EKAonline - 2023

Afetin Adı Kapitalizm - Ancak Proleter Sınıf Dayanışması Yaşatabilir!

Türkiye'deki bazı yoldaşların, Türkiye ve Suriye'yi vuran depremle ilgili olarak yaptığı açıklamayı burada yayınlıyoruz. Resmi ölü sayısı şimdiden 21.000'i geçti ve ilk depremden sağ kurtulan ancak şimdi açlık, soğuk ve hastalıkla karşı karşıya olanları da sayarsak, sayının tırmanması muhtemel. Yoldaşların bu korkunç olaylara verdikleri hızlı tepkiyi selamlıyoruz. Açıklamanın da gösterdiği gibi, bu "doğal" afet, insanları tamamen yetersiz ve dayanıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakan kapitalist kâr ve rekabetin duygusuz talepleri nedeniyle çok daha ölümcül hale gelmiştir. Depremin yıkıcı etkileri, kapitalist üretim tarzının her açıdan çürümekte olduğu günümüzde, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilenlerin yaşamlarını ve acılarını hor görmesinin daha da belirginleştiğini göstermektedir. Özellikle de bu felaketin emperyalist savaş tiyatrosunun ortasında gerçekleşiyor olması etkisini önemli ölçüde ağırlaştırmaktadır. Depremin merkez üssü, uzun süredir Türk devleti ile Kürt milliyetçileri arasındaki çatışmalara konu olan, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bölgede, Maraş'tadır. Suriye'nin kuzeyinde, mağdurların büyük bir kısmı Suriye'deki ölümcül savaştan kaçarak sığınmaya çalışan ve Esad rejiminin Halep gibi şehirlerdeki hastaneleri kasıtlı olarak bombalamasıyla daha da kötüleşen cehennem koşullarında yaşayan mültecilerdir. Bölgedeki savaşan kapitalist gruplar arasında süregelen çatışma da zaten yetersiz olan kurtarma çabalarının önünde siyasi ve maddi bir engel olarak duracaktır.


Maraş’ta gerçekleşen (6 Şubat 2023), çevre iller ve Suriye’yi de vuran depremin yıkıcı etkilerinin ne ölçüde olduğunu henüz tam olarak bilmek mümkün değil. Şimdiden medya, on binden fazla binanın yıkıldığını, binlerce insanın enkaz altında kalarak öldüğünü, on binlerce insanın yaralandığını belirtiyor. Kimi şehirlerle iletişim iki gündür kopmuş durumda. Yollar, köprüler, havaalanları yıkıldı. İskenderun limanında yangın çıktığı bildiriliyor. Birçok bölgede elektrik, su ve doğal gaz bağlantıları kesilmiş halde. Depremden canını kurtaranlar bu sefer de sert kış koşulları altında açlık ve soğukla boğuşuyor. Türkiye'nin askeri operasyonları altında kalan Suriye’deki deprem bölgesinden de oldukça vahim haberler bildiriliyor.

Art arda yaşanan iki büyük depremin olağandışı olduğu kesin. Ama, egemen sınıfın ve onun partilerinin iddia ettiğinin aksine bu depremlerin yarattığı yıkımın normal olduğu anlamına gelmiyor. Hem muhalefetteki hem de iktidardaki sermaye partilerinin mide bulandırıcı “ulusal birlik” çağrıları da herkesin bildiği gerçeği gizleyemez: bu yıkımın baş sorumlusu kapitalizm ve devlettir.

1- Deprem bölgesinde evsiz kalan, yaralanan ve yakınlarını kaybedenlerle proletaryanın bir sınıf olarak her türlü dayanışmayı göstereceğini biliyoruz. Şimdiden yüzlerce maden işçisi depremde arama kurtarma çalışmalarına katılmak için gönüllü olmuş durumda. Şimdiden dünyanın her yanında işçiler ve arama kurtarma ekipleri kazazedelere yardım etmek için dayanışma gösteriyor. Bu dayanışma, proletaryanın en büyük silahlarından birisi olarak, yaşamsal bir zorunluluktur. Proleterlerin birbirleri dışında güvenecek kimsesi yoktur. Kurtuluşu egemen sınıftan ve onun devletinden değil sadece kendi sınıf birliğimizden bekleyebiliriz.

2- Türkiye’deki geçmiş deprem deneyimleri, sermayenin toplumsal yeniden üretimi hedefiyle gelişen şehirleşmenin yıkıcı ve ölümcül etkilerinin ispatıdır. Depreme uyumsuz yapılaşmanın, insanların deprem bölgelerinde çok katlı binalara ve yoğun nüfuslu kentlere sıkıştırılmasının tek sebebi sermayenin bol ve ucuz iş gücü ihtiyacının karşılanmasıdır. 20 yıl önce gerçekleşen Gölcük ve Düzce depremlerinden sonra devletin aldığı bütün “önlemlerin”, egemen sınıfın döktüğü timsah gözyaşlarının sahteliğini bu deprem bir kez daha gösteriyor. Bu deprem ve etkileri şimdiden devletin esas varlık sebebinin yoksul ve proleter nüfusu korumak değil, ulusal sermayenin çıkarlarını korumak olduğunu acı bir şekilde ispatlıyor.

3- Peki kapitalizm, felaketlerin bizzat kendi üretim altyapısını düzenli ve sistematik olarak yıkmasına rağmen neden kalıcı ve sağlam bir altyapı inşa etmiyor? Çünkü kapitalizm altında binalar, yollar, barajlar, limanlar, kısacası hiçbir altyapı yatırımı kalıcılık veya insan ihtiyaçları gözetilerek inşa edilmez. Kapitalizmde ister devlet eliyle ister özel şirketlerce yapılsın, bütün altyapı yatırımları karlılık ve ücretli iş düzeninin sürmesi hedefiyle inşa edilir. Yoğun bir nüfus yaşanılmaz kentlere sıkıştırılır. Deprem olmasa bile en fazla 100 yıl dayanabilecek, sağlıksız beton binalar kentleri ve taşraları sarar. Son 40 yılın korkunç kapitalist kentleşmesi bütün Türkiye çapında kent ve hatta köyleri böylesi beton mezarlara çevirmiş durumda. Çünkü kapitalist kar üretimi ancak olabildiğince çok canlı emeği, yani proleteri işe sürerek ve sabit sermaye yatırımlarını, yani altyapıyı ise minimum düzeyde tutarak sürdürülebilir. Kapitalizmde inşaat sürekli bir faaliyettir, yapılan yapının kalıcılığı, çevreyle uyumu, insan ihtiyaçlarına cevap vermesi önemsenmez önemsenemez. Bu gelişmiş batı kapitalizminde de, Afrika ve Asya’nın daha zayıf kapitalizmlerinde de geçerli bir kuraldır. Sermayenin ve onun devletlerinin tek toplumsal hedefi artan sayıda proleterlerin sömürüsünü sürekli kılmaktır.

4- Kapitalist düzen kendi sömürü düzenini yeniden üretebilecek çözümleri bile ortaya koyabilecek konumda değil. “Doğal” afetler karşısında sermaye sadece umursamaz değil aynı zamanda aciz de. Bu acizliği ulus devletlerin kontrolünde olan yardım örgütlerinin koordinasyonsuzluğunda, devletin acil yardım dağıtımlarında beceriksizliğinde bile görüyoruz. Bunu sadece çürüyen kapitalizmin daha derinden etkilediği Türkiye gibi ülkelerde değil, aynı zamanda iki yıl önce sel karşısında çaresiz kalan Almanya veya altyapı yatırımlarının ihmal edilmesi yüzünden yolları ve köprüleri sellerde çöken ABD gibi kapitalizmin merkez ülkelerinde de görüyoruz.

5- Düzen muhalefetinin kimi kesimlerinin devleti depremzedelere “yardım” konusunda “yetersiz” bulması devletin doğasına dair aldatıcı bir perspektif sunuyor. Devlet bir yardım kurumu değildir. Devlet bir azınlık sömürücü sınıfın kolektif şiddet aygıtıdır. Devlet sermayenin çıkarlarını korur. Elbette bir afet bölgesinde kaosun hüküm sürmesi hem egemen sınıfın zayıflığını göstereceğinden hem de bizzat sermayenin yeniden üretimini sekteye uğratacağından, devlet minimum düzeyde bir “yardım” örgütlenmesi gerçekleştirecektir. Ama görünen o ki, devlet bu minimum yardımı sağlamakta bile acizlik içinde. Devletin felakete müdahalesi nasıl olursa olsun, onun esas işlevi proletaryayı dizginlemek ve diğer kapitalist ülkelerle ulusal sermayenin çıkarları doğrultusunda rekabet etmektir. Devlet, işçileri ölümcül beton tabut evlere iten, felaketler karşısında savunmasız bırakan koşulların bekçisi, sermaye birikiminin ideolojik ve fiziksel dayanağıdır.

6- Son yıllarda yaşadığımız ve etkileri dünya çapında hissedilen salgın, kıtlık ve savaşların “doğal” hiç bir yanı yoktur. Deprem anı hemen öncesinde tahmin edilemese de, deprem fay hatları ve olası büyüklükleri kesin bir şekilde öngörülebilmektedir. Bütün bu felaketlerin baş sorumlusu, toplumu kar üretimi ve ücretli iş etrafında örgütleyen, militarist-milliyetçi rekabeti derinleştiren, insanlığın varlığını ve geleceğini tehdit eden kapitalizm ve ulus devletler, mevcut egemen sınıfın tümüdür. Kapitalizm egemenliğini sürdürdükçe, insanlık ulus devletlere ve sınıflara ayrılmaya devam ettikçe bu felaketler daha da derinleşerek, daha da yıkıcılaşarak ve sıklaşarak gerçekleşmeye devam edecektir. Bu durum kapitalizmin tükenmişliğinin en net göstergesidir. Dünyanın her yerinde egemen sınıflar insanlığı savaşlara, korkunç ve yaşanmaz şehirlere, açlığa ve kıtlığa, dev bir küresel iklim krizine itiyor.

Maraş ve çevresinde gerçekleşen deprem egemen sınıfın insanlığa önereceği olumlu hiçbir gelecek olmadığının en son somut ve can yakıcı ispatıdır. Ama bu durum bizi karamsarlığa itmemeli. Depremde sınıfımızın gösterdiği ve göstereceği dayanışma, bize umut vermeli. Felaketlerin yıkıcılığının sebebi bunların çaresinin olması değil, sınıfımızın, proletaryanın dünyayı değiştirecek ve insanlığı sermaye belasından kurtaracak özgüvene henüz sahip olmamasıdır. İnsanlığın ve dünyanın kaynakları bizi felaketlerden koruyacak, kalıcı, güvenli konutlar ve yerleşimler inşa etmek için yeterli. Yeter ki bu kaynakları seferber edebilecek tek güç olan proletarya kendisine güvensin ve iktidarı çürümüş ve yoz sermaye sınıfının elinden almak için dünya çapında mücadeleye girsin.

Türkiye’den bir grup Enternasyonalist Komünist

 

Tags: 

Rubric: 

Deprem Türkiye ve Suriye'yi vurdu

Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, Yunanistan ve Fransa'da grevler ve eylemler... Mücadelelerimizi nasıl geliştirebilir ve birleştirebiliriz?

"Artık yeter demek zorundayız! Sadece biz değil, bu ülkenin tüm işçi sınıfı bir noktada artık yeter demek zorunda" (Littlejohn, Ford'un ABD'deki Buffalo damgalama fabrikasında vasıflı işlerde bakım şefi).

Bu Amerikalı işçi, her ülkede tüm işçi sınıfının bilincinde olgunlaşmakta olanı kısaca özetliyor. Bir yıl önce Birleşik Krallık'ta "Öfke Yazı" patlak vermişti. İngiltere işçileri "Artık yeter" sloganlarıyla otuz yılı aşkın bir süredir devam eden durgunluk ve teslimiyetin ardından yeniden mücadeleye atılma çağrısı yaptılar.

Bu çağrı sınırların ötesinde de yankılandı. Yunanistan'dan Meksika'ya, yaşam ve çalışma koşullarımızdaki aynı tahammül edilemez kötüleşmeye karşı grevler ve eylemler 2022'nin sonu ve 2023'ün başı boyunca devam etti.

Kış ortasında Fransa'da işçiler bir adım daha ileri gitti: proleterler "artık yeter" fikrini benimsediler. Ancak birbirlerinden yalıtılmış yerel ve korporatist mücadeleleri çoğaltmanın ötesine geçip, sokaklarda milyonlar halinde toplanmayı başardılar. Gerekli mücadele ruhuna kitleselliğin sayısal gücünü eklediler. Ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri'nde işçiler mücadele meşalesini biraz daha ileriye taşımaya çalışıyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri'nde sınıf mücadelesi için yeni bir adım

Şu anda dünyanın önde gelen ekonomik gücünü ateşe veren toplumsal hareketi gerçek bir medya karartması çevreliyor. Bunun nedeni açık: on yıllardır yoksulluk, şiddet, uyuşturucu, ırkçılık, korku ve bireycilikle harap olmuş bir ülkede, bu mücadeleler tamamen farklı bir yolun mümkün olduğunu gösteriyor.

Tüm bu grevlerin temelinde gerçek bir işçi dayanışması dalgası yatıyor: "Hepimiz bıktık: geçici işçiler bıktı, benim gibi uzun süredir çalışanlar bıktı... çünkü bu geçici işçiler bizim çocuklarımız, komşularımız, arkadaşlarımız" (bu sözlerin sahibi yukarıda alıntıladğımız aynı New York’lu işçidir). Farklı işçi kuşakları bir arada duruyor. "Yaşlılar" sadece kendileri için değil, her şeyden önce daha da kötü çalışma koşullarına ve daha da düşük ücretlere sahip olan "gençler" için grevdeler.

"Bu işte hep birlikte" olduğumuzun farkına vardıkça, işçi sınıfı içinde dayanışma duygusu giderek büyüyor: "Tüm bu gruplar sadece birbirinden ayrı hareketler değil, kolektif bir birlik çığlığı. Burası bir işçi şehri - mavi yakalı ve beyaz yakalı, sendikalı ve sendikasız, göçmen ve yerli işçilerin şehri" (Los Angeles Times).

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki mevcut grevler, ilgili sektörlerden çok daha fazlasını bir araya getiriyor. "Toledo, Ohio'daki Stellantis sanayi kompleksi, grevin başlangıcında tezahüratlar ve kornalarla çalkalanıyordu" (The Wall Street Journal). "Kornalar, otomobil üreticisinin Wayne, Michigan'daki fabrikasının dışındaki grevcilere destek için çalıyor" (The Guardian).

Mevcut grev dalgası tarihi bir öneme sahip:

- Hollywood'da senaristler ve oyuncular 63 yıl sonra ilk kez birlikte mücadeleye girdiler;

- Minnesota ve Wisconsin'deki özel sektörde çalışan hemşireler tarihlerindeki en büyük grevi gerçekleştirdiler;

- Los Angeles belediye çalışanları 40 yıl sonra ilk kez greve gitti;

- "Üç Büyükler" (General Motors, Ford, Chrysler otomobil işletmelerinin) işçileri eşi benzeri görülmemiş bir ortak mücadeleye öncülük etti;

- Çeşitli eyaletlerde greve giden Kaiser Permanente çalışanları, sağlık sektöründe bugüne kadar düzenlenen en büyük eyleme öncülük etti.

Bunlara son haftalarda Starbucks, Amazon ve McDonald's'daki, havacılık ve demiryolu fabrikalarındaki grevleri ya da Kaliforniya'daki tüm otellere giderek yayılan grevleri de ekleyebiliriz... Tüm bu işçiler, kendilerini yoksulluğa sürükleyen dörtnala artan enflasyon karşısında makul bir ücret için mücadele ediyor.

Tüm bu grevlerle Amerikan proletaryası, özel sektördeki işçilerin de mücadele etmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Avrupa'da şimdiye kadar harekete geçenler ağırlıklı olarak kamu sektörü çalışanlarıydı. İşlerini kaybetme korkusu özel şirket çalışanları için bir fren etkisi yapıyor. Ancak giderek dayanılmaz hale gelen sömürü koşullarıyla karşı karşıya kaldığımızda, hepimiz mücadele etmek zorunda kalacağız. Gelecek, tüm sektörlerdeki birliğin ve birleşik sınıf mücadelesinindir!

Bölünmeye karşı mücadelelerimizi birleştirelim!

Avrupa, Asya ve Okyanusya'da öfke yeniden yükseliyor. Çin, Kore ve Avustralya'da da yaz aylarından bu yana art arda grevler yaşanıyor. Yunanistan'da Eylül sonunda gelişen toplumsal hareket ulaşım, eğitim ve sağlık sektörlerindeki işçileri bir araya getirmiş, işçileri istihdamı daha esnek hale getirmeyi amaçlayan yeni çalışma reformunu protesto etmişti. 13 Ekim'de Fransa'da ücretler konusunda eylemler yeniden başladı. İspanya'da da bir öfke rüzgarı esmeye başladı: 17 ve 19 Ekim'de özel eğitim sektöründe grevler; 24 Ekim'de kamu eğitim sektöründe grev; 25 Ekim'de Bask kamu sektörünün tamamında grev; 28 Ekim'de emekliler tarafından bir eylem vb. Bu mücadele belirtileri karşısında İspanyol basını "yeni bir sıcak sonbahar" beklendiğinden bahsetmeye başladı.

Bu liste sadece sınıfımızın artan hoşnutsuzluk ve mücadelecilik düzeyini göstermekle kalmıyor. Aynı zamanda sınıf hareketimizin mevcut en büyük zayıflığını da ortaya koyuyor: Büyüyen dayanışmaya rağmen mücadelelerimiz birbirinden ayrı kalmaya devam ediyor. Grevlerimiz aynı anda gerçekleşebilir, hatta sokaklarda yan yana bile olabiliriz, ancak gerçekten birlikte mücadele etmiyoruz. Birleşmedik, tek bir toplumsal güç olarak, tek bir mücadele içinde örgütlenmedik.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki mevcut grev dalgası bunun bir başka açık göstergesidir. Hareket "Üç Büyük" otomobil fabrikasında başlatıldığında, grev önceden "belirlenmiş" üç fabrika ile sınırlıydı: GM için Wentzville (Missouri), Chrysler için Toledo (Ohio) ve Ford için Wayne (Michigan). Bu üç fabrika birbirinden binlerce kilometre uzakta olduğu için işçilerin bir araya gelip tek vücut olarak mücadele etmeleri imkansız.

Neden bu kadar dağılmışlardı? Bu parçalanmayı kim organize etti? Bu işçileri resmi olarak kim denetliyor? Toplumsal hareketleri kim örgütlüyor? İşçilerin yasal temsilcileri, "mücadele uzmanları" kimler? Sendikalar! Dünyanın her yerinde işçilerin tepkisini parçalayan ve bölen sendikalardır.

Greve gidecek bu üç fabrikayı "belirleyen", Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ana sendikalardan biri olan UAW’dir! Hareketi yapay bir şekilde "güçlü, birleşik ve kitlesel" olarak nitelendiren, tüm işçiler greve gitme isteklerini yüksek sesle ilan ederken, grevi kasıtlı olarak sendikalı işgücünün yalnızca %10'uyla sınırlayan UAW'dir. Mack Truck (Volvo kamyonları) işçileri mücadelelerinde "Üç Büyükler’e" katılmaya çalıştıklarında sendikalar ne yaptı? Grevi sona erdirmek için aceleyle bir anlaşma imzaladılar! Hollywood'da oyuncuların ve senaristlerin grevi aylardır devam ederken, otomobil işçilerinin greve katılmasıyla, anında bir yönetim/sendika anlaşması imzalandı.

Fransa'da bile milyonlarca insanı sokaklarda bir araya getiren eylemler sırasında sendikalar, "kendi" sendika üyelerini bir arada değil, şirketlere göre gruplandırarak yürüyüşleri bölüyor ve herhangi bir toplanma ya da tartışmayı engelliyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde, Birleşik Krallık'ta, Fransa'da, İspanya'da, Yunanistan'da, Avustralya'da ve diğer tüm ülkelerde, eğer bu örgütlü bölünmeyi durdurmak istiyorsak, eğer gerçekten birleşmek istiyorsak, eğer birbirimize ulaşabilmek, birbirimizin yanında durmak, hareketimizi genişletebilmek istiyorsak, mücadelelerin kontrolünü sendikaların elinden almalıyız. Bunlar bizim mücadelelerimiz, tüm işçi sınıfının mücadeleleri!

Mümkün olan her yerde, hareketin nasıl yürütüleceğine gerçekten karar veren açık, kitlesel, özerk genel toplantılarda bir araya gelmeliyiz. Mücadelenin genel ihtiyaçlarını ve en birleştirici talepleri olabildiğince geniş bir şekilde tartıştığımız; sınıf kardeşlerimizle, en yakın fabrikadaki, hastanedeki, okuldaki ya da idaredeki işçilerle buluşmak üzere kitlesel delegasyonlar halinde yola çıkabileceğimiz genel toplantılar, mücadele meclisleri kurmalıyız.

Her grevin ardında beliren şey devrim hidrasıdır
Yoksullaşma karşısında, küresel ısınma karşısında, polis şiddeti karşısında, ırkçılık karşısında, kadına yönelik şiddet karşısında... Son yıllarda başka türden tepkiler de ortaya çıktı: Fransa'daki "Sarı Yelekliler" gösterileri, "İklim için Gençlik" gibi ekolojik mitingler, "Black Lives Matter" veya "MeToo" gibi protestolar ya da ABD, Fransa veya Birleşik Krallık'taki ayaklanmalar sırasında olduğu gibi öfke kalkışmaları.

Ancak tüm bu eylemler kapitalizmin daha adil, daha eşitlikçi, daha insancıl ve daha yeşil bir biçimini dayatmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle hükümetler ve burjuvazi, tüm bu tepkileri çok kolay istismar edebilir ve tüm bu "vatandaş hareketlerini" desteklemekte tereddüt etmezler. Dahası, sendikalar ve tüm politikacılar, işverenler ve çalışanlar arasında daha iyi bir servet dağılımı ihtiyacını vurgulayarak, işçilerin taleplerini kapitalizmin katı çerçevesiyle sınırlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Görev süresi içerisinde bir grevi ziyaret eden ilk Amerikan Başkanı olan Biden bile "Artık sanayi toparlanıyor, [işçiler] kârı paylaşmalı" dedi.

Ancak proletarya, ekonomik krizin etkilerine, devletler tarafından düzenlenen saldırılara ve savaş ekonomisinin gelişiminin dayattığı fedakarlıklara karşı mücadele ederek, "hak" ve "adalet" talep eden vatandaşlar olarak değil, sömürülenler olarak sömürenlere karşı ve nihayetinde bir sınıf olarak sistemin kendisine karşı ayaklanıyor. Bu nedenle işçi sınıfı mücadelesinin uluslararası dinamiği, içinde kapitalizmin bütününe yönelik kökten bir meydan okumanın tohumlarını taşımaktadır.

Yunanistan'da, 21 Eylül'de çalışma reformuna karşı düzenlenen eylem gününde, eylemciler bu saldırı ile bu yaz ülkeyi kasıp kavuran "doğal" felaketler arasında bağlantıyı kurmuşlardı. Kapitalizm bir yandan gezegeni yok ediyor, kirletiyor, ormansızlaştırıyor, betonlaştırıyor, küresel ısınmayı arttırıyor, toprağı kurutuyor, sellere ve yangınlara neden oluyor. Diğer yandan, eskiden doğayla ilgilenen ve insanları koruyan işleri ortadan kaldırıyor ve Canadair'ler, yani yangın söndürme uçakları yerine savaş uçakları üretmeyi tercih ediyor.

İşçi sınıfı, yaşam ve çalışma koşullarındaki kötüleşmeye karşı mücadele etmenin yanı sıra, bu sistem ve geleceği üzerine çok daha geniş bir düşünme sürecine girmiştir. Birkaç ay önce Fransa'daki gösterilerde, Ukrayna'daki savaşı reddeden, bu savaş ekonomisi adına kemerlerimizi sıkmayı reddeden sloganlar görmeye başladık: İşçiler bu eylemlerde "Savaşa para yok, silaha para yok, para maaşlara, para emekli maaşlarına" şeklinde sloganlar attılar.

Ekonomik kriz, ekolojik kriz ve savaşın barbarlığı, küresel kapitalizmin ölümcül dinamiğinin semptomlarıdır. Biz bu satırları yazarken İsrail ve Gazze halklarının üzerine yağan bombalar ve kurşunlar, Ukrayna'da devam eden katliamlar, kapitalizmin toplumu içine sürüklediği ve tüm insanlığın yaşamını tehdit eden sürekli çöküşün bir başka örneğidir!

Grevlerin sayısının artması iki dünyanın çatıştığını gösteriyor: rekabet ve barbarlığın burjuva dünyası ile dayanışma ve umudun işçi sınıfı dünyası. Mevcut ve gelecekteki mücadelelerimizin derin anlamı budur: sömürünün ya da toplumsal sınıfların olmadığı, savaşın ya da sınırların olmadığı, gezegenin yok oluşa sürüklenmediği ya da kâr arayışının olmadığı başka bir gelecek vaadi.

Enternasyonal Komünist Akım, 8 Ekim 2023

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

EKA’nın Önsözü

Bilan’daki (İtalyan Komünist Partisi’nin Sol Fraksiyonu’nun Fransızca yayın organı) yoldaşlar bu yazıyı yazdığında Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist hükümetler iktidardaydı. Hitler henüz 1933’de Almanya’da iktidara gelmişti. Ama İtalyan Komünist Fraksiyonunun sol kanadını oluşturan yoldaşlar panikleyip, sadece Stalinist veya sosyalist partilerin değil 1920’lerde Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı duran diğer akımlar, örneğin Troçkistlerin kapıldığı gibi, ‘anti-faşizm’ çılgınlığına kapılmadılar. Bilan bu yazıda İspanya İç Savaşında gerçekleşecek olan bir kehanete karşı net ve sağlam bir uyarıda bulunuyordu. İspanya’da burjuvazinin faşist fraksiyonu işçileri ezebildi, çünkü işçiler Franco’nun 18 Temmuz 1936’daki darbesine karşı kendiliğinden silahlanmış olsalar da, kendilerinin sınıf alanından, burjuva cumhuriyete karşı uzlaşmaz mücadele alanından uzaklaştırılmaya, anti-faşist mücadelenin önceliği adına, bütün anti-faşist güçlerin birliği adına göz yumdular.

Bugün durum işçi sınıfının hem faşizm hem de ‘demokratik’ burjuvazinin karşısında tarihinin en ağır yenilgisini aldığı 1930’lardaki gibi değil. Bu dönemde faşizmin Avrupa’daki çeşitli ülkelerde iktidara gelmesini esas mümkün kılan, bunun öncesinde işçi sınıfının yenilmesi olmuştu. Bu yüzden bugün faşizmin kapitalizm açısından politik bir gereklilik olmadığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfına dahil olduğunu iddia eden, hatta Troçkistler gibi proleter devrimden yana olduklarını söyleyen çeşitli akımlar ‘faşist tehdit’ karşıtı kampanyalara katılımlarını ancak 1930’lardaki ve bugünkü durum arasındaki farkları tamamen inkar ederek meşrulaştırmaya çalışmakta. Bu anlamda Bilan, devrimcilerin olayları tarihsel bağlamı içinde, özellikle sınıflar arası güç dengesini hesaba katarak analiz etmek zorunda olduğu konusunda ısrar ederken sonuna kadar haklıdır. Bilan bu yazıdaki argümanlarını özellikle Troçkistlere (yazıda 1930’larda kendilerini ‘Bolşevik Leninistler’ olarak tanımlayan Troçkistler) karşı geliştirmiştir. O dönemde Troçkistler henüz işçi sınıfına dahildi ama oportünizmleri onları İkinci Dünya Savaşı'nda burjuva kampına itecekti. Ve Troçkistler tam da anti-faşizm adına işçi hareketinin en temel ilkelerinden birini, enternasyonalizmi ezerek İttifak güçlerinin emperyalizmine destek verdiler. Bununla birlikte Bilan’ın anti-faşist kampanyalara karşı argümanları, faşizmin işçi sınıfına karşı oluşturduğu tehlikeyi ifşası, bugün de tamamen geçerlidir: tarihsel durum değişmiş olsa da işçi sınıfına karşı kullanılan yalanlar, onu sınıf alanından kaydırıp demokratik burjuvazinin kontrolüne itmeye yönelik yalanlar temel olarak hala aynı. Okuyucu Bilan’a saldırmak için kullanılan ‘argümanları’ tanımakta hiç zorluk çekmeyecektir: bunlar bugün bizim anti-faşistlerden, özellikle devrimci olduğunu iddia eden anti-faşistlerden duyduklarımızla tamamen aynı. Bilan’ın metninden sadece bir örnek verelim:

“…proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir?… proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?”

Son olarak, anti-faşizmin ‘işçilerin birliğinin’ bir aracı olduğunu iddia edenlere karşı Bilan proletaryanın ancak kendi sınıf çıkarlarını savunma temelinde birleşebileceğini, bunun da sınıflar arası güç dengeleri nasıl olursa olsun değişmeyeceği cevabını veriyordu: “henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir… İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır.”

Bu yazı yazıldığı dönemde İtalyan Komünist Solu, henüz Alman-Hollanda Komünist Solu gibi sendikalar konusunda net değildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri sendikalar geri dönüşsüz biçimde kapitalist devletin organları haline gelmiştir. Buna rağmen Bilan’ın savunduğu, işçileri kendi sınıf talepleri etrafında birleşmeye çağırma tavrı yine de geçerlidir. Bu tavır burjuvazinin bütün fraksiyonlarının işçi sınıfını o çok değerli metayı, demokrasiyi faşizme veya totalitaryenizme karşı savunmaya çağırdığı bugün de hala geçerlidir.

Bu anlamda, aşağıda yayınladığımız Bilan makalesi önceki sayıda yayınladığımız Lenin’in ‘Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine’ tezleri ile tamamen uyumludur.

 

Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

Devrimin gerilediği mevcut durumda şaşkınlığın önceki dönemlerden daha baskın olması pek muhtemel. Bu bir yandan, proletaryanın savaş sonrasında çetin mücadelelerle fethettiği tüm üslerde (Rus devleti, Üçüncü Enternasyonal) karşı-devrimin gelişmesinin, diğer yandan ise işçilerin bu gelişmelere ideolojik ve devrimci bir direniş cephesiyle karşı koymayı başaramamasının bir sonucudur. İşçiler bu karşı-devrim olgusuna ve kapitalizmin savaş ittifakları kurmaya yönelik vahşi saldırısının bileşimine karşı, mücadeleyle, hatta bazen muazzam bir savaşımla (Avusturya’da olduğu gibi) karşılık verdiler. Lakin bu çarpışmalar, tek kitlesel politik organizasyon olan ve artık dünya karşı-devrimi saflarına geçmiş olan merkezciliğin gücünü sarsmayı başaramadı.

Böylesi bir yenilgi anında şaşkınlık kapitalizmin, işçi devleti ve merkezciliği kendini muhafaza etmek için seferber etmesi; bunları, proletaryanın yenilgisi ve kendi zaferinin sloganlarının sözcüsüne, kitlelerin bilincinin çözülmesinin başat failine dönüştürmek üzere sosyal-demokrasinin hilekâr güçlerince 1914’ten beri zapt edilmiş olan zeminlere yöneltmesinin sonucudur.

Bu yazıda, adına, kendini solda konumlandıran işçilerce bile “anti-faşizm” adı verilen tipik bir şaşkınlık formülünü inceleyeceğiz.

Burada amacımız (anti-faşizmin pek acil şekilde öne sürüldüğü yerler olan) Fransa ve Belçika gibi ülkelerdeki durumu analiz etmek, faşist bir taarruzun kapıda olup olmadığını saptamak olmadığı gibi; faşizmin her ülkeye yayılmasının önünü açan bir perspektif olduğu fikrini de inceleyecek değiliz. Dahası burada, faşizmin ehemmiyetine bağlı teorik sorunları ya da proletaryanın faşist bir taarruz durumunda demokratik kurumlara karşı takınması icap eden tavırlara eğilmeyeceğiz. Tüm bu soruları bilahare başka yazılarda ele alacağız. Anlaşılırlık adına, kendimizi sadece tek bir sorunla kısıtlayacağız: anti-faşizm ve bu reçete etrafında kurulması güya mümkün olan mücadele cephesi.

İlkin yapılması gereken -ya da hiç değilse eskiden öyleydi- sınıf savaşına girişmeden önce hedeflediğimiz amaçları, kullanılacak yöntemleri ve lehimize müdahalede bulunabilecek sınıfsal güçleri tespit etmek. Bu sorunları soyut anlamda “teorik” kılan hiçbir şey yoktur; burada teoriden kastımız, ortada bir “eylem” olduğu sürece herhangi bir program temelinde herhangi bir hareketten herhangi biriyle düşüp kalkan, “teoriye” aldırış etmeyen her türlü unsurdan gelebilecek ucuz eleştirilere açık olmayışlarıdır. Bizim, eylemin öfke patlamalarından ya da bireylerin hüsnüniyetinden değil; durumun kendisinden doğduğunu düşünenlerden olduğumuz ortadadır. Dahası eylem hususunda da, teorik çalışma işçi sınıfını yeni yenilgilere karşı savunmak adına hayatidir. Pek çok militanın sahip olduğu bu teorik çalışmayı hor gören tutumun mahiyetini anlamalıyız, zira gerçekte bu daima devrimci çevreler içerisindeki proleter tavırların (açıktan olmasa da, alttan alta) düşman sosyal-demokrat prensiplerle ikame edilirken, bir yandan da faşizme karşı mücadele “yarışında”, ‘eylem olsun da ne pahasına olursa olsun’ çağrısı yapmaya denk düşer.

Anti-faşizm sorunu hususunda, anti-faşizmin çok sayıdaki taraftarına kılavuzluk eden tek şey teorik çalışmayı hor görmeleri değil; daha geniş bir direniş cephesi inşa etmek için gerekli olan şaşkınlığı yaratıp yaymaya yönelik ahmakça çılgınlıktır. Bir tek müttefiki bile kaçırabilecek ya da herhangi bir mücadele fırsatını kaybettirecek sınırlamalardan kaçınılmalı: Anti-faşizmin sloganı budur. Burada görüyoruz ki herhangi bir mücadele fırsatının kaçırılmaması için, şaşkınlık ve kafa karışıklığı yüceltilip, zaferin bir öğesi gibi sunulmakta. Burada, yarım asırdan uzun zaman önce Marx’ın Weitling’e, cehaletin işçi hareketine hiçbir zaman hiçbir faydası dokunmadığını söyleyişini hatırlamalıyız.

Bugün, mücadelenin hedefini, kullanılacak yöntemleri ya da gerekli programı tespit etmek yerine Marksist stratejinin özü şu şekilde takdim edilmekte (ki Marx bunu cahillik olarak addederdi): bir sıfat benimsemek -ki bugünlerde en çok rastlananı elbette “Leninist” sıfatıdır- ve ardı arkası kesilmez bir biçimde, ve bağlamından tamamıyla kopuk bir şekilde 1917’de Rusya’daki vaziyet ile Kornilov’un Eylül harekâtından bahsetmek. Hey gidi hey! Bir zamanlar devrimcilerin akılları başlarındaydı ve tarihi tecrübeyi analize tabi tutarlardı. O zamanlar, kendi dönemlerindeki vaziyetlerle bu tecrübeler arasında analojiler kurmaya teşebbüs etmeden evvel geçmişle bugün arasında siyasi bir paralel çizmenin mümkün olup olmadığına bakarlardı; fakat o zamanlar geçti artık, bilhassa sadece proleter grupların sözcüklerini seçişlerine genel olarak baktığımız zaman bu anlaşılıyor.

Bize deniyor ki, 1917 Rusya’sındaki sınıf mücadelesi tablosuyla bugün başka ülkelerdeki vaziyet arasında bir karşılaştırma gütmenin anlamı yoktur; keza o zamanki sınıf güçlerindeki dengenin şimdikilere benzeyip benzemediğine bakmanın da. Ekim 1917’deki zafer tarihi bir olgudur, dolayısıyla yapmamız gereken tek şey Rus Bolşeviklerinin taktiklerini kopya etmek, bilhassa da olayları değerlendirme tarzı birbirinden radikal biçimde farklı kavrayışlara dayanan farklı gruplara göre değişebilsin diye adî bir biçimde kopya etmektir.

Bugün kendine “Leninist” diyenler, 1917 Rusya’sında kapitalizmin daha yeni devlet-iktidarını deneyimlemekte olmasına karşın, faşizmin on yıllardır iktidarda olan bir kapitalizmden doğduğu ve 1917 Rusya’sındaki volkanik devrimci durumun bugünkü gerici durumun tam tersi olduğu gerçeğinden zerre kadar rahatsızlık duymamaktadır. Buna karşın, 1917’de olanların bugün olanlarla İtalyan ve Alman tecrübelerinin ciddi bir incelemesine dayanarak kıyaslanması gibi işler onların olağanüstü dinginliklerini sarsmaz bile. Her şeyin yanıtı Kornilov’dur. Biri devrimci diğeri gerici iki farklı durumu birbirine indirgemelerini sağlayan bu politik cambazlığa göre, Mussolini ve Hitler’in zaferlerinin güya tek sorumlusu da komünist partilerin 1917’de Bolşeviklerin uyguladığı klasik taktiklerden sapmış olmasıdır.

***

Anti-faşizme kalsa, politik etmenleri hesaba katmamak gerek. Onunla amaçlanan şey faşist bir saldırı tarafından tehdit edilen herkesi bir tür “tehdit altındakiler sendikası” altında bir araya getirmektir.

Sosyal-demokratlar radikal sosyalistlere, Herriot[1] ve Daladier[2] de faşist bir zafere yenik düşebileceğinden dolayı kendi emniyetlerini gözetip faşist tehdide karşı acil savunma tedbirleri almalarını söyleyecek. Léon Blum[3] daha da ileri giderek Doumergue’i[4], faşizme karşı gözlerini dört açmazsa Brüning’in[5] akıbetine hazır olması konusunda temkinlice ikaz edecek. Merkezcilik “sosyalist tabanı”, veyahut da SFIO[6] (Section française de l’Internationale ouvrière) merkezciliği muhatap alarak, hem sosyalistler hem komünistler faşizmin tehdidi altında olduğundan ötürü birleşik bir cephe kurulmalı diyecek. Nihayet de tepeleri atınca, herhangi bir siyasi hesap olmaksızın, tüm “işçi sınıfı”(?) formasyonları arasında kalıcı bir dayanışma temelinde faşistlerin faaliyetlerine karşı bir mücadele cephesi oluşturmaya hazır olduklarını cümle âleme üst perdeden duyuran Bolşevik-Leninistler olacak.

Tüm bu spekülasyonların altında yatan şeyse basit, hatta doğru olamayacak kadar basittir: Tehlike altında olup, ölümden kaçınma arzusuyla hareket eden herkesi ortak bir anti-faşist cephede toplamak. Lâkin en yüzeyselinden bir analiz bile bu önerinin cennetten düşme basitliğinin arkasında Marksizmin temel savlarından, geçmiş olayların inkarından ve bugünkü olayların öneminin tamamen vazgeçilmesinin saklı olduğunu gösterecektir. Elbette, Herriot’nun 6 Şubat’taki “ayaklanma”dan doğan hükümete katılmakla yanlış yaptığı, oysaki iktidarı faşistlere devreden hükümetin bir parçası olup bilahare onlar tarafından öldürülen Amendola’yı[7] hatırlaması gerektiği kolayca söylenebilir. Alman tecrübesinin gösterdiği üzere Brünning’in “ateşkes”inin faşizmin emellerine fevkalade hizmet ettiği ve bunun karşılığında faşistlerin demokratik partilere acımadığı ortadayken Clermont-Ferrand’daki Radikal Sosyalist partinin “partiler arası ateşkes”e onay vererek kendi canına kastettiğini öne sürmek de yine bir o kadar kolaydır. Nihayet, aynı rahatlıkla, Fransız ve Belçikalı sosyalistlerin Almanya ve Avusturya’daki olaylardan ders çıkarıp kendilerini kaçınılmaz bir ölümden kurtarmak için devrimci bir siyaseti benimsemeleri gerektiği ilân edilerek konu kapatılabilir. Merkezcilerinse o halde -aynı dayanağa göre- Thälmann’ın[8] akıbetinden ve toplama kamplarından öğrenmesi gereken, “dürüst” bir Birleşik Cephe taktiğine ihtiyaç olduğudur, amacı işçi sınıfının mücadelesine yardımcı olmak yerine “sosyalist partiyi yok etmek” olan bir cephe değil: Saint-Denis’deki işçilerin desteğini kullanarak onların merkezciliğe olan tepkilerini ve mücadele arzularını şaşkınlığın çıkmazına sürmek için kullanan sağcı sosyal-demokrat-sevici Doriot’nun talebi budur.

Radikallerin sosyalistlerin ve merkezcilerin kendilerini ve örgütlerini kurtarmak için ne yapmalarının icap ettiğine dair tüm bu kürsüden vaazlerin olayların seyrine bir etkisi olmayacak, zira esas sorunun dönüp dolaşıp geldiği nokta şu: radikallerin, sosyalistlerin ve merkezcilerin nasıl olup da komünistleşebileceği, zira faşizmle ancak proleter devrim mücadelesi cephesine dayalı bir biçimde mücadele edilebilir. Ne kadar vaaz verilirse verilsin, Belçika sosyal demokrasisi kapitalizmi muhafaza etme planlarını yine de yürürlüğe koyacak, her çeşit sınıf çatışmasının altını oymakta tereddüt etmeyecek, bir anlamda sendikaları kapitalizme teslim etmekten geri durmayacaktır. Doumerge Brüning’i taklit edecek, Blum Bauer’in[9], Cachin[10] de Thälmann’ın ayak izlerini takip edecektir.

Tekrar ediyoruz; bu yazının amacı Fransa ya da Belçika’daki durumun, İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişine müsaade eden koşullarla karşılaştırılıp karşılaştırılamayacağını saptamak değildir. Analojimizin amaçladığı şey oldukça farklı iki kapitalist ülkedeki işlevleri açısından Doumerge’in bir Brüning kopyası olduğunu ve bu işlevin -Blum ve Cachin keza- proletaryayı hareketsiz kılmak, onun sınıf bilincini yerle bir etmek ve devlet aygıtının emperyalistler-arası yeni mücadele koşullarına uyarlanabilir kılmak olduğunu göstermektir. Bilhassa Fransa’da, Thiers, Clémencau ve Poincaré tecrübelerinin Doumergue yönetiminde de tekrarlanacağını ve burjuva sosyalist ve radikal-sosyalist güçleri boğmaksızın, kapitalizmin kendi sağcı güçleri etrafında yoğunlaşabilmesinin olduğunu düşünmek için geçerli sebepler mevcuttur.

Demek ki mesele faşizm tehlikesi var diye bir “birleşik anti-faşist cephe” meydana getirmek değildir. Tam tersine, esas gereken, proletaryanın kapitalizme karşı mücadelede hangi tavırlar etrafında güçlerini yoğunlaştırabileceğini tespit etmektir. Meselenin bu şekilde tarif edilmesi kapitalizme karşı mücadele cephesine anti-faşist güçlerin dahil edilmemesi anlamına gelir. Bunun anlamı -paradoksal görünse de- şudur: kapitalizm direksiyonu hepten faşizme doğru kırarsa proletarya için başarının koşulunun işçilerin sınıfsal talepleri ve programının değişmezliği, buna karşılık, hezimetin koşulunun ise proletaryanın anti-faşizm bataklığında çözülüp gitmesi olduğudur.

***

Bireylerin ve toplumsal güçlerin eylemlerini sınıfsal kaygılardan azade belirleyen bir kendini muhafaza etme yasası yoktur: Brüning ve Matteoti[11] onları faşizmden kurtarabilecek yegâne şey de olan proleter devrim yolunu tutsalardı, kendi şahsi çıkarları ve savundukları fikirlerle çelişen biçimde hareket etmiş olurlardı. Bir bireyin yahut da gücün eylemleri, mensubu oldukları sınıfın bir fonksiyonudur. Bu, Fransız siyasetinin şimdiki aktörlerinin neden haleflerinin adımlarını takip etmekten başka bir şey yapmadıklarını, Fransız kapitalizmi faşizme biraz daha kaysa bile neden başka bir şey yapamayacaklarını da açıklıyor.

Temel anti-faşist reçetenin (“tehdit altındakiler sendikası”) tamamıyla tutarsız olduğu böylece ortaya çıkmakta. Dahası, anti-faşist fikirleri incelersek (hiç değilse program düzeyinde) bunların faşizmle kapitalizmin ayrıştırılmasından türediklerini görüyoruz. Doğru, bu hususta bir sosyalisti, bir merkezciyi, ya da bir Bolşevik-Leninisti sorgulasak hepsi faşizmin pekâlâ kapitalizm olduğunu belirteceklerdir. Lâkin hemen sonra sosyalist diyecektir ki: “sosyalizme hazırlanmak için Anayasayı ve Cumhuriyeti savunmalıyız”; merkezciler de işçi sınıfını anti-faşizm etrafında birleştirmenin kapitalizme karşı mücadele etrafında birleştirmekten çok daha kolay olduğunu söyleyecektir; Bolşevik-Leniniste göreyse birlik ve mücadele için, kapitalizm bunları artık işçi sınıfına sağlayamasa bile, demokratik kurumlardan daha iyi bir dayanak olmayacaktır. Böylece ortaya çıkıyor ki, “faşizm kapitalizmdir” genel beyanından yola çıkanlar, ancak kapitalizmle faşizmin ayrıştırılmasından doğabilecek politik sonuçlara varabiliyor.

Geçmiş tecrübe, faşizmle kapitalizm arasında bir ayrım koyma ihtimalini yok edecek bir biçimde göstermiştir ki, kapitalizmin faşizme dönmesi burjuva sınıfı içerisindeki kimi grupların iradelerine değil, tüm bir tarihsel dönemin gereklilikleri ile, burjuva rejiminin kriz ve can çekişmelerine daha az direnebilen devletlerin özgül durumlarına bağlıdır. Tam bir ayrım gözetmek mümkün olduğu ölçüde, İtalya ve Almanya’daki tecrübeler bize göstermektedir ki, kapitalizm faşist bir toplumsal örgütlenmeye meyletmeye mecbur kaldığında, faşist taburlar proletaryanın sınıf örgütlerine yönelen hücum kıtaları vazifesini üstlenir. Bundan sonra, burjuvazinin demokratik siyasi formasyonları, bu kurumların savunusunu demokratik yasalara ve Anayasaya havale etmek gerektiğine proletaryayı ikna etmek amacıyla faşizme karşı olduklarını dile getirir. Liberal ve demokratik güçlerle hemen hemen aynı hatlarda davranan sosyal-demokrasi de proletaryayı, devletin faşistleri kanunlara uymaya zorlamasını, onları silahsızlandırmasını ve hatta yasadışı ilan etmesini esas talepleri haline getirmeye çağırır. Bu üç siyasi gücün eylem hatları tastamam dayanışma içindedir: kökenlerinin bulunduğu yer, kapitalizmin, yeni bir kapitalist toplum örgütlenmesi olarak faşizmi yükseltmeyi hedeflediği her yerde faşizmin zaferine ulaşma gerekliliğidir.

Faşizm kapitalizmin temel gereksinimlerine denk düştüğünden, ona karşı radikal olarak farklı bir cephede mücadele olasılığı bulmak durumundayız. Karşıtlarımız sık sık savlarımızla politik olarak mücadele etmekten çekindiği için onları çarpıtıyor. Örneğin, “anti-faşizmin politik ve programatik muhtevasını sorgulamakla ilgilenmiyoruz, mühim olan Daladier’nin Doumergue’e, onun da Maurras’ya yeğ olduğu, bundan dolayı da Maurras’ya karşı Doumergue’i ya da Doumergue’e karşı Daladier’yi savunmanın çıkarımıza olduğudur. Yahut da koşullara göre Doumergue ve Daladier’den birini savunmak, zira ikisi de Maurras’nın zaferi önünde engeldir ve vazifemiz en ufak çatlağı bile proletaryaya daha güçlü bir konum kazandırmak için kullanmaktır” cevabını almamız için, sadece anti-faşist slogana karşı çıkmamız yeterlidir, zira tecrübe göstermiştir ki anti-faşist güçler, faşizmin zaferi için en az faşist güçlerin kendileri kadar gereklidir. Görünüşe göre, Almanya’daki olaylar –ki önce Prusya, sonra da Hindenburg-Von Schleicher hükümetlerindeki o “çatlaklar” faşizmin yükselişine giden sayısız sıçrama tahtasından başka bir şey değillerdi – yok sayılabilecek, eften püften şeylerdi. Müdahalelerimiz elbette ki anti-Leninist ya da anti-Marksist olmakla suçlanacak: hükümetin sağ, sol ya da faşist olmasına aldırış etmediğimiz söylenecek. Buna gelince, ilk ve son kez şu soruyu sormak isteriz: savaş sonrası durumdaki değişim hesaba katılırsa, proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir? Belki, bize meselenin hükümetin davasını özümsek olmadığı, amacın basitçe proletaryanın konumunu kapitalizme demokratik bir yönetim biçimi dayatacak denli güçlendirmek olduğu söylenecektir. Ama bu durumda sadece sözcükler değişmiş, içerik ise aynı kalmış olacaktır. Ne de olsa, proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?

Sorun kesinlikle “en iyi şeyin seçilmesi” taraftarlarının ortaya koyduğu gibi değildir: proletaryanın devlet sorununa kendi çözümü vardır ama bu kapitalizmin kendi iktidar sorunun onun adına çözmeyi içermez. Mantıken, proletaryanın devrimci mücadelesinin evrimine müsaade eden pek zayıf burjuva hükümetlerin olması açıkça proletaryanın lehinedir; ama yine bir o kadar bariz olan başka birşey de kapitalizmin, eğer bunlar verili bir durumda en iyi savunma hattı olacak ise, sol veya aşırı-sol hükümetlere de yöneleceğidir. 1917-21 arasında burjuva rejimini savunmak için sosyal-demokrasi iktidara geldi, zira proleter devrimin ezilmesini mümkün kılacak tek hükümet biçimi oydu. O koşullarda sağ bir hükümetin işçi kitlelerini isyana sevk edebileceği olasılığı söz konusu idiyse, Marksistlerin gerici bir hükümet önermesi mi daha makuldu? Bu aşırı örneği, proletarya için genel olarak daha iyi ya da daha kötü yönetim biçimi diye bir şey olmadığını göstermek için sunuyoruz. Bu tip kavrayışlar sadece kapitalizm için mevcutturlar ve duruma göre değişirler. Buna karşılık, işçi sınıfının mutlak vazifesi sınıfsal konumları etrafında yeniden birleşerek kapitalizmle savaşmaktır – kapitalizmin faşist, demokratik ya da sosyal-demokrat biçimler alması bu savaşımın gerekliliğini değiştirmez.

Bugünkü duruma dair esas değerlendirmelerden ilki, iktidar sorunun işçi sınıfının doğrudan karşısına çıkmadığı, ve bu durumun en zalim ifadelerinden birinin de faşist taarruzun başlaması ya da demokrasinin olağanüstü hal tipi uygulamalara kaymasıdır. Bundandır ki işçi sınıfının yeniden birleşebileceği temeli belirlememiz gerek. Ve burada Marksistleri tüm kafa bulandırıcılardan ve işçi sınıfı içinde etkin olan Truva atlarından pek ilginç bir kavrayış ayırır. Bize göre, işçilerin yeniden birleşmesi bir nicelik sorunudur: henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir. Sözde radikallikleri blöften başka bir şey olmayan diğerleriyse proletaryanın sınıfsal özünü, onun her dönem iktidar için mücadele edebileceği iddiasıyla değiştirirler. Bunlar soruyu sınıf anti-faşist bir hükümetin nasıl kurulabileceği sorunu olarak koyar ve böylelikle proletaryayı zayıflatır, sınıfsal sorunu belirsizleştirirler. Proletaryayı anti-faşizm batağı içinde dağıtmaktan taraf olanlar elbette ki ekonomik talepler etrafında birleşip mücadele ederek proleter sınıfın kendisini kurmasına engel olacaktır.

Fransa’da son birkaç ay içinde anti-faşist program, plan ve organizmalarda sıradışı bir filizlenme gerçekleşti. Ne var ki, bu Doumergue’i maaş ve ücretlerde büyük bir kesintiye gitmekten alıkoymadı, ki bu durum Fransız kapitalizminin büyük bir ücret düşüşünün genelleştirmeye kesinlikle niyetli işareti. Anti-faşizme harcanan enerjinin yüzde biri acil ekonomik taleplere dair bir genel grev için sıkı bir işçi sınıfı cephesinin oluşumuna harcansaydı şayet; hem bu baskı tehdidi ortaya çıkmamış olacak, hem de işçi sınıfı tekrar bir araya gelmiş olmaktan ötürü özgüvenini geri kazanmış olacaktı. Dolayısıyla da, işçi sınıfının iktidar sorununu ortaya tekrar atabileceği yeni bir durum doğabilecekti ve bu iktidar da ancak proletarya diktatörlüğü olabilir.

Tüm bu ön değerlendirmelerden çıkarılacak olan, anti-faşizmi mümkün kılacak tek şeyi anti-faşist bir sınıfın varlığına bağlı olduğudur: anti-faşist bir program da böylesi bir sınıfa içkin olan programdan doğabilir. Böyle bir sınıfın varlığını imkansız kılan tek şey Marksizmin temel formülasyonları değil, aynı zamanda Fransa’daki durumun kendisidir. En acil cevaplanması gereken soru, anti-faşizmi daha da sağa kaymaktan alıkoyacak sınırın ne olduğudur: derdi cumhuriyeti savunmak olan Doumergue mi? Fransa’yı faşizmden kurtarmak için “sınıflar arası-ateşkes”e dahil olan Herriot mu? ‘Milli Birlik’ hareketi içinde “sosyalist kanadı” temsil ettiğini iddia eden Marquet mi, yoksa Radikal Parti’nin Jön Türkleri mi, ya da sadece sosyalistler mi? Yahut, cehennemin taşları anti-faşizmden döşendiyse şayet, bizzat şeytan mı? Soruyu somut bir şekilde sormak anti-faşizm reçetesinin sadece şaşkınlığın çıkarına hizmet ettiğini ve işçi sınıfının kesin hezimetini hazırladığını ispatlamakta.

İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır. CGT’ye (Confédération Générale du Travail) gelince (ki CGTU, Confédération générale du travail unitaire, hepten merkezciliğin bir uzantısı haline geldiğinden beri bir sendika olmayı bırakmıştır), o da temelden bir dönüşüm sürecinde, toplumu sınıflar-arası bir temelde değiştirme hedefi olan bir başka siyasi parti hâline gelmekte, ki bu da proletaryanın parçalanmasının bir başka karakteristik ifadesi. Böylece anti-faşist ideolojinin, acil talepleri ile işçi sınıfının mücadele birliğini sağlayarak proletaryayı mevcut durumda yeniden birleştirebilecek olan sendikaların dahi ortadan kalkmasına yol açmakta olduğunu görebiliriz. Son olarak, aynı zamanda sendika örgütlerine yaslanma gerekliliğinin, salt sendikaların Fransa’daki nüfuzunun zayıflığı temelinde reddedilemeyecek tarihsel bir olgu olduğunu söylemek istiyoruz. Kendimizi konumlandırdığımız yer formel bir sendika fikri değil, önceden de belirttiğimiz gibi bugün iktidar sorunu ortada olmadığından, kapitalizme karşı mücadele için daha kısıtlı ama yine sınıfsal amaçların hedefe konması gerekliliğidir. Anti-faşizm sadece işçi sınıfının politik ve ekonomik taleplerinin en küçüğünün bile boğulacağı koşulları yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda onun devrimci mücadele şansını da yok ediyor, ve böylelikle işçi sınıfının yarının toplumunu kurmak için devrimci savaşım verebilme kabiliyetini geri kazanamadan kapitalist savaşta av olacağı koşulları da yaratıyor.

 

Dipnotlar

1- Édouard Herriot – 3 Kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış isim, ilk Cartel des Gauches’un lideri.

2- Édouard Daladier – Herriot Hükümeti’ndeki önde gelen Radikal Parti mensuplarından biri, sonraları II. Dünya Savaşı başladığı sırada Başbakanlık görevinde bulunacak.

3- Léon Blum – 3 kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış sosyalist.

4- Gaston Doumergue – Yazının yazıldığı esnada ve daha önceleri Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanı olan Radikal Parti siyasetçisi.

5- Heinrich Brüning – Hitler’in iktidara gelişinden kısa süre önce hem Dışişleri Bakanlığı hem de Şansölyelik yapmış Merkez siyasetçi.

6- SFIO (Section française de l’Internationale ouvrière) – İkinci Enternasyonal’in Fransız seksiyonunu oluşturmak üzere 1905’te kurulan sosyalist parti.

7- Giovanni Amendola – 1924 seçimlerinde liberal koalisyonun başını çekerek başbakan olmaya oynayarak yenilen, 1926’da faşist paramiliterlerce katledilen siyasetçi.

8- Ernst Thälmann – 1925 ile 1933 arası KPD lideri.

9- Gustav Bauer – Ebert başkanlığında Alman şansölyeliği yapmış sosyal demokrat siyasetçisi.

10- Marcel Cachin – 1 Dünya Savaşı’nda şovenist bir sosyal demokrat olup, 1920’de kitlelerin sola kaymasıyla görüşlerini bir anda değiştirip, PCF’nin kurucularından olan Fransız siyasetçi.

11- Giacomo Matteotti – 30 Mayıs 1924’te Faşistlerin seçimlere hile karıştırdığını parlamentoda ilan ettikten 11 gün sonra faşistlerce katledilen İtalyan sosyalist.

Tags: 

Rubric: 

Komünist Sol

Katliamlara Son! Hiçbir Emperyalist Kampa Destek Yok! Pasifist Yanılsamalara Hayır! Yaşasın Proleter enternasyonalizmi!

Ortadoğu'daki mevcut emperyalist katliam, 1914'ten bu yana, yüzyıldan fazla süredir dünya kapitalizminin yarattığı neredeyse sürekli savaş durumunun son veçhesidir.

Bu süreçte milyonlarca savunmasız sivilin katli, soykırımlar, şehirlerin, hatta ülkelerin tümüyle enkaza dönüşmesi, sadece daha fazla ve daha beter katliamların habercisi olmuştur.

Büyüklü küçüklü çeşitli rakip emperyalist güçler tarafından mevcut katliam için önerilen gerekçeler ya da 'çözümler', tıpkı bundan öncekiler gibi, sömürülen işçi sınıfını pasifize etmek, bölmek ve bir ulusal burjuvazi adına diğerine karşı kardeş katliamına hazırlamaya yönelik devasa bir aldatmacadan ibarettir.

Bugün İsrail ve Gazze'de yaşayan insanların üzerine bir ateş ve çelik tufanı yağıyor. Bir tarafta Hamas var, diğer tarafta ise İsrail ordusu. Bunların arasında ise bombalanan, vurulan, infaz edilen ve rehin alınan işçiler. Binlerce kişi çoktan öldü.

Tüm dünyada burjuvazi bizi taraf seçmeye çağırıyor. Bunlardan bir kısmı, İsrail zulmüne karşı Filistin direnişinden yana durmamız gerektiğini, diğerleri ise İsrail'in Filistin terörizmine verdiği karşılıği savunmamız gerektiğini söylüyor. Her biri savaşı meşrulaştırmak için diğerinin barbarlığını kınıyor. İsrail devleti Filistin halkını on yıllardır abluka altında tutarak, taciz ederek, kontrol noktaları ile ve sistematik olarak aşağılayarak baskı uyguluyor. Filistinli örgütler ise bıçaklı saldırılar ve bombalı eylemlerle masum insanları öldürüyor. Her iki taraf da diğerinin kanının dökülmesini istiyor.

Bu ölümcül mantık emperyalist savaşın mantığıdır! Kendi çıkarlarını savunmak için her zaman acımasız bir savaş yürütenler sömürücülerimiz ve onların devletleridir. Ve biz, işçi sınıfı, sömürülenler, her zaman bunun bedelini hayatlarımızla ödüyoruz.

Biz proleterler için seçilecek bir taraf yok, savunacak bir vatanımız, bir ulusumuz yok! Sınırın her iki tarafında da aynı sınıfız! Ne İsrail, ne de Filistin!

Giderek artan bu katliamlara ve bunların arkasında yatan emperyalist çıkarlara karşı ancak birleşik enternasyonal proletarya son verebilir. Zimmerwald Solundan bir avuç komünist tarafından hazırlanan bu eşsiz, enternasyonalist çözümün geçerliliği, devrimci işçi sınıfı mücadelesinin kapitalist rejimi devirdiği ve kendi politik sınıf iktidarını kurduğu Ekim 1917'de Rusya'da doğrulanmıştır. Ekim örneği, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesini sağlayan daha geniş, uluslararası bir devrimci harekete ilham vermiştir.

Bu devrimci dalganın yenilgisinden sağ çıkan ve enternasyonalist ilkenin militan savunusunu sürdüren tek politik akım Komünist Sol olmuştur. 1930’lu yıllarda, Stalinistler, Troçkistler ya da Anarşistler gibi diğer politik akımlar bu çatışmaları kışkırtan emperyalist kamplardan birini desteklemeyi seçerken, Komünist Sol İspanya İç Savaşı ve Çin-Japon savaşı sırasında bu temel işçi sınıfı çizgisini korumuştur. Komünist Sol, İkinci Dünya Savaşı sırasında enternasyonalist ilkeyi korurken, bu diğer akımlar 'faşizm ve anti-faşizm' arasındaki mücadele ve/veya 'Sovyetler' Birliği'nin savunulması kılıfı altında emperyalist katliama katıldılar.

Bugün Komünist Sol'un küçük örgütlü militan güçleri hala bu tavizsiz enternasyonalist tavıra bağlılığını sürdürmektedir, ancak kıt kaynakları, farklı örgütlere bölünmüş olmaları ve bunlar arasında düşmanca, sekter bir ruhun hüküm sürmesi nedeniyle Komünist Sol daha da zayıflamıştır.

İşte bu nedenle, emperyalist barbarlığın yayılması karşısında bu farklı güçler, tüm emperyalist güçlere karşı, sömürücüleri desteklemeye yönelik ulusal savunma çağrılarına karşı, ikiyüzlü 'barış' çağrılarına karşı ve komünist devrime giden proleter sınıf mücadelesi için ortak bir tavır geliştirmelidir.

DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!

Enternasyonal Komünist Akım (EKA)

Internationalist Voice

17.10.2023

---

Bu Çağrının Nedeni Nedir?

Sadece 20 ay önce, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra, EKA tarafından Komünist Sol gruplara benzer bir ortak açıklama yapma çağrısı yapılmıştı. EKA dışında bu bildiriyi imzalayan gruplar (Istituto Onorato Damen, Enternasyonalist Söz, Enternasyonal Komünist Perspektif - Güney Kore) daha sonra kendi pozisyonlarını ve farklılıklarını tartışan Komünist Sol Grupların Tartışma Bülteni’nin iki sayısını hazırladılar ve kamuya açık ortak toplantılar düzenlediler.

Ancak diğer Komünist Sol gruplar, enternasyonalist ilkeleri kabul etmelerine rağmen bu çağrıyı imzalamayı reddettiler (ya da hiç yanıt vermediler). Bugün bu ilkeyi ortaklaşa savunmanın aciliyeti göz önüne alındığında, aşağıda listelenen bu gruplardan bu çağrıyı yeniden gözden geçirmelerini ve imzalamalarını talep ediyoruz.

Ukrayna'ya ilişkin ortak bildirinin imzalanmasına karşı çıkan grupların argümanlardan biri, gruplar arasındaki diğer farklılıkların buna izin vermeyecek kadar büyük olduğuydu. Analiz farklılıkları, teorik sorunlar, siyasi parti anlayışı ve hatta örgütlü militanlık gibi konularda bu önemli farklılıkların varlığını inkar etmiyoruz. Ancak proleter enternasyonalizmi ilkesinin en acil ve temel gereklilikleri, devrimci politik örgütleri farklı kılan sınıf çizgisi, bu ayrımlardan çok daha önemlidir. Dahası bu soruna ilişkin ortak bir açıklama, diğer farklılıkların unutulduğu anlamına gelmez. Aksine, Tartışma Bültenleri bunların tartışılabileceği bir forumun mümkün ve gerekli olduğunu göstermektedir.

Ortak açıklama çağrısına karşı bir başka argüman da enternasyonalist perspektifin işçi sınıfı içinde, sadece Komünist Sol ile sınırlı kalacak bir çağrıdan daha ötede bir pratik etkiye sahip olması gerektiğiydi. Elbette tüm enternasyonalist militan komünist örgütler işçi sınıfı içinde daha fazla etki sahibi olmak ister. Ancak Komünist Sol'un enternasyonalist örgütleri, emperyalist çatışmanın kritik anlarında temel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak birlikte hareket etmeyi bile beceremiyorlarsa, proletaryanın daha geniş kesimleri tarafından ciddiye alınmayı nasıl bekleyebilirler?[1]

Ukrayna'da emperyalist savaşın yeniden patlak vermesinin üzerinden iki yıldan az bir süre geçtikten sonra ve yakın zamanda yeniden alevlenen diğer birçok emperyalist çatışmanın (Sırbistan-Kosova, Azerbaycan-Ermenistan ve Tayvan konusunda ABD ile Çin arasında artan gerilimler) yanı sıra, öncekilerin hepsinden daha tehlikeli ve değişken olan mevcut İsrail-Filistin çatışması, ortak bir enternasyonalist açıklamanın eskisinden daha da acil olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle aşağıda ismi anılan Sol Komünist gruplardan emperyalist savaşa karşı yukarıda yer alan ve gerektiğinde ortak enternasyonalist amaç doğrultusunda değiştirilmeye ya da yeniden formüle edilmeye açık olmak üzere bildiriyi imzalamaya istekli olduklarını göstermelerini doğrudan ve açıkça talep ediyoruz:

EKE (Enternasyonalist Komünist Eğilim)

PCI (Programma Comunista)

PCI (Il Partito Comunista)

PCI (Le Prolétaire, Il Comunista)

IOD (Istituto Onorato Damen)

Komünist Sol’un dışında olup bu çağrıdaki enternasyonalist tavıra katılan diğer grupları da bu çağrıyı desteklediklerini açıklamaya ve yaygınlaştırmaya davet ediyoruz.

1. Bu argümanlara dair derinlemesine bir tartışma için bakınız: "Correspondence on the Joint Statement of groups of the Communist Left on the war in Ukraine".

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

Ne İsrail ne de Filistin! İşçilerin vatanı yoktur!

Cumartesi gününden bu yana İsrail ve Gazze'de yaşayanların üzerine ateş ve çelik yağıyor. Bir tarafta Hamas, diğer tarafta İsrail ordusu. Ortada ise bombalanan, vurulan, infaz edilen ve rehin alınan siviller. Şimdiden binlerce kişi öldü.

Tüm dünyada burjuvazi bizi taraf seçmeye çağırıyor. İsrail baskısına karşı Filistin direnişinden yana, ya da İsrail'in Filistin terörizmine verdiği karşılıktan yana. Her biri savaşı meşrulaştırmak için diğerinin barbarlığını kınıyor. İsrail devleti Filistin halkına on yıllardır abluka, taciz, kontrol noktaları ve aşağılama ile baskı uyguluyor, dolayısıyla intikam meşrudur. Filistinli örgütler ise bıçaklı saldırılar ve bombalı eylemlerle masum insanları öldürüyor. Her iki taraf da diğerinin kanının dökülmesini istiyor.

Bu ölümcül mantık emperyalist savaş mantığıdır! Kendi çıkarlarını savunmak için her zaman acımasız bir savaş yürütenler, bizi sömürenler ve onların devletleridir. Ve biz, sömürülenler, bunun bedelini her zaman hayatlarımızla ödüyoruz.

Biz proleterler için seçilecek bir taraf yok, savunulacak bir vatanımız, bir ulusumuz yok! Sınırın her iki tarafında da sınıf kardeşiyiz! Ne İsrail, ne de Filistin!

Orta Doğu'da savaşın sonu yok

Yirminci yüzyıl, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarının yaşandığı bir yüzyıl oldu ve bunların hiçbiri işçilerin çıkarlarına hizmet etmedi. Milyonlarca işçi sömürenlerin çıkarları uğruna, "anavatanı", "uygarlığı", "demokrasiyi", hatta (bazılarının Stalin'in SSCB'sini ve gulagı betimlediği gibi) "sosyalist anavatanı" savunmak adına öldürülmeye çağrıldı.

Bugün Orta Doğu'da yeni bir savaş yaşanıyor. Her iki tarafta da egemen klikler, ister Yahudi ister Filistinli olsun, sömürülenleri "vatanı savunmaya" çağırıyor. İsrail'de Yahudi işçiler, Yahudi kapitalistler tarafından sömürülürken Filistinli işçiler, Yahudi kapitalistler ya da Arap kapitalistler tarafından sömürülüyor (ve çoğu zaman bu Yahudi kapitalistlerinkinden çok daha vahşi bir şekilde gerçekleştiriliyor, çünkü Filistinli şirketlerde iş hukuku hala eski Osmanlı İmparatorluğu'nun hukukudur).

Yahudi işçiler, 1948'den bu yana maruz kaldıkları beş savaşta burjuvazinin savaş çılgınlığının bedelini çoktan ağır bir şekilde ödediler. Bugün Tsahal (İsrail Savunma Kuvvetleri) üniforması giyenlerin büyükanne ve büyükbabaları, dünya savaşının yerle bir ettiği Avrupa'nın toplama kamplarından ve gettolarından çıkar çıkmaz İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki savaşın içine çekildiler. Ebeveynleriyse 67, 73 ve 82 savaşlarının bedelini kanla ödedi. Bu askerler tek düşünceleri Filistinli çocukları öldürmek olan iğrenç caniler değildir. Onlar, korku ve tiksinti içinde kıvranan, polis gibi davranmaya zorlanan ve kafaları Arapların "barbarlığı" hakkında propagandayla doldurulan, çoğu işçi, askere alınmış gençlerdir.

Filistinli işçiler de çoktan korkunç ve kanlı bir bedel ödemiştir. Liderlerinin başlattığı savaşla 1948'de evlerinden sürülen bu işçiler, hayatlarının büyük bir bölümünü toplama kamplarında geçirmiş, genç yaşta El-Fetih, FHKC ya da Hamas milislerine alınmışlardır.

Filistinlilere yönelik en büyük katliamlar İsrail orduları tarafından değil, Ürdün ve Lübnan gibi Filistinlilerin yerleştirildiği ülkelerin orduları tarafından gerçekleştirilmiştir: Eylül 1970'te ("Kara Eylül") "Küçük Kral" Hüseyin, Filistinlileri topluca imha etmiş, öyle ki bazıları ölümden kaçmak için İsrail'e sığınmıştır. Eylül 1982'de (kuşkusuz Hristiyan ve İsrail'in müttefiki olan) Arap milisler onları Beyrut'taki Sabra ve Şatilla kamplarında katletmiştir.

Milliyetçilik ve din sömürülenler için zehirdir

Bugün, "Filistin vatanı" adına, Arap işçiler bir kez daha İsraillilere karşı seferber ediliyor, ki bunların çoğunluğu İsrailli işçilerden oluşuyor, tıpkı İsraillilerin "vaat edilmiş toprakları" savunmak için öldürülmek istemesi gibi.

İnsanları vahşi canavarlara dönüştürmek için tasarlanmış zihin uyuşturan milliyetçi propaganda, her iki taraftan da tiksindirici bir şekilde akıyor. İsrail ve Arap burjuvazileri yarım yüzyıldan fazla süredir bu propagandayı körüklüyor. İsrailli ve Arap işçilere sürekli olarak atalarının topraklarını savunmaları gerektiği söyleniyor. İsrailliler için toplumun sistematik olarak askerileştirilmesi, onları "iyi askerler" haline getirmek için bir kuşatılmışlık psikozu geliştirdi. Filistinliler içinse, bir yuva bulmak için İsrail'le savaşma arzusu kök saldı. Bunu yapabilmek için de mülteci oldukları Arap ülkelerinin liderleri onları on yıllarca toplama kamplarında, dayanılmaz yaşam koşullarında tuttu.

Milliyetçilik, burjuvazi tarafından icat edilen en kötü ideolojilerden biridir. Burjuvazinin, sömürenler ve sömürülenler arasındaki karşıtlığı maskelemesine, hepsini aynı bayrak altında birleştirmesine, sömürülenlerin sömürenlerin hizmetinde, egemen sınıfın çıkarlarını ve ayrıcalıklarını savunmak için öldürülmesine izin veren ideolojidir.

Savaş, en çılgın fanatizmi yaratan türden dini propaganda zehri eklenerek taçlandırılır. Yahudiler, Süleyman Mabedi'nin Ağlama Duvarı'nı kanlarıyla savunmaya çağrılıyor. Müslümanlarsa, Ömer Camii ve İslam'ın kutsal mekanları için canlarını vermeye. Bugün İsrail ve Filistin'de yaşananlar, 19. yüzyıl devrimcilerinin ifade ettiği gibi, dinin "halkın afyonu" olduğunu açıkça teyit etmektedir. Dinin amacı sömürülenleri ve ezilenleri teselli etmektir. Dünyadaki yaşamları cehennem olanlara, kurtuluşlarını nasıl kazanacaklarını bildikleri takdirde ölümlerinden sonra mutlu olacakları söylenir. Kurtuluşları, fedakarlık, boyun eğme, hatta "kutsal savaş" için hayatlarından vazgeçme ile takas edilir.

Antik ya da Orta Çağ'dan kalma ideoloji ve batıl inançların 21. yüzyılın başında hala insanların hayatlarını feda etmelerine yol açacak şekilde yaygın olarak kullanılıyor olması, dünyanın diğer pek çok bölgesiyle birlikte Orta Doğu'nun da içine sürüklendiği barbarlığın durumu hakkında çok şey söylüyor.

Savaştan büyük güçler sorumludur

Bugün bu bölgenin sömürülen insanlarının binlercesi ölürken, içinde bulundukları cehennemi yaratanlar büyük güçlerin liderleridir. Avrupa burjuvazisi ve özellikle de 1917 tarihli "Balfour Deklarasyonu" ile İngiliz burjuvazisi, bölmek ve fethetmek amacıyla Filistin'de bir "Yahudi yurdu" kurulmasına izin vermiş ve böylece Siyonizmin şovenist ütopyalarını desteklemiştir. Yeni kazandıkları İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, yüz binlerce Orta Avrupa Yahudisinin kamplardan ayrıldıktan ya da geldikleri bölgelerden uzakta dolaştıktan sonra Filistin'e nakledilmelerini sağlayanlar da aynı burjuvalardı. Bu, onları evlerine almak zorunda olmadıkları anlamına geliyordu.

Aynı burjuvalar, önce İngiliz ve Fransız, sonra da Amerikan burjuvazisi, Soğuk Savaş sırasında İsrail Devleti'ne bu bölgede Batı blokunun öncüsü rolünü vermek için onu tepeden tırnağa silahlandırırken, SSCB de Arap müttefiklerini mümkün olduğunca silahlandırdı. Bu büyük "sponsorlar" olmasaydı 1956, 67, 73 ve 82 savaşları gerçekleşemezdi.

Bugün Lübnan, İran ve muhtemelen Rusya burjuvazileri Hamas'ı silahlandırıyor ve destekliyor. Amerika Birleşik Devletleri en büyük uçak gemisini Akdeniz'e gönderdi ve İsrail'e yeni silah sevkiyatları yapacağını duyurdu. Aslında tüm büyük güçler bu savaşa ve bu katliamlara az ya da çok doğrudan katılıyor!

Bu yeni savaş tüm Orta Doğu'yu kaosa sürüklemekle tehdit ediyor! Bu, dünyanın bu köşesini yasa boğan sayısız kanlı çatışmanın sonuncusu değil. Cinayetlerin büyüklüğü barbarlığın yeni bir seviyeye ulaştığını gösteriyor: bir festivalde dans eden gençlerin makineli tüfeklerle biçilmesi, kör bir intikam arzusunu tatmin etmekten başka bir amacı olmayan kadın ve çocukların sokakta yakın mesafeden infaz edilmesi, bütün bir nüfusu yok etmek için yapılan halı bombardımanı, Gazze'de her şeyden, sudan, elektrikten, gazdan ve yiyecekten mahrum bırakılan iki milyon insan... Tüm bu zulümlerin, tüm bu suçların askeri bir mantığı yok! Her iki taraf da en korkunç ve mantıksız öldürücü öfkenin içinde debeleniyor!

Ancak daha da ciddi bir şey var: Pandora'nın kutusu bir daha asla kapanmayacak. Irak, Afganistan, Suriye ve Libya'da olduğu gibi, geriye dönüş, "barışa dönüş" olmayacak. Kapitalizm insanlığın giderek daha geniş kesimlerini savaşa, ölüme ve toplumun çürümesine sürüklüyor. Ukrayna'daki savaş neredeyse iki yıldır devam ediyor ve sonu gelmeyen bir katliama dönüşmüş durumda. Dağlık Karabağ'da da katliamlar devam ediyor. Ve eski Yugoslavya ulusları arasında şimdiden yeni bir savaş tehdidi var. Kapitalizm savaştır!

Savaşa son vermek için kapitalizmin yıkılması gerekir

Tüm ülkelerin işçileri şu ya da bu burjuva kampının yanında yer almayı reddetmelidir. Özellikle de işçi sınıfı olduğunu iddia eden sol ve aşırı sol partilerin "vatan" hakkı arayışlarında "Filistinli kitlelerle dayanışma" göstermelerini isteyen retoriklerine kanmayı reddetmelidirler. Filistin vatanı sömüren sınıfın hizmetinde olan ve aynı kitleleri polisler ve hapishanelerle ezen bir burjuva devletinden başka bir şey olmayacaktır. En ileri kapitalist ülkelerin işçilerinin dayanışması, aralarında sömürenlerin ve sömürülenlerin bulunduğu "İsraillilerle" olmadığı gibi "Filistinlilerle" de değildir. Tıpkı dünyanın diğer tüm ülkelerinde olduğu gibi, dayanışma, maruz kaldıkları tüm beyin yıkamalara rağmen sömürenlerine karşı şimdiden mücadele eden İsrail ve Filistin'in işçileri ve işsizleriyledir. İşçi sınıfının sunabileceği en iyi dayanışma, kesinlikle onların milliyetçi yanılsamalarını teşvik etmek olamaz.

Bu dayanışma, her şeyden önce, tüm savaşların sorumlusu olan kapitalist sisteme karşı mücadelelerini, kendi burjuvazilerine karşı mücadelelerini geliştirmek anlamına gelmektedir.

İşçi sınıfı barışı, kapitalizmi küresel ölçekte yıkarak kazanmak zorundadır ve bugün bu, aşılmaz bir kriz içindeki bir sistem tarafından kendisine yöneltilen ve giderek sertleşen ekonomik saldırılara karşı mücadelelerini sınıfsal bir zeminde geliştirmek anlamına gelmektedir.

Milliyetçiliğe karşı, sömürenlerinizin sizi sürüklemek istediği savaşlara karşı: Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!

ICC, 9 Ekim 2023

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

SAVAŞA KARŞI ENTERNASYONALİST TAVIRLAR

Gazze'deki Hamas yönetimi ile İsrail devleti arasındaki korkunç çatışmalar nedeniyle gerilim her yerde kaynama noktasına ulaşıyor. Her iki kampta da bir histeri atmosferi yükseliyor. Bir yandan Hamas'ın terör saldırısına misilleme olarak Batı Şeria'daki silahlı Yahudi yerleşimciler savaşın ilk haftasında beş Filistinliyi öldürürken, diğer yandan İsrail ordusu Gazze'yi yerle bir etmeye çalışıyor. Böylesi baskıcı bir atmosferde, taraflardan birini ya da diğerini seçmeyi reddeden enternasyonalist yolu izlemek çok zor. Tutarlı bir proleter perspektifi açıkça savunmak cesaret gerektiriyor.

Neyse ki bazı enternasyonalist sesler kendilerini duyuruyor. Geliştirdikleri tüm pozisyonları paylaşmasak bile, bu enternasyonalist örgütlerin savaş karşıtı tutumu uluslararası burjuvazinin yarattığı bu barbarlığın karanlığında bizi aydınlatıyor.

Bu enternasyonalist sesler arasında komünist solun iki örgütü bulunuyor. Bunlardan ilki, "Ortadoğu'daki Son Katliam: Dünya Savaşına Gidişin Bir Adımıdır" açıklamasını yapan Enternasyonalist Komünist Eğilim'dir. İkincisi ise "Gazze'de Savaş, Emperyalist Savaşa Karşı, Devrimci Sınıf Savaşı İçin" başlıklı makalesi ile Il Partito Comunista'dır.

Ancak kapitalizmin Ortadoğu'da işlediği vahşete karşı enternasyonalist bir pozisyon yayınlayan en az iki anarşist grup daha var. Bunlardan ilki "Ne İsrail ne Hamas!" başlıklı bildiriyi yayınlayan Anarşist Komünist Grup'tur. Diğeri ise “Anarcom Network” tarafından yayınlanan, "Ne bir devlet ne de iki devlet! Hiçbir 'Devlet' Sınıfımızın katledilmesine son vermeyecek!" başlıklı bildiridir.

ABD, İngiltere ve diğer hükümetlerin kampanyalarına, burjuva solunun "Filistin davasını" desteklemek için yürüttüğü gürültücü propagandaya rağmen, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki çeşitli örgütler dünya proletaryasının enternasyonalist ilkelerine sadık kalmayı sürdürüyor.

Gelecekte farklı gruplar tarafından benimsenen kimi tavırları inceleyen yazılar yayınlayacağız.

“Dünya Devrimi” (Enternasyonal Komünist Akım’ın İngilizce yayın organı) 14.10.23

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

Sermaye Solunun Gizli Mirası (1. bölüm): İşçi Sınıfına Yönelik Yanlış Bir Bakış

Sol Komünist devrimci örgütlere zarar veren unsurlardan biri, militanlarının çoğunun daha önce sermayenin sol ve aşırı solundaki parti ya da gruplarından (“Sosyalist” ve “Komünist” partiler, Troçkizm, Maoizm, resmi anarşizm, Syriza ya da Podemos'un sözde "Yeni Sol "u vs) gelmiş olmalarıdır. Hiçbir militanın tam ve hemen bir netliğe kendiliğinden varamayacağı için bu durum kaçınılmazdır. Ancak bu durum, üstesinden gelinmesi zor şu handikapı doğurur: sermaye solcusu örgütlerin siyasi pozisyonlarından (sendikacılık, ulusal savunma ve milliyetçilik, seçimlere katılım, vb.) kopmak mümkündür, ancak bu örgütlerin size bulaştırdığı ve kısmen dayattığı, onlar için bir yaşam biçimi haline gelmiş olan tutum, düşünce kalıpları, tartışma biçimlerinden, davranışlardan, kavramlardan kurtulmak çok daha zordur.

Sermayenin solunun gizli mirası olarak adlandırdığımız bu miras, devrimci örgütlerde yoldaşlar arasındaki gerilimleri körüklemekte, güvensizliğe, rekabete, yıkıcı davranışlara, tartışmaların tıkanmasına yol açmakta, saçma teorik pozisyonlara vb. sebep olmaktadır. Bu durum burjuva ve küçük burjuva ideolojilerinin baskısıyla birleşerek devrimci örgütlere ciddi zararlar verebilir. Bu yazıyla başlattığımız yazı dizisinin amacı, bu baskıcı ağırlığı çözümlemek ve bunlarla mücadele etmektir.

Sermaye solu: "sosyalizm" adına kapitalist politika

EKA, ilk kongresinden (1975) bu yana, kapitalist politikaları uygularken sahte "sosyalizm" iddialarını dillerinden düşürmeyen örgütleri büyük bir sorun olarak ele almıştır. EKA'nın bu kongrede kabul edilen Platformunun 13. maddesinde şu ifadeler yer alır: "Bugün 'sosyalizm', 'demokrasi', 'anti-faşizm', 'ulusal bağımsızlık', 'birleşik cephe' ya da 'ehven-i şer' adına burjuvazinin belirli devletlerini ya da fraksiyonlarını 'koşullu' ya da 'eleştirel' olarak da olsa savunan, politikalarını burjuva seçim oyununa, sendikacılığın işçi sınıfı karşıtı faaliyetlerine ya da özyönetimci yanılsamalara dayandıran tüm parti ve örgütler sermayenin ajanlarıdır. Bu durum özellikle Sosyalist ve Komünist partiler için geçerlidir."

Platformumuz ayrıca, kendilerini bu büyük partilerin "solunda" konumlandıran, genellikle onlara "ateşli eleştiriler" yönelten ve daha "radikal" pozlar takınan gruplar sorununa da odaklanır: "Bütün sözde "devrimci" akımlar, örneğin burjuvazinin tarafına geçmiş partilerin değişik bir biçimi olan Maoizm, komünist partilerin ihanetine proleter bir tepki verdikten sonra benzer bir yozlaşma sürecine giren Troçkizm ve "anti-faşist ittifak" gibi sosyalist ve komünist partilerin savunduğu kimi yaklaşımları yineleyen geleneksel anarşizm aynı saftadırlar: yani Sermayenin safında. Etkilerinin daha az veya söylevlerinin daha radikal olması, programlarının burjuva temellerini değiştirmez, tam aksine onları burjuva partilerinin çığırtkanları, onların yedeği yapar."

Sermayenin solunun ve aşırı solunun rolünü anlamak için, kapitalizmin çöküşüyle birlikte "devlet kapitalizmi yönündeki eğilimin kendisini toplumsal hayatın ve özellikle de idari yapının giderek artan ve sistemli bir biçimde kontrol edilmesiyle gösterdiğini hatırlamak gerekir. Çökmekte olan kapitalizmin devleti, köleci Roma veya sonraki dönemin feodal devletlerinin çöküşünden çok daha büyük ölçüde sivil toplumu kemiren, canavarca, soğuk ve insanlık dışı bir makineye dönüşmüştür."[1]. Bu nitelik, açık diktatöryal tek parti rejimlerinde (Stalinizm, Nazizm, askeri diktatörlükler) olduğu kadar demokratik rejimler için de geçerlidir.

Bu çerçevede siyasi partiler toplumun farklı sınıf ya da katmanlarının temsilcileri değil, görevleri nüfusun tamamını (özellikle de işçi sınıfını) ulusal sermayenin buyruklarına boyun eğdirmek olan devletin totaliter araçlarıdır. Aynı şekilde, bu partiler siyasi ve ekonomik eylemleriyle kayırmacılık ağlarının, baskı gruplarının merkezi haline gelerek kaçınılmaz bir yozlaşmanın üreme alanına dönüşürler.

Demokratik sistemlerde, kapitalist devletin siyasi aygıtı iki kanada bölünmüştür: burjuvazinin klasik fraksiyonlarıyla bağlantılı ve nüfusun en geri katmanlarını kontrol etmekten sorumlu sağ kanat[2] ve esasen işçi sınıfının kontrolüne, bölünmesine ve bilincinin yok edilmesine teslim edilmiş (sendikalar ve bir dizi aşırı sol örgütü de içeren) sol kanat.

Eski işçi partileri neden sermaye solunun partileri haline geldi?

Proletaryanın örgütleri dejenerasyondan muaf değildir. Burjuva ideolojisinin baskısı bu örgütleri içten içe çürütür ve eğer zamanında mücadele edilmezse bu örgütlerin ihanetine ve kapitalist devletle bütünleşmesine yol açan bir oportünizme yol açabilir[3]. Oportünizm bu nihai adımını kapitalist toplum yaşamındaki kritik tarihi olaylar sırasında atar: şimdiye kadarki tarihsel gelişimde böylesi iki kilit an dünya emperyalist savaşı ve proleter devrim olmuştur. Platform metnimizde bu ölümcül aşamaya götüren süreci şöyle açıklamaya çalışıyoruz: “İkinci Enternasyonal’in çoğu başat partisinin oportunizm ve reformizm kangrenine teslim olduğu bir dönemin sonucu olarak, (İkinci Enternasyonal’in ölümüne sebep olan) Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte, sosyal şovenist sağ kanadın liderliği altında burjuvazinin kampına geçen, “ulusal savunma” politikasını benimseyen, ardından da, Almanya 1919’da olduğu gibi proletaryanın infazcısı rolünü üstlenme noktasına gelecek kadar, savaş sonrası devrimci dalgaya açıkça karşı çıkan Sosyalist partilerin durumu budur. Bu partilerin kendi burjuva devletlerine nihai olarak eklemlenmesi Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonraki dönem içerisinde farklı anlarda gerçekleşti; fakat bu süreç son proleter akımlar da sosyalist partilerin saflarından atıldığı, ya da Komünist Enternasyonal'e katılmak üzere bu partilerden ayrıldığı 1920’lerin başında nihai olarak sonlandı. Aynı şekilde, Komünist Partiler de benzer bir oportünist yozlaşma sürecinin ardından kapitalist saflara katıldılar. 1920'lerin ilk yıllarında çoktan başlamış olan bu süreç, Komünist Enternasyonal'in (1928'de "Tek Ülkede Sosyalizm" teorisi kabul edilmesiyle damgalanan) ölümünün ardından, sol fraksiyonların verdiği sert mücadelelere rağmen bunların tasfiyesiyle sürdü. Nihayetinde bu partilerin kapitalist devletle tamamen kaynaşmaları, 1930'ların başında kendi burjuvazilerinin silahlanmasına destek verip "halk cephelerine"katılmalarıyla sonlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında "Direniş" hareketlerinde ve savaşın ardından "ulusal yeniden yapılanma" dönemlerinde aldıkları roller, Komünist Partilerin ulusal sermayenin sadık ajanları ve karşı-devrimin en belirgin biçimlerine dönüştüklerini ispatladı.”.[4] İşçi sınıfı (1914 ile 1939 arasındaki) 25 yıl içerisinde, önce Sosyalist partileri, ardından 1920'lerde Komünist partileri ve son olarak da 1939'dan itibaren İkinci Dünya Savaşı’nın daha da acımasız barbarlığını desteklemiş olan Troçki'nin etrafındaki kümelenmiş Sol Muhalefet gruplarını kaybetti: “1938'de Sol Muhalefet Dördüncü Enternasyonal’e dönüştü. Bu dönüşüm oportünist bir maceraya tekabül ediyordu, çünkü emperyalist savaşa ve dolayısıyla proletaryanın derin bir yenilgisine doğru giden bir durumda dünya partisi kurmak mümkün değildi. Sonuç felaket oldu: 1939-40 yıllarında IV. Enternasyonal olarak adlandırılan gruplar çok çeşitli bahanelerle dünya savaşından yana tavır aldılar. Bu grupların çoğunluğu 'sosyalist anavatan' diye tanımladıkları Rusya’yı destekledi, hatta bunlar arasında bir azınlık (Nazilerin bir uydusu olan) Petain Fransa'sını bile destekledi.

Troçkist örgütlerin bu yozlaşmasına karşı, geriye kalan son enternasyonalist çekirdekler tepki içindeydiler: bunlar arasında özellikle Troçki'nin eşi ve İspanyol kökenli bir devrimci olan Munis bulunmaktaydı. O zamandan beri Troçkist örgütler, genellikle burjuvazinin 'anti-emperyalist' hiziplerine (günümüzün meşhur çavuşu Chavez gibi) karşılık gelen her türlü 'devrimci dava' ile proletaryayı harekete geçirmeye çalışan sermayenin 'radikal' ajanları haline geldiler. Benzer şekilde, seçim sirkinden tiksinmiş işçileri, 'sağın önünü kesmek' bahanesiyle 'Sosyalistlere' 'eleştirel' bir şekilde oy vermeleri için ittiler. Son olarak, 'mücadeleci adaylar' aracılığıyla sendikaları ele geçirme konusuna her zaman büyük bir heves beslediler”[5]

Ne var ki, işçi sınıfı, oportünizm hastalığından etkilenen proleter partiler içinde sol fraksiyonlar yaratmaya muktedirdir. Nitekim 2. Enternasyonal partileri içinde bu rolü Bolşevikler, Rosa Luxemburg akımı, Hollanda Tribunistleri, İtalyan abstentionist fraksiyonunun militanları vb. oynamıştır. Bu fraksiyonlar tarafından yürütülen kavgaların tarihi yeterince iyi bilinmektedir, çünkü onların metinleri ve katkıları 3. Enternasyonal'in oluşumunda somutlaşmıştır.

Zorluklar, hatalar ve nihayet Üçüncü Enternasyonal'in yozlaşmasıyla karşı karşıya kalan proleter tepki, 1919'dan itibaren (büyük zorluklarla ve ne yazık ki çok dağınık bir şekilde) kahramanca ve kararlı bir mücadele yürüten (İtalyan, Hollandalı, Alman, Rus vb.) komünist solunda ifade bulmuştur. Troçki'nin Sol Muhalefeti çok sonra ve çok daha tutarsız bir şekilde ortaya çıktmıştı. 1930'larda komünist sol (özellikle de İtalyan Komünist Solu'nu temsil eden en tutarlı grup olan Bilan) ile Troçki'nin Muhalefeti arasındaki uçurum daha da belirginleşti. Bilan yerelleşmiş emperyalist savaşları küreselleşmiş bir emperyalist savaşa doğru gidişin ifadeleri olarak görürken, Troçki'nin Muhalefeti ulusal kurtuluş ve anti-faşizmin ilerici doğası hakkındaki saçmalıklara karıştı. Bilan, Franco ve Cumhuriyet arasındaki savaş için İspanyol işçilerinin seferber edilmesinin arka planında emperyalist savaşın ideolojik zemininin hazırlandığını ve sermayenin çıkarlarının yattığını görürken, Troçki Fransa'daki 1936 grevleri ve İspanya'daki anti-faşist mücadeleyi devrimin başlangıcı olarak tanımlamıştı... Ancak daha da kötüsü, Bilan için savaş hazırlığında aktif bir ajan olması nedeniyle SSCB'nin desteklenemeyeceği açıktı, ki Bilan henüz SSCB'nin doğası hakkında kesin bir netliğe sahip değildi. Öte yandan Troçki, SSCB'nin "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğuna dair spekülasyonlarıyla, SSCB'yi desteklemek için kapıları ardına kadar açtı, ki bu 1939-1945 yılları arasındaki ikinci dünya kasaplığını desteklemek anlamına geliyordu.

1968'de işçi mücadelesinin yeniden canlanmasına karşı sermayenin aşırı solunun rolü

1968'den bu yana proleter mücadele tüm dünyada yeniden yükselişe geçti. Bu yükselişin en önemli ifadeleri, Fransa'daki Mayıs 68, İtalya'daki "Sıcak Sonbahar", Arjantin'deki "Cordobazo" ve Polonya Ekimi’dir. Bu mücadele yeni bir devrimci kuşak yetiştirdi. Her yerde çok sayıda işçi sınıfı azınlığı ortaya çıktı ve tüm bunlar proletarya için temel bir güç oluşturdu.

Bununla birlikte, bu azınlıkların zayıflatılması ve yok edilmesinde yukarıda bahsettiğimiz Troçkistler, resmi anarşizm[6] ve Maoizm gibi aşırı sol grupların rolünü not etmek önemlidir. Diğerlerinden farklı olarak Maoizmin hiçbir zaman proleter bir akım olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Maoist gruplar, Pekin ve Moskova arasındaki gibi, emperyalist çatışmalardan ve nüfuz savaşlarından etkilenmiş, iki devlet arasındaki kopuş ve Pekin'in 1972'de Amerikan emperyalizmine yakınlaşmasından doğmuştur.

Muazzam bir kafa karışıklığının hüküm sürmesine rağmen, 1970'e doğru dünya çapında, patlak vermekte olan proleter mücadeleyi ilerletmek isteyen, kendilerini devrimden yana, solun geleneksel partilerine (Sosyalist ve Komünist partiler) ve emperyalist savaşa karşı tanımlayan yüz binden fazla militanın ortaya çıktığı tahmin edilebilir. Bu önemli grubun çarpıcı bir çoğunluğu, aşırı sol gruplardan tarafından mas edilmiştir. Bu yazı dizisi ile, bu sindirmeyi sermayenin solunun hangi mekanizmalar aracılığıyla gerçekleştirdiğini ayrıntılı olarak göstermeye çalışacağız. Sadece radikal ve "işçi sınıfı" kavramlarıyla kamufle edilmiş kapitalist programlarını değil, aynı zamanda örgütlenme ve tartışma yöntemlerinden, işleyiş tarzlarından ve ahlaki yaklaşımlarını da eleştireceğiz.

Kesin olan şu ki, işçi sınıfı mücadelesi için geniş çaplı bir öncü inşa etme potansiyelinin yok edilmesinde sermaye solunun etkinliği çok belirleyici olmuştur. Potansiyel militanlar aktivizme, acilciliğe ve aceleciliğe itilmiş, sendikalar, belediyeler, seçim kampanyaları vb. içindeki steril mücadelelere yönlendirilmiştir.

Bunun sonucu zamanla ortaya çıkmıştır:

- Çoğunluk mücadeleyi bırakmış, derin bir hayal kırıklığına uğramış ve işçi sınıfı mücadelesine ve komünizm ihtimaline dair şüpheye düşmüştür; bu kesimin önemli bir kısmı uyuşturucu, alkol ve mutlak bir umutsuzluğa batmıştır;

- Bir azınlık, sendikaların ve sol partilerin çekirdek kuvveti olarak kalmış ve işçi sınıfına yönelik şüpheci ve moral bozucu bir vizyonu yaymaya devam etmiştir;

- Daha müstehzi başka bir azınlık ise sendikalarda ve sol partilerde kişisel kariyer yapmış ve kuşakları içerisindeki bu "muzafferlerin" bir kısmı sağ partilere bile katılmıştır.[7]

Komünist militanların değeri hayatidir ve proletaryanın 1968'deki tarihi uyanışından bu yana militan güçlerinin uğradığı muazzam tükenişin derslerini çıkarmak Bilan, Internationalisme vb. mirasçıları olan mevcut sol komünist gruplar açısından hayati bir görevdir.

İşçi sınıfına dair yanlış bir bakış açısı

Sendikalar, sol ve aşırı sol partiler, yalıtma, bölme ve kafa karıştırma gibi kirli işlerini yürütmek için işçi sınıfına dair yanlış bir vizyonun propagandasını yaparlar. Komünist militanları işleyerek onların düşüncelerini, davranışlarını ve yaklaşımlarını deforme ederler. Dolayısıyla bu durumu tespit etmek ve bununla mücadele etmek hayati önem taşır.

1. Bireysel vatandaşlar toplamı olarak işçi sınıfı tanımı

Sol ve aşırı sol işçileri kapitalizm ile uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunan bir toplumsal sınıf olarak değil, bireylerin toplamı olarak tanımlar. Buna göre işçiler “yurttaşların” “alt” tabakasıdır. Bu nedenle, tekil işçilerin umabileceği tek şey "istikrarlı bir hayat", emekleri için “adil” bir karşılık, "haklarına saygı duyulması" ve saire olabilir.

Böylece sol, işçi sınıfının kapitalist toplum için vazgeçilmez bir sınıf olduğu, çünkü onun emeği olmadan kapitalizmin işleyemeyeceği gerçeğini gizler. Böyle olmakla birlikte işçi sınıfı aynı zamanda toplumdan dışlanmış, onun tüm kurallarına ve yaşamsal normlarına yabancı bir sınıftır; dolayısıyla ancak kapitalist toplumu tepeden tırnağa ortadan kaldırdığında kendini gerçekleştirebilecek bir sınıftır. Bu gerçeklik yerine sol, reformlar ve kapitalist örgütlere katılım yoluyla çıkarlarını tatmin edebilecek bir "entegre sınıf" fikrini öne sürer.

Bu genel görüşle işçi sınıfı amorf, şekilsiz ve sınıflar arası bir "vatandaşlar" yani "halk" kitlesi içerisinde çözülür. Böyle bir bulamaç içinde işçi, kendisini aldatan küçük burjuvaziye, kendisini baskı altına alan polise, kendisini mahkum eden yargıca, kendisine yalan söyleyen politikacılara ve hatta "ilerici burjuvaziye" asimile edilir. Toplumsal sınıflar ve sınıfsal çelişki düşüncesi ortadan kalkarak yerini ulusun yurttaşları, sahte "ulusal topluluk" düşüncesine bırakır.

Sınıf fikri işçi sınıfının zihninden bir kez silindiğinde ise tarihsel bir sınıfın temel nosyonu da ortadan kalkar. Proletarya, farklı kuşak ya da coğrafya ayrımlarının ötesinde, devrimci bir geleceği, kapitalizmin insanlığı yıkıma götüren çelişkilerinin ötesinde ve bunları aşan yeni bir toplumun kurulmasını başarabilecek tarihsel bir sınıftır.

Toplumsal sınıflar, sınıf karşıtlıkları ve tarihsel sınıf gibi hayati ve bilimsel fikirleri bir kenara iten sermayenin solu ve aşırı solu, devrimi siyasi "uzmanların" ve partilerin ellerine bırakılması gereken uhrevi bir amaca indirger. Burjuvazi için ideal olan ancak proletarya için kesinlikle yıkıcı bir kavram olan iktidarın delegasyonu fikrini böyle takdim ederler. Ekonomik gücü elinde tutan sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi, işlerinin idaresini, ulusal sermayenin karmaşık ihtiyaçları çerçevesinde kendine has çıkarları bulunan bürokratik bir katmana, uzmanlaşmış bir politika kadrosuna emanet edebilir.

Ancak hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olan, ekonomik gücü olmayan ama tek gücü bilinci, birliği, dayanışması ve özgüveni olan proletarya için durum farklıdır. Tüm bu faktörler, uzmanlaşmış bir aydınlar ve politikacılar katmanına bel bağladığında hızla çözülür.

Delegasyon fikriyle donanmış sol ve aşırı sol partiler, seçimlere katılımı "sağın önünü almanın" bir yolu olarak savunur, böylece işçilerin saflarında bir sınıfın özerk eylemini baltalayarak onu oy veren bir yurttaş kitlesine dönüştürürler. Buna göre işçilerin her biri "kişisel çıkarlarına" kilitlenmiş bireyci bir kitleden ibarettir. Bu perspektiften bakıldığında, proletaryanın birliği ve öz-örgütlülüğü artık mevcut değildir.

Son olarak, sol ve aşırı sol partiler proletaryanın "başka bir topluma ulaşmak" için kendisini devletin ellerine teslim etmesi gerektiğini savunur. Böylece kapitalistlerin cellatı olan devleti "işçilerin dostu" ya da "müttefiki" gibi sunan bir aldatmacaya girişirler.

2. İşçileri sadece kaybedenler kitlesi olarak gören kaba bir materyalizm

Sol ve sendikalar işçi sınıfına ilişkin kaba materyalist bir anlayışın propagandasını yayarlar. Onlara göre işçiler sadece ailelerini, konforlarını, daha iyi bir arabayı ya da evi düşünen bireylerdir. Böylece işçi sınıfı tüketim kültürü içinde boğulmuş, mücadele gibi bir "idealleri" olmayan, evde oturup futbol izlemeyi ya da arkadaşlarıyla bara gitmeyi tercih eden bir kitle olarak tasavvur edilir. Döngüyü tamamlamak için, işçilerin tüketim harcamalarını ödemek için boğazlarına kadar borca batmış olmaları nedeniyle en ufak bir mücadeleye girişmekten aciz olduklarını ileri sürerler.[8]

Bu ahlaki ikiyüzlülük dersleriyle, maddi bir gereklilik olan işçi mücadelesini bir ideal irade meselesine dönüştürürler, oysa işçi sınıfının nihai amacı olan komünizm, kapitalizmin çözülmez çelişkilerine yanıt sunan maddi bir gerekliliktir[9]. Anlık mücadeleyi devrimci mücadeleden ayırıp birbirine karşı gibi sunan sermaye solcularının söylemine karşı, gerçekte bu ikisi arasında bir bütünlük vardır, çünkü işçi sınıfının mücadelesi Engels'in dediği gibi aynı anda hem ekonomik, hem politik, hem de bir fikirler savaşımıdır.

Sınıfımızı bu birlikten mahrum bırakmak, ekonomik ihtiyaçlar için yapılan mücadeleyi "egoist" ve "materyalist" bir mücadeleye indirgerken, "devrim" fikrini de "şanlı" ve "ahlaki" bir nosyonmuş gibi sunar. Bu tür fikirler, kendilerinin ve yakınlarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmekten utanç ve suçluluk duyan, sadece kendilerini düşünen köle bireyler gibi hissettirilen işçiler için ciddi biçimde demoralize edicidir. Katolik Kilisesi'nin alaycı ve ikiyüzlü çizgisini izleyen bu yanlış yaklaşımlarla, sermayenin solu ve aşırı solu, işçilerin bir sınıf olarak kendilerine olan güvenini sarsmakta ve onları toplumun "en alt" kesimi olarak göstermeye çalışmaktadır.

Bu tutum, işçi sınıfını kaybedenler olarak sunan egemen ideoloji ile de örtüşür. Meşhur "sağduyu", işçilerin başka hiçbir şey için yeterince iyi olmadıkları veya sosyal ölçekte ilerlemek için yeterince çalışmadıkları için işçi olarak kalan bireyler olduğunu söyler. Buna göre, işçiler tembeldir, istekleri yoktur, başarılı olmak istemezler...

Gerçekten de dünyaya dair alt üst olmuş bir bakıştır bu! Emeğiyle toplumsal refahının çoğunu üreten bir sosyal sınıfın, toplumun en kötü unsurlarından oluştuğu varsayılmaktadır. Proletarya toplumun çoğunluğunu oluşturduğuna göre, temelde korkaklardan, kaybedenlerden, herhangi bir motivasyonu olmayan kültürsüz bireylerden oluşuyormuş gibi sunulur. Burjuvazi proletaryayı sadece sömürmekle kalmaz, onunla alay da eder. Milyonlarca insanın emeğiyle geçinen azınlık, işçileri tembel, işe yaramaz, başarısız ve umutsuz olarak görme cüretine sahiptir.

Toplumsal gerçeklik ise bundan radikal biçimde farklıdır: proletaryanın dünya çapındaki ortak emeği kültürel, bilimsel ve aynı zamanda son derece insani bağlar geliştirir. Bu emek dayanışma, güven ve eleştirel bir ruh doğurur. İşçiler toplumu sessizce hareket ettiren esas güçtür, onların emeği üretici güçlerin gelişiminin asıl kaynağıdır.

İşçi sınıfının dışarıdan görünümü önemsiz, pasif ve anonim bir kitle gibi olabilir. Bu görünüm, sömürülen ve devrimci bir sınıf olarak işçi sınıfının yaşadığı çelişkinin sonucudur. Bir yandan işçi sınıfı küresel ortak emeğin sınıfıdır ve bu haliyle kapitalist üretim çarklarının işlemesini sağlar ve toplumu kökten değiştirecek güç ve kapasiteyi elinde bulundurur. Ama öte yandan rekabet, pazar, bölünmüşlüğün ve her koyun kendi bacağından asılır gibi fikirlerin hüküm sürdüğü bir toplumun normal yaşamı, onu her biri başarısızlık ve suçluluk duygularıyla güçsüz, diğerlerinden yalıtılmış, atomize olmuş ve tek başına kendisi için savaşmaya zorlanmış bireyler toplamı olarak parçalar.

Sermayenin solu ve aşırı solu, burjuvazinin geri kalanıyla tam bir devamlılık içinde, işçi sınıfında sadece atomize bireylerden oluşan şekilsiz bir kitle görmemizi istiyor. Bu şekilde, sınıfı demoralize etme ve herhangi bir toplumsal perspektiften dışlama görevleriyle sermayeye ve devlete hizmet ediyorlar.

Burada, başlangıçta söylediğimiz gibi, işçi sınıfının bireylerden oluşan bir toplam olarak sunan kavrayışa geri dönüyoruz. Oysa proletarya bir sınıftır ve kendisini ezen ve atomize eden zincirlerden tutarlı ve özerk bir mücadele ile kurtulmayı başardığı her seferinde bir sınıf olarak hareket eder. Böylece sadece bir sınıfı eylem halinde görmekle kalmayız, aynı zamanda bileşenlerinin her birinin kendisini aktif varlıklara dönüştürdüğünü, mücadele ettiğini, inisiyatif aldığını ve yaratıcılıklarını geliştirdiğini görürüz. Bunu, 1905 ve 1917 Rusya devrimleri gibi sınıf mücadelesinin büyük anlarında gördük. Rosa Luxemburg'un Kitle Grevi, Siyasi Parti ve Sendikalar adlı yapıtında çok net vurguladığı gibi, "Ama devrimci dönemin fırtınası içinde bir proleter de, aciz durumdaki bir aile reisinden, maddi refah bir yana, kendisi için en değerli şeyin, yaşamın bile, mücadelenin idealleriyle kıyaslandığında çok az şey ifade ettiği bir 'devrimci romantiğe' dönüşür.”[10]

Bir sınıf olduğunda, her bir işçinin bireysel gücü özgürleşir, prangalarından kurtulur ve insani potansiyeli gelişir. Bireylerin toplamı olarak ise, her birinin kapasiteleri yok edilir, seyreltilir, insanlığın geneli açısından heba olur. Sermayenin solu ve aşırı solunun işlevi, işçileri zincirleri içinde, yani salt bireyler toplamı olarak tutmaktır.

On dokuzuncu yüzyılın taktikleri üzerine saati durdurulmuş bir sınıf

Genel olarak kapitalizmin yükseliş döneminde ve özellikle de en parlak döneminde (1870-1914), işçi sınıfı hemen devrimci bir yıkım öngörmeksizin kapitalizm çerçevesinde iyileştirmeler ve reformlar için mücadele edebiliyordu. Bu bir yandan büyük kitle örgütlerinin (sosyalist ve işçi partileri, sendikalar, kooperatifler, işçi üniversiteleri, kadın ve gençlik dernekleri vb) oluşturulmasına imkan tanırken, diğer yandan da seçimlere katılım, imza kampanyaları, sendikalar tarafından planlanan grevler vb. taktikleri mümkün kılıyordu.

Bu yöntemler yirminci yüzyılın başında giderek daha yetersiz hale geldi. Bu dönemde devrimcilerin saflarında, bir yanda bu eski yöntemlerin partizanı Kautsky, diğer yanda da 1905 devriminden dersler çıkararak işçi sınıfının yeni bir genel savaş ve ekonomik kriz durumuna, özetle kapitalizmin çöküşüne tekabül eden yeni mücadele yöntemlerine doğru ilerlemesi gerektiğini açıkça gösteren Rosa Luxemburg'un[11] karşı karşıya geldiği yaygın bir tartışma vardı. Yeni mücadele yöntemleri kitlelerin doğrudan eylemine, işçilerin meclisler ve konseyler halinde öz-örgütlenmesine, asgari ve azami program arasındaki eski ayrımın ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Bu yöntemler sendikacılık, reformlar, seçimlere katılım ve parlamenter yol ile çelişiyordu.

Sermayenin solu ve aşırı solunun politik hattı, işçi sınıfını bugünün acil ve tarihsel çıkarlarının savunulmasıyla kökten uyumsuz olan eski yöntemlere sıkıştırmaya odaklanmıştır. İlginç bir şekilde, işçi sınıfını seçimlerde oy kullanma, sendikal eylemler, önceden programlanmış gösteriler vb. ile silahsızlandırmayı ve dağıtmayı amaçlayan tüm rutinleriyle, işçileri pasif ve atomize, sermayenin tüm ihtiyaçlarına disiplinle boyun eğen "iyi, işçi vatandaşlara" indirgeyen mekanizmalarla, kapitalizmin 1890'dan 1910'a kadar olan "altın yıllarında" saati durdurdular: çok çalış, her dört yılda bir oy ver, sendikaların arkasında yürü, kendinden menkul liderleri sorgulama.

Bu politika Sosyalist ve Komünist partiler tarafından utanmazca savunulurken, onların "aşırı sol"daki uzantıları da "eleştirel" dokunuşları ve "radikal" aşırılıklarıyla bu politikayı yeniden üretmekte ve sermaye için bir sınıf olarak işçi sınıfı vizyonunu savunmaktadır; zaman zaman onun ziyafetlerinin altın sofrasından düşen bazı varsayımsal kırıntıları beklerken onun tüm zorunluluklarına boyun eğmek zorunda olan bir sınıf.

C. Mir. 18.12.17

 

2. Sağın klasik partileri (muhafazakar, liberal, vs.) toplumun kontrolündeki paylarını aşırı sağ partiler (faşist, neo-Nazi, sağ popülistler, vs.) aracılığıyla tamamlarlar. İkincisinin doğası daha karmaşıktır; bu konuda bkz. "On the Question of Populism", IR 157.

3. Oportünizmin bir örgütün proleter yaşamına nasıl nüfuz ettiğine ve onu nasıl tahrip ettiğine yakından bakmak için bkz. "1914: how German socialism came to betray the workers", World War I, Special Issue of IR (2014).

4. EKA Platformu 13. madde.

6. Burada, kafa karışıklıklarına rağmen birçok işçi sınıfı pozisyonunu sahiplenen, emperyalist savaşa karşı ve proleter devrimden yana olduklarını açıkça gösteren küçük enternasyonalist anarşist gruplardan bahsetmiyoruz.

7. Bunun çok sayıda örneği var: Avrupa Birliği eski Başkanı Durao Barroso gençliğinde Maoistti; Avrupa Parlamentosu Milletvekili ve Macron'un danışmanı Cohn-Bendit; Fransa eski Başbakanı Lionel Jospin gençliğinde Troçkistti; İngiltere eski İçişleri Bakanı ve devletin baş yorumcusu Jack Straw solcu, "ateşli" bir öğrenci lideriydi.

8. Tüketimin (1920'lerde Amerika Birleşik Devletleri'nde ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra teşvik edilen) işçi sınıfı içindeki protesto ruhunu zayıflatmaya yardımcı olduğunu kabul etmeliyiz, çünkü her bir işçinin hayati ihtiyaçları tüketimin oynadığı rolle deforme edilmekte, ihtiyaçları "her şeyin kredi yoluyla elde edilebileceği" bireysel meselelere dönüştürülmektedir.

11. Bkz.: "Debate sobre la huelgade masas" (texts of Parvus, Mehring, Luxemburg, Kautsky, Vandervelde, Anton Pannekoek).

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (2. bölüm): kapitalizmin hizmetinde olan bir yöntem ve düşünme biçimi

Bu dizinin ilk bölümünde sermayenin solundaki ve aşırı solundaki partilerin kapitalizmi "yeni bir topluma" dönüştürme programlarının, kapitalizmin idealize edilmiş bir yeniden üretiminden başka bir şeye yol açmadığını gördük.[1] Daha kötüsü, bunların sunduğu işçi sınıfı tanımının, onun devrimci doğasını tamamen inkar ettiğini açıkladık.

Bu ikinci makalede, bu partilerin, özellikle de kendilerini "en radikal" olarak görenlerin düşüncelerini ve analiz yöntemlerini inceleyeceğiz.

Program, teori, işleyiş ve ahlak arasındaki bütünlük

İlk makalede, bu mistifikasyoncuların programının sermayeyi savunduğunu ortaya koymuştuk; şimdi başka bir konuyla ilgilenmemiz gerekiyor: bunların düşünce tarzları, üyeler arasındaki ilişkiler, örgütsel yöntemleri, ahlaki bakış açıları, tartışma anlayışları, militanlık vizyonları ve son olarak bu partiler içinde çalışmanın yarattığı bütün deneyim. Sermaye solunun bakış açısından kurtulmak, onların sattıkları politik mistifikasyonları ifşa etmekten çok daha zordur, çünkü bu örgütlerde düşünce koşullandırılmış ve davranışlar zehirlenmiştir, bu da onların örgütsel işleyişini etkiler.

Komünist Sol’un devrimci örgütleri, oldukça kırılgan ve az sayıda militana sahip oldukları için, bu önemli sorunla yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Sol komünistler, sol ve aşırı sol kapitalist örgütlerin programlarını reddettiler. Ancak onların gizli yüzü dediğimiz şey, yani düşünce tarzları, işleyişleri ve davranışları, ahlaki vizyonları, vb. en az programları kadar gericidir, ama bunlar bugüne kadar komünist sol tarafından hafife alındı, yeterince ve radikal bir eleştiriye maruz kalmadı.

Bu nedenle, sermayenin sol ve aşırı sol gruplarının programını teşhir etmek yeterli değildir; aynı zamanda bunların sağ ve aşırı sağ partilerle paylaştıkları gizli örgütsel ve ahlaki yüzlerini de ortaya koymak ve bununla mücadele etmek gerekir.

Devrimci bir örgüt programdan ibaret değildir; Devrimci örgüt program, teori ve düşünce tarzı, ahlaki ve örgütsel işleyişin bütünsel bir sentezidir. Bu unsurlar arasında bir tutarlılık bulunur. "Devrimci örgütün faaliyeti yalnızca üniter bir bütün olarak anlaşılabilir; bileşenleri birbirinden ayrı değil, birbirine bağlıdır. Bunlar: 1) detaylandırılması sürekli bir çaba isteyen ve asla nihai olarak sabitlenmeyen veya tamamlanmayan teorik faaliyet. Bu hem gerekli hem de yeri doldurulamaz bir unsurdur; 2) sınıfın ekonomik ve politik mücadelelerine müdahale etme faaliyeti. Teorinin propaganda ve ajitasyon yoluyla bir mücadele aracına dönüştürülmesi, örgütün esas pratiğidir; 3) organlarının gelişmesini ve güçlendirilmesini, örgütsel kazanımların korunmasını sağlayan örgütsel faaliyetler, ki bunlar olmadan niceliksel büyüme (yeni üyeler) niteliksel bir gelişme sağlayamaz."[2]

Komünizm için mücadelede yalan, iftira ve manevraların kullanılamayacağı açıktır. Bu yüzden yukarıda belirtilen hususlar arasında bir tutarlılık bulunmaktadır. Bunlar komünizmin tüm yaşam biçimini ve toplumsal örgütlenmesini önceden belirler ve asla onunla çelişemez.

"EKA’nın örgütsel işleyişi" başlıklı metinde de belirttiğimiz gibi:

"Örgütlenme sorunu, proletaryanın devrimci perspektifi için esas olan bir dizi temel hususa odaklanır: 1) komünist toplumun temel nitelikleri ve bu toplumun üyeleri arasındaki ilişkiler; 2) komünizmin taşıyıcısı olan bir sınıf olarak proletaryanın varlığı; 3) sınıf bilincinin doğası, sınıf içindeki gelişiminin, derinleşmesinin ve genişlemesinin özellikleri; 4) proletaryanın bilinçlenmesinde komünist örgütün rolü."[3]

Sermayenin solu ve aşırı solu, marksizmin Stalinizm tahrifatçılarının mirasçısıdır

Sermayenin sol ve aşırı sol gruplarının politik birer hokkabaz olduğu söylenebilir. Sermayenin politik pozisyonlarını "proleter" ve "Marksist" bir jargona bulayarak satarlar. Marx, Engels, Lenin ve diğer proleter militanlara söylemek istediklerinin tam tersini söyletirler. Eski militanlarının işçi hareketinin belirli bir anında savunmuş olabilecekleri pozisyonları, mutlak karşıtlarına dönüştürmek için çarpıtıp, kesip biçerek manipüle ederler. Marx, Engels ya da Lenin'den alıntılar yaparak onlara kapitalist sömürünün iyi olduğunu, ulusun en değerli şey olduğunu, emperyalist savaşları desteklemek gerektiğini, devleti velinimetimiz ve koruyucumuz olarak kabul etmemiz gerektiğini vs. söyletirler.

Devletin yıkılması için mücadele etmiş olan Marx, Engels ve Lenin, bu gruplar tarafından bir hokkabazlık numarasıyla devletlerin en coşkulu savunucuları gibi sunulur. Enternasyonalizmin kayıtsız şartsız savaşçıları olan Marx, Engels ve Lenin, "ulusal kurtuluş" şampiyonları ve anavatan savunucuları haline getirilir. Proletaryanın savunma mücadelesini teşvik etmiş olan Marx, Engels ve Lenin, üretimciliğin ve işçilerin sermaye hizmetinde kendilerini feda etmelerinin şampiyonlarına dönüştürülür.

Bu tahrifat çalışmasına öncülük eden Stalinizm oldu[4]. Stalin bizzat bu iğrenç dönüşüme sistematik olarak öncülük etmiştir. Bunu örneklemek için Ante Ciliga'nın “Rusya Bilmecesi” adlı kitabına başvurabiliriz[5]. Ciliga’nın kitabı 1920'lerin ortalarında başlayan bu süreci ayrıntılı olarak anlatmaktadır:

"Sovyet Rusya'da gelişen kendine özgü toplumsal rejim, kendi ideolojisini tüm bilim dallarına aşılamayı başardı. Başka bir deyişle, kendi dünya görüşünü yerleşik bilimle, marksizmin geleneksel ideolojisiyle ve yeni bilimsel keşiflerle birleştirmeye çalıştı" (İspanyolca baskıdan çeviri, sf. 103)

Bunu açıklamak için Ciliga, "Hegel (...) bir olgunun içeriği tamamen dönüştürülürken biçimini koruyabileceğini göstermişti; (...) Lenin de, büyük tarihsel figürlerin kaderinin genellikle ölümlerinden sonra kutsal ikonlara dönüşmek, özgürleştirici fikirlerinin ise yeni bir baskıyı ve yeni bir köleliği haklı çıkarmak için tahrif edildiğini söylememiş miydi?" (sf 109) diye hatırlattı.

Moskova'daki "Komünist Akademi"de görev yaptığı süre boyunca Ciliga, "her yıl müfredatın değiştirildiğini, tarihsel gerçeklerin ve bunlar üzerine yapılan yorumların giderek daha fütursuzca tahrif edildiğini kaydetti. “Bu sadece Rusya'daki devrimci hareketin yakın tarihi ile ilgili olarak değil, aynı zamanda Paris Komünü, 1848 devrimi ve ilk Fransız Devrimi kadar eski olaylarla ilgili olarak da yapıldı. (...) Peki ya Komintern'in tarihi? Her yeni yayın, pek çok açıdan öncekilerden oldukça farklı yeni bir yorum getiriyordu." (sf 100), "Bu tahrifatlar eğitimin tüm dallarında aynı anda yapıldığından, bunların münferit kazalar olmadığı, tarihi, ekonomi politiği ve diğer bilimleri bürokrasinin çıkarlarına ve dünya görüşüne göre dönüştürmeye yönelik sistemli bir çaba olduğu sonucuna vardım (...) Aslında Rusya'da yeni bir okul, Marksizmin bürokratik okulu kuruluyordu." (sf 101)

Bu ve benzeri tahrifatları gerçekleştirmek üzere, sermayenin sol ve aşırı sol partileri üç yöntem kullanırlar:

- devrimciler tarafından yapılan hatalardan faydalanmak;

- daha önceki bir dönemde devrimciler tarafından savunulduğunda doğru olan pozisyonları, karşı-devrimci hale geldiklerinde sanki hala geçerliymiş gibi savunmak;

- bu pozisyonların devrimci boyutunu zararsız bir soyutlamaya indirgeyerek köreltmek.

Devrimcilerin hataları

Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg yanılmaz değillerdi. Elbette onlar da hatalar yaptılar.

Mekanik burjuva düşüncesinin aksine, devrimciler açısından hata yapmak çoğu zaman kaçınılmazdır ve bu hatalar, kendisi mutlak olmayıp tarihsel bir karaktere sahip olan hakikate doğru atılmış gerekli adımlar olabilirler. Hegel'e göre hatalar gerçeğin gerekli ve gelişen anlarıdır.

Proletaryanın hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olduğunu ve sömürülen bir sınıf olarak egemen ideolojinin tüm ağırlığı altında ezildiğini göz önünde bulundurduğumuzda bu durum çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla proletarya - ya da en azından onun bir kısmı - düşünmeye, hipotezler formüle etmeye, talepler ileri sürmeye ve kendine hedefler koymaya cesaret ettiğinde, kapitalist sağduyunun dayattığı pasifliğe ve uyuşukluğa karşı yükselir; ama aynı zamanda ciddi yanlış değerlendirmeler yapabilir ve toplumsal evrimin kendisinin ya da sınıf mücadelesi dinamiklerinin çoktan üstesinden geldiği ya da bir kenara attığı fikirleri tekrar kabul edebilir.

Marx ve Engels 1848'de kapitalizmin yerini komünizme bırakacak kadar olgunlaştığını düşünerek, sosyalizm için bir platform görevi görecek bir "ara" kapitalist programı ("sürekli devrim" teorisi) savunmuşlardı.

Ancak eleştirel düşünceleri onları bu spekülasyonu reddetmeye yöneltti ve 1852'de de bu fikri tamamen terk ettiler. Benzer şekilde, bir dönem kapitalist devletin ele geçirilmesi ve devrim için bir kaldıraç olarak kullanılması gerektiğine inanmış olsalar da, Paris Komünü'nün canlı deneyimi onları bu hatadan döndürmüş ve kapitalist devletin yok edilmesi gerektiği sonucuna varmalarına yardımcı olmuştur.

Daha pek çok örnek verebiliriz ama burada göstermek istediğimiz, sol grupların bu hataları karşı-devrimci programları için nasıl gerekçe olarak kullandıklarıdır. Örneğin, Lenin kararlı bir enternasyonalistti, ancak ulusal kurtuluş konusunda yeterince net değildi ve bu konuda ciddi hatalar yaptı. Bu hatalar, Sermaye solu tarafından tarihsel bağlamlarından koparılarak, Lenin’in yürüttüğü enternasyonalist mücadeleden ayrıştırılmakta ve tüm zamanlar için geçerli "yasalar" haline getirilmektedir[6]. Bu hatalar ikiyüzlü bir şekilde sermayenin savunusuna dönüştürülür.

Peki bu tahrifat nasıl mümkün oluyor? Bunun en önemli yollarından biri militanların eleştirel düşünce kapasitelerinin yok edilmesidir. Tutarlı Marksistler bilim ile eleştirel düşünceyi sahiplenme noktasında ortaklaşırlar, yani çeşitli nedenlerle gerçeklikle ve proleter mücadelenin ihtiyaçlarıyla çatışan pozisyonları sorgularlar. Marksizm, dahilerin zihinleri tarafından üretilen ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir dogmalar bütünü değildir; mücadeleci, yaşayan, analitik ve sürekli gelişen bir yöntemdir ve bu nedenle eleştirel düşünce onun için temeldir. Bu eleştirel ruhu bastırmak Stalinist efendileri gibi sol grupların temel görevidir, tıpkı Ciliga'nın Leningrad'daki "Komünist Üniversite"de görev yaptığı dönemde öğrenciler ve geleceğin parti liderleri hakkında söylediği gibi, "eğer bir şey el kitabında yazılı değilse, onlar için yok hükmündeydi. Parti programını sorgulayamazdınız. Manevi yaşam tamamen kontrol altındaydı. (Öğrenciler) onları programın dar ufkunun ötesine geçmeye, meraklarını ve eleştirel duygularını uyandırmaya çalıştığımda sağır kalıyorlardı. Sanki sosyal becerileri körelmiş gibiydi." (sf 98).

Dolayısıyla, solcu grupların (Stalinistlerden Troçkistlere ve birçok anarşiste kadar) savunduğu körü körüne bağlılık karşısında, proleter militanlar ve devrimci gruplar eleştirel düşünceyi, kendi kendilerini eleştirme yeteneklerini canlı tutmak için mücadele etmelidirler; gerçekleri irdelemeye sürekli istekli olmalı ve tarihsel bir analize dayanarak artık geçerli olmayan pozisyonları nasıl yeniden değerlendireceklerini bilmelidirler.

Bir zamanlar doğru olan görüşler bariz yalanlara dönüşebilir

Solcu yöntemin bir diğer özelliği de, önceden doğru olsa da tarihsel olaylar tarafından geçersiz kılınan ya da anlamını yitiren pozisyonları savunmalarıdır. Örneğin Marx ve Engels'in sendikalara verdiği desteği ele alalım. Solculuk, eğer sendikalar Marx ve Engels zamanında proletaryanın organlarıysa, her zaman öyle olmaları gerektiği sonucuna varır. Soyut ve zamansız bir yöntem kullanırlar. Kapitalizmin çöküşüyle birlikte sendikaların proletaryaya karşı burjuva devletinin organları haline geldiği gerçeğini gizlerler.[7]

Solcu pozisyonlardan kopan ama onların skolastik yöntemlerinden kopamayan devrimci militanlar da vardır. Bunlar örneğin, kendilerini sadece sendikalara yönelik solcu pozisyonun tam tersini benimseyerek sınırlarlar: eğer solcu pozisyon sendikaların her zaman işçi sınıfının hizmetinde olduğu yönündeyse, bu devrimci militanlar sendikaların her zaman işçi sınıfına karşı olduğu sonucuna varırlar. Sendikalarla ilgili pozisyonu değişmez, zamansız bir pozisyon haline getirirler, böylece solculuktan kopmuş gibi görünseler de onun tutsağı olarak kalmaya devam ederler.

Aynı durum sosyal demokrasi için de geçerlidir. Bugün var olan 'sosyalist partilerin' 1870'ten 1914'e kadar olan dönemde var olmuş ve sınıfın birliğine, bilincine ve mücadelelerinin gücüne katkıda bulunmuş olan işçi sınıfı partileriyle aynı şeyler olduğunu, hayal etmek zordur. Bu durum karşısında solcular, özellikle de Troçkizm şu sonuca varmaktadır: sosyal demokrat partiler, tüm karşı-devrimci eylemlerine rağmen, her zaman işçi partileri olmuşlardır ve olmaya da devam edeceklerdir.

Ancak aynı şeyi tersinden söyleyen devrimciler de vardır: eğer Troçkistler sosyal demokrat hareketi her zaman işçi sınıfına ait olan ve olacak bir hareket olarak tanımlıyorsa, bunlar da sosyal demokrasinin her zaman kapitalist olduğu sonucuna varırlar. Oportünizmin işçi hareketini etkileyebilen ve partilerini ihanete ve kapitalist devletle bütünleşmeye sürükleyebilen bir hastalık olduğu gerçeğini görmezden gelirler.

Üzerlerinden atamadıkları solcu mirasın tuzağına düşerek, tarihsel ve diyalektik yöntemi skolastik yöntemle değiştirir, diyalektiğin ilkelerinden olan karşıtların birbirine dönüşümü ilkesini, var olan bir şey karşıtı gibi hareket etmek üzere dönüşebileceğini kavrayamazlar. Proleter partiler de, burjuva ideolojisinin ve küçük burjuvazinin ağırlığından kaynaklanan dejenerasyon nedeniyle, kendileriyle taban tabana zıt şeylere dönüştürebilir, kapitalizmin koşulsuz hizmetkârları haline gelebilirler.[8]

Bu sınıf pozisyonlarının tarihsel boyutunu ve bunların formüle edildiği tarihsel süreci reddeden solcu yöntemin başka bir sonucudur. Bu da proleter yöntemin temel bileşenlerinden bir diğerini ortadan kaldırmaktadır. Her işçi kuşağı bir önceki kuşağın omuzları üzerinde durur: sınıf mücadelesinin ve teorik çabanın ürettiği dersler, bir başlangıç noktası olarak hizmet eder ancak bunlar son nokta değildir. Kapitalizmin evrimi ve sınıf mücadelesi deneyimleri, yeni gelişmelerin ya da önceki pozisyonlarda eleştirel düzeltmelerin yapılmasını gerekli kılar. Solculuk, dogmatik ve tarih dışı bir vizyonun propagandasını yaparak eleştirel bir tarihsel sürekliliğin varlığını inkar eder.

17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar burjuva devrimini müjdeleyen düşünürler, feodal idealizmi amansız bir eleştiriye tabi tuttuğu için zamanında devrimci olmuş olan bir materyalizm geliştirdiler. Ancak, başlıca kapitalist ülkelerde iktidar ele geçirildikten sonra burjuva düşüncesi tutucu, dogmatik ve tarih dışı bir hal aldı. Öte yandan proletarya, kendi genlerinde eleştirel ve tarihsel bir düşünceye, ne kadar önemli olursa olsun belirli bir dönemin olaylarına takılıp kalmama ve geçmiş ya da bugün tarafından değil, taşıyıcısı olduğu devrimci geleceğin perspektifi tarafından yönünü belirleme yeteneğine sahiptir. "Felsefe tarihi ve sosyal bilimler tarihi, Marksizmin, dünya uygarlığının uzun gelişim yolunda ortaya çıkmıştır, içe dönük ve kemikleşmiş bir doktrin anlamında 'sekterlik' ile hiçbir ortak yanı yoktur. Aksine, Marx, gelişmiş insanlığın halihazırda ortaya attığı sorulara yanıt vermekte ustaydı. "[9]

Soyutluk tuzağı

Burjuva düşüncesi gibi solcu ideoloji de bir yandan dogmatik ve idealist, diğer yandan relativist ve pragmatiktir. Solcu, sol elini kaldırır ve tüm olası dünyalar ve tüm zamanlar için geçerli evrensel dogmalar mertebesine yükseltilmiş bazı "ilkeler" açıklar. Ama sağ eliyle "taktiksel düşünceler"e başvurarak bu kutsal ilkeleri cebinde tutar, çünkü "koşullar uygun değildir", "işçiler anlamaz", "zamanlama yanlıştır", vs.

Dogmatizm ve taktikçilik birbirine karşıt değildir, bunlar birbirlerini tamamlar. İnsanları seçimlere katılmaya teşvik eden dogma, "kendimizi tanıtmak" veya "sağın önünü kesmek" vb. için "seçimleri kullanma" vb "taktikler" ile tamamlanır. Dolayısıyla dogmatizm teorik bir şey gibi görünse de gerçekte tarihsel evrimin dışında yer alan soyut bir vizyondur. "Taktikler" ise "pratik" ve "somut" görünürler, ancak aslında tutarlı pozisyonlardan üretilmezler, salt uyarlanabilir ve oportünist bir günlük faaliyetten gelen, burjuva düşüncesine özgü kaba ve zihinsel donukluk içeren bir vizyondan türerler.

Bu bizi solcu düşünce yönteminin üçüncü özelliğini anlamaya götürür. Solcu yöntem devrimcilerin doğru pozisyonlarını, devrimci yönlerini köreltmek için bağlamından kopararak soyutlamalara dönüştürmeye ihtiyaç duyar; Lenin'in dediği gibi, onları soyut ve işlemeyen "ilkeler" olarak sunarak sermaye için zararsız hale getirirler. Böylece komünizm, proletarya diktatörlüğü, işçi konseyleri, enternasyonalizm... gibi kavramlar liderlerin hiçbir inanca sahip olmadığı, ancak sadık destekçilerini manipüle etmek için utanmadan kullandıkları retorik bir hezeyan ve alaycı bir laf kalabalığına indirgenir. Ciliga, yukarıda alıntıladığımız kitabında, "komünist bürokrasinin iddia ettiğinin tam tersini yapma, en kötü suçları en ilerici sloganlar ve en etkili cümleler maskesi altında gizleme yeteneğinin" altını çizmiştir (sf 52).

Solcu örgütlerin ilkeleri yoktur. Vizyonları tamamen pragmatiktir ve koşullara göre, yani hizmet ettikleri ulusal sermayenin politik, ekonomik ve ideolojik ihtiyaçlarına göre değişir. İlkeler, parti konferansları ve önemli yıldönümlerinde olduğu gibi koşullara ve belirli anlara uyarlanabilir; militanları suçlamak için "ilkeleri ihlal etmek" bir bahane olarak kullanılır; ayrıca hizipler arasındaki anlaşmazlıklarda silah olarak kullanılır.

Bu "ilkeler" vizyonu, "tüm örgüt için geçerli bir programın varlığına" dayanan devrimci bir örgütün vizyonuyla kökten çelişir. “Bu program, örgütün bir parçası olduğu proletaryanın deneyiminin bir sentezi olduğu için ve sadece anlık bir varoluşa değil, aynı zamanda tarihsel bir geleceğe de sahip olan bir sınıf tarafından üretildiği için, sınıfın hedeflerini ve bunlara ulaşmanın yolunu formüle ederek bu geleceği ifade eder; örgütün sınıf içinde savunması gereken temel pozisyonları bir araya getirir; örgüte katılım için bir temel görevi görür".[10]

Devrimci program örgütün faaliyetlerinin kökeni, teorik çalışmaların ise ilham kaynağı ve eylem için bir teşviktir. Bu nedenle de çok ciddiye alınmalıdır. Solculuktan gelen ve kendini ondan nasıl koparacağını bilemeyen militan, genellikle bilinçsizce, programın sadece göstermelik olduğuna, belli yıl dönümlerinde tekrarlanan basit ifadeler topluluğu olduğuna inanır ve bu yüzden "retorik" şeylerin bırakılmasını ister. Diğer zamanlarda, bir yoldaşına kızdığında ya da merkezi organlar tarafından marjinalleştirildiğini düşündüğünde, amacını anlatmak için programı kullanarak "onları suçlamaya" çalışır.

Bu iki yanlış görüşe karşı, programın proleter bir örgütteki temel işlevinin, tüm militanlar tarafından paylaşılan ve gelişimini ilerletmek için herkesin bağlı olduğu bir analiz aracı olduğunu savunuyoruz; program proleter mücadeleye bir müdahale aracı, proletaryanın devrimci geleceğine etkin bir katkı ve oryantasyondur.

Solculuğun pragmatik ve "dahiyane" safsataları, küresel bir yaklaşımın genelden somuta, soyuttan dolaysıza, teorikten pratiğe geçmesini zorlaştırdığı için çok zarar vericidir. Solcu yöntem, somut ile genel, dolaysız ile tarihsel, yerel ile küresel arasındaki birliğin fiilen gerçekleşmesini engelleyerek proleter düşüncenin bu iki yönünü birleştiren bağı koparır. Eğilim ve baskı tek taraflı düşünme yönündedir. Solcu her gün yerelcidir, ancak resmi tatillerde "enternasyonalist" bir yaklaşım sergiler. Solcu sadece anlık ve pragmatik olanı görür, ama bunu bazı "tarihsel" referanslarla süsler ve "ilkeleri" lafta selamlar. Solcu, soyut bir analiz geliştirmek söz konusu olduğunda acınacak derecede "somuttur" ve somut bir analiz gerektiğinde soyut bir bulanıklığa saplanır.

Solculuğun teorik yönteminin yıkıcı etkileri

Solcu düşüncenin bazı özelliklerini ve komünist militanların konumu üzerindeki etkilerini çok sentetik bir şekilde gördük.

Bunlardan bazılarına daha detaylıca bakabiliriz. Üçüncü Enternasyonal, yalnızca belirli tarihsel koşullar altında anlamlı olan bir formül kullanmıştır: "Her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir".

Bu formül, sınıflar arasındaki güç dengesinin burjuvazinin lehine olması durumunda geçerli değildir. Örneğin Troçki, Fransa'daki 1936 grevlerinin ve Barselona proletaryasının Temmuz 1936'da faşist darbeye karşı verdiği cesur yanıtın "devrimin kapılarını açtığını" savunarak, bu formülü şematik bir şekilde kullanmıştır. Emperyalist savaşa doğru durdurulamayan gidişatı, Rus ve Alman proletaryasının ezilmesini, işçilerin anti-faşizm bayrağı altında toplanmasını dikkate almamıştır. Bu tarihsel ve küresel analizi dışarıda bırakıp, yalnızca "her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir"[11] şeklindeki boş bir reçeteyi uygulamıştır.

Bunun bir başka sonucu da ekonomizmle iç içe geçmiş kaba bir materyalizmdir. Buna göre her şey ekonomi tarafından belirlenir ve bu da en büyük zihinsel dar görüşlülüğü yansıtır. Savaş gibi olgular emperyalist, stratejik ve askeri köklerinden koparılarak en hayali ekonomik açıklamalarla anlaşılmaya çalışılır. Böylece bir mafya çetesi, emperyalizmin barbar bir yan ürünü olan İslam devleti (İŞİD) ve bir petrol şirketi eşdeğer sayılabilir.

Son olarak, solculuğun Marksist teoriyi manipüle etmesinin bir diğer sonucu da, Marxizmin teori uzmanlarının, parlak liderlerin uzmanlık alanı olarak görülmesidir. Bu aydın liderlerin ortaya attığı her şey, teorik gelişimde hiçbir rolü olmayacak olan "tabandaki aktivistler" tarafından harfiyen takip edilmelidir çünkü onların görevi bildiri dağıtmak, gazete satmak, toplantılar için sandalye taşımak, afiş yapıştırmaktır... yani "sevgili liderleri" için insan gücü ya da yem olarak hizmet etmektir.

Bu anlayış solculuk için elzemdir çünkü görevi Marx, Engels, Lenin vb. militanlarınşüncelerini çarpıtmaktır ve bunun için de anlattıklarına sorgusuz sualsiz inanacak militanlara ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir anlayışın devrimci örgütlere sızması zararlı ve yıkıcıdır. Günümüzün devrimci örgütleri "19. yüzyıla kıyasla daha gayrişahsidir ve militan kitlelerine rehberlik eden bir liderler örgütü olmaktan çıkmışlardır. Ünlü liderler ve büyük teorisyenler dönemi sona ermiştir. Teorik gelişim gerçekten kolektif bir görev haline gelmiştir. Milyonlarca 'anonim' proleter savaşçı gibi, örgütün bilinci de bireysel bilincin ortak bir kolektif bilinçle bütünleşmesi ve aşılması yoluyla gelişir."[12]

C Mir, 27.12.17

 

1. Sermayenin solu ve aşırı solu, Komünist Manifesto'nun burjuva sosyalizmine ayırdığı şu pasajla örtüşmektedir: "Onlar, devrimci ve parçalayıcı unsurlarından arındırılmış mevcut toplum durumunu arzulamaktadırlar. Proletaryasız bir burjuvazi istiyorlar. Burjuvazi doğal olarak en üstün olduğu dünyanın içinde en iyisi olduğunu düşünür; ve burjuva sosyalizmi bu rahat anlayışı az ya da çok eksiksiz çeşitli sistemler halinde geliştirir. Proletaryadan böyle bir sistemi hayata geçirmesini ve böylece doğrudan toplumsal Yeni Kudüs'e yürümesini isterken, gerçekte proletaryanın mevcut toplumun sınırları içinde kalmasını, ancak burjuvaziye ilişkin tüm nefret dolu fikirlerini bir kenara atmasını talep eder. (...) Bu, şu cümleyle özetlenebilir: burjuva burjuvadır - işçi sınıfının yararına.".

4. Stalinizm ise 1914'te proletaryaya ihanet eden sosyal demokrasinin kirli işlerinden ilham almıştır. Rosa Luxemburg, Stalinizmi açıkça suçlamıştır: "Marksizmin bugün nerede durduğunu temsilcilerinden görüyorsunuz: Ebert, David ve diğerleri tarafından köleleştirilmiş ve evcilleştirilmiştir. İşte burada, onlarca yıldır saf, gerçek Marksizm olarak yutturulan doktrinin resmi temsilcilerini görüyoruz. Hayır, gerçek Marksizm bizi Scheidemann'ların ve karşı-devrimci politikaların yanına götürmez. Gerçek Marksizm, onu tahrif etmeye çalışanlara karşı mücadele eder." 'Programımız ve Siyasi Durum; Alman Komünist Partisi (Spartaküs Birliği) Kurucu Kongresine Hitap', 31 Aralık 1918, 1 Ocak 1919.

5. Ante (ya da Anton) Ciliga (1898-1992) Hırvat kökenliydi. Yugoslavya Komünist Partisi'ne katıldı ve 1925'ten itibaren Rusya'da yaşadı ve burada SSCB'nin karşı-devrimci yozlaşmasının farkına vardı. Troçki'nin sol kanat muhalefetine katıldı. İlk kez 1930 yılında tutuklanarak Sibirya'ya gönderildi ve nihayet 1935 yılında serbest bırakıldı. Bundan sonra Fransa'ya yerleşti ve burada SSCB'de, Üçüncü Enternasyonal'de ve SBKP'de olan biten her şeyin çok açık bir anlatımını yukarıda alıntılanan kitapta yazdı. Alıntıların çevrildiği İspanyolca PDF versiyonu şu adreste bulunabilir: marxismo.school/files/2017/09/Ciliga.pdf. Daha sonra Ciliga proleter pozisyonlardan giderek uzaklaştı ve özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından demokrasinin savunusuna doğru kaydı.

6. Bu konu üstüne bknz: "Communists and the national question (1900-1920) Part 1" (IR 37, 1983).

9. Lenin, The Three Sources and the Three Component Parts of Marxism (1913).

10. "Report on the structure and functioning of revolutionary organisations",IR. 33 (1983), madde 1.

11. Troçki'nin bu hatası, Troçkizm tarafından her türlü isyan durumunu ve hatta 1959'da Küba'da olduğu gibi gerilla temelli bir darbeyi bile "devrim" olarak tanımlamak için kullanıldı.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (3. bölüm): komünist ilkeleri yadsıyan bir işleyiş

Bu yazı dizisiyle, sermayenin sol ve aşırı sol örgütlerinin (Sosyalistler, Stalinistler, Troçkistler, Maoistler, resmi anarşizm, Syriza, France Insoumise ve Podemos’un “yeni” solu) en az görünen kısmını (gizli yüzünü) açığa çıkarıyoruz. Serinin ilk makalesinde bu örgütlerin savunduklarını iddia ettikleri işçi sınıfını nasıl yadsıdıklarını gördük, ikincisinde yöntemlerini ve düşünce biçimlerini ortaya koyduk. Bu üçüncü makalede, bu partilerin işleyişlerini, iç rejimlerini, işleyişlerinin tüm komünist ilkeleri nasıl yadsıdığını ve bu ilkelere yönündeki gelişimin önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini analiz etmek istiyoruz.

Stalinizm, Troçkizm vb. güçler, örgütlenmeleri ve davranışları açısından proleter konumların tam bir tahrifatını gerçekleştirmişlerdir. Onlar için merkezileşme, her şeye gücü yeten bir bürokrasiye boyun eğmek anlamına gelir ve disiplin de bir kontrol komisyonuna körü körüne boyun eğmektir. Çoğunluk pozisyonları iktidar mücadelelerinden doğar. Manipülatif bir ruhla yürütülen tartışma, rakip çetelerin konumunun yenmek için kullanılan bir silahtır. Benzeri mide bulandırıcı tavırlara sayısız örnek verilebilir.

Şu ya da bu sol örgütte önceden geçirdiği haşin dönemin tesiri altında kalan proleter bir militan da, içerisine katıldığı gerçek bir komünist örgütün tavır ve ilkelerini bu olumsuz deneyimin etkisiyle değerlendirme eğiliminde olabilir.

Sol örgütlerin kışla disiplini

Böylesi bir militana disiplin ihtiyacından bahsettiğimizde, bu ona burjuva solunun bir örgütüne üyeyken yaşadığı kabusu hatırlatabilir.

Bu örgütlerde 'disiplin' 'parti bunu talep ediyor' dendiği için saçma sapan şeylerin savunusu anlamına gelir. Bir gün rakip bir partinin 'burjuva' olduğunu söylemek zorunda kalırlar ve ertesi hafta, liderliğin ittifaklarındaki siyasi değişikliklere göre, bu parti artık dünyanın en proleter partisi olarak kabul edilebilir.

Sermaye solunun örgütlerinde, eğer merkez komitenin politikası yanlışsa, bu yalnızca 'hata yapan' ve 'merkez komitenin kararını doğru uygulamayan' militanların suçu sayılır. Troçki'nin dediği gibi: "Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin yeni yenilgileri kaydeden her kararı, bir yandan her şeyin esasında önceden planlanmış olduğunu ilan ederken, diğer yandan da bunun, kendilerine yukarıdan verilen çizgiyi kavrayamadan yorumlayanların suçu olduğunu ilan ediyordu".[1]

Bu travmatik deneyimlerin geçerek bu partilerden çıkan militanlar, proleter disiplinin burjuvazinin disiplininden kökten farklı ve karşıt bir şey olduğunu anlamayarak bizzat disiplini içgüdüsel olarak reddederler.

Proleter bir örgütte 'disiplin', tüm kararlara saygı duyulmasını ve herkesin bu kararların alınması sürecine katılımı demektir. Bir yandan sorumlu olmak, diğer yandan da kolektifin birey üzerindeki önceliğinin pratik ifadesidir - ancak bu, birey ve kolektifin birbiriyle çatıştığı anlamına gelmez, aksine bunlar aynı birliğin farklı yönlerini ifade eder. Sonuç olarak, devrimci bir örgütte disiplin gönüllü ve bilinçlidir. Bu disiplin körü körüne değildir, ikna olmuş olmayı ve bir perspektif sahibi olmayı gerektirir.

Bunun zıddı olarak, bir burjuva örgütünde disiplin, her şeye gücü yeten bir liderliğe boyun eğmek ve tüm sorumluluğu bu liderliğin yaptıklarına ya da söylediklerine bırakmak anlamına gelir. Bir burjuva örgütünde disiplin 'kolektif' ile birey arasındaki karşıtlığa dayanır. Buradaki 'kolektif', bu örgütlerin kendi özel alanlarında savundukları ulusal sermayenin ve onun devletinin çıkarlarıdır ve bu çıkarlar üyelerinin çıkarlarıyla hiç de örtüşmez. Bu nedenle disiplin ya ihraç edilmeye yol açabilecek kamusal kınama korkusuyla dayatılır; ya da gönüllü olarak üstlenilmişse, bir suçluluk duygusunun veya farklı bireylerin gerçek çıkarlarından doğan çatışmalar üreten soyut bir ön-kabulün meyvesidir.

Proleter disiplin ile burjuva disiplini arasında var olan radikal farkların kavranamayışı, sol ya da solculuktan geçip kendilerini proleter bir örgütte bulan bazı militanların sık sık bir kısır döngüye girmelerine yol açar. Bir zamanlar koyun gibi üstlerinin emirlerine uyarlarken, şimdi proleter bir örgütte tüm disiplini reddeder ve sadece kendi bireyselliklerinin emrettiği disiplini kabul ederler. Kışla disiplininden herkesin istediğini yapabileceği bir disipline, yani bireyciliğin anarşik disiplinine kayarlar. Bu, burjuva partilerinin vahşi ve şiddetli disiplini ile küçük burjuva ve anarşizme özgü bireyci disiplin ("istediğimi yaparım" disiplini) arasında sıkışmış fasit bir döngüdür.

Bütün burjuva örgütlerinde geçerli olan bürokratik merkezileşme

Solculuğun zehrinden etkilenen militanlar arasında tepki yaratan bir başka kavram da Merkezileşme’dir.

Bu militanlar merkezileşmeyi şunlarla ilişkilendirirler:

- Şikayet etmeden boyun eğilmesi gereken her şeye gücü yeten üstlerin varlığı;

- Ezici bir bürokrasi ve kontrol aygıtı piramidi;

- Tüm kişisel inisiyatif ve düşünceden tamamen vazgeçilmesi, bunun yerine liderliğe körü körüne itaat ve kuyrukçuluk;

- Kararların herkesin katılımıyla tartışılarak değil, liderliğin emir ve manevralarıyla alınması.

Aslında burjuva merkeziyetçiliği tam da böyledir. Bunun nedeni, burjuvazi içinde birliğin yalnızca emperyalist savaş ya da proletarya ile karşı karşıya kalındığında var olması; başka anlarda ise farklı burjuva fraksiyonları arasında sürekli bir çıkar çatışması olmasıdır.

Böyle bir karmaşaya düzen getirmek için, 'merkezi organın' otoritesinin irade ya da zor yoluyla dayatılması gerekir. Burjuva merkezileşmesi bu nedenle zorunlu olarak bürokratik ve tepeden inmecidir.

Tüm burjuva partilerinin ve kurumlarının bu genel bürokratikleşmesi, kendilerini işçilerin savunucuları olarak sunan 'işçi' partilerinde ya da solda daha da baskındır.

Burjuvazi siyasi aygıtın bu demir disiplinine boyun eğebilir çünkü en azından kendi işletmelerinde tam ve diktatörce bir güce sahiptir. Ancak solcu ya da aşırı solcu bir örgütte, resmi olarak iddia edilen ile gerçekte olan arasında özenle gizlenmiş bir çelişki bulunur. Bu çelişkiyi çözmek için bir bürokrasiye ve dikey bir merkezileşmeye ihtiyaç vardır.

Sermayenin solundaki partilerde uygulanan burjuva merkezileşme mekanizmalarını anlamak için, bunun esas öncülerinden olan Stalinizme bakabiliriz. Troçki, Lenin'den Sonra Üçüncü Enternasyonal adlı kitabında, Komünist partilerde uygulanan burjuva merkezileşme yöntemlerini analiz eder.

Troçki Stalinizmin, burjuva politikalarını dayatmak için "genelgeleri, gizli ajanları ve gizli yazışmaları vs. olan yasadışı Merkez Komitesi (septemvirat) ile gizli bir topluluğu nasıl benimsediğini” hatırlatır. “Parti aygıtı kendi içerisinde kapalı ve kontrol dışı bir aygıt yaratmıştı. Devletin olağanüstü kaynakları da bu aygıtının emrindeydi çünkü, kitlelere ait olan parti devletin manevra ve entrikalarını kamufle etmeye adanmış bir aygıta dönüştürmüştü.” (aynı kitap)

Çin Komünist Partisi, Çin'deki proletaryanın devrimci girişimlerini silmek ve 1924-28 yılları arasında Rus devletinin emperyalist iştahına hizmet etmek için yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiştir; bunun bir örneği, Kiangsu yerel komitesinin bir tanığı tarafından verilmiştir: "(Merkez Komite) suçlamalara başladı ve İl Komitesinin işe yaramaz olduğunu söyledi; o da taban örgütlerini suçladı ve Bölge Komitesinin kötü olduğunu söyledi. Bölge Komitesi suçlamalarda bulunmaya başladı ve hatalı olanın ilgili yerlerdeki yoldaşlar olduğunu söyledi. Yoldaşlar da kitlelerin yeterince devrimci olmadığını söyleyerek kendilerini savundular" (aynı kitap).

Bürokratik merkezileşme parti üyelerine kariyerist bir zihniyet dayatır; bu zihniyetteki üyeler yukarıdakilere itaat eder ve 'aşağıdakilere' güvenmez ve onları manipüle eder. Bu, Troçki'nin Stalinist Komünist partilerde gördüğü ve 1920'lerde teşhir ettiği modeli izleyen, soldan ve sağdan kapitalizmin tüm partilerinin açık bir özelliğidir: "Bu, manevralar yoluyla, Bolşevik esnekliği yerine, kendi omurgalarının esnekliğini anlayan bütün bir genç akademisyenler takımından oluşmuştur" (aynı kitap).

Bu yöntemlerin sonucu olarak "yükselen katmanlara aynı zamanda belli bir burjuva ruhu, dar bir bencillik ve küçük hesaplar da aşılanmıştır. Başkalarını umursamadan kendilerine bir yer edinme konusunda kararlı bir iradeye, kör ve kendiliğinden bir kariyerizme sahip oldukları görülebilir. Bu noktaya gelmek için hepsinin vicdansız bir uyum sağlama kapasitesini, güçlü olana karşı utanç verici ve dalkavukça bir tavrı kanıtlamaları gerekir. Bu açıdan her jestte, her yüzde gördüğümüz şey budur. Bu, genellikle kaba devrimci ifadelerle dolu tüm eylem ve konuşmalarda bulunabilir."[2]

Proleter örgütlenmeye ait kavramlara gerçek anlamlarını geri kazandırmak

Sosyalist partilerin kapitalist devlete doğru ilk adımlarını ve daha sonra Komünist partilerin sermayenin Stalinist güçlere dönüşmesini beraberinde getiren muazzam felaketten önceki işçi hareketinin kullandığı tüm örgütsel kavramları -eleştirel bir şekilde analiz ederek- geri kazanmak gerekiyor.

Örgütlenme sorunlarına ilişkin proleter pozisyonun, aynı adı taşısalar bile, tahrif edilmiş versiyonlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Proleter hareketin yeni kavramlar icat etmesine gerek yoktur çünkü bu kavramlar zaten ona aittir. Aslında terminolojilerini değiştirenler sermayenin solunda ve aşırı solunda yer alanlardır, bunlar burjuvazinin ahlaki ve örgütsel pozisyonlarını benimseyen 'yenilikçilerdir'. Bu proleter kavramlardan bazılarına ve bunların Stalinizme, solculuğa ve genel olarak herhangi bir burjuva örgütüne nasıl tamamen zıt olduklarına tekrar bakacağız.

Proleter merkezileşme

Merkezileşme, proletarya içinde ve dolayısıyla devrimciler arasında var olan doğal birliğin ifadesidir. Dolayısıyla, proleter bir örgütte merkezileşme en tutarlı işleyiş biçimidir, gönüllü ve bilinçli eylemin sonucudur. Solcu bir örgütte merkezileşme bürokrasi ve manevralar tarafından dayatılırken, farklı çıkarların olmadığı proleter bir politik örgütte birlik merkezileşme ile ifade edilir; bu nedenle bilinçli ve tutarlıdır.

Öte yandan solcu bir örgütte, herhangi bir burjuva örgütünde olduğu gibi, bireylere ve hiziplere bağlı farklı çıkarlar bulunur ve bu farklı çıkarları uzlaştırmak için bir hizbin ya da liderin bürokratik dayatması ya da farklı liderler ya da hizipler arasında bir tür “demokratik arabulucunun” varlığı gereklidir. Her durumda güç mücadeleleri, manevralar, ihanetler, manipülasyon ve itaat örgütün işleyişini "yağlamak" için gereklidir, çünkü aksi takdirde örgüt dağılır ve parçalanır. Öte yandan, proleter bir örgütte "Merkeziyetçilik örgütün yapısı açısından rastlantısal ya da soyut bir ilke değildir. Üniter karakterinin somutlaştırılmasıdır. Bu, onun sınıf içinde pozisyon alan ve hareket eden tek ve aynı örgüt olduğu gerçeğini ifade eder. Örgütün parçaları ile bütün arasındaki çeşitli ilişkilerde, her zaman öncelikli olan bütündür".[3]

Solculuk içinde, bu "sınıf içinde pozisyon alan ve hareket eden tek ve aynı örgüt" ya bir saçmalıktır ya da bir 'merkez komite'nin monolitik ve bürokratik bir dayatmasıdır. Proleter bir örgütte bu onun varoluş koşuludur. Mesele, kolektif bir tartışmadan sonra ve tarihsel deneyime dayalı olarak, proletaryanın önüne onun mücadelesini ileriye götürecek her şeyi koymak ve onu kendisine ait olmayan çıkarlar için mücadeleye itmek üzere aldatmamaktır. Bu nedenle, tavırlarını geliştirmek için tüm örgütün ortak bir çaba göstermesi gerekmektedir.

Solculuk içinde, 'liderliğin' bazen saçma olarak değerlendirilen kararlarıyla karşı karşıya kalan tabandaki militanlar, yerel yapılarda veya yakın buldukları grupların içinde doğru olduğunu düşündükleri pozisyonlara karar vererek kendi başlarının çaresine bakar ve hareket ederler. Bazı durumlarda bu, resmi politika karşısında sağlıklı bir proleter tepkidir. Ancak bu herkesin kendi kafasına göre hareket ettigi yerelci yöntem, proleter bir örgütte tam tersi olumsuz bir etki yapar. Proleter bir örgütte "örgütün şu ya da bu bölümünün, örgütün ya da işçi sınıfının önünde, örgütün yanlış olduğunu düşündüğü pozisyonlar yerine doğru olduğunu düşündüğü pozisyonları ya da tutumları benimseyebileceği anlayışı ters ve olumsuzdur. Bunun nedenleri şunlardır:

  • Eğer örgüt yanlış yöne gidiyorsa, doğru pozisyonu savunduğunu düşünen üyelerin sorumluluğu kendi küçük köşelerinde kendilerini kurtarmak değil, örgütü tekrar doğru yöne çekmeye yardımcı olmak için örgüt içinde mücadele etmektir;

  • Böyle bir anlayış, örgütün bir bölümünün, çalışmalarının şu veya bu yönüyle (yerel veya özel) ilgili olarak kendi konumunu keyfi bir şekilde tüm örgüte empoze etmesine yol açar" (Aynı makale, 3. madde).

Herkesin çabasıyla doğru bir pozisyona ulaşmak üzere örgütün bütün bölümlerinin (ister yerel bir bölüm ister uluslararası bir komisyon olsun) katkı sunması yaklaşımı, devrimci bir örgütte tüm üyeler arasında var olan çıkar birliğinin ifadesidir. Öte yandan, solcu bir örgütte 'taban' ile 'liderlik' arasında bir birlik yoktur. Solcu örgütlerde liderliğin amacı örgütün genel çıkarlarını, yani ulusal sermayenin çıkarlarını savunmaktır, oysa 'taban' her biri farklı yönlere giden üç güç arasında bölünmüştür: proletaryanın çıkarları, örgütün kapitalist çıkarlarının sorumluluğu ya da daha yavan bir ifadeyle partinin farklı bürokratik kademelerinde kariyer yapmak. Bu, militanlar ile merkezi organlar arasındaki muhalefet ve ayrışmanın bir sonucudur.

Bugün devrimci örgüt üyelerinin tüm bunlar hakkında öğrenecekleri çok şey vardır. Merkezi organların “ihanet edeceğinden” şüphe ediyor, genellikle merkezi organların bürokratik yollarla tüm muhalifleri ortadan kaldıracağına dair önyargılı bir tavıra varabiliyorlar. “Merkezi organlar hata yapabilir” şeklinde bir zihinsel mekanizma yayılıyor. Bu tamamen doğrudur. Proleter bir örgütün herhangi bir merkezi organı hata yapabilir. Ancak hataların kendisi ölümcül değildir ve eğer gerçekten hata yapılırsa, örgüt bunları düzeltecek araçlara sahiptir.

Bunu tarihi bir örnekle açıklayabiliriz: Mayıs 1917'de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, Şubat devriminden çıkan Geçici Hükümete eleştirel desteği savunurken bir hata yaptı. Nisan ayında Rusya'ya dönen Lenin, hatayı düzeltmek ve partinin yönelimini yeniden belirlemek için tüm örgütün dahil olduğu bir tartışma başlatmak amacıyla ünlü Nisan Tezlerini sundu.[4]

Bu olayın gösterdiği şey, 'merkezi organların yanılabileceği' şeklindeki ön kabul ile oportünizmin kendini gösterdiği her yerde (militanlar arasında ya da merkezi organ içinde) onunla mücadele etmeye yönelik proleter vizyon arasında var olan uçurumdur. Tüm proleter örgütler burjuva ideolojisinin baskısı altındadır ve bu baskı merkez organları olduğu kadar militanları da etkiler. Bu baskıya karşı mücadele tüm örgütün görevidir.

Proleter politik örgütler kendi hatalarını düzeltmek için tartışma araçları sağlar. Bu dizinin bir başka makalesinde eğilimlerin ve fraksiyonların rolünü göreceğiz. Burada altını çizmek istediğimiz şey, örgütün çoğunluğu ve özellikle de merkezi organları hata yapma eğilimindeyse, azınlıkta kalan yoldaşların, tıpkı Lenin'in 1917'de olağanüstü bir parti konferansı talep etmesi gibi, bu sürüklenmeye karşı mücadele etme araçlarına sahip olduğudur. Özellikle, "örgütün bir azınlığı, önemli bir azınlık haline geldiğinde (örneğin beşte iki) olağanüstü Kongre çağrısında bulunabilir. Genel bir kural olarak, temel sorunları çözme işi Kongre'ye düşer ve Kongre'nin toplanmasını talep eden güçlü bir azınlığın varlığı, örgütte önemli sorunlar olduğunun bir göstergesidir”.[5]

Kongre'nin rolü

Burjuva örgütlerinin kongrelerinde mide bulandırıcı gösteriler hüküm sürer. Hosteslerin ve açık barların olduğu bir gösteri. Liderler gösteriş yapmak ve şakşakçılar eşliğinde söylev vermek ya da televizyona çıkmak için arzı endam ederler. Konuşmalar ilgi uyandırmaz, kongrenin tek amacı kimin örgütün hangi kilit görevlerini üstleneceğini ve kimin görevden alınacağını öğrenmektir. Bu toplantıların büyük çoğunluğu tartışma, açıklama ve pozisyonların savunulmasına değil, parti içindeki farklı “aileler” arasında gücü paylaştırmaktır.

Proleter bir örgüt bundan taban tabana zıt bir şekilde işlemek zorundadır. Proleter bir örgütün merkezileşmesinin çıkış noktası uluslararası kongresidir. Kongre, bir bütün olarak örgütü bir araya getirir ve onun ifadesidir; örgütün tümü, kendisine rehberlik etmesi gereken yönelimlere ve analizlere bağımsız ve egemen bir şekilde karar verir. Kongre tarafından kabul edilen kararlar, merkezi organların çalışma yetkisini tanımlar. Bu organlar üyelerinin planlarına ya da kaprislerine göre keyfi olarak hareket edemez, bunlar faaliyetlerinin başlangıç noktasını kongre kararlarından almalıdır.

Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin 1903 yılındaki İkinci Kongresi Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki meşhur bölünmeye yol açmıştı. Bölünmenin ve örgütün iki partisi arasındaki güçlü tartışmanın ardında yatan gerekçelerden biri, Menşeviklerin kongre kararlarını kabul etmemesiydi. Lenin, Bir adım ileri, iki adım geri adlı kitabında, kendisi de bir burjuva tavrı olan bu sadakatsiz tutumla mücadele etmiştir. Eğer bir kongrenin kararlarına katılmıyorsanız, doğru tutum farklılıkları açıkça ortaya koymak ve açıklığa kavuşturmak için sabırlı bir tartışma yürütmektir.

"Örgütün birliğinin tepe noktası Uluslararası Kongresidir. EKA’nın programı tanımlayan, zenginleştiren ya da düzelten Uluslararası Kongresidir; burada örgütlenme ve işleyiş biçimleri belirlenir, daha net hale getirilir ya da değiştirilir; genel yönelimleri ve analizleri benimsenir; geçmiş faaliyetlerinin bir bilançosu çıkarılır ve gelecekteki çalışmalar için perspektif belirlenir. Bu nedenle bir Kongreye hazırlık tüm örgüt tarafından büyük bir özen ve gayretle ele alınmalıdır. Bu nedenle bir Kongrenin yönelimleri ve kararları, izleyen dönemde örgütün tüm yaşamı için sürekli bir referans noktası olarak hizmet etmelidir." Proleter bir kongrede rakiplere karşı komploların kurulduğu çevreler bulunmaz, mümkün olan en bilinçli şekilde kavrayış geliştirmek ve pozisyon almak için tartışmalar yapılır.

Burjuva örgütlerinde, dedikoduların, rakiplere karşı komploların, manevraların ve entrikaların döndüğü koridorlar kongrenin kalbidir. Koridorlar kongrenin gerçek kararlarının alındığı yerlerdir. Ciliga'nın [Stalinist SBKP için] dediği gibi: "Oturumlar sıkıcıydı, halka açık toplantılar laf kalabalığından ibaretti. Her şeye koridorlarda karar verilirdi".

Proleter bir örgütte 'koridorlar' karar merkezleri olmaktan çıkarılmalı ve militanlar arasında kardeşçe bağların kurulabileceği dinlenme anları haline getirilmelidir. Kongrenin kalbi sadece ve sadece resmi oturumlarda atmalıdır. Burada delegeler kongreye sunulan belgeleri çok dikkatli bir şekilde değerlendirmeli, açıklama talep etmeli ve değişiklikler, eleştiriler ve öneriler formüle etmelidir. Örgütün geleceği söz konusudur çünkü kongre kararları hükümsüz ya da retorik değil, örgüte rehberlik ve yönlendirme görevi görmesi ve faaliyetlerinin temellerine hizmet etmesi gereken bilinçli alınmış mutabakatlardır.

Kongrenin yönelimleri ve kararları organizasyonun tamamını ilgilendirmelidir. Bu hiçbir kararın yanılmaz biçimde doğru olacağı anlamına gelmez. Düzenli uluslararası tartışmalar, düzeltilmesi gereken hatalar olduğu ya da uluslararası durumun gelişiminin göz önüne alınması gereken değişikliklere yol açtığı sonucuna götürebilir. Hatta bu durum olağanüstü bir kongrenin toplanmasına dahi yol açabilir. Bu arada, bu çalışma en geniş ve en derin uluslararası zeminde titizlikle ve ciddiyetle yürütülmelidir. Bunun solcu örgütlerde sürekli olarak yaşanan, kongrede kaybedenlerin intikamlarını, kazananlarla hesaplaşmak için kullandıkları yeni pozisyonlar önererek aldıkları durumla hiçbir ilgisi yoktur.

Merkezi organlar

Proleter bir örgütte kongre, kongreler arasında ve sonrasında örgütün birliğini ve sürekliliğini temsil eden merkezi bir organın yetkilerini tanımlayan yönelimleri belirler. Bir burjuva partisinde, merkezi organ iktidarın bir koludur çünkü örgütü devletin ve ulusal sermayenin ihtiyaçlarına boyun eğdirmek zorundadır. Burjuva partilerinde merkezi organ, örgütün geri kalanından ayrılmış bir elittir ve onu kontrol etmek, denetlemek ve kararlarını ona dayatmak zorundadır. Proleter bir örgütte, merkezi organ bir bütün olarak örgütten ayrı değildir ama onun aktif ve üniter ifadesidir. Merkezi organ, örgütün her şeye gücü yeten ayrıcalıklı bir zirvesi değil, bütünü ifade etmenin ve geliştirmenin bir aracıdır.

"Kimi anlayışların, özellikle de sözde 'Leninist' anlayışların aksine, merkezi organ örgütün bir aracıdır, örgüt merkezi organın aracı değildir. Devrimci örgütlenmenin hiyerarşik ve askeri bir görüşle tanımlanmış piramidinin zirvesi değildir. Örgüt, merkezi bir organ artı militanlardan oluşmaz, tüm bileşen parçalarının birlikte çalıştığı sıkı, birleşik bir ağdır. Merkezi organ daha ziyade organik bir varlığın metabolizmasını koordine eden hücre çekirdeği olarak görülmelidir" ("EKA - Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor", Madde 5).

Seksiyonların rolü

Solcu örgütlerin yapısı hiyerarşiktir. Bu hiyerarşi ulusal liderlikten başlayarak, kendileri de 'cephelere' (işçiler, profesyoneller, entelektüeller, vs.) bölünmüş bölgesel örgütlere ve tüm bunların en altında yer alan hücrelere kadar uzanır. Bu örgütlenme biçimi, 1924'te "işçi sınıfına gitmek" bahanesiyle ünlü "Bolşevikleştirmeyi" dayatan Stalinizmden miras kalmıştır.

Bu demagoji, yerellerdeki tüm militanların kendilerine küresel görevler ve küresel bir bakış sağlamak için bir araya geldiği yerel seksiyonlara dayalı işçi örgütü yapılarının ortadan kaldırılmasını maskelemektedir. Buna karşıt olarak, "Bolşevikleştirme" yapısı, militanları fabrika ya da işletme ile sınırlandırılmış bir çevrede, işe ya da sosyal sektöre göre böler... Bunları görevi tamamen anlık, korporatisttir ve sadece anlık, özel ve yerel sorunların ele alındığı bir darlığa sıkışıp kalırlar. Militanların ufku kapanır ve bunun yerine tarihsel, uluslararası ve teorik bir vizyon anlık, korporatist, yerelci ve tamamen pragmatik olana indirgenir. Bu büyük bir yoksullaşmadır ve liderliğin işleri istediği gibi manipüle etmesine ve dolayısıyla ulusal sermayenin çıkarlarına boyun eğmesine, bunu halkçı ve işçici bir demagojiyle maskelemesine olanak tanır.

Bu meşhur "Bolşevikleştirmenin", yani aslında militanların işyeriyle sınırlı gettolarda atomize edilmesinin gerçek sonuçları Ciliga tarafından çok iyi tanımlanmıştır: "Orada tanıştığım insanlar - Komintern'in kalıcı kadroları - kurumun kendi darlığını ve onu barındıran binanın griliğini cisimleştirmiş gibiydiler. Ne geniş ne de derin bir vizyona sahiptiler ve bağımsız bir düşünce sergilemiyorlardı. Devler bulmayı beklemiş ama cücelerle karşılaşmıştım. Gerçek ustalardan bir şeyler öğrenmeyi ummuş ama dalkavuklar bulmuştum. Fikirlerin tartışılmasının bu mücadelede tamamen ikincil bir rol oynadığını görmek için birkaç parti toplantısına gitmek yeterliydi. Asıl rolü tehdit, gözdağı ve terör oynuyordu".

Militanların izolasyonunu ve teorik cehaletini daha da derinleştirmek için 'merkez komite', kendi disiplinine sıkı sıkıya bağlı ve liderliğin emirlerini ileten bir araç olarak hareket eden sorumlu bir 'siyasi komiserler' ağı belirler.

Devrimci bir örgütün kurması gereken yapı bundan radikal biçimde farklıdır. Yerel seksiyonların temel görevi, tarihsel durumun analizi ve gerekli görülen genel teorik konuların incelenmesinin yanında, bir bütün olarak örgütün sorunlarını da incelemek ve bunlar hakkında görüş bildirmektir. Doğal olarak bu, yerel faaliyetleri ve müdahaleyi, basını ve yoldaşlarla ya da ilgili gruplarla yapılan tartışmaları dışlamaz, aksine bunlara anlam ve vücut verir. Bununla birlikte, seksiyonlar "yerel seksiyonların düzenli toplantılarını da örgütlemeli ve tüm örgütte tartışılan temel sorunları gündeme getirmelidir: bu hiçbir şekilde engellenemez" (aynı makale). Aynı zamanda, "bu amaçla tasarlanan araçlar yoluyla örgüt içinde farklı katkıların mümkün olan en geniş şekilde dolaşıma sokulması" gereklidir. Uluslararası tartışma bültenleri bu tartışmayı yönlendirmek ve tartışmanın tüm seksiyonlara yayılmasını sağlamak için bir araçtır.

C. Mir, 16 Ocak, 2018.

 

1. Lenin’den sonra 3. Enternasyonal

2. Ante Ciliga, The Russian Enigma.

3. "Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor" Madde 3.

4. Bolşevik Parti'nin bu oportünist hataya nasıl düştüğü ve tartışma yoluyla bunu düzeltmeyi nasıl başardığı üzerine bir analiz için bkz: "1917 Nisan Tezleri: Proleter devrimin işaret levhası", International Review, 1997. Ayrıca bakınız: Troçki'nin Rus Devrim Tarihi kitabında bu döneme işaret eden bölümler.

5. "Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor", Madde 6

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (4. bölüm): Onların ahlakı ve bizim ahlakımız

Sermayenin solu ve aşırı solu ile Komünist Sol'un mirasına sahip çıkan küçük örgütler arasındaki radikal farklılıklar (sınıf farklılıkları)[1] üzerine yayınladığımız dizinin bundan önceki üç bölümü şunlara dairdi: (Sermaye solunun) işçi sınıfına ilişkin yanlış vizyonu; kapitalizmin hizmetindeki yöntemleri ile düşünce tarzı; ve komünist ilkelere aykırı örgütsel işleyiş biçimi[2]. Bu dördüncü bölüm, sömürülenleri savunduğunu iddia eden partilerin ahlakı ile bütün gerçek komünist örgütlerin uygulaması gereken proleter ahlakı birbirinden ayıran uçurumu göstermek amacıyla ahlaki soruna ayrılmıştır.

Proletarya kendine has bir ahlaka sahiptir. Bundan hareketle, onun örgütleri de proletaryanın tarihsel mücadelesi ve komünist perspektifiyle tutarlı bir ahlaka sahip olmalıdır. Burjuva örgütlerinde ahlak ve ilke, pragmatizm ve en sefil faydacılık yaygınken, proleter bir örgütte program, işleyiş ve ahlak arasında bir tutarlılık olması zorunludur.

Burjuva örgütleri içinde ahlak

Burjuva partilerinde ne tür bir ahlak hüküm sürer? Basitçe "her şey mübahtır" diyen bir ahlak; manevralar, darbeler, arkadan bıçaklamalar, entrikalar, yalanlar ve en adi ikiyüzlülük. Stalinizm, militanlarından 'proletarya diktatörlüğü', 'sosyalizmin savunulması' vb. adına en iğrenç eylemleri gerçekleştirmelerini talep etmesiyle bize bunun çarpıcı bir örneğini vermektedir. Tıpkı Stalinizm gibi Troçkist gruplar da aynı ahlaki pragmatizmi yüceltmekte ve Troçki'nin Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız adlı kitabında yaptığı teorik hatalara körü körüne ve ilkesizce destek vermektedirler.

'Sosyalist' partiler ise 'dayanışma', 'kapsayıcılık', 'tarihi hafıza', 'siyasi doğruluk' ve 'sağduyu' gibi olumlu duyguların şampiyonları olarak sunulmaktadır.

Tüm bu laf kalabalığı, hükümete geldiklerinde ortaya koydukları eylemlerle kökten çelişir. Bu partiler iktidardayken işçi sınıfına acımasızca saldırır, grevleri sağı aratmayacak bir vahşetle bastırır ve örneğin göçmenlere karşı olduğu gibi saf bir ırkçılığı ifşa eden eylemlere girişirler[3]. İç işleyişlerine gelince, burada da en karmaşık entrikalar, ittifak oyunları ve klan savaşlarından oluşan bir örüntü sergilerler. Sosyalist partiler en sefil sızma taktiklerinde, Truva Atı gibi içeriden yıkma vs. manevralarında uzmandırlar. Benzer şekilde, hem yüksek mevkilerdeki 'dostlarına' hem de sahte ittifaklarla bağ kurmaya çalıştıkları ya da iktidar mevkilerinden uzaklaştırdıkları düşmanlarına dair 'dosyaları' hep ellerinin altında tutarlar.

Genel olarak burjuva partilerinde ve daha özel olarak sol ve aşırı solcu burjuva partilerinde yer almış militanlara hangi ahlaki dertleri taşır?

1. Liderlere körü körüne itaat.

2. Pragmatizm ve menfaatçilik.

3. 'Dava' adına ilkelerin bir kenara bırakılması.

4. Ulusal sermayenin ihtiyaçları söz konusu olduğunda koşulsuz teslimiyet.

5. En temel ahlak kurallarını reddeden eylemlerin gerçekleştirilmesi.

6. Manevralarda uzmanlaşma ve zekice ‘taktikler' yoluyla gerçekleştirilen örtülü entrikalar.[4]

Tüm bunlar, en sefil barbarlığı ve en rezil yanlışları 'en yüksek ahlak' adına, dayanışma, dürüstlük ve adalet adına meşrulaştıran burjuvazinin ikiyüzlü ahlakıdır. Bu bariz bir ahlaksal ikilemdir: bir yanda politikacılar ve liderlerin ahlakı, her türlü kirli işle kendilerini zenginleştirmek, rakiplerinden (parti yoldaşları dahil) kurtulmayı ve en ahlaksız eylemleri yapmayı çekinmeden ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı meşrulaştırır. Ama aynı zamanda, astları, parti üyeleri ve aktivistleri için 'başka bir ahlakı' savunur, daha önce de söylediğimiz gibi, tabandan doğruluk, fedakarlık, itaat vb. göstermesini beklerler.

Ahlak tamamen burjuva ya da dinsel midir?

Sermaye solcuları militanlardaki proleter ahlak içgüdüsünü yok etmek için, tüm ahlakın “burjuva ya da dinsel” olduğu ve buradan hareketle de militanın davranış ve tutumlarını yönlendirmek için yalnızca politik “kaygılara ve yargılara” dayanması gerektiğini savunurlar. Bu argüman şöyle gerekçelendirilir: "Sınıflara bölünmüş tüm toplumlarda egemen ahlakın her zaman egemen sınıfın ahlakı olduğu açıktır; ve bu öyle bir noktaya varmıştır ki, ahlak ve devlet, aynı zamanda ahlak ve din, popüler görüşte neredeyse eşanlamlı hale gelmiştir. Bir bütün olarak toplumun ahlaki duyguları, sömürülen sınıfları baskılarına boyun eğdirmek için statükoyu kutsamak ve sürdürmek amacıyla sömürücü sınıf, devlet ve din tarafından her zaman kullanılmıştır. Egemen sınıfların, vicdan azabı yaratarak emekçi sınıfların direncini kırmak için her zaman kullandıkları 'ahlakçılık' insanlığın en büyük belalarından biridir. Aynı zamanda ahlak egemen sınıfların tüm toplum üzerindeki tahakkümlerini savunmak için kullandıkları en incelikli silahlardan biridir".[5]

Ahlakçılık gerçekten de bizi suçluluk duygusuna iter. Ahlakçılık karnımızı doyurduğumuzda, ihtiyaçlarımız için mücadele ettiğimizde, iyi hissetmek istediğimizde kendimizi suçlu hissetmemize yol açar. Ahlakçılığa göre bu, dışlayıcı ve bencilcedir Dünyada insanlar açlıktan ölürken insan nasıl yemek yemeye cesaret edebilir? Çevre her geçen gün daha da bozulurken insan nasıl su içebilir ve yıkanabilir? Göçmenler sokaklarda uyurken siz nasıl rahat bir yatakta uyuyabilirsiniz?

Bugün burjuvazinin ahlakı, daha ziyade yirminci ve yirmi birinci yüzyılların çürüyen burjuvazisinin ahlakıdır ve işçilere, sahip oldukları asgari geçim kaynaklarının (yaşayacak bir yer, yiyecek, giyecek) ya da gündelik araçların (elektrikli eşyalar, TV ve internet, ücretli tatiller) dünyanın yoksullarından çalınmış küstah lüksler, birer 'ayrıcalık' olduğunu düşündürerek, esasında bunların sömürülenlerin hayatını yeniden üretme araçlarından ibaret olduğu gerçeğini gizler.

Ahlakçılık, toplumsal sorunları bireylerin sorunu gibi sunarak, kapitalizmin dünyada sebep olduğu tüm sorunlar için bizi bireysel bir suç hissine iter. Böylece, örneğin dünyadaki 212 milyon işsiz bireyin her biri tekil olarak kendi işsizliklerinden sorumlu gibi hissetmelidir.

Suçluluk duygusu inancı ve mücadeleciliği yok eder. Bu toplum suçluluk duygusunu bir yaşam biçimi olarak yayar, tekil bireylerin suçlanmasını bireysel rekabetin bir unsuru olarak dayatır, sorunlar için sürekli olarak bireysel sorumlular arar. Bir an suçlu hissedip ardından başkalarını suçlamak bir çelişki değil, her zaman bireysel “hatalar” etrafında dönen insanlık dışı ve bireyci ahlakın farklı veçheleridir. Kapitalist propaganda ve onun parti uzmanları ya da bireyciliğin bir biçimi olarak militanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklanabilecek bu ahlak kavrayışına karşı mücadele, proleter ahlakın merkezi bir meselesidir.

Burjuva ahlakçılığına karşı mücadele bizi genel olarak ahlak kavramını reddetme sonucuna götürmemelidir. Ahlakçılık ile ahlak arasında bir ayrım yapmak zorundayız:

"Proletarya ahlakının Stalinizmin elinde saptırılması, proleter ahlak kavramını terk etmek için yeterli bir gerekçe değildir; aynı şekilde proletarya da komünizm kavramını, SSCB'deki karşı-devrim tarafından çarpıtıldığı ve bozulduğu bahanesiyle reddetmemelidir. Marksizm, insanın toplumsal ahlak tarihinin yalnızca egemen sınıfın ahlakının tarihi olmadığını göstermiştir. Sömürülen sınıfların kendilerine ait etik değerleri vardır ve bu değerler insanlık tarihinde devrimci bir rol oynamıştır. Ahlakın sömürü, devlet ya da din kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur; gelecek sömürünün, devletin ve dinin ötesine geçen bir ahlaka aittir. İşçi hareketindeki ahlak anlayışının, bize solculuk tarafından dayatılan ahlak kavrayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ahlak, Osmanlılar Konstantinopolis’i kuşatmışken meleklerin cinsiyetini tartışan Bizans filozofları misali, 'idealist' ya da skolastik bir sorun değildir. Ahlak, insanlığın toplumsal bir ürünü, toplumsal ilişkilerin temel unsurlarından biridir… Birbirimizle kurduğumuz ilişkilere verdiğimiz biçim ve yönelimin anlamına dair kolektif olarak düzenlenmiş... hem belirlenmiş toplumsal ilişkilerin meyvesi olan hem de aynı sebeple farklı ilişkilerin taşıyıcısı olan bir sınıf olan proletaryaya, toplumsal varoluşumuzu örgütlemenin çok daha yüksek bir biçimi yabancı olabilir mi? Eğer bu soru daha önce ortaya atılmadıysa, bunun nedeni işçi hareketinin, militanlarının çoğunluğunun belirli tartışma kurallarına uyduğu, birbirlerine yoldaş olarak hitap ettiği, birbirleriyle birlikte yaşadığı ve gerektiğinde güven ve dayanışmanın yanı sıra yardım vermeye hazır olduğu uzun ve zengin bir örgütsel yaşam geleneğine dayanmasıdır; başka bir deyişle, dayanışma, güven, insanlığın gerçek yaratıcı kapasitesini ve gerçek bir insan kültürünü taşıyan sınıfın proletarya olmasıdır."

Çifte ahlak

Gerçekte, bireysel burjuva sömürülen çoğunluk için bir ahlak (Nietzsche'nin dediği gibi kölelerin ahlakı) ve egemen sınıf için çok daha 'esnek' ve her türlü vicdan azabından arınmış 'başka bir ahlak' ister. Sermaye için, kârın artmasına ya da iktidarın sürmesine olanak tanıyan her yol (cinayet dahil) mübahtır. Marx'ın dediği gibi, sermaye "pislik ve kan içinde doğdu" ve yayılmasında her türlü araç kullanıldı: katliamlar, kölelik, feodal sınıflarla kirli ittifaklar, devlet tarafından örgütlenmiş suikastler, komplolar... Burjuvazinin ilk ideologlarından birinin Machiavelli olduğunu ve Makyavelizm kelimesinin ahlaki yozlaşmayı ve vicdan yoksunluğunu tanımlamak için kullanıldığını hatırlayalım.[6]

Çifte ahlak, sermayenin ideolojisine ve yöntemlerine en uygun ahlaksal biçimdir. Çifte ahlak, kapitalist üretim ilişkilerinde hüküm süren her koyun kendi bacağından asılır anlayışının aynasıdır, vahşi rekabetin ahlaksal ifadesidir: "Piyasa spekülasyonu yapan herkes bir gün bu spekülasyonun çöküş getireceğini bilir, ama kendisi vurgunu yapıp güvenle bir kenara koyduktan sonra, gelecek çöküşün kendisine dokunmayıp sadece komşularını etkileyeceğini umar. 'Après moi le deluge!' (‘benden sonrası tufan’), her kapitalistin ve tüm kapitalist ulusların sloganı budur".[7]

Proletarya bu çifte ahlakı kesinlikle reddeder. Proletaryanın mücadelesinde kullandığı araçlar amaçlarıyla uyumlu olmalıdır; komünizm için mücadelede yalana, söylentiye, dalavereye, ikiyüzlülüğe, suçluluk duygusuna, şöhret arayışına vb. başvurulamaz. Bu ve benzer tutumlarla kararlılıkla mücadele edilmeli ve bunlar komünist ilkelerle kökten uyumsuz oldukları için reddedilmelidir. Bu 'ahlaki kestirme yollarla' komünizme giden zorlu yolda bir milimetre bile ilerlenmez; tam tersi, kapitalist sisteme ait tavırlar komünizmin yolunu keser; bu sistemin işleyiş yasalarıyla kirlenmeye ve devrimci perspektiften kopmaya yol açar.

EKA için proleter ahlak merkezi bir role sahiptir: "(1982'de kabul edilmiş olan) tüzüğümüzde bu soruna ilişkin persptektifimizin canlı somutlanışı bulunabilir. EKA’nın tüzüğünün neye izin verilip verilmediğini tanımlayan bir kurallar listesi olmadığını, ahlaki değerlerin (özellikle militanlar arasındaki ve örgüte yönelik ilişkilerle ilgili) bütünsel bir tutarlılığını da içeren tutum ve davranışlarımız için bir doğrultu olduğunu her zaman ısrarla savunduk. Bu nedenle örgütümüze üye olmak isteyen herkesten bu değerlerle derin bir mutabakat talep ediyoruz. Tüzüğümüz platformumuzun ayrılmaz bir parçasıdır."

Ahlaki mücadele

Yukarıda sunduğumuz netliğe rağmen proletaryanın ahlaki ölçütlerine dayalı bir örgütsel işleyiş ve yoldaşlar arası ilişkiler geliştirmek kolay bir iş değildir; bu titiz bir mücadele gerektirir. Bugün proletarya ciddi bir kimlik ve kendine güven sorunu yaşamaktadır ve bu durum, kapitalizmin çürümesi[8] olarak adlandırdığımız genel tarihsel bağlamda, yalnızca bir bütün olarak işçi sınıfı içinde değil, aynı zamanda onun devrimci örgütleri içinde de proleter bir ahlakın yaşatılması ve uygulanmasında zorluk yaratmaktadır. Günümüz toplumunun tüm gözeneklerinden yaygın ve ölümcül bir şekilde ilkesizlik, sahtekarlık, güvensizlik ve sinizm sızmaktadır ve bunlar proleter ahlakı sürekli olarak aşındırır.

Kominstleri 'komünizmi' yolunda herşeyi mübah gören bireysel fanatikler gibi sunan Stalinizmin aksine, komünistler her zaman sağlam bir ahlaki tutum sergilemiş[9] ve ahlak sorununun işçi hareketi için önemine işaret etmiştir.[10]

Marksizmin ahlaksal kriterlere bağlı olduğunu kavramayı zorlaştıran bir önyargı daha var. Ütopik Sosyalizmle mücadelesinde Marksizm, komünist pozisyonların ahlaki pozisyonlara değil, kapitalizmin durumunun, sınıflar arasındaki güç dengesinin, tarihsel perspektifin vb. bilimsel bir analizine oturtulması gerektiğini savunmuştur. Ancak bundan Marksizmin ahlaki ilkeleri reddederek yalnızca bilimsel ilkelere dayanması gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır: "Marksizm, insan türünün yükselişinde teorik olmayan faktörlerin katkısının gerekliliğini veya önemini hiçbir zaman inkar etmemiştir. Aksine, bunların vazgeçilmez karakterini ve hatta göreli bağımsızlıklarını her zaman kavramıştır. Bu nedenle, tarihteki bağlantılarını inceleyebilmiş ve birbirlerini tamamlayıcı niteliklerini ortaya koyabilmiştir".

Marksizm (Yunan yazar Kostas Papaioannon'un 1960'larda savunduğu gibi) militanları egemen sınıfa karşı bir satranç oyununda istenildiği gibi yönlendirilen 'Merkez Komite'nin piyonları olarak gören donmuş bir ideoloji değildir. Militanlar, proletaryaya karşı olduğu gibi kendi aralarındaki ve örgütle olan ilişkilerinde de en sıkı ahlaki prensiplerle hareket ederler.

Bu son nokta, çağımızda toplumsal çürümenin devrimci mücadelede ahlakı daha da önemli hale getirdiğini anlamak açısından hayati önem taşımaktadır. "Bugün, 'her koyun kendi bacağından asılır' yaklaşımı, toplumsal dokunun parçalanma eğilimi ve tüm ahlaki değerlerin aşınması karşısında, devrimci militanların - ve daha genel olarak yeni bir militan kuşağının - ahlaki ve etik sorunları açıklığa kavuşturmadan kapitalizmi yıkması mümkün olmayacaktır. Sadece işçi mücadelelerinin bilinçli bir şekilde geliştirilmesi değil, aynı zamanda Marksist hareketin bu konulardaki çalışmalarının yeniden diriltilmesine yönelik özel bir teorik mücadele de insan toplumu için bir ölüm kalım meselesi haline gelmiştir. Bu mücadele yalnızca kapitalizmin çürümüşlüğünün tezahürlerine ve onun ahlaksızlığına karşı proleter direniş için değil, aynı zamanda proletaryanın kendi tarihsel hedefi aracılığıyla insanlığın geleceğine olan güvenini yeniden kazanması için de vazgeçilmezdir."

Bugün devrimci kuşakların karşılaştığı zorluk, bir yanıyla da dayanışma, güven, sadakat, bilinçli işbirliği ve hakikat arayışına dayalı bir proleter ahlakın her zamankinden daha fazla gerekli olmasıdır. Ancak kapitalizmin çöküşü ve çürümesinin tarihsel koşullarının üzerine bir de işçi sınıfının yaşadığı zorluklar eklenince bu daha ütopik, daha zor ve daha anlamsız görünmektedir.

Etik sorunu üzerine yazdığımız metinde de belirttiğimiz gibi: "Çökmekte olan kapitalizmin barbarlığı ve acımasızlığı insan türünün tarihinde emsalsizdir. Auschwitz ve Hiroşima katliamlarından sonra, soykırımlarla, sürekli ve genel bir yıkım karşısında, ahlaki ilerleme olasılığına olan güveni sürdürmenin kolay olmadığı bir gerçek(...) bütün insanların birbirinin kurdu olduğuna yönelik Thomas Hobbes’un ortaya attığı görüş artık genel olarak doğru kabul ediliyor. Buna göre insan temelde yıkıcıdır, yırtıcıdır, bencildir, iflah olmaz biçimde irrasyoneldir ve sosyal davranışları hayvan türlerinin çoğundan daha aşağıdadır".

Bununla birlikte, ahlakın gelişimini zorlaştıran başka bir unsur daha var: Pannekoek'in ‘Anthropogenesis: insanın kökeni üstüne bir çalışma’ adlı kitabında gözlemlediği gibi, doğa bilimleri ve teknoloji ile toplum bilimleri arasındaki uçurum ve toplum bilimlerinin bu ikilikte geri düşmesi: "Doğa bilimleri, insan düşüncesinin, sürekli bir zaferler dizisi içinde, mantığın kavramsal biçimlerini en büyük güçle geliştirdiği alan olarak kabul edilir... Buna karşılık, spektrumun diğer ucunda, eylem ve düşüncenin esas olarak tutku ve dürtüler, keyfilik ve öngörülemezlik, gelenek ve inanç tarafından belirlendiği insan eylemleri ve ilişkileri yer alır... Bir tarafta mükemmellik, diğer tarafta ise kusurluluk olmak üzere burada ortaya çıkan zıtlık, insanın Doğa'nın güçlerini kontrol ettiğini, ancak kendi irade ve tutkularını kontrol edemediğini ifade eder. İnsanın kendi 'doğası' üzerindeki kontrol yoksunluğu onun gelişmeyen hatta gerileyen yönüdür. Toplumun bilimin bu kadar gerisinde kalmasının nedeni de budur. Potansiyel olarak insan Doğa üzerinde hakimiyete sahiptir. Ama buna karşılık kendi doğası üzerinde hakimiyet kuramamıştır".

İnsanlık durumunun bu önemli yönlerine ilişkin mevcut cehalet ve kavrayış yoksunluğu, toplumsal ve ideolojik çürümenin sürekli derinleştirdiği bu olguyla yüzleşmeyi daha da zorlaştırmaktadır: "nihilizmin gelişimi, gençler arasında intiharlar, umutsuzluk (İngiltere'deki isyanlarda yükselen 'geleceği yok' ifadesindeki gibi), 'dazlakları' ve 'holiganları' kışkırtan nefret ve yabancı düşmanlığı, ... Kitlesel bir fenomen haline gelen ve devletlerin ve finans kuruluşlarının yozlaşmasının ifadelerinden olan uyuşturucu tsunamisi, tüm bunlar dünyanın her yerinde gelişiyor ve özellikle de kendilerini türlü sanrılar içinde bulan ve giderek daha da artan ruhsal bunalım ve intihar oranlarıyla gençleri vuruyor... Tarikatların çoğalması, bazı gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere dinsel fanatizmin yeniden hortlaması, bazı 'bilim' dallarında dahi rasyonel, yapıcı ve tutarlı düşüncenin inkarı... 'her koyun kendi bacağından asılır' ideolojisinin yükselişi, marjinalleşme, bireylerin atomize edilmesi, aile ilişkilerinin yok edilmesi, yaşlıların dışlanması, sevginin ve aşkın boğulması ve yerini pornografinin alması".[11]

Amaç ve araç birliği: amaçlar araçları haklı çıkarmaz ilkesi

Kapitalizminin gününü kurtarmak için mevcut anı idare etmeyi hedefleyen (sağ ya da sol) burjuva partilerinin aksine, devrimci örgüt bugün ile proletaryanın komünist geleceği arasında bir noktada konumlanır. Bu amaçla devrimci örgüt yukarıda bahsedilen ve gelecekteki dünya komünist toplumunun temel direkleri olacak ahlaki nitelikleri geliştirir. Bu nitelikler, egemen ideolojinin ve kapitalist çürümenin ağırlığı tarafından sürekli tehdit edilmektedir. Bunları savunmak sürekli bir çaba, yorulmak bilmez bir eleştirel ruh ve uyanıklığın yanı sıra sürekli bir teorik derinleşme çabasını gerektirir.

Devrimci örgütler için bu kültür, hem örgütün dışı (müdahale) hem de içiyle (iç işleyiş) ilişkilerini belirler. Mesele örgütü dünyadan soyutlamak ve kendi kendini yöneten küçük topluluklar içine hapsetmek değildir (ki bu anarşizmin reformist hatasıdır); örgütün kendi içinde bu ilkelerin geliştirilmesi için sürekli bir mücadele verilir. On yedinci yüzyıl Alman şairi Lessing'in dediği gibi: "Hakikatten daha çok sevdiğim tek şey hakikat için mücadele etmektir". Devrimci bir örgütte ilkeler, ilkeler için verilen mücadele kadar önemlidir.

Komünizm için mücadele basit bir propaganda sorununa, gelecekteki toplumun ne olduğunu açıklamaya ve proletaryanın kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden gelmedeki tarihsel rolünü göstermeye vs. indirgenemez. Bu tek taraflı ve yüzeysel bir kavrayış olurdu. Kendisinden önceki üretim biçimlerinin aksine, komünizm proletaryanın dışından ortaya çıkamaz, ancak proletaryanın tam bilinci ve kitlesel öznel katılımıyla ortaya çıkabilir. Devrimci örgütte, komünist ilkelerle tutarlı bir şekilde yaşama mücadelesi daha da belirleyicidir. Komünizm mücadelesi, kıskançlık, yalan, entrika, manipülasyon, hırsızlık, başkalarına karşı şiddet gibi davranışlara karşı sürekli bir uyanıklık ve müdahale olmadan mümkün değildir.

Bordiga, kimi zaman polemiğin ateşi içerisinde yaptığı gibi aşırı bir uca giderek, monarşik bir zeminden hareketle bile komünizme ulaşılabileceğini ileri sürmüştür.

Bordiga’nın işlettiği mantık zincirine göre, önemli olan komünizme ulaşmaktı, ‘bu hedefe giden yol' çok da önemli değildi ve bu amaçla her yöntem kullanılabilirdi. Böyle bir düşünce tarzını kategorik olarak reddediyoruz: komünizme ulaşmak için ona nasıl ulaşılacağını bilmek gerekir, araçlar komünist hedefle uyumlu olmalıdır. "Amaçlar araçları haklı çıkarır" düsturunu körü körüne takip eden Stalinizm ve Troçkizmin pragmatizmine karşı, proletarya ve onun devrimci örgütleri amaçlar ve araçlar, pratik ve teori, eylem ve ilkeler arasında net bir tutarlılık kurmalıdır.

Ahlak ve birey/toplum çatışması

Egemen ahlak, birey ve toplumu birbirinin karşıtı gibi sunarak bunlar arasındaki çatışma etrafında döner. Bu ikiliği çözemez, tersine şiddetlendirir.

Egemen ahlak düzleminde, bir kutupta, bireyin 'kendisi için iyi olanı' başkalarına rağmen de olsa yapmasını savunan, mantıki sonucuna varmış bir bireycilik bulunur. Diğer kutupta ise bireyin 'toplumun çıkarlarına' boyun eğmesinin savunusu bulunur ki burada devletin totaliter tahakkümü saklıdır. Bu ikinci formülün (Stalinistlerin ve Troçkistlerin yaptığı gibi) toplumu anonim ve gayri şahsi bireyler topluluğu olarak tanımlayan veya bireysel feragati ve fedakarlığı norm sayan Kantçı ahlaki zorunluluk (ki Hıristiyan ahlakı da bu eğilimin içinde yer alır) biçiminde iki yönü bulunmaktadır.

Gerçekte bu iki ahlaki kutup birbirine karşıt değildir. Aksine, bunlar kapitalizmin dinamiklerinin iki yönünü yansıttıkları için birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler. Bir tarafta Bentham'ın faydacılığı, kapitalizmin motor gücü olan vahşi rekabetin idealist bir ifadesidir. Burada her birey başkalarını düşünmeksizin kendi refahı için mücadele eder ve bunun 'herkesin iyiliği' için, yani kapitalist sistemin (feodalizme karşı) düzgün işlemesinin 'iyiliği' için olduğu varsayılır, ayrıcalıklara ya da kıyasıya bir rekabette elde edilmemiş herhangi bir konumun otoritesine saygı duyulmaması gerektiği savunulur.

Bu faydacı ve ahlaksız kutbun ikinci bir bileşeni de Darwin’in teorisini deforme ederek türetilmiş olan 'Sosyal Darwinizm' teorisidir. Bu görüşe göre doğal seleksiyon, 'en güçlülerin' kazandığı ve 'zayıfların' elendiği, böylece 'insan türünün ıslahına' izin veren vahşi ve acımasız bir savaşımın sonucudur. Burada Darwin'in materyalist evrim kuramından türetilmiş bir düşünce yoktur[12], tersine 'Sosyal Darwinizm' bu ahlaki vizyonu, sözde bilimsel giysiler giydirerek meşrulaştırır. Sosyal Darwinizmin meşrulaştırmaya çalıştığı gerçek durum kapitalizmin çürümesiyle daha da şiddetlenen herkesin herkese savaşı biçimindeki toplumsal durumdur.

Bu barbarca ahlaki küstahlık karşısında Kant ve diğer teorisyenler, kapitalizmin içinde taşıdığı kaos ve yıkımın sonucunu görebilmiştir. Buradan hareketle, görünüşte kapitalist gerçekliğe karşı gibi duran başka bir ahlaki kutba savrulmuş, “ahlaki zorunluluk” (moral imperative) ilkesini geliştirmişlerdir. Buna göre, toplumsal bütünlüğü koruyabilmek için 'zincirlerinden boşanmış egoizmin dizginlenmesi' zorunludur. Bu rekabetin barbarca boyutlarını 'eleştirel' bir şekilde kabul ederken, yıkıcı aşırılıklarından kaçınmak için ona sınırlar ve kurallar koymaya çalışmaktır. Kapitalizm insanlığın yıkımına yol açar çünkü DNA'sında insanlığın binlerce yıllık varlığı boyunca edindiği toplumsal niteliğin yıkımını taşır. Bu eğilimi frenlemek isteyen Kantçı ahlaki zorunluluk, devletin üstlendiği 'düzenleyici' ve asgari toplumsal bütünlüğün garantörü rolünün idealist bir versiyonundan başka bir şey değildir; bu rol, çökmekte olan kapitalizm altında, kapitalizmin çelişkilerinin dizginlerinden kurtardığı kaos ve kendini yok etme etme eğilimiyle daha da belirginleşmiştir. Kantçı ahlakçılık faydacılığın diğer yüzüdür. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Sosyal Demokrasi içinde 'Kant'a dönüş' sloganı altında gelişen eğilim, Marksist materyalizme saldırmak ve onu yıkmakla yetinmemiş, Kantçı ahlaki zorunlulukla hiçbir ilgisi olmayan proleter ahlaka da saldırmıştır.

Stalinist ve Troçkist gruplar, komünist militan ahlakın, bireyi 'Parti'nin ya da 'Sosyalist anavatan'ın üstün çıkarları uğruna sorgusuz sualsiz kurban etmeyi gerektirdiği fikrini savuna gelmiştir.

Körü körüne teslimiyete ve militanların kendi kendilerini yok etmelerine yol açan bu barbar ahlakın reddeden kimileri burjuva ahlakının diğer ucuna savrulup, küçük burjuvazinin karakteristik özelliği olan bireycilik kültünün aşırılıklarını benimsemiştir ve bunun en belirgin ifadelerinden biri de anarşizmdir.

Toplum ve birey arasındaki çatışmanın üstesinden gelme mücadelesinde proleter ahlak

Proletarya, birey ve toplum arasındaki çatışmanın çözümünü bağrında taşır. Komünist Manifesto'nun belirttiği gibi, komünizmde, "sınıflar ve sınıf karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir toplum geçer". Kapitalizm altında dahi, proletaryanın dünya ölçeğindeki ortak emeği, bunun ötesine geçme perspektifini üretir: ortak emek bireysel emeğin toplamından çok daha ileriye gider ama, her birinin katkısı benzersizdir ve ortak emeğin başarısı için vazgeçilmezdir.

Devrimci örgütlerde, birey/toplum ikiliğinin ürettiği gerilimin etkisi bireycilik biçiminde beliriri. Burada kısaca değindiğimiz bu soruna daha önce birçok metinde değinmiştik.[13] Kendisini 'özgür', 'isyankâr' ve 'eleştirel' olarak tanımlayan bu bireycilik, gerçekte kapitalizmin kuluçkaya yatırdığı tüm yıkıcı dürtülerin (rekabet, egoizm, manipülasyon, suçluluk ve intikam ruhu) tutsağıdır ve devrimci örgütlerin yaşayışına ağır bir yük bindirir. Bireyciliğin 'isyanı', 'tüm otoriteye karşı' kör ve aptalca bir kutuplaşmadan öteye gitmez, bu da onu doğrudan örgütsüzlüğün ve yoldaşlar arasındaki gerilimin bir unsuru haline getirir. Son olarak, onun 'eleştirisi' güvensizliğe ve tüm tutarlı düşüncelerin reddine dayanmaktadır ve bireycilik bunların yerine paranoyayı ve önyargıyı koymaktadır. Bu bireycilik, yalnızca proletaryanın değil aynı zamanda devrimci örgütlerin işleyişinin de temel sütunlarından biri olan dayanışmayla taban tabana zıttır.[14]

C. Mir, 1 Mart 2018

 

1. Bu farklılıkların daha küresel bir analizi için İspanyolca makalemize bakınız: "Komünist Sol ile IV Enternasyonal arasındaki farklar nelerdir?"

Ayrıca Fransızca "Devrimci İlkeler ve Devrimci Pratik" ve İngilizce "The Communist Left and the Continuity of Marxism". Ayrıca İngilizce olarak "Komünist Sol'un Uluslararası Konferansları (1976-1980). Proleter çevre için bir deneyimin dersleri" (International Review no. 122, 3. çeyrek 2005).

2. Bu serideki önceki makalelerimize bakın.

3. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SDP), hiçbir ilgisi olmadığını söylediği bu davranışın mükemmel bir örneğini vermektedir - tamamen yalandır. Almanya'da 1918-1923 yılları arasında proletaryanın devrimci girişimlerini bastırarak yüz bin kişinin ölümüne neden olan ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht'in öldürülmesini (1919) emreden SPD idi. Daha yakın zamanda, 2010 yılında Schröder'in Sosyal Demokrat hükümetinin işçilerin yaşam koşullarına acımasızca saldıran, örneğin ayda 400 avroluk önemsiz sözleşmeleri uygulayan eylemleri oldu.

4. Troçki'nin kendisi de bu dalavereler konusunda muğlak bir pozisyona sahipti. Bir yandan, "mülk sahibi, sömürücü, eğitimli egemen sınıflar için, dünya deneyimleri o kadar büyük, sınıf içgüdüleri o kadar güçlü, casusluk araçları o kadar çeşitlidir ki, onları kandırmaya çalışırken, olmadıkları bir şeymiş gibi görünerek, düşmanlar tarafından değil dostlar tarafından tuzağa çekilirler" derken, aynı zamanda, "bu dalavereler yardımcı ikincil değeri, kesinlikle devrimci mücadelenin temel yöntemleriyle ilişkili araçlar olarak kullanılmalıdır" diyebilmiştir (Lenin'den sonra Üçüncü Enternasyonal). Manevranın sadece sınıf düşmanına karşı kullanılabileceği ama asla işçi sınıfına ya da onun devrimci örgütlerine karşı kullanılamayacağı argümanının bu şekilde teorileştirilmesi, Troçkist örgütlerin işçi sınıfına ve kendi militanlarına karşı her türlü manevrayı dalavereyi yardımcı olmuştur.

5. “Marxism and Ethics”, IR 127 and 128 (aksi belirtilmedikçe, alıntılar bu metinden yapılmıştır).

6. “Machiavellianism, the consciousness and unity of the bourgeoisie”, IR. 31, 1982.

7. Marx, Kapital, 1. Cilt, 3. parça, 10. bölüm

8. “Decomposition, the final phase of decadent capitalism”, IR 107, 2001.

9. Bu, ahlak anlayışında farklılıklar olmadığı anlamına gelmez; bazıları Lenin örneğinde olduğu gibi daha faydacı, diğerleri ise Rosa Luxemburg örneğinde olduğu gibi daha tutarlı. Bu derinleştirilmesi gereken bir sorudur.

10. Burada iki örnek verebiliriz: 1839-42 yıllarında Britanya'da proletarya tarihinin en önemli eylemleri gerçekleşmiştir ve bu eylemlerin temel nedeni, proletaryanın bazı kesimlerinde, kendi sınıflarının, erkeklerin, kadınların ve çocukların özellikle tekstil sektöründe maruz kaldığı korkunç sömürü karşısında uyanan öfke ve dehşetti. İkincisi, 1942 yılında Hollanda'da Naziler tarafından Yahudilerin sınır dışı edilmesine karşı patlak veren kendiliğinden grevlerdir.

11. “Decomposition, the ultimate phase of decadent capitalism”, IR 107, 2001.

12. Örneğin, Anton Pannekoek'in "Marksizm ve Darwinizm" başlıklı metnine bakınız (birinci ve ikinci bölümler IR 137 ve 138'de yayınlanmıştır.)

13. “Report on the structure and functioning of the revolutionary organisation”, IR 33, 1982.

14. Bu konuyu proleter mücadelede güven ve dayanışma konulu yönelim metnimizde geniş bir şekilde ele almıştık. Bakınız: IR 111, 2002.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (5. bölüm) - Tartışma: burjuvazi için acımasız bir mücadele, proletarya için ise vazgeçilmez bir netleşme aracı

Bu makale, Komünist Sol'un birçok grubu ve militanı için zor olan bir şeyin, sermaye partilerinin (bunlar popülist, faşist, sağ, sol, aşırı sol sermaye partileri olabilir) sadece politik ilkelerinden değil aynı zamanda örgütsel yöntemlerinden, ahlakından ve düşünce biçimlerinden nasıl kopulabileceğine dair öneriler sunduğumuz Sermayenin Solunun Gizli Mirası serisinin son kısmıdır. Bu kopuş kesinlikle gerekli olmakla birlikte bir o kadar da zordur, çünkü insanlığın kurtuluşunun ideolojik düşmanları olan burjuvazi, küçük burjuvazi ve lümpenproletarya ile gündelik olarak bir arada yaşıyoruz. Dizinin bu beşinci makalesinde, hayati bir önem taşıyan tartışma sorununa bakıyoruz[1]

Proletarya: tartışma sınıfı

Proletarya tam da nesnel koşullar tarafından körü körüne harekete itilen ve mücadelesini bilinçsizce yürüten bir sınıf olmadığı için tartışmaya yaşamsal bir ihtiyaç duyar. Proletarya, mücadelesini komünizme giden yoldaki gereklilik ve olasılıkları kavrayarak yürüten bilinçli bir sınıftır. Bu kavrayış, Komünist Parti Manifestosu'nda ortaya konmuş mutlak ve değişmez yasaların kabulüne ya da parlak liderlerin ayrıcalıklı kişiliğine dayanmaz, ancak "işçi sınıfının entelektüel gelişiminin (ortak eylem ve tartışmadan kaynaklanması gereken) bir ürünüdür. Olaylar ve sermayeye karşı mücadelenin iniş çıkışları, başarılarından çok yenilgileri, savaşçıları her derde deva reçetelerin yetersizliğini hissettirebilir ve onları işçilerin kurtuluşunun gerçek koşullarına ilişkin kökten bir kavrayışa götürebilir"[2]

Devrimci proleterler devasa kitle tartışmaları üzerinde yükselir. İşçi sınıfının otonom ve öz-örgütlü eylemi, genç, kadın, ve emekliler dahil, yüzbinlerce işçinin aktif olarak katıldığı tartışmalara dayanır. 1917'deki Rus devrimi, yerellerde, sokaklarda, tramvaylarda binlerce tartışmadan oluşan sürekli bir tartışma atmosferine dayanıyordu... 1917 günleri bize tartışmanın işçi sınıfı için önemini çok iyi gösteren, örneğin sürücü de dahil olmak üzere tramvay yolcularının durup bir konuyu tartışmaya karar vermelerinin sonucunda tıkanan tramvay yolu; ya da bir sokağa açılan bir pencereden seslenen birini, dinlemek ve konuşmak için bir araya gelen yüzlerce insanı toplanması gibi sayısız canlı anektod bırakmıştır.

Benzer şekilde, Mayıs 68’de de kitleler sürekli bir tartışma içerisindeydi. Devletin nasıl yıkılacağının, yeni bir toplumun nasıl yaratılacağının, sendikal sabotajların vs. konuşulduğu Mayıs grevlerindeki işçi tartışmaları ile 1967'de Almanya'da "radikal" Maocular tarafından kontrol edilen ve bir gösterinin nasıl örgütleneceğine karar vermenin üç saat sürdüğü bir öğrenci "meclisi"ndeki tartışmalar arasında bariz bir tezat vardı. "Birbirimizle konuşuyor ve birbirimizi dinliyoruz" Mayıs 68'in en popüler sloganlarından biriydi.

2006 ve 2011 hareketleri (Fransa'da CPE'ye karşı mücadele ve İspanya'da Indignados hareketi[3]) binlerce işçinin, gencin vs. canlı fikir alışverişi ve sınırsızca tartışması üzerine kurulmuştur. İşgal edilen yerlerde, John Reed'in Dünyayı Sarsan On Gün'de altını çizdiği gibi, 1917 Rus devrimi sırasında büyük bir güçle ortaya çıkan bir eylemi hatırlatan "uçan kütüphaneler" örgütlenmişti: "Tüm Rusya okumayı öğrendi ve (ekonomi politik, tarih) okudular çünkü insanlar bilgiye açtı. Cephede, büyük ya da küçük tüm kentlerde, her siyasi fraksiyonun kendi dergisi vardı (hatta bazen birden fazla). Yüzbinlerce broşür binlerce örgüt tarafından dağıtıldı ve orduya, köylere, fabrikalara ve sokaklara yayıldı. Uzun süredir bastırılan öğrenme arzusu devrimle birlikte gerçek bir çılgınlık halini aldı. İlk altı ay içinde sadece Smolny Enstitüsü'nden metin yüklü trenler ve kamyonlar ülkeye yayıldı. Doymak bilmeyen bir Rusya, sıcak kumun deniz suyunu emmesi gibi tüm basılı materyalleri emdi. Ve bunlar peri masalları, tahrif edilmiş tarih, sulandırılmış din ve yozlaşmış ve ucuz romanlar değildi, sosyal, ekonomik ve felsefi teoriler, Tolstoy, Gogol ve Gorki'nin eserleri idi."[4]

Eğer tartışma işçi sınıfının yaşamsal bir uzvu ise, bu devrimci örgütler için daha da merkezi bir önemdedir: "Bordigist bakış açısının aksine, devrimcilerin örgütü 'monolitik' olamaz. Devrimci örgütün içinde anlaşmazlıklar olması, sınıf içinde ortaya çıkan sorunlara hemen uygulanabilecek mükemmel formüle edilmiş yanıtlara sahip olmayan canlı bir organ olduğunun göstergesidir. Marksizm ne bir dogma ne de bir ilmihaldir. O, deneyimleri aracılığıyla ve tarihsel geleceğe yönelik bir bakış açısıyla, inişler ve çıkışlar yoluyla, özgürleşmenin vazgeçilmez önkoşulu olan bir öz-bilince doğru adım adım ilerleyen bir sınıfın teorik aracıdır. Tüm insan düşüncesinde olduğu gibi, proleter bilincin gelişim süreci de doğrusal ya da mekanik bir süreç değil, çelişkili ve eleştirel bir süreçtir: zorunlu olarak tartışmayı ve argümanların karşı karşıya gelmesini gerektirir. Aslında, Bordigistlerin meşhur 'monolitizmi' ya da 'değişmezliği' (Bordigist örgütler ve çeşitli seksiyonları tarafından alınan pozisyonlarda görülebileceği gibi) bir tuzaktır; ya örgüt tamamen sklerotik ve kayıtsızdır ve artık sınıfın yaşamından etkilenmemektedir ya da monolitik değildir ve pozisyonları değişmez değildir."[5]

Gerçekte “tartışmayı” bir savaş alanı olarak görenler "tartışma"dan ne anlıyor?

Burjuva politik partilerinde bulunmuş militanlar, bu örgütlerde "tartışmayı" bir saçmalık ve bariz bir işkence olarak deneyimlemişlerdir. Durduğu yer ne olursa olsun tüm burjuva partilerinde tartışma, Goya'nın Madrid'deki Prado Müzesi'nde bulunan ünlü tablosundaki "sopalı savaş" biçimini alır. Seçim tartışmaları hakaretler, suçlamalar, kirli çamaşırlar, tuzaklar ve ayak oyunlarıyla dolu bir saçmalıktan ibarettir. Bunlar, gerçeğin ve hakikatin hiçbir öneminin olmadığ kapışmalar olarak tasarlanan aşağılama ve hesaplaşma gösterileridir. Tek mesele kimin kazanıp kimin kaybedeceği, kimin hile ve yalanda en yetenekli olduğu, kimin duyguları en sinik biçimde manipüle edebileceğidir.[6]

Burjuva partilerinde "ifade özgürlüğü" göstermeliktir. Bir noktaya kadar bir şeyler söylenebilir ama "liderliğin" egemenliği sorgulanamaz. Bu eşik aşıldığında, çoktan doğrudan partiden atıl(a)madılarsa, kendi adına düşünmeye cüret edenlere karşı bir yalan kampanyası düzenlenir. Böyle uygulamaları, hem partilerin efendileri hem de onların muhalif kurbanları tüm sermaye partilerinde uygular. Bask PSOE'nin liderlerinden Rosa Diez, bu şekilde parti içindeki "yoldaşlarının" muhbirleri tarafından şiddetli bir karalama kampanyasının hedefi olmuştur. Diez liderliği döneminde yürürlükte olan Bask milliyetçiliği ile işbirliği yönelimine uymamış ve karşılığında da partiden ayrılana kadar hayatı tam bir işkenceye dönmüştür. Sonrasında Diaz UYPD'yi kurdu (daha sonra Ciudadanos tarafından ele geçirilen merkezci bir pozisyon tutmaya çalışan parti) ve rakipleri ve muhalifleri Diez’in kendi çöplüğünde ortaya çıktığında ise onlar da aynı kaderi paylaştılar, öyle ki bunlara karşı Diaz Stalin'i kıskandıracak yeni sadist ve sinik taktikler uyguladı.

Burjuva partilerinde genel kural olarak, konu ne kadar karmaşık olursa olsun, tartışmadan kaçınılır. Stalin, tartışmayı yasaklarken Bolşevik Partisi’nin 1921'deki ciddi bir hatasından, Lenin tarafından Kronstadt'a yanlış bir yanıt olarak öne sürülen fraksiyonların yasaklanması kararından faydalanmıştı.[7] Troçkizm de aynı şekilde kendi içindeki tartışmaları engellemekte ve aynı türden dışlama ve baskı yöntemleri uygulamaktadır. Troçkist muhalefet içerisindeki Sol kanadı ihraç etme girişimi, bu dizinin önceki makalelerinde alıntılanan Anton Ciliga'nın kitabında[8] ifade edildiği gibi, Stalinist bir hapishane içerisindeki muhalifler arasında(!)[9] gerçekleşmiştir: "Troçkist 'Kolektif' içindeki ideolojik mücadeleye, birkaç ay boyunca ideolojik sorunları ikinci plana iten örgütsel bir çatışma eklendi. Bu çatışmalar Rus Muhalefetinin psikolojisini ve alışkanlıklarını karakterize etmektedir. Hem sağ hem de merkez, 'Bolşevik militanlara' şu ültimatomu veriyorlardı: ya kendilerini feshederler ve yayınlarını durdururlar ya da Troçkist örgütten ihraç edilirler. Esasında çoğunluk, Troçkist fraksiyon içinde bir alt gruba gerek olmadığını düşünüyordu. Bu 'yekpare fraksiyon' ilkesi temelde Stalin'e partinin bütünü için ilham veren ilkeyle aynıydı".

Bu tür örgütlerin kongrelerinde, birbiriyle uyumsuz önermelerin aynı anda ortaya atılabildiği sıkıcı gösterilerden oluşan sunumları kimse dinlemez. Bunların örgütlediği yerel veya sektörel konferanslar, seminerler vs halkla ilişkiler operasyonlarından başka bir şey olmayan etkinliklerdir.

Bu örgütlerde "tartışma", iktidardaki kliğin tasfiye edilmesi ve yerine yeni bir kliğin geçmesi söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Bunun çeşitli nedenleri olabilir: hizipsel çatışmalar, ulusal çıkarların savunusuna dair ayrışmalar, kötü seçim sonuçları... Böyle anlarda iktidar mücadelesine dönüşen "tartışmalar" patlak verir. Bazı durumlarda "tartışma", bir hizbin dolambaçlı ve çelişkili "tezlerle" öne çıkması ve rakiplerini ("oportünist", "Marksizmin terk edilmesi" vb.) çeşitli sıfatlar ve diğer sofistike bahaneler yoluyla acımasızca suçlamasından ibarettir. "Tartışma" hakaretler, tehditler, kirli çamaşırların ortaya dökülmesi, iftiralar silsilesine dönüşür... Birlik arzusunu ve her şeye rağmen "yoldaş" olan rakibini takdir ettiğini "göstermek" için ara sıra diplomatik uzlaşmalarla noktalanır[10]. Sonunda, çekişen güçler arasında dengenin kurulduğu bir an gelir ve "tartışma" herkesin kendi malı olarak savunduğu bir "görüşler" toplamı haline gelir; bu durum da netleşmeden ziyade kaotik bir fikirler toplamı ya da çelişkili fikirlerin bulamacını sunan "uzlaştırıcı" metinler üretir.[11]

Sonuçta, (aşırı sağdan aşırı sola uzanan siyasi satranç tahtasındaki yerleri ne olursa olsun) burjuva örgütlerindeki "tartışma"nın bir gösteriden ibaret olduğu, kaybedenler için ciddi psikolojik yaralar, kazananlar için ise en acımasız ahlaksal ilkesizliğin sergilendiği kişisel bir yok etme savaşı olduğu görülebilir. Bu iktidar oyunda mazlumlar zaman zaman zalimlere dönüşür. Böyleleri maruz kaldıkları korkunç muameleyi, bir kere iktidara geldiklerinde başkalarına da uygulayabilir.

Proleter tartışmanın ilkeleri ve araçları

Proleter tartışma temelden farklıdır. Proleter örgütler içindeki tartışma, yukarıda burjuva partilerinde gördüğümüzden tamamen farklı ilkelere dayanır.

Proletaryanın sınıf bilinci (yani tarihsel mücadelesinin amaçları ve araçları hakkında kendi geliştirdiği birikim) kendi başına sınırsız ve engelsiz bir tartışma doğurur. Konuya dair bir başka metnimizde de belirttiğimiz gibi, "Bilinç kardeşçe, açık ve uluslararası tartışma olmadan gelişemez Tartışma kültürü, sınıf mücadelesinin bir silahıdır.”[12] Sınıf içinde bilincin gelişmesi için en ileri ve sürekli çabayı ifade eden komünist örgütler, yaşamsal bir unsur olarak tartışmaya ihtiyaç duyarlar. Yukarıda alıntıladığımız metinden devamla: "... (bu) azınlıkların dile getirdiği ilk talepler arasında, bir lüks olarak değil, zorunlu bir ihtiyaç olarak tartışmanın gerekliliği, başkalarını ciddiye alma ve söylediklerini dinleme zorunluluğu vardır; ayrıca süreç sertlikle yürütülmemeli, ahlaksal sınırlar ya da teorisyenlerin otoritesiyle sınırlandırılmamalıdır".

Proleter bir siyasi örgütte tartışma, yukarıda eleştirdiğimiz çirkin yöntemlerin tam tersi olmalıdır. Bu, kazananın ya da kaybedenin olmadığı ve tek zaferin ulaşılan ortak netlik olduğu, gerçeğin ortak zeminini bulma meselesidir. Tartışma argümanlara, hipotezlere, analizlere, şüphelere dayanır... Hatalar, anlamlı sonuçlara götüren yolun bir parçasıdır. Suçlamalar, hakaretler, yoldaşların ya da örgütsel yapıların kişiselleştirilmesi kategorik olarak tartışma sürecinin dışındadır çünkü mesele sözün sahibinin kimliği değil, neyin söylendiğidir.

Anlaşmazlıklar, bir tavrın geliştirilmesi için kaçınılmaz uğraklardır. Bir tavıra ikna olunmadığında ya da bir tavrın yetersiz veya tutarsız olduğu hissedildiğinde bunu ifade etmek “demokratik bir hak” değil bir görevdir. Bir tartışma sırasında pozisyonlar karşı karşıya gelir ve bazen azınlık pozisyonları zamanla çoğunluğun pozisyonu haline gelir. Lenin'in 1917'de Rusya'ya vardığında sunduğu Nisan Tezleri, Merkez Komite tarafından dayatılan oportünist sapmaların hakim olduğu Bolşevik Parti içinde başlangıçta bir azınlık tavrıydı. Tüm militanların katıldığı yoğun bir tartışma sonucunda parti Lenin'in görüşlerinin geçerliliğine ikna olmuş ve bunları benimsemiştir.[13]

Devrimci bir örgüt içinde ifade bulan farklı tavır ve görüşler, mülkiyet hakları onları ifade edenlere ait olan sabit fikirler değildir. Devrimci bir örgütte "görüş ayrılıkları kişisel maddi çıkarların ya da çıkar gruplarının varlığı anlamına gelmez; bunlar sınıfa dair sorunların açıklığa kavuşturulmasına yönelik canlı ve dinamik bir sürecin ifadesidir ve bu nedenle tartışmayı derinleştirerek deneyimin ışığında yeniden özümsenmeye yönelirler." ("Devrimci Örgütün Yapısı ve İşleyişi Hakkında Rapor").

Proleter örgütlerde sorgusuz sualsiz takip edilecek "aydınlanmış zihinler" yoktur. Elbette belirli alanlarda daha gelişkin bir kapasiteye ya da daha büyük bir beceriye sahip yoldaşlar olabilir. Kimi yoldaşlar da elbette bağlılıkları, inançları ve tutkularıyla moral bir saygınlık kazanmış olabilirler. Ancak bunların hiçbiri, şu ya da bu militanı "parlak bir lider", şu ya da bu konuda birisini uzman ya da "büyük bir teorisyen" yapan özel bir ayrıcalıklı statü vermez. İkinci Enternasyonal’in marşında da belirtildiği gibi: "Tanrı, bey, patron, ağa ya da sultan bizleri kurtaramaz! Biz üreticilerin kurtuluşu kendi ellerimizde."

Daha açık bir ifadeyle, atıfta bulunduğumuz önceki metinde belirtildiği gibi, "Örgüt içinde 'saygın' görevler ve 'ikincil' ya da 'daha az saygın görevler gibi bir ayrım yoktur. Hem teorik inceleme çalışmaları hem de pratik görevlerin gerçekleştirilmesi, hem merkezi organlardaki çalışmalar hem de yerel seksiyonların özel çalışmaları örgüt için eşit derecede önemlidir ve hiyerarşik bir ilişkiye sokulamazlar (bu tür hiyerarşileri kuran kapitalizmdir)."

Komünist bir örgütte, sorgusuz sualsiz bağlılığa karşı mücadele etmek gerekir; "net bir militanın" ya da merkezi bir organın pozisyonuna körü körüne hizalamak bir hatadır. Komünist bir örgütte her militan eleştirel bir ruha sahip olmalı, "önderlikten", merkezi organlardan ya da "en ileri militanlardan" gelenler de dahil olmak üzere hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemeli, analiz süzgecinden geçirmelidir. Bu, burjuva partilerinde ve özellikle de onların solcu temsilcilerinde var olan durumun tam tersidir. Solcu örgütlerde körü körüne itaat ve liderlere aşırı saygı normdur; ve aslında bu eğilimler Troçkist Muhalefette de en başından mevcuttu: "Troçki ve Rakovski'nin gündem sorununu ele alan mektupları hapishaneye gizlice sokuluyordu ve bunlar çok çeşitli biçimlerde yorumlanıyordu. Rusya Muhalefetinin liderleri karşısındaki hiyerarşik ve teslimiyetçi ruhu hep şok edici olmuştur. Troçki'nin bir cümlesi ya da bir konuşması dahi kanun sayılıyordu. Dahası, sağ veya sol kanat Troçkistler bunları kendisine göre yorumluyordu. Partide hüküm süren Lenin ve Stalin'e tam teslimiyet Muhalefette de aynı şekilde mevcuttu, ancak muhalefette Lenin ve Troçki hariç herşey reddediliyordu." (Anton Ciliga, Op. Cit., Sayfa 273).

Kimi militanların “uzman” sayıldığı, bunlar bir kez konuştuğunda "daha iyisini kimsenin söyleyemeyeceği" ve ötekilerin sadece not almak ve sessiz kalmakla sınırlandığı şeklindeki kavrayış çok tehlikelidir ve prensip olarak reddedilmelidir.

Bu görüş, sorunlarla yüzleşmek için bazıları hatalı da olsa pek çok yaklaşımın geliştirildiği sarf dinamik bir süreç olan proleter tartışmayı kökten yadsır. Sadece "ürüne" ya da nihai sonuca odaklanıp, onu ortaya çıkaran süreçten sonucu koparmak, sadece soyut ve zamansız değişim değerine odaklanan merkantil mantığa yakın yüzeysel bir görüştür ve teorinin "parlak" liderler tarafından üretildiği önkabülüne dayaınr. Marx böylesi bir yaklaşıma sahip değildi. Wilhem Blos'a 1877'de yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: "İkimiz de (Marx ve Engels) şöhrete zerre kadar önem vermiyoruz. Bunun bir kanıtını vereyim: kişilik kültünden o kadar rahatsızdım ki, Enternasyonal zamanında, çeşitli ülkelerden gelen ve bana kamusal bir paye vermeye yönelik sayısız can sıkıcı durumla karşılaştım, ama bunların hiçbirinin duyulmasına izin vermedim ve ara sıra küçümsemek dışında bunların hiçbirine yanıt vermedim. Engels ve ben gizli komünist cemiyete ilk katıldığımızda, kişisel otoriteyi yücelten her tür batıl inancın Tüzük’ten tamamen silinmesini talep etmiştik."[14]

Bir tartışma sırasında hipotezler ve karşıt pozisyonlar formüle edilir. Bazı tavırlar değişir, bazen hatalar yapılı ve bazı müdahaleler diğerlerinden daha net olabilir; ancak genel sonuç "en ileri görüşlü militandan" gelmez, daha ziyade tartışmaya dahil olan tüm yaklaşımların dinamik ve canlı bir sentezinden türer. Sonunda benimsenen tavır "haklı" olanlarınki değildir ve "haksız" olanlara karşı herhangi bir düşmanlıktan türemez; benimsenen tavır kolektif olarak mevzuların netleşmesine yardımcı olan yeni ve gelişkin bir tavırdır.

Proleter tartışmanın gelişmesinin önündeki engeller

Proleter bir örgüt içinde tartışmanın her zaman kolay olmadığı bir gerçektir. Proleter örgüt bu dünyanın bir parçası olarak egemen ideolojinin ve onun tartışma anlayışının tüm ağırlığını üzerinde taşır. Burjuva toplumuna ait olan “tartışma biçimleri”, yine burjuva toplumuna ait partilerin gösterileri, paçavra medya programları, sosyal ağları, seçim kampanyaları vb. aracılığıyla bize sürekli saldırarak proleter örgütlerin yaşamına da kaçınılmaz olarak sızar. Bu yıkıcı sızmaya karşı sürekli bir mücadele yürütülmelidir. Tartışma kültürü üzerine yukarıda alıntıladığımız metnin de işaret ettiği gibi: "Kapitalizmin doğal eğilimi fikirlerin açıklığa kavuşturulması değil, şiddet, manipülasyon ve (en somut örneği burjuva demokrasisinin seçim sirkinde görülen) çoğunlukların kazanılması olduğu için, bu etkinin proleter örgütlerine sızması her zaman kriz ve yozlaşmanın mikroplarını barındırır. Bolşevik Parti'nin tarihi bunu mükemmel bir şekilde göstermektedir. Parti devrimin öncüsü olduğu süre boyunca, partiye içerisindeki canlı tartışmalar damgasını vurmuştu. Buna karşılık, (1921 Kronstadt katliamından sonra) gerçek fraksiyonların yasaklanması partideki yozlaşmanın en önemli işareti ve aktif faktörü oldu."

Bu metin, Stalinizmin işçi saflarında bıraktığı zehirli mirası ortaya koyarak, önemli bir kısmı politik yaşamlarına Stalinist, Maoist ya da Troçkist örgütlerde başlamış olan komünist militanların şöyle düşündüğünün altını çiziyordu: “Bu militanlar açık tartışmayı 'burjuva liberalizmi' ile eşdeğer görmek üzere, 'iyi bir komünistin' ağzını, aklını ve duygularını ketleyen biri olduğuna inanacak şekilde yetiştirilmişlerdir. Bugün karşı devrimin bu can çekişen kalıntısından kurtulmakta kararlı olan yoldaşlar, bu işin sadece karşı-devrimci pozisyonları reddetmeyi değil aynı zamanda onun zihniyetini de reddetmeyi gerektirdiğini giderek daha iyi anlıyorlar."

Burjuva dünyasının her gözeneğinden sızarak tartışmayı tahrif eden, özellikle kaba Stalinizm ve onun tüm uzantılarının ve ayrıca Troçkistler gibi "açıklık" pozu takınanların zihniyetiyle mücadele etmeliyiz. Bir tavrı savunurken açık ve kararlı olmak gerekir ama bu küstah ve acımasız olmakla eş anlamlı değildir. Bir tartışma tutkulu olabilir ama bu didişken ve saldırgan olmayı içermez. Dosdoğru olmalıyız ama bundan hakaret ve alaycı olmak gerektiği sonucu çıkarılamaz. Uzlaşma ve taviz aramak gerekli değildir ancak bu, sekterlikle ve başkalarının argümanlarını dinlemeyi reddeden bir tavırla karıştırılmamalıdır. Stalinizm ve onun avatarlarının sürdürdüğü kafa karışıklığı ve çarpıtma ortamından açık ve net bir çıkış yolu açmalıyız.

Bireycilik tartışmanın düşmanıdır

Burjuva partilerinin bürokratik kolektivizmi, monolitizmi ve acımasız kısıtlamalarıyla tartışmanın önünde bir engel teşkil etse de, kendisini buna karşıt gibi sunan bireyci tartışma tanımı da esasında aynı ölçüde sağlık bir tartışma önünde engeldir.

Bu bireyci yaklaşım herkesin "kendi şahsi görüşlerine" sahip olduğunu ve bu "görüşlerin" özel bir tür mülkiyet olduğunu varsayar. Bu öncülden hareketle, bir yoldaşın eleştirmek kişisel bir saldırı gibi görülür, çünkü "özel mülkiyetin" dokunulmazlığı ihlal edilmiştir. Şu ya da bu yoldaşın şu ya da bu tavrını eleştirmek, onlardan çalmakla eşdeğer gibi sunulur.

Bu görüş ciddi anlamda yanlıştır. Bilgi, "kişisel makullüğe" ya da tekil bireylerin "şahsi kanaatlerinin" gelişimini getirmez. Düşüncelerimiz, emeğe ve üretici güçlerin gelişimine bağlı tarihsel ve toplumsal bir çabanın parçasıdır. Tekil bireylerin savundukları, ancak kolektif bir düşünce çabasına eleştirel bir şekilde dahil olduğunda "özgün" olur. Proletaryanın düşünüşü, dünya ölçeğindeki tarihsel mücadelesinin ürünüdür; bu mücadele kendisini ekonomik mücadelelerle sınırlamaz, tersine Engels'in dediği gibi, ekonomik, politik ve ideolojik mücadele biçiminde birbirine bağlı üç boyut içerir.

Her proleter siyasi örgüt, Komünist Birlik'ten (1848) Komünist Sol'un mevcut küçük örgütlerine kadar uzanan uzun bir zincirin kritik tarihsel sürekliliğinde birer halkayı oluşturur. Bu tarihsel zincirde, her bir militanın pozisyonları, fikirleri, değerlendirmeleri ve katkıları kendisine yer bulur. Her bir militan bilgiyi daha da genişletmeyi amaçlarken, bunu bireysel bir çaba olarak değil, proletarya örgütlenmesinin bütünü için tavırların ve yönelimlerin netleştirilmesini mümkün olduğunca ileri taşıma amacına yönelik bir çaba olarak görür.

"Herkesin fikri kendine" demek, tartışmanın önünde ciddi bir engel koymaktır ve burjuva partilerinin bürokratik monolitizminin aynadaki yansımasıdır. Herkesin şahsi fikrine özel bir mülk gibi sarıldığı bir tartışmada, sonuç ya galipler ve mağluplar arasında bir çatışma ya da tutarsız ve faydasız fikirlerin eklektik bir toplamının üretilmesi olabilir. Bireycilik netliğin önünde bir engeldir ve monolitik bir partide olduğu gibi, "beğen ya da beğenme, benim fikrim budur" tavrının varlığı, herkesin "kendi fikrini" öne sürdüğü bir ortamda, esasında tartışmanın gelişmediği anlamına gelir.

Uluslararası bir proleter tartışmanın geliştirilmesi için verilecek mücadele

Proleter tartışmanın tarihsel bir doğası vardır; insanlık tarihinde var olan bilimsel ve kültürel tartışmaların en iyilerini bünyesinde toplar: "Temelde tartışma kültürü, insanlığın toplumsal doğasının bir ifadesidir. Özellikle de insan dilininin bir sonucudur. Dilin bir bilgi alışverişi aracı olarak kullanılması, insanlığın pek çok hayvanla paylaştığı bir şeydir. İnsanoğlunu bu düzeyde doğanın geri kalanından ayıran şey, (mantık ve bilimin gelişmesiyle bağlantılı olarak) argümantasyon geliştirme, bu argümanları paylaşma ve (diğer şeylerin yanı sıra sanatın gelişimiyle bağlantılı olarak empati kurma yoluyla) birbirini tanıma kapasitesidir."

Tartışma kültürünün kökleri ilkel komünizme dayanmakla birlikte, Antik Yunan'da kimi hayati sıçramalar gerçekleşmiştir: "Örneğin Engels, Homeros dönemindeki Yunanlıların, ilk Germen kabilelerinin ya da Kuzey Amerika'daki Iroquois'lerin genel meclislerinin rolüne atıfta bulunmakta ve özellikle Iroquois'lerin tartışma kültürünü övmektedir. Tartışma pratik bir ihtiyaca yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Antik Yunanistan'da farklı bilgi kaynaklarının karşılaştırılması yoluyla gelişmiştir. Farklı düşünme biçimleri, araştırma yöntemleri ve bunların sonuçları, üretim yöntemleri, gelenek ve görenekler birbirleriyle karşılaştırılır. Bunların birbiriyle çeliştiği, birbirini doğruladığı ya da tamamladığı görülür. Birbirleriyle mücadeleye girerler ya da birbirlerini desteklerler veya her ikisini birden yaparlar. Mutlak gerçekler karşılaştırma yoluyla göreli hale getirilir".

Örgütün Yapısı ve İşleyişi üzerine metnimiz proleter tartışmanın temel ilkelerini özetlemektedir:

  • "Anlaşmazlıkları dile getiren üyelerle ilgili olarak örgüt tarafından herhangi bir disiplin veya idari tedbir alınamaz: azınlığın örgüt içinde nasıl azınlık olacağını bilmesi gerektiği gibi, çoğunluk da nasıl çoğunluk olacağını bilmeli ve özellikle de kendi tavrının örgütün ortak tavrına dönüşmesini kötüye kullanmamalı ve örneğin azınlık üyelerini benimsemedikleri pozisyonlar için sözcülük yapmaya zorlayarak tartışmayı herhangi bir şekilde yok etmemelidir;
  • Tartışmanın mümkün olduğunca geniş kapsamlı ve açık olması tüm örgütün çıkarınadır (sadece örgütsel bir ayrılığa yol açabilecek ilke farklılıkları düzeyinde bile): hem azınlığa hem de çoğunluğa, birbirlerini kendi analizlerinin geçerliliğine ikna etmek için ellerinden geleni yapmak (tabii ki bu örgütün görevlerini felç etmeden veya zayıflatmadan) veya en azından bu anlaşmazlıkların doğası ve önemi konusunda mümkün olan en belirgin netliğin ortaya çıkmasına izin vermek örgüte düşer.

  • Örgütte devam eden tartışmalar genel olarak tüm proletaryayı ilgilendirdiği ölçüde, dışarıya açık biçimde yürütülmelidir."

Proletarya enternasyonal bir sınıftır ve bu yüzden de enternasyonal ve merkezi biçimde tartışmalıdır. Eğer tartışma bireysel görüşlerin bir toplamı değilse, bir dizi yerel görüşün toplamından da ibaret olamaz. Proletaryanın gücü, kendisini dünya ölçeğinde ifade etmeyi amaçlayan birliği ve bilincindedir.

Enternasyonal tartışma, tüm ülkelerin proleterlerinin katkı ve deneyimlerinin bütünleştirilmesi, proleter mücadeleyi daha güçlü kılan netliği ve küresel perspektifi mümkün kılan şeydir.

C. Mir, 11 Temmuz 2018

 

1. Serinin önceki makalelerine bakınız.

2. Komünist Manifesto'nun 1890 tarihli Almanca baskısına önsöz, Engels.

3. ve 2011 yılında dağıtılan uluslararası broşürümüz "Öfkeden Umuda" ya bakınız.

4. John Reed, “Dünyayı Sarsan On Gün”, birinci bölüm.

5.  IR 33 (Ocak 1982).

6. Bu Konuya dair şu makalemize bakılabilir: "Electoral debate is the opposite of a real debate". 

7. 1921’de Petersburg yakınlarındaki Kronstadt garnizonunda denizciler ve işçiler ayaklandı. Sovyet iktidarı, Rusya'nın proleter kalesinin yozlaşması yönünde çok önemli bir adım anlamına gelen bu hareketi acımasızca bastırdı (bkz. "The lessons of Kronstadt"). Bu olaylardan yanlış bir sonuç çıkararak, artık tam bir oportünist yozlaşma içinde olan Bolşevik Parti, Onuncu Kongresinde parti içindeki fraksiyonları geçici olarak yasaklama kararı aldı.

8. Ural Nehri üzerindeki Verkhneuralsk'ta bir politik "tecrit" merkezi ya da hapishanesi bulunmaktaydı.

9. Ante Ciliga, “The Russian Enigma”.

10. İspanyol muhafazakar Halk Partisi'ndeki (PP) veraset savaşında, altı aday her gün "arkadaş" olduklarını ilan ettiler.

11. Bunun son örneği, ERC'nin (Esquerra Republicana de Catalunya (Katalonya Sol Cumhuriyeti, bağımsızlıkçı bir parti) son parti kongresinin kutlanmasıydı ve bu kongrede liderlik merkezi İspanyol hükümetiyle "uzlaşmacı" bir çizgi dayattı. Ancak tabanın, hem İspanya içinde "özerkliğe" hem de İspanya'dan bağımsızlığa atıfta bulunan "bağımsız" ve "itaatsiz" değişikliklerle müdahalesini "radikalleştirmesine" izin verdi.

12. Bknz. IR 131, 2007.

13. Bknz: “Lenin’in Nisan Tezleri” IR, 89.

14. Bknz. marxists.catbull.com/archive/marx/works/1877/letters/77_11_10.htm.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Seçim Sirki ve Marksizmin Tahrifatçıları

Bu yazı, Türkiye'den yakın bir sempatizanın Türkiye'de yaklaşan seçimlerle ilgili görüşlerini içermektedir. Yoldaşın Türkiye'deki seçim sirkine, özellikle de burjuva siyaset arenasına katılımı "anti-faşizm" ya da "demokrasinin savunulması" adına meşrulaştıran sermaye aşırı solunun tehlikeli rolüne ilişkin kınama ve eleştirilerine tamamen katılıyoruz.

EKA


Sağıyla soluyla tüm siyasetçiler, akademisyenler, STK temsilcileri, şarkıcılar, televizyon yıldızları, kapitalist devleti ayakta tutan tüm kurumlar ve onların ideolojik aygıtlarının çenebazları papağan gibi her mecrada hep aynı şeyleri söylüyorlar: “bu seçim hayatımızın en önemli seçimi”, “çocuklarımızın geleceği pamuk ipliği gibi bu seçim sonucuna bağlı” vs.

Sermaye ve onun silah tekelinin, kitlesel medya ve iletişim araçlarının sadece egemen sınıf ve onun devletinin elinde olduğu bir toplumda “demokrasi” tamamen sahtedir. İnsanların arasındaki toplumsal bağların sosyal etkileşime dayanmadığı, insanların birbirleriyle konuşmadığı, tartışmadığı, birbirlerini dinlemediği, toplumsal kitlesel medya araçları karşısında hipnoz edildiği bir toplumda “hür seçim” tamamen bir aldatmacadır. Daha önceki hiçbir sömürücü sınıf, kendi egemenliğini kitlelerin kendi tercihinin doğal sonucu gibi sunacak böylesi propaganda araçlarına sahip değildi. Bu burjuva demokrasisinin ne kadar da sofistike ve tehlikeli bir sınıf diktatörlüğü biçimi olduğunu gösteriyor. Gerçek kararların gizli toplantılarda, gücü elinde bulunduranların aralarındaki denge ve anlaşmalarda alındığı böylesi bir sistemde meclisin kendisi de ancak bir tartışma sirki olabilir. Burjuva demokrasisinin gerçek yüzü, meclisteki yüzeysel tartışmalarda değil, ancak kapitalist sistemi sorgulamayı aklından geçirenlere yapılan polis baskınlarında görülebilir.

İşçileri parlamento seçimlerinde oy vermeye çağıran tüm partiler aynı temel üzerinde dururlar: ulusal ekonominin savunulması, milliyetçi hislerin sürekli diri tutulması, işçi sınıfından fedakarlık talebi, ve asıl olarak da kapitalizmin sürdürülmesi. Bunu en açık bir şekilde Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki “farklara” bakarak anlayabiliriz. Hem Kılıçdaroğlu hem Erdoğan, Türkiye ulusal sermayesinin çıkarlarını savunma noktasında birleşiyorlar. Bunun en güncel örneğini Finlandiya’nın NATO’ya katılmasına dair yapılan son oylamada görebiliriz; başta CHP olmak üzere bütün muhalefet partileri, ya hükümeti desteklediler ya da hayır oyu vermekten çekindiler. Benzer şekilde, militarist harcamaların arttırılması, mültecileri kendi mide bulandırıcı politikalarına meze yapma (Kılıçdaroğlu’nun, bir seçim vaadi olarak, her mecrada Süriye’li mültecileri ülkelerine geri göndereceğini söylemesi) konularında iki lider aynı hesapları paylaşıyor.

Burjuva fraksiyonları arasındaki gerçek ayrım programatik değil şekilsel düzeydedir

Öte yandan, kadın, ezilen cins ve cinsiyetlerin hakları, Kürt sorununa dair çözümler, azınlıkların konumu, gençlerin ve yaşlıların toplumsal hayata entegrasyonu, iklim krizi gibi toplumsal ve, ve ya bir bütün olarak insanlığı ilgilendiren meselelerde ise bu iki politikacının söylemleri bir seviyede ayrışıyor gibi görünüyor. Ancak tüm bu meseleler kapitalist egemen sınıfın aslında çözmeyi beceremediği, hatta (nasıl ki aile kurumu ve patriyarka dağılmadan kadın özgürleşemez ve heteronormatif ilişki kırılamaz, nasıl ki ulus devlet yok olmadan kürt sorunu çözülemez, nasıl ki kapitalizm yıkılmadan iklim krizi durdurulamaz ise) kendi egemenliğini sarsmadan, yok etmeden hiç bir şekilde çözemeyeceği konular. Dolayısıyla, bu meseleler, daha fazla insanı seçim maskaralığının içine çekmek için, sermaye partilerince alaycı bir şekilde kullanılıyor.

İşin başka bir yanı ise, yasaları koyan, kaldıran, uygulayan, uygulamayan, geri adım atması beklenen ya da yardım beklenen iradenin bizzat sermaye sınıfı, onun koruyucu devleti ve onun politik temsilcilerinin olması, kapitalizm içinde beklenen düzenlemelerin anlık ve sembolik niteliğini göstermektedir. Daha somut örnekler vermek adına, İstanbul Sözleşmesi’ni ve etrafında yürüyen toplumsal tartışmaları ele alalım. Bu sözleşmenin imzaya açıldığı Türkiye’de, sözleşmeyi ilk onaylayanın da sonrasında geri çekenin de aynı Erdoğan hükümeti olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. Yine benzer şekilde, Kürt sorununa dair büyük umutların beslendiği Çözüm Süreci olarak adlandırılan süreci başlatanın da sonrasında bıçak gibi kesenin de yine aynı Erdoğan hükümeti olduğu hatırlanmalıdır. Bu ve benzeri sayısız örnek, egemen sınıfın toplumsal meseleleri kendi politik manevraları için nasıl kullandığına açık örneklerdir. Bugün Kılıçdaroğlu iktidarından beklenen sözde düzenlemelerin, ki benzerleri ve daha fazlası dün Erdoğan hükümetinden bekleniyordu, yarın aynı iktidar ya da başka bir iktidar tarafından, kendi güncel sermaye politikaları gereğince geri alınacağı ya da devletin hantal hukuk mekanizmaları içinde geniş proleter kitlelere ulaşamayarak hiç bir şekilde pratikte uygulanamayacağı defalarca tekrarlanmış tarihsel bir gerçekliktir.

Dolayısıyla, bugün seçimlerde yarışan partiler arasında programatik düzeyde ciddi farklar yoktur. Hepsi aynı sermaye sınıfının şekilsel olarak farklı temsilcileridir. Dahası, bu şekilci ayırımlar giderek daha kültürel ve kimliksel farklılıklar üzerinden belirlenmeye başlıyor. Sermaye partileri giderek bir kültür savaşına, bireysel ve şekilsel tercihlerin politize edildiği çıkışsız bir alana sıkışıyor. Böylesi şekilci ve alaycı ayrımların içinde, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meseleler de hassasiyetlerini kaybederek, sermayenin elinde apolitik çatışma, özellikle de “kimlik mücadelesi” biçiminde yeniden şekilleniyor. Artık sermaye partileri bu toplumsal meselelere salt kadın-erkek, dindar-seküler, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi kimliksel farklılıkların temsiliyeti üzerinden ayrışarak yaklaşıyorlar. Burjuva siyasetinin iflasını en trajikomik bir şekilde iki liderin kendilerini tanımlama ve birbirlerini suçlama şekillerinden görebiliriz. Kılıçdaroğlu kendi Alevi kimliğini ön plana çıkararak Erdoğan’ı yobaz olarak tanımlarken, Erdoğan, dindar kimliğini her zamankinden daha fazla sahiplenerek, Kılıçdaroğlu’nu eşcinsel evliliğin sözcüsü olmakla itham ediyor. Böylesi zavallı söz dalaşlarında, ülke hızla hem toplumsal yozlaşmaya hem de daha da derinleşen ekonomik felakete doğru çaresizce sürükleniyor.

Marksizmin tahrifatçıları olarak solcular

Sermaye partileri salt açıkça kapitalist düzeni savunanlardan oluşmaz. Bugün sermayenin aşırı solundaki (Stalinistler ve Troçkistlerden müesses nizam anarşizmine kadar) örgütlerin ve partilerin de bu seçim sürecine tüm güçleriyle dahil olduklarını görüyoruz. Bu gruplar, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meselelerin çözümü adına, temel hak ve özgürlüklerin korunması adına, “faşizme”, “diktatörlüğe” karşı demokrasinin savunulması, yeniden kazanılması adına sermaye partilerinin arkasına sıralanmış durumdalar. Marksizmin tahrifatçıları olan bu gruplar Lenin’den, Marx’tan alıntılar paylaşarak kendi politik duruşlarının haklılıklarını ve devrimciliğini gösterme yarışındalar.

Tipik bir solcu yöntem olarak, sermayenin solu ve aşırı solu önceden doğru olsa bile tarihsel olaylar tarafından geçersiz kılınan ya da anlamını yitiren pozisyonları savunurlar. Proletaryanın kapitalizmi ortadan kaldırabilme çabasının araçları olarak kullanılmış olan taktikleri sanki bu mücadelenin yükseltimesinin bir aracı olabilirlermiş gibi hayal ederek kutsayıp, kullanılması mutlakmış gibi gösterirler. Örneğin Marx ve Engels'in zamanında sendikalara verdiği desteği alıntılıyarak, sendikaların her zaman proletaryanın organları olduğu sonucuna ulaşırlar. Soyut ve zamansız, dolayısıyla Marksizm dışı bir yöntem kullanarak kapitalizmin çöküş evresine girmesiyle birlikte sendikaların proletaryaya karşı burjuva devletin organları haline geldiği gerçeğini gizlerler.

Hegel bir olgunun içeriği tamamen dönüştürülürken biçimini koruyabileceğini göstermiştir. Bu tam da sermayenin solu ve aşırı solunun marksizmi tahrifat etme şeklidir:

Üzerlerinden atamadıkları solcu mirasın tuzağına düşerek, tarihsel ve diyalektik yöntemi skolastik yöntemle değiştirir, diyalektiğin ilkelerinden olan karşıtların birbirine dönüşümü ilkesini, var olan bir şey karşıtı gibi hareket etmek üzere dönüşebileceğini kavrayamazlar. Proleter partiler de, burjuva ideolojisinin ve küçük burjuvazinin ağırlığından kaynaklanan dejenerasyon nedeniyle, kendileriyle taban tabana zıt şeylere dönüştürebilir, kapitalizmin koşulsuz hizmetkârları haline gelebilirler. ” [1]

Sınıf pozisyonlarının tarihsel boyutunu ve bunların formüle edildiği tarihsel süreci reddeden solcu yöntem işte bu şekilde bugün seçim sirkine dahil olmayı devrimci bir tutum olarak görür ve gösterir.

Peki, devrimciler ne zaman ve nasıl parlamenter seçimlere dahil olmuşlardı?

Burjuvazi Avrupa’da kendi ekonomik hegemonyasını hızla kurarken, politik iktidarı aristokrasiden almayı becerebilecek gücü hemen elde edemedi. Ancak 19. yüzyılın başlamasıyla beraber, burjuvazi hızla gelişen kendi ekonomisinin taleplerini karşılamak, serfliği tamamen ortadan kaldırıp ücretli emeği yaygınlaştırmak için hem aristokrasiye hem de kendi içindeki gerici fraksiyonlarına karşı politik bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. İşte bu yüzyıl, burjuvazinin genel oy hakkı ve parlamenter eylem mücadelesini başlattığı kapitalizmin yükseliş dönemidir. Bu dönemde parlamento, genelde hükümetin yürütme aygıtı içerisinde kümelenmiş aristokratik ve monarşik feodal sınıflara karşı, burjuvazinin güç alanı haline gelmişti. Yasama ve yürütme arasındaki denge ilişkisi burjuva politik düzenine bu dönemin bir mirasıdır. Ekonomik gücü gelişen kapitalizm karşısında zayıflayan feodal unsurlar, yürütmeyi ellerinde tutarken, ekonomik gücü artan burjuvaziye bir taviz olarak parlamento alanını bırakmak zorunda kalmıştı. Burjuva parlamentoları çok dar bir seçmen çevresini temsil etse ve 19. Yüzyıl boyunca neredeyse hiçbir yerde genel oy hakkı söz konusu olmasa da, burjuvazi parlamenter demokrasiyi evrensel bir temsil aracı olarak ideolojisinin başat bir unsuru olarak benimsemiştir.

Öte yandan bu dönemde kapitalizm hala güçlü bir şekilde genişleyen bir sistem olduğu için, onun devrimci bir şekilde yıkılması henüz tarihsel süreçte gündemde değildi. İşçiler tam anlamıyla ne ifade özgürlüğüne ne de örgütlenme hakkına sahipti. Burjuvazinin henüz iktidar için feodalizmle mücadele etmeyi sürdürdüğü, kapitalizmin hem ekonomik hem de politik olarak genişlediği bir dönemde, koşullar işçilerin sistem içinde kendi lehlerine reformlar kazanmalarını mümkün kılıyordu. Bir taraftan sendikaları aracılığıyla ekonomik taleplerinin kavgasını verirken, öte taraftan kendi kitle partileri ile parlamentoda siyasi mücadelelerini yürütebiliyorlardı. Bu Marx ve Engels'in kapitalizmin yükseliş dönemi boyunca proletaryanın parlamenter etkinliklerde bulunması ve seçim kampanyalarında yer alması için (pek çok tehlikeyi içinde barındırmasıyla birlikte) savundukları pozisyondu [2] .

Ne var ki, kapitalizmin dünya pazarı sınırlarına ulaşması, mutlak politik iktidarı ile feodalizmi tarihin karanlıklarına gömmesiyle birlikte, parlamento sadece burjuvazinin canlı bir şekilde mücadele ettiği ilerici bir arena olmaktan çıkmadı aynı zamanda işçi sınıfının reformlar için mücadele ettiği bir kürsü olma görevini de yitirmiş oldu.

Bu durumu Rosa Luxemburg 1904 tarihli "Sosyal Demokrasi ve Parlamentarizm" başlıklı makalesinde şu sözleriyle öngörmüştü: "Parlamentarizm, demokratik gelişmenin, insan türünün ilerlemesinin ve benzeri güzel şeylerin mutlak bir ürünü olmaktan çok uzaktır. O, daha ziyade, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve -bu egemenliğin yalnızca tersi olan- feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel olarak belirlenmiş biçimidir. Burjuva parlamentarizmi ancak burjuvazi ile feodalizm arasındaki çatışma sürdüğü sürece canlı kalacaktır."[3]

20. Yüzyılın başı ile beraber kapitalizm içsel çelişkilerini artık savaşsız çözemez hale gelmişti. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla belirlenen yeni bir tarihsel çağa, kapitalizmin çöküş çağına girilmişti. Bu çağ Lenin’in deyimiyle “Savaşlar ve Devrimler” çağı idi. 1. Dünya Savaşı’nı da sona erdiren, sırasıyla önce Rusya’da muzaffer Ekim devrimi ve ardından Almanya’da gerçekleşen Kasım devrimi proletaryanın doğrudan sermayeyi yok etmeyi denediği yeni tarihsel dönemin ilk işaretleri oldu.

Savaşlar ve devrimler çağında artık politik hayatın ağırlık merkezi tamamen parlamentonun sınırlarının ötesine geçmişti. Amadeo Bordiga tarafından hazırlanıp 1920'de Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nde tartışılmak üzere sunulan tezlerde ifade edildiği gibi “parlamentarizmin ortadan kaldırılması komünist hareketin tarihsel bir görevi haline gelmişti.” [4] Aynı tezlerde şöyle devam ediliyordu: “Komünist Partiler, çalışmalarını doğrudan proletarya diktatörlüğüne ve işçi konseylerine dayandırmaz ve burjuva demokrasisiyle her türlü teması kesmezlerse, devrimci Marksist yöntemi yaymada asla büyük bir başarı elde edemeyeceklerdir.

Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nden günümüze, tarihsel olaylar bu tezlerin doğruluğunu fazlasıyla göstermiştir. Komünist partilerin seçim maskaralığına ve parlamento kürsülerine katılması, işçi sınıfı saflarında tehlikeli kafa karışıklıklarına yol açmıştır. Bugün “devrimci” olduğunu iddia eden her türlü grup önümüzdeki seçime katılarak “devrimci parlamentarizm” geleneğini sürdürdüklerini iddia ediyorlar. Bu sözde devrimcilerin aslında yaptıkları ise geçmiş işçi hareketlerinin hatalarını ya da tarihsel gerçekliği yitirilmiş yöntemlerini kullanarak kendi burjuva politikalarını meşrulaştırmaya çalışmaktır.

Temsili demokrasi tam da burjuva toplumunun yıkılması gereken ilk biçimi iken, bu sözde “sosyalistlerin” parlamenter kurumlara ve seçimlere katılması, kapitalizmin yönetimi için “radikal” ve “sürdürülebilir” alternatifler önermelerinden başka bir şey değildir.

Yine de Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasi” savunulamaz mı?

Marksizm tahrifatçısı solculardan liberallere kadar bir çok sermaye partisinin bu seçim özelinde kullandıkları en temel argümanlardan biri ise Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasinin” savunulamasıdır. Bu yazıda detaylı bir şekilde faşizm nedir tartışması yapmak istemiyoruz, kaldı ki bize göre Erdoğan rejimi bir tür popülizmdir, fakat bu yanılsamanın temel sorunu faşizmin, kapitalizmin normal “medeni” işleyişinin dışında, “gerici” güçlerin iktidara gelmesi olarak görülmesidir.

1920'lerde ve 30'larda Avrupa'da faşist hükümetlerin ortaya çıkışının “görünen” açıklaması da tam olarak budur. Bu hikayeye göre faşizm, burjuvazinin isteklerine rağmen iktidara gelmiştir. Bu hikaye, egemen sınıfın tarihin en trajik ve karanlık olaylarıyla her türlü bağlantıyı inkar etmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda faşizmin ortaya çıktığı gerçek tarihsel koşulları da gizlemektedir.

Gerçekte olan ise, ekonomik krizlerin zorlamasıyla karşı karşıya kalan kapitalizmin, kendi ihtiyaçları doğrultusunda faşist rejimleri ortaya çıkarmasıdır. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, yenilen ya da yoksul bırakılan ülkelerde, egemen sınıfın önündeki tek alternatif, emperyalist pastadan daha fazla pay almaya çalışmak ve yeni bir dünya savaşı için seferber olmaktı. Bunu yapmak için tüm politik gücün devlette toplanması, savaş ekonomisinin ve emeğin militarizasyonunun hızlandırılması ve burjuvazi içindeki çatışmalara son verilmesi gerekiyordu. Mülksüzleştirilmiş küçük burjuvazinin gerici bir ifadesi olmaktan ziyade, faşizm, İtalya'da olduğu gibi Almanya'da da büyük sanayi burjuvazisinin bizzat kendi tercih ettiği bir politikaydı. Dolayısıyla, faşist rejimler, ulusal sermayenin taleplerine doğrudan bir yanıt olarak kurulmuştur.

Ancak ekonomik kriz ve devlet kapitalizminin gerekliliği faşizmin temel koşuluysa da en önemli koşulu değildir. Faşizmin en temel önkoşulu işçi sınıfının yenilgisidir. Faşizmin Birinci Dünya Savaşı'nın yenilen en büyük ülkelerinden Almanya ve İtalya’da ortaya çıkışı ancak 1917-23 dünya devrimci dalgasının yenilgisinden sonra olmuştur. Bu ülkelerde faşizm, işçilerin dostu olarak görünen sol güçlerin devrimci dalgayı fiziksel ve siyasi olarak ezmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır. Burada altını çizmek gerekirse, Almanya'da işçi sınıfının seferberliğini kanlı bir şekilde bastırarak Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'i katleden, gelecekteki Nazi milislerinin embriyosu olan Freicorps'ları kullanarak devrimi katledenler Naziler değil, sosyal demokratlardı. Benzer şekilde İtalya’da da Mussolini'nin hareketi ancak işçi sınıfının yenilgisinden sonra, kendisini finanse eden patronların ve onu cesaretlendiren devletin yardımıyla gelişebilmiştir. Nihayetinde faşizmin iktidarı ele geçirmesini sağlayan şey uluslararası devrimci dalganın yenilgisiydi.

Burjuva ideolojisi, “demokrasi” ile “faşizm” ya da “özgürlük” ile “totalitarizm” arasındaki mücadeleyi 20. yüzyıl tarihinin kilit taşı haline getirmektedir. Bu tamamen bir aldatmacadır, çünkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olanaklara göre bu bayraklardan birine ya da diğerine yönelen yine aynı burjuvazi, yine aynı kapitalist devlettir.

Bu aldatmacanın bedelini insanlık topyekün İkinci Dünya Savaşı ile ödemiştir. Bu savaş, “iyi” demokratlar ile “kötü” faşistler arasında “haklı” bir savaş olarak sunulmuş, anti-faşist birlikteliklerin içinde işçi sınıfı, demokrasi savunusu için seferber edilmiştir [5]. Oysa gerçek, bunun tam tersiydi: faşizmi yaratan, çökmekte olan kapitalizmin gerçek varoluş biçimi olan militarizm ve savaş dürtüsüydü. “Mutlak kötü” olan faşizmin, Stalinizm ile birlikte, son yüzyılda gezegenin dört bir yanında yaşanan tüm dehşetlerin tek sorumlusu olduğu vurgulanırken, “demokrat” tarafın Dresden’de, Hiroşima'da, Vietnam, Körfez ve Afganistan savaşlarında sebep olduğu felaketler görmezden gelindi.

Bugün “barış” ve ekonomik refah safsataları çoktan geride kaldı, bu nedenle egemen sınıf, demokrasinin diktatörlüğe karşı son kale olduğuna dair yanılsamalarla işçileri bir araya getirmeye çalışıyor. İşçi sınıfı için demokratik burjuvazi “ehven-i şer” bile değildir. İnsanlığın geleceği işçi sınıfının elindedir ve önündeki en büyük engellerden biri de egemen sınıfın anti-faşist, anti-totaliter seferberliklerle demokratik devleti savunmak için yürüttüğü ideolojik kampanyalardır. Bugün işçi sınıfının ve onun kapitalizmi yok etme kapasitesinin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, gerçek ya da hayali Erdoğan ya da başkasının “faşizmi” değil, egemen sınıfın demokratik tuzaklarıdır.

Sonsöz

Komünistlerin kapitalist demokrasi, onun seçimleri, ve parlamentoları hakkında geliştirdikleri anlayış, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerine dayanmaktadır. Lenin'in Mart 1919'da Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'ne sunmak için “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü” üzerine geliştirdiği tezler'de açıkça özetlediği gibi "Sosyalizm dönekleri, "genel olarak demokrasi" üzerine eski burjuva saçmalıklarını dillerine dolayarak, Paris Komünü deneyimi ile onun somut derslerini unutuyorlar. Komün hiçbir zaman parlamenter bir kurum olmadı." [6]

Kapitalist demokrasi bir aldatmacadır. Sömürücü egemen sınıfın gerçek gücü, sömürdüğü çoğunluğa seçtirdiği parlamentolarda değil, yönetim kurulu odalarında ve koridorlarında, silahlı kuvvetlerinde, teknokratik ve/ya demokratik maskeleriyle sermayesindedir. Kapitalist krizler karşısında bütün kapitalist hükümetler esas olarak işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına yönelik saldırıları artırmak zorundadır. Mayıs seçimlerinde kim kazanırsa kazansın burjuva devletin temel yönelimi aynı olacak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına saldırılar sürecektir.

İşçi sınıfının, hangi kapitalist politikacının burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün başına geçeceğine karar verilmesine katılması, bunun için seferber edilmesi saçmalıktır. Seçim kabinlerinde atomize olan, yalnızlaşan ve sınıflar arası, biçimsiz bir “yurttaşlar” denizinde boğulan işçi sınıfı, kendi cıkarlarını kapitalist seçimler çerçevesinde gercekleştiremez. İşçi sınıfı kendi çıkarlarını ancak sınıf mücadelesi içerisinde, sınıf bilinci ve kimliğini tavizsiz biçimde geliştirerek, sınıf dayanışma ağlarını örerek savunabilir. İşçi sınıfını kaçınılmaz olarak devletle karşı karşıya getiren bu mücadele, kapitalist devleti ve onun korkunç ekonomik sistemini yok edebilecek tek güçtür. Aksi takdirde, işçi sınıfı tarih sahnesinden silindiğinde, ister sol ister sağ tarafından yönetilsin, kapitalistler her türlü barbarlığı yapmakta sınır tanımayacaklardır.

Kamuran

 

[1] Sermaye Solunun Gizli Mirası (2. bölüm): kapitalizmin hizmetinde olan bir yöntem ve düşünme biçimi

[2] 8. Seçim ve Parlamento Aldatmacası

[3] Social Democracy and Parliamentarism

[4] Debates within the Communist International: Theses on Parliamentarism

[5]  Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

[6] First Congress of the Communist International

Tags: 

Rubric: 

Seçimler

Yunanistan'da da İşçilerin Mücadele Azmi ve Dayanışma Ruhu Yükseliyor

İklimsel veya endüstriyel felaketlerin birçok kurban bıraktığı çeşitli durumlarda, EKA suçu yerel işçilere veya yapılara, doğa olaylarının “öngörülemezliğine” veya şu ya da bu teknisyenin "sorumsuzluğuna" atan hükümetlerin, politik veya ekonomik yöneticilerin timsah gözyaşlarını sistematik olarak açığa çıkarıp kınamıştır...

Bu tür felaketlerin (sel, toprak kayması, devasa orman yangınları, Cenova’daki gibi köprülerin yıkılması, fabrika yangınları – ki bunların hepsi son yıllarda artmaktadır) gerçekleştiği her durumda burjuvazi sınır tanımaz bir sinizm ve ikiyüzlülük sergiliyor. Her zaman haksız olanı haklı çıkarmak, gerçek sorumluyu bize unutturmak için bir günah keçisi arıyor. Gerçek sorumlu her gözeneğinden katliam ve yıkım akan, ölmekte olan kapitalist sistemin temsilcileri ve savunucularıdır.

Bugün Yunanistan’da iki trenin çarpışmasının ardından hükümet ve demiryolu şirketleri, suçu kendisi de bir hata yaptığını kabul etmiş olan deneyimsiz bir istasyon şefine atmaya çalışıyor.

Ancak, 2018 ve 2021’de Yunanistan’da onlarca ölüme yol açan büyük yangınlar da dahil olmak üzere diğer benzeri dramatik kazalardan farklı olarak, bu sefer 57 kurbanın ölümünün neden olduğu şok ve acı burjuva devletin sınırlarını çizdiği yas törenlerini aştı ve başbakan Miçotakis ile onun hükümeti tarafından “suçlu” ilan edilerek yargılanan istasyon şefinin ötesine yöneldi.

Kazanın kaçınılmaz olduğu fikrini reddeden nüfusun, özellikle de işçi sınıfının büyük öfkesi sokaklarda, Atina’da, Selanik’te, iş yerlerinde ve on binlerce insanın katıldığı eylemlerde patladı. Demiryolu işçilerinin kendiliğinden greviyle birlikte 8 Mart’ta yapılan bir çağrıyı takiben sağlıktan eğitime, denizcilerden, metro işçilerine ve öğrencilere kadar kamu ve özel birçok sektörde grevler gerçekleşti. Bu durum on yılı aşkın bir süredir görülmemiş birşey.

Son 9 aydır Britanya’da ve bugün Fransa’da emeklilik “reformuna” karşı olduğu gibi, Yunanistan’da işçi sınıfı “artık yeter!” diyor.

On yılı aşkın süredir devam eden kemer sıkma politikalarıyla çöken kamu hizmetleri karşısında tüm sokak eylemleriyle iktidara “bu insan hatası değildi, bir kaza değildi, suçtu!” diyor. “Kahrolsun katiller hükümeti!”, “Suç Bakanı Miçotaiks!” sloganları yükseliyor. Miçotakis’in istasyon şefinin “insan hatasını” sorumlu tutan ilk açıklamalarının ardından sıraladığı özürler de, sokaklara dökülen 12.000’den fazla kişiyi daha da celallendirdi.

Yunanistan işçi sınıfı, Fransa’da olduğu gibi, krizin bedelini ödemeyi, ardı arkası gelmez kemer sıkma programlarını ve çalışma süresinin uzatılmasını reddederek, kapitalist sömürünün tüm kurbanlarıyla dayanışmasını ilan ediyor; personal eksikliği, altyapının bakımsızlığı, sürekli kaza yapan otobüs ve trenler, işlemez ya da eksik güvenlik sistemleri, malzeme eksikliği gibi nedenlerle ölüm tuzağına dönüşmüş, dönüşen ulaşım sistemlerinde ölmek istemediğini ilan ediyor. Yunanistanlı bir öğretmen, “bu tren kazansı sadece okyanusta bir damlaydı. Yunanistan’da hiçbir şey çalışmıyor. Eğitim, sağlık, toplu taşıma her şey mahvolmuş durumda. Bu hükümet kamu sektöründeki bu katlanılmaz durumu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyor ama polise ve orduya para harcıyor!” diyor.

Bu, tüm dünyada yaşam ve çalışma koşullarımızı giderek kötüleştiren kapitalist sistemin yarattığı gündelik gerçeklitir!

Bugün Yunanistan'daki işçi sınıfının sergilediği kitlesel mücadele azmi, Fransa'da ve İngiltere'de proletaryanın aylardır muazzam bir öfke ve kararlılık gösteren mücadelelerine eklenebilir.

Devletin ikiyüzlülüğüne karşı, çılgınca kâr arayışıyla özel veya kamu, bütün işletmelerde sermayeye karşı aynı öfke, aynı dayanışma, kapitalist sistemin çürümesinin bedelini hayatıyla ödemeyi reddedenlerin isyanı yükseliyor.

Ekonomik kriz ve devletin beceriksizliği karşısında diğer kitlesel öfke ifadeleriyle süreklilik içinde, Yunanistan'da gördüğümüz de aynı sınıf "refleksidir". Ve yine burada da, bu militanlık seviyesini görmeyeli yıllar olmuştu.

İşçi saflarındaki bu dayanışma "refleksi", yıllarca süren kayıtsızlık ve geri çekilmeden bir kopuştur. Buna bir örnek: 8 Mart'taki grev gününde, grevdeki toplu taşıma işçileri, insanların eylemlere katılabilmeleri için otobüs ve metroyu birkaç saat için çalıştırmaya karar verdiler. Fransa'daki sendikaların önerdiği “ablukaların” aksine, mücadele işte bu şekilde dayanışmayı yaygınlaştırabilir ve hareketin ölçeğini genişletebilir.

Başlangıçta işçilerin kitlesel tepkisi karşısında şaşkına dönen Yunanistan burjuvazisi, elbette bu harekete ve bilinçlenme sürecine sınırlar koymaya çalıştı: Yunanistan burjuvazisi yolsuzluk, kayırmacılık, "yasal" düzenin zayıflaması, Avrupa’nın dayattığı kemer sıkmalara dair yakınıp duruyor ve önümüzdeki seçimlere kitlesel katılım çağrısı yapıyor. Bu çabaların hepsi, kapitalist dünyanın çürümesi gerçeğini ve her yerde olduğu gibi Yunanistan'da da yol açtığı felaketlerdeki sorumluluğunu maskelemeyi hedefliyor.

Ancak bu kitlesel dayanışma hareketinin sonucu ne olursa olsun, zafer şimdiden elde edilmiştir, çünkü bu sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekte dirilişinin bir başka adımıdır.

Stopio, 10.3.23

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Yükselen ve çöken kapitalizmde sanat tarihine doğru notlar

"Marksçı yöntem, yeni sanatın gelişimini tahmin etmek, tüm kaynaklarının izini sürmek, en ilerici eğilimlere yolun eleştirel bir şekilde aydınlatılmasıyla yardımcı olmak için bir fırsat sunar, ancak bundan fazlasını yapmaz. Sanat yolunu kendisi, ve kendi araçlarıyla çizmelidir." (Troçki, Komünistlerin sanata yönelik politikası, 1923)

Kültürün en karmaşık, en hassas ve aynı zamanda en az korunan parçası olan sanat, burjuva toplumunun gerilemesinden ve çürümesinden en çok zarar görendir." (Troçki, Çağımızda Sanat ve Politika, 1938)

Kapitalizmde sanat

Kapitalizmin yükselişi yeni duygularla yeni fikirleri ortaya çıkaran, şimdiye kadar hayal bile edilemeyen üretim güçleriyle beraber, sanatçıların bunları ifade etmeleri için yeni araçlar serbest bırakır. Bu yeni üretim tarzının yerkürenin tüm yüzeyine yayılması ve insan deneyiminin tüm alanlarına nüfuz etmesi, ulusal kültürler ve yerel sabit tarzlar arasındaki engelleri çözerek ilk kez tek bir dünya kültürü yaratır.

Üretimde sürekli devrim yaratarak ve üretkenliği arttırarak kapitalizm aynı zamanda eski, katı toplumsal ilişkileri de yok eder ve sanat da dahil olmak üzere her şeyi bir metaya dönüştürür. Şimdiye kadar doğrudan bir müşteri için üretim yapan 'saygıdeğer' ve 'onurlu' bir zanaatkâr olan sanatçı, giderek daha fazla, ürünleri anonim bir pazara atılan ve rekabet yasalarına tabi tutulan ücretli bir işçiye indirgenir.

Bireysel kapitalistin özel yaşamına bir yatırım ya da süs olarak kullanılmasının ötesinde, kapitalizm, tek itici gücü olan sermaye birikiminden bir sapma olan sanata karşı doğası gereği düşmandır. Dahası, sömürücü bir sistem olarak kapitalizm temelde insanlığın çıkarlarına ve dolayısıyla en iyi sanatın hümanist ideallerine karşıt konumdadır. Sanat bunun ne kadar bilincinde olursa, kapitalist toplumun insanlık dışılığına karşı o kadar fazla protestoya yönelir. Bu şekilde, en iyi sanatçılar kendi dönemlerinin ve sınıfsal kökenlerinin sınırlarını aşarak kapitalizmin suçlarına ve insani trajedilerine karşı güçlü kınamalar yaratabilirler (Goethe, Balzac, Goya).

Kapitalizm ve insanlık arasındaki bu antagonizma, yeni üretim tarzının burjuvazinin feodal mutlakiyetçiliğe karşı devrimci bir mücadeleye giriştiği ilk aşamalarında tam olarak belirgin değildir. En iyi sanat, bu yeni sömürücü sınıfın ilerici ahlaki ve manevi değerlerini yansıtabilir; bu sınıfın enerjisi ve güveni - ve cömert himayesi - kendi egemenliği kurulmadan çok önce Rönesans'ın sanatsal başarılarını mümkün kılar.

Burjuva devrimleri çağında sanat

Burjuva-demokratik devrimler çağında (yak. 1776-1848) sanat hala burjuvazinin devrimci amaçlarını ifade edebilmektedir, ancak kapitalizmin iğrenç gerçekleri çoktan açığa çıkmaya başlamıştır. Romantizm (Blake, Goethe, Goya, Puşkin, Shelley, Turner) bu dönemin çelişkili doğasını yansıtır; sanatta feodal ve aristokratik değerleri reddeder ama aynı zamanda kapitalist sanayileşmenin sanat ve birey üzerindeki acımasız etkilerini tutkuyla protesto eder.

Yeni sömürücü sınıfın 'rasyonalitesine' karşı romantizm, öznel deneyimin, hayal gücünün ve doğanın aşkınlığının gücünü savunur ve ilhamını Orta Çağ'dan, mitolojiden ve halk sanatından alır. Siyaseten sıklıkla gerici, geriye dönük bir biçim alır, ancak enternasyonalist, komünist bir vizyonu ifade eden kesin bir devrimci eğilime de yol açar (Heine, Blake, Byron, Shelley)[1]. Bu eğilimin en derin şiirsel kavrayışları yalnızca Ekspresyonizm ve Sürrealizmin daha sonraki sanatsal fikirlerini değil, aynı zamanda Marksizm ve psikanalizin teorik gelişmelerini de öngörür.

Ne zaman ki iktidara geldiğinde ve proletarya tarih sahnesine çıktığında, burjuvazi ilerici değerlerinden kurtulur ve kendi sınıf egemenliğine yönelik ölümcül bir tehlike olarak tüm devrim fikrini gömer. Bu noktadan itibaren, sanatın gerçekliği anlama ve insanlığın çıkarlarını ifade etme girişimleri kaçınılmaz olarak kapitalist ideolojiyle çatışmaya girer.

Modern burjuva sanatının doğuşu

Burjuva modern sanatının belirleyici karakteristiği, tam da kapitalizmin ilerici gelişiminin koşulları zirveye ulaşırken ortaya çıkmasıdır.

Avrupa'nın en ileri ülkeleri ve Amerika’da 19. yüzyılın ortalarında sanayi kapitalizminin kesin zaferi, bilimler ve felsefede rasyonalist, pozitivist ve materyalist ideolojilerin, sanattaysa realist ya da natüralist yaklaşımların büyümesinde yansıma bulmuştur. Marx ve Engels edebiyatta gerçekçiliği (Flaubert, Balzac, Elliot) dünya sanatının en üstün başarısı olarak görür. Görsel sanatlarda gerçekçilik (Courbet, Millet, Degas) hem klasik sanata hem de romantizmin duygusallığına ve subjektivizmine karşı bir tepkidir; bunun yerine hakikat ve doğruluk hedeflerini tasdik eder ve işçi sınıfı yaşamının o ana değin görmezden gelinen sert gerçekleri de dahil olmak üzere günlük yaşam sahnelerini tasvir eder. Burjuvazi için, kapitalizmdeki yaşamın çirkin gerçeklerini doğru bir şekilde tasvir eden her sanat, tanımı gereği devrimcidir ve reddedilmelidir.

Bu dönem aynı zamanda işçi hareketinin geliştiği bir dönemdir ve bundandır ki gerçekçiliğin işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesiyle açıkça özdeşleşen devrimci bir eğilime yol açması şaşırtıcı değildir. Fransa'daki gerçekçi hareketin lideri Courbet şöyle der: "Ben sadece bir sosyalist değil, aynı zamanda bir demokrat ve cumhuriyetçiyim, devrimin tek kelimeyle bir partizanıyım ve her şeyden önce bir realistim, yani gerçek hakikatin samimi dostuyum."[2]

Empresyonizm (Pissaro, Manet, Degas, Cézanne, Monet) endüstriyel ve kentsel toplumun büyümesine; yeni teknolojik gelişmelere ve bilimsel keşiflere (fotoğrafçılık ve optik), ticaretin küreselleşmesine (Japon baskılarının etkisinde görülür) ve yeni sanat için bir müşteri olarak orta sınıfın büyümesine sanatsal bir yanıttır. Hakikate ve kesinliğe bağlılığını korur ancak hareket ve ışığın öznel algısına odaklanır: "Eski akademik tarz 'işte doğanın tasvir edilmesi gereken kurallar (ya da imgeler)' ve natüralizm 'işte doğa' derken, Empresyonizm 'işte ben doğayı böyle görüyorum' der."[3] Empresyonist temalar ve etkiler müzikte (Debussy, Ravel) ve edebiyatta da (Lawrence, Conrad) görülebilir.

Gerçek anlamda modern bir burjuva sanat hareketi olarak empresyonizm çelişkili bir gelişmedir. Rönesans'ın klasik sanatı, devrimci burjuvazinin vizyonu ve güveninden kaynaklanan temel bir birlik duygusunu ifade ederken, empresyonizm kapitalizmin zaferini ve sanayi toplumunda bireyin atomizasyonunu yansıtır. Kendisini öznel ya da duyusal algıya dayandırarak, buna uygun olarak gerçekliği bir kırkyama olarak temsil eder:

"Dolayısıyla Empresyonizm bir anlamda gerilemenin, dünyanın parçalanmasının ve insansızlaşmasının bir belirtisiydi. Ama aynı zamanda, burjuva kapitalizminin uzun 'kapanış mevsiminde' ... burjuva sanatının görkemli bir doruk noktası, altın bir sonbahar, geç bir hasat, sanatçının elindeki ifade araçlarının muazzam bir zenginleşmesiydi."[4]

Kapitalist yükselişin sonunda sanat

'Belle Époque' ya da 'Yaldızlı Çağ' olarak adlandırılan yaklaşık 1890-1914 yılları arasındaki dönem, kapitalizmin görünüşte en iyimser ve teknolojik olarak en gelişmiş olduğu, özellikle güçlü ekonomik büyümenin sanatsal ve bilimsel gelişmeler (Freud'un bilinçdışı teorisi, kuantum ve görelilik teorisi) için verimli koşullar yarattığı bir dönemdir. Ancak yüzeyin altında bu aynı zamanda, militarizmin ve emperyalist gerilimlerin yükselişiyle, devletin topluma artan müdahalesi ve kitlesel işçi sınıfı mücadeleleriyle iç kemirici bir belirsizlik ve şüphe dönemidir: Hepsi kapitalizmin kalbinde büyüyen bir krizin işaretleri.

Bu dönemde beliren sanatsal akımlar (kübizm, dışavurumculuk, sembolizm) kaçınılmaz olarak bu çelişkileri yansıtır ve hem ilerici burjuva sanatının son bir çiçeklenmesini hem de sonunun ilk belirtilerini ifade eder. En son bilimsel ve felsefi teorilerin etkisini gösteren Kübizm (Picasso, Braque), nesnelerin tek bir bakış açısından tasvirini terk eder, onları birden fazla bakış açısından soyutlanmış biçimde analiz eder, parçalar ve yeniden birleştirir. Dışavurumculuk, fiziksel gerçeklikten ziyade öznel anlamı veya duygusal deneyimi tasvir ederek gerçekçiliği tastamam reddeder. Aynı zamanda edebiyatta (Kafka) ve geleneksel tonalitenin atonalite ve disonansla reddedildiği müzikte (Schoenberg, Webern, Berg) de etkilidir. Sembolizm (Baudelaire, Verlaine) mistisizm ve hayal gücü lehine gerçekçilik ve natüralizme karşı şiirsel bir tepkidir ve daha sonra "ölmekte olan şeylere düşsel bir inziva"[5] olarak tanımlanmıştır.

Burjuva modern sanatı içindeki radikal bir eğilim, kendisini yeni sanatsal değerlere sahip yeni bir ilerici toplumun avangardı olarak görmekte ve sanatın kapitalist toplumun modernleştirilmesinde oynayacağı bir rol olduğunu savunur. Bu 'modernist' avangard, tam da kapitalizmi içeriden reforme etme olanakları sona ermek üzereyken ortaya çıkar. Özellikle İtalya ve Rusya'da 20. yüzyılın başlarında resim, şiir, mimari ve müzikte etkili olan fütürizm (Marinetti, Mayakovsky, Malevich), gençlik, hız, dinamizm ve güç gibi kapitalist ilerlemenin tema ve sembollerini yüceltir. Ancak özellikle Almanya'daki diğer modernist unsurlar, kapitalist 'moderniteye' karşı daha eleştireldir ve burjuva toplumundaki yaşamın yabancılaşmasını ifade eder (Munch'un 'Çığlık'ı).

Burjuva modern sanatının ölümü

Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, bu Modernist avangardı, Marinetti ve İtalyan fütüristler gibi kapitalist ilerlemeyi yücelten ve coşkuyla barbarlığın (ve daha sonra faşizmin) yanında yer alanlar ile Rus fütüristler ve Alman dışavurumcular gibi savaşa karşı çıkan ve proleter hareketle az çok karışık ve kısmi bir şekilde ilişki kurmaya başlayan daha radikal eğilimler olarak ikiye ayırır.

Savaşa bilhassa verilen ilk sanatsal tepki dada'dır. Uluslararası bir savaş karşıtı ve anti-kapitalist hareket olan dada, muharebe meydanlarındaki kıyımı tüm burjuva kültürünün iflasının kanıtı olarak görür. 'Programı' anarşizme yakındır: kültürün yıkılması ve sanatın lağvedilmesi, ve pratiği kaos ve irrasyonaliteyi benimser (gazetelerden kırpılan rastgele bir araya getirilmiş kelimelerden yapılan şiirler vb.) İşçi sınıfının savaş karşıtı mücadelelerine daha yakın olan Berlin dadaistleri (Heartfield, Grosz, Dix, Ernst) daha açık bir şekilde komünist pozisyonlar alır, hatta kendi siyasi partilerini kurar ve Alman devrimini faal olarak desteklerler[6].

Ekim 1917 Rus devrimi, savaş sonrası devrimci dalganın ve modernist avangardın özgürleştirici bir sanat yaratma girişimlerinin doruk noktasıdır. Sovyetlerin iktidarı ele geçirmesini izleyen kısa bir dönem boyunca, çoğu kendisini açıkça devrimle özdeşleştiren büyük bir sanatsal deney ve faaliyet dalgası yaşanır. Genç Sovyet devletinin koruması ve Bolşevik Parti'nin eleştirel desteğiyle, Mayakovski'nin "Sokaklar fırçalarımız, meydanlar paletlerimizdir" sözünden ilham alan Rus avangardının bazı kesimleri (fütüristler, prodüktivistler, konstrüktivistler), sanatı gündelik yaşamı dönüştürmek için kullanmak amacıyla, mimarlık, endüstriyel tasarım, sinema, reklamcılık, mobilya, ambalaj ve kıyafetleri kucaklayan endüstriyel üretim namına 'saf' sanatı terk eder. Kültür ve sanatın geleceği hakkında hararetli tartışmalar yaşanmaktadır. Güçlü nüfuzlu Proletkult hareketi, önceki tüm kültürü reddetme eğiliminde olup yeni bir devrimci, proleter estetik yaratmak isterken, Troçki gibi diğerleri proleter kültür kavramını tamamen reddetmekte ancak yeni bir devrimci sanatın ortaya çıkmasını desteklemekte ve bunun acilen ortaya çıkmasını beklemektedir[7].

1917-1923 yılları arasında kapitalizmi temellerinden sarsan devrimci dalga bağlamında bu gerçek dışı görünmüyor. Dada'nın tüm burjuva kültür ve sanatına kestiği ceza dünya proletaryası tarafından yerine getirilmek üzere gibi görünüyor. Gerek Almanya'da, gerek İngiltere'de, gerek Amerika'da...

Ancak Rus kalesinin tecrit edilmesi ve proletaryanın Avrupa'daki devrimci girişimlerinin yenilgiye uğramasıyla birlikte, Bolşeviklerin modernist deneylere verdiği ilk desteğin yerini, Stalinist karşı-devrim pençesini sıktıkça muhalefetin bastırılması ve artan devlet kontrolü alır. Uluslararası alanda modernizm, Stalinist, faşist (özellikle İtalya'da) ya da sosyal demokrat olsun, gerici devlet kapitalisti rejimler tarafından resmi mimari üslup olarak benimsenerek nihayete erer

Sanat ve kapitalist karşı-devrim

Derinleşen burjuva karşı-devriminde Rus sanatsal avangardı, hayatta kalan komünist muhalefetle temelde aynı seçeneklerle karşı karşıyadır: 'sosyalist gerçekçilik' dayatmasıyla Stalinist totalitarizme boyun eğmek, sessizlik ya da sürgün. Faşizmin yükselişiyle birlikte Avrupalı avangart sanatçılar da giderek daha fazla sürgüne zorlanır ve/veya açıkça muhalif bir politik duruş sergiler.

Sürrealizm (Breton, Aragon, Ernst, Péret, Dali, Miró, Duchamp) dada'dan doğar ama ancak devrim için pratik fırsatlar azalmaya başlarken belirgin bir hareket haline gelir. Stalinizme karşı siyasi muhalefetle [8] yakından ilişkili hale gelen açıkça devrimci bir sanatsal harekettir. Sürrealizm fikirlerini Marksizmin yanı sıra Freudyen psikanalizden de alır ve bilinçdışını özgürleştirmek için serbest çağrışım, rüya analizi, yan yana getirme ve otomatizmin kullanımını vurgular. Derin bir yenilgi döneminde kapitalizm içinde kalıcı bir devrimci sanat pratiğini sürdürme çabası, onu çürümeye ve en nihayetinde geri kazanılmaya [recuperation] eğilimli kılar, ancak sürrealist fikirler görsel sanatlar, edebiyat, film ve müziğin yanı sıra felsefe ve siyasi ve sosyal teori üzerinde büyük bir etkiye sahiptir.

Burjuva karşı devriminin 1930'lardaki zaferiyle – Victor Serge’ün tabiriyle "Yüzyılın gece yarısı" - kapitalist kültürdeki çöküşün tüm klasik semptomlarının tam anlamıyla çiçek açtığını görüyoruz:

"İdeoloji çürür, eski ahlaki değerler tükenir, sanatsal yaratıcılık durgunlaşır ya da statükoya karşıt bir işlev görür, obskürantizm ve felsefi kötümserlik gelişir. [...] Sanat alanında dekadans kendini bilhassa şiddetli bir şekilde göstermiştir [...] Diğer dekadans dönemlerinde olduğu gibi, sanat, geçmiş biçimlerin ebedi bir tekrarı içinde durgunlaşmazsa, mevcut düzene karşı bir duruş sergilemeye çalışır ya da sıklıkla bir dehşet çığlığının ifadesidir."[9]

Çöküş gerçekten özgürleştirici bir sanata duyulan ihtiyacı daha da acil hale getirmektedir, ancak sistemin derinleşen krizi ve bunun burjuva toplumu üzerindeki etkileri, böyle bir sanatın ortaya çıkması için asgari koşulların giderek zayıfladığı anlamına gelirken, sanatın radikal küçük burjuvazideki geleneksel toplumsal tabanı daha da aşınmakta ve işçi sınıfı kitlesinin yaşamından izole edilmektedir.

Bu koşullarda, 'mevcut düzene karşı bir duruş sergilemeye çalışan' sanat kendini giderek daha fazla tecrit edilmiş bulur ya da şu ya da bu gerici siyasi fraksiyon tarafından propaganda olarak kullanılmak üzere geri kazanılır (Picasso'nun 'Guernica'sı). Kapitalist barbarlığa karşı bir dehşet çığlığını ifade eden sanat da benzer şekilde, mezalimin boyutları karşısında giderek daha güçsüz hale gelmektedir: İkinci Dünya Savaşı (1914-18'deki 20 milyona kıyasla çoğu sivil 60 milyondan fazla ölü), Nazi ölüm kampları, Hiroşima ve Nagazaki, Hamburg, Dresden, Stalinizmin kitlesel suçları... Adorno'nun deyişiyle, Auschwitz'den sonra zaten barbar olan bir kültüre daha fazla katkıda bulunmadan şiir yazmak imkânsız hale gelir.

Ancak kapitalist çöküş, üretici güçlerin durduğu anlamına gelmez. Sistem hayatta kalabilmek için üretimde devrim yapmaya ve üretkenliği artırmaya devam etmek zorundadır. Daha ziyade, Marx'ın 'çürüme olarak gelişme' olarak adlandırdığı şeyi giderek daha fazla görürüz. Benzer şekilde sanat alanında da, kısmen yeni teknolojik gelişmelere ve toplumdaki değişimlere yanıt olarak, sanatsal ekollerin ilerleyişini görmeye devam ederiz, ancak bu giderek daha fazla önceki tarzların apansız geri dönüştürülmesi, umut ve umutsuzluk arasında şiddetli ruh hali değişimleri, parçalanma ve her bir ekolün tam gelişimine ulaşmadan parçalanması ve yok olmasıyla karakterize olur. İnsan yaratıcılığı asla sona ermez, ancak kendini giderek daha fazla boğulmuş, kanalize edilmiş, engellenmiş ve yozlaşmış bulur. Hâlen sanatsal gelişmeler (caz) ve yeni teknik ve tarzların ortaya çıkışını görürüz, ancak bu gelişmeler giderek celladıyla randevusundan kaçan ve sadece yamyam misali kendini yiyerek hayatta kalan bir toplumun çürümüşlüğünü yansıtıyor.

Bu durum, 'savaş sonrası patlama' döneminde ortaya çıkan en etkili sanatsal ekol olan (en azından resim ve heykelde) soyut dışavurumculukla örneklendirilebilir. Soyut dışavurumculuk kısmen 1930'ların toplumsal gerçekçiliğinin (Rivera) açık siyasi içeriğine bir tepkidir. Sürrealizm ve Avrupa avangardından etkilenen bu akım, çeşitli derecelerde soyut imgeler yaratmak için bilinçdışı fikir ve duyguların spontane, doğaçlama ya da otomatik tekniklerle ifade edilmesini vurgular (Pollock, Rothko, Newman, Still). İkinci Dünya Savaşı'nın travmasından ve ABD'deki savaş sonrası baskıcı iklimden etkilenen bu akım, açık siyasi içerikten kaçınır ve ilham almak için ilkel sanata, mitolojiye ve mistisizme yönelir. Bunun yanında saf soyutlama arayışı, Soğuk Savaş'ta ABD devletinin, Rus emperyalist rakibinin 'sosyalist gerçekçiliğine' karşı kültürel bir silah olarak soyut dışavurumculuğu teşvik etmesini kolaylaştırır.

Sanat ve 'kültür endüstrisi'

Eğer 20. yüzyılın ortalarında sanat, tüm sınıflı toplumlarda görülen klasik çöküş belirtilerini sergiliyorsa, özellikle 'savaş sonrası patlama' döneminde, sadece sanatın kapitalist toplumda üretilme ve dağıtılma biçimini değil, aynı zamanda işçi sınıfı kitleleri tarafından 'deneyimlenme' biçimini de dönüştüren belirli gelişmeler de vardır. Bu gelişmelerin kümülatif etkisi, devrimci sanatın ortaya çıkış koşullarını daha da zayıflatmak ve hayatta kalan sanatsal avangardın yok oluşunu hızlandırmaktır. Bu gelişmelerin birçoğu bizzat çöküşün belirtileri ya da kapitalizmin kendi tarihsel krizinin çelişkilerini aşma girişimleridir. Bunlar şunları içerir:

- 'kültür endüstrisi'nin gelişmesi ve ürettiği metalara (müzik, filmler, televizyon programları, vs.) seri üretim tekniklerinin ve montaj hattı ilkelerinin uygulanması;

- devlet kapitalizminin ve özellikle de işçi sınıfını daha iyi kontrol etmek ve herhangi bir isyan belirtisini geri kazanmak için sofistike bir ideolojik aygıtın geliştirilmesi;

- savaş sonrası dönemde işçi sınıfı için reel ücretlerdeki göreli artışa ve kitlesel tüketim için artan meta üretimine (ki kısmen kredi genişlemesiyle finanse edilmiştir) dayanan 'tüketim toplumunun' yükselişi;

- pazarlama ve reklamcılık gibi üretken olmayan harcamaların ve faaliyetlerin artması.

Sonuç olarak, tarihte ilk kez kapitalizm, işçi sınıfı kitle halinde tüketimi için ucuza sanatsal metalar (müzik, film vb.) üretebilmekte ve böylece birikim güdüsünden gereksiz bir sapma olarak sanata karşı içsel düşmanlığının üstesinden gelebilmektedir. Bu, sanatsal metaların ideolojik amaçlarla kullanımını, sadece işçilere 'boş zamanlarında' 'eğlence'ye yönelik araçlar sağlayarak emeğin yeniden üretimini sağlamaya yardımcı olmak değil, aynı zamanda herhangi bir sanatsal muhalefet ifadesini geri kazanmak için de büyük ölçüde kolaylaştırır.

Proletarya Mayıs 1968 mücadeleleriyle tarih sahnesine geri döndüğünde, radikal sanat hareketlerinin (Arte Povera) ortaya çıktığını pekala görürüz, ancak beklenebilecek ölçekte değil. Bunun yerine, Avrupa sanatsal avangardının en radikal torunları olan Sitüasyonistler, 'gösteri toplumu'na, yani bürokratik kapitalizmin kültürü metalaştırmasına ve yıkıcı fikirleri geri kazanmak için kitle iletişim araçlarını kullanmasına yönelik eleştirileri ve "hayatın, siyasetin ve sanatın devrimci bir şekilde yeniden düzenlenmesi" için pratik eylem önerileri ile ayırt edilirler. Sitüasyonistler, tam da kapitalizmin tarihsel krizinin geri döndüğü anda bu 'gösterinin' gücünü abartırlar, ancak en radikal sanatsal faaliyetin bile açıkça politik, yani bu dönemde devrimci olmadığı sürece geri kazanılmaktan kaçınamayacağını tespit ederken gerçeğe daha yakınlar.

Sanat ve Çürüme

Kapitalizmin son evresine, yani çürüme evresine girmesiyle birlikte, Troçki'nin ifadesiyle "kölelik üzerine kurulu bir kültürün yıkıntıları altında çürüyen Grek sanatı gibi"[10] kaçınılmaz olarak çürüyecek olan sanatla birlikte tüm insan kültürünün de yok olması pek gerçek bir olasılıktır.

1970'lere gelindiğinde şirketler ve devlet kurumları tarafından desteklenip sübvanse edilmiş ve güvenli bir şekilde müzelere yerleştirilmiş modern sanat, Amerika ve Avrupa'daki resmi devlet kapitalist kültürünün bir parçasıdır. 1989-91'de Rus bloğunun çöküşüne kadar birbirini izleyen işçi sınıfı mücadelesi dalgalarına rağmen sanatın, 1980'lerin sahte ekonomik patlamasıyla hızlanan ve külçe olarak sanata yapılan altına hücum misali spekülatif yatırımları doğuran bir borç patlamasıyla körüklenerek daha da çürüdüğünü görürüz. Piyasanın aşırılıkları, karşı devrimin, savaş sonrası patlamanın ve 'kültür endüstrisinin' yükselişinin başlattığı işi bitirir.

Özellikle 1980'lerden itibaren 'post-modernizm'in ortaya çıkışı, bir anlamda modernizmin bu uzadıkça uzayan ölümünün kaçınılmaz nihai kabulüdür. 'Post-modernizm'in kökleri sol entelijansiyanın kurak bölgelerinde (Derrida ve diğerleri) bir 'demokratikleştirici proje' olarak ortaya çıkmıştır. Sadece sanatın avangard rolünün değil, aynı zamanda tarihin ileriye doğru hareketi türünden her kavramının da terk edilmesini kuramsallaştırır. Bu nedenle 1990'larda 'komünizmin sonu' ve 'tarihin sonu'na dair burjuva ideolojik kampanyalarının tamamına mükemmelen uyarak, yalnızca genel demoralizasyona ve umutsuzluğa katkıda bulunur.

Bu nedenle, çökmekte olan kapitalizmin son aşamasına, çürümeye girmesinden önce bile, sanatın ileri düzeyde çürümesine işaret edebiliriz, yani "tüm ‘sanatsal’ üretimin boşluğu ve yolsuzluğu: edebiyat, müzik, resim, mimari, kaygı, umutsuzluk, tutarlı düşüncenin çöküşü, boşluktan başka bir şey ifade edemiyor..."[11] Aslında bu açıklama yeterince ileri gitmemektedir. Buna, sanatta kendini yok etme, Alman sanatçı Anselm Kiefer'in deyimiyle 'anti-sanat' olma eğiliminin tespitiyle ekleme yapabiliriz. Çürüyen kapitalizmde anti-sanat bile ... sanattır: "Sanatta kendi hücrelerini yok eden bir şey vardır. Damien Hirst büyük bir anti-sanatçıdır. Sothebys'e gidip kendi eserinizi doğrudan satmak sanatı yok etmektir. Ama bunu bu kadar abartılı bir şekilde yapınca, bu kendisi sanat haline geliyor ... bunun çakılmadan [2008] iki gün önce olması daha da iyi oldu."[12]

Kapitalizmin 2007 öncesi spekülatif balonunun bir başka semptomu olarak görünen Hirst gibi 'sanatçı/girişimcilerin' kinik manipülasyonlarının ötesinde, daha temel bir gerçek var. Dışavurumcu şair Rainer Maria Rilke (1875-1926) sanatçıyı "hareketleri hücresinin kısıtlamasıyla bozulan bir dansçı”ya benzetir: “Adımlarında ve kollarının sınırlı salınımında ifade bulamayan şey, yorgunluk içinde dudaklarından dökülür ya da vücudunun yaşanmamış çizgilerini yaralı parmaklarıyla duvarlara kazımak zorunda kalır."[13] Eğer sanatçı gerçekten de hücredeki bir mahkûm gibiyse, o zaman çürüyen kapitalizmde en iyi sanatçılar, kapitalist yaşamın dayanılmaz koşullarına ve gerçek sanatsal ifadenin imkânsızlığına karşı 'kirli protesto'ya [dirty protest, 14] denk eylemlere başvurmaya giderek daha fazla zorlanmaktadır. Ancak görünen o ki, metalaşma ve geri kazanılmadan kaçmak için hücre duvarlarını kendi dışkınızla sıvamanız bile artık yeterli değil. İtalyan sanatçı Manzoni 1961 yılında kendi bokuyla dolu 90 tenekeden oluşan bir eser üretti. Sotheby's 2007 yılında tenekelerden birini 124,000 Euro'ya sattı.

 

[1] Bkz. Heinrich Heine: 'The revolution and the party of the nightingales’.

[2] Proudhon destekçisi olan Courbet, Paris Komünü'ndeki aktif rolü nedeniyle hapsedilmişti.

[3] Culture and Revolution in the Thought of Leon Trotsky, Revolutionary History, vol. 7, No. 2, Porcupine Press, London 1999, s. 102.

[4] Ernst Fischer, The Necessity of Art: A Marxist Approach, Pelican, 1963, s.75. Buna göre, empresyonist Cézanne da bu gerilemenin oldukça farkındaydı. Eski ustaların eserlerine dair şunu söyler: “İstediğiniz detay üzerine eğiliyor olun, sanki tüm melodiyi kafanızda duyabilirsiniz. Bütünden hiçbir şeyi kopartıp çıkaramazsınız. ... Yaptıkları kırkyama bizimki gibi değildi...” (Fischer, s.75).

[5] Edmund Wilson, Axel's Castle, 1931. Sembolistler o dönemde 'dekadanlar' olarak da bilinirlerdi.

[6] 1919 başlarında kurulan ‘Dünya Devrimi için Merkez Dada Konseyi'nin çağrıları şöyleydi“1) Tüm yaratıcı ve aydın erkek ve kadınların radikal Komünizm temelinde enternasyonal birliği; (...) Mülkiyetin acil lağvedilmesi (...) ve herkesin komünal olarak doyurulması (...) Simültaneist şiirin Komünist devlet duası olarak kabul edilmesi.” (Wikipedia).

[7] Troçki, Communist policy toward art, 1923. Proletkult hareketi ve Bolşevik Parti içerisinde kültüre dair tartışmalar için şu seriye bkz. “Communism is not just a nice idea” in International Review nos. 109, 111.

[8] Dali faşizmi desteklerken Aragon gibi kimi sürrealistler de Stalinizmin savunucusu oldular. Önde gelen sürrealistler Troçki ile temas kurdu ve hareket Sol Muhalefet ile oldukça yakınlaştı, fakat öncü sürrealist şair Benjamin Péret gerici siyasi konumları dolayısıyla Troçkist Dördüncü Enternasyonalden 1948'de koparak Munis’in grubuyla çalışmalara başladı.

[9] The Decadence of Capitalism, ICC broşürü.

[10] Troçki, Art and politics in our epoch, 1938.

[11] “Theses on decomposition, the final phase of capitalism’s decadence”, International Review no. 107, 2001. Buna eğitim sisteminin topyekün krizini ve bunun geleneksel sanat becerisi, bilgisi ve teknikleri üzerindeki etkisini de ekleyebiliriz.

[12] Guardian, 9 Aralık 2011.

[13] Alıntının kaynağı: Norman O. Brown, Life against death. The psychoanalytical meaning of history, 1959, s. 66.

[14] Geçici IRA mensubu tutsakların 80'lerin başında gerçekleştirdikleri hapishane protestosu.

Tags: 

Rubric: 

Sanat tarihi

İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya, Meksika, Çin... Her yerde aynı soru: Mücadeleyi nasıl geliştirebiliriz? Hükümetlere nasıl geri adım attırabiliriz?

7 Mart'ta Fransa'da, 8 Mart'ta İtalya'da, 11 Mart'ta İngiltere'de genel grevler ve dev gösteriler gerçekleşti. Öfke her yerde büyüyor ve yayılıyor.

İngiltere'de dokuz aydır tarihi bir grev dalgası yaşanıyor. Yıllarca süren kemer sıkma politikalarına ses çıkarmadan katlandıktan sonra, İngiltere'deki proletarya artık bu fedakarlıkları kabul etmiyor. "Artık Yeter" sloganı yükseliyor. Fransa'da ise, barutu ateşleyen emeklilik yaşının artması girişimi oldu. Milyonlarca insan sokaklara döküldü. Burada yükselen slogan da "ne bir yıl daha fazla, ne bir euro eksik". İspanya'da sağlık sisteminin çökmesine karşı büyük mitingler düzenlendi ve birçok sektörde (temizlik, ulaşım, bilişim vb.) grevler patlak verdi. Gazeteler "La indignación llega de lejos / Öfke yurtdışından yayılıyor" başlıklarını taşıdı. Enflasyonla boğuşan Almanya'da kamu sektörü çalışanları ve onların postacılar, (burjuva basına göre) "Almanya'da daha önce hiç görülmemiş" bir şey olan maaş artışı için greve gittiler. Danimarka'da askeri bütçe artışını finanse etmek için bir resmi tatilin kaldırılmasına karşı grevler ve gösteriler patlak verdi. Portekiz'de öğretmenler, demiryolu işçileri ve sağlık çalışanları da düşük maaşları ve hayat pahalılığını protesto ediyor. Hollanda, Danimarka, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Meksika, Çin… Aynı dayanılmaz ve onursuz yaşam koşulları benzer grevlerle sallanıyor. Buralarda da “Esas zor olan ısınamamak, yemek yiyememek, kendine bakamamak, benzin bulamamak” sloganları yükseliyor.

İşçi Sınıfının Geri Dönüşü

Bütün bu ülkelerde mücadelelerin eşzamanlılı yükselişi bir tesadüf değil. Bunlar sınıfımız içindeki gerçek bir ruhsal değişimin göstergesidir. Otuz yıldır süren teslimiyet ve umutsuzluğun ardından, mücadelelerimizle şunu söylüyoruz: "Artık buna katlanmayacağız. Savaşabiliriz ve savaşmalıyız".

İşçi sınıfında mücadele ruhunun yeniden dirilişi, bir arada durmamıza, dayanışma göstermemize, mücadelemizde gururlu, onurlu ve birleşmiş hissetmemizi sağlıyor. Kafamızda çok basit ama son derece değerli bir fikir filizleniyor: Kaderimiz ortak!

Beyaz yakalı, mavi yakalı ya da kravatlı çalışanlar, işsizler, güvencesiz öğrenciler, emekliler, kamu ve özel tüm sektörlerden, hepimiz kendimizi aynı sömürü koşullarının bir araya getirdiği toplumsal bir güç olarak görmeye başlıyoruz. Aynı sömürüye, aynı kapitalizm krizine, yaşam ve çalışma koşullarımıza yönelik aynı saldırılara maruz kalıyoruz. Aynı mücadelenin içindeyiz. Biz işçi sınıfıyız.

İngiltere'deki grevciler "İşçiler bir arada" diye bağırıyor. Fransa'daki kitle, "Ya birlikte savaşırız ya da sokakta uyuruz" diyor.

Kazanabilir miyiz?

Geçmişteki bazı mücadeleler, hükümetleri geriletmenin, saldırılarını yavaşlatmanın mümkün olduğunu gösteriyor.

1968'de Fransa'daki proletarya, mücadelelerini kontrol altına alarak birleşmişti. 13 Mayıs'ta öğrencilerin maruz kaldığı polis baskısını protesto etmek için yapılan devasa gösterilerin ardından, fabrikalarda ve tüm işyerlerinde yangın gibi yayılan iş bırakma ve genel işçi asambleleri, 9 milyon grevciyle uluslarası işçi hareketi tarihinin en büyük grevini gerçekleştirmişti. İşçi mücadelesinin bu genişleme ve birlik dinamiğiyle karşı karşıya kalan hükümet ve sendikalar, hareketi durdurmak için telaşla bir genel ücret artışı anlaşması imzaladılar.

1980'de Polonya'da gıda fiyatlarının artışı karşısında grevciler, büyük genel kurullarda toplanarak, talep ve eylemleri kendileri kararlaştırarak ve her şeyden önce sürekli mücadeleyi büyütme hedefiyle kavgayı daha da ileri taşıdılar. Bu güç karşısında titreyen sadece Polonya burjuvazisi değil, tüm ülkelerin burjuvazisi oldu.

2006'da Fransa'da, yalnızca birkaç haftalık bir mücadelenin ardından hükümet "Contrat Premiere Embauche" yasasını geri çekti. Bunun nedeni neydi? Burjuvaziyi bu kadar korkutan, ona bu kadar çabuk geri adım attıran neydi? Güvencesiz öğrenciler, üniversitelerde işçilere, işsizlere ve emeklilere açık kitlesel genel toplantılar (asambleler) örgütlediler ve birleştirici bir slogan geliştirdiler: geçici işçi çalıştırmaya ve işsizliğe karşı mücadele. Bu meclisler, tartışmaların yapıldığı ve kararların alındığı hareketin nefes kanalı oldular. Sonuç: her hafta sonu gösteriler giderek daha fazla sektörü bir araya getirdi. İşçiler ve emekliler, "taze ve bayat ekmekler, hepsi aynı salatada" sloganıyla öğrencilere katıldı. Hareketin birleşme eğilimi karşısında, Fransız burjuvazisi ve hükümetinin CPE'yi geri çekmekten başka çaresi yoktu.

Bütün bu hareketlerin ortak noktası, mücadeleyi işçilerin bizzat kendi kontrolleri altında yürütmeleri sayesinde beliren genişleme dinamiğidir!

Bugün, ister ücretli işçi, ister işsiz, ister emekli ya da güvencesiz öğrenciler olalım, mücadelelerimizi doğrudan kendi kontrolümüze almaya cüret edemiyoruz, kendimize ve kolektif gücümüze hâlâ güvenimiz yok. Ama başka bir yol da yok. Sendikaların önerdiği tüm "eylemler" yenilgiye gidiyor. Gözcüler, grevler, gösteriler, ekonomiyi bloke etme... bunlar sendikaların kontrolü altında kaldığı sürece sonuç hep aynı olacaktır. Sendikalar koşullara göre eylemlerinin biçimini değiştirseler de, onların amacı her zaman mücadeleyi nasıl yürüteceğimize dair tartışmayı ve kendi kararlarımızı almamızı engellemek üzere farklı sektörleri bölmek ve izole etmektir.

Birleşik Krallık'ta dokuz aydır sendikalar ne yapıyor? İşçileri dağıtıyorlar: Her gün farklı bir sektör grevde. Her biri kendi köşesinde, her biri ayrı grev hattında. Kitle toplantıları yok, toplu tartışma yok, mücadelede gerçek bir birlik yok. Bu bir strateji hatası değil, kasıtlı bir bölme çabasıdır.

1984-85'te Thatcher hükümeti Birleşik Krallık'ta işçi sınıfının belini kırmayı nasıl başardı? Madencileri diğer sektörlerdeki sınıf kardeşlerinden izole eden sendikaların kirli faaliyetiyle. Sendikalar madencileri uzun ve kısır bir greve kilitlediler. Madenciler bir yılı aşkın bir süre boyunca "ekonomiyi bloke etme" sloganıyla ocakları kapattı. Tek başına ve güçsüz, grevciler güçlerinin ve cesaretlerinin sonuna kadar gittiler. Onların yenilgisini, tüm işçi sınıfı paylaştı! Birleşik Krallık işçileri ancak şimdi, otuz yıl sonra başlarını kaldırıyor. Dolayısıyla bu yenilgi, dünya proletaryasının unutmaması gereken bedeli ağır ödenmiş bir derstir.

Ancak açık, kitlesel ve otonom genel toplantılarda bir araya gelerek, hareketin gidişatına gerçekten karar vererek, tüm sektörler, tüm kuşaklar arasında dayanışma ile ileriye taşınan birleşik ve yaygın bir mücadele yürütebiliriz. Kollektif gücümüzü hissederek birleştiğimiz ve kendimize güvendiğimiz, giderek birleştirici talepleri benimseyebildiğimiz genel toplantılarda. En yakın fabrikada, hastanede, okulda, işletmede sınıf kardeşlerimizle, işçilerle buluşmak için kitlesel temsilciler kurabilen genel toplantılar.

Gerçek zafer mücadelenin kendisidir.

"Kazanabilir miyiz?" Cevap evet, ancak ve ancak mücadelemizi kendi elimize alırsak. Böylece anlık da olsa saldırıları durdurabilir, bir hükümeti geriletebiliriz.

Ama gerçek şu ki, mevcut küresel ekonomik kriz proletaryanın bütün kesimlerini yoksulluğa itecek. Uluslararası pazar ve rekabet arenasında ayakta kalabilmek için her ülkenin burjuvazisi ve hükümeti ister sol, ister sağ veya merkez, ister geleneksel ister popülist olsun, giderek daha dayanılmaz yaşam ve çalışma koşullarını işçilere dayatacak.

Gerçek şu ki, gezegenin dört bir yanında savaş ekonomisinin gelişmesiyle, burjuvazinin talep ettiği "fedakarlıklar" giderek daha dayanılmaz hale gelecek.

Gerçek şu ki, tüm uluslar arasındaki emperyalist çatışma, tüm insanlığı yok oluşa götürebilecek bir yıkım ve kanlı kaos sarmalıdır. Ukrayna'da her gün bir insan seli, bazen 16 veya 18 yaşındakiler, ister Rus ister Batılı olsun, korkunç ölüm makinalarıyla katlediliyor.

Gerçek şu ki, basit grip salgınları bile artık tükenmiş sağlık sistemlerini dize getiriyor.

Gerçek şu ki, kapitalizm gezegeni harap etmeye ve iklimi mahvetmeye, yıkıcı sellere, kuraklıklara ve yangınlara neden olmaya devam edecek.

Gerçek şu ki, milyonlarca insan savaşlardan, kıtlıklardan, iklim felaketlerinden kaçmaya devam edecek ama başka ülkelerin sınırlarındaki dikenli telli engellere çarpacak veya denizlerde boğulacak.

Öyleyse şu soru ortaya çıkıyor: Düşük ücretlere, ağır çalışma koşullarına, şu ya da bu “reforma” karşı mücadele etmenin anlamı nedir? Çünkü mücadelelerimiz, sınıfların ve sömürünün, savaşların ve sınırların olmadığı başka bir dünyanın umudunu bağrında yeşertiyor.

Gerçek zafer mücadelenin kendisidir. Bir kere mücadeleye girmiş, dayanışmamızı geliştirebilmiş olmak zaten bir zaferdir. Birlikte mücadele ederek, ezilmeyi reddederek yarının mücadelelerini hazırlıyor ve yolumuza çıkacak kısmi yenilgilere rağmen yavaş yavaş yeni bir dünyanın koşullarını yaratıyoruz.

Mücadelede içerisinde gelişen dayanışma, rakip şirketlere ve uluslara bölünmüş bu sistemin ölümcül rekabetinin antitezidir.

Nesiller arasında kurduğumuz dayanışma, geleceğin inkar eden bu sistemin yıkım sarmalının antitezidir.

Mücadelemiz, militarizm ve savaş sunağında kurban edilmenin reddini temsil ediyor.

İşçi sınıfının mücadelesi, doğrudan doğruya kapitalizmin ve sömürünün temellerine yönelik bir meydan okumadır.

Her grev, içinde devrimin tohumlarını taşır.

Gelecek, sınıf mücadelesinindir!

Enternasyonal Komünist Akım (25 Şubat 2023)

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

İsrail’de, Gazze’de, Ukrayna’da ve Azerbaycan’da Katliam ve Savaşlar... Kapitalizm Ölüm Saçıyor! Bu Gidişatı Nasıl Durudurabiliriz?

"Dehşet", "katliamlar", "terörizm", "terör", "savaş suçları", "insani felaket", "soykırım"... Dünya basının ön sayfalarını kaplayan bu kelimeler Gazze'deki barbarlığın boyutları hakkında çok şey anlatıyor.

7 Ekim'de Hamas, yaşlı, kadın ve çocuk ayırmaksızın, 1.400 İsrailliyi öldürdü. O günden bu yana İsrail Devleti intikam almak amacıyla toplu katliamlar yapmaktadır. Gazze'ye gece gündüz yağan bombalar şimdiden 4.800'ü çocuk olmak üzere 10.000'den fazla Filistinlinin ölümüne neden oldu. Yıkıntıların arasında hayatta kalanlar ise su, elektrik, gıda ve ilaç dahil, en temel ihtiyaçlardan mahrum durumda. Şu anda iki buçuk milyon Gazzeli açlık ve salgın hastalık tehdidi altında, 400.000'i Gazze Şehrinde esir ve her gün yüzlerce kişi füzelerle öldürülüyor, tanklarla eziliyor, kurşunlarla infaz ediliyor.

Tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi Gazze'de de ölüm her yerde. Marioupol'un Rus ordusu tarafından yerle bir edilmesini, insanların göç etmesini, insanları diri diri gömen siper savaşlarını unutmayalım. Bugüne kadar Ukrayna-Rusya savaşında yaklaşık 500.000 kişinin öldüğü düşünülüyor. Ölenlerin yarısı Rusya diğer tarafı ise Ukrayna’dan. Bütün bir Rus ve Ukraynalı nesli, vatanı savunması adına, ulusal çıkarlar uğruna kurban ediliyor. Dahası da var: Eylül sonunda Dağlık Karabağ'da 100.000 kişi Azerbaycan ordusu ve soykırım tehdidi karşısında kaçmak zorunda kaldı. Yemen'de kimsenin bahsetmediği çatışma 200,000'den fazla can aldı ve 2.3 milyon çocuğu yetersiz beslenmeye mahkum etti. Aynı savaş dehşeti Etiyopya, Myanmar, Haiti, Suriye, Afganistan, Mali, Nijer, Burkina Faso, Somali, Kongo ve Mozambik'te de yaşanıyor... Bunlara ek olarak Sırbistan ile Kosova arasındaki gerilim de yükseliyor.

Tüm bu barbarlığın sorumlusu kim? Bu savaşlar daha ne kadar yayılabilir? Ve hepsinden önemlisi, hangi güç bu savaşa karşı koyabilir?

Tüm Devletler Savaş Suçlusudur

Bu satırlar yazıldığı sırada bütün ülkeler İsrail'e saldırısını "ılımlı hale getirmesi" ya da "askıya alması" çağrısında bulunuyordu. Bir buçuk yıl önce Ukrayna'ya aynı vahşetle saldıran ve 1999'da Çeçenistan'da aynı "terörle mücadele" bahanesiyle 300.000 sivili katleden Rusya ateşkes talep ediyor. Çin barış istediğini söylerken diğer yandan da Uygur nüfusunu yok ediyor ve Tayvan’da yaşayanları büyük bir savaşla tehdit ediyor. Suudi Arabistan ve Arap müttefikleri İsrail'in saldırılarına son vermesini isterken diğer yandan Yemen halkını katlediyor. Türkiye Gazze'ye yönelik saldırıya karşı çıkarken Kürtleri yok etme hayalleri kuruyor. Büyük demokrasilere gelince, onlar da bir yandan "İsrail'in kendini savunma hakkını" desteklediklerini ifade edip, diğer yandan da 1914'ten beri düzenli aralıklarla giriştikleri kitlesel katliamlarda edindikleri uzmanlıkla, "insani ateşkes" ve "uluslararası hukuka saygı" çağrısında bulunuyorlar.

İsrail Devleti "Gazze'nin yok edilmesi meşrudur" diyor, ve buna örnek olarak Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan nükleer bombaları, Dresden ve Hamburg'un bombardımanı için söylenenleri örnek veriyor. ABD’de, Afganistan ve Irak savaşlarını bugün İsrail ile aynı argümanlar ve aynı yöntemlerle yürütmüştü! Tüm devletler savaş suçlusudur! Büyük ya da küçük, zayıf ya da güçlü, savaş kışkırtıcısı ya da ılımlı görünen, bütün devletler, hepsi gerçekte dünya çapındaki emperyalist savaşlarda yer almakta ve hepsi işçi sınıfını kurbanlık koyun olarak görmektedir.

İsrail ve Filistin'in iki bağımsız ve özerk devlet olarak tanınmasını savunan kimi ikiyüzlü sahtekarlar, bunun barış ve çözüm getireceğine inanmamızı istiyor. Filistin Yönetimi, Hamas ve El Fetih bir “Filistin Devletinin” nasıl bir şey olacağının göstermektedir: bu devlet de tıpkı diğerleri gibi işçileri sömürecek, diğerleri gibi kitleleri ezecek, diğerleri gibi savaşacaktır. Gezegende halihazırda 195 "bağımsız ve özerk" devlet bulunuyor. Bunlar, "savunma" için yılda 2.000 milyar dolardan fazla harcıyorlar! Ve 2024 yılında bu savaş bütçelerinin daha da büyümesi bekleniyor.

Güncel Savaşlar ve Askeri Taktik Olarak Yıkım

Peki Birleşmiş Milletler neden bir süre önce "Acil bir insani ateşkese ihtiyacımız var. Otuz gün oldu. Yeter artık. Artık durmalı" diye bir açıklama yaptı? Belli ki, Filistin'in müttefikleri İsrail saldırısının sona ermesini istiyor. İsrail'in müttefikleri, yani "uluslararası hukuka" saygı duyduklarını iddia eden "büyük demokrasiler" ise İsrail ordusunun istediğini yapmasına hiç ses çıkarmadan izin veremezler. İsrail Ordusu’nun katliamları fazlasıyla görünür durumda. Özellikle de "büyük demokrasiler" "Rus saldırganlığına" ve "savaş suçlarına" karşı Ukrayna'ya açık askeri destek verirken bu durum bu devletler için bir sorun oluşturuyor. İki "saldırganlığın" barbarlığının çok benzer görünmesini bu yüzden istemeyiyorlar.

Ancak daha derinde şöyle bir neden yatıyor: devletler kaosun yayılmasını sınırlamaya çalışıyor, çünkü bu bir noktada hepsini etkileyebilir, ve bu çatışma çok fazla yayılması durumunda bütün devletlerin kaybedeceği şeyler var. Hamas saldırısı ve İsrail'in buna verdiği yanıtın ortak noktasını ikisinin de düşmanı tamamen imha etmeye yönelik taktiği oluşturuyor. Ne terörist katliam ne de halı bombardımanı taraflara kalıcı bir zafer getirebilir. Bu savaş Orta Doğu'yu sadece daha da büyük bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine sürüklüyor.

İsrail Gazze'yi yerle bir etmeye ve halkını enkazın altına gömmeye devam ederse, Batı Şeria'nın da alev alması, Hizbullah'ın Lübnan'ı savaşa sürüklemesi ve İran'ın da savaşa dahil olması riski var. Kaosun tüm bölgeye yayılması sadece Amerikan nüfuzuna değil, aynı zamanda değerli yeni “İpek Yolu” bölgeden geçen Çin'in küresel hırslarına da bir darbe olacaktır.

Üçüncü dünya savaşı tehdidi artık herkesin dilinde. Gazeteciler televizyonlarda bunu açıkça tartışıyor. Gerçekte ise mevcut durum çok daha tehlikeli. Artık ortada, 1914-18 ve 1939-45'te ya da Soğuk Savaş boyunca olduğu gibi, kendi içerisinde disipline edilmiş iki blok yok. Çin ve ABD arasındaki ekonomik ve askeri rekabet giderek daha acımasız ve baskıcı hale gelirken, diğer uluslar bu iki devden birinin ya da diğerinin emrine girmiyor, tersine, başlarına buyruk, öngörülemez ve kakofoni içinde kendi oyunlarını oynuyorlar. Rusya, Ukrayna'ya saldırırken Çin’in karşıt yöndeki önerilerini dikkate almadı. İsrail ise Amerikan tavsiyelerine rağmen Gazze'yi eziyor. Bu iki çatışma, tüm insanlığı ölümle tehdit eden tehlikeyi özetliyor: Bu tehlike, tek amacı düşmanı istikrarsızlaştırmak ya da yok etmek olan savaşların çoğalmasıdır. Sonu gelmez, mantıksız ve nihilist bir intikamlar zincirinin salınması; her koyun kendi bacağından asıldığı böyle bir süreç, kontrol edilemez bir kaosa gitmektedir.

Üçüncü bir dünya savaşı için Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Doğu Asya proleterlerinin anavatan adına hayatlarını feda etmeye, bayrak ve ulusal çıkarlar için silahlanmaya ve birbirlerini öldürmeye hazır olmaları gerekiyor ama bugün durum kesinlikle böyle değildir. Ancak mevcut süreç, kitleler orduya alınarak mobilize edilmeden de gelişebilir. 2000'li yılların başından bu yana, gezegenin giderek daha geniş alanları şiddet ve kaosun içine gömüldü: Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Lübnan, Ukrayna, İsrail ve Filistin... Bu kangren yavaş yavaş, ülke ülke, bölge bölge yayılıyor. Kapitalizm için, bu çürümüş ve kokuşmuş sömürü sistemi için mümkün olan tek gelecek budur.

Savaşa son vermek için kapitalizm yıkılmalıdır

Peki biz ne yapabiliriz? Her ülkenin işçileri, sözde olası bir barış, "uluslararası toplumdan", BM'den ya da herhangi bir yağma çetesinden gelecek herhangi bir çözüm konusunda yanılsamaya kapılmamalıdır. Kapitalizm savaştır. 1914'ten bu yana savaşlar neredeyse hiç durmadı, dünyanın bir yerinden diğerine durmadan sıçradı. Önümüzdeki tarihsel dönem, bu ölümcül dinamiğin giderek akıl almaz bir barbarlıkla yayıldığını ve güçlendiğini gösterecek.

Bu nedenle bütün ülkelerin işçileri, Doğu'da, Ortadoğu'da ve diğer her yerde şu ya da bu burjuva kampının yanında yer almayı reddetmelidir. İşçiler, "Saldırı altındaki Ukrayna halkı", "tehdit altındaki Rusya", "şehit edilen Filistinli kitleler", "terörize edilen İsrailliler" ile "dayanışma" göstermelerini isteyen aldatıcı retoriği reddetmelidir... Tüm savaşlarda, sınırların her iki tarafında da, devlet her zaman insanları iyi ile kötü, barbarlık ile uygarlık arasında bir mücadele olduğuna inandırmaya çalışır. Gerçekte, tüm bu savaşlar her zaman rakip uluslar, rakip burjuvaziler arasındaki çatışmalardır. Bunlar her zaman sömürülenlerin sömürücülerinin çıkarı için öldüğü çatışmalardır.

Dolayısıyla işçilerin dayanışması "İsrailliler", "Ukraynalılar" ya da "Ruslar" için olmadığı gibi "Filistinliler" için de değildir, çünkü tüm bu milliyetler arasında sömürenler ve sömürülenler vardır. Dayanışmanın odağı İsrail'in ve Filistin'in, Rusya'nın ve Ukrayna'nın, dünyanın bütün işçileri ve işsizleridir. Gerçek dayanışma, "Barış için" gösteri yaparak değil, bir tarafı diğerine karşı desteklemeyi seçerek değil, ancak savaşın kurbanlarıyla, sivil halkla ve her iki tarafın askerleriyle, kurbanlık koyun olarak savaş sürülen üniformalı proleterlerle olabilir. Dayanışmanın tek yolu, TÜM kapitalist devletleri, bizi şu ya da bu ulusal bayrağın, şu ya da bu savaş davasının arkasında toplanmaya çağıran TÜM partileri, bizi barış ve halklar arasında "iyi ilişkiler" yanılsamasıyla kandıran TÜM partileri tamamen reddetmekten geçmektedir.

Bu dayanışma her şeyden önce tüm savaşların sorumlusu olan kapitalist sisteme karşı mücadelemizi, ulusal burjuvazilere ve onların devletlerine karşı mücadelemizi geliştirmek anlamına gelmektedir.

Tarih, kapitalist savaşa son verebilecek tek gücün, burjuva sınıfının doğrudan düşmanı olan sömürülen sınıf, proletarya olduğunu göstermiştir. Ekim 1917'de Rusya işçileri burjuva devletini devirdiğinde ve Kasım 1918'de Almanya işçileri ve askerleri ayaklandığında durum buydu: proletaryanın bu büyük mücadele hareketleri hükümetleri ateşkesi imzalamaya zorladı. Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren şey devrimci proletaryanın gücüydü! İşçi sınıfı, kapitalizmi dünya ölçeğinde yıkarak her yerde gerçek ve kesin barışı kazanmak zorunda kalacaktır.

Önümüzde uzun bir yol var. Bugün ilk adım, içinden çıkılmaz bir krize sürüklenen bir sistem tarafından bize yöneltilen ve giderek sertleşen ekonomik saldırılara karşı sınıfsal bir zeminde mücadele geliştirmektir. Çünkü yaşam ve çalışma koşullarımızdaki kötüleşmeyi reddederek, bütçenin dengelenmesi, ulusal ekonominin rekabet gücü ya da ordu adına yapılan sürekli fedakarlıkları reddederek, kapitalizmin en temel ilkesine, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı mücadeleye girişmiş oluyoruz.

Bu mücadelelerde birlikte durarak, dayanışmamızı geliştirebilir, tartışabilir, birleşik ve örgütlü olarak gücümüzün farkına varabiliriz. Sınıf mücadelelerinde proletarya, kapitalizmin tam karşıtı olan bir dünyayı bağrında geliştirir: bir yanda, karşılıklı ekonomik ve askeri rekabete boğulmuş uluslara bölünmüş bir dünya ve bunun kendi intiharına doğru gidişi; diğer yanda ise, dünyanın tüm sömürülenlerinin potansiyel birliği. Proletarya bu uzun yolda yürümeye, 2022'de Birleşik Krallık'taki "huzursuzluk yazı" sırasında, 2023'ün başlarında Fransa'da emeklilik reformuna karşı toplumsal hareket sırasında, geçtiğimiz haftalarda ABD'de sağlık ve otomobil sektörlerindeki tarihi grevler sırasında ilk adımlarını atmaya başladı. Bu enternasyonal dinamik, işçiler açısından mücadele ruhunun tarihi geri dönüşüne, yaşam ve çalışma koşullarındaki kalıcı kötüleşmeyi kabul etmeyi reddetmeye ve mücadele eden işçiler olarak sektörler ve nesiller arasında dayanışma gösterme eğiliminin güçlendiğine işaret etmektedir. Gelecekteki hareketler, ekonomik kriz ile savaş arasında, talep edilen ekonomik fedakarlıklar ile askeri bütçeler arasında, köhnemiş küresel kapitalizmin beraberinde getirdiği tüm belalar arasında, birbirini besleyen ekonomik, savaş ve iklim krizleri arasında bağlantı kurmak zorunda kalacaktır.

Milliyetçiliğe karşı, sömürücülerin bizi sürüklemek istediği savaşlara karşı, 1848’in Komünist Manifestosu'nda ifade edilen slogan bugün işçiler için her zamankinden daha günceldir:

"İşçilerin vatanı yoktur!

Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!"

Tek Yol Enternasyonal proletaryanın Sınıf Savaşı!

Enternasyonal Komünist Akım, 7 Kasım 2023

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş