2011 - Mart

Arap Dünyasındaki Olayların Sınıf Analizi: Dönemi Anlamak

1. Neler oluyor ve olayları anlamak neden önemli?

‘Devrim'... Bugün, Arap dünyasındaki olaylarla ilgili bu sözcük dolaşıyor herkesin dilinde. İlkin bu hususu tartışmaya açarken anlamamız gereken nokta, bu ifadeyi kullanan herkesin ‘devrim'den aynı anlamı çıkartmadığı noktasıdır. Devrim terimi, bugün öylesi bir anlam erozyonuna uğramış gibi gözükmektedir ki; Gürcistan'daki "Gül devrimi"nden, bugün verildiği isimle Mısır'daki "Lotus devrimi"ne (ki hatırlatalım ki Mısır'da yönetimdeki patronlar dahi değişmemiştir, eski kabine üyelerinin yirmi yedisi hala hükümette görev yapmaktadır), Ukrayna'daki "Turuncu devrim"den, peşi sıra gelen etnik temizliklerle Kırgızistan'daki "Lale Devrimi"ne (veya Pembe devrime), Lübnan'daki "Sedir devrimi"ne ve hatta (George W. Bush hiç de tutmayan ifadesi ile) Irak'taki "Mor devrim"den, İran'daki "Yeşil devrim"e (liste uzuyor, gidiyor) yönetimdeki herhangi bir patron takımı değişimine bu isim takılmaktadır.

Biz komünistler için, bir devrim, mevcut düzenin yönetiminde gerçekleşen bir değişimden ibaret değildir. Devrim, yalnızca iktidardaki yüzlerin değişmesinden ötesini ifade eder - düzenin temelden değişmesi ve kapitalist sınıfın devrilmesi anlamına gelir. Bu nedenle, şu anda Arap dünyasında ve İran'da olanların herhangi bir biçimde devrimler olduğu fikrini reddediyoruz. Öte yandan, eğer gerçekleşenler devrimler değillerse, bu saptama, olayların doğasının mahiyetine dair ortaya bir hayli mühim bir soru atmaktadır. Hatırlatalım ki; yalnızca büyük basın kuruluşları değil, solda bulunan pek çok kişi olayları devrimler olarak nitelendirmektedir. Hepsi hatalı mıdırlar? Şayet eğer haklılarsa, bu olayların işçi sınıfı için anlamı nedir?

2. Olayları tarihsel arka planı ile incelemek

Eğer mevcut olayları anlamlandıracaksak, onları tarihsel arkaplanlarına oturtmak gerekli olacaktır. Böylesi bir inceleme bize farklı sınıflar arasındaki güçler dengesini tahlil etme ve durumun dinamiğini anlama fırsatı vermektedir. Şüphesiz, geçtiğimiz on yıl içerisinde, 90'lardaki korkunç yıllara nazaran işçi sınıfının yavaşça mücadelecilik yoluna geri dönmeye başladığı aşikardır. Öte yandan, bugünkü sınıf mücadelesinin 1970'ler bir yana, 1980'lerle aynı düzeyde olduğunu iddia etmek vahim bir hata olacaktır.

Son on yıl sınıf mücadelesine bir dönüşün başlangıcına işaret etse de, altını çizmeliyiz ki; bu çok yavaş bir süreçtir. Bunu arkaplanına oturtmak için tarihte geriye dönüp bakmamız gereklidir. 1968'de başlayan uluslararası mücadele dalgası, 1970'lerde doruk noktasına ulaşmıştı. Kitle grevi, dünya çapında büyük bir gerçekliğe sahip bir ihtimaldi. Dönemin üç üst noktasını vurgulamak gerekirse, İngiltere'de 1978-79'da gerçekleşen ‘Hoşnutsuzluklar Kışı'nın, İran'daki 1978-79 kitle grevinin ve 1980-81 Polonya grevinin altını çizebiliriz. Bu hareketlerin yenilgisi işçi sınıfı için bir felaket olmuş ve 1980'lerin genel bir sınıf taarruzu yılları değil, müdafaa eylemleri yılları olmasıyla sonuçlanmıştı. 1980'lerdeki mücadeleler kimi noktalarda sert ve yoğun geçseler de, temel de teker teker saldırı uğrayan ve yalıtılmışlık içinde mağlup edilen farklı işçi gruplarının mücadeleleriydi.

Dönem aynı zamanda uluslararası alanda Reagan, Thatcher ve Kohl tarafından, bu ülkede ise Turgut Özal tarafından temsil edilen neo-liberalizmin de yükselişine de sahne oldu. 80'lerin sonunda ise, bilindiği gibi Sovyetler Birliği'nin çöküşüne ve bunun yanında gelen ve burjuva akademisyenlerinin ve ideologlarının hem sınıflı toplumun, hem de daha da ileri giderek tarihin sonunun geldiğini ilan ettikleri ideolojik kampanyalara şahit olduk. Bu derece bariz hatalı olmalarına rağmen çok, çok kısa bir süre dahi olsa kendilerini haklı göstermeyi başarabilmiş olmaları ve 1990'larda sınıf hareketlerinin azlığı sonucu yalnızca vurgulamaktaydı.

Yeni yüzyıla girerken, işlerin umulduğu gibi gitmemekte olduğu gerçeği su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Saddam'ın ilk Körfez Savaşında yenilgisinden sonra, yeni bir küresel barış dönemi çıkmıştı ve tarihin sonu dünya çapında elliden fazla savaşı beraberinde getirdikten sonra, kriz de geçtiğimiz birkaç yılda olduğu kadar bariz bir biçimde olmasa dahi yavaşça Türkiye ve Arjantin gibi ülkeleri vurarak derinleştikçe, işçi sınıfının yavaşça mücadele meydanına dönüşünü görmeye başladık.

Tabii ki bu yavaş bir dönüş oldu; zira on yıllık bir yenilgi döneminin işçi sınıfına etkileri ağır olmuştu. Türkiye'de yaygın bir biçimde fısıldanan "siyaset konuşmayın, çok tehlikeli" sözleri hala kulaklarımızda çınlamaktadır. Kayıp bir kuşak, işçi sınıfı içerisinde hayati bir deneyimin kaybı anlamına geliyordu.
Son on yıl içerisinde bu mücadelelerdeki bu yavaş yükselişi yaşamış olsak da, gerçekleşen mücadeleler dahi genellikle yalıtılmış işçi kesimlerinin mücadeleleri oluyordu. Öte yandan geçtiğimiz birkaç sene içerisinde işçilerin muzaffer olmak için birlikte kavgaya atılmaları gerektiğinin bilinci artarak yaygınlaşmaya başladı. Türkiye'deki Tekel hareketi, veya hatta çok uzun zamandır sınıf mücadelesinin arka suları sayılabilecek Amerika'da genelleşmiş saldırılara karşı Wisconsin öğretmenlerini destekleyen işçi kitlelerinin genelleşmiş cevabı ve yapılmış pek çok genel grev çağrısı bu durumun çok somut örnekleridir. Bugün gerçekleşen olayları anlamamıza olanak verecek olan böylesi bir kavrayış çerçevesi olabilir - ki bunu yapmak için de yakın zamanda gerçekleşen birkaç büyük çaplı mücadeleyi irdelemek yerinde olacaktır.

3. Olayları güncel mücadeleler minvalinde incelemek

Arap dünyasında gerçekleşen mevcut mücadeleler, kanımızca işçi sınıfının başı çeken bir konumda olduğu mücadeleler değiller. Bu tespit işçi kitlelerinin gerçekleşen olaylara katılmadığı anlamına gelmiyor fakat işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak öne çıkartamadığını ve nihayetinde başkalarının ortaya koyduğu gündemlerin peşine sürüklendiğini gözlemlememizden kaynaklanıyor. Bu durumun en korkunç sonuçlar doğuran örneğini şu anda Libya'da görmekteyiz - ki orada işçi sınıfının şu veya bu kesiminin temelde farklı patronlar arasındaki bir iç savaşta iki tarafın da arkasına heyecanla takılmış durumda. Bu noktada olayların yakın zamanda Yunanistan ve İran'da gerçekleşen olaylara nazaran nerede durduklarını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız.

4. Yunanistan

Aralık 2008'de Yunanistan'da başlayan hareket, bir Cumartesi gecesi 15 yaşında anarşist bir delikanlının polis tarafından vurularak katledilmesinin ardından patlak verdi. Cinayetin üzerinden bir saat geçmeden Atina'da, anarşistlerin geleneksel kalelerinden olan Exarcheia meydanı çevresindeki bölgede polisle şiddetli çatışmalar meydana gelmeye başlamıştı. Gecenin sonlarına doğru Yunanistan genelinde otuza yakın farklı yerellikte çatışmalar başgöstermişti. Ertesi gün eylemler devam etti, ve Pazartesi günü binlerce lise öğrencisi derslere girmeyi reddederek polis karakolları önünde eylemler yapmaya başladı.
Cinayetten sonraki Çarşamba günü, bir milyonu aşkın işçinin katılması planlanan bir genel grev gerçekleşti. Öte yandan bu grev, cinayet veya gerçekleşen eylemler ile alakalı değildi, olaylardan önce planlanmıştı. Zira olayların gerçekleştiği dönem, hükümetin ekonomik politikalarından dolayı işçilerin büyük rahatsızlık duyduğu bir dönemdi. Yunan hareketinin zayıflığını ancak bu minvalde anlayabiliriz.

Hükümetin politikalarına karşı yaygın öfke oluşuna ve bir gencin katledilmesine dair kitlesel protestolar gerçekleşiyor olmasına rağmen, iki hareket bağlar geliştiremedi. Protesto hareketine destek amacıyla gerçekleşen tek grev, ilkokul öğretmenleinin gerçekleştirdiği yarım günlük grevdi. Protestolara tabii ki pek çok işçi katılmıştı fakat bu katılım genelde bireysel bir düzlemde kalmıştı; işçiler harekete bir sınıf olarak katılmamışlardı. Öte yandan, şüphesiz bu hareketi işçi sınıfının mücadelesine bağlamak yönünde çabalar olmadığı anlamına gelmiyor. Militan işçiler, Atina'da ve sonrasında Selanik'te Genel Yunan İşçi Konfederasyonu'nun (GSEE) genel merkezini işgal ederek genel grev çağrısı yaptılar. Öte yandan bu tür teşebbüslere rağmen, işçi sınıfı bir sınıf olarak harekete geçmedi ve nihayetinde protesto hareketi sona erdi.

Bu durumun yani işçi sınıfının gerçek katılımından mahrum geniş çaplı protesto eylemlerini günümüzdeki mücadelelerinde tekrar tekrar karşımıza çıktığını görmekteyiz. Daha önce değindiğimiz, 1970'lerde İngiltere, İran ve Polonya gibi ülkelerde gerçekleşen mücadelelere dönüp bakacak olursak burada işçi sınıfının merkezi bir işlevi olduğunu netçe görebiliyoruz. Bugün durumun neden böyle olmadığı meselesi ve bunun mevcut dönemdeki mücadeleler için ne anlama geldiği sorusu, meselenin kalbindedir. Öte yandan bu sorunu çözümlemeye girişmeden önce, bir diğer örneği olan 2009 Yaz seçimlerinden sonra İran'da gerçekleşen olayları irdelemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

5. İran

Haziran 2009'da, seçime şaibe karıştığı iddialarının ardından, Tahran sokaklarında kitlesel eylemler patlak verdi ve hızla ülke geneline yayıldı. Devlet vahşice karşılık verdi ve yüzlerce ölüme yol açmak pahasına baskı güçlerini eylemlerin üzerine saldı. İlk protestolar seçimlerdeki bariz hileden kaynaklı olsalar da, kısa bir süre içerisinde çok daha radikal sloganlar ortaya çıkmaya başladı.

Yunanistan'daki harekete benzer bir biçimde, devlet güçleriyle kitlesel şiddetli çatışmalara şahit olduk. Hatta katılım Yunanistan'a kıyasla daha bile geniş sayılabilirdi. Öte yandan, yine gördüğümüz kadarıyla işçiler yalnız bireysel olarak harekete katıldılar; yani bir sınıf olarak katılmadılar. Bilgilere erişmek çok kolay olmasa da, öğrenebildiğimiz kadarıyla eylemlerle alakalı olarak yalnızca bir grev gerçekleşti. İran'ın en büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı. Nihayetinde, Yunanistan'daki gibi İran'da da birkaç haftalık protestonun ardından sokaklardaki hareket son buldu.

Oysa ki 2007'nin Mart ayında İran'da 100,000 kişilik bir öğretmenler greviyle başlayan ve aylarca farklı farklı sektörlere yayılan kitlesel işçi mücadeleleri baş göstermişlerdi. Fakat iki yıl sonra katılımcılarının çoğu işçi sınıfından gelen eylemlere yapılan devasa baskılara rağmen işçi sınıfı harekete geçmedi.
Arkalarında işçi sınıfının gücü olmadan, böylesi hareketler kendi enerjilerini tüketme eğilimi içerisindedirler. Eğer 1970'lerin sonundaki döneme bakacak olursak, 1978 sonbaharına gelindiğinde Tahran'daki Şah karşıtı hareket gücünü tüketmişti. Bugün gördüklerimizin kimilerine benzeyen bir halk hareketi olarak mülksüz bütün sınıfların yanı sıra başka sınıfları da içeren bu hareketin nefesi tükenmiş gibiydi. Ancak Ekim ayında işçi sınıfı başta petrol sektöründe olmak üzere kitlesel grevlerle mücadeleye girdiği zaman durum değişti ve devrim gerçek bir ihtimal gibi gözükmeye başladı. İşçi konseyleri kuruldu ve hükümet düştü. Humeyni iktidarı aldıktan sonraki birkaç yılı fabrikalardaki işçi komitelerine karşı savaşarak geçirmek zorunda kalacaktı.

Şüphesiz başka benzeri halk mücadelelerinden de bahsetmek mümkün. Mesela Tayland'daki ‘Kızıl Gömlekler' hareketi esnasında yine çoğu işçi olan onbinlerce hatta yüzbinlerce insanı kapsayan bir kitle hareketinin ortaya çıkmış olduğunu ve sonra enerjisini tükettiğini görebiliyoruz. Bu da işçilerin bir sınıf olarak katılmadığı bir hareketti.

6. Arap dünyasındaki hareketlerden önce perspektiflerimiz nelerdi?

Arap dünyasına yayılan kalkışmalardan önce mevcut dönemi nasıl nitelendiriyorduk ve ne derece haklı, ne derece yanılmıştık? Temelde, mevcut dönemi işçi sınıfının yavaştan mücadele sahnesine döndüğü bir dönem olarak görmekteydik. 2007'de krizin açıkça tekrar uç vermesi, şüphesiz bu dinamiği biraz değiştirdi fakat içeriğini derinden değiştirdiğini söylememiz mümkün değil. Krizin bir etkisi açıkça işçi sınıfının kendine güveninde anlık bir düşüş ortaya çıkartmasıydı; zira işçiler işlerini kaybetme kaygısıyla mücadeleden çekince duymaya başladılar. Öte yandan buna karşıt olarak patronların ekonomik saldırılarına karşı mücadele etmek zorunda kalan devasa işçi kitleleri olduğu gerçeği gösterilebilir. Ayrıca işçi sınıfının kendisi içerisindeki deneyim eksikliği ve işçilerin bir sınıf olarak güçlerine dair bilinç eksikliği de önemli bir unsur olarak karşımıza çıktı.

Yunanistan ve İran da dahil çeşitli ülkelerde kitlesel mücadelelerin patlak verişini bu minvalde değerlendirmiştik. Dünya genelinde gerçekleştirilmekte olan devasa tasarruf programlarını ise işçi sınıfının ama ayrıca başka fakir ve ezilen sınıfların da mücadeleye atılmasını mümkün kılan bir etmen olarak görmüştük - ki 2007-2008'de gerçekleşen kitlesel açlık isyanları bunun bir örneğidir. Öte yandan işçi sınıfının şimdilik bu mücadelelerde belirleyici bir rol oynayacak güce ulaşmadığı çıkarımını yapmıştık. Tabii ki; her zaman işçi sınıfının kendisini mücadeleye dayatması mümkündür. Rosa Luksemburg "Devrimden önceki hiçbir şey daha olasılıksız gözükmez. Devrimden sonraki gün ise hiçbir şey daha az olası gözükmez." der. Öte yandan, genel hissiyatımız, işçi sınıfı bilinci ve kuvvetinin gelişiminin, işçi sınıfının merkezi rolü oynamayı başaramayacağı kitlesel kalkışmaları içerecek yavaş bir süreç olacağı yönündeydi.

Sonra, 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus'un İdi Bouzid kentinde genç bir adam kendini yaktı, ve bir anda değişti dünya.

7. Tunus

Muhammed Bouaziz'in kendini yakmasının ardından, belediye binasının önünde eylem yapmak için toplanan yüzlerce genç biber gazı ve şiddetle karşılandı. Protestolar büyüdükçe, devlet şehri mühürlemek durumundan kaldı. Ama artık çok geçti. Yangın yayılmaya başlamıştı. Dört gün sonra kalkışma Menzel Bouzaine kentine yayılmıştı ve bir hafta içerisinde başkent Tunis'de aynı durumdaydı. 28 gün sonra Devlet Başkanı Ben Ali, yeni ikameti olacak olan Suudi Arabistan'a gitmek üzere Malta'ya kaçmış bulunmaktaydı.

Burada komünistler olarak tahlil etmemiz gereken, gerçekleşen ayaklanmanın sınıfsal doğasıdır. Burjuva basınının pek çok yorumcusu, gerçekleşen olayları yirmi yıl önce Doğu Avrupa'da yönetici patron takımları değişirken gerçekleşen olaylar ile ve daha yakın zamanda gerçekleşen "renkli devrimler"le karşılaştırmayı uygun buldular. Bizim için merkezi öneme sahip olan eylemlerin sınıf doğasıdır.

Ayaklanmanın nedenleri işçi sınıfı içinde yaygın bir rahatsızlık olması, kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve soyguncu bir hükümete karşı öfke olmuş gibi gözüküyor. Açıktır ki; Tunus'taki hareketin taleplerinin merkezinde iş ve ücret durumuna dair işçi sınıfı talepleri vardı ve tabii ki; polis baskılarına karşı gelişen tepki de büyük bir rol oynadı. Gençliğin yüzyüze olduğu kitlesel işsizlik problemi ve fazlasıyla genç bir nüfus minvalinde hareketin merkezini ciddi bir biçimde sokaklardaki çatışmalar ve eylemler oluşturdu. Öte yandan, özellikle öğretmenler ve madencilerin başını çektiği büyük işçi grevleri ve ayrıca Sfaks kentinde bir genel grev de gerçekleşti. Devlet ayrıca grevlerin yayılmasını engellemek için lokavt taktiğini de uygulamaya gitti - ki göreceğimiz üzere aynı hamleyi kısa bir süre sonra Mısır devleti de yapacaktı. Ayrıca rejimin sendika konfederasyonu olan UGTT'nin görünüşte ‘radikalleşerek' mücadeleden yana bir tutum aldığına da şahit olduk - ki hiç şüphesiz bu durum işçi sınıfının yaygın bir biçimde mücadele ettiğini gösteriyordu.

Bize göre şurası nettir ki; Tunus'taki olaylar, tamamen olmasa dahi, bütünüyle bakacak olursak bir işçi sınıfı hareketiydiler. Mısır'da bu düzeyde olmasa dahi işçi sınıfının yine de önemli bir rol oynadığına şahit olduk, Libya'da ise işçi sınıfı belirgin bir biçimde olaylara bir sınıf olarak katılmaktan uzaktı.

Tunus'taki olaylara geri dönecek olursak, Ben Ali'nin düşüşünden sonra, Ben Ali'nin partisi RCD'nin 12 üyesini ve ayrıca itibar kazanmak için partiyi terketmiş olan Başkan ve Başbakan'ı, üç sendika temsilcisini ve küçük muhalif partilerin kimi temsilcilerini içeren bir ‘Birlik Hükümeti' kurulduğu duyuruldu. Başbakan'ın hükümetteki bütün RCD üyelerinin ellerinin temiz olduğunu temin etmesi, protestoların devam etmesinin önüne geçmedi. Sendika temsilcileri bir gün içerisinde istifa ettiler, zira yeni eriştikleri itibarlarını kaybetmek istemiyorlardı, ve fareler batan bir gemiyi terk edermişçesine RCD'yi terk etmeye başladılar - ki partinin merkez komitesi de ayın 20'sinde kendi kendisini feshetti.

Ve Tunus'ta eylemler devam ettikçe, insanlar protetosları sürdürdükçe, hükümetler düşmeye devam ettiler. Meşale yakılmıştı.

8. Mısır

Ocak ayı başlarında geniş çaplı çatışmaların ve sokak gösterilerinin pek çok şehirde patlak vermesi ile alevlerin ilk yansımasının görüldüğü ülke Cezayir'di fakat yangının tamamen sardığı ülke Mısır olacaktı. Protestolar, 25 Ocak'taki Milli Polis Günü'nde başladı. Protestolar sosyal medya tarafından ciddi bir biçimde duyuruluyordu. Özellikle bir kadın gazeteci olan Asmaa Mahfouz, Youtube üzerinden eylemlerin duyurulmasına katkı sundu. Bundan feyz alan basın kuruluşları gerçekleşenlere bir ‘Facebook devrimi' yakıştırmasını yapmaya başladılar fakat çeşitli yapılarca yüzbinlerce bildirinin dağıtıldığı da hatırlanmaya değer bir gerçektir.

25 Ocak protestoları Kahire'de onbinlerce kişinin, Mısır genelinde farklı şehirlerde ise binlerce kişinin toplanmasına vesile oldu. Hareket büyüdükçe, Hüsnü Mübarek'in sonunun da Ben Ali gibi olması gerçek bir ihtimal haline geldi. Hükümet açıkça işçi grevlerinin patlak vermesini engellemek amacıyla işyerlerini kapatmaya başladı. Hem devlet yapısı içerisinde hem de askeri yapı içinde bölünmeler göze çarpmaya başladı; bu esnada bireysel olarak kimi askerler gerçek kurşunlarla kitleye ateş açmayı reddediyorlardı. Mübarek önce yeni bir hükümet kuracağını ilan etti. Daha sonra da Eylül'deki gelecek seçimlerde görevi bırakacağı sözünü verdi. Öte yandan eylemler devam etmekteydi. 2 Şubat günü, İçişleri Bakanlığı Mübarek'e hala sadık kalan kimi unsurları örgütleyerek onları eylemcilere saldırttı. Ordu devreye girdi ve kimi zaman isteksizce olsa da iki safı ayırmaya girişti ve dolayısıyla açıkça Mübarek'in bırakmaya zorlanmasının yolunu açmaya başladı. Ertesi hafta, işyerlerinin yeniden açılması üzerine Kahire'de ve Nil deltası genelinde pek çok farklı sanayide grevler başladı. Bu grevler, ve onların bir hayli güçlü olan yayılma ihtimali, orduyu Mübarek'in gönderilmesi gerektiğine ikna eden temel etken olmuş gibi gözüküyor.

11 Şubat günü, askeriyenin temsili yeni Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman, ordu anayasal bir darbe gerçekleştirdikten iki gün sonra Mübarek'in istifa ettiğini duyurdu. Grevcilere işe dönmeleri emredildi ve grevler yasaklandı. Birkaç gün devam etmekle birlikte, işçiler çoğunlukla kimi ücret artışları ve taviz kazanmalarının işlerine geri döndüler.

Mısır olaylarının sınıfsal niteliği, Tunus'takilerden farklı gözüküyor. Tunus'taki hareket büyük ölçüde bir işçi sınıfı niteliğine sahipken, Mısır'daki hareketin bütün toplumsal sınıfları barındıran geniş bir sınıflar arası niteliği olduğu göze çarptı. İşçi sınıfı olaylarda önemli hatta muhtemelen kilit bir rol oynamış olmakla birlikte, hiçbir zaman başı çeken kuvvet olamadı.

Pek çok solcu Mısır'da bir kitle grevi olduğundan bahsettiler. Mısır'daki protestolar sırasında, Tunus'a kıyasla daha fazla işçi grevi olduğu doğrudur. Bunu Mısır'ın daha deneyimli ve militan bir işçi sınıfına sahip oluşu ile açıklayabiliriz. Öte yandan, kitle grevi potansiyelinin mevcut olduğunu düşünmekle birlikte ve bu potansiyel büyük ihtimalle orduyu Mübarek'i gönderecek kadar korkutmuş olsa da, bu ihtimalin gerçekleştiğini düşünmüyoruz. Toplamda grevlere 50,000 civarında işçi katıldı - ki bu sayının 20,000'i tek bir fabrikada çalışmaktaydı. Bu önemli bir hareket gerçekleştiğine işaret etmekle birlikte, bir kitle grevi değildi, hatta birkaç yıl önce Mısır'da gerçekleşen grev dalgası kadar büyük bir ölçekte dahi değildi. Hareketin bu denli hızlı dağılması, aslında pek çok solcunun iddia ettiği kadar güçlü olmadığını gösteriyordu.

9. Libya

Libya'daki protestolar 15 Ocak'ta başladı ve başından beri çok farklı nitelikte oldukları barizdi. Protestoyu başlatan Bengazi'deki bir hapisanede katledilen İslamcı militanları temsil eden avukat Fethi Terbil'in tutuklanması oldu. Polis Bengazi'deki protestoları şiddetle bastırmakla beraber onların yakınlardaki al-Bayda ve aynı zamanda ülkenin batısında, Tripoli yakınlarında bulunan Az Zitan'a yayılmasını engelleyemedi. Eylemler yayılmaktayken taviz vermeye çalışan devlet eylemcilerin kimi taleplerini kabul etti ve cihat yanlısı bir örgüt olan al-Jama'a al-Islamiyyah al-Muqatilah bi-Libya'nın 110 üyesini hapisten salıverdi. Protestolar devam etti.

Devletin aşırı derece vahşi bir şiddetle karşılık vererek eylemcilerin morallerini kırmak için ölüm taburlarını kullanmaya başladı. Önde gelen İslami şahıslar ve kabile reisleri rejime karşı bildirgeler yayınlar ve hükümetin istifasını talep ederken, katliam haberleri geliyordu. Bu noktada eylemler batı Libya'ya yayılmışlardı ve Tripoli'deki protestolar devlet tarafından vahşice ezilmekteydi. Güneyde Taureg halkı, güçlü Warfalla kabilesinin çağrısı üzerine kalkışmaya katıldı.
Ayın 22'sinde Kaddafi devlet televizyonuna çıkarak Venezuela'ya kaçtığı haberlerini yalanladı ve "kanının son damlası dökülene dek" savaşma yemini etti. Ertesi gün bir yandan eylemler büyürken ve daha önce sessiz kalan pek çok kabile lideri Kaddafi'nin istifası çağrısında bulunurken, İngiliz Dışişleri Bakanı William Hague ilk defa ‘insancıl müdahale'den bahsetmeye başladı. Bu noktada durum açıkça bir iç savaşa evrilmişti.

Peki bütün bunlar olurken işçi sınıfı neredeydi? Libya, körfezdeki pek çok petrol devleti gibi fiziksel işlerini yaptırmak için büyük ölçüde yabancı göçmenlere dayanan bir ülkedir. Dolayısıyla, durum kötüleştikçe ve şiddet arttıkça, Libya işçi sınıfının büyük bir kesimi çaresizce ülkeden çıkmaya çalıştı. Tunus ve Mısır'ın aksine, işçi sınıfı herhangi bir biçimde önemli bir rol oynamadı. Hareket, en başından beri İslamcılık ve kabilecilik ekseninde yürüyor izlenimi veriyordu. Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işçi grevi gerçekleşmedi ve Arap basınında çıkan bir petrol grevi haberinin sonradan yalnızca müdüriyetin üretimi durdurması olduğu ortaya çıktı.

Tabii ki; Libya'da Libyalı işçiler de var. Öte yandan belirgin bir biçimde, bu olaylarda bir sınıf olarak herhangi bir rol oynayamayacak kadar zayıftılar. Öte yandan, bu demek değildi ki; işçilerin olaylara hiçbir katılımı olmadı. Tripoli'de gerçekleşen eylemlerin hemen hemen hepsi işçi mahallelerindeydi. Fakat işçi sınıfı kendi çıkarlarını dayatamayacak kadar zayıftı ve katılmaktan elde edecekleri hiçbirşey olmayan bir savaşta kurbanlık koyun olarak kullanıldılar; şimdi ise ABD ve müttefiklerinin bombaları altında can veriyorlar. Savaşın nasıl geliştiğine ve emperyalist güçlerin nasıl olaya karıştığına dair hikayemize devam etmeden önce hızlıca öteki Arap devletlerinde olanları ele alacağız.

10. Öteki devletlerdeki olaylar ve Bahreyn'deki devlet tepkisi

Tunus'un yaktığı ateşin kıvılcımlarının sıçradığı ilk ülke komşu Cezayir oldu. Eylemler 3 Ocak'ta, temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarına karşı başladı. Geçtiğimiz yıllarda Cezayir'de yalıtılmış çatışmalar ve yağma eylemleri olağan sayılabilecek olsalar da, son gerçekleşen olaylar farklıydılar; zira eylemler bütün ülkeye bir hafta içinde yayılabildiler. Protestolar neredeyse tamamen sınıf talepleri ekseninde gerçekleştiler ve devlet baskısı ile devlet tavizlerinin bir karışımı uygulanarak bastırıldılar.

Ocak ayında Ürdün ve Yemen'de de büyük çaplı gösteriler başladı. Ürdün'de yüksek enflasyon ve işsizliğe karşı gerçekleşen protestoların temel örgütçüsü Müslüman Kardeşler'di. Kral'ın hükümete birkaç yeni yüz getirmesi ve ciddi iktisadi tavizler vermesi ile eylemler sona erdi.

Yemen'deki eylemler ise an itibariyle hala devam etmekteler. Şu anda ordu, 1994 iç savaşında yaptığı katliamlarla tanınan Ali Muhsin al-Ahmar'ın eylemcilerin safına geçmesi üzerinden taraf değiştiriyor gibi gözüküyor.

Arap dünyası haricinde, İran ve KKTC'de de büyük protestolar düzenlendi. İran'da ‘Yeşil Hareket' yeniden ortaya çıkma görüntüsü verdi ve devlet güçleri sokaklarda eylemcileri vurarak öldürdüler. Bahreyn de eylemlerin bir başka odak noktasıydı ki; nihayetinde, Bahreyn devleti eylemcileri şiddetle bastırmaya kalkışmışken Suudi Arabistan ve Körfez işbirliği konseyi ‘istikrar' getirmek için ülkeye asker gönderdiler. Bahreyn'deki hareket Sünni monarşiye karşı başı çeken Şii çoğunluğun artık açıktan açığa bir İran müdahalesi çağrısı yapmaya başlamasıyla fazlasıyla sekter bir boyut kazanmış gibi gözüküyor. Suudi Arabistan'ın kuzeyinde Şii nüfusun çoğunlukta yaşadığı bölgelerde de Bahreynli isyancılara destek eylemleri gerçekleşti. Bahreyn eylemciler tarafından çoğu Güney Doğu Asya'dan gelen göçmen işçilere karşı da saldırılar gerçekleştiği gözlendi. Benzeri olayların Libya'da olduğu da aktarılıyor.

En son olarak, Suriye ordusu, bir okul duvarına Mısır ayaklanması yanlısı yazılar yazan bir grup öğrencinin tutuklanmasına duyulan öfkeden dolayı ülkedeki protesto hareketinin merkezi oldu; güneydeki ufak Daraa kentinde de bir caminin dışında 15 eylemciyi katletti.

Bu arada en az 35 kişinin devlet güçlerince katledildiği Irak'taki eylemler neredeyse fark bile edilmedi. Şüphesiz Irak çoktan ABD'nin askeri danışmanlarının işgal ettiği bir ‘demokrasi'. Bu cinayetlerin, medyada ötekilerinden az yer bulmasını bu duruma bağlayabiliriz.

11. Libya ve topyekün savaşa çöküş

Şu anda Libya'da gerçekleşmekte olan olaylara bakacak olursak, NATO topyekün bir bombalama harekatı başlatmış durumda. Tabii ki; bu Libya'nın Batı güçlerince ilk bombalanışı değil. 1986'da gerçekleşen ABD bombalaması da ilk bombalama harekatı değildi. Aslına bakılırsa tarihte hava bombamasının ilk kullanılışı 1911'e rastlıyor; havadan ilk bombalanan ülke ise yine Libya. İtalyan-Türk savaşı sırasında, İtalyan kuvvetleri bu bombalamayı gerçekleştirmişlerdi. Çok zaman geçmeden İtalyan kuvvetleri uçaklardan bomba yerine kimyasal silahlar atmaya başlamışlardı.

Son olaylara dönecek olursak, Şubat sonunda Libya'da Kaddafi inisiyatifi yitirmiş görünüyordu; öte yandan Mart ortalarında ülkenin yirmi iki idari bölgesinin on üçünü yeniden denetimi altına almış ve iki tanesini daha almak üzereydi. Başka bir deyişle, üstünlük yine Kaddafi'nin eline geçmişti; Bengazi yolu açık gibi gözüküyordu ve ufukta isyanın sonu gözükmekteydi. İşte tam bu noktada, 17 Mart tarihinde, Birleşmiş Milletler 1973. Bildirgesini onaylayarak Libya'da hava-sahası kapatma harekatına onay verdi. Katılımı bir hayli düşük bir Arap Birliği toplantısında, saldırıya itibar kazandırmak adına toplantıya katılanların yüzde ellisinin onayını aldıktan sonra, askeri operasyonlar NATO'nun kontrolüne geçti, Arap Birliği ise onayladıkları bombalama harekatını eleştirmeye koyuldu. Görünen o ki; dünyanın büyük bir kesimi gibi onlar da bir hava-sahası kapatma harekatının yalnızca sivilleri bombalamakta olan herhangi bir uçağı vurmayı kapsadığını ve hiçbir şekilde sivilleri katleden bir devasa bombalama hareketi anlamına gelmediğini düşünmüşlerdi. Gören de Irak'ta bir savaş olmadı zannedecekti neredeyse. Fakat eğer o derece hafızası kıt olanlar vardıysa da, 19 Mart gecesi Libya'ya yağan 110 Tomahawk füzesi, keskin bir hatırlatma işlevine sahipti.

Şu anda ortadadır k;i Libya'daki olaylar, iki taraftaki işçilerin de Libya'yı kontrol edenlerin, veya etmek isteyenlerin çıkarları uğruna katledilmekte olduğu bir iç savaşa dönüşmüş vaziyettedir.

12. Şimdi neredeyiz?

Şu anda net bir biçimde meydandadır ki; eylemlere devlet tepkisi sağlam bir hakimiyet sağlamıştır. Libya'daki olaylar işçi sınıfının zayıflığının ve kendisini duruma dayatamayışının bizi bırakmış olduğu durumu netçe göstermiştir. Kaddafi rejiminin ne kadar ısrarcı olduğunu ve dayanıp dayanamayacağını göreceğiz. Öte yandan kanımızca hatırlanmalıdır ki; geçen Şubat ayının ortasında pek çok kişi Kaddafi'nin günlerinin sayılı olduğundan emindi fakat Tripoli'de Kaddafi iktidarı devam ediyor. Batı'nın umduğundan daha uzun süre dayanabileceğini tahmin ediyoruz. At itibariyle vatanı korumak ve milli savunma fikrine hitab ediyor. Nüfusun %20'sini oluşturan ve sayısı bir milyonu aşkın Warfalla kabilesi, şimdi bir uzlaşının yollarını arıyor ve inanması neredeyse güç bir biçimde isyana hiçbir kabilenin katılmamış olduğunu iddia ediyor. Sadakatlar değiştikçe büyük miktar nakit paranın da el değiştirdiği söyleniyor.

Yemen'de gün geçtikçe netleşiyor ki; kendini en tepede bulan kim olursa olsun, sonuç liderin bir yer değiştirmesinden ibaret olacak. Bahreyn, 1990'lardaki olanın bir tekrarına, bir isyanın daha bastırılışına sahne oldu. Suriye büyük ihtimalle, birkaç katliam pahasına da olsa protestoları bastırabilecek. Nihayetinde, 1980'lerin başında Suriye'nin Hama kentinde katledilen on binleri hatırlayan herkes, Esad rejiminin birazcık kan dökmekten çekinmediğinin farkında.
Ve dolayısıyla bize öyle geliyor ki; şu anda Tunus'ta başlamış olan hareket bir sona yaklaşıyor. Bu demek değil ki; daha fazla protestocu katledilmeyecek; hatta şu veya bu ülkede, mesela Yemen'deki Ali Abdullah Salih gibi bir diktatör, yerine bir askeri kodaman gelmek üzere devrilmeyecek. Öte yandan, geçtiğimiz senenin sonunda çok umut vererek başlayan hareket bitmiş gibi veya işçi sınıfı için ölmüş gibi gözüküyor.

13. Ne sonuçlar çıkartabiliriz?

Bizim için, döneme dair genel tahlilimiz değişmeden duruyor. İşçi sınıfı yavaş ama emin adımlarla mücadeleye dönmekte fakat daha yaşadığımız zamanlara kızıl mührünü basacak kadar güçlenmiş değil. Geleceğin bize Arap devletlerindeki ve aynı zamanda daha önce Yunanistan ve İran'da ayaklanmalara benzer pek çok mücadele getirmesini bekliyoruz. Ekonomi durgunlaştıkça devletlerin tasarruf önlemlerini ve baskıları arttırmaktan başka seçenekleri kalmayacak - ki Libya'da devam eden savaşın petrol fiyatlarına etkisi, 11 Mart deprem ve tsunamisinin ardından Japonya'dan kaçınılmaz olarak sermayelerin çekilmesi de kapitalist ekonomiye bir hayli ter döktürüyor.

Başta Tunus ve Mısır'da ama ayrıca Cezayir'de de olmak üzere kimi Arap devletlerindeki işçi sınıfı nasıl mücadele edeceğine dair deneyimlerini geri kazanmak yönünde bir adım attı. Ötekilerde, işçi sınıfının zayıflığı bütün acılığıyla ortaya çıktı ve peşisıra gelen baskılar ve sekter gerilimlerdeki artış, Libya özelinde bir de kanlı bir iç savaşın patlak vermiş olması, kuşkusuz işçi sınıfının boynuna bir ağırlık olarak asıldı.

Sol kesim içerisinde Arap ülkelerinde bir işçi devrimi gerçekleştiğinden bahsedenlerin haksız oldukları ortaya çıktı. İşçi sınıfı hala kendisini dayatacak güçten mahrum. Kaybedilmiş deneyimleri ve sınıf bilincini yeniden inşa etme süreci uzun olacak. Öte yandan umutlu olmamız için nedenlerimiz var. Mısır ordusunun işçi grevleri başladıktan sonra Mübarek'i postalamakta ne denli hızlı davrandıkları, hiç değilse hakim sınıfın hala işçi sınıfının sahip olduğu potansiyelin farkında olduğunu gösteriyor. Ve Mısırlı işçiler, işçi sınıfı mücadelesinin yıllardır kayıp olduğu uzak bir ülkede, ABD'nin yıllardır gördüğü en büyük mücadelede kesintilere karşı mücadele eden Wisconsin işçileri için, Wisconsin'li işçiler ise Mısırlı işçiler için dayanışma panklartları yükselterek, sınıf mücadelenin aynı türden saldırılara karşı uluslararası bir mücadele olduğunu ortaya koyuyor.

EKA

Tags: 

Komünizm Nedir ve Ona Nasıl Ulaşırız?

Komünizm ‘hoş bir fikir' değil; somut bir gereklilik. Hoş bir fikir değil mi?... Aslında geçtiğimiz yüzyılın tamamı boyunca çok kötü bir fikir olduğu anlatıldı; çünkü o, totaliter devlet, fakirlik ücretleri, süper güç siyasetleri, işçi kampları, vb. anlamına geliyordu. Ancak komünizm eşittir Stalinizm büyük yalanına rağmen, bu fikir, Stalinizm'in gerçekten komünizm olmadığında, Marx tarafından tasarlanan komünizm hiç olmadığında diretti. Ama başka bir savunma hattı mevcut: Rusya'da olanlar artık ‘hoş bir fikir' olmadığını, insan doğası ya da çağdaş dünyanın karmaşıklığı nedeniyle pratikte işlemediğini kanıtlıyor. Nitekim, onu pratiğe dökmeye yönelik tüm çabalar korkunç bir son ile bitecek. O yüzden şu anki halimize katlanmak daha iyi...

Marksizm'in işaret ettiği komünizm belki ‘hoş bir fikir' değil; çünkü o, iyi niyetli reformistlerin icat ettiği bir proje değil. Komünizm, tarihin dinamiği tarafından sağlanan bir gereklilik ve olabilirliği karşılıyor. Komünizm bir gerekliliktir; çünkü insan toplumunun günümüz örgütlülüğü -yani kapitalizm- insanlık için işlemeyen bir sistem olma noktasına erişmiştir. Üretici güçleri emsalsiz bir aşamaya taşımış, ancak bu güçler insanlığa karşı hale gelmiş ve onu ezmek için tehdit etmekte. Açık olan şu ki; bizler teknoloji ve bilimin yöntemine baktığımızda, onun insanlığı angaryalardan kurtarmak ve insan türünün temel somut ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılmadığını; büyük imha cephaneliklerini doğal çevreyi yağmalamak için yarattığını ve küçük bir sömüren azınlığın ihtiyaçlarına sunduğunu görmekteyiz. Kapitalizmin devamı ister savaş yoluyla, ister ekolojik yıkım ile ya da her ikisinin bir kombinasyonuyla insanlığın hayatta kalması için bir tehlike haline gelmiştir. Bu nedenle mevcut sistemden kurtulmak sadece hoş bir fikir değil, insanlığın çıkarına tarihsel bir gerekliliktir. Komünizm mümkündür; çünkü sistem onu yenecek güçlerini harekete geçiriyor: Bolluğu yaratan ve bu suretle sömürüye son verme kapasitesine sahip üretici güçleri ve kapitalizme karşı, kapitalizmin toplumsal ilişkilerini yok ederek bir devrim yapmak ile somut bağlantısı olan toplumsal bir sınıfı. Ancak şunu not edelim ki, gereklilik kaçınılmazlığa eşit değildir. Komünizm mümkündür ama başka bir alternatif de olasıdır: Mutlak barbarlığa geçiş.

‘Komünizm nedir' sorusunu cevapladığımızda, sık sık olumsuzlarla başlamak gerekiyor; özellikle ‘komünizm SSCB, Çin ya da Küba değildir' diyerek; ancak daha genel olarak mevcut sistemin kurtulmamız gereken niteliklerinden bahsederek. Örnek olarak şunları söyleyebiliriz:

a) Komünizm sınıfların olmadığı bir toplumdur. Hakim ideolojinin temel düsturu, toplumun daima bir grup yukarıda, aşağıda ve bir miktar da ortadaki insandan oluştuğudur. Diğer bir ifadeyle, sınıf ayrılıkları daima vardır ve daima da var olacaktır. Oysa sınıflı toplum tarihsel olarak oldukça güncel bir icattır. On binlerce yıl insanoğlu komünizmin ‘ilkel' bir versiyonunda, aynı zamanda zorunluluk gereği yaşamıştır. Sınıf ayrılıkları uzun bir dönemdir su yüzüne çıktı ama neticesinde ilk ‘medeniyetler'e yol açtı. Bu yüzden komünizm kendi başına iddialı. O, kapitalizmden önce şekillenmiş despotluk, kölelik, serflik gibi versiyonları olan binlerce yıllık sınıf sömürüsünü ortadan kaldırma görevini önüne koyuyor. İlkel komünizmin varoluşu, sınıf farklılıklarının ‘doğal' şeyler olduğu yönündeki argümanı çürütüyor. Sınıf farklılıkları tarihin belirli bir aşamasında ortaya çıktılar; çünkü eski eşitlikçi toplumsal ilişkiler bir noktadan sonra üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geldiler; ama günümüzün toplumsal ilişkileri de bugün artık ileri yöndeki gelişim için bir engel teşkil etmekte. İnsanlığın şu anda ihtiyaç duyduğu şey, sınıfsal bölünmeler ile özel mülkiyetten kurtulmak ve zenginliklerin ayrıcalıklı azınlıkların değil, tüm toplumun ihtiyaçları için kullanıldığı hakiki bir toplum yaratmaktır.

b) Komünizm sınıfların ve devletin olmadığı bir toplumdur. Devletin varlığı uzun bir zamana dayanmıyor. O, toplumun çelişen sınıflara ayrılması nedeniyle hakim sınıfın toplumsal çıkarlarını koruma işlevi ile doğdu. Sınıf farklılıklarını bertaraf edersen devleti de bertaraf etmiş olursun. Bu, ekonomi devlet tarafından ne kadar kontrol altında tutulursa o kadar sosyalizme ya da komünizme yaklaşırız diyenlere de bir cevaptır.

c) Komünizm paranın olmadığı bir toplumdur. Diğer bir deyişle, kapitalizmde her şeyin satış ve kar için üretilmesinden farklı olarak, komünizmde üretimin amacı insan ihtiyaçlarını karşılamaktır. Para gereksiz hale gelecektir; çünkü üretim ve tüketim mübadele aracılığıyla gerçekleşmeyecek. Tekrarla, bu mümkündür; çünkü herkesin ihtiyacı için yeterince üretim olanaklı hale gelmiştir. Bu nedenle malları özgürce paylaştırmak, devlet ile çözümlenebilir bir şey değildir. Ve bu bir gerekliliktir; çünkü kar için üretim, kapitalist ekonominin -kar oranında düşmeye doğru eğilim ve aşırı üretim krizi- tüm çelişkilerinin kaynağıdır. Bu çelişkiler ilk olarak kapitalizmin dünya genelinde bir sistem olmasına neden olur ve bu nedenle komünizmin temellerini barındırır. Ancak kesin bir ifadeyle bunlar, bütün üretim sisteminin yeniden örgütlenmesini talep eden ve giderek büyüyen felaketlerin kaynağı haline de gelmişlerdir.

d) Komünizm aynı zamanda ulusal sınırların da olmadığı bir toplumdur. Kapitalizm ulus-devleti en ‘yüksek' biçim olarak geliştirdi, ancak ulus-devletin her biçimi insanlık için asli bir engel ve gerçek bir tehlike haline gelmiştir; çünkü kapitalist rekabet, aynı zamanda global kontrol için silahlı güçler arasında sürekli bir ekonomik ve askeri mücadeleye ortam hazırlamaktadır. Ancak bu, ‘herkesin herkese karşı savaşı'na rağmen, sistem hala bir bütün halinde işliyor ve onun kanunlarından bir bölge ya da bölge içerisinde kaçabilmek imkansızdır. Devrim dünya çapında olmalıdır ve yeni toplumsal örgütlenme yeryüzünün kaynaklarını ortaklaşa kullanmalıdır. Bu gerçek kapitalizmin yaratımı olan ekolojik kriz de düşünüldüğünde ayan beyan ortadadır.

Bunların tamamı olumsuz ifadeler. Bu, komünizmin sadece olumsuzlama olduğu anlamına gelmez. Marxistler ‘formüller' vermekten daima kaçınırlar. Ancak Marx gençliğinden beri komünizmi olumlu terimlerle tanımlamıştır, özellikle gelişkin ifadelerinde: Bir işkence değil, zevk kaynağı olarak çalışma; işin, bilimin ve sanatın kaynaşması; insanlığın doğa ile armonisi ve bilinç ile içgüdü arasındaki çelişkinin giderilmesi....

Bizler için Marxistlerin uzak komünist geleceği tanımlamak amacıyla ortaya koyduğu bu çabalar ‘ütopik' değildir. Çünkü onlar gerçek insan kapasitelerinde temellenmektedir: Troçki'nin ifade ettiği gibi, ortalama insan varoluşu bir gün Goethe ya da Shakespeare kadar yaratıcı olacaktır. Gerçek şu ki, Goethe de, Shakespeare de insanlığın, gerçek insan yaşamının ürünleridirler. Bu girişimler ütopik değildirler; çünkü komünizm, Marx'ın da ortaya koyduğu gibi, "olayların mevcut durumunu yok eden gerçek bir harekettir". Bir anlamda bu hareket, tarihte tüm sömürülen ve ezilenlerin hareketidir; daha belirgin olarak proletaryanın, işçi sınıfının hareketidir. En başından beri Marx komünizm anlayışını, toplumda mücadelesinin kendiliğinden komünist bir dinamiği olan bir sınıfın var olduğu üzerine kurmuştur. Bu, kendisini, toplumun tümünü binlerce yıllık sömürüden kurtararak özgürleştirebilecek bir sınıftır...

Proleter mücadele, içinde komünizme doğru bir dinamik barındırır; çünkü kendisini sadece ortak bir davranış ve mümkün olan en geniş dayanışma yoluyla savunabilir; geleceğin dayanışmaya dayalı toplumu yoluyla... İçerisinde komünizme doğru bir dinamik barındırır; çünkü komünizm insanlığın kendi üretici güçlerinin bilinçli ustalığına sahip olacağı tarihteki ilk toplumdur - ve proletaryanın sınıf mücadelesi kendi yöntem ve hedeflerinin artan bilinci olmaksızın ustalaşamaz. Başlangıçta, sınıf hareketinin bu iki asli ihtiyacı yani dayanışma ve amaçlarının bilincine varma ihtiyacı, örgütlü formların doğmasına yol açtı. Bir yandan sendikalar, karşılıklı yardımlaşma toplulukları, kooperatifler; diğer yandan siyasi örgütler ya da partiler...Bu biçimler egemen sınıf ve onun ideolojisinin baskısına sürekli maruz kalarak sık sık ortadan yok oldular ya da düşman sınıf tarafından ele geçirildiler. Ancak sınıf mücadelesi devamlı olarak kendi evrimine daha çok uyan yeni biçimleri yaratıyor.

Dolayısıyla, kapitalizm yükseliş aşamasının sonuna ulaşarak çöküş evresine girdiği gibi, proleter hareket de var olan düzen içerisinde kendisini tanımlama ve savunma ihtiyacına artık daha fazla göğüs geremiyor, ancak savunmayı saldırıya çevirmek ve bu düzenin tüm kurumlarına bir meydan okuma yükseltiyor. Marx, proletaryanın, zanaatçı köklerinin evrimleşmesinden gelen savunma amaçlı çatışmalarından, onun devrime önderlik edeceğini çıkarsamıştır. Marx işçi sınıfının cennette fırtınalar yaratacak kapasitesini görmüştür. İşçi sınıfının kapasitesinin ilk belirtisi günlük yaşamında bile "işçi yönetimleri" kurması ve Paris Komünü'nde görüldüğü üzere var olan devlet gücünü dönüştürmesidir. Proletaryanın kendisini sermayeye karşı bir güç olarak örgütleme kapasitesi 1905'te Rusya'da da kendini göstermiştir. Gerçekleştirdiği kitle grevleri, Birinci Dünya Savaşı'na bir cevap olarak yarattığı devrimci dalga ve varoluşunun en üst noktası olarak Rusya'da kurduğu sovyetler, diğer bir deyişle işçi konseyleri tarafından iktidarın ele geçirilişi onun sermayeye karşı kendisini örgütleme yeteneğinin güçlü belirtileridir. İşçi konseyleri, Lenin'in dile getirdiği gibi, proletarya diktatörlüğünün keşfedilmiş en son biçimidir: Tüm işçi sınıfını yeniden biraraya getirme, mücadelesini kitle toplantıları ve geri çağrılabilir delegeler vasıtasıyla kontrol etme, mücadelenin iktisadi ve siyasi boyutlarını kaynaştırma, kendini silahlandırma ve burjuva devleti yok etme imkanı tanıyan bir biçim. Sonuç olarak, işçi sınıfının bilincinin, sınıfın en ileri fraksiyonu olan komünist partinin müdahalesinden etkilenen sıçramalar aracılığıyla ilerletilmesine meydan veren bir biçim.

Savaşın ardından gelen devrimci dalga yenildi. Rusya'da, iktidarın ülke çapında ilk kez işçi sınıfı tarafından ele geçirildiği bir yerde devrim, izolasyon ve bir dönem ona hizmet eden, ardından da sırtını dönen birçok araç tarafından boğuldu. Ama bu trajik deneyimden hayati dersler de çıkartıldı. Bu dersler: İktidarın eski aparatının yok edilişinin ardından doğan diğer bütün siyasi kurumlardan bağımsızlığını koruyacak işçi konseylerinin gerekliliği; bu gerçeğin siyasi icraatlerin üstündeliğinde bir bütün olarak sınıfa ait görevleri üstlenen komünist partinin olanaksızlığı; ekonominin ulusallaştırılması kapitalist toplumsal ilişkilerin sonu demek değildir.

İşçi sınıfının acısını çektiği bu tarihsel yenilgiye ve onun uyanışının ardından gelen dehşete -Stalinist ve Nazi terörü ile İkinci Emperyalist Dünya Savaşı'na- rağmen bizler komünist devrimi imkansız bir rüya olarak ele almıyoruz. Bu dersleri, geleceğin devrimini besleyecekleri için korumak ve geliştirmek üzere saptıyoruz.

WR, 23/11/06.

Tags: 

Kuzey Kıbrıs'ta Genel Grev

Bugün yani 2 Mart Çarşamba günü, Kuzey Kıbrıs'ta, 5 Temmuz 2010 ve 28 Ocak 2011 günleri gerçekleştirilen iki genel grevin ardından, bir genel grev daha gerçekleştirilecek. Özellikle 28 Ocak günü gerçeleşen grev, açılan "Ankara: Ne Paranı, Ne Memurunu Ne De Paketini İstemiyoruz" pankartı nedeniyle, TC basınında geniş yer bulmuş, Başbakan Erdoğan'ın ise Kıbrıslı işçileri aşağılayan tepkisini çekmişti. 2 Mart'a giden süreçte de çeşitli tekil ve kısmi mücadeleler de gerçekleşmişti. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfının hayat ve çalışma koşulları için mücadele etme isteğini gösteren bu genel grevler, yalnız Kuzey Kıbrıs proletaryası için değil, bütün adadaki işçiler için büyük önem taşımakta ve Türkiye işçi sınıfına da örnek göstermektedir. Bununla birlikte, ufak bir ülke için ne denli kitlesel olsalar ve önemli bir mücadele deneyimi teşkil etseler de, işçi sınıfının uluslararası deneyimi göstermiştir ki; bir günlük grevler işçi sınıfının taleplerinin karşılanmasını sağlayamamaktadırlar. İşçi sınıfı genelinin mücadelesinin tek bir güne hapsedilmesinin önüne ise, ancak işçi sınıfının mücadeleyi kendi eline alması ile geçilebilir.

Sendikalar Platformu İşçilerden Yana Mı?

Kuzey Kıbrıs işçi hareketinde an itibariyle insiyatifin, grevlerin "örgütleyicisi" konumunda bulunan Sendikalar Platformu'nun elinde olduğunu söylemek pek zor olmayacaktır. Peki, Sendikalar Platformu, Kuzey Kıbrıs işçisinin bağımsız çıkarlarını savunmakta mıdır?

Hatırlatalım: İçinde bulunduğumuz Şubat ayında, Sendikalar Platformu, Demokrat Parti genel başkanı ve eski cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın oğlu Serdar Denktaş'ın başlattığı "Tek talebimiz kendi evimizin efendisi olmak" kampanyasına imza atmakta bir sakınca görmemişti.

Hatırlatalım: Serdar Denktaş ve partisi, işçi sınıfının çıkarlarıyla uzaktan yakından alakası olduğunu dahi iddia etmeyen liberal muhafazakar bir merkez sağ partisidir. Yani bir düzen partisidir; bir burjuva partisidir; işçi düşmanı bir partidir.

Hatırlatalım: Demokrat Parti, yakın zamana kadar TC emperyalizminin Kıbrıs'taki en sadık ajanlarından olmuş Rauf Denktaş'ın desteğine sahiptir ve bu şahıs tarafından geçmişteki kimi seçimlerden desteklenmiştir. Dahası, Sendikalar Platformu adına konuşan Kıbrıs Türk Kamu Görevlileri Sendikası (Kamu-Sen) Genel Başkanı Mehmet Özkardaş, Serdar Denktaş'ın kampanyasına attığı imzayı "Kıbrıs Türk halkı geçmişte İngiliz ve Rumlara olduğu gibi anavatanı da olsa, kendisine yönelik her türlü dayatmaya karşı çıkacaktır" diyerek açıklamıştır.

Bu zihniyeti, Kuzey Kıbrıs'da TC'nin çıkarlarına yıllardır hizmet etmiş milliyetçi zihniyetten ayıran tek nokta, vardığı sonuçtur. Bu sonuç ise, iki milliyetçi zihniyetten herhangi birini işçilerin çıkarlarına bir gıdım yaklaştırmamaktadır.

Kuzey Kıbrıs Kimindir?

Bu noktadan, kimi eylemlerde açılan ve Türkiye'de milliyetçi burjuva solunun unsurlarından duymaya pek alışık olduğumuz "Bu memleket bizim", "Ülkemiz satılık değil" ve benzeri pankartlara değinmek gereklidir. Nasıl Türkiye, "bu memleket bizim" sloganları atanlara değil, Koç'lara, Sabancı'lara ve TC devletine aitse, Kıbrıs da işçilere değil, Kıbrıs burjuvazisine ve TC emperyalizmine aittir. Zira ülkelerin egemenleri, egemen sınıflardır. Egemen oldukları coğrafyalar üzerinden sınırları yaratan da aynı egemen sınıflardır. İşçilerin vatanı yoktur. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfı, mücadelesini geliştirmek istiyorsa, mücadelesini ilkin adanın güneyindeki Rum işçi kardeşleriyle, ardından da Türkiye ve Yunanistan'da yaşayan işçilerle ortaklaştırmak durumunda kalacaktır. Güney Kıbrıs'taki Rum işçilerin ve Türkiye ile Yunanistan işçi sınıfının üzerine düşen ise Kuzey Kıbrıs'ta mücadele eden işçi kardeşleriyle dayanışmaktır. Ne TC ve Yunanistan gibi emperyalist devletler, ne adanın güneyindeki ve kuzeyindeki kukla burjuva devletleri, ne de kurulacak olası bir bağımsız Kıbrıs devleti işçilerin dostudur. İşçilerin tek dostu, yine işçilerdir.

KAHROLSUN TC EMPERYALİZMİ!

YAŞASIN KIBRIS İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ!

YAŞASIN ENTERNASYONAL İŞÇİ DAYANIŞMASI!

EKA

Tags: