılar.

Ertesi gün, başkent Bişkek'teki eyleme polis saldırdı. Polis eylemcileri silahsızlandırdı ve polis araçlarının ve otomatik silahların kontrolünü geri aldı. Eylemler büyüdü, polis daha çok şiddetle karşılık verdi. Eylemciler sonrasında iki kamyonu Başkanlık Sarayının kapılarına sürdüler, polis ise eylemcilere ateş açarak karşılık vererek 41 eylemciyi öldürdü. Günün ilerleyen saatlerinde protestocular sarayı bastılar ve hükümet kaçmak zorunda kaldı.

İngiliz hakim sınıfının gazetesi Financial Times, sürgündeki muhalif lider Edil Basilov'un şu sözlerine yer verdi: "Gördüğümüz klasik bir halk ayaklanmasıdır. Bu bir devrimdir ve kanlıdır... Tencerenin kapağını çok sıkı tutarsan olacağı budur, patlar."

Hükümetin devrildiği konusunda şüphe yok. Komünistlerin yanıtlaması gereken soru bunun bir devrim mi yoksa devlet kontrolü elde etmek için işçileri kullanan farklı gruplar arasında bir mücadele mi olduğudur.

Bize göre olanların, basitçe eski patronların yerini yenisini almasında öteye gittiğini söylemek mümkün değildir. İlginç bir biçimde, yeni devrik Başkan Bakayev de beş yıl önce tam da böylesi bir 'halk' hareketi, bir "Lale Devrimi" sonucu iktidara gelmişti. Hükümeti deviren işçiler olsa dahi, işçiler kendi çıkarları için mücadele etmiyorlardı. İşçi konseyleri, iktidarı almak için hazırlıklı işçi organları mevcut değildi. İşçiler patronların farklı kesimlerinin emir erleri olarak kullanılıyorlardı. Geçici hükümetin mevcut başkanı Roza Otunbayeva, "Lale Devrimi" sonrası kurulan hükümetin dış işleri bakanıydı. Liderlerin yüzü dışında pek bir şeyin değişmediğini söylemek zorundayız. Hatta bütün liderlerin yüzleri dahi değişmedi işin doğrusu.

Buna ek olarak bir de olayın uluslararası boyutunu vurgulamak gerekli. Bir süredir Kırgızistan'daki ve genel olarak bölgedeki ABD üslerine dair çelişki içerisinde olan Rusya ve ABD, hızla olaylarda Rusya'nın parmağı olduğunu yalanladı. Üst düzey ABD Beyaz Saray danışmanı ve Rus meseleleri uzmanı Michael McFaul Kırgız muhalefetinin iktidarı almasının kendinden anti-Amerikan bir niteliğe sahip olmadığını ve olayın Rusya destekli bir darbe olmadığını vurguladı.

Rusya Başbakanı Vladimir Putin de Rusya'nın olaylarla bir ilgisi olduğunu inkar etti ve olayın kendisini de 'hazırlıksız" yakaladığını belirtip "Ne Rusya, ne bendeniz, ne de Rus yetkililerin bu olaylarla en ufak bir ilgisi vardır" diye ekledi. Rus ve American yetkilileri için ne yazıktır ki, Kırgızistan'ın yeni hakimleri siyasi oyunlar oynamakta aynı tecrübeye sahip değiller. Yeni hükümetin önce gelen isimlerinden Omurbek Tekebayev, "Rusya Bakiyev'in devrilmesinde üzerine düşeni yaptı. Bakiyev gidince Rusya'nın mutluluğunu gördünüz" diyerek neler döndüğünü gözler önüne serdi. Rusya tabii ki yeni hükümeti hemen tanıdı ve Putin hiç vakit kaybetmeden Otunbayeva'yı kutlamak için kendisine bir telefon açtı. Rus devlet haber ajansına göre, 9 Nisan'da yeni hükümetin başkan yardımcısı Almazbek Atambayev kimliği belirtilmeyen Rus hükümet yetkililerine 'danışmak' amacıyla Moskova'daydı.

Tayland'daki olaylar da hakim sınıfın farklı kesimleri arasında bir mücadele görüntüsü çiziyorlar. 'Kızıl Gömlekler', "Diktatörlüğe Karşı Milli Birleşik Demokrasi Cephesi"ne verilmiş bir lakap. Bu hareket temelde yozlaşma suçlamaları ile sürgüne gitmiş olan eski Tayland Başbakanı multi-milyarder Thaksin Shinawartra'yı desteklemek için ortaya çıkmış. 'Kızıl Gömlekler' temelde yeni burjuvazinin, 'eski' askeri ve monarşist kesimlere karşı arkasında seferber ettiği şehirsel ve kırsal fakir kesimin oluşturduğu bir hareket. Bu ne bir işçi sınıfı hareketi, ne de işçi sınıfının kontrolündeki bir hareket. Bu dönemde gerçekleşen tek işçi eylemi Nikon fotoğraf makinesi fabrikasında 8,000 işçinin gerçekleştirdiği grevdi, ki bu mücadele de 'Kızıl Gömlekler' hareketinden tamamen bağımsız gelişti.

Görüşümüzün temel noktası da tam buradadır işte. Kırgızistan ve Tayland'daki böylesi hareketler veya geçtiğimiz zamanda İran'da tanık olduğumuz 'Yeşil hareket' gibi hareketler, işçi sınıfı hareketleri değildir. Evet, böylesi hareketlere pek çok işçi katılır ve muhtemelen mesela Kırgızistan örneğinde harekete katılanların büyük çoğunluğu da işçilerden oluşmuştur, fakat işçiler böylesi eylemlere işçiler olarak değil, bireyler olarak katılmaktadırlar. İşçi sınıfının hareketi, yalnızca işçilerin kendi çıkarları için yürütecekleri sınıf mücadelesine dayanan bir hareket olabilir, sınıflar arası ittifaklara dayanan halkçı ve popülist hareketler işçi hareketleri değillerdir.

 Yalnızca kitlesel bir grev hareketi ile işçi sınıfı kendi organlarını, kitle toplantılarını, grev komitelerini ve nihayetinde işçi konseylerini, yani hareket üzerinde işçi sınıfı kontrolü sağlayacak ve işçi sınıfı çıkarları için mücadeleyi geliştirecek organları ortaya çıkartabilir. Bu perspektif haricindeki tek perspektif, işçilerin farklı siyasi kesimlerin gayeleri için kurbanlık koyun olarak kullanılmaları perspektifidir. Yunanistan'da, belki yukarıda ifade ettiğimiz işçi sınıfının kendi organlarını oluşturuşuna yönelik uzun ve yavaş bir sürecin başlangıcı gördüğümüzü söyleyebiliriz. Kırgızistan ve Tayland'da ise yalnızca yeni patronlar olmak isteyenler adına sokaklarda kurşunlanan işçiler görüyoruz.

 

Sabri

 

 

 

 

Tags: 

Sendikalar Niye Var?

 

2 Mart'ta Tekel işçilerinin Ankara'dan ayrılmasından 1-2 Nisan eylemlerine kadar olanki sürede olanların anlatıldığı ve genel süreçten derslerin çıkartıldığı bu yazıyı kaleme alan Tekel işçisi yoldaşa en içten teşekkürlerimizi sunarız.

EKA

 

2 Mart'ta çadırlar tüm karşı çıkışlarımıza rağmen sendika ağaları tarafından dağıtılıp illerimize dönmemiz istenip Türk-İş'in önü boşaltıldı. Biz 70-80 kişi, Ankara'da kalıp neler yapabileceğimizi 3 gün boyunca tartıştık. 3 gün sonunda 60 arkadaşımız illerine döndü. Ben ve 20 kadar arkadaşım 2 gün daha kaldık yani Ankara direnişimiz 78 gün sürse de bizler 83 gün kaldık. Direnişi daha ileriye taşımak için çok sıkı çalışmamız gerektiğine hem fikir olduk ve ben de Adıyaman'a döndüm. Ankara'dan döner dönmez Gaziantep'teki Çemen Tekstil direnişine destek olmak için 40 arkadaşımla beraber Çemen Tekstildeki sınıf kardeşlerimizi ziyaret ettik. Tekel direnişi sınıfa artık örnek oluyordu. Ben de bir Tekel emekçisi olarak hem gururluydum hem de sınıfımız için birçok şey yapabileceğimizi ve sınıfımıza daha fazla katkı sağlamalıydım. Ekonomik durumum el vermese bile 83 gün boyunca yaşadığım yorgunluk ve birçok rahatsızlığa rağmen bu süreci daha ileriye taşımak için elimden gelenin daha fazlasını yapmalıydım. Yapmamız gereken resmi bir komite kurup süreci elimize almaktı. Resmi olmasa da her ilden arkadaşlarla irtibatı kesmeden komiteyi oluşturmaktı çünkü 1 Nisan'da Ankara'ya tekrar gidecektik.

 

Ulaşabildiğimiz her yere ulaşıp Tekel direnişini en ince ayrıntısına kadar anlatmamız gerekiyor. Bunun için komite kurup sınıfla birleşmemiz gerekiyor. İşimiz görüldüğünden de zor! Bir yandan sermaye ile bir yandan hükümet ile bir yandan da sendika ağalarıyla uğraşıyoruz. Hepimiz en iyi şekilde mücadele etmeliyiz. Ekonomimiz iyi olmasa da bedenen yorulsak da eğer zafer istiyorsak mücadele, mücadele, mücadele!!!

 

83 gün boyunca ailemden ayrı kalmama rağmen evde bir hafta kaldım. Eşim ve çocuklarımla hasret bile gidermeden Tekel direnişini anlatmak için İstanbul'a gittim. Resmi olmasa da komitedeki arkadaşlarla Diyarbakır'da, İzmir'de, Hatay'da ve İstanbul'daki arkadaşlarla birlikte bir hafta boyunca İstanbul'da birçok toplantıya katıldım. Mimar Sinan Üniversitesi'nde, Şirinevler Öğretmenevi'nde düzenlenen panel, TMMOB, Hava-İş içinde muhalif olan Gökkuşağı Hareketi içindeki pilot ve havayolu çalışanları, İstanbul Barosu çalışanları, BDP İstanbul ili eş başkanı ile görüşmüş olup Newroz Bayramında biz Tekel işçilerine söz hakkı verilmesini istedim. Görüşmemiz çok sıcak ortamda geçti. İsteğimiz kabul edildi ve benim İstanbul'daki Newroz'a konuşmacı olarak katılmamı istediler. Adıyaman'a döneceğim için İstanbul'dan bir arkadaşı tanıştırıp benim yerime konuşmacı olarak sağlanmasını istedim. İstanbul'da bulunduğum süre içerisinde direnişte olan İtfaiye, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi çalışanları, Sabah ve ATV televizyonunda grevde olan arkadaşları, ayrılacağım gün de işten atılan İSKİ çalışanlarını ziyaret ettim. Yarım gün boyunca oradaki arkadaşların yanında kalıp hem direnişi nasıl büyüteceklerini hem de Tekel direnişini anlatıp konuştuk. İSKİ çalışanlarının şahsıma söyledikleri söz Tekel emekçisinden aldığımız cesaretle eyleme başladık demeleri oldu. İstanbul'a her gittiğim her eylem yerlerindeki sınıf arkadaşlarımla bu söz, Tekelcilerden cesaret aldık sözü belki de beni en mutlu eden sözdü bir hafta boyunca İstanbul'da kaldığım bu süre bu bağlamda çok dolu dolu geçti. İstanbul'da kaldığım süre içerisinde acılar da yaşadım tabiî ki de yakın bir akrabamı kaybetmeme rağmen hemen dönmeyip acısını sineye çekip planladığım gibi bir hafta kaldım.

 

Acılar dedim ya bu süreçte Mehmetçik Lisesi'nde Tekel eylemine destek oldukları için 24 öğrenci kardeşimiz okuldan atıldı. Ankara'da TUBİTAK çalışanı Aynur Çamalan kardeşimiz de işten atıldı. Sermaye biz emekçilere böyle saldırıyorken ve böyle acımasız oluyor iken biz emekçilerin de birleşip karşı durmamız gerekiyor. Bu bağlamda Adıyaman'da iki kez basın açıklaması yaptık ve bu arkadaşlarımızın yalnız olmadıklarını gösterdik. 1 Nisan'a hazırlandık. Sendika ağalarının öngördükleri her ilden 50 kişi toplamda 1000 kişi ile 1 Nisan'da Ankara'da olmaktı.

 

Biz resmi olmayan komitedeki arkadaşlarla Adıyaman'da bu sayıyı 50'den 180'e çıkardık ve ben 31 Mart'ta 10 arkadaşımızı bir gün önceden alıp Ankara'ya geldim. (Bütün masrafları karşılanarak) bu sayının sürekli 50 olmasını söylemelerine rağmen biz yine de 180 arkadaşımızla kalan yolumuza devam ettik çünkü 1 Nisan'da da önceki süreç gibi kullanmak istiyorlardı. Bir gün önceden geldiğimiz arkadaşlarla beraber Ankara'da birçok sivil toplum örgütleri ile oda ve sendikalarla görüştük. Direnişte olan TUBİTAK eski çalışanı Aynur Çamalan arkadaşımızı ziyaret edip destek olduk.

 

1 Nisan'da Türk-İş'in önünde toplandık ama Kızılay'a girmek için büyük çaba sarf etmemiz gerekiyordu çünkü Türk-İş'i 15 bin polis koruyordu. Sendika ile bizim aramızda polisin ne işi vardı? İşte sendika ağaları dediğimizde sendikaların sorgulanması gerekiyor dememizde bile bize karşı duran kesimlere sormak gerekiyor: Sendika ile biz emekçiler arasında 15 bin polis eğer barikat kuruyorsa sendikalar niye var? Aslında bana sorarsanız polisin sendika ve sendika ağalarını koruması gayet doğal çünkü sendika ve sendikacılar da hükümeti ve sermayeyi korumuyorlar mı? Sendikalar sadece emekçiyi sermaye için kontrol altında tutmak için bir araç değil mi?

 

1 Nisan'da tüm tehdit ve engellemelere rağmen 35-40 arkadaşımızla beraber tek tek barikatı aşıp Türk-İş'in önüne gittik. Amacımız belli bir çoğunluğu bulup orda diğer arkadaşlarımızın da gelmesi idi ama başaramadık, bizim çoğunluğumuz ne yazık ki 15 bin polis ile baş edemedik. Sendika daha önce 1000 kişi ile Ankara'ya geleceğimizi söylemişti. Resmi olmayan komite ile bu sayıyı 2300'e çıkardık. 2300 kişiyi 15 bin polis engelliyordu. Sakarya Caddesi'nde toplandık. Bize destek vermek için gelen arkadaşlarla birlikte Sakarya Caddesi'nde sabahlayacaktık. Gün içerisinde polisin iki kez biber gazlı ve coplu saldırısına mağdur kaldık. Amacımız Türk-İş'in önüne gidip orda sabahlamaktı. Polis engeli ile karşılaşınca Sakarya Caddesi'nde kaldık ama gece sendikacılar işçi arkadaşlarımızı sessiz sedasız bir şekilde alandan çektiler. Belirli bir azınlık kaldık. Sendikacılar bana defalarca telefon açıp benim de alanı terk etmemi istediler ama biz sendika ağalarına uymayıp belirli bir azınlık alanda kaldık. Gece 23.00 sularında destekçiler de alandan çekilince bizler de alanı terk etmek zorunda kaldık.

 

2 Nisan sabahı Türk-İş'in önünde basın açıklaması yapılacaktı. Sabah 09.00'da Sakarya caddesine gireceğimiz zaman yine polis'in biber gazlı coplu saldırısına uğradık. Bir saat sonra 100 kadar arkadaş barikatı aşıp barikatın arkasında otura eylemi gerçekleştirdik. Burada polis'in baskı ve tehditleri devam etti. Bizler de direnmeye devam ettik. Polis barikatını aşıp diğer arkadaşlarımızı da yanımıza aldık. Türk-İş'e doğru yürüyüşe geçtik ama sendika ağaları yine yapacaklarını yaptılar ve Türk-İş'e 100 metre kala basın açıklaması yapıldı. Tüm diretmelerimize karşı sendika ağaları Türk-İş'in önüne gitmemek için direndiler. Sendika polis kol kola girince buna bazı arkadaşlarız da uyunca Türk-İş'in önüne gidemedik. Burada sendika ağaları tartaklandı ama polis sendika ağalarını alıp alandan çıkardılar. Basın açıklamasında dikkat çekici bir nokta vardı. Sendikacıların söylediği 3 Haziran'da Türk-İş'in önüne gelip 3 gece kalacağız diyorlardı. 1 Nisan'da bir gece kalamadığımız Türk-İş'in önünde 3 Haziran'da 3 gece kalacağımız halen merak konusu. Polis sendikacıları alandan kaçırınca biz 70-80 kadar Tekel çalışanı ve 250-300 kadar destekçi ile beraber polis ile karşı karşıya kaldık. Polisin baskı ve tehditleri sonucu bizler dağılmayınca polisin biber gazlı ve coplu saldırısına bir kez daha mağdur kaldık ve dağılmak zorunda kaldık. Akşama doğru siyah bir çelenk yaptırıp Türk-İş'i ve hükümeti kınamak üzere Türk-İş'in önüne bıraktık.

 

Sevgili sınıf kardeşlerim sorgulamamız gereken sendika ile emekçi arasında 15 bin polis barikat kuruyorsa sendikalar niye var. Tüm sınıf kardeşlerime çağrımdır eğer zafer istiyorsak beraber mücadele etmemiz gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum. Biz Tekel işçileri bir kıvılcım yaktık bunu hep beraber büyük bir ateş topuna çevireceğiz. Bu bağlamda hepinize saygılar sunarken yazımı bir şiir ile noktalamak istiyorum:

 

Çay buğusu ömrümüz taze iken uçar gider

Kumaşlar yol yol olur geriye hüzün döner

Evimize kondu derler aşımız bir tabak bulgur

Özlemler yol yol olur emek nereye gider

 

Açlık bize soğuk bize yoksulluk bize

Adına kader demişler katlanmak bize

Doyuran biz giydiren biz aç kalan çıplak kalan yine biz

Bu kaderi biz yazmadık bozacak olan yine biz

 

Biz Tekel işçileri olarak diyoruz ki toprağa değse de başımız yine de çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız.

 

Adıyaman'dan bir Tekel işçisi

 

 

Tags: 

TEKEL Mücadelesinde Neler Oldu (2)

 

İlk yazımızda Tekel mücadelesinde 20 Ocak tarihine kadar olan gelişmeleri aktarmaya çalışmıştık. Bu yazıda ise, kaldığımız yerden devam ederek çadırların kurulmasından, 2 Mart günü  sökülmesine uzanan süreci aktarmaya çalıcağız. Anlattığımız, tüm işçi sınıfının hikayesidir. Deneyimlerini paylaşarak yazımıza katkı sunan ve bu deneyimlerin hem Tekel mücadelesinin devamına hem de bundan sonraki mücadelelere ışık tutmasını sağlayan Tekel işçilerine teşekkürü  borç biliriz.

 

İlk yazımızı işçilerin komite kurma çabalarından bahsederek noktalamıştık. Mücadelenin başından 20 Ocak'a kadar dört - beş, ondan sonra da bir o kadar olmak üzere toplamda dokuz - on komite girişimi oldu. Ancak bu komitelerin işlerlik kazanarak hayata geçirilmesi mümkün olmadı. Şu anda mücadeleyi nasıl ilerletebilecekleri üzerine sürekli iletişim içinde olan ve her ilden ikişer üçer kişiden oluşan öncü bir grup var. Ancak bu grubun işçiler tarafından tanınan resmi bir komiteye dönüşmesi henüz gerçekleşmedi.

 

Bunun nedenlerini anlamaya çalıştığımızda karşımıza çıkan sorunlardan ilki işçiler arasındaki iletişimsizlik oluyor. Aslında her zaman birlikteler ve sürekli tartışıyorlar. Ancak daha örgütlü bir şekilde, örneğin bütün işçilerin biraraya gelip tartışabileceği bir kitle meclisini henüz oluşturamadılar. Yazının devamında aktarmaya çalışacağımız üzere illerin çadırlara ayrılması ve işçilerin zamanlarının çoğunu bu çadırlarda geçirmesi gibi bir durum da yaşandı. Bu durumun da iletişimin önünü kestiği söylenebilir. Diğer önemli sorun ise, genel olarak işçilerin sendikaya alternatif oluşturmak istememesi, dahası bundan çekinmesi oldu. Sendika yetkilisine sadece sendika yetkilisi olduğu için itibar edildi. Onun sözleri kararlı, öncü işçilerin sözlerine yeğlendi. Bu durum işçilerin kendi kararlarının arkasında duramaması gibi ciddi bir sorunu ortaya çıkardı. İşçilerin sendika yetkililerine bu psikolojik bağımlılığının da sendika dışı işçi komitelerinin ortaya çıkmasının önünde bir engel oluşturduğunu söyleyebiliriz.

 

Adıyamanlı bir işçi arkadaşımızın da söyledikleri gözlemimizi doğruluyor: "Çadırlar içinde konular tartışılsaydı ve her çadır kendi içinden  birkaç kişi çıkarsaydı, komite kendiliğinden oluşacaktı. Bu durumda  kimsenin itiraz etme şansı kalmazdı. Bu olmadı. Biz daha üstten bu konuyu gündeme getirmeye de çalıştık. Bunun gerekliliğine inanan insanların biraraya gelmesi gibi. Sorun iletişimsizlik, mesela çadırlar kurulduğunda bir tane de iletişim çadırı kurulmalıydı. Onu halletmiş olsaydık, komite işi de çözülmüş olurdu."

 

İşçi arkadaşlarımız açık bir şekilde sendikaya güvenmediklerini ifade ediyorlar ama sendikaya bir alternatif oluşturma endişesi komitenin kuruluşuna engel oluyor. Bu çelişkili bir durum olarak görünse de, aslında, sendikanın işçiler üzerinde hala ciddi bir etkisi olduğunu ortaya koyuyor. İşçiler sendikaya güvenmeseler bile ona tutunmaya ve onun aracılığıyla seslerini duyurabileceklerine inanmaya devam ediyorlar.

 

Sendika yöneticileri ise, tahmin edileceği üzere, komite adının geçmesinden bile rahatsız oluyorlar. Kontrolü kaybedeceklerini, kitleyi ellerinden kaçırıp kullanamayacaklarını anlıyorlar. Ama işçiler için bu, kapanmış bir sayfa değil. Yaşadıkları sorunlara, sendika yöneticilerinin kaygılarına rağmen komite kurma çabaları devam ediyor.

 

Olayların gelişimine tekrar dönecek olursak, 14 Ocak'ta diğer illerdeki Tekel işçileri ve  aileleri Ankara'ya geldiler ve üç günlük bir oturma eylemi yaptılar. Gece boyunca sokakta kalan işçiler ısınmak için ateşler yaktılar. Üçüncü gün yağan yağmur çadır kenti oluşturacak naylonların gerilmesine vesile oldu. Çadırların kurulması pek çok şey gibi kendiliğinden gelişen bir durumdu. Aslında geldikleri ilk günlerde sendikanın önüne bir direniş çadırı kurmak istemişlerdi; bu, ilk komite oluşturma çabası ile beraber gelişen bir talepti ama sendika karşı çıktı. Sonrasında bilinçli bir irade değil, hava koşullarının dayatması ile çadırlar oluştu. Yağmur yağınca işçiler il il ayrılarak naylonlar çektiler. Sendika, çadırlar kabaca oluştuktan sonra destek verdi. İl il ayrılmalarının nedeni, sivil polis ya da  provokatör gibi unsurların aralarına girmesini engellemek, herkesin kendi ilini kontrol altında tutmasını sağlamak, dağılmaların önüne geçmekti. Soğuk nedeniyle üstlerine gerdikleri naylonun etrafını da sardılar. Dışarıda variller içinde yaktıkları ateş yüzünden is ve duman altında kalmışlardı. Sobalar getirildi, çadırların içine yerleştirildi. Böylece sobalı çadırlar kurulmuş oldu.

 

 

Oturma eyleminin ardından 17 Ocak'ta birçok ilden gelen destekçiler ve işçilerle birlikte bir miting yapıldı. Mücadeleyi ancak yayarak kazanabileceklerinin farkında olan Tekel işçileri, sendika konfederasyonlarını genel grev kararı almaları için zorluyordu. Mustafa Kumlu'nun mitingde yaptığı işçilerin tahammül sınırlarını zorlayan konuşmada bekledikleri genel grev çağrısını duyamayan işçiler önce platformu, ardından da Türk-İş binasını işgal ettiler. Bunun üzerine Kumlu geri adım atarak uzlaşmacı bir tavır takındı; Türk-İş içinde ne kadar yalnız olduğundan ve diğer sendikalardan destek bulamadığından dem vuruyordu.

 

Bu mitingin ardından programda üç günlük açlık grevi vardı. Açlık grevine üç gün için başlanacak, bu sürenin sonunda hükümetten cevap gelmezse, grev süresiz hale gelecekti. Açlık grevinin tercih edilecek en son yol olduğunu düşünseler de, geldikleri noktada cansız bedenlerinin diri hallerinden daha değerli olduğunu,  ölmeleri durumunda ailelerinin alacağı ücretin şimdi mahkum edildikleri ücretten daha yüksek olacağını söylüyorlardı. Bu, bir kişinin  ürettiği aşırı bir fikir değildi. İşçilerin açlık grevine gitmesinden tedirgin olan herkesin karşı çıkışına alacağı muhtemel bir cevaptı. Bu durum katı bir gerçeklik olsa da, açlık grevinin doğru bir yöntem olmadığı fikrinin üstünü kapatamıyordu. Ve ayın 19'unda sayı 140 işçi ile sınırlı tutularak açlık grevine başlandı.

 

Ertesi gün toplanan Türk-İş, KESK, DİSK ortak eylem programını açıkladı. Tabandan gelen genel grev baskısı karşısında her gün destek ziyaretleri ve protesto eylemleri ile ayın 22'sinde 1 saat işe geç başlama eylemi yapma kararı aldılar. Ayın 21'inde biraraya gelen Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen, Memur-Sen, Hak-İş Konfederasyonları, hükümetin 26'sına kadar adım atmaması durumunda yapacakları dayanışma grevinin ve üretimden gelen güçlerini kullanacakları eylemin tarihini belirlemek üzere toplanacaklarını duyurdular. Aynı gün öncesinde işçilere tehditler savuran Başbakan Erdoğan, Türk-İş Başkanı Kumlu'yu görüşmeye çağırdı. Görüşmenin ardından Tekel işçilerinin durumu hakkında yanlış bilgi sahibi olduğunu öne sürerek, yeni bir çalışma yapılması için Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'i ve Devlet Bakanı Hayati Yazıcı'yı görevlendirdi. Görevlendirilen Şimşek, daha önce TEKEL işçileri için: "Hükümetimizin bir hatası varsa, özelleştirme sonucu açıkta kalan işçilerimize merhamet göstermesidir" demişti. Çalışmanın sonucunu aldıktan sonra Türk-İş heyeti ile tekrar görüşmek istediğini söyledi. Bu süreç beş gün alacaktı. Bu belirsiz durum karşısında işçiler doktorların uyarısını da göz önünde bulundurarak üç gündür sürdürdükleri açlık grevine ara verdiler. 26'sında hükümetten olumsuz cevap geldi. Görüşmeler silsilesi ayın 1'ine kadar sürecekti. Bir anlamda da oyalama politikası güdüyorlardı. Sonuç olarak, hükümet 4C'den geri adım atmamış, fakat 4C içinde birtakım iyileştirmeler yapmıştı. Daha öncesinde 11 aya çıkardığı çalışma süresine ek olarak ücretlerde iyileştirme, kıdem tazminatı ve 22 günlük izin hakkı getirilmişti. Fakat işçilerin cevabı: "Makyajlı 4C istemiyoruz" oldu.

 

Görüşmelerin bir sonuç vermemesinin ardından işçiler, 2 Şubat'ta açlık grevine tekrar başladı. Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK'ten oluşan 6 sendika konfederasyonu da tekrar biraraya geldi ve 4 Şubat için "üretimden gelen güçlerini kullanacakları genel bir eylem" kararı aldılar. Fakat bu karar, sendika konfederasyonlarının kendi inisiyatifleriyle değil, yine işçilerin baskısı sonucunda alınmıştı. İşçiler, 17 Ocak'ta yapılan mitingde genel grev konusunda çok kararlı olduklarını ortaya koydular. Kürsüyü ve Türk-İş binasını işgal ettiler. Kapıları kırma girişimi oldu. Kumlu iki üç saat boyunca istifaya çağrıldı. Mustafa Türkel de diğer sendikaları böyle bir karar almaya çağıran, Türk-İş'i keskin bir dille eleştiren bir konuşma yapmak zorunda kaldı.  Sendikaların kararı çok net bir şekilde tabanın sıkıştırmasının bir sonucuydu. Sendikalar görüşmeler ile işçileri oyalamaya da çalıştılar. Ancak sonunda konfederasyonlar genel grev kararı almak zorunda kaldılar.

 

Bu karar üzerine Erdoğan, işçilerin eylemlerinin "amacını aştığını" söyledikten sonra:  "Kusura bakmayın. Biz, yapılması gerekenin azamisini fazlasıyla yaptık. Amaç, hak arayışı değil, hükümete karşı aleni kampanyaya dönüşmüştür. Biz emanetçiyiz. Tüyü bitmemiş yetimin parasının emanetçisiyiz" dedi ve TEKEL işçilerinin maaşlarının ödendiğini, kıdem ve ihbar tazminatlarının hesaplarına yattığını, bir ay içinde müracaat ederlerse "geçici personel" düzenlemesinden yararlanabileceklerini sözlerine ekledi. Öte yandan, mücadeleyi bırakıp 4C'ye başvurmaları için süreyi kısıtlayarak işçileri işsizlikle üstü kapalı olarak tehdit de etti.   Açık  tehditlerden de geri durmamaktaydı. İşçilerin Türk-İş önündeki eylemini yasadışı, işgal olarak tanımladıktan sonra "Bu ay sonuna kadar sabredeceğiz. Ondan sonra yasal adım neyse onu atacağız (...) Çünkü olay, ideolojik grupların, aşırı uçların istismarına dönüşmüştür. Pankartlara bakın. Sloganlara bakın. Şahsımı, partimi hedef alan edep dışı, terbiye dışı üslup kullanılıyor. İşçiler istismar ediliyor" diyordu. Bu ifadeler Ankara Valisi Kemal Önal'ı harekete geçirdi. Bir tehdit de ondan geldi: TEKEL işçileri için düzenlenen genel eylemden hemen önce bir yazıyla kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan işçi ve memurlara eylemin "yasadışı" olduğunu belirtti. Katılanlar hakkında suç duyurusunda bulunacak, hemen işlem başlatacaktı.

 

Diğer yandan sendikaların genel grev kararı almış olmaları, genel grevin içini boşaltıp mücadelenin önüne set çekilmeyeceği anlamına gelmiyordu. Genel grev kararına Türk-İş içinden hükümet yanlısı olan birçok sendika karşı çıktı. Memur-Sen ve Hak-İş son anda geri adım atarak, greve katılmayacaklarını duyurdular. Türk-İş ise, Ankara'daki eyleme sadece sendika yöneticilerinin ve temsilcilerin katılması yönünde karar aldı. Böylece tabandan katılım için gelen isteğin önüne geçilmiş, farklı sektörlerden farklı şehirlerden işçilerin biraraya gelmesi engellenmiş oldu.  O gün mitingde 30.000- 40.000 kişi vardı ama bu 100.000'leri bulabilirdi. Ancak sendika bunu belirli bir seviyede tutmaya çalıştı. Diğer sendikalardan da greve katılım istenilen düzeyde olmadı. Ankara'ya geliş de aynı şekilde, yöneticiler bazında oldu. Sınıfın geneline yayılmış olmasa da Tekel işçilerinin katılımı % 80 civarındaydı. Yani 10.857 personelin 8000'i aşkın kısmı eylemdeydi. Ayrıca o gün, diğer illerde de Tekel işçilerine destek için mitingler düzenlendi.

 

Genel grevin ne kadar gerçekleştiğine gelince, gerçekte genel bir grev olmadı. Çok sınırlı ve yetersizdi. Genel grevin gücü, üretimden gelen gücün kullanılması ile yaşamı aksatma tehdidinden gelir. Fakat o gün konfederasyonlar tarafından genel grev ilan edildiğinden haberdar olmayan birinin gündelik yaşam içinde bunu fark etmesi pek olası değildi. Bu durum konfederasyon başkanları tarafından da kısmen kabul edildi. KESK Başkanı Evren: "Tekel işçilerinin başlattığı eylem, Türkiye'nin dört bir yanında büyük bir dayanışmaya dönüştü. Toplumsallaştı. Bu, eylemin başarısı ama üretimden gelen gücü kullanma, üretimi durdurma konusunda bazı yerlerde başarılı, bazı yerlerde başarısız olundu. Burada yetersizlikler var. Bunu da görmek gerek" şeklinde; Disk Başkanı Süleyman Çelebi de: "81 ilde iş bırakma eylemleri yapılmış, gösteriler düzenlenmiştir. İstanbul ve Ankara'da iş bırakma eylemlerinin beklenenin altında gerçekleştiği doğrudur fakat bu durumun dayanışma eyleminin genel başarısını etkilediği söylenemez" şeklinde açıklama yaptı.

 

4 Şubat günü, hükümet de karşı adım attı. Kamuda "geçici personel" istihdamı için yeni kararname yani 4C, Resmi Gazete'de yayınladı. 2010 için 36.215 4C kadrosu açıldı. Tekel kararnamede yer aldı. Aynı zamanda Bakanlar Kurulu kararı ile başvuru için 1 aylık süre tanındı. Aslında işçiler işten çıkarıldıktan sonra 8 ay boyunca işsizlik sigortasından maaş alma hakkına sahip ama bu düzenleme böyle bir ödeme yapmayı ortadan kaldırdığı gibi işsizlik tehdidiyle çok düşük ücrete çalıştırma gayesi de güdüyor. 16 Şubat'ta Tek Gıda-İş hükümetin koyduğu bir aylık süre kısıtlamasına karşı dava açtı. Bu dava ile özelleştirilen işletmelerden çıkarılan işçilerin 4C'yi tercih etmeleri için tanınan bir aylık sürenin iptali isteniyordu. Bu hüküm iptal edilirse, Tekel işçileri sekiz aya kadar asgari ücretin iki katı tutarındaki iş kaybı tazminatını alabilecek ve bu süre bitiminde de isterse 4C'li olabilecekti. 4 Şubat'a kadar genel grev olan itici güç yerini Danıştay kararını beklemeye bıraktı.

 

4 Şubat'a kadar işçileri ayakta tutan, konfederasyonlara genel grev kararı aldırarak mücadelenin yayılmasını sağlama çabasıydı. Beklenilenin gerçekleşmemesi, gerçekten bir genel grevin olmayışı ise, mücadelenin seyrini değiştirdi. Öncesinde mücadelenin yayılması için sendikaları zorlama ve genel grev fikri temel itici güçken, 4 Şubat'ın yarattığı hüsran ile gözler 4C için getirilen bir aylık süreye çevrildi. Hukuki sürecin ön plana çıkması, genel olarak mücadelenin zayıfladığı anlarda olur. Burada da durum farklı değildi. Hem mücadelenin zayıflatılmasında hem de hukuki mücadeleyi odak noktası haline getirmede sendikanın rolünü hafife alamayız. Kabaca söyleyecek olursak, işçiler başlarına bela olmuştu. En iyisi onları evlerine göndermek ve süreci yargı yoluyla götürmekti ve o yönde çalışma yürüttüler. Bu bekleme süreci, işçiler açısından, risk almak anlamına da geliyordu. İşsizlik ile tehdit edilerek 4C'ye zorlanıyorlardı ama bunun da bir süresi vardı. 1 ay sonra 4C gibi bir ihtimalleri de olmayacaktı. Sendikacılar ise, aleni olarak 4C'yi savunmasalar da: "Biz size ne geçin diyebiliriz ne geçmeyin diyebiliriz" diyorlardı. Hatta bazı temsilcilerin: " 4C'ye geçmek en mantıklısı" dediği bile söyleniyordu. Fakat bunu militan işçilerin yanında yapamıyorlardı; çünkü böyle durumlarda tartışma çıkıyor ve sonunda kaçmak zorunda kalıyorlardı.

 

Kıdem tazminatlarının yatırılması ve tazminatların işçiler tarafından kullanılıp kullanılmadığı 4 Şubat ve takip eden günlerin gündemini oluşturmuştu. İşçilerin iş akdinin feshedilmesinin ardından hakları olan kıdem ihbar tazminatları Vakıfbank'a yatırıldı. Sonra Erdoğan'dan: "İşçiler tazminatlarını aldı, orada kalanlar işçi değil" sözlerini duyduk. Oysa direnişteki işçiler kıdem tazminatlarını çekmeme kararı almışlardı; çünkü kıdem tazminatlarını çekmek bir anlamda 4C yoluna girmek anlamına geliyordu. Fakat borçları olan işçilerin hesabından otomatikman kesintiler oldu. Bu da sanki işçiler tazminatlarını kullanmış gibi bir izlenim yarattı ama asıl önemlisi hükümetin işçilere oynadığı oyundu. Oyun şöyle cereyan etti: Hükümet, Maliye Bakanlığı aracılığıyla Vakıf Bank Genel Müdürlüğü'ne emir vererek işçiler adına yeni bir hesap açtırıyor; Vakıf Bank Genel Müdürlüğü işçilerden habersiz işçiler adına açtığı hesap için her bir işçiden 25 YTL kesiyor ve tazminatlarını o hesaba aktarıyor; dolayısıyla işçiler tazminatlarını kullanmış gibi görünüyordu. Bu kurnazlık açığa çıktıktan sonra sendika bu konuda da dava açtı.

 

İşçiler 2 Şubat'ta üç günlük açlık grevine başlamışlardı. Grev 5 Şubat'ta sona erdi. Ancak grevin sonlandığı gün 100 Tekel işçisi bu kez süresiz açlık grevine başladı. Tek Gıda-İş Sendikası başkanı Mustafa Türkel 11 Şubat günü süresiz açlık grevine son verdiklerini duyurdu. Sendikanın bu kararına rağmen açlık grevine devam eden 16 işçiye de sendikanın kararlarına uyma çağrısında bulundu. Daha sonra bu çağrıyı doğrudan işçilerin kendisine de yaptı ama açlık grevine devam eden kararlı bir işçiden kendi iradeleri ile devam etmek istedikleri cevabını aldı ve aralarında bir tartışma çıktı. Aynı işçi bu olaydan bir gün sonra başka bir işçi tarafından konuşmak bahanesiyle dışarı çağırıldı. Burada açlık grevini bırakması söylenerek darp edildi. Saldırgan işçinin daha öncesinde de işçi arkadaşlarına karşı sendikayı savunduğu ve dengesiz yapıda biri olduğu söyleniyor. Bu olaya ilişkin ayrıntılı bilgiye sahip olmadığımızdan saldırgan işçinin bağlantıları hakkında herhangi bir iddia ortaya koyamıyoruz. Bu işçiyi grevci arkadaşına saldırtan sendika yönetimi olabilir de olmayabilir de. Ancak bir işçiyi diğerine saldırtmak için tutsa da, bu işçi yönetime yaranmak için sendikadan bağımsız olarak böyle bir davranış içinde bulunmuş olsa da, her durumda sendika dolaylı ya da dolaysız bir biçimde bu işte sorumluluk sahibidir. Çünkü herhangi bir işçi sendikaya yaranmak için açlık grevindeki arkadaşını darp edebiliyorsa, bunun nedeni sendikal bürokrasinin işçi sınıfından ayrı ve onunla çatışan çıkarlara sahip olması ve bu işçinin söz konusu çıkarlara hizmet ederek sendika bürokratlarına yaranmak istemesidir. Bu örnek de açıkça gösteriyor ki mücadele eden işçilerin temel derdi mücadeleyi nasıl kazanabiliriz iken, sendikalar bambaşka bürokratik çıkarlar ve siyasi hamleler peşinde koşuyor. Bu durum aslında şaşırtıcı olmaktan ziyade sendikaların bugünkü karşı-devrimci doğasını gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemli.

 

Erdoğan'la yapılan görüşmeler ise devam etti. Bu görüşmelerden olumlu sonuç çıkmaması ve Hak- İş'in ortak hareket etmekten çekilmesinin ardından 12 Şubat'ta Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK tekrar biraraya geldi. Bu toplantıda, hükümetle görüşmeye devam edilmesi, 4C maddesinin iptali için Danıştay'a dava açılması, 20 Şubat'ta, konfederasyonların yerel örgütlerinin Tekel işçilerine destek için Ankara'ya gelip onlarla birlikte Türk-İş binası önünde sabahlaması kararları alındı. 16'sında ise, ortak eylem planlarını açıkladılar: 18 Şubat'ta dört konfederasyona bağlı sendikaların bütün şubelerine ve asılabilecek her yere "Tekel işçisinin mücadelesi mücadelemizdir" ve "Kuralsız ve güvencesiz çalışmaya hayır" pankartları asılacaktı.19 Şubat'ta bütün illerde oturma eylemleri ve basın açıklamaları yapılacak, ardından 20 Şubat'ta Ankara'da bir dayanışma mitingi düzenlenecekti. Bu mitinginde şehir dışından gelenlerle birlikte Kolej Meydanı'nda toplanılıp, Sakarya Meydanı'na yürünecek ve Tekel işçileriyle birlikte sabahlanacaktı.

Adanalı Tekel işçileri, mücadelenin yayılmasının önemine vurgu yaparak 20 Şubat mitingine şöyle çağrı yaptılar: "Türkiye'deki bu kötü düzene karşı olan herkesin eylemimize destek vermesini istiyoruz. Bu artık bizim davamız olmaktan çıktı. Bu çoğunluğun, ezilenlerin davası. İnşallah kazanacağız. Biz bir ateş yaktık, gerisini halkın getirmesi gerekiyor. Bu bizim geleceğimiz, çocuklarımızın geleceği, Türkiye işçi sınıfının geleceği. Biz önderlik yaptık, gerisini getirmek onlara kalmış. Biz hakkımızı almadan buradan gitmeyeceğiz, ama halkın da uyanıp bize destek vermesi gerekiyor çoluğuyla, çocuğuyla herkesle"[1].

11 Şubat'ta Tek Gıda-İş Sendikası açlık grevini sonlandırdığını açıklamış, ancak 16 işçi açlık grevine devam etmişti. 12 Şubat günü bir işçi hastaneye kaldırılmış, ardından 5 işçi daha açlık grevine katılmıştı. Bu işçiler, 17 Şubat'ta 'açlık grevindeki Tekel işçileri olarak kendi iradeleriyle sürdürdükleri eylemi yine kendi iradeleriyle bitirdiklerini; gerektiğinde yeniden başlamaktan çekinmeyeceklerini' açıklayarak açlık grevine son verdiler.

 

Dayanışma mitingi ise, sendikaların, siyasi partilerin, kitle örgütlerinin katılımıyla 20 Şubat'ta gerçekleştirildi. Bu mitingde Tekel direnişinin başladığı günlerde işsiz kalan İzmit Gebze'den Balnak lojistik işçileri de vardı. Planlandığı üzere sabah Kolej Meydanı'nda toplanıldı ve Sakarya Meydanı'na yüründü. Sakarya Meydanı eylemcilerle dolmuştu. Tüm meydan karnaval alanına dönmüş, Sakarya'nın çehresi tamamıyla değişmişti. Öte yandan genel olarak işçiler çadırlardayken, eylemciler meydandaydı. Bu iki ayrı eylem alanı arasında bir devridaim hep oldu ama ayrım da baki kaldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde insanlar yorgun düşmüştü. Sokakta kartonlar üzerinde uyuyakalanlar vardı. Gün ağardıktan sonra toparlanıldı ve öğlen yapılan basın açıklaması ile eylem sonlandırıldı. Ardından da şehir dışından gelenlerin dönüşleri başladı. Bu miting, Tekel işçilerine moral vermesi ve sınıf dayanışması açısından önemliydi. Fakat sendikaların temsilciler ve yöneticiler düzeyinde katılmasına karar vermeleri nedeniyle diğer sektörlerden işçilerin katılımı çok düşük oldu ama şehirlerdeki Tekel işçileri gelmişti. Bu olumsuzluklara rağmen destek almış olmak işçiler açısından önemliydi. Gece boyunca dolaştığımız çadırlarda işçilerin eylem hakkında olumlu izlenimleri vardı ve eylemin kendilerine moral verdiğini söylediler.

23 Şubat'ta Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK'ten oluşan sendika konfederasyonları tekrar toplandı. Bu toplantıda hükümetin geri adım atmaması halinde 26 Mayıs'ta genel eylem düzenleme kararı aldılar. 3 ay sonrasına genel eylem kararı almak işçilerle dalga geçmek gibiydi. Karar işçilere açıklanmadan önce İnternet'e düşmüştü. Okuyanlar birbirini haberdar etti. İnanamayanlar İnternet'e girip kendileri okudu. Sonra alana dönüp arkadaşlarına da durumu bildirdi ama kimse inanmak istemiyordu. Şube yöneticilerine de daha açıklama yapılmamıştı ve onlar haberin doğru olmadığını söyleyerek bunu dillendirenlere tepki gösterdiler. Haberin yayılması ve kararın açıklanmasından sonra ise, işçiler Türk-İş'e ve Kumlu'ya büyük tepki gösterdi. "Kumlu istifa" sloganları atılıyordu. Bu kritik anda Türkel  niteliğini açıkça ortaya koydu. İşçiye: "Kumlu istifa etsin demeye devam ederseniz, ben istifa ederim" diye seslenmişti. İşçiler Türkel'e de tepki göstermekten çekinmediler.

Tek Gıda-İş  Sendikası Başkanı Mustafa Türkel, 24 Şubat günü Türk-İş Genel Sekreterliği görevinden istifa etti. İstifa gerekçesi ile ilgili açıklamayı 2 Mart'ta yapacağını duyurdu. 2 Mart, hükümetin işçilere 4C'ye geçiş için tanıdığı sürenin son günü ve çadırlara yapılacak müdahalenin tarihiydi. Türkel, istifa gerekçesini işçilere açıklama gereği duymuyordu. Açıklama yapmayarak işçileri de, onların iki ayı aşkın mücadelesini de hiçe saymış oluyordu. Acaba istifa eden bir insan istifa gerekçesini neden açıklamazdı? Hükümetin işçileri hem işsizlik hem de müdahale ile tehdit ederken verdiği süre zarfında ortadan kaybolmak ne anlama geliyordu? 2 Mart'ın geçmesini, suların durulmasını beklediğini söylemek abartı mı olacaktı? Buna kaçak dövüşmek denmez de ne denirdi?

Bu belirsiz durumlar, doğal olarak Türkel'in istifasıyla ilgili kafa karışıklığına yol açtı. İstifasının nedeni işçilerin Kumlu'yu istifaya çağırması da, Türk-İş içinde destek bulamaması da olabilirdi. İşçiler her iki ihtimal üstünde de duruyorlardı. Adıyaman'dan bir Tekel işçisi durumu şöyle değerlendiriyordu: "İki türlü yorum yapılabilir. Basına yansıyan şekliyle, Tek Gıda İş Sendikası Başkanı işçilere tepki olsun diye istifa etmişse, bunu yanlış buluyorum. Böyle bir lüksü olamaz. Bu süreci baltalamaya kimsenin hakkı yok. 71 gündür direnç gösteriyoruz. 12 bin işçinin içinde muhakkak zaman zaman sinirlerine hakim olamayan ve tepki gösterenler olacaktır. Diğer taraftan, Türkel Tek Gıda-İş Başkanlığından değil, Türk-İş Genel Sekreterliği'nden istifa etti. Bence bu istifa, dün konfederasyonların aldığı kararlara bir tepki de olabilir. Eğer öyleyse, Türk-İş'e ya da diğer konfederasyonlara: "Bizi yalnızlaştırıyorsunuz" demek için bir tepkiyse, biz Başkanımızı yüreğimize, bağrımıza basarız. Basına yansıdığı şekliyle işçilere tepki için istifa ettiğini düşünmek istemiyorum.Türk-İş yönetimine tepki olduğunu düşünmek istiyorum. Dün Türkel'e tepki gösteren arkadaşların da geneli yansıttığını düşünmüyorum. Birkaç  kişinin attığı "Türkel istifa" sloganıyla Türkel istifa etmez. Başka nedenleri olabilir. Bizim baştan beri tepkimiz Kumlu'ya, hükümete olan yakınlığına, samimi davranmamasınaydı. Ama Türkel'e başından beri inandık. Başkanın açıklamasını beklemek lazım". İstanbul'dan bir Tekel işçisi ise, istifayı şöyle değerlendirdi: "Biz bir aileyiz, aramızda tartışmalar olabilir. Eğer işçilerin tepkileri yüzünden istifa ettiyse, doğru yapmamış. Ama Türk-İş yönetimine bir tepkiyse doğrudur. İşçilerin tepkileri yüzündense, kaçmanın bir mazereti olmuş. Bu işçiyi böyle bırakıp gitmesi doğru değil. Gitse de gitmese de bu mücadele sürecek. 71 gündür Türkel bizi her gün tehdit etti aslında, bir kocanın karısını tehdit etmesi gibi. Ama sabrettik, bölünmedik. Şu anda işçilere karşı böyle bir tepki, kaçmak için mazerettir benim gözümde, tabi eğer bu yüzden istifa ettiyse. Çocuk gibi: "Ben küstüm, gidiyorum" demek doğru değil. İşçiler olarak tek istediğimiz sendikal görevlerini yerine getirmeleri ve bizi azarlamamaları. Konfederasyonların son aldıkları kararlara karşı buradaki tepki çok doğal bir tepkiydi ve bütün işçileri kapsadığını, bütün işçilerin ortak bir tepkisi olarak düşünüyorum.  Sabah işçi toplantıları yapılacaktı. Ancak Türkel'in acil bir toplantısının olduğu, bu yüzden işçi toplantılarının öğleden sonraya ertelendiği söylendi. Bir süre sonra da kendisinin istifa haberi geldi. Türkel nereye gitti, kiminle görüştü, bu görüşmede neler oldu, bilmiyoruz[2]"

Türkel, işçilerin Türk-İş'e ve Kumlu'ya tepki gösterdiği sırada bunu doğru bulmadığını, böyle bir olayın tekrarlanması halinde istifa edeceğini söylemişti. Sendika yöneticileri bu nedenle Türkel'in istifanın işçiye tepki olduğunu düşündüler.  Bu düşünüşün bir sonucu olarak Tek Gıda-İş Genel Eğitim Sekreteri Mustafa Akyürek Türkel'in istifasının Türk-İş yönetimiyle anlaşmazlıktan kaynaklandığı iddialarının doğru olmadığını, kararına işçilerinden aldığı tepkilerin kaynaklık ettiğini açıkladı.

Ayın 23'ünde Balıkesir'deki maden ocağında meydana gelen grizu patlaması nedeniyle on üç işçi hayatını kaybetti. Bu, madendeki güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle 2006'dan beri gerçekleşen üçüncü iş cinayetiydi. İlkinde üç işçi, ikincisinde on yedi, bu son kazada da on üç işçi hayatını kaybetmişti. Haberi alan işçiler çok büyük bir acı duydular. Güvencesiz çalışma koşullarına, ölen sınıf kardeşleri çoktan


 

mahkum edilmişti. Şimdi onlar da bu koşullara mahkum edilmek isteniyordu. Sınıfsal öfkeyi ve acıyı hissetmemek olanaksızdı. Adıyamanlı bir Tekel işçisi o günü şöyle anlatıyor: "Ölenlerin de bizden biri olduğunu hissetmek, dayanışmak. O zaman yüzde yüz katılım vardı. Herkes onu, o acıyı hissediyordu. Dövizler hazırladık, siyah kurdeleler, basın açıklaması yaptık. Sınıf dayanışması açısından çok önemliydi". Artık her akşam olmaya başlayan meşaleli eylemde de madenciler tekrar anıldı, saygı duruşunda bulunuldu. "Yaşasın sınıf dayanışması" sloganı ise, o günün sesi oldu.

 

Ertesi gün yani ayın 25'i sabahı, işçiler acı bir haber daha aldılar. Arkadaşları Hamdullah Uysal, geçirdiği trafik kazası sonucunda hayatını kaybetmişti. Amasya doğumlu Hamdullah Uysal, Samsun'da Tekel işçisi olarak çalışmaktaydı. 39 yaşındaydı ve biri engelli iki çocuğu vardı. Direnişin başından beri Ankara'daydı. Mücadele boyunca yalnızca iki defa evine gidip gelmişti. Açlık grevine de katılmıştı.

 

Bundan önce de Tekel mücadelesi içinde ölümler olmuştu. Çocuklarını yitirenler, anne ve babalarını kaybedenler vardı ama böyle değildi. Hamdullah Uysal ön saflarda yürüyen mücadele içerisinde olan bir işçiydi. İşçiler onu bir mücadele şehidi olarak değerlendiriyorlardı. Kazanın oluş biçimi de sınıfsal öfkeye neden olmuştu. Saat 05.30 sularında sabah namazına giden Uysal'a, Mithat Paşa Caddesi üzerinde cip kullanan alkollü biri çarpmıştı. O kişiye ve temsil ettiği sınıfa yönelik bir öfke vardı. İşçiler katilden: "Cipli zenginin biri" diye bahsediyorlardı.

 

İşçiler Uysal'ı hem bir mücadele şehidi olarak gördükleri için, hem de artık Türk-İş'in önündeki çadırlar işçilerin evleri gibi olduğu için cenazesini Türk-İş önüne getirmek, orada tören yapıp memleketine göndermek istediler. Uysal'ın eşiyle konuştular. O da: "Türk-İş'in önü evi gibiydi, Türk-İş'in önündeki çadır kendi evidir, kendisi olsa öyle isterdi. Türk-İş'in önünde tören yapıp öyle gönderin" dedi. 

 

Bunun üzerine 400-500 kişi cenazenin götürüldüğü Keçiören'deki Adli Tıp Kurumu'nun önüne gitti. Aslında herkesin isteği orada bulunmaktı ama çadırları boşaltmamak için sayı sınırlı tutuldu; çünkü hükümetin tehditleri devam ediyordu. İşçiler alanı boş bıraktıkları anda hükümetin saldırıp çadırları sökerek eylemi dağıtabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle belirlenen sayının dışındakiler eylem alanında kaldılar ve Türk-İş'in önünde cenazenin getirilmesini beklemeye başladılar.

Adli Tıp Kurumu'na gelen Tekel işçileri cenazeyi almak için girişimde bulundular. Kurum,  kardeşi ile eniştesinin geleceğini söyleyerek işçileri saatlerce bekletti. Sonunda Uysal'ın yine Tekel işçisi olan bir köylüsü geldi. Cenaze ona da verilmedi. Ardından teyzesinin eşi olduğunu beyan eden bir "enişte" ortaya çıktı. Kurum cenazeyi ona vereceğini bildirdi. Cenazenin resmi olarak sadece birinci dereceden yakınlarına verildiğini bilen işçiler bu "enişte" hikayesine inanmadılar. "Eniştenin" sivil polis olabileceğinden şüphelendiler ve bunu dillendirdiler. Bir süre sonra "enişte"  sivil polis olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine işçiler cenazeyi alma isteklerini yinelediler. Ancak Emniyet'ten yine izin alamadılar.   Saatler süren yeni bir bekleyiş ve arayıştan sonra sabah saatlerinde bulabildikleri Uysal ailesinin telefonları kapalıydı. Uysal ailesi Ankara'ya gelmişti ve şehre girdiği ilk andan başlayarak Emniyet ve Valilik tarafından baskı altına alınmıştı. Yolunu kesen Ankara Emniyeti, cenazenin Ankara'da tören yapılmadan doğrudan memleketine götürülmesi konusunda ona taahhütname imzalatmaya çalışmaktaydı. Baskılar Adli Tıp Kurumu'nda da devam etti. Sonunda aile cenazeyi tören düzenlenmeden memleketlerine götürmeyi kabul etmek zorunda kaldı. 

Bu arada Adli Tıp Kurumu'nun önünde bekleyen arkadaşlarına cenazenin kendilerine verileceği söylendi. Bunun üzerine işçiler araçlara bindi. Ancak ambulansın farklı bir yöne doğru hareket ettiğini fark eden bir grup işçi hemen araçlardan inip ambulansın önünü kesti. Diğer işçiler de onları takip etti. Toplu olarak ambulansın önünde durup hareketini engellediler. Duruma müdahale eden polis, Tekel işçileri ile ambulansın arasına barikat kurdu. Ambulans orda iki saat daha bekletildi. Emniyet'in işçileri zor kullanarak uzaklaştırıp aracı kaçırmaya kalkması üzerine bir grup işçi ambulansın önüne yattı. Bunun üzerine polis geride kalan Tekel işçileri ile ambulansın önüne yatan grup arasına girdi. Arkada kalan işçiler arkadaşlarının yanına geçmeye çalıştılarsa da polis onları biber gazı sıkarak etkisiz hale getirdi ve ikinci barikatını kurdu. Sonra ambulansın önündeki küçük gruba yöneldi ve onları da sürükleyip dışarı çıkardı. Bu grubu köşeye sıkıştırmak, bırakmamak istiyordu. Diğer işçiler ise, polisin sıkıştırdığı arkadaşlarıyla birleşmeye çalışıyordu. Ancak bu birleşme gerçekleşemedi ve polis kullandığı orantısız güç ile yolu açarak ambulansı kaçırdı.


 

Bu arada Türk-İş'in önünde bekleyen işçiler Mithat Paşa Caddesi'ne giderek Hamdullah Uysal'ın öldüğü yere karanfil bırakmak istediler; ancak polis tarafından engellendiler. Polis Adli Tıp Kurumu'na arkadaşlarının yanına gitmek üzere Sakarya Meydanı'nda toplananları da dağıttı. Mithat Paşa Caddesi'ne barikat kurulmuş, işçilerin çıkışına izin verilmiyordu. Cenazeyi bekleyen işçiler bu engel üzerine: "Ölümüzden korkuyorsunuz" diyerek tepki gösterdiler. "Katil Tayyip", "Katil AKP İşçiye Hesap Verecek" sloganları atılıyordu. Bütün engellemelere rağmen bir grup işçi Hamdullah Uysal'ın öldüğü yere karanfil bırakmayı başardı.

 

Adli Tıp'ın önünden Türk-İş'e giden işçiler Mithat Paşa Caddesi'ne geldiler. Emniyet işçilerin caddeyi toplu halde geçmesini engellemek için barikat kurdu. İşçiler barikatı aşarak caddeye çıktılar ve oturma eylemi başlattılar. Türk-İş'in önündeki işçiler de yola çıktı. Birlikte Hamdullah Uysal anısına sloganlar atarak 20-25 dakika süren oturma eylemi yaptılar. Bu eylem sırasında da polis işçileri sağlı sollu abluka altına almıştı. İşçiler oturma eylemini bitirerek Türk-İş önüne geldiler.

 

Tüm bu olaylar olurken sendika işçilerden yana tutum almadı. Adli Tıp Kurumu önünde işçilere müdahale edilirken yoktu. Türk-İş önündeki işçiler alandan çıkmak istediklerinde ise, sadece onları sakinleştirip çadırlara döndürmeye çalıştı.

 

Hamdullah Uysal'ın ölümü düzen güçlerinin işçilerden ne kadar çok korktuğunu bir kez daha su yüzüne çıkardı. Emniyet ve Valilik cenazenin işçiler tarafından uğurlanmaması için elinden geleni yapmıştı ama bu nafile bir çaba oldu. İşçilerin polis barikatını aşarak Uysal'ın öldüğü caddeye çıkmaları ve 20-25 dakikalığına da olsa yolu trafiğe kapatarak oturma eylemi yapmaları, belki de, düzenlenebilecek en güzel uğurlamaydı.

 

Uysal'ın ölümü Tekel işçilerini çok üzmüştü ama aynı zamanda illerde kalan Tekel işçilerinin olayın ciddiyetini anlamalarını sağladı ve onların mücadeleye katılmaları için kamçılayıcı oldu. Hamdullah Uysal'dan bize kalanlardan biri de 15 Ocak'ta Birgün gazetesine verdiği röportajda sınıfın geri kalanına yaptığı çağrıydı: "Burada işçi sınıfının kazanacağı bütün haklar yarın ve yarından sonraki işçi sınıfı hareketleri için pusula olacak. Direnişimize el vererek geleceğinizi kurtarın".

 

Ertesi gün 25 Tekel işçisi AKP il binasına gitti. Binaya giren Tekel işçileri Hamdullah Uysal'ın fotoğrafının olduğu pankartı asmak istedi. Bunun üzerine bina içindeki işçilere özel güvenlik güçleri ile polis tarafından müdahale edildi. Polisin müdahalesi dışarıdaki işçi grubunu harekete geçirdi ve onlar da içeri girmek istedi. Ancak onlara da dışarıda saldırıldı ve bu saldırı sırasında birçok işçi yaralandı. 19 işçi gözaltına alındı. "Katil AKP, Katil Tayyip" sloganları atıldı ve işçiler Hamdullah Uysal'ın ölümünden AKP'nin sorumlu olduğunu haykırdı. Geride kalanlar arkadaşlarının götürülmesini engellemek için gözaltı araçlarının önünü keserek: "Her yer Tekel, her yer direniş", "Baskılar bizi yıldıramaz" sloganlarını attılar. Ancak ne yazık ki arkadaşlarının götürülmelerine engel olamadılar.

Gözaltı haberi Sakarya'daki işçilere ulaştıktan sonra İzmir çadırından bir grup kadın işçi karakola gitti. Tadilat var bahanesiyle gözaltındakilerin kaydı alınmıyordu. Türk-İş önünde kalan bir grup işçi de sendikaya avukatlarını göndermesi için baskı yaptı.  Bu olay sendikanın inisiyatifi dışında gelişmişti ve sendika buna dahil olmak istemiyordu ama baskılar sonucunda sendikacılar avukatlarla birlikte karakola gidip işçilerle görüşmek zorunda kaldılar. Ertesi gün işçiler, sabah 10.00'dan gece 21.00'e, arkadaşları bırakılıncaya dek adliyenin önünde beklediler. İşçilerin gözaltına alınıp bırakılmaları yaklaşık 40 saat sürdü. 15 işçi öğleden sonra serbest kaldı. Savcılığın "kamu malına zarar vermek ve memura mukavemet" nedeniyle tutuklanmasını istediği 4 işçi ise, mahkemeye sevk edildi. Onlar da aynı gün akşama doğru duruşmadan sonra bırakıldı. Kendilerini bekleyen işçi arkadaşları ve destekçilerle birlikte Türk-İş önüne döndüler.

 

1 Mart'ta Danıştay, Tekel işçileri için tanınan 1 aylık 4C'ye başvuru süresine yapılan itirazı haklı bularak yürütmeyi durdurma kararı aldı. İşçiler bu kararı büyük bir coşkuyla kutladı. Öncü işçiler, bu coşkunun zafer sarhoşluğuna dönmemesi için uyarılarda bulunmaya üç dört gün öncesinden başlamışlardı ama etkili olamadılar. Bu yalancı zaferin sarhoşluğu, ertesi gün alınacak kararlarda işçilerin kararlı ve toplu durmasını baltalayacaktı.

 

Ertesi gün Mustafa Türkel çadır eyleminin bittiğini açıkladı. Türkel'in açıklaması işçileri sendikanın aldığı bitirme kararına karşı çıkanlar ve çıkmayanlar olmak üzere ikiye böldü. Karşı çıkanlar tepkilerini: "Çadırlar onurumuzdur. Onurumuza dokundurtmayız" sloganıyla dile getirdiler. Diğerleri ise: "Türkel onurumuzdur" sloganını attılar. Karşı çıkan ve onaylayan işçiler karşı karşıya gelmiş, karşı çıkanlar azınlıkta kalmıştı. Bazı çadırlar daha açıklama bitmeden sökülmeye başlanmıştı. Genel bir konuşma ya da tartışma yapmak için fırsat bulamadılar. Bunun üzerine, sendika kararına karşı çıkan işçiler kendi aralarında konuşup tartıştılar ve bir strateji çerçevesinde hareket etme kararı aldılar. Çünkü, sendika, kararını onaylamayan işçiler ile onaylayan işçileri çatıştırmaya, kararına karşı çıkan işçileri izole etmeye, sürecin dışına atmaya çalışıyordu. 1 Nisan'da Ankara'da, 26 Mayıs'ta genel eylemde yani sürecin bundan sonrasında kararlarına biat etmeyen, başından beri onlar için sorun olan işçileri devre dışı bırakıp diğerlerini tamamen kontrolü altına almak amacındaydı ve işçiler bu oyunu boşa çıkarmak zorundaydı. Kendi aralarında konuşan militan işçiler çoğunluktaki işçi arkadaşlarıyla karşı karşıya gelmemek için çadırların sökülmemesi konusunda diretmekten vazgeçtiler. Direnenler Adıyaman, İzmir, İstanbul ve Diyarbakır çadırlarıydı. Kendi aralarında aldıkları kararın sonrasında çadırlarının da sökülmesini kabul ettiler.

Aslında sendika, 20 gün kadar öncesinden çadırların kaldırılması yönünde çalışma yapmaya başlamıştı. Sendika temsilcileri çadırlarda bu konuda ikna edici konuşmalar yapıyordu. İşçilerin Adliye'nin önünde gözaltına alınan arkadaşlarını bekledikleri gün, sendika il il toplantı yapmış. O toplantıda da çadırların kaldırılması yönünde telkinler de bulunmuştu. Alttan alta yürüttüğü bu çalışmalar sonucunda, karar açıklandığında işçilerin büyük bir çoğunluğunu kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Öncesinde bir işçi arkadaşımızla çadırlara müdahale olup olmayacağını konuştuğumuzda bize müdahaleye gerek yok, sendika o işi hallediyor zaten demişti. Bu da işçilerin aleyhine sendika ile hükümet işbirliğini açıkça ortaya koyuyordu ama işin kötü tarafı sendika işçilerin tarafında gözüküyor, deyim yerindeyse onları arkadan hançerliyordu. Çadırların kaldırılmasının ardından sevinçli ve hüzünlü olanların yanı sıra öfkeli olanlar da vardı. Konuştuğumuz bir işçi ise, durumu kızgınlıkla, her şey sendikanın iş karıştırması ile başlayıp onunla bitiyor diye özetliyordu.

Tekel mücadelesi işçi sınıfının 90'lardan beri süregelen sessizliğini bozan bir çığlık gibiydi. Bir yandan da mücadele yepyeni bir yöntem ortaya koymuştu. Çadırların kurulması ve 24 saat yerleşik bir hayatın çadırlarda sürdürülmesi daha önce yaşanmamıştı. Yazının başında belirttiğimiz gibi bunun olumlu yönleri oldu. İşçilerin kendi aralarında oto-kontrol geliştirebilmesini sağladı. Öte yandan olumsuz yönleri de oldu. Bir süre sonra rehavete yol açtı. Bu rehavet işçilerin büyük bir kısmını çadırların içine hapsetti. İletişimsizlik sorunu ortaya çıktı. Yine de olumlu ve olumsuz yönleri ile çadırlar mücadelenin ifadesiydi ve bir simge haline gelmişti.

 

1 Nisan'da Ankara'da buluşmak üzere çadırların sökülmesi, militan işçiler için mücadeleye bir ay ara vermek anlamına gelmiyordu. Her ilden birkaç kişiden oluşan bu işçi grubu, illere döndükten sonra birbirleriyle iletişim halinde, koordineli bir biçimde illerde mücadeleyi sürdürme kararı aldılar. 1 Nisan'a gelişi örgütlemek, konuyu sıcak tutmak ve diğer direnişlere ziyaretler düzenlemek de militan işçilerin çadırların dağıtılması sonrasında ortaklaştığı strateji idi. Çadırların dağıtılmış olması mücadelenin yenilgisi gibi gözükse de, militan Tekel işçilerinin mevcut mücadelelerin ortaklaşması ve sınıfın geneline yayılması çabası doğrultusunda örgütlü bir biçimde çalışmaya başlamaları, yalnız Tekel işçileri için değil, sınıf mücadelelerinin tümü için önemli sonuçlara gebedir.

 


[1] https://bianet.org/bianet/insan-haklari/120173-tekel-iscileri-herkesi-ankaraya-bekliyor

[2] https://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=29399

 

Tags: 

TEKEL Mücadelesinin Dersleri

 

ANKARA DENEYİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

 

2007'de gerçekleşen Türk Telekom grevinin ardından, yayın organlarımızda bu mücadelenin işçi sınıfı için ne ifade ettiğine dair açık bir tartışma yürütmüştük. Bu defa da, aynı şeyi, TEKEL grevinin ortaya attığı meselelere dair yapmak istiyoruz. İşçilerin, böylesi deneyimlerden nasıl dersler çıkartılabileceğini ve bu derslerin gelecek mücadelelere nasıl uygulanabileceğini tartışmalarının önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu yazıyı hazırlama amacımız da böylesi önemli bir tartışma açabileceğini umduğumuz bazı soruları ortaya atmaktır.

 

Grevleri kim kontrol eder?

 

Akla gelen ilk soru, sendikaların rolünün mahiyeti ve işçilerin kendi mücadelelerini kontrol edip etmedikleri. TEKEL grevinde pek çok işçi sendikanın kendileri için mücadele etmeyeceğinin farkındaydı. Mücadele, işçilerin sendikaya karşı öfkesinin ifadesine, ayrıca işçilerin sendika kontrolü dışında bir komite kurmak için çeşitli çabalarına sahne oldu (bu süreci yayınımızın bu sayısındaki farklı yazılarda detaylı bir biçimde aktarmaya çalıştık). Öte yandan, 17 Ocak eyleminde, işçilerin sendika patronlarını platformdan indirdiklerini görmek ne kadar güzel olsa da, böylesi eylemler kendi başlarına mücadeleyi kim kontrol ediyor sorusuna bir yanıt teşkil etmiyor. Sendikaların mücadelelerde oynadığı role karşı öfke yaygın bir şeydir. Dünya geneline baktığımızda Türkiye'de gördüğümüzden çok daha fazlasını başka ülkelerde de görüyoruz, fakat kriz derinleştikçe, işten çıkartmalar arttıkça ve yaşam koşulları kötüleşmeye devam ettikçe, ve sendikalar da üzerlerine düşen işçileri patronlara satma görevini yerine getirdikçe, bu öfkenin daha fazlasını da göreceğimizi tahmin ediyoruz.

 

Sendikaya karşı işçilerin öfke duyması ve sendikayı protesto etmeleri ile işçilerin kendi mücadelelerinin kontrolünü almaları arasında büyük bir fark var. Öfke önemli bir adım, ama yalnızca ilk adım. Sendikanın bir mücadeleyi kontrol etmelerinin alternatifi, mücadeleyi işçilerin kendilerinin, kitle toplantıları ve kitle tarafından seçilmiş işçilerden oluşan grev komiteleri aracılığı ile kontrol etmesidir. Öte yandan, bunlar gökten inmezler ve sendikalar kesinlikle onları yaratmayacaktır. Bu nedenledir ki kanımızca komünistlerin görevi, böylesi işçi mücadelelerinde, sürekli kitle toplantılarını, yani insanların pasif bir biçimde oturup sendika patronlarının konuşmalarını alkışladığı gösterileri değil her işçinin konuşabileceği, söz hakkına sahip olacağı ve kararların bizzat işçiler tarafından alınacağı gerçek işçi toplantılarını savunmaktır.

 

Ne tür komiteler?

                                     

TEKEL mücadelesindeki işçiler komiteler kurmaktan bahsettikleri zaman, bahsi geçen biçimde bir komitenin rolünün ne olduğunu değerlendirmemiz gerekli. Militanlar şüphesiz kendi başlarını bir komite kurup grevi yürütmeye başlayamazlar. Yalnızca bir kitle toplantısında işçilerin seçtiği bir komite böylesi bir işi kotarabilir. Komünistler için, militanların bir mücadeledeki amacı, daha radikal bir önderlik tertiplemek değil, işçilerin kendi mücadelelerine faal ve bilinçli katılımlarını teşvik etmektir. İşçilerin kendilerini ifade ediş biçimleri geleneksel olarak kitle toplantısı ve grev komitesi olmuştur. Öte yandan bu demek değildir ki bir komite kurmak isteyen işçiler hatalıydı. Tam aksine çok da haklıydılar. Militan işçilerin faaliyetlerini koordine etmeleri gereklidir. Yalıtılmış olarak, tek bir birey olarak, bir işçi tek başına bütün diğer grevcilerle konuşamaz, ve tek başına bütün 'doğru' fikirlerin sahibi de olamaz. Fikirlermizi başkaları ile tartışma yoluyla geliştiririz ve ufak bir grup, tek bir bireye göre daha geniş işçi çevrelerine hitap etmek açısından çok daha yetkindir.

 

 

 

Bu mücadelenin mevcut durumunu bize gösteren olgulardan bir tanesi, işçiler tarafından TEKEL grevcileri bütününe hitaben yazılmış bir tane bildiri dahi görmemiş olmamız. Tabii ki biz dahil çeşitli sol yapıların verecek pek çok bildirisi vardı, fakat işçilerin kendilerinden gelen ve mücadelenin nasıl ileri götürülebileceğini tartışan bir bildiri ortaya çıkmadı. Başka ülkelerde böylesi işçi bildirileri büyük mücadelelerin bir özelliği olmuştu. Pek çok mücadele örneğinde, militan işçi grupları bir araya gelerek, mücadele eden işçiler geneline mücadelenin nasıl ileri taşınacağı konusundaki düşüncelerini açıklayabilmek için kendi yayınlarını başlatmışlardı. Bu büyük bir grup olmadan da yapılabilecek bir şey nihayetinde ve insanları militan işçiler etrafında birleştirmenin ve daha geniş işgücü içinde kitle toplantıları yapılmasının savunulmasının bir yoludur.

 

Strateji ne idi?

 

Muhtemelen işçilerin kendi bildirilerini ortaya koyamamasının altında yatan neden alternatif bir stratejilerinin olmamasıydı. Mücadelenin ilk günlerinde, işçiler sendikaya bir genel grev örgütlemesi yönünde baskı yapmaya odaklanmışlardı. Bu 'genel grev' gerçekleştiğinde, bizim beklediğimizden bile çok daha kötüydü. 4 Şubat fiyaskosundan sonra genel grev lafı, boş sözlerden başka pek bir şey ifade etmez oldu. Grevler seyrek ve yalıtılmışlardı, grevciler ise dayanışma gösterdikleri için tek başlarına hedef gösterildiler. Sonrasında işçiler demoralize olmuşlardı ve nihayetinde çadırlarda oturup 'yasal sürecin' sonucunu beklemeye koyuldular. Açık olan şuydu ki sendikaya genel grev için baskı yapmak haricinde bir strateji yoktu ortada, o da 'gerçekleştiğinde' kimsenin mücadelenin nasıl ileri taşınacağına dair bir fikri yoktu. Tekrar edecek olursak ortada bir strateji yoktu.

 

İşçiler mücadeleleri nasıl kazanabilirler?

 

Kanımızca mevcut dönemde işçiler mücadeleleri tek başlarına kazanamazlar. İşlere, çalışma koşullarına ve maaşlara yapılan saldırılar bütün işçi sınıfına yapılan saldırılardır ve işçi sınıfının bu saldırıları birlikte karşılamasını gerektirirler. TEKEL mücadelesindeki işçiler de sınıf dayanışmasına ihtiyaç duyduklarının farkındaydı. Başka işçilerden dayanışma talep etmek için farklı işyerlerine gidip doğrudan dayanışma eylemi çağrısı yapacak kitlesel heyetlere ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Ancak böyle bir görev, işçilerin bireysel olarak tek başlarına üstlenebileceği bir görev değildir. Daha önce de vurguladığımız gibi işçilerin bir araya gelip zafer için gerekli taktikler üzerine tartışmasını gerektirir, böylesi eylemleri geniş işçi kesimi arasında ortaya çıkacak işçi gruplarını gerektirir.

 

TEKEL mücadelesinden çıkartabileceğimiz olumlu dersler nelerdir?

 

Tekel mücadelesinden çıkartabileceğimiz çok fazla olumlu ders var. İlkin TEKEL mücadelesi, işçilerin hala mücadele etme iradesine sahip olduklarını ve patronların her şeyi istedikleri gibi yapamayacaklarını gösteriyor. Sendikaların işçi sınıfının safında olmadığı anlayışını kuvvetlendiriyor. 1 Nisan eyleminde sendikayı üyelerinden korumak için binlerce çevik kuvvet polisinin görev alması, bu durumu net bir biçimde ortaya koydu. Özellikle TEKEL işçileri arasında ama ayrıca işçiler geneli içinde kazanmak için dayanışmaya ihtiyaç olduğu bilincinin ortaya çıkması da devasa bir öneme sahip.

 

Fakat mesele yalnız mücadelenin olumlu yönlerini yorumlamak değil, yüzleşeceğimiz zorlukları anlamaya çalışmak ve onları nasıl aşabileceğimizi tartışmaktır. Bu konuda bütün okuyucularımızı, ister yazılı ister yüz yüze görüşmelerde katkılarını paylaşmaya çağırıyoruz.

 

Sabri

 

 

Tags: 

Yunanistan'da Kriz ve Mücadeleler

 

Yunan devleti en sonunda IMF'den yardım istedi. IMF, 1970'lerde İngiltere'den sonra hiçbir Batı Avrupa ülkesinde müdahalede bulunmak zorunda kalmamıştı. Avrupa Birliği ve IMF ile 45 milyar avroluk bir yardım paketi ayarlandı. Tabii ki böylesi paketler öylesine bedavaya verilmiyor. "Yapısal düzenleme" diye bilinen bir dizi koşulla geliyor bu paketler. Gündelik dile uyarlayacak olursa, bu tabiri "işçi sınıfına saldırılar" diye çevirebiliriz, zira Yunanistan'daki durum nazarında, bu işçilerin bütün kesimlerine, özellikle de şu ana dek krizin en kötü etkilerinden mağdur olmamış olan kamu sektörüne saldırıları ifade ediyor. Şüphesiz bu biraz da göreceli, zira burjuva basını dahi "ortalama Yunanlı'nın" bu önlemler duyurulduğundan beri %30'luk bir gelir kaybı yaşadığını ortaya koyuyor.

 

IMF'nin açıklamasının üç saat ardından, 4.000 işçi Atina merkezinde eylem yapıyordu. Eylem, barikatların kurulması ve polisle büyük ölçekte çatışmaların çıkması ile sonuçlandı. Bundan önce bile işçiler sosyal güvenlik yasalarındaki değişikliklere karşı mücadeleler gerçekleştiriyorlardı. Bu yasalara göre, pek çok emekli işçinin emekli maaşlarından 300 avroya kadarlık bir kesinti yapılacak ve 800 avro üstündeki bütün emekli maaşları bu yasadan etkilenecekti. Bir somun ekmeğin fiyatının 1 avro olduğu bir ülkede, bu bir hayli vahim bir duruma işaret ediyordu.

Yunanistan'daki mücadelelerin ilginç yönlerinden bir tanesi, işçi sınıfının hemen hemen bütün kesimlerinin mücadeleye katılmış olması. Bu kesimlere militan bir geleneği olmayan işçi kesimleri ve hatta sözde "orta sınıf" mensupları dahil. Kamu işçileri, liman işçileri ve elektrik işçileri gibi geleneksel işçi sınıfı sektörlerinin yanı sıra, mahkeme memurları, doktorlar, taksi şoförleri, büfe emekçileri ve avukatlar gibi kesimler de  greve çıktı. Mücadelenin bir başka ilginç özelliği ise şu: işsiz öğretmenler, hemen parlamentonun dışına bir "çadır kent" inşa etmiş durumdalar, ki bu aklımıza ister istemez Türkiye'de yaşanan TEKEL mücadelesini getiriyor.

 

Grevler hala kısıtlı sürelerde yapılıyorlar ve hala sendikaların kontrolünden çıkabilmiş değiller. Sendikalar ise ellerinden geldiğince ayrı ve bölük eylemler düzenlemeye gayret ediyorlar. Geçtiğimiz ay içerisinde, bir gün içerisinde Atina'da dört ayrı ve kopuk eylem gerçekleşmiş olması bu durumu ortaya koyan örneklerden yalnızca bir tanesi. Öte yandan, hareketin gün geçtikçe mücadeleye daha fazla işçi çektiği de kuşku görmez bir gerçek ve IMF'nin talep ettiği, yaşam koşullarına yeni saldırılar karşısında da bu sayı artmaya devam edecektir.

 

Siyasilerin ve basının bütün bunlara yanıtı, "krize karşı milli birlik" çağrısı yapmak gibi gözüküyor, ve "hepimiz çaldık, şimdi hepimiz ödeyeceğiz" sözü popülerleştirilmeye çalışılıyor. Tabii ki burada "hepimiz ödeyeceğiz" derken kastedilen, işçi sınıfının ödemesidir.

 

Kriz yalnızca Yunanistan'ı etkileyen bir durum değil. İktisatçıların çoğu, İspanya ve Portekiz'in de ekonomik yıkımın eşiğinde olduklarından eminler, ki bu da 'daha güçlü' Avrupa ülkelerini uçurumun kenarına itecek. Yunanistan krizi çoktan avroyu dolara kıyasla bir yılı aşkın bir süredir düştüğü en zayıf noktaya getirdi. İspanya gibi büyük bir ekonomi çöktüğünde ne olacak?

 

Yunanistan'daki olaylar yaklaşan dönemde bütün Avrupa'da olacaklara dair önemli bir göstergedir. İlkin altını çizmemiz gereklidir ki kredilerden doğan krizin sona erdiğine dair bütün iddialara rağmen, kriz hala burada. İkinci önemli nokta ise, krizin faturasının her daim işçilere çıkartılacak oluşudur. Öte yandan, Yunanistan'daki işçi mücadelelerinin derinliği, TEKEL mücadelesinin bu ülkede ortaya koyduğu gibi, işçilerin krize yanıt vermesinin bir yolu olduğunu gösteriyor. 4-C, tek bir işçi grubunun karşılaştığı yalıtılmış bir olay değildir. Yalnız bu ülkede uygulanmaya devam etmekle kalmayacaktır. Aynı zamanda işçi sınıfına, yaşam koşullarında kesintilerle krizi ödetmek yönündeki genel uluslararası eğilimin de bir parçasıdır. Yunanistan'daki olaylar, işçilerin nasıl karşılık vermeleri gerektiğini de göstermektedir: sınıf geneline yayılmış kitlesel mücadeleler ile.

 

Sabri

 

 

Tags: 

Suriye: Emperyalist Savaş ya da Sınıf Dayanışması!

Emperyalizm ve Çürüme

Irak, Afganistan, Libya, Mısır ve Suriye'de katliamlar yayılmaya devam ediyor. Kapitalizmin yarattığı dehşet artıyor, ölüler yığılıyor. Kimsenin durduramadığı kesintisiz bir kıyım var. Tam bir çürüme içindeki kapitalizm dünyayı genelleşmiş barbarlığa sürüklüyor. Ne yazık ki bugün Suriye'de olduğu üzere kimyasal silahların kullanımı sayısız katletme araçlarından yalnızca biri. Fakat kendi haline bırakıldığında insanlığın yok olmasına sebep olacak bu durum kaçınılmaz değil.

Dünya proletaryası tüm bu savaşlar ve katliamlar karşında kayıtsız kalamaz. Sadece bu dönemin devrimci sınıfı olan proletarya bu kâbusa bir son verebilir. İnsanlık her zamankinden çok daha fazla bir seçim yapmak zorunda kaldı: komünizm ya da barbarlık.

Suriye halkı emperyalizm uğruna feda edildi. 21 Ağustos pazartesi günü kimyasal silahlarla yapılan saldırı Şam'a yakın bir bölgede yüzlerce insanın ölümüne neden oldu. İnternette, televizyon ekranlarında ve gazetelerde erkeklerin, kadınların ve çocukların acı içindeki dayanılmaz görüntüleri vardı. Burjuvazi hiç tereddüt etmeden bu insanlık trajedisini kendi kirli çıkarlarına alet etti. Bize, katiller içinde bir katil olan Beşar Esad'ın rejiminin kırmızı çizgiyi geçtiği söylendi: İnsanları katletmek için herhangi bir silahı kullanabilirsiniz ama kimyasal silahları değil. Bunlar; konvansiyonel bombalar, havanlar hatta Amerikalılar’ın Hiroşima ve Nagasaki'ye 1945'te attıkları atom bombaları gibi “temiz” silahların aksine “kirli” silahlar. Burjuvazinin ikiyüzlülüğünün bir sınırı yok. Zehirli gazların ilk defa Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)’nda kitlesel olarak kullanıldı ve yüzlerce bin insanın ölümüne neden oldu. O zamandan beri kimyasal silahlar sürekli olarak geliştiriliyor ve kullanılıyor. Özellikle iki dünya savaşından sonra ve 1980’lerde yapılan kimyasal silahların kullanılmamasına ilişkin yüzeysel anlaşmalar hiçbir zaman yürürlüğe konmayacak boş beyanlardı [1]. Zira bu anlaşmalardan sonra birçok savaş alanında bu silahların kullanıldığına tanık olduk. ABD, Fransa ve tüm BM üyelerinden mürekkeb “uluslarası toplumun” müşfik bakışları altında, Mısır 1962-1967 arasında, Kuzey Yemen'de sınırsız biçimde hardal gazı kullandı. 1988'deki İran- Irak Savaşı’nda Halepçe ve diğer yerleşim yerleri kimyasal silahla bombalandı ve 5000'den fazla insan ölüme terk edildi! Fakat bu durum burjuvazinin inanmak istediğinin aksine yalnızca küçük emperyalist ülkelerin ya da Esad ve Saddam Hüseyin gibi diktatörlerin bir özelliği değil. Napalm ile birlikte kimyasal silahların en kitlesel kullanımı Vietnam savaşı boyunca ABD tarafından gerçekleştirildi.

Nüfusu azaltmak ve Vietkong'u kıtlığa mahkûm etmek amacıyla, dioksin bulaştırılmış çok büyük miktarlarda herbisit kimyasal, pirinç plantasyonlarını ve ormanları tahrip etmek için kullanıldı. Vietnem’daki, bu yakıp yıkma politikası, bu bilinçli çölleştirme, Amerikan sermayesinin işiydi. Bugün aynı Amerikan sermayesi, Fransa gibi destekçileri ile beraber sözde halkı korumak adına Suriye'ye müdahale etmeye hazırlanıyor. Suriye’de savaşın başından beri, 100.000'den fazla insan öldü ve en azından bir milyon mülteci komşu ülkelere iltica etti. Şimdiye kadar burjuva medyanın yaydığı söyleme karşı işçi sınıfının Suriye’deki bu emperyalist savaşın gerçek sebeplerini bilmesi gerekiyor.

Suriye: Bu savaşın sorumlusu çökmekte olan kapitalizmdir.

Suriye, son zamanlarda Kuzey Afrika'dan Pakistan'a genişlemekte olan emperyalist gerilim ve çatışmaların kalbinde duruyor. Eğer Suriye burjuvazisi şimdi harabeye dönmüş bir ülkenin içinde kendini paramparça ediyorsa, şimdiye kadar çok sayıdaki emperyalist gücün doyumsuz isteğine bel bağlayabiliyordu. Bu bölgede İran, Lübnan'dan Hizbullah, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye az ya da çok bu kanlı çatışmaya doğrudan dahil oldu. Dünyadaki en güçlü emperyalistler de kendi kirli çıkarlarını savunuyorlar. Rusya, Çin, Fransa, Britanya ve ABD bu savaşın sürmesi ve bölgede yayılması için kendi paylarına düşeni yaptılar. Durumu kontrol etme konusunda artan yetersizlikleri ile karşı karşıya kalıp, eski yakıp yıkma politikaları -şayet bu bölgeye hâkim olamıyorsam, onu ateşe veririm- ile uyumlu şekilde, gitgide sadece ölüm ve yıkım yayıyorlar.

Resmi olarak 1947'den 1991'e SSCB’nin yıkılmasına kadar süren Soğuk Savaş boyunca, Rusya ve ABD'nin liderliği altında iki ayrı blok vardı. Bu iki süper güç, “müttefik” ve “uydu” ülkeleri düşman blok karşısında kendilerine riayet edilmesi için zorlayarak demir bir el ile yönlendirdiler. Bu “dünya düzeni” blok disiplinine dayanıyordu. İnsanlık için tehlikelerle dolu olan bir tarihsel dönemdi çünkü şayet işçi sınıfı ideolojik savaş yönelimine pasif bir şekilde de olsa direnememiş olsaydı, bir üçüncü dünya çatışması ortaya çıkabilirdi. Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından artık iki ayrı blok ya da bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi yok. Blok disiplini paramparça oldu. Her devlet kendi kozunu oynuyor, emperyalist ittifaklar ise gittikçe çok daha kısa ömürlü ve koşullara bağlı oldu. Sonuç olarak, çatışmalar çoğalıyor ve burjuvazi bu çatışmaları kontrol edemiyor. Tanık olduğumuz, kargaşa ve toplumun gittikçe büyüyen çürümesidir.

Dünyanın lider emperyalist ülkesi ABD'nin gittikçe artan zayıflığı tüm Orta Doğu'nu barbarlık içine çekilmesinde aktif bir faktör oldu. Şam'ın kenar mahallelerine yapılan kimyasal saldırıdan hemen sonra Amerikan burjuvazisi tarafından çok daha ürkekçe takip edilen İngiliz ve Fransız burjuvazisi, böylesi bir suçun cezasız kalamayacağını açıkladı. Askeri cevap an meseleydi ve suç ile orantılı olacaktı. Sorun şu ki Amerikan burjuvazisi ve diğer Batı burjuvazileri, tamamen karmaşa içinde olan Afganistan ve Irak'ta ciddi olarak aksi bir gidişat içindeler. Kendilerini tekrar aynı durum içinde bulmadan Suriye'ye nasıl müdahale edecekler? Bu durum, yönetici sınıflar içinde kayda değer dış politika farklılıklarına neden oldu. Cameron'un silahlı müdahale çağrısının yakın zamanda Birleşik Krallık Parlamentosu'nda reddedilmesi bu ayrılıkların açık ve net ifadelerinden biriydi. Bunların dışında burjuvazi bir de kamuoyu diye adlandırdıkları şeyle de uğraşmak zorunda kaldı. Şöyle ki Batı halkı bu müdahaleyi istemiyor. Çoğunluk artık kendi burjuvazisinin yalanlarına inanmıyor. Sınırlı bombalama şeklinde bile olsa bu müdahale önerisinin rağbet görmemesi Batıdaki yönetici sınıf için bir sorun teşkil etti.

İngiliz burjuvazisi baştaki savaşkan bildirimlerinden vazgeçmek ve askeri müdahale yolundan uzaklaşmak zorunda kaldı. Bu burjuvazinin tamamının çözümlerinin kötü olduğu gerçeğini ortaya koyuyor: (İngiltere'nin şimdi karar kıldığı gibi) müdahale etmezse bu bir zayıflık belirtisi olarak görülecek; (ABD ve Fransa'nın halen yapmayı planladığı gibi) müdahale ederse bu da kargaşayı, istikrarsızlığı ve kontrol edilemeyecek emperyalist gerilimleri daha da fazla körükleme riski taşıyor.

Sadece proletarya bu barbarlığa son verebilir

Proletarya tüm bu barbarlığa kayıtsız kalamaz. Onlar emperyalist hiziplerin temel kurbanı olan sömürülenlerdir. Önemli olan katledilenlerin Şii, Sünni, seküler ya da Hıristiyan olması değildir. Bununla ilgili bir an önce bir şey yapmak, bu berbat suçlara son vermek gibi doğal, sağlıklı ve insani bir tepki var. Büyük demokrasilerin bugün savaş-yanlısı maceralarını “insani” amaçlar adına meşrulaştırırken sömürmeye çalıştığı bu duygudur. Fakat her defasında dünyanın içinde bulunduğu durum daha da kötüleşiyor. Bu açıkça bir tuzaktır.

Çürüyen kapitalizmin tüm kurbanlarıyla gerçek bir dayanışma içinde olmanın tek yolu tüm bu dehşeti yaratan sistemi alaşağı etmektir. Böylesi bir değişiklik bir gecede gerçekleşemez. Bu uzun ve zorlu yol; savaşların ve devletlerin, yoksulluğun ve sömürünün olmadığı bir dünyaya ulaşabileceğimiz tek yoldur.

İşçi sınıfının savunacağı ulusal bayrağı yoktur. Yaşadığı ülke onun sömürüldüğü yerdir ve dünyanın bazı yerlerinde, emperyalizm nedeniyle öldüğü yerdir. İşçi sınıfının kendi enternasyonalizmiyle burjuva milliyetçiliğine karşı çıkma sorumluluğu vardır. Bu imkânsız değildir. Hatırlamak gerekirse, I. Dünya Savaşı'nı sona erdiren savaşan tarafların iyi niyeti ya da Almanya'nın yenilgisi değil; proleter devrimiydi.

Tino 31/8/2013

[1] Winston Churchill – “Ulu Britanyalı” – kimyasal silahların kullanımını savunmaya ve hatta İmparatorluğa karşı isyan içerisindeki “ilkel kabilelere”, Rusya'daki devrimci işçilere ya da II. Dünya Savaşı sırasında Alman proletaryasına karşı kullanılmasını emretmeye kesinlikle hiçbir zaman son vermedi. Örneğin:

https://en.internationalism.org/wr/265_terror1920.htm

https://www.theguardian.com/world/shortcuts/2013/sep/01/winston-churchill-shocking-use-chemical-weapons

https://www.ihr.org/jhr/v06/v06p501b_Weber.html

 

Tags: 

Rubric: 

Komünizm ya da Barbarlık!