EKAonline - 2020s

EKAonline - 2020

Rubric: 

Kovid-19 pandemisi: Ya Proleter Dünya Devrimi ya da Kapitalist Barbarlık

ICC'nin Kovid-19 kriziyle ilgili bu uluslararası açıklamasını bir "dijital broşür" biçiminde yayınlıyoruz, çünkü karantina koşulları altında basılı bir versiyonun çok sayıda dağıtılması mümkün olmayacaktır. Tüm okuyucularımızdan bu metni yaymak için ellerindeki tüm araçları (sosyal medya, internet forumları vb.) kullanmalarını ve kendi görüşleriyle birlikte, bu metnin yaratmış olduğu tepki ve tartışmaları bize yazmalarını istiyoruz. Proleter devrim için savaşan herkesin birbirleriyle dayanışma göstermesi ve iletişim sürdürmesi her zamankinden daha fazla gereklidir. Şimdilik kendimizi fiziksel olarak izole etmek zorunda kalsak ta, yine de politik olarak bir araya gelebiliriz!

Her gün binlerce insan ölüyor, hastaneler çökmüş durumda, korkunç bir şekilde daha genç ve yaşlı hastalar arasında seçim yapılıyor, sağlık emekçileri tükenmiş, virüs kapmaktalar ve hayatlarını kaybediyorlar. Her yerde tıbbi ekipman eksikliği var. Hükümetler “virüse karşı savaş” ve “ulusal ekonomik çıkar” adına korkunç bir rekabete kalkıştılar. Serbest piyasalar çakılmış durumda, devletler akıldışı biçimde birbirlerinin tıbbi maske teslimatlarını çalıyorlar. On milyonlarca işçi işsizliğin cehennemine atıldı, devletten ve medyadan yalan seli devam ediyor. Bunlar bugünün dünyası tarafından sunulan korkunç bir gösteri. Bu salgın, 1918-19 İspanyol gribinden bu yana en ciddi sağlık felaketlerinden birini temsil ediyor olsa da, o zamandan beri bilim ileriye doğru olağanüstü adımlar attı. Peki, neden böyle bir felaket yaşanıyor? Böylesi bir duruma nasıl gelebildik?

Bu virüsün farklı olduğu, diğerlerinden çok daha bulaşıcı olduğu, etkilerinin çok daha zararlı ve ölümcül olduğu söyleniyor. Bütün bunlar muhtemelen doğru ama felaketin boyutlarını tam olarak açıklamıyor. Bu gezegendeki kaosun, yüz binlerce ölümün altında yatan sorumluluk, kapitalizmin kendisinde yatıyor. İnsan ihtiyacı için değil, kâr için üretim, işçi sınıfının vahşi sömürüsü pahasına sürekli devam ediyor. Bu saydıklarımız mevcut felaketi yaratan kapitalist sistemin temel özellikleridir.

Kapitalizmin kriminelce ihmali

Bu toplumu yönetenler, devletleri ve medyasıyla birlikte burjuva sınıfı, bize bu salgının tahmin edilemeyeceğini söylüyor. Bu, iklim değişikliği inkârcılarının öne sürdüğü ile aynı düzeyde bir yalan. Bilim adamları uzun zamandır Kovid-19 gibi bir pandemi tehdidi hakkında uyarılarda bulunuyordu. Ancak hükümetler onları dinlemeyi reddetti. Hatta 2009 yılında CIA tarafından mevcut pandeminin özelliklerini şaşırtıcı bir şekilde tanımlayan bir rapor (“yarının dünyası nasıl olacak?”) yayımlandı.

Peki, devletlerin ve hizmet ettikleri burjuva sınıfın körlüğünün nedeni neydi? Çok basit bir nedenden dolayı: yatırımlar mümkün olduğunca çabuk olmalı ve kâr üretmelidir. İnsanlığın geleceğine yatırım yapmak kâr üretmez ve sadece hisse fiyatlarını düşürür. Yatırımcılar ayrıca Emperyalist arenadaki diğer Ulusal burjuvalara karşı konumlarını güçlendirmek zorundadırlar. Askeri araştırmalara ve harcamalara yatırılan çılgın meblağlar, halkların sağlığı ve refahına adanmış olsaydı, böyle bir salgın asla gelişemezdi. Ancak, bu öngörülebilir sağlık felaketine karşı önlemler almak yerine, hükümetler hem araştırma hem de teknik ve insan kaynakları düzeyinde sağlık sistemlerine saldırmayı bırakmadı.

İnsanlar bugün, en gelişmiş ülkelerin tam kalbinde, sinekler gibi ölüyorlarsa, bunun sorumlusu her yerde yeni hastalıkların araştırılması için bütçeleri kesen hükümetlerdir. Mayıs 2018'de Donald Trump, Ulusal Güvenlik Konseyi'nin seçkin uzmanlardan oluşan ve pandemilere karşı savaşmak için oluşturduğu özel bir birimi kapattı. Ancak Trump’ın tutumu tüm liderlerin yaptıklarının bir karikatürüdür. Böylece, aşının geliştirilmesinin “kârlı” olmadığına karar verildiğinden, koronavirüs ile ilgili bilimsel araştırmalar 15 yıl önce her yerde terk edilmiştir!

Burjuva liderleri ve politikacıları, sağda solda, hastanelerin dolup taşması ve sağlık çalışanlarının çalışmaya zorlandığı felaket koşullarına karşı ağladıklarını görmek çok iğrenç. Burjuva devletleri son 50 yılda ve özellikle 2008'deki büyük krizden bu yana sistematik olarak kâr politikalarını uyguladılar. Her yerde halkın sağlık hizmetlerine ulaşması kısıtlandı, hastane yataklarının sayısı azaltıldı ve sağlık çalışanlarının iş yükü yoğunlaştı. Ve bizler maske, diğer koruyucu giysiler, dezenfektan jeli, test ekipmanları gibi maddelerin genel kıtlığında ne yapacağız? Son birkaç yılda, çoğu devlet paradan tasarruf etmek için bu hayati maddeleri stoklamayı bıraktılar. Birkaç aya kadar Kovid-19'un bu şekilde hızlı yayılmasını beklemiyorlardı. Sorumluluklarını gizlemek için bazıları maskelerin hasta ve sağlık çalışanları dışında bir işe yaramadığını iddia ettiler.

Peki ya, Afrika kıtası ya da Latin Amerika gibi dünyadaki yoksul bölgeler? Kinşasa, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde, 10 milyon kişiye 50 ventilatör düşüyor. Orta Afrika'da, insanların içmek için yeterli suyu bulamadığı yerde ellerin nasıl yıkanması gerektiği konusunda tavsiyeler veren broşürler verildi! Her yerde aynı acı çığlık: “Bu salgın karşısında her şeyden yoksunuz!”

Kapitalizm, herkesin herkese karşı savaşıdır

Dünya arenasında her devlet arasındaki şiddetli rekabet, virüsü yok etmek için minimum işbirliğini engelliyor. Salgın ilk başladığında Çin Burjuvazisi ekonomisi ve itibarını korumak için durumun vahamiyetini gizleme adına elinden geleni yaptı. Devlet, uyarılar yapmaya çalışan doktora zulmetmekte tereddüt etmedi ve onu ölüme terketti. Burjuvazinin ekipman eksikliğiyle başa çıkmak için kurduğu uluslararası organizasyon çöktü: Dünya Sağlık Örgütü direktiflerini empoze edememişken, Avrupa Birliği uyumlu önlemler almaktan aciz kaldı. Bu bölünme, kargaşayı ve pandeminin evrimi üzerindeki kontrol kaybını oldukça ağırlaştırdı. “Herkes kendinden sorumludur” söylemi ve rekabetin alevlenmesi, egemen sınıfın tepkilerinin baskın özelliği haline geldi.

Medyada yer aldığı gibi “maskeler savaşı” bunun en iyi örneğidir. Devletler spekülasyon, yüksek fiyat verme ve hatta tamamen hırsızlık yoluyla malzemeleri kapmaya çalışıyor. ABD, Fransa'ya söz verilen Çin maskelerini gasp etti. Fransa, İsveç'e hava yoluyla giden maskelere el koydu. Çek Cumhuriyeti gümrüklerinde İtalya'ya giden ventilatörleri ve maskeleri ele geçirdi. Almanya Kanada'ya giden maskeleri ortadan kaldırdı. “Büyük demokrasilerin” gerçek yüzü budur: en kötüsünden hırsızlar ve çeteler!

Sömürülenlere karşı eşi görülmemiş saldırılar

İtalya'da otomobil işçileri Burjuvazi için “kârları hayatımızdan daha değerli” diye bağırıyorlar. Tüm ülkelerde, ulusal üretimi her ne pahasına olursa olsun korumak için karantina önlemleri alınması mümkün olduğunca gecikti.  Sonunda karantinaya yol açan keskin bir şekilde yükselen ölümün tehdidi değildi. Yüzyıldan fazla süredir devam eden ve ulusal çıkar adına yapılan birçok emperyalist katliam, yönetici sınıfın sömürülenlere uyguladığı aşağılamayı kesin olarak kanıtladı. Hayır, yöneticilerimiz hayatlarımızı önemsemiyorlar! Özellikle virüs, burjuvaziye, “verimsiz” olarak gördükleri hasta ve yaşlıları biçme konusunda “avantaj” verir. Virüsün “doğal” yayılmasını “sürü bağışıklığı” adına izin vermek aslında Boris Johnson ve diğer liderlerin ilk tercihi idi. Her ülkede, karantina uygulanmaya başlanmasının nedeni, ekonominin düzenlenememesi korkusu, bazı ülkelerde sosyal patlama tehdidi ve yaşanacak kitlesel ölümlere karşı oluşacak öfke idi. Dahası, insanlığın yarısını dahil etseler bile, sosyal izolasyon önlemleri çoğu durumda tam bir saçmalıktır. Milyonlarca insan her gün trenlerde, metrolarda ve otobüslerde, fabrikalarda ve süpermarketlerde olmak zorundadır. Ve zaten burjuvazi, pandeminin en çok vurduğu zamanda, işçileri sektöre, firmalara göre çalışmaya göndererek en az hoşnutsuzluğu yaratmanın yollarını bulmaya çalıştı ve hâlâ karantinayı mümkün olduğunca çabuk bitirmek istiyor.

Burjuvazi, acımasız sömürü koşullarını sürdürüyor ve hatta daha acımasız yeni saldırılar planlıyor. Salgın şimdiden milyonlarca işçiyi işsizliğe itti. ABD'de üç haftada on milyon kişi işsiz kaldı. Düzensiz, güvencesiz veya geçici işleri olanlar herhangi bir gelirden mahrum edilecektir. Yaşamak için yetersiz sosyal yardım alanlar, artık kira ödeyememe ve tıbbi bakım masraflarıyla karşı karşıyadır. Ekonomik yıkımlar, halihazırda belirmekte olan dünya resesyonunu hızlandırmaya başladı. Gıda fiyatlarında patlama, yüksek sayıda işten çıkarmalar, ücret kesintileri, artan iş güvensizliği, vs. Tüm devletler, “virüse karşı savaşta ulusal birlik” adına, fedakârlık çağrısı yaparak “esneklik” önlemlerini benimsiyor.

Burjuvazinin bugün söylediği ulusal çıkar bizim çıkarımız değildir. Bu, ulusal ekonominin savunulması geçmişte sömürülenlerin yaşam koşullarına karşı bütçe kesintileri ve saldırılar düzenlemesine yol açanlar ile aynıdır. Yarın, salgının neden olduğu ekonomik yıkımın ardından sömürülenleri kemerlerini daha fazla sıkmaya, daha fazla yoksulluğu ve sömürüyü kabul etmeye çağırdığında aynı yalanlara hizmet edecektir. Bu salgın, kapitalist üretim tarzının çökmekte olan karakterinin, günümüz toplumunun çürümesinin birçok ifadesinin yanı sıra çevre, kirlilik ve iklim değişikliği, emperyalist savaşların ve katliamların çoğalmasının, insanlığın büyüyen bir kısmının yoksulluğuna, göçmen ya da mülteci olmak zorunda olan insan sayısına, popülist ideolojinin ve dini fanatizmin yükselişine vs. gibi durumların açıkça göstergesidir. (internet sitemizdeki “Kapitalizmin çürümesi üzerine tezler” metnimize bakınız: https://en.internationalism.org/ir/107_decomposition) Bu kapitalist sistemin bir çıkmaza girdiğini ve kaos, sefalet, barbarlık, yıkım ve ölümden başka bir şey getirmediğini gösterir.

Dünyayı sadece işçiler değiştirebilir

Bazı hükümetler ve medya, dünyanın bu salgından sonra önceki haliyle asla aynı olmayacağını, bu felaketten ders alınacağını, daha insancıl ve daha iyi yönetilen bir kapitalizm biçimine doğru ilerleyeceğini iddia ediyor. 2008'de yaşanan durgunluktan sonra da aynı nakaratı duyduk. Elleri kalplerinin üzerinde, dünya devletleri ve liderleri “haydut piyasaya” savaş ilan ettiler ve krizden çıkmayı öneren programların ödüllendirileceğini vaat ettiler. Kapitalizmi “reform etme” vaatlerinin sadece yaşam koşullarımızda yeni bir bozulmayı yutturmak için söylenen bir yalan olduğunu kabul etmek için artan eşitsizliğe bakmanız yeterli olacaktır.

Sömürücü sınıf dünyayı değiştiremez, insan yaşamını ve sosyal ihtiyaçları ekonomisinin acımasız yasalarının üstüne koyamaz. Kapitalizm, iktidardaki bir azınlığın kârlarını ve ayrıcalıklarını, çoğunluğun emeğinden elde ettiği bir sömürü sistemidir. Geleceğin anahtarı, sömürü ve ulusal devletler olmadan, gerçek bir insan dünyası olan başka bir dünyanın vaadi, yalnızca mücadeledeki işçilerin uluslararası birliği ve dayanışmasında yatar!

Sağlık çalışanlarına uygulanan tahammül edilemez duruma tepki olarak sınıfımızdaki kendiliğinden dayanışma dalgası, tüm dünya hükümetleri ve siyasetçilerini kapılarına ve balkonlara alkış kampanyası için raydan çıkarmaktadır. Elbette bu alkış, cesaret ve özveriyle, dramatik çalışma koşullarında, hastalara ve hayat kurtaranlara bakan çalışanların kalplerini ısıtacaktır. Ancak sınıfımızın, sömürülenlerin dayanışması, beş dakikalık bir alkış turuna indirgenemez. İlk etapta, siyasi renklerine bakılmaksızın tüm ülkelerin hükümetlerini kınamak anlamına gelir. Maskeler ve gerekli tüm koruyucu ekipman anlamına gelir. Bu, mümkün olduğunda greve gitmek ve sağlık çalışanlarının ihtiyaç duydukları malzemeye sahip olmadıkları sürece, açıkta kalan yüzleri ile ölüme fırlatılmış oldukları sürece, sömürülenler hastanelerde çalışmayacaklardır.

Bugün, karantinadan dolayı, bu katil sisteme karşı büyük mücadeleler veremiyoruz. Büyük mücadeleler, grevler ve gösteriler yoluyla öfkemizi ve dayanışmamızı ifade etmek için bir araya gelemiyoruz. Evet karantina yüzünden, ama sadece bu değil. Sınıfımızın gerçek güç kaynağını geri kazanması gerektiğinden, unutulmasına rağmen, tarih birçok kez gösterdiği gibi, yönetici sınıfa ve onun korkunç sistemine karşı devasa hareketler geliştirmek için, mücadelede birleşme potansiyeli vardır ve olacaktır.

İtalya'daki otomobil sektöründe veya Fransa'daki süpermarketlerde çıkan grevler, New York hastanelerinin veya Fransa'nın kuzeyindeki hastanelerin önünde, "virüs yemleri" olarak hizmet etmeyi reddeden işçilerin muazzam öfkesi, maskeler, eldivenler veya sabun olmadan mücadele etmeleri, işçilerin, bir tür zorunluluk gibi, bizi sömürenlerin cezai sorumsuzluğunu kabul etmeye hazır olmadıklarını gösteriyorlar.

Hazırlanmak zorunda olduğumuz bu sınıf savaşları perspektifidir. Çünkü Kovid-19'dan sonra dünyada ekonomik kriz, kitlesel işsizlikler, yeni fedakârlıklardan başka bir şey olmayan yeni reformlar olacak. Şimdi, gelecekteki mücadelelerimizi hazırlamalıyız. Nasıl? Forumlarda, telefonda, farklı internet kanallarında mümkün olduğunca tartışarak, deneyim ve fikir alışverişinde bulunarak. En büyük belanın Kovid-19 değil, kapitalizm olduğunu anlamak, çözümün katil devletin arkasında toplanmak değil, ona karşı durmak olduğunu. Bu umut, politikacıların vaatlerinde değil, mücadele eden işçilerin dayanışmasının gelişmesinde yatmaktadır. Kapitalist barbarlığa tek alternatif dünya devrimidir!
 

GELECEK SINIF MÜCADELESİNDEDİR!

Enternasyonal Komünist Akım, 10.4.2020

www.internationalism.org

Rubric: 

Covid-19 pandemic

EKAonline - 2021

Rubric: 

Amerikan Emperyalizminin Çöküşünün Altında Yatan Sebep Dünya Kapitalizminin Çöküşü

ABD ve diğer batılı güçlerin Afganistan'dan alelacele geri çekilişi, kapitalizmin giderek artan bir barbarlık dışında hiçbir şey sunamadığının keskin bir tezahürü oldu. 2021 yazı, gezegenin halihazırda alev alev yandığını gösteren birbiriyle bağlantılı olayların ivmelenişine de tanıklık etti: ABD'nin batı kıyısından Sibirya'ya kadar sıcak hava dalgalarıyla beraber kontrol edilemeyen yangınların patlak vermesi, sel baskınları, Covid-19 pandemisinin tahribatı ve tepetaklak olmuş bir ekonomi. Bütün bunlar, son 30 yılda çürümenin geldiği düzeyin bir ifadesidir[1]. Marksistler olarak bizim rolümüz, sadece büyüyen bu kaosa dair yorum yapmak değil, onun kapitalizmin tarihsel krizinde yatan köklerini analiz etmek, işçi sınıfı ve insanlığın karşısındaki seçenekleri göstermektir.

Afganistan'daki olayların tarihsel arka planı

Taliban, insan hakları ve bilhassa kadın hakları için bir tehlike arz eden medeniyet düşmanları olarak takdim ediliyor. Acımasız oldukları, ve Orta Çağ'ın en kötü veçhelerini anımsatan bir vizyonca idare edildikleri de muhakkak. Gelgelelim, Taliban içinde yaşadığımız zamanların ender bir istisnası değil. Taliban, gerici bir toplumsal sistemin ürünü: Çökmekte olan bir kapitalizmin. Bilhassa yükselişleri, kapitalizmin çöküşünün son aşaması olan çürümenin bir tezahürüdür.

70'lerin ikinci yarısı, ABD'nin Batı Avrupa'ya güdümlü füzeler yerleştirdiği ve SSCB'yi, gücünün gittikçe daha az yeteceği bir silahlanma yarışına girmeye zorladığı, Soğuk Savaş'ın ABD ve Rus emperyalist blokları arasında kızıştığı bir dönemdi. Ancak 1979'da, Batı bloğunun Orta Doğu'daki temel dayanaklarından biri olan İran, kaosa teslim oldu. Burjuvazinin maharetli fraksiyonlarının nizam dayatma girişimlerinin tümü başarısızlıkla sonuçlandı ve ruhban sınıfının en gerici unsurları iktidara gelmek için bu kaostan istifade etti. Yeni rejim Batı bloğundan uzaklaşmanın yanında, Rus bloğuna katılmayı da reddetti. Rusya ile geniş bir sınırı olan ve bu nedenle Batı’nın SSCB'yi kuşatma stratejisinde kilit bir rol oynamış İran, artık bölgede sağı solu belli olmaz bir aktör haline gelmişti. Bu yeni karışıklığın verdiği cesaretle SSCB, 1978’de Kabil’de kurmayı başardığı Rus yanlısı rejim Batı tarafından devrilmeye çalışıldığında Afganistan’ı işgal etti. Rusya, Afganistan'ı işgal ederek daha sonraki bir aşamada Hint Okyanusu’na erişebileceğini de ummuştu.

Afganistan'da o vakit korkunç bir askeri barbarlığın patlamasına tanık olmuştuk. SSCB cephanesinin varını yoğunu Mücahitlerin (“özgürlük savaşçıları”) ve halkın üzerine yağdırdı. Öte yandan ABD bloğu, Mücahitlere ve Ruslara karşı çıkan Afgan savaş ağalarına silah ve para tedarik etti ve onları eğitti. Bunlar arasında birçok kökten dinciyle beraber, dünyanın dört bir yanından akın eden cihatçılar da vardı. Bu “özgürlük savaşçılarına” ABD ve müttefikleri tarafından terör ve savaşın tüm incelikleri öğretildi. Bu “özgürlük” savaşı 500 bin ilâ 2 milyon insanı öldürdü ve ülkeyi harap etti. Burası aynı zamanda Bin Ladin ve El Kaide'nin yükselişiyle imlenen, daha küresel bir İslami terörizm biçiminin de doğduğu yer oldu.

Aynı zamanda ABD Irak’ı, İran’a karşı yaklaşık 1,4 milyon kişinin katledileceği sekiz senelik bir savaşa itti. Rusya, 1989'da Rus bloğunun çöküşüne büyük katkı sağlayacak şekilde Afganistan’da tükenir ve İran ile Irak da savaş girdabına çekilirken, başlangıç noktası İran'ın bir haydut devlete dönüşmesi olacak biçimde bölgenin dinamikleri gösterdi ki kapitalizmin derinleşen çelişkileri, büyük güçlerin gezegenin farklı bölgelerinde kendi otoritelerini dayatma yetilerini baltalamaya başlamıştı. Bu eğilimin arkasında daha derin bir şey yatıyordu: Egemen sınıfın, sistemin krizine olan çözümünü -dünya savaşını- kapitalizm adına kendini kurban etme isteksizliğini 1968’den 80’lerin sonuna kadar bir dizi mücadeleyle gösterse de sisteme devrimci bir alternatif ortaya koyamayan bir dünya işçi sınıfına dayatamayışı. Kısacası, iki başlıca sınıf arasındaki bir açmaz, kapitalizmin son aşamasına; emperyalist düzeyde iki bloklu sistemin sona ermesi ve “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışının ivmelenmesiyle tanımlı olan çürüme aşamasına girişini belirledi.

Emperyalist meydan kavgasının kalbinde Afganistan

1990'larda, Rusların Afganistan'dan ayrılışından sonra, muzaffer savaş ağaları yıkıntıların kontrolü için Batı tarafından kendilerine verilen silah ve savaş bilgilerinin tümünü kullanarak birbirlerine girdiler. Toplu kıyım, yıkım ve toplu tecavüz savaştan geriye kalan en ufak toplumsal birlikteliği de yok etti.

Bu savaşın toplumsal etkisi Afganistan ile sınırlı değildi. Dünyaya sefalet ve ölüm getiren eroin bağımlılığı salgınının 1980'lerden itibaren patlak vermesi savaşın doğrudan sonuçlarından biriydi. Batı, savaşı finanse etmek için Taliban karşıtlarını afyon yetiştirmeye teşvik etti.

Taliban'ın acımasız yobazlığı dolayısıyla onlarca yıllık barbarlığın bir ürünüydü. Ayrıca, yanı başlarında belli bir çeşit düzen dayatmak isteyen Pakistan tarafından da manipüle edildiler.

2001'de El Kaide ve Taliban'dan kurtulmak bahanesiyle başlatılan ABD işgali, 2003'te Irak’ın işgaliyle birlikte ABD emperyalizminin, kendi çöküşünün sonuçları karşısında otoritesini dayatma girişimleriydi. Başta Avrupalılar olmak üzere diğer güçleri, üyelerinden birine yapılan saldırıya tepki olarak harekete geçirmeye çalıştı. Birleşik Krallık dışında diğer bütün güçler ilgisizdi. Nitekim Almanya, 90'lı yılların başında tutturduğu yeni “bağımsız” hat dolayısıyla Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılmasını desteklemiş ve bu da Balkanlar'daki korkunç katliamı kışkırtmıştı. Sonraki yirmi yıl içinde Amerika’nın rakipleri, ABD’nin Afganistan, Irak ve Suriye'de kazanılamaz savaşlara bulaşmasını izledikçe daha da cesaret buldu. ABD'nin geriye kalan tek süper güç olarak baskınlığını ilan etme girişimi, Amerika'nın emperyalist "liderliğinin" hakiki gerileyişini giderek daha fazla ortaya çıkaracaktı; ve gezegenin geri kalanına yekpare bir düzen dayatmayı becerebilmekten çok uzak olan ABD, artık kapitalist çürüme aşamasına damgasını vuran kaosun ve istikrarsızlığın ana vektörü haline gelmişti.

Biden’ın realpolitiği Trump’ınkinin devamıdır

Afganistan'dan çekilme politikası, açık bir realpolitik örneğidir. ABD, kaynaklarını Çin ve Rusya’nın altını oyma ve onları kontrol altına alabilme çabalarına yoğunlaştırmak için kendini bu maliyetli, zayıflatıcı savaşlardan kurtarmak zorundaydı. Biden yönetimi, ABD emellerinin peşinde koşarken en az Trump kadar kinik olduğunu gösterdi.

Aynı zamanda, ABD'nin çekilmesi Biden yönetiminin “Amerika Geri Döndü” şeklindeki Amerika'nın güvenilir bir müttefik olduğu mesajının ciddi bir darbe aldığı anlamına da geliyor. Uzun vadede yönetim muhtemelen, Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkelerin Çin korkusuyla, Çin'i Güney Çin Denizi'nde ve başka yerlerde dizginlemeyi amaçlayan ABD “Doğu’ya yöneliş” stratejisiyle işbirliğine zorlanabileceğine bel bağlıyor.

Buradan ABD'nin Orta Doğu ve Orta Asya'dan çıkıp gideceği sonucunu çıkarmak yanlış olur. Biden, ABD'nin terör tehditlerine karşı "Ufuk Ötesi" (yani hava taarruzları) politikası izleyeceğini açıkça belirtti. Bu, dünyanın dört bir yanındaki askeri üslerini, donanmasını ve hava kuvvetlerini kullanarak, ABD için tehlikeli olmaları halinde bu bölgelerdeki devletlere yıkım getireceği anlamına geliyor. Bu tehdit aynı zamanda Afrika'daki, Somali gibi batık devletlere iç savaşın yıktığı Etiyopya’nın da katılabileceği ve komşuların da iki ülkeden birini destekleyeceği giderek kaotikleşen vaziyetle de ilgilidir. Nijerya, Çad ve başka yerlerdeki İslamî terör grupları, Taliban’ın zaferiyle cesaretlenip operasyonlarını hızlandırdıkça bu liste daha da uzayacak.

Afganistan'dan geri çekilmenin motivasyonu, dünya güçleri olarak Çin'in yükselişinin ve Rusya'nın dirilişinin yarattığı tehlikeye odaklanma ihtiyacıysa, bunun Çin ve Rus emperyalizmlerini Afganistan’a davet dahi edebilecek kısıtları açıkça ortada. Çin, Afganistan'daki Yeni İpek Yolu projesine şimdiden büyük yatırımlar yaptı ve her iki ülke de Taliban ile diplomatik ilişkilere başladı. Ancak bu devletlerin hiçbiri çelişkileri giderek artan dünya çapındaki kargaşanın üzerine çıkamaz. Afrika, Orta Doğu (en son Lübnan ekonomisinin çöküşü), Orta Asya ve Uzak Doğu'ya (özellikle Myanmar) yayılan istikrarsızlık dalgası, ABD için olduğu kadar Çin ve Rusya için de bir tehlike. Afganistan'ın gerçek anlamda işleyen bir devleti olmadığının ve Taliban'ın bunu tersine çeviremeyeceğinin bütünüyle farkındalar. Savaş ağalarının yeni hükümete yönelik oluşturduğu tehdit de iyi biliniyor. Kuzey İttifakı'nın kimi kısımları hükümeti tanımayacaklarını zaten söylediler ve Afganistan'da da faal olan IŞİD, kâfir Batı ile anlaşma yapmaya hazır oldukları için Taliban'ı mürtet olarak görüyor. Afganistan'ın eski yönetici sınıfının bir kısmı, Taliban ile işbirliğine yanaşabilir ve birçok yabancı hükümet de halihazırda kanallar açmakta, ancak bunun nedeni, ülkenin yeniden savaş ağalığına ve tüm bölgeye yayılacak olan kaosa teslim olmasından korkmaları. 

Taliban'ın zaferi, Taliban onları desteklemese bile, Çin'de faal olan Uygur İslamcı teröristlerini ancak yüreklendirmeye neden olabilir. Rus emperyalizmi, Afganistan'a bulaşmanın acı bedelini biliyor ve Taliban'ın zaferinin, iki ülke arasında tampon oluşturan Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan'daki köktendinci gruplara yeni bir ivme kazandıracağını da tahmin edebiliyor. Rusya bu tehlikeyi, az önce sözü edilen ülkeler ve başkaları üzerindeki askeri nüfuzunu güçlendirmek için fırsata çevirecektir, ancak biliyor ki, ABD’nin savaş makinesinin azameti bile başka devletlerden yeterli destek aldıkları müddetçe bu kalkışmaları ezemez.

ABD ne Taliban'ı yenebildi ne de düzgün bir devlet kurabildi. Bu rezillik ile yaşamak zorunda kalırken, arkasında istikrarsızlığa kurulu bir saatli bomba bıraktığının bilincinde olarak geri çekildi. Rusya ve Çin şimdi bu kaosu kontrol altına almaya çalışmak zorunda. Kapitalizmin bu bölgeye istikrar ve bir tür gelecek getirebileceği fikri safi bir yanılsamadır.

İnsancıl taklidi yapan Barbarlık

ABD, İngiltere ve diğer tüm güçler, geçtiğimiz 40 yıl boyunca Afganistan halkına uyguladıkları terörü ve yıkımı gizlemek için Taliban öcüsünü kullandılar. ABD destekli mücahitler de Ruslar kadar kıyım yaptı, tecavüz etti, işkence ve yağma yaptı. Taliban'la beraberce de, Rusların denetimindeki kent merkezlerine terör harekatları düzenlediler. Ancak bu, Batı tarafından dikkatle gizlendi. Son 20 yıldır durum aynı. Batı medyasında Taliban'ın korkunç gaddarlığı vurgulanırken, “demokratik” hükümet ve destekçileri tarafından sebep olunan kayıplar, cinayetler, tecavüzler ve işkence haberleri utanmazca halının altına süpürüldü. Her nasılsa, 'demokratik', 'insan hakları' sevicisi ABD ve İngiltere tarafından desteklenen hükümetin, toplarıyla, bombalarıyla ve kurşunlarıyla havaya uçurduğu genç ve yaşlılar, kadın ve erkekler bahsetmeye değer bulunmuyor. Aslında, Taliban'ın neden olduğu vahşet bile tam boyutuyla ortaya serilmedi. Savaşı haklı çıkarmaya yaramadıkça, bunlar 'haber değeri taşımayan' olaylar olarak görülüyor.

Avrupa parlamentoları, Taliban’ın hükmettiği Afganistan'daki kadınların ve diğerlerinin korkunç kaderine hayıflanan ABD'li ve İngiliz politikacıların dediklerini tekrarladı. Aynı politikacılar, birçok Afgan da dahil olmak üzere binlerce çaresiz mültecinin Akdeniz'i veya Kanalı geçmeye çalışırken hayatlarını riske atmasına neden olan göçmenlik yasalarını da dayattılar. Hani nerede onların Akdeniz’de boğulan binlerce mülteci için feryatları? Onların, (AB ve İngiltere tarafından finanse edilen) Türkiye veya Ürdün'de,  toplama kamplarından biraz daha iyi şartlarda yaşamaya zorlanan veya Libya'nın köle pazarlarında satılan mülteciler için ne gibi bir kaygıları oldu? Taliban'ı insanlık dışılığından dolayı kınayan bu burjuva sözcüleri, mülteci akınını durdurmak için Doğu Avrupa'nın etrafına çelik ve betondan bir duvar inşa edilmesini teşvik ediyor. İkiyüzlülüğün leş kokusu dayanılacak gibi değil.

Bu cehenneme son verebilecek tek güç proletaryadır

Savaş, pandemi, ekonomik kriz ve iklim değişikliğinin bu manzarası gerçekten korkunç. Bu nedenle egemen sınıf kendi medyasını bunlarla dolduruyor. Proletaryanın itaat etmesini, bu çürüyen toplumsal sistemin acımasız gerçekliğinden korkup sinmesini istiyor. Egemen sınıfın ve devletin eteğine yapışan çocuklar gibi olmamızı istiyorlar. Proletaryanın son 30 yıldır çıkarlarını savunma mücadelesinde yaşadığı büyük zorluklar, bu korkunun daha da yerleşmesine müsaade ediyor. Proletaryanın bir gelecek, tamamıyla yeni bir toplum sunabilecek tek güç olduğu fikri saçma görünebilir. Ancak proletarya yegane devrimci sınıftır ve otuz yıllık geri çekilme bunu tümüyle ortadan kaldırmadı, her ne kadar bu geri çekilmenin uzunluğu ve derinliği enternasyonal işçi sınıfının ekonomik koşullarına yönelik artan saldırılara direnme yetisine olan güvenini yeniden kazanmasını zorlaştırsa da. Fakat işçi sınıfı ancak bu mücadeleler yoluyla gücünü yeniden geliştirebilir. Rosa Luxemburg'un dediği gibi, proletarya, kendi bilincini yenilgiler tecrübe etmesiyle geliştiren tek sınıftır. Proletaryanın, insanlığın geri kalanına bir gelecek sunma konusundaki tarihsel sorumluluğunu yerine getirebileceğinin garantisi yoktur. Proletarya ve onun devrimci azınlıkları, sınıf düşmanımızın teşvik ettiği ezici umutsuzluk ve çaresizlik atmosferine yenik düşerse, bu kesinlikle gerçekleşmeyecektir. Proletarya devrimci rolünü ancak, çürüyen kapitalizmin acımasız gerçekliğinin karşısında durarak ve kendi ekonomik ve toplumsal koşullarına yönelik saldırıları reddederek, yalıtılmışlığı ve çaresizliği dayanışmayla, örgütlenmeyle ve yükselen sınıf bilinciyle değiştirerek yerine getirebilir.

EKA 22-08-2021

Dünya Kadınlar Günü: Kadının Ezilmişliği Sorununu Yalnızca Komünist Toplum Çözebilir

8 Mart’ta tüm feminist gruplar, çeşitli sol gruplarda (özellikle Sosyalist Parti’de) temsil edilen radikal küçük burjuvazinin tam desteği ile Dünya Kadınlar Günü’nü bir kez daha andı. İşçi kadınların mücadelesiyle özdeşleştirilen bugün bir kez daha saptırılacak ve dev bir demokratik ve reformist karnavala dönüştürülecektir. Tıpkı İşçi Bayramı (1 Mayıs) gibi, 8 Mart da burjuvaziye kazandırıldı ve devlet kapitalizminin bir kurumu haline geldi.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1887), anahân toplumların sona ermesinin ve ataerkil toplumun yükselişinin kadını “erkeğin proleteri” haline geldiğini onaylayarak, kadınların ezilmişliğini zaten kınamıştı. Auguste Bebel, Kadın ve Sosyalizm (1891) adlı eserinde, kadın durumuna ilişkin derin bir tarihsel incelemeyle Engels’in çalışmalarını sürdürdü.

19. yüzyılın sonundan itibaren, “kadın sorunu”, tüm insanlığın kurtuluşu için yürütülen işçi sınıfı mücadelesiyle yakından ilişkili hale geldi. Kadın işçilerin maruz kaldığı yoksulluk ve sömürü koşulları, onları yirminci yüzyılın başında kaçınılmaz olarak proleter mücadelenin öncüsü haline getirdi.

Yirminci yüzyıl işçi hareketi içinde kadınların mücadelesi.

8 Mart’ın kökeni, New York’ta 8 Mart 1857'de gerçekleşen ve polis tarafından bastırılan tekstil işçilerinin eylemlerine dayanıyor (Amerikan işçi hareketi arşivinde olaya dair herhangi bir kayıt bulunmadığı halde).

Sosyalist kadınların uluslararası hareketi, Almanya’da Clara Zetkin’in [1] etkisi altında işçi sınıfının ana partisi SPD’de ortaya çıktı: Zetkin, 1890'da Rosa Luxemburg’un desteğiyle kapitalizmin devrimci yıkımını ve yerine dünya komünist toplumunun getirilmesini savunan Die Gleichheit (Eşitlik) dergisini kurdu. Dünyanın her yerinde, hem Batı Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde, kadın işçiler kendi sömürü koşullarına karşı harekete geçmeye başlıyorlardı. İşgününün azaltılmasını, erkeklerle aynı ücretleri almayı, çocuk işçiliğinin kaldırılmasını ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini talep ettiler. Bu ekonomik taleplerin yanı sıra, siyasi talepleri de, özellikle kadınların oy kullanma hakkını, gündeme getirdiler (bu siyasi talep daha sonra ‘süfrajetler’ olarak bilinen burjuva kadın hareketine daldırılacak ve onunla karıştırılacaktır.)

Ancak özellikle 1907'den itibaren, Birinci Dünya Savaşı’nın habercileriyle karşılaşan kadın işçiler ve sosyalistler, kendilerini kapitalist barbarlığa karşı mücadelenin öncüsü olarak bulacaklardı.

Aynı yılın 17 Ağustos’unda Clara Zetkin, Kadın Sosyalist Enternasyonal’in Stuttgart’taki ilk konferansını duyurdu. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin her yerinden 58 delege katıldı ve kadınların oy kullanma hakkına ilişkin karar aldı. Aynı karar, bu konferansı takip eden SPD’nin Stuttgart kongresinde de alındı. Kadınların ücretlerinin aynı işi yapan erkek işçilerin yarısı kadar olduğu dönemde birçok kadın örgütü vardı ve bunların büyük çoğunluğu yüzyılın başında tüm işçi mücadelelerine aktif olarak dahil olmuştu.

1908 ve 1909'da New York’ta kadın tekstil işçilerinin kitlesel eylemleri vardı. Talepleri “ekmek ve güller” (güller sadece hayatta kalmanın ötesinde yaşam koşullarında iyileşmeyi sembolize ediyordu), çocuk işçiliğinin kaldırılması ve daha iyi ücretlerdi.

1910'da Kadın Sosyalist Enternasyonal barış için bir çağrı başlattı. 8 Mart 1911 Dünya Kadınlar Günü’nde tüm Avrupa’da bir milyon kadın eylem yaptı. Birkaç gün sonra 25 Mart’ta New York’taki Triangle tekstil fabrikasında çıkan yangında 140'tan fazla kadın işçi güvenlik önlemlerinin olmaması nedeniyle hayatını kaybetti. Bu dram, kadınların sömürü koşullarına ve parlamentoda siyasi bir sese sahip olmamalarına karşı isyanını daha da alevlendirecekti. 1913'te dünyanın her yerinde kadınlar oy kullanma hakkını talep ediyordu. Britanya’da burjuva “süfrajetler” de daha radikal bir duruş benimsiyorlardı.

Ama özellikle Çarlık Rusya’sında kadınların mücadelesi tüm işçi sınıfının devrimci hareketine ivme kazandıracaktı. 1912 ile 1914 arasında Rus kadın işçiler gizli toplantılar düzenlediler ve emperyalist katliamlara karşı olduklarını ilan ettiler. Savaş patlak verdikten sonra Avrupa’nın her yerinden kadınlar onlara katılacaktı.

1915'te Fransız ordusunun cephedeki açık saldırısı korkunç bir katliam başlattı: 350.000 asker siperlerde katledildi. Kadınlar, ulusal ekonomiyi ayakta tutmak zorunda kaldıkları için artan sömürüye maruz kaldılar. Savaşa karşı tepkiler patlamaya başladı ve ilk seferber olan kadınlar oldu. 8 Mart 1915'te Alexandra Kollontai [2] Oslo yakınlarındaki Christiana’da savaşa karşı kadınlar eylemi düzenledi. Clara Zetkin yeni bir Uluslararası Kadınlar Konferansı çağrısında bulundu. Bu, savaşa karşı çıkan herkesi yeniden toplayan Zimmerwald Konferansı’nın bir başlangıcıydı. 15 Nisan 1915'te 12 farklı ülkeden 1136 kadın La Haye’de toplandı.

Almanya’da, özellikle 1916'dan itibaren, Batı işçi hareketinin en büyük iki kadın figürlerinden olan Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg, Alman Komünist Partisi KPD’nin kuruluşunda belirleyici bir rol oynayacaklardı. Amerika Birleşik Devletleri’nde anarşist militan (ve Amerikan Komünist Partisi’nin kurucu üyesi gazeteci John Reed’in arkadaşı) Emma Goldman, emperyalist savaşa karşı sert bir mücadele yürüttü. Goldman, “Birleşik Devletler’deki en tehlikeli kadın” olarak kabul edildi ve 1917'de Rusya’ya sürgün edilmeden önce hapse girecekti.

Rusya’da, proletaryanın devrime giden muzaffer yürüyüşüne önderlik edecek olan kadın işçiler oldu. 8 Mart’ta (Miladi takvimde 23 Şubat) Petrograd’daki tekstil fabrikalarında çalışan kadın işçiler kendiliğinden greve çıktı ve sokaklara döküldü. “Ekmek ve barış” talep ettiler. Oğullarının ve kocalarının cepheden çağrılması için çağrıda bulundular. “Talimatlarımıza aldırış etmeden, birkaç fabrikanın kadın işçileri greve gitti ve mühendislik işçilerine desteklerini istemek için delegasyonlar gönderdiler… Bunun devrimin ilk günü olabileceği tek bir işçinin bile aklına gelmedi.” (Rus Devriminin Tarihi, Troçki). Böylece, Rus Devrimi’nin kıvılcımı olan ‘ekmek ve barış’ sloganı Petrograd’ın kadın işçileri tarafından başlatıldı ve Putilov fabrikalarından işçilerin ve tüm işçi sınıfının harekete katılmasına yol açtı.

Kadın Hareketinin Burjuva Demokrasisine Kazandırılması

12 Kasım 1918'de, Ateşkes’i imzaladıktan sonraki gün, Alman burjuvazisinin kadınlara oy kullanma hakkı vermesi bir kumar değildi. Sosyalist kadınların uluslararası hareketinin doğduğu, 20. yüzyılın başında işçi hareketinin en büyük kadın figürlerinin, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’in militan olduğu ülkede, parlamentonun işçi sınıfı için boş kabuk haline geldiği bir dönemde, egemen sınıfın oy hakkını bahşederek kadınların devrimci ruhunu kırmaya çalışması şaşırtıcı değildi. Kapitalizmin kendi çöküş dönemine girmesiyle reformlar ve oy hakkı için mücadele etmek kullanışlı değildi, mücadele yalnızca kapitalist düzeni yıkmak için olmalıydı.

Komünist Enternasyonal’in 1919'da ilan ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı tarihin yeni bir dönemini başlattı: “savaşlar ve devrimler dönemini.”

1920'lerin başından itibaren, kadın hareketi proleter mücadele süreciyle benzer bir yol izledi; bir geri çekilme sürecine girdi ve hızla kapitalist devletin içine çekildi. Proleter hareketten giderek daha farklı ve ayrı, sınıflar arası uzlaşmacı bir hareket haline gelecekti. Kadının ezilmişliği sorunu, imalathane ve fabrikalarda kadınların sömürülmesinin koşullarından bağımsız olarak gündeme getirilerek, sömürü ve kâr arayışına dayalı bir toplumda kadınların gerçekten özgürleşebileceği yanılsaması yaratılıyordu. 1920'lerin başından itibaren kadın “kurtuluş” hareketi dikkatini, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, doğum kontrolü ve kürtaj hakları üzerinde yoğunlaştırmaya başladı.

Almanya’da 1920'lerin ortalarından itibaren kadın hareketi, Nazizme karşı mücadele alanına doğru hızla rayından çıktı.

Diğer Avrupa ülkelerinde, özellikle Fransa ve İspanya’da, kadınlar milyonlarca proleterin İkinci Dünya Savaşı’na alınmasına yol açacak bir ideoloji olan anti-faşizme kapılırken, oy kullanma hakkını talep etmeye devam ettiler.

Kadın hareketi, Fransa’daki UFCS (Union Féminine Civique et Sociale) ve kadınları bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisine karşı değil, faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele etmeye çağıran Katolik kadın örgütleri gibi kapitalist devletin her türlü aracı tarafından çok hızlı bir şekilde kazanıldı.

Fransa’da kadınların oy kullanma hakkı hâlâ kanunda yer almasa da, Léon Blum kadınları ilk kez hükümete dahil etti. 4 Haziran 1936'da üç kadın devlet müsteşarlığına atandı (Cécile Brunschwig, Irène Joliot-Curie ve Suzanne Lacore). Sol kanat kapitalist partilerin, çok sayıda kadını Halk Cephesi bayrağının arkasında seferber etmesine ve onları İkinci Dünya Savaşı hazırlıklarına dahil etmesine izin veren bu hareket, ‘radikal’ bir hareket olarak sunuldu.

İşgal sırasında, özellikle Fransız Komünist Partisi (PCF) Stalinistlerinin bayrağının arkasında, çok sayıda kadın Direniş’e katıldı. De Gaulle nihayetinde 23 Mart 1944'te oy kullanma hakkı vererek onların ‘cesaretlerini’ ve ‘vatanseverliklerini’ ödüllendirecekti, böylece sağ veya sol kanattan kendi sömürücülerini seçebileceklerdi.

Bununla birlikte, tam kadınlar Fransa’da oy kullanma hakkını elde ettiği sırada, mide bulandıran şovenizmiyle PCF, Paris’in Kurtuluşu’nda göklere çıkarılıyordu. 1945'te düşmanla (“boche” [Alman askerleri]) cinsel ilişki kurma suçunu işleyen kadınların saçları tıraş edildi. Üç Renkli’yi (Fransız bayrağı) lekelemekle ve düşmanla ‘iş birliği yapmakla’ suçlandılar. Halkın önünde yürüyüşe zorlandılar ve halkın alayına maruz bırakıldılar.

Feminizm: Cinsiyetçi ve Gerici Bir İdeoloji

1970'lerin başında kadın hareketi artık işçi hareketinin herhangi bir niteliğine sahip değildi. Kadın Kurtuluş Hareketi feminizmin yeni sesiydi ve kadınların siyasi partilere katılmasını içeren her fikri reddetti. “Şovenizm karşıtlığı” adına, erkeklerin toplantıların çoğuna katılmaları yasaklandı. Hareket kendisini “özerk” olarak adlandırdı ve kadınların kapitalist sistem tarafından değil, genel olarak erkekler tarafından baskılandığı yanılgısını güçlendirdi. Feministlerin erkeklerle aynı ‘hakları’ talep etmenin ötesinde, erkekleri düşmanları, baskılarının gerçek kaynağı olarak görmeleri vasıtasıyla cinsiyetçi bir bakış açısına katkıda bulundular. Pek çok “feminist”, kadınların baskılarının ekonomik temellerini biraz olsun düşünmeden, kadınların “cinsel özgürlüğü” için Don Kişotvari bir mücadele üstlendiler. Feminist hareket, işçi hareketi içindeki kadın mücadelesi geleneğinden kesin olarak kopmuştu. Küçük burjuvazinin, tarihsel perspektifi olmayan gerici bir ideolojisi haline gelmişti ve 68 Mayıs sokaklarında çiçek açmıştı. Ve feministlerin amblem olarak leylak rengini seçmeleri tesadüf değil, 20. yüzyılın başlarında süfrajetler de aynı rengi kullanıyordu. 1975'te feminist hareket, polis baskısına maruz kalmadan bedenlerini “özgürce” satmaya (erkeklerin cinsel yoksunluklarından geçinmeye) devam etme hakkını talep eden fahişeleri de bünyesine kattı.

Sermayenin Hizmetinde Bir Maskeli Balo

1977'de Birleşmiş Milletler, Dünya Kadınlar Günü’nü resmen tanıdı ve her ülkeyi bu günü ‘kadın hakları ve uluslararası barış’ kutlamalarına adamaya davet eden bir karar aldı. “Barış” konusuna gelirsek, Birleşmiş Milletler denen emperyalist haydutların sığınağından sunulan yüce “çözümlerin” neye hizmet ettiğini göstermek için büyük demokratik güçlerin himayesi altında gerçekleştirilen sayısız katliama atıfta bulunmak yeterlidir. Kadın hakları için uluslararası güne baktığımızda ise, bu günün işçi sınıfından kadınları aldatmak için bir maskaralık ve onları kapitalist sınıf tarafından sömürülen işçiler olarak mücadelelerinden saptırmaktan başka bir şey olmadığını görürüz.

Fransa’da Başkan Mitterrand ile sol (özellikle de Sosyalist Parti-PS), feminist ideolojinin ana savunucusu haline geldi. 1982 yılında Mauroy hükümeti altında, Kadın Hakları Bakanlığı’yla beraber, 8 Mart burjuva demokratik devletin kurumu haline geldi.

O zamandan beri, sermaye solunun her fraksiyonu, işçi kadınların genel bir kadın kitlesi içinde eritilmesini ve sınıf çıkarlarının ayrımı yapılmadan, toplumun her tabaka ve sınıfından kadınlarla iş birliği yapabilecekleri kampanyalara katılmalarını amaçlayan çeşitli feminist kurumların oluşumuna katkıda bulundular.

Bugünün seçim kampanyaları (ABD başkan adayı Hillary Clinton ile, Fransa’daki Ségolène Royal’in ardından) bizi kandırarak, hükümetin başında kadınların olmasının işçi sınıfına yönelik acımasız saldırılara son verebileceğine inanmamızı istiyor. Ayrıca, bir kadın devlet başkanının daha az barbarca savaş anlamına geleceğine inanmamızı istiyor: bir “kadın” erkeklerden daha az “şiddete eğilimli”, daha “insancıl” ve daha “barışçıl” olacaktır.

Bütün bu gevezelikler aldatmacadan başka bir şey değil. Kapitalist tahakküm bir cinsiyet sorunu değil, toplumsal sınıf sorunu. Burjuva kadınları devletin kontrolünü ele geçirdiklerinde, erkek selefleriyle tamamen aynı kapitalist politikaları uygularlar. Hepsi, siyasi mahkum statüsü talep eden 10 IRA açlık grevcisinin aynı anda ölmesine izin vermesi ve 1982'deki Falkland Savaşı’ndaki liderliğiyle hatırlanan Demir Leydi Margaret Thatcher’ın adımlarını takip eder. Hepsi aynı şeyleri yapar, Sarkozy’nin ortakları, Michèle Alliot-Marie, Rachida Dati, Valérie Pécresse, Fadela Amara ve diğerleri gibi. Burjuvazi, ulusal ekonomisinin yönetiminde cinsiyetler arasında herhangi bir fark görmez. Ve patronlar örgütünün patronu Laurence Parisot, kendisinden önce “stronger sex’ten [daha güçlü cinsiyet]” öncüllerinin yaptığı gibi, burjuvazi için iyi bir iş çıkarıyor.

1917'de, Ekim Devrimi’nden hemen önce, Lenin şunları yazmıştı:

“Ezen sınıflar, büyük devrimcileri sağlıklarında durmadan oradan oraya sürmüş, öğretilerinin karşısına en vahşi düşmanlık, en kudurgan nefret ve en kaba yalan ve karalama kampanyalarıyla dikilmişti. Ölümlerinden sonra, onları zararsız putlara çevirmek, deyim yerindeyse evliyalaştırmak ve ezilen sınıfları “avutmak” için ve bu sınıfları aldatmak amacıyla adlarını bir ölçüde halelerle süslerken, aynı zamanda devrimci öğretiyi içeriğinden yoksun bırakma, devrimci uçlarını köreltme ve onu bayağılaştırma girişimlerinde bulunulur.” (Devlet ve Devrim)

Devrimcilerin başına gelenler 1 Mayıs’ın da başına geldi. Ve 1 Mayıs’ın başına geldiği gibi 8 Mart’ın (dünya kadınlar günü) da başına geldi.

Egemen sınıf olarak burjuvazinin en tehlikeli silahlarından biri, geçmişte işçi sınıfına ait olan sembolleri ona karşı olarak kullanmak üzere kendisine kazandırma kapasitesidir. Nitekim, sendikalar ve işçi partilerine olduğu gibi, 1 Mayıs ve Dünya Kadınlar Günü’ne olan da buydu.

Tarih öncesinin sonundan beri kadınlar her zaman baskıya uğramıştır. Ancak bu baskı kapitalizm altında ortadan kaldırılamaz. Kadınlara bu perspektifi ancak dünya komünist toplumunun gelişi sunabilir. Kadınlar ancak tüm insanlığı özgürleştirmek için işçi sınıfının genel hareketine aktif olarak katılarak kendilerini özgürleştirebilirler.

Sylvestre (12/02/08)

[1] 1887 doğumlu Clara Zetkin, İkinci Enternasyonal’in kuruluşunda aktif olarak yer aldı. Partisi SPD’yi çürüten oportünizmle karşı karşıya kalan Clara Zetkin, arkadaşı Rosa Luxemburg ile, partinin sol kanadıyla birleşti. Birinci Dünya Savaşı’na karşı olan devrimci harekete katıldı. 1915'te, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in yanında Spartakist Birliğinin kurucu üyesiydi. Fransız Komünist Partisi kurulduğunda Tours Kongresi’nde Komünist Enternasyonal’in bir temsilcisiydi.

[2] 1872 doğumlu Alexandra Kollontaï, 1917'de Bolşevik Parti’nin en üst düzey kadın figürlerinden biriydi. 1903'teki Rus Sosyal Demokrasi Kongresi’nin ardından Menşevik Parti’ye katılarak, 1914'ten itibaren savaşa karşı savaştı ve 1915’te Lenin’in partisine yeniden katıldı. Rus Devrimi’ne katıldı ve Ekim Devrimi’nden sonra hükümette rol alan dünyadaki ilk kadın oldu. Onun faaliyeti ve devrimci işçi kadın hareketi sayesinde Rusya’da oy hakkı ve eşit ücret, 1920'de kürtaj hakkı kazanıldı. Alexandra Kollontaï, 1918'den itibaren Bolşevik Parti’nin gidişatına gittikçe daha fazla karşı çıktı ve 1920'de İşçi Muhalefeti adlı bir iç fraksiyonun kuruluşunda yer aldı.

Rubric: 

Kapitalizmin bize sunduğu gelecek: savaş ve pogromlar

Hamas veya diğer İslami cihatçılar, İsrail şehirlerindeki sivil hedeflere ilk kez roket ateşi yağdırıp ayrım gözetmeksizin öldürmüyor. İlk kurbanlar arasında Lod'da arabalarında havaya uçurulan İsrailli bir Arap baba ve kızı var. Bu, İsrail silahlı kuvvetlerinin, Hamas liderlerini ve silahlarını hedef alan, ama aynı zamanda Gazze'nin kalabalık binalarında ve sokaklarında Hamas roketlerinin "ulaştığı" sayıdan onlarca kat daha fazla sayıda sivil ölüme neden olan yıkıcı hava saldırıları ve topçu ateşi ile ilk karşılık verişi de değil. İsrail, Gazze şeridinin, Filistinli aileler için daha fazla ölüm, evsizlik ve travmadan başka bir şeyle sonuçlanamayacak olan askeri işgalinin eşiğine de ilk kez gelmiyor. Tüm bunları daha önce 2009 ve 2014'te görmüştük.

Ancak ilk kez böylesine büyük bir seferberliğe, bazı İsrail şehirlerindeki İsrailli Yahudiler ve Araplar arasındaki şiddetli çatışmalar eşlik ediyor. Davut Yıldızı sallayan ve “Araplara Ölüm” diye bağıran, dövüp öldürmek için Arap arayan sağcı çeteler ve aynı zamanda İslamcılıktan ve Filistin milliyetçiliğinden “ilham alan” kalabalıklar tarafından ateşlenen, Yahudilere ve sinagoglara yönelik saldırılar, özünde pogromdur. Çarlık Rusya'daki Karayüzler'in ya da 1938 Almanya'sındaki Kristallnacht'ın uğursuz ve ironik anıları canlanıyor!

Savaş ve pogromu kışkırtmak

Bu zararlı gelişmenin tohumlarını büyük ölçüde, İsrail'in bir Yahudi devleti olarak tanımını pekiştiren yeni yasalar ve başkenti olarak Kudüs'ün tamamını ilhak etme politikası yoluyla, Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümeti attı. İlhak, esasen İsrail/Filistin çatışmasına “İki Devletli Çözümün” tam anlamıyla bittiğinin ve Batı Şeria'nın askeri işgalinin artık yaşamın kalıcı bir gerçeği olduğunun beyanıdır. Kudüs'teki Filistinli Arapların isyanının kıvılcımı, Arap nüfusu Doğu Kudüs’ten sürme ve yerlerine Yahudi yerleşimcileri koyma tehdidiyle ve tüm bu askeri işgal ve etnik temizlik stratejisiyle ateşlendi.

Avrupa ve ABD'nin "demokrasileri", askeri çatışma ve toplumsal kargaşanın tırmanması karşısında her zamanki gibi timsah gözyaşları akıtıyor (Netanyahu bile, Yahudi ya da Arap, herkesin sokaktaki şiddete son vermesi çağrısında bulundu). Ancak Trump yönetimindeki ABD, İsrail'in açıkça ilhakçı politikalarını onaylamıştı,daha geniş bir emperyalist proje olan İsrail, Suudi Arabistan ve diğer Arap devletlerini İran'a karşı (aynı zamanda Rusya ve Çin gibi büyük güçlere karşı) ittifakta bir araya getirme projesinin bir parçasıydı bu. Ve eğer Biden, Trump'ın Suudi rejimini eleştirmeksizin kucaklaması tutumundan biraz uzaklaştıysa bile, örneğin, mevcut krizdeki ilk endişesi, "İsrail'in kendini savunma hakkına sahip olduğu" konusunda ısrar etmekti, çünkü Siyonist devlet, Orta Doğu'da kendi oyununu oynamaya yönelik tüm amaçlarına rağmen, bölgedeki ABD stratejisinin kilit bir bileşeni olmaya devam ediyor.

Ancak İsrail devleti provokatör olarak hareket etmekte yalnız değil. Hamas, Kudüs isyanlarının bastırılmasına, İsrail'deki sivil hedeflere roket bombardımanıyla karşılık verdi, üstelik bunun Gazze'nin korunmasız nüfusuna gökten ateş yağdırılmasına neden olacağını çok iyi biliyordu. Aynı zamanda Hamas, İsrail içindeki etnik şiddeti kışkırtmak için de elinden geleni yapıyor.

Kapitalist çöküş çağında, ilk kurbanların sivil halk, her şeyden önce işçi sınıfı ve ezilenler olması savaşın bir özelliğidir. İsrail de Hamas da emperyalist savaşın barbar mantığıyla hareket ediyor.

Emperyalist savaş karşısında, devrimciler her zaman tüm kapitalist devletlere ve proto-devletlere karşı sömürülenlerin enternasyonal dayanışması çağrısında bulundular. Bu dayanışma, savaşa ve barbarlığa kapılmanın önünde tek olası engel olmaya devam ediyor.

Ancak Orta Doğu'daki egemen sınıflar, daha güçlü emperyalist destekçileriyle birlikte, uzun süredir bölünme ve nefretin alevlerini körüklüyorlar. 1936'da bölgedeki hakim güç Büyük Britanya'ya karşı Nazi Almanyası ile ittifak kurmaya çalışan Filistinli siyasi liderler, Filistin'deki Yahudi yerleşimcilere karşı pogromlar kışkırttı. Ancak bunlar, Arap rejimleri tarafından sistematik olarak araçsallaştırılan zorlu Filistin mülteci sorununu yaratan, 1948 “Bağımsızlık Savaşı” ve ona eşlik eden Arap nüfusunun kitlesel etnik temizliği tarafından gölgede bırakıldı.

İsrail ile çevredeki Arap devletleri arasında art arda gerçekleşen savaşlar, İsrail'in Hamas ve Hizbullah'a yönelik saldırıları, Gazze'nin geniş bir hapishaneye dönüşmesi-- tüm bunlar Araplar ve Yahudiler arasındaki nefretin her iki taraf için de “sağduyudan” başka bir şey olarak görünmediği noktaya kadar derinleştirdi. Bütün bunlara karşın, mücadelede Arap ve Yahudi işçiler arasındaki dayanışma örnekleri son derece nadir ve her iki tarafta da enternasyonalizmin örgütlü politik ifadeleri neredeyse hiç yok.

Kontrolsüz şiddet sarmalının tehlikesi

İsrail devletinin kışkırtıcı eylemlerinde başka olası unsurlar da var. Başbakan Netanyahu, bir dizi sonuçsuz genel seçimden sonra hükümet kuramadı ve hala bir dizi yolsuzluk suçlamasıyla karşı karşıya. Bu yüzden, yeni ulusal krizde güçlü adamı oynamak kesinlikle ona fayda sağlar. Ancak mevcut karmaşa, ondan yararlanmaya çalışanların kontrolünden çıkabilecek daha derin eğilimler barındırıyor.

60'ların ve 70'lerin büyük Arap-İsrail savaşları, gezegene hakim olan iki emperyalist blok bağlamında yapılmıştı. İsrail, ABD tarafından, Arap devletleri ise SSCB tarafından destekleniyordu. Ancak 80'lerin sonunda blok sisteminin parçalanmasından bu yana, çöküş dönemindeki kapitalizmde emperyalist savaşa yönelik doğuştan gelen dürtü, çok daha kaotik ve potansiyel olarak kontrolsüz bir biçim aldı. Özellikle Orta Doğu, çıkarları dünya güçlerinin planlarıyla uyuşmayabilen bir dizi bölgesel gücün uğrak yeri haline geldi: İsrail, Türkiye, İran, Suudi Arabistan... Bu güçler şimdiden, bölgeyi kasıp kavuran kanlı çatışmalara büyük ölçüde dahil oldu. İran, Suriye'deki çok taraflı çatışmada Hizbullah piyonunu kullanıyor ve Suudi Arabistan’ın, İran'ın Husi müttefiklerine karşı Yemen'deki savaşla başı dertte. Türkiye, savaşın parçaladığı Libya'ya askeri müdahaleyi sürdürürken, Suriye ve Irak’ta Kürt peşmergelere karşı savaş gerçekleştiriyor. Tüm ülkeleri harabeye döndürmenin ve sefalete düşürmenin yanı sıra, bu savaşlar gerçek bir kontrolden çıkma ve yıkımı Orta Doğu’ya yayma riski de barındırıyor.

Askeri düzeyde artan kaos, kapitalist sistemin küresel çürümesinin bir ifadesidir. Çürümenin bir başka yakından ilişkili unsuru da, burjuva politik hizipleri arasındaki çatışmaların, etnik ve dini gruplar arasındaki gerilimlerin, azınlıklara karşı pogromların yoğunlaşması yoluyla, sosyal ve politik düzeyde meydana geliyor. Bu, örneğin 1994'te Ruanda'daki soykırımda, Myanmar ve Çin'de Müslümanlara yapılan zulümde, ABD'deki ırk ayrımının keskinleşmesinde tipik örneklerini gördüğümüz küresel bir eğilimdir. Gördüğümüz üzere, İsrail/Filistin'deki etnik bölünmeler uzun bir geçmişe sahip, ancak çözülemez görünen “Filistin sorununun” yarattığı tüm çaresizlik ve umutsuzluk atmosferiyle daha da ağırlaşıyorlar. Ve pogromlar genellikle devlet politikasının araçları olarak kullanılsa da, günümüz koşullarında devlet kurumlarının amaçlarının ötesine tırmanabilir ve genel bir toplumsal bozulma sürecini hızlandırabilirler. Bunun, İsrail gibi oldukça militarize bir devlette gerçekleşmeye başlaması totaliter devlet kapitalizminin toplumsal çözülme sürecini durdurma girişimlerinin bu süreci daha da şiddetlendirebileceğinin bir işaretidir.

Enternasyonal işçi sınıfı kendi çıkarlarını ve kendi geleceğini, yani komünist devrimi yeniden keşfetmezse, kapitalizmin bize her yerde sunduğu gelecek savaşlar ve pogromlar olacaktır. Orta Doğu proleterleri şimdilik katliamlara ve etnik bölünmelere yenik düşmüşse de, bu kokuşmuş toplumsal düzen kabusundan çıkışın tek yolu olan mücadele yoluna geri dönmek, dünya proletaryasının merkezi fraksiyonlarına bağlıdır.
 

Amos, 14 Mayıs 2021

Rubric: 

Proleter Partisinin Doğası ve İşlevi

KA’nın Girişi

Aşağıda yayımladığımız belge ilk kez 1947’de, EKA’nın 1975’teki kuruluşundan beri köklerini dayandırdığı gruplardan biri olan “Gauche Communiste de France” (Fransa Komünist Solu) adlı küçük grubun yayın organı Internationalisme’in sayfalarında yayımlandı. Belge 1970’lerin başında Fransız grup “Révolution Internationale” tarafından yayımlanan Bulletin d’études et de discussion içinde yeniden basıldı. Bu grup sonradan, yeni kurulan Enternasyonal Komünist Akım’ın Fransa’daki ayağı olacaktı. Bulletin, EKA’nın teorik organı International Review’un ilk şekliydi ve amacı, genç gruba ve onun genç militanlarına, derin teorik düşünme ve tarihin sunduğu yeni teorik sorunlarla hareketin nasıl yüzleştiğinin tarihi de dahil olmak üzere işçi hareketi hakkında daha fazla bilgi edinme yoluyla daha sağlam bir dayanak vermekti1

Metnin temel amacı, devrimci örgütlerin oluşumunu ve faaliyetini belirleyen tarihsel koşulları incelemektir. Bu belirleme fikrinin kendisi esastır. Devrimci örgütün yaratılması ve hayatta kalması, tarihte aktif bir etmen olmayı amaçlayan militan iradesinin meyvesi olsa da bu iradenin aldığı biçim birdenbire toplumsal gerçeklikten bağımsız, işçi sınıfının geniş kitlelerinin mevcut bilincinden ve mücadeleci ruhundan bağımsız belirmez. Bir sınıf partisinin yaratılışının yalnızca militanların “iradesine” bağlı olduğu anlayışı, 1930’lardan beri Troçkizmin, aynı zamanda – İkinci Dünya Savaşının sonunda – yeni oluşan ve çeşitli Bordigist grupların ve bugünkü Enternasyonalist Komünist Eğilim’in (ICT, eski ismiyle IBRP) ilk şekli olan “Partito Comunista Internazionalista”nın (PCInt) bir özelliğidir. Internationalisme’in makalesi, bize göre haklı bir şekilde, burada esasen birbirinden farklı iki politik örgüt anlayışının olduğu konusunda diretir: biri, iradeci ve idealist; diğeri, materyalist ve marksist. İradeci anlayış, en iyi ihtimalle PCInt ve onun haleflerinde olduğu gibi doğuştan oportünizme neden olurken en kötü ihtimalle, Troçkistlerde olduğu gibi, burjuvaziyle uzlaşmaya ve düşman kampına geçişe yol açar.

68 sonrası genç kuşak için bu mesele üzerinde teorik ve tarihsel olarak derinlemesine düşünmenin önemi açıktır. Bu, EKA’yı, birçok grubun ve militanın politik faaliyeti bırakmasına yol açan dönemin tipik çılgın aktivizminin ve sabırsızlığının en kötü etkilerinden (katiyen bağışıklık kazandırmamasına rağmen) korumak için önemliydi.

İşçi sınıfının yalnızca sosyolojik bir kategori olmadığı, bununla birlikte tarihte oynaması gereken, kapitalizmi yıkma ve komünist bir toplum kurma rolüne sahip bir sınıf olduğundaki ısrarı konusunda, bu metnin yeni nesil militanlar için hala geçerliliğini koruduğuna son derece eminiz2. Devrimcilerin rolü de aynı ölçüde tarihsel döneme bağlıdır: işçi sınıfının olayların gidişatını etkilemesinin mümkün olmadığı durumlarda, devrimcilerin rolü gerçekliği görmezden gelip, acil müdahalelerle bir şeyleri değiştirebilecekmiş gibi davranmak değil, görünüşte çok daha görkemsiz bir görevde yol almaktır. Geleceğin sınıf mücadelesini belirleyecek bir müdahalenin teorik ve politik koşullarını hazırlamaktır.

Internationalisme 38, Ekim 1948

Giriş

Grubumuz, yeni bir devrimci işçi hareketini yeniden oluşturma ihtiyacının ortaya çıkardığı başlıca sorunları yeniden inceleme görevini üstlendi. Kapitalist toplumun devlet kapitalizmine doğru evrimini ve bir süredir kapitalist sınıfı desteklemeye hizmet eden, proletaryayı onun arkasından sürükleyen eski işçi hareketinin evrimini incelemek durumunda kaldık. Aynı zamanda bu eski işçi hareketinin hangi özelliğinin, kapitalist sınıfın amacı için nasıl malzeme sağladığına da bakmamız gerekti. Daha sonra, Komünist Manifesto’dan beri işçi hareketi için nelerin hala geçerliliğini koruduğunu ve nelerin korumadığını değerlendirmeye geçtik.

En sonunda, doğal olarak, devrimin ve sosyalizmin ortaya çıkardığı sorunları inceledik. Bu doğrultuda devrimden sonra devlet üzerine bir çalışma sunduk3, şimdiyse proletaryanın devrimci partisi sorunu üzerine bir çalışmayı tartışmaya sunuyoruz. Bunun, devrimci işçi hareketi içerisindeki en büyük sorunlardan biri olduğunu unutmamamız gerekir. Bu sorun, Marx ve marksistleri, anarşistlerle, bazı sosyal demokrat eğilimlerle ve son olarak devrimci sendikalist eğilimlerle zıtlaştırdı. Bu sorun Marx’ın ilgilendiği meselelerin merkezindeydi ve Marx her zaman kendilerini ‘işçi partisi’ ya da ‘sosyalist parti’, Enternasyonaller vb. olarak adlandıran yapılara karşı eleştirel tutumunu korudu. Marx belirli anlarda bu yapıların bazılarında aktif olarak yer alsa da onları yalnızca, Komünist Manifesto’da da ifade edildiği gibi, komünistlerin kendilerini “proletaryanın öncüsü” olarak ifade edebilecekleri politik gruplar olarak gördü. Komünistlerin hedefi bu örgütlerin bağımsız eleştiri ve faaliyet kapasitesini korumak ve etkinliğini ilerletmekti. Ardından Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisinde, Menşevik eğilim ile Lenin’in Ne Yapmalı? eserinde geliştirdiği fikirler etrafında toplanan Bolşevikler arasında bölünme gerçekleşti. Sosyal demokrasiden Komünist Enternasyonal’i oluşturmak üzere kopan marksist gruplar arasındaysa, konsey komünistleri ve KAPD ile Üçüncü Enternasyonal zıtlaşmasının temelinde aynı sorun vardı. Bordiga grubu ile Lenin arasında, Lenin ve Troçki tarafından savunulan ve Komünist Enternasyonal tarafından benimsenen ‘Birleşik Cephe’ konusu etrafında oluşan fikir ayrılığının temelinde yine bu düşünce vardı. Aynı problem, farklı muhalif gruplar arasında başlıca anlaşmazlıklardan biri olmayı sürdürüyor: ‘Troçkistler’ ve ‘Bordigistler’ arasında, ve doğrusu zamanın tüm grupları arasında bu bir tartışma konusuydu.

Bugün, devrimci işçi hareketinin tüm bu yaklaşımlarını yeniden, eleştirel bir şekilde incelemeliyiz. Bu süreçten –yani bu sorun üzerine farklı düşünce akımlarının yaklaşımından—bizim açımızdan devrimci duruşu en iyi yansıtan akıma ulaşmayı ve böylece sorunu geleceğin devrimci işçi hareketine aktarmayı umuyoruz.

Bununla birlikte, bu soruna ilişkin bakış açılarını eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirmeliyiz ki proletaryanın devrimci ifadesinde nelerin sabit kaldığını, nelerin eskimiş olduğunu ve hangi yeni problemlerin ortaya çıktığını saptayabilelim.  

Böyle bir çalışmanın, ancak yeni bir işçi hareketini yeniden oluşturmayı amaçlayan grupların kendi içlerinde ve başka gruplarla arasında bir tartışma konusu olması durumunda olumlu bir sonuç vereceği aşikar.

Tezler formunda sunulmuş olsa da bu çalışmanın, bu tartışmaya katılmak dışında hiçbir iddiası yoktur. Temel amacı nihai çözümler sağlamak değil, tartışmayı ve eleştiriyi canlandırmaktır. Basitçe kabul edilmek ya da reddedilmekten çok, bu minvaldeki başka çalışmaları teşvik etmeyi hedefler.

Bu çalışmanın asıl odak noktası, proletaryanın devrimci bilincinin ifadesidir. Ancak burada yalnızca değinilmekle kalan, partiyle ilgili bir dizi programatik sorun var; örgütsel sorunlar, parti ile işçi konseyleri gibi yapılar arasındaki ilişki sorunu, devrimci partinin kendisi olduğunu iddia eden ve onu inşa etmeye çalışan grupların oluşumuyla karşı karşıya kalan devrimcilerin tutumuna ilişkin sorunlar, devrim öncesi ve sonrası görevlerin ortaya çıkardığı sorunlar vb.

Güncel görevinin bu türden sorunları incelemek olduğunu farkına varan militanlar, kendi gazeteleri veya bültenleri üzerinden; kendilerini ifade etmek için şimdilik böyle bir imkanı olmayanlarsa bu bülten üzerinden bu tartışmaya aktif olarak katılmalıdır.

Internationalisme

Sosyalizm ve Bilinç

1. Sosyalist işçi hareketinde, toplumsal devrim için proletarya içerisinde hareket eden bir politik örgütün gerekliliği fikri kesin görünüyordu.

Anarşistlerin bu yapıya atfedilmiş “politik” ibaresine her zaman itiraz ettiği doğrudur. Ancak bu anarşist itiraz, politik eylem tabirini çok dar anlamda kavramalarından kaynaklanır, çünkü politik eylem onlar için yasama reformları için yapılan eylemle eş anlamlıdır: seçimlere ve burjuva parlamentolarına katılmak vb. Ama ne anarşistler ne de işçi hareketi içerisindeki herhangi bir başka akım, devrimci sosyalistlerin, eylem ve propaganda yoluyla işçi mücadelelerine müdahale etme ve onları yönlendirme görevini üstlenen birliklerde gruplaşmalarının gerekliliğini reddeder. Ayrıca kendisine toplumsal mücadeleleri belirli bir doğrultuda yönlendirme görevini veren her gruplaşma, politik bir gruplaşmadır.

Bu bağlamda, bu örgütlere verilen politik ya da politik olmayan karakter etrafındaki fikir savaşımları, yalnızca sözcüklerle ilgili bir tartışmadır; temelinde, genel tabirlerin altında, yönelim ve amaçlar ve onlara ulaşmanın yöntemleri üzerine somut fikir ayrılıkları saklanır. Başka bir deyişle, keskin politik fikir ayrılıkları.

Eğer bugün, proletaryanın politik örgütünün gerekliliğini sorgulayan yeni eğilimler ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni bir zamanlar proletaryanın örgütleri olan sosyalist ve komünist partilerin, yozlaşması ve kapitalizmin hizmetine girmesidir. Politik terimler ve politik partiler burjuva çevresinde bile bugün itibar sarsıntısı yaşıyor. Oysa, bu çarpıcı zayıflıklara yol açan şey politika değil, politikanın BELİRLİ TÜRLERİDİR. Politika, insanların toplumsal hayatın örgütlenmesinde benimsedikleri yoldan başka bir şey değildir; bu eyleme yüz çevirmek, toplumsal hayata yön vermeye ve bunun sonucunda onu dönüştürmeye yönelik her karardan feragat etmektir. Bu, toplumu olduğu gibi kabul etmek ve ona boyun eğmek demektir.

2. Sınıf fikri özünde, sadece ekonomik değil tarihi-politik bir sınıflandırmadır. Ekonomik bakımdan, tüm insanlar belirli bir tarihi dönem içerisinde, tek ve aynı olan üretim sisteminin bir parçasıdır. Aynı üretim ve dağıtım sistemi içerisinde, insanların farklı konumlarda yer almasına dayanan ve bu sistemin çerçevesinin dışına çıkamayan bölünmüşlük, sistemi aşmanın tarihsel gerekliliğinin temeli olamaz. Böylece, ekonomik kategorilere bölünme, sistemle beraber gelişen ancak kendi sınırlamalarıyla çevrelenmiş kalan daimi içsel çelişkiler içerisinde yalnızca bir uğraktır. Tarihsel muhalefet, sistemin tamamına topyekûn karşı çıkmasıyla, deyim yerindeyse, dışsaldır ve bu muhalefet mevcut sistemin yıkımı ve yeni bir üretim biçimine dayanan başka bir sistemle değiştirilmesi ile ortaya çıkar. Sınıf, bu tarihsel muhalefetin vücut bulmuş hali olmakla birlikte, onun gerçeklik kazanmasını sağlayan toplumsal-insani güçtür.

Proletarya, kapitalist sistem içerisinde koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan bir tutumla değil, yalnızca mücadelesine verdiği yönelimle mevcut toplumsal düzene karşı çıkarak kelimenin tam anlamıyla bir sınıf olarak var olur. Kategoriden sınıfa, ekonomik mücadeleden politiğe geçiş, tarihsel sınıf muhalefetinin, işçilerin ekonomik konumunda uzun süre barındıktan sonra doğal ve otomatik olarak ortaya çıkmasını sağlayan bir evrimsel bir süreç, süreğen ve içkin bir gelişim değildir. Birinden diğerine diyalektik bir sıçrama vardır. Kapitalist sistemin yok olmasının tarihsel zorunluluğunun bilincine varmaya bağlıdır. Bu tarihsel gereklilik, proletaryanın sömürüden kurtulma arzusuyla örtüşür ve onun bünyesinde barınır.

3. Tarihteki tüm toplumsal dönüşümler, temelinde belirleyici bir koşul olarak, üretici güçlerin gelişiminin eski toplumun kısıtlı yapılarıyla uyuşmaz hale gelmesi gerçeğine sahiptir. Kapitalizmin ölümü ve çöküşünün nedeni, geliştirdiği üretim güçlerine hükmetmekte artık yetersiz oluşunda yatar. Bu, aynı zamanda onun sosyalizmle aşılmasının tarihsel gerekçesidir.  

Bu durum haricinde, önceki devrimlerle (burjuva devrimleri dahil) sosyalist devrim arasındaki farklar belirleyici olmaya devam ediyor ve devrimci sınıf tarafından yapılacak derinlikli bir incelemeyi gerektiriyor.

Örneğin burjuva devriminde, feodalizmin koşullarıyla uyuşmaz olan üretici güçlerin gelişmesinin koşulu yine mülk sahibi bir sınıfın mülkiyetine dayanan bir sistemin içerisinde yatar. Sonuç olarak kapitalizm, ekonomik temelini uzun bir süre boyunca feodal dünyanın içinde yavaşça geliştirmiştir. Siyasal devrim, ekonomik gerçeği takip etmiş ve onu kutsamıştır. Yine sonuç olarak, burjuvazinin ekonomik ve toplumsal harekete dair farkındalık kazanma mecburiyeti yoktur. Onun hareketleri, onu doğanın kör güçleri gibi etkileyen ve iradesini belirleyen ekonomik gelişme yasalarının baskılarıyla doğrudan yürütülür. Onun bilinci, gerçeğin ardından gelen ikincil bir etken olarak kalır. Onun bilinci olaylara yön vermektense onları kaydeder. Burjuva devrimi, hala gelişmemiş üretici güçlerin insana hükmettiği, insanlığın bu prehistoryasında yer alır.

Buna karşılık sosyalizm, herhangi bir sınıfın bireysel ve toplumsal mülkiyetiyle çelişen üretici güçlerin gelişmesi temeline dayanır. Bu yönüyle sosyalizm, kapitalist toplum içerisindeki ekonomik temeller üzerinde kurulamaz. Siyasal devrim, ekonominin ve toplumun sosyalizme geçişinin ön koşuludur. Buradan hareketle, sosyalizm yalnızca hareketin nihai hedeflerinin, ve onları gerçekleştirecek araçların bilinciyle ve eyleme yönelik bilinçli iradeyle gerçekleştirilebilir. Sosyalist bilinç, devrimci sınıf eylemini önceler ve koşullandırır. Sosyalist devrim, insanın halihazırda fazlasıyla geliştirilmiş üretici güçlere hakim olduğu tarihin başlangıcıdır, ve bu hakimiyet sosyalist devrimin benimsediği gayenin ta kendisidir.

4. Bu nedenle, kapitalist toplum içerisinde elde edilen kazanımların üzerinden sosyalizm kurmak adına girişilen tüm çabalar, doğası gereği başarısızlığa mahkumdur. Ön koşulu insanların bilinçli iradesine dayanan sosyalizm, zaman yönünden üretici güçlerin ileri derecede gelişimini ve mekan yönünden tüm dünyayı gerektirir. Sosyalizmin kapitalist toplum içerisindeki deneysel gösterimi, en iyi ihtimalle ütopya seviyesinin ötesine geçemez. Bu yolda ısrarcı olmak, kapitalizmi muhafaza eden ve güçlendiren bir konuma yol açar4. Sosyalizm kapitalist rejim içerisinde yalnızca teorik olarak kendini gösterir, cisimleşmesi ancak ideolojik güç biçimini alabilir ve gerçekleştirilmesi var olan toplumsal düzene karşı, proletaryanın devrimci mücadelesiyle mümkün olabilir.

Sosyalizmin varlığı öncelikle yalnızca sosyalist bilinçte dışa vurulabileceğine göre, bilinci taşıyan ve onun somut hali olan sınıf, yalnızca bu bilinç üzerinden tarihsel bir varoluşa sahip olur. Proletaryanın tarihsel bir sınıf olarak oluşumu, onun sosyalist bilincinin oluşmasından başka bir şey değildir. Bunlar aynı tarihsel sürecin, bağımsız olarak değerlendirilemeyecek iki farklı yönüdür, çünkü biri olmadan diğeri var olamaz.

Sosyalist bilinç, işçilerin ekonomik konumundan kaynaklanmaz, onların ücretli çalışanlar olma durumunun bir yansıması değildir. Bu nedenle, sosyalist bilinç basitçe ve kendiliğinden her işçinin kafasında, ya da yalnızca işçilerin kafasında oluşmaz. Bir ideoloji olarak sosyalizm, işçilerin ekonomik mücadelelerinden ayrı ve ona paralel olarak ortaya çıkar. Birbirlerini oluşturmazlar ancak birbirlerini etkilerler ve birinin gelişimi diğerinin koşuludur. İkisinin de kökleri kapitalist toplumun tarihsel gelişimine dayanır.

Tarihte sınıf partisinin oluşumu

5. Eğer işçiler yalnızca sosyalist bilinç yoluyla (Marx ve Engels’in ifadesine göre) “kendinde ve kendisi için sınıf” oluyorsa, sınıfın oluşum süreci, devrimci sosyalist militan gruplarının oluşum süreciyle bir tutulmuş olur. Proleter partisi, sınıfın seçilmiş bir kısmı ya da “delegasyonu” değildir, sınıfın bizatihi varlık biçimi ve yaşamıdır. Tıpkı maddenin hareketinden ayrı anlaşılamayacağı gibi, sınıf da kendini politik örgütlere dönüştürme eğiliminden ayrı anlaşılamaz: “Proletaryanın bir sınıf olarak ve böylelikle bir siyasal parti olarak örgütlenmesi” (Komünist Manifesto) tesadüfen formüle edilmemiştir ve Marx ve Engels’in derinlikli görüşünü ifade eder. Yüzyıllık deneyim, sınıf kavramını bu şekilde görmenin geçerliliğini incelikli bir biçimde onaylamıştır.

6. Sosyalist bilinç kendiliğinden üretilmez, fakat sürekli yeniden üretilir. Ortaya çıkar çıkmaz mevcut kapitalist dünyaya karşıtlığıyla, eylem yoluyla ve eylemin içinde kendi gelişimini belirleyen ve hızlandıran aktif ilke haline gelir. Bununla birlikte, bu gelişim kapitalizmin çelişkilerinin gelişimi tarafından koşullandırılır ve sınırlandırılır. Bu bağlamda, Lenin’in “sosyalist bilincin işçilere Parti yoluyla aşılanması” tezi, kesinlikle Rosa’nın ekonomik mücadeleyle başlayan ve devrimci sosyalist mücadele ile doruğa ulaşan bir hareket süresince meydana gelen bilincin gelişiminin “kendiliğindenliği” tezinden daha doğrudur. “Kendiliğindenlik” tezi, demokratik görünümüne rağmen, temelinde mekanik bir eğilimi, katı bir ekonomik determinizmi açığa vurur. Sebep ve sonuç ilişkisi üzerine kuruludur ve burada bilinç sadece bir sonuçtur, baştaki hareketin, onu meydana getiren işçilerin ekonomik mücadelelerinin bir neticesidir. Bu açıdan bilinç, etken unsurlar olan ekonomik mücadeleler karşısında, temelde edilgen bir unsur olarak görülür. Lenin’in anlayışı, sosyalist bilinç ve onu somutlaştıran partiye, özünde etken bir unsurun ve ilkenin karakterini geri getirir. Kendini yaşamdan ve hareketten ayırmaz, onlara dahildir.

7. Sosyalist devrimin esas zorluğu, bu karmaşık ve çelişkili durumda yatar: bir taraftan devrim yalnızca işçi sınıfının büyük çoğunluğunun bilinçli eylemiyle yapılabilir; diğer taraftan bu bilincin gelişimi, kapitalist toplum içerisindeki tüm işçilerin bağlı olduğu ve işçilerin tarihsel devrimci görevlerinin bilincinde olmalarını durmadan engelleyen ve tahrip eden koşullarla karşı karşıya kalır. Elbette bu zorluğun üstesinden yalnızca tarihsel konjonktürden bağımsız teorik propaganda yoluyla gelinemez. Ancak çözümün işçilerin ekonomik mücadelelerinde bulunması, saf propaganda yoluyla bulunma ihtimalinden daha da azdır. Kendi içsel gelişimlerine bırakıldıklarında, işçilerin kapitalist sömürü koşullarına karşı mücadelesi en fazla isyan patlamalarına, yani toplumsal dönüşümün pozitif eylemi için kesinlikle yetersiz olan negatif tepkilere yol açabilir; pozitif eylem yalnızca hareketin amaçlarının bilincinde olma yoluyla mümkün hale gelir. Bu faktör, teorik içeriğini işçilerin ekonomik konumunun koşullarından ve özelliklerinden değil, tarihsel olasılıkların ve zorunlulukların gelişmesinden alan, sınıfın bu politik unsurundan başka bir şey değildir. Yalnızca bu faktörün müdahalesi, sınıfın sırf negatif tepki seviyesinden pozitif eylem seviyesine, isyandan devrime yükselmesini mümkün kılacaktır.

8. Fakat, sınıfın varlığının ve bilincinin ifadeleri olan bu örgütleri, sınıfın kendisi yerine koymak istemek ve sınıfı yalnızca bu politik örgütlere malzeme sağlayacak şekilsiz bir kitle olarak görmek tamamen hatalı olur. Bu, varlık ve bilinç arasındaki, parti ve sınıf arasındaki ilişkilerde militarist bir anlayışı, devrimci anlayışın yerine koymak olur. Partinin tarihsel işlevi, hem nihai hedeften hem de harekatlarının şimdiki amacından habersiz bir ordu olarak görülen bir sınıfın eylemine liderlik edecek bir genelkurmay olmak değildir. Bu, sınıfın hareketini, manevralar toplamı olarak görmek olurdu.

Sosyalist devrim hiçbir şekilde askeri harekatla karşılaştırılmamalıdır. Sosyalist devrimin gerçekleşmesi, işçilerin kararlarını ve eylemlerini belirleyen bilinçleriyle koşullandırılmıştır.

Yani parti sınıfın yerine hareket etmez. Parti, kelimenin burjuva anlamıyla “güven”, yani ona toplumun kaderinin havale edilmesini talep etmez. Partinin tek tarihsel işlevi, sınıfın devrimci hareketinin temelleri olan görevinin, hedeflerinin ve araçlarının bilincine varmasını sağlayacak bir şekilde hareket etmektir.

9. Tıpkı, partinin işçi sınıfı adına hareket eden bir genelkurmay olduğu fikriyle savaşmamız gerektiği gibi, “işçi sınıfının kurtuluşu, işçilerin kendi eseridir” (Birinci Enternasyonal’in Açılış Konuşması) cümlesini temel alarak, militanları ve devrimci partiyi herhangi bir rolden mahrum bırakan bir diğer anlayışı da aynı şiddetle reddetmeliyiz. Kendi iradelerini işçilere dayatmamanın pek takdire şayan bahanesiyle, bu militanlar kendi görevlerini küçültür, sorumluluklarından kaçar ve devrimcileri işçi hareketinin peşine takılmaya bırakırlar.

İlki, sınıfı reddederek ve ikame ederek kendisini sınıfın dışına koyar. İkincisiyse, sınıf örgütü olan partinin özgül işlevini reddederek, devrimin bir unsuru olarak kendi varlığını reddederek, ve kendisini eylemden azade kılarak benzer şekilde kendisini sınıfın dışına koyar.

10. Sosyalist devrimin koşullarını doğru anlamak aşağıdaki ilkelerden başlamalı ve bu ilkeleri kapsamalıdır:

a. Üretici güçlerin eriştiği gelişim seviyesi sınıflı bir toplumla artık uyumlu değildir, salt bundan dolayı sosyalizm bir zorunluluktur.

b. Bu zorunluluk, kendi toplumsal kurtuluşu insanlığın şimdiye dek maruz bırakıldığı üretim güçlerine yabancılaşma halinden kurtulmasına bağlı olan ezilen sınıfın iradesi ve bilinçli eylemiyle gerçekleşebilir.

c. Sosyalizm, hem bir objektif zorunluluk hem de bir subjektif irade olarak, yalnızca kendi amaçlarının bilincinde olan devrimci eylem ile ifade edilebilir.

d. Devrimci eylem, devrimci program olmadan düşünülemez. Aynı şekilde, programın detaylandırılması da eylemden ayrılamaz. Devrimci parti bir “doktrinler bütünü ve bir eylem istenci” (Bordiga) olduğu için, sosyalist bilincin en kapsamlı somutlaşmasıdır ve onun gerçekleşmesi için gereken esas unsurdur.

11. Proleter partisini kurmaya yönelik eğilim, kapitalist toplumun ilk anlarından itibaren ortaya çıkmıştır. Ancak, tarihsel koşullar sosyalizm için yeterince gelişmediği sürece, proletaryanın, partinin kuruluşuna ilişkin ideolojisi yalnızca ilkel bir evrede kalabilir. Proletaryanın politik örgütünün bu tamamlanmış formu, ilk kez “Komünist Birlik” ile ortaya çıkmıştır.

Sınıf partilerinin kuruluş aşamalarına yakından bakıldığında, parti olarak örgütlenmenin sabit bir ilerleme göstermediği açıktır. Aksine, ortaya çıktığı büyük gelişme dönemleri ve ortadan kaybolduğu diğer dönemler arasında gidip geldiği görülür. Bu yüzden, partinin organik varlığı, yalnızca onu oluşturan bireylerin iradesine bağlı değildir. Nesnel koşullar onun varlığını belirler. Parti, özünde devrimci sınıf hareketinin aracı olarak, yalnızca sınıfın hareketinin yüzeye çıktığı durumlarda var olabilir. İşçilerin sınıf hareketi için koşullar oluşmadığında (örneğin kapitalizmin ekonomik ve politik denge dönemleri ya da işçi mücadelelerinin kesin yenilgilerinden sonraki dönemler) parti var olmaya devam edemez. Parti organik olarak dağılır, ya da var olmak isterse, diğer bir deyişle etkili olmaya devam etmek isterse, devrimci eyleme izin vermeyen yeni koşullara ayak uydurmak zorundadır; parti kaçınılmaz olarak yeni bir içerik edinir. Konformist hale gelir, yani devrimin partisi olmaktan çıkar.

Marx partinin var oluşunun koşullarını çoğu kişiden daha iyi anladı. İki kere muazzam örgütlerin feshini üstlendi: ilkinde 1851’de, Avrupa’da devrimin yenilgisinin ve karşı-devrimin zaferinin ve ikincisinde ise, 1873’te Paris Komünü’nün yenilgisi ardından, açıkça partinin feshedilmesi taraftarıydı. İlkinde bu organizasyon Komünist Birlik’ti, ikincisinde ise Birinci Enternasyonal.

Devrimci militanların güncel görevi

12. İkinci Enternasyonal’in deneyimi, proleter partisinin, devrimci olmayan uzun süreli bir dönem sırasında sürdürülemeyeceğini doğrulamıştır. İkinci Enternasyonal partilerinin 1914 emperyalist savaşına katılımı, örgütün uzun süredir yozlaşmış olduğunu resmen açığa vurmuştur. Proletaryanın politik örgütlenmesinin, hüküm süren kapitalist sınıfın ideolojisine karşı geçirgen ve nüfuz edilebilir olması her zaman mümkündür. Bu durum, sınıf mücadelesinin uzun durgunluk ve geri çekilme dönemlerinde, proletaryanın ideolojisini burjuvazininkiyle ikame edeceği bir duruma kadar varabilir. Öyle ki, kaçınılmaz olarak, parti, baştaki tüm sınıfsal içeriğinden yoksun bırakılır ve düşman sınıfın bir aracı haline gelir.

Üçüncü Enternasyonal’in komünist partilerinin tarihi, partinin, devrimci geri çekilme dönemlerinde korunmasının imkansızlığını ve böyle dönemlerde kaçınılmaz olarak yozlaşacağını yeniden göstermiştir.

13. Bu nedenlerden dolayı, bu partilerin oluşumu, örneğin 1935’te Troçkist Enternasyonal ya da daha yakın zamanda İtalya’daki Enternasyonalist Komünist Parti, yapay olmakla kalmaz: bunlar sadece kafa karışıklığı ve oportünist girişimler olabilir. Bu oluşumlar, geleceğin sınıf partisinin kuruluşundaki uğraklar olacağına, onun önünde birer engele dönüşürler ve sergiledikleri karikatürle onu itibarsızlaştırırlar. Bilincin olgunlaşmasını ve dogmalara dönüştürdükleri eski programda bir ilerlemeyi ifade etmenin tersine, eski programı yeniden üreterek bu dogmalara hapsolurlar. Bu oluşumların, eski partinin parlamentarizm, sendikalizm vb. taktikleri gibi, zaman aşımına uğramış gerici pozisyonlarını sürdürmesi ve daha da kötüleştirmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

14. Ancak partinin örgütsel varlığındaki kırılma, sınıf ideolojisinin gelişiminde bir kırılma yaşandığı anlamına gelmez. Devrimci geri çekilme, her şeyden önce devrimci programın olgunlaşmamış olduğunu gösterir. Yenilgi, önceki programatik ilkeleri eleştirel bir şekilde yeniden gözden geçirerek mücadelenin canlı deneyimiyle onları aşma zorunluluğunun bir göstergesidir.

Programatik detaylandırmanın bu olumlu eleştirel çalışması, eski partiden gelen yapılar aracılığıyla sürdürülür. Bunlar, geri çekilme dönemlerinde, geleceğin partisinin yeni bir devrimci yükseliş döneminde kuruluşunun aktif unsuru haline gelirler. Bu yapılar, partinin örgütsel feshinden veya ideolojik yabancılaşmasından sonra çıkan sol gruplar veya fraksiyonlardır. Bunlar: Komünist Birlik'in dağılması ile Birinci Enternasyonal'in oluşumu arasındaki dönemde Marx'ın fraksiyonu, yeni partileri ve 1919'da Enternasyonal'i doğuracak olan İkinci Enternasyonal'deki sol akımlar (Birinci Dünya Savaşı sırasında); ayrıca Üçüncü Enternasyonal'in yozlaşmasının ardından devrimci çalışmalarını sürdüren sol fraksiyonlar ve gruplardır. Bunların varlığı ve gelişimi, devrimin programının güçlenmesinin ve yarının partisinin yeniden inşasının koşuludur.

15. Eski parti, düşman sınıfın hizmetine girdikten sonra, devrimci düşüncenin geliştirilebileceği ve proletaryanın militanlarının oluşturulabileceği bir ortam olmaktan kesinlikle çıkar. Bu nedenle sosyal demokrasiden ya da Stalinizm’den gelen akımların yeni bir sınıf partisinin inşası için materyal işlevi görmesini beklemek, parti fikrinin esasının göz ardı edilmesi anlamına gelir. Troçkistlerin İkinci Enternasyonal partilerine bağlılıkları ve proletaryanın yeni partisini birlikte kurabilecekleri "devrimci" akımları, anti-proleter bir çevre içinde besleyebilecekleri düşüncesiyle bu partilerin içinde barınmayı içeren iki yüzlü pratiğin peşinde olmaları, yalnızca kendilerinin ölü bir akım olduğunu, geleceğin değil, geçmiş hareketin bir ifadesi olduklarını gösterir.

Nasıl ki, devrimin yeni partisi, olayların tarihe gömdüğü bir program temelinde kurulamazsa, işçi sınıfına ait olmaktan sonsuza dek çıkmış yapılara organik olarak bağlı kalan unsurlarla da kurulamaz.

16. İşçi hareketinin tarihi, şimdikinden daha karanlık ve devrimci bilinçte bu kadar derin bir geri çekilmenin damgasını vurduğu bir dönem görmemiştir. İşçilerin ekonomik sömürüsünün, tarihsel görevlerinin bilincini üstlenmeleri için kesinlikle yetersiz bir koşul olarak görünmesi, bu bilincin gelişmesinin, devrimci militanların daha önce düşündüklerinden çok daha zor olduğunu göstermektedir. Belki de proletaryanın ayağa kalkabilmesi için, insanlığın kaos içindeki bir dünyanın dehşetiyle Üçüncü Dünya Savaşı kabusunu yaşaması gerekecek ve proletarya çok somut bir ikilemle yüzleşmek zorunda kalacak: ya öl ya da devrim yap ki kendini ve bilincini kurtarmanın koşullarını sağlayabil.

17. Proleter bilincin yeniden ortaya çıkmasını sağlayacak kesin koşulları ya da proletaryanın devrimci mücadelesi için benimseyeceği üniter örgütün oluşum koşullarının ne olacağını bu tez çerçevesinde aramıyoruz. Son otuz yılın deneyimine dayanarak kategorik olarak söyleyebileceğimiz şey şu ki, ne ekonomik talepler ne de tüm sözde "demokratik" talepler (parlamento, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, vb.) proletaryanın tarihsel eylemi için yararlı olabilir. Örgütlenme biçimlerine gelirsek, dikey, mesleki ve korporatist yapılarıyla sendikaların uygun olmadığı açık görünüyor. Bütün bu örgütlenme biçimleri geçmişin işçi hareketine aittir ve tarih müzesine gönderilmeleri gerekecektir. Ancak terk edilip geride bırakılmaları pratikte gerçekleşmelidir. Yeni örgütlerin üniter olması, yani işçilerin büyük çoğunluğunu içermesi ve mesleki çıkarların belirli ayrımlarının ötesine geçmesi gerekecektir. Temelleri toplumsal, yapıları ise yerel düzeyde olacaktır. 1917'de Rusya'da ve 1918'de Almanya'da ortaya çıkan işçi konseyleri, sınıfın üniter örgütlenmesinin yeni bir türüydü. İşçiler, örgütlenmelerinin en uygun biçimini sendikaların iyileştirilmesinde değil, bu tür işçi konseylerinde bulacaklardır.

Sınıfın yeni üniter örgütlenme biçimi ne olursa olsun, siyasi örgütün, yani partinin gerekliliği ve oynaması gereken belirleyici rolü konusunda hiçbir şeyi değiştirmez. Parti, sınıfın eylemindeki bilinçli faktör olarak kalır. Parti, proletaryanın devrimci eylemi için vazgeçilmez olan ideolojik itici güçtür. Toplumsal eylemde, üretimdeki enerjiye benzer bir rol oynar. Sınıfın bu örgütünün yeniden inşası, pratikte mevcut rejime karşı mücadele ettikçe, sınıf içinde kapitalist ideolojiden kopma eğiliminin ortaya çıkmasıyla koşullandırılırken, aynı zamanda bu yeniden inşa, mücadelenin hızlandırılıp derinleştirilmesinin ve mücadelenin zaferinin belirleyici koşuludur.

18. Partinin inşası için gerekli koşulların var olmaması bizi, devrimci militanların her acil faaliyetinin yararsız veya imkansız olduğu sonucuna götürmemelidir. Militanlar, parti kurucularının içi boş "aktivizmi" ile bireysel izolasyon arasında, maceracılık ve aciz bir karamsarlık arasında seçim yapmak zorunda değildir: devrimci ruha eşit derecede yabancı ve devrim davasına zararlı oldukları için bunların her ikisiyle de savaşılmalıdır. Hem sınıfın hareketini belirleyen tek faktörü militan eylem olarak sunan iradeci fikri hem de partiyi hareketin salt pasif bir yansıması olarak gören mekanik anlayışı reddetmeliyiz. Militanlar eylemlerini, diğer faktörlerle etkileşim içinde, sınıfın eylemini koşullandıran ve belirleyen faktörlerden biri olarak görmelidir. Bu anlayış, militan faaliyetinin gerekliliği ve değeri için dayanak sağlarken, aynı zamanda olasılıklarının ve etkisinin sınırlarını da belirler. Faaliyeti mevcut durumun koşullarına uyarlamak, onu etkili ve verimli hale getirmenin tek yoludur.

19. Elverişsiz nesnel koşullara rağmen, her ne pahasına olursa olsun, aceleyle yeni sınıf partisini inşa etme girişimi, hem çocuksu hem de maceracı bir iradecilikten, durumun ve onun anlık açılarının yanlış bir şekilde değerlendirilmesinden, ve parti fikrinin ve parti ile sınıf arasındaki ilişkinin tamamen yanlış değerlendirilmesinden kaynaklanır. Bu nedenle, bu tür girişimlerin hepsi başarısız olmaya mahkûmdur ve becerebildikleri tek şey, en iyi ihtimalle, İkinci ve Üçüncü Enternasyonallerin büyük partilerinin izini takip eden oportünist gruplaşmalar yaratmaktır. Bundan böyle onların varlığını gerekçelendiren tek şey içlerinde şapel ve sekt ruhunun gelişmesidir.

Böylece tüm bu örgütler pozitifliklerinde, yalnızca acil "aktivizmleri" aracılığıyla oportünizmin çarklarına kapılmakla kalmazlar, aynı zamanda negatifliklerinde sekte özgü dar bir ruhu, dar görüşlü bir yurtseverliği, "liderlere" korkulu ve batıl bağlılığı, daha büyük örgütlerin bir karikatürünü, örgütsel kurallara tapınmayı ve içlerinde yer alan sayılarla ters orantılı olarak daha da despot ve katlanılmaz hale gelen "özgürce rıza gösterilmiş" bir disipline itaati üretirler.  

Bu çift yönlü sonuçta, partinin yapay ve zamansız inşası, sınıfın politik örgütünün inşasını boşa çıkarmaya, kadroların yok edilmesine ve ani olmasa bile kaçınılmaz bir şekilde militanların kaybına, tükenmiş, bitkin, boşlukta ve tamamen demoralize hissetmelerine yol açar.

20. Partinin yok olması, ister Birinci Enternasyonal'de olduğu gibi daralma ve örgütsel bozulma yoluyla ister İkinci ve Üçüncü Enternasyonal partilerinde olduğu gibi kapitalizmin hizmetine girmesi yoluyla olsun, her iki durumda da proletaryanın bir devrimci mücadele döneminin sonunu ifade eder. Dolayısıyla partinin yok olması kaçınılmazdır ve ne iradecilik ne de az çok parlak bir liderin varlığı bunu önleyemez.

Marx ve Engels, yaşamlarında önemli bir rol oynadıkları iki proleter örgütünün parçalanışına ve ölümüne şahit oldular. Lenin ve Luxemburg, sosyal demokrasinin büyük partilerinin ihanetine çaresizce seyirci kaldılar. Troçki ve Bordiga, komünist partilerin yozlaşmasını ve o zamandan beri karşı karşıya olduğumuz korkunç kapitalist makinelere dönüşümlerini değiştirmek için hiçbir şey yapamadılar.

Bu örnekler bize, kaderci ve yüzeysel bir analizin ileri sürdüğü gibi partinin beyhude olduğunu değil, yalnızca sınıfın gerekli partisinin hep aynı biçimde sürekli ve yükselen bir çizgide var olmadığını, varlığının her zaman mümkün olmadığını, varlığının ve gelişiminin kendisini doğuran ve ifade ettiği proletaryanın sınıf mücadelesiyle uyumlu ve yakından bağlantılı olduğunu gösterir. Bu nedenle, partideki devrimci militanların, partinin yozlaştığı ve bir işçi partisi olarak ölümünden önceki süreçte mücadelesinin devrimci bir anlamı vardır, ancak bu çeşitli Troçkist muhalefetlerin ona verdiği bayağı anlam değildir. Çünkü Troçkistler için mesele, partiyi düzeltmektir ve bunun için her şeyden önce örgütün ve onun birliğinin tehlikeye atılmaması gerekir. Onlar için mesele, örgütün geçmişteki görkemini korumaktır, oysa gerçekte bu tam da nesnel koşullar nedeniyle olanaksızdır. Örgütün görkemi, ancak onun devrimci ve sınıf doğasını sürekli ve artan bir şekilde değiştirmek pahasına korunabilir. Onlar, örgütsel çöküşün her zaman bir devrimci geri çekilme döneminin yansıması olduğunu ve çoğu zaman örgütün hayatta kalmasından çok daha iyi bir çözüm olduğunu anlamadan örgütü kurtarmak için örgütsel önlemler ve çareler ararlar; her halükarda devrimcilerin kurtarması gereken örgüt değil, örgütle birlikte batma riski taşıyan sınıf ideolojisidir.

Eski partinin kaçınılmaz kaybının nesnel nedenlerini anlamadan, bu dönemdeki militanların görevi idrak edilemez. Bazıları, sınıfın eski partisini koruyamadıkları için hemen yeni bir parti inşa etmenin gerekli olduğu sonucuna vardılar. Bu idrak eksikliği ancak iradeci bir parti anlayışına dayanan maceracılıkla sonuçlanabilir.

Gerçekliğin doğru bir şekilde incelenmesiyle, eski partinin ölümü, yeni bir parti inşa etmenin anlık imkansızlığına işaret eder; bu eski ya da yeni herhangi bir partinin varlığı için gerekli koşulların günümüzde mevcut olmadığı anlamına gelir.

Böyle bir dönemde yalnızca küçük devrimci gruplar hayatta kalabilir, bu da örgütselden çok ideolojik bir süreklilik temin eder. Bu gruplar, sınıf mücadelesinin geçmiş deneyimlerini kendi içlerinde bir araya getirerek, dünün partisiyle yarının partisi arasında, mücadelenin doruk noktası ve geçmiş bir yükseliş döneminde sınıf bilincinin olgunlaşmasıyla sınıf bilincinin gelecekte yeni bir yükseliş döneminde daha ileri bir seviyede yeniden ortaya çıkması arasında bir bağlantı sağlar. Bu gruplarda, mücadelelerinin özeleştirisi, geçmiş fikirlerinin eleştirel bir şekilde yeniden incelenmesi, programının geliştirilmesi, bilincinin olgunlaşması ve devrimci hücumun bir sonraki aşaması için yeni kadroların ve yeni militanların oluşturulması yoluyla, sınıfın ideolojik yaşamı varlığını sürdürür.

21. İçinde bulunduğumuz bu dönem, bir yandan, uluslararası proletaryanın Birinci Dünya Savaşı'na son veren ve 1917 Ekim Devriminde Rusya'da ve 1918-19’da Spartakist harekette en yüksek noktasına ulaşan ilk büyük devrimci dalgasının yenilgisinin ürünüdür; diğer yandan, kapitalizmin politik-ekonomik yapısında meydana gelen derin dönüşümün, nihai ve çöküşe ait biçim olan devlet kapitalizmine doğru evriminin ürünüdür. Dahası, kapitalizmin bu evrimi ile devrimin yenilgisi arasında diyalektik bir ilişki vardır.

Kahramanca mücadeleci ruhlarına, kapitalist sistemin kalıcı ve aşılmaz krizine ve işçi sınıfının koşullarının benzeri görülmemiş bir şekilde ağırlaşmasına rağmen, proletarya ve onun öncüsü kapitalizmin karşı-saldırısına direnemediler. Karşı karşıya kaldıkları klasik kapitalizm değildi ve kapitalizmin hem teorik hem de politik olarak hazırlıklı olmadıkları sorunları ortaya çıkaran dönüşümleri tarafından gafil avlandılar. Uzun zamandır kapitalizmi üretim araçlarının özel mülkiyetiyle, sosyalizmi de devletleştirmeyle özdeşleştiren proletarya ve onun öncüsü, modern kapitalizmin, ekonominin ve planlamanın devletleştirilmiş merkezileşmesine yönelik eğilimleri karşısında afalladı ve yönünü şaşırdı. İşçilerin büyük çoğunluğu, bu evrimin toplumun kapitalizmden sosyalizme yeni bir dönüşümünü sunduğu fikriyle baş başa kaldı. Kendilerini bu fikirle ilişkilendirdiler, tarihsel görevlerini terk ettiler ve kapitalist toplumun korunmasının en sadık partizanları oldular.

Proletaryaya bugünkü şeklini veren, bu tarihsel nedenlerdir. Bu koşullar hüküm sürdüğü, ve devlet kapitalist ideoloji işçilerin kafalarına hükmettiği sürece, sınıf partisinin yeniden inşası söz konusu olamaz. Proletarya, sosyalist kurtuluşu mevcut korkunç devlet kapitalist rejiminden ayıran uçurumu, ancak devlet kapitalizmi aşamasının göstergesi olan kanlı felaketler süresince kavrayabilir, ancak bu şekilde şu anda kendisini hapsederek imha eden bu ideolojiden koparmak için büyüyen bir kapasite geliştirebilir. Ancak o zaman “proletaryanın bir sınıf olarak ve böylelikle bir siyasal parti olarak örgütlenmesinin” yolu yeniden açılacaktır. Proletaryanın devrimci çekirdekleri, devlet kapitalizminin ortaya koyduğu yeni sorunlara yanıt vererek proletaryanın sınıf çözümünü ve onun gerçekleştirilmesinin araçlarını geri kazanmasına yardımcı olmak için gereken teorik çabayı göstermişse, bu aşamaya çok daha çabuk ulaşılacaktır.

22. İçinde bulunduğumuz dönemde devrimci militanlar, ancak zorunlu olarak kapsamı sınırlı olan, sabırlı bir propaganda çalışması üstlenen ve aynı zamanda yoğun araştırma ve teorik netleşme çabaları gösteren küçük gruplar oluşturarak hayatta kalabilirler.

Bu gruplar, ancak sınıfın sınırları tarafından belirlenen kriterler temelinde ulusal ve uluslararası düzeyde diğer gruplarla bağlantıya geçmeye çalışarak görevlerini yerine getirebileceklerdir. Sadece bu tür bağlantılar ve bunların, ilkelerin üstüne giderek sorunları netleştirmek amacıyla çoğaltılması, bu grupların ve militanların mevcut dönemde kapitalizmin korkunç baskısına fiziksel ve politik olarak direnmelerine ve tüm bu çabaların proletaryanın kurtuluşu için mücadeleye gerçek bir katkı olmasına olanak sağlayabilir.

Yarının partisi

23. Parti, dünkünün basit bir kopyası olmayacak. Geçmişten alınan bir modele dayanarak partiyi yeniden inşa etmek mümkün değildir. Partinin programının yanı sıra, yapısı ve kendisi ile sınıfın tamamı arasında kurduğu ilişkiler, geçmiş deneyimin ve şimdiki aşamanın yeni ve daha ileri koşullarının bir sentezi üzerine kuruludur. Parti, sınıf mücadelesinin evrimini izler ve sınıf mücadelesinin tarihinin her aşaması, proletaryanın siyasi örgütünün belirli bir biçimine tekabül eder.

Modern kapitalizmin şafağında, 19. yüzyılın ilk yarısında, henüz oluşum aşamasında olan bir işçi sınıfı, yerel ve düzensiz mücadelelere girişerek ancak doktriner okullar, sektler ve birlikler doğurabildi. Komünist Birlik bu dönemin en ileri ifadesiydi, aynı zamanda onun manifestosu "bütün ülkelerin proleterleri- birleşin" çağrısıyla gelecek dönemin habercisiydi.

Birinci Enternasyonal, proletaryanın Avrupa'nın başlıca ülkelerinde toplumsal ve siyasal mücadele sahnesine fiilen girişine denk düşüyordu. Böylece işçi sınıfının tüm örgütlü güçlerini, onun çeşitli ideolojik eğilimlerini bir araya getirdi. Birinci Enternasyonal, işçi mücadelelerinin hem tüm akımlarını hem de tüm koşullu yönlerini bir araya getirdi: ekonomik, eğitimsel, politik ve teorik. Tüm çeşitliliğiyle işçi sınıfının üniter örgütünün en ileri noktasıydı.

İkinci Enternasyonal, ücretli emeğin ekonomik mücadelesi ile toplumsal, politik mücadele arasında bir ayrışma aşamasına işaret ediyordu. Kapitalist toplumun tam olarak serpildiği bu dönemde İkinci Enternasyonal, reformlar ve siyasi fetihlerle proletaryanın politik tasdiki için mücadelenin örgütüydü ve aynı zamanda, proletaryanın tarihsel devrimci görevinin teorik temellerini netleştirerek ve detaylandırarak onun ideolojik sınırında daha ileri bir aşamayı işaret ediyordu.

Birinci Dünya Savaşı, kapitalizmin tarihsel krizini açığa vurarak çöküş dönemini başlattı. Sosyalist devrim, teorik düzeyden pratik eylem düzeyine evrildi. Olayların sıcağında proletarya, bir bakıma, devrimci mücadele örgütünü alelacele inşa etmek zorunda kaldı. Üçüncü Enternasyonal'in ilk yıllarının muazzam programatik katkısı, her şeye karşın, kapitalizmin bu nihai aşamasının ve devrimci geçiş sürecinin ortaya çıkardığı devasa sorunlar karşısında yetersiz kaldı. Aynı zamanda canlı deneyim, bir bütün olarak sınıfın genel ideolojik toyluğunu çabucak gösterdi. Bu iki tehlikeyle karşı karşıya kalan ve hızla art arda yığılan olayların baskısı altındaki Üçüncü Enternasyonal, yanıtı örgütsel önlemlerle vermek zorunda kaldı: militanların demirden disiplini vb.

Örgütsel tavrın, programın yetersizliğini, partinin ise sınıfın toyluğunu telafi etmek zorunda kalması, partinin, sınıfın kendi eylemini ikame etmesine neden oldu ve bu durum parti ve onun sınıfla olan ilişkileri anlayışında bir değişime neden oldu.

24. Bu deneyime dayanarak, gelecekteki parti şu gerçeğin yeniden oluşturulması üzerine kurulacaktır: devrim bir örgütlenme sorunu içerse de, devrimin kendisi bir örgütlenme sorunu değildir. Devrim her şeyden önce, proletaryanın geniş kitleleri arasında bilincin olgunlaşmasının ideolojik sorunudur.

Hiçbir örgüt, hiçbir parti sınıfı ikame edemez ve "işçilerin kurtuluşunun işçilerin kendilerinin eseri olacağı" her zamankinden çok geçerlidir. Sınıf bilincinin billurlaşması olan parti, ne sınıftan farklı ne de onunla eş anlamlıdır. Parti zorunlu olarak küçük bir azınlık olarak kalır; büyük bir sayısal güç olma hırsı yoktur. Hiçbir anda sınıfın canlı eyleminden ayrılamaz veya onun yerini alamaz. İşlevi, sınıfın hareketi ve eylemi içindeki ideolojik ilham olarak kalır.

25. Devrimin ayaklanma döneminde partinin rolü, kendisi için iktidar talep etmek veya kitleleri kendisine “güvenmeye” çağırmak değildir. Partinin müdahalesi ve faaliyeti, sınıfın kendi kendini harekete geçirmesi yararınadır. Sınıfın içinde kendi ilkelerinin ve devrimci eylem yöntemlerinin zaferini amaçlar.

Sınıfın önderliği “emanet ettiği”, daha doğrusu terk ettiği parti etrafında seferber edilmesi, sınıftaki toyluk durumunu yansıtan bir anlayıştır. Tecrübe göstermiştir ki, bu tür koşullarda devrim zafere ulaşamayacak ve hızla yozlaşacak, bu da sınıf ile parti arasında bir ayrılığa yol açacaktır. Bu durumda parti, kendisini sınıfa dayatmak için giderek daha zorlayıcı yöntemlere başvurmak zorunda kalır ve bunun sonunda devrimin ilerleyişine ciddi bir engel olur.

Parti, bir yönetim ve yürütme örgütü değildir; bu işlevler, sınıfın üniter örgütlenmesine aittir. Partinin militanları bu işlevlerde yer alırlarsa, bunu proletaryanın daha büyük topluluğunun üyeleri olarak yaparlar.

26. Devrim sonrası, proletarya diktatörlüğü döneminde parti, totaliter rejimlerin klasik özelliği olan tek parti değildir. Totaliter rejimler, tekellerinde tuttukları devlet iktidarıyla özdeşleşmeleri ve asimile olmaları ile karakterize edilir. Buna karşılık proletaryanın sınıf partisi, kendisinin tarihsel antitezi olan devletten ayırt edilmesi ile karakterize edilir. Totaliter tek partinin, genişleyip milyonlarca bireyi bünyesine katma eğilimi, tahakküm ve baskısının fiziksel bir aracına dönüşür. Buna karşılık proletaryanın partisi, doğası gereği, militanlarının kazanacak ya da savunacak hiçbir kazancı olmadığı katı bir ideolojik kesim olarak kalır. Onların ayrıcalığı, yalnızca en net savaşçılar ve devrimci davaya en içten bağlı olanlar olmaktır. Bu nedenle parti çok sayıda insanı bünyesine katmayı amaçlamaz, çünkü ideolojisi daha büyük kitlelerin ideolojisi haline geldikçe, varlığının gerekliliği ortadan kalkma eğilimi gösterir ve dağılma çanları çalmaya başlar.

Partinin iç rejimi

27. Partinin iç rejimini oluşturan örgütsel kurallar sorunu, partinin programatik içeriği sorunu kadar belirleyicidir. Geçmiş deneyimler ve özellikle Üçüncü Enternasyonal partilerinin deneyimleri, parti anlayışının üniter bir bütün oluşturduğunu göstermiştir. Örgütsel kurallar, bu anlayışın bir yönü ve ifadesidir. Örgütlenme sorunu, partinin rolü, işlevi ve sınıfla ilişkisi hakkında sahip olunan fikirden bağımsız değildir. Bu sorunların hiçbiri bağımsız olarak var olmadığı gibi, bütünü oluşturan ve ifade eden unsurları meydana getirirler.

Üçüncü Enternasyonal partilerinin sahip oldukları kuralların ya da iç rejimlerin nedeni, sınıfın bariz bir toyluk döneminde kurulmalarıydı. Bu da partinin sınıfı, örgütün bilinci, disiplinin kanıyı ikame etmesine yol açtı.

Dolayısıyla geleceğin partisinin örgütsel kuralları, mücadelenin çok daha ileri bir aşamasında, sınıfın çok daha büyük bir ideolojik olgunluğuna dayanacak, partinin rolüne dair çok farklı bir anlayış temelinde oluşturulacaktır.

28. Üçüncü Enternasyonal'de önemli bir yer işgal eden demokratik ya da organik merkeziyetçilik sorunları, geleceğin partisi için keskinliğini yitirdi. Sınıfın eylemi partinin eylemine bel bağladığında, partinin maksimum pratik etkililiği sorunu, yalnızca kısmi çözümler sağlayabilecek olan partiye yön vermeye başladı.

Partinin eylemsel etkililiği, onun ideolojik eylemine bağlıdır, liderlik ve yürütmenin pratik eylemine değil. Dolayısıyla partinin gücü, militanlarının disipline boyun eğmesinde değil, bilgilerinde, ileri ideolojik gelişmelerinde ve sağlam kanılarında yatmaktadır.

Örgütün kuralları, ister demokratik ister merkeziyetçi olsun, içkin ya da sabit ilkeler düzeyine yükseltilmiş soyut kavramlardan meydana gelmez. Bu tür ilkeler anlamdan yoksundur. Eğer daha uygun bir yöntemin yokluğunda (demokratik) çoğunluk tarafından alınan kararlarda uzlaşılmak gerekiyorsa bu, hiçbir şekilde, çoğunluğun tanımı gereği, gerçeği ve doğru ilkeleri tekeline aldığı anlamına gelmez. Doğru ilkeler, nesnenin azami bilgisinden, gerçekliği en sıkı kavrayıştan doğar.

Bu nedenle örgütün iç kuralları, kendi amaçlarına ve dolayısıyla partinin rolüne uygun olmalıdır. Daha kapsamlı bir disiplin uygulamak için örgüte temel sağlayabilecek pratik acil eylemin etkililiğinin önemi ne olursa olsun, örgüt militanlarının düşüncesinin azami düzeyde gelişmesinden daha az önemli olmaya devam eder ve sonuç olarak ona tabidir.

Parti, sınıf ideolojisinin detaylandırıldığı ve derinleştirildiği bir pota olduğu sürece, programatik ilkeleri çerçevesinde en büyük fikir özgürlüğü ve ayrılıklarına yer açmakla kalmamalıdır: yol gösterici bir ilke olarak temel endişesi, tartışma ve organizasyon içindeki fikirlerin ve eğilimlerin çatışması için araçlar sağlayarak, düşüncenin alevlenmesini durmaksızın sürdürmek ve kolaylaştırmak olmalıdır.

29. Parti kavramına bu açıdan bakıldığında, ona homojen, monolitik ve tekelci bir partinin içler acısı fikrinden daha yabancı bir şey yoktur.

Parti içindeki eğilimlerin ve fraksiyonların varlığı sadece hoşgörü gösterilen, bahşedilen ve dolayısıyla tartışmaya açık olan bir hak değildir.

Tam tersine, partide -sonradan kazanılmış ve doğrulanmış ilkeler çerçevesinde- akımların varlığı, parti fikrinin sağlıklı bir şekilde kavranmasının tezahürlerinden biridir.

Marco. Haziran 1948

1 Bugün bu metinde sunulan tüm önemli fikirlere katılıyoruz ve çoğunu harfi harfine destekleyebiliriz. Bu, proletaryanın siyasi partisinin, devrimin zaferi için temel ve yeri doldurulamaz rolü üzerinde metnin ısrarı konusunda özellikle geçerlidir. Ancak metindeki şu ifade, sınıf mücadelesinin gelişim dinamiğini ve parti-sınıf ilişkisini en iyi şekilde anlamamızı sağlamaz: “Kendi içsel gelişimlerine bırakıldıklarında, işçilerin kapitalist sömürü koşullarına karşı mücadelesi en fazla isyan patlamalarına yol açabilir”. Doğrusu, tarihsel deneyim, sınıfın devrimci kapasitelerini, özellikle de mücadelenin ekonomik ve politik boyutlarının birleşiminin karşılıklı olarak birbirini canlandırabileceğini göstermiştir. Daha açık olmak gerekirse, devrimcilerin rolü, işçilere bilinç getirmek değil, sınıf içerisinde bilincin gelişimini hızlandırmak, genişletmek ve derinleştirmektir. Bu konudaki konumumuzla ilgili daha fazla öge için okuyucuları şu makalelere yönlendiriyoruz: International Review 90’daki ‘The mass strike opens the door to the proletarian revolution’, (komünizm üzerine serinin bir parçası) ve IR 96 ve 97'deki ‘Questions of organisation: have we become ‘Leninists’'

2 Aynı teorik düşünce, 1946'da Internationalisme'de yayınlanan ve IR 32'de yeniden yayınlanan ‘The tasks of the hour’ adlı başka bir makalenin temelini oluşturmaktadır.

3 “In the aftermath of World War II...” başlığı altında yeni bir girişle yeniden yayınlandı (önerilen bağlantılara bakın).

4 Okul haline gelen, devrimci özelliklerini kaybeden ve aktif muhafazakar güçlere dönüşen tüm ütopik sosyalizm akımlarının başına gelen budur. Proudhonculuk, Fouriercilik, kooperatifler, reformizm ve devlet sosyalizmi örneklerini düşünün.

 

Derinleşmek için:

The Communist Left after World War II

Komünist Sol’un Mirası:

Revolutionary organisation

Politik akımlar ve referans:

Communist Left

Proleter bilincin ve örgütün gelişimi:

French Communist Left

Bölüm:

Örgüt Üzerine

Sylvia Pankhurst- Feminizmden Sol Komünizme

Giriş

2015 yılında, çok gündeme getirilen bir film olan Suffragette’in ve aynı zamanda Sylvia Pankhurst’ün yeni bir biyografisinin duyurusu yapıldı.¹ Burada yeniden bastığımız makale ilk olarak 1980’de World Revolution’da yayınlandı. O zamanlarda, Sylvia Pankhurst’ün hayatı ve politikası hakkında çok az şey yazılmıştı ve onun kendi yazılarına ulaşmak zordu. Makalenin de belirttiği gibi, Sylvia’yla ilgili olan kitaplar, 1914 ve savaş sonrasındaki ilk yıllar arasında büyük ve açıklanmayan bir boşluk bırakma eğilimindeydi; başka bir deyişle, Pankhurst’ü Rus devriminde Bolşevikleri coşkuyla desteklemeye ve Britanya’da Sovyet iktidarı çağrısını yapmaya götüren, Süfrajet hareketinden kopuş ve savaşa karşı enternasyonalist muhalefet dönemi kitaplara dahil edilmedi.

Stalinist rejimlerin çöküşü ve burjuvazinin onu takip eden “komünizmin sonu” kampanyalarıyla birlikte, Sylvia’nın Bolşevizm ve bir sovyet devrimi için coşkulu desteği daha da nahoş hale geldi. Buna karşılık, liberal solun Sylvia’yı feminist, radikal, isyancı, anti faşist, anti kolonyalist, dünya barışı ve sosyal adalet için mücadele eden biri olarak sahiplenme çabasını gördük… 1990'lardan beri hayatının ve politikasının çeşitli yönleri hakkında bir biyografi ve kitap çıkartma modası var.² 2007 yılında Londra’da eski bir Labour (İşçi Partisi) milletvekili, ünlü akademisyen Germaine Greer ve Etiyopya elçisinin konuk konuşmacı olarak katıldığı, Sylvia’nın hayatını bir “mücadeleci, sanatçı ve feminist” olarak kutlayan bir festival bile gördük.³ Hatta bu festivalde, parlamento binasının önüne Sylvia’nın bir heykelini dikmek için, Lordlar Kamarasının eski sendika patronları ve İşçi Partisi soylu kadınlarının desteklediği bir kampanya bile yürütüldü (!)

Rachel Holmes tarafından yazılan Sylvia Pankhurst: Feminism and Social Justice [Sylvia Pankhurst: Feminizm ve Sosyal Adalet] başlıklı yeni biyografiye bu bağlamda bakılmalı.

2007'deki ‘Sylvia Pankhurst Festivali’ üzerine olan makalemizde belirttiğimiz gibi: “Burjuvaziye göre, Sylvia Pankhurst bir feminist, solcu veya liberal olarak hatırlanmalıdır. Proletaryaya göre, devrimci siyasetten vazgeçişini ve buna müteakip gelen ihanetlerini saklamamakla birlikte, o sınıf mücadelesi etkisinde olan, burjuva siyasetiyle ilişkisini kesen ve komünizme kazandırılan bir kişidir (…) Pankhurst ve daha az bilinen (çoğu kadın olan) işçi sınıfı militanlarının inatçı kararlılıkları sayesinde, sol kanat komünizmin zayıf ama hakiki sesi bu ülkede duyuldu; elli yıl sonra yeni nesil devrimcilere güç ve öğrenme kaynağı olacak olan, bugün ICC’nin [International Communist Current] örgütsel ifadesi olmaya devam eden bir külliyat bırakıldı. Sylvia Pankhurst’ün asıl mirası budur; komünistlerin bugün savunduğu miras budur, bu yüzden burjuvanın sol ve liberal hizmetkarlarına şöyle sesleniyoruz: “Sylvia’dan ellerinizi çekin!”

Bu makale ilk olarak 1980 yılında WR 33 ve 34'te yayınlandı. Makaleyi daha yakın bir zamanda yazmış olsaydık bazı yaklaşım ve formülasyonlar farklı olabilirdi ancak metindeki temel argümanların bugün hala geçerli olduğunu düşünüyoruz. Terimlerin veya kelime öbeklerinin açıkça hatalı göründüğü yerlerde, “Editör notlarını” ekledik.

Bu makale serisi⁴, Sylvia Pankhurst ve Workers’ Dreadnought’un siyasetini işlerine geldiği gibi görmezden gelen ve Sylvia’nın kadın hakları davası adına kahramanca acı çektiğine dair -bugünün koşullarında- daha saygıdeğer olan görüşü tercih eden günümüz feminist ve solcularının çarpıtmalarına karşılık verme girişimidir.

Sylvia’yla ya da genel olarak Pankhurstlerle ilgilenen kitapların, onun savaş ve savaş sonrası yıllardaki hayatıyla ilgili büyük bir boşluk bırakmaları dikkat çekicidir. Sosyalist İşçi Partisi, Sylvia’nın politikasının kendi geleneklerinin bir parçası olduğunu iddia etmeye bile fırsat buldu! (bkz. Communist Workers’ Organisation’ın yayın organı Revolutionary Perspectives 16). Ancak, feminizmin açık bir devrimci eleştirisini sergilediği için, Sylvia’nın süfrajetlerden kopuşu örtülü kalmamalı. Bu yüzden, bu makalelerde Sylvia’nın geçmişte, The Suffragette Movement: an intimate account of persons and ideals (1931)’da yaptığı parça parça eleştirilerinden çıkarımlar ortaya koymak ve onun politik gelişimini göstermek istiyoruz.

1914'ün başlarında, Sylvia ve Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği Doğu Londra Federasyonu, Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’nden Christabel ve Emmeline Pankhurst tarafından kovuldu; bunun temel nedeni ELF’nin (Doğu Londra Federasyonu’nun) işçi sınıfı çizgisinde olmasıydı:

“Federasyonunuz için demokratik bir anayasanız var, biz buna katılmıyoruz!” Dahası Christabel işçi kadın hareketinin hiçbir değeri olmadığını söyledi; işçi kadınlar cinsiyetin en zayıf kısmıydı, aksi nasıl mümkün olabilirdi? Hayatları fazla zor, eğitimleri fazla zayıftı, rekabet için donatılmamışlardı. “Mücadele için en zayıfları kullanmak kuşkusuz hatadır. Biz seçilmiş kadınları istiyoruz, en güçlü ve en zeki olanları!” (Sylvia Pankhurst, The Suffragette Movement)

Bu, Sylvia’nın her zaman kaçınmayı denediği ve o zamanlar çok pişman olduğu bir bölünmeydi. Buna rağmen, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bunun ne kadar kaçınılmaz olduğunu anladı. Süfrajet hareketinin kapsamlı bir incelemesi bu makalelerin kapsamı dışında olsa da, hareketin bazı önemli özelliklerine kısaca bakmak, bu bölünmenin ne hakkında olduğunu ve feminizmin reddinin Sylvia Pankhurst için ne anlam ifade ettiğini görmek için gerekiyor.

Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği (WSPU)

“Ancak feministlerimiz, siyasal eşitlik taleplerinde yabancı kız kardeşleri gibidir, toplumsal demokratik öğrenmenin açtığı geniş ufuklar onlara yabancı ve anlaşılmaz kalır. Feministler, mevcut sınıflı toplum çerçevesinde eşitlik ararlar; hiçbir şekilde bu toplumun temeline saldırmazlar. Haklar ve ayrıcalıklar için savaşırlar. Burjuva kadın hareketinin temsilcilerini konuyu anlamamakla suçlamıyoruz, olaylara bakış açıları kaçınılmaz olarak sınıfsal konumlarından kaynaklanıyor.” (Alexandra Kollontai, The Social Basis of the Women Question)

Kollontai’nin çerçevesinin WSPU için de geçerli olduğu, savaş gayretlerine verdikleri coşkulu destek nedeniyle oldukça açıktı. Hatta, Emmeline ve Christabel İngiliz hükümetini Almanya’ya karşı olan savaşta yeterince efor sarf etmedikleri konusunda eleştirdiler, özellikle de kadınların savaşta kullanılmaması hususunda. İngiliz emperyalizmi davasını ilerletme arzusuyla, siperlerde kullanılmak üzere daha fazla işçiyi özgürleştirmek için kadınların sanayiye ve hizmet sektörlerine yaygın bir şekilde yerleştirilmesini talep ettiler!

WSPU’nun kökenleri, savaş yılları yaklaşırken gelişen bu bariz şovenizmle belirgin bir tezat oluşturur. Hatta, Emmeline, Boer savaşına karşı olmayı reddettikleri için Fabian Society ile ilişkisini koparmıştı. Pankhurst ailesinin 19.yy’ın sonunda Independent Labour Party’e (ILP) ve Manchester’daki işçi mücadelelerine katıldığı gerçeği WSPU’nun gittikçe gerilediğini açıkça gösteriyor. Sosyalist harekete ve işçilerin mücadelelerine karşı olduklarını daha aşikar hale getirmeye başlamışlardı; örneğin, devletin kendilerine gösterdiği sert muameleyi hatırlatarak, devletin “(madencilerin) liderlerini tutuklamak yerine onlarla uzlaşmaya çalışmalarından” şikayetçi oldular. (Emmeline Pankhurst, My Own Story, 1914). Bir başka örnek de, 1915'te sanayiciler tarafından finanse edilen, “Bolşevik” sendika temsilcileri hareketine karşı başlattıkları kampanyadır.

WSPU 1903’te, Emmeline hala ILP’nin aktif bir üyesiyken kurulmuştu; hatta örgüt için seçtiği isim bile o zaman için daha büyük endişeleri olduğunu gösterir. Ancak, sonradan kadınların durumuna sınıfsal ayrımın bir yönü yerine toplumun cinsiyetlere göre ayrımı olarak ve parlamentoya toplumsal değişim aracı olarak yoğunlaşmasıyla, bu ilişki daha da fırtınalı hale geldi ve son olarak 1907’de çatlak oluştu. Bu, kendi üyelerinin yeniden örgütlenmesiyle aynı zamana denk geldi. Sonrasında, politikalarına mutlak sadakat talep eden Emmeline, Christabel ve seçilmiş bir grup tarafından WSPU’nun aktiviteleri sıkı bir şekilde kontrol edilmeye başlandı. Bu da tek bir şeye odaklandıkları anlamına geliyordu: oy hakkı. Hiçbir üyenin toplumsal reformlar için savaşmasına, siyasal bir parti için çalışmasına veya WSPU’nun politikalarının doğruluğunu bile sorgulamasına izin verilmedi. WSPU “sahada bir süfrajet ordusu olacaktı. Bu tamamen gönüllü bir ordu ve kimse burada kalmak zorunda değil.” (Emmeline Pankhurst: My Own Story)

Amacı, o zamanlar olduğu gibi erkeklerle siyasi eşitlikti ve hatta genel oy hakkı kavramına bile karşı çıktı. Bu sadece bir taktik değildi, çünkü işçi sınıfından kadınları dahil etmeye çalışırken, aynı zamanda zengin, orta ve üst sınıf kadınları liderliğine çekme konusunda bilinçli bir politika izledi. WSPU’nun asıl amacı toplumun “leydi”lerinin haklarını kabul ettirmek için işçi sınıfı kadınlarını kullanmaktı. Christabel bunu şöyle ifade ediyordu: “…toplumun şu anki umudu eğitim, ekonomik bağımsızlık ve gücü kendileri için güvence altına almayı başaran bu kadınlardadır. Bu sınıftan bir kadın olan Florence Nightingale, Labour Party’nin başardığı ya da başaracağından daha fazlasını yaptı kendi ülkesi için. Şimdiden doğmuş olan bu güzel günde, tek başına Florence Nightingale değil, kendi hayatlarından mutlu ve ülkelerine hizmet için zihinsel, ahlaki ve ekonomik olarak donatılmış çok sayıda kadın var. Daha fakir ve daha az şanslı kadınlara uzanan, onların yoksulluk bataklığından kurtulmalarını sağlayacak yardım eli onlardır. Daha iyi bir sosyal düzen tasarlayabilen ve daha iyi bir düzene ulaşılabileceğini pratik ve yapıcı eylemle gösterecek olan onlardır.” (Christabel Pankhurst, The Suffragette, Aralık 1913)

Hiç kuşkusuz burjuva siyaseti! Bu aleni kapitalizm destekçiliği ve “cinsiyet savaşı” politikasının gelişmesi, doğal olarak toplumsal bir sınıf anlayışının reddedilmesi ve karşısında durulması sonucunda oldu.

Devletle uzlaşmazlık gerçeği, burjuva ideolojisinin hiçbir zaman tek bir dünya görüşü üretemeyeceğinden başka bir şey kanıtlamasa da, “kadınların oy” hareketi gibi kitlesel bir hareket, WSPU’nun politikaları yüzünden değersizleştirilemez. Bu hareketin gücünün temeli, açıkça, WSPU’nun ideallerinde değil, kadınlara dayatılan koşullarda ve Britanya sermayesinin, işçi sınıfından kadınlar bir yana, burjuva ve küçük burjuva kadınların koşullarını iyileştirme taleplerini kabul etmeyi reddetmesinde yatar. WSPU’nun bu mücadelenin odak noktası haline gelmesi, aslında işçi hareketinin net bir siyasi alternatif sunmadaki başarısızlığına yönelik bir eleştiridir.

Süfrajet hareketi içinde, işçi sınıfında açıkça konumlanan az sayıda grup da vardı. Fakat, tüm kadınların sahte birliğini ve “kadınlara oy hakkı” sloganını tercih etmeleri, WSPU’nun lider olmasına ve işçi sınıfı karşıtı ideolojilerini daha etkili hale getirmelerine imkân veriyordu. Böylesi bir birlik uğruna uzlaşmanın yıkıcı olduğu, Sylvia’nın ancak WSPU’dan atıldıktan sonra çıkardığı bir derstir ve belki de, 1914'ten sonraki hızlı siyasi gelişimiyle öne çıkmıştır.

WSPU’nun Doğu Londra Federasyonu (ELF)

Bu tür bir uzlaşmanın reddedilmesinin ilk adımları Ekim 1912'de Sylvia’nın Doğu Londra’daki faaliyetine başladığı zaman atıldı. Başlangıçta, bu faaliyet oy hakkı reform yasa tasarısı yerine “Çalışan Kadınlar Delegasyonu” ve ara seçim kampanyasının bir parçasıydı, fakat çok geçmeden WSPU’nun bütün desteğini kaybetti. Şubat 1913'te finansal destek geri çekildi, ancak fikirler ve pratik oluşturulmuştu ve o yılın mayıs ayında WSPU’nun Doğu Londra Federasyonu kuruldu. Federasyon, WSPU’nun birkaç farklı kolunun birliğiydi, buna rağmen, işçi kadınlara yönelik kesin ve hakiki bir doğrultudaydı ve bu örgütün hakim eğilimine kıyasla tamamen farklı bir uygulama sürdürdü. Federasyon işçi hareketindeki örgütlerle, özellikle ILP ile bağlantı kurmaya başladı ve sınıfın kitlesel gösterilerine destek verdi ve katıldı. WSPU’yla kopuşu kaçınılmaz kılan, tam da bu çalışmanın başarısı ve The Suffragette Movement’ta fazlasıyla tasvir edilen Londra’nın doğu ucundaki toplumsal çatışmaların kızışmasıydı. Nihayetinde, bu kopuşun Emmeline ve Christabel tarafından ELF’ye dayatılmasının bir önemi yoktu: uzlaşmanın zincirleri her halükârda kopmuştu. Ağustos 1913’te Sylvia bir “halk ordusu; özgürlükleri için mücadele etmeleri ve hükümet uşaklarının gaddarlığıyla baş etmeye uygun hale gelmeleri için kadınlar ve erkeklerden oluşan bir örgüt” kurulması çağrısında bulundu. Bu örgüt hiçbir zaman büyük bir öneme sahip olmasa bile, ileride sınıf çatışmalarının farkına varılması ve mevcut toplumsal düzenin temel bir sorgulamasının yapılması, Women’s Dreadnought ve Workers’ Dreadnought’un siyaseti gelişirken Sylvia’nın ilerleyeceği yönün habercisiydi.

Bu makalenin ilk bölümü Sylvia Pankhurst’ün resmi Süfrajet hareketinden, WSPU’dan kopuşunun kökenlerini inceledi. Sonraki bölüm, Sylvia’nın politikasının gelişimini, feminizmle ilgili konuların üzerinde durarak, daha yakından inceleyecek. (Bölünmeden sonra örgüt East London Federation of Suffragettes olarak yeniden adlandırıldı. Bu birkaç isim değişikliğinin ilkiydi, her birini tarihlendirmek ve her birine atıf yapmak yerine örgütün gazetesinin ayırt edici ismini kullanacağız, Dreadnought.)

The Women’s Dreadnought

Mart 1914’te The Women’s Dreadnought’un ilk sayısı ortaya çıktı. Bu sayının içinde grubun Londra’nın doğu ucundaki faaliyetinin uzun bir açıklaması vardır ve bu açıklamadan alınan şu ifadeler, faaliyetin ardındaki ana fikirleri gösterir:

“Oy hakkının temel ilkesi, her birimizin kendimize ve birbirimize yardım edecek bir güç payına sahip olmasıdır. Daha ayrıcalıklı birkaç kişinin diğerlerine yardım etmesi, öğretmesi ve büyüklük taslaması fikrine doğrudan zıttır. Şüphesiz, biz süfrajistler, her bireyin hem yönetmede hem de hizmette paylaşım hakkına sahip olduğu ilkesine inandığımız için ve uzun ve acı bir deneyimle her tür hükümet biçiminin — niyeti ne kadar nazik olursa olsun — tiranlık olduğunu öğrendiğimizden oy hakkı için savaşıyoruz.” (Sylvia Pankhurst, WD, 8 March 1914)

Sylvia’nın, WSPU’yu asla kapsamlı bir şekilde eleştirmemesi bir talihsizlik, çünkü bu durumda, bu alıntının ilk bölümündeki gibi dolaylı eleştirilere dayanmamız gerekiyor. Buna rağmen, Dreadnought’un bütünüyle farklı bir çizgide olduğu açık. Süfrajet (veya ‘kadınların gücü’) hareketindeki ilk yanılsamalarına ve oy hakkının öz yönetim demek olduğu fikrine rağmen, burada önemli nokta öz yönetim hedefine yapılan vurgudur. Bu, WSPU’nun bu makalenin ilk bölümünde görülen görüşlerine ve WSPU’nun yasadışı eylemi yalnızca kadınların oy kullanma hakkının reddedilmesi (yani anayasal eylemin reddedilmesi) nedeniyle savunduğu gerçeğine tamamen zıttır.

1.Dünya Savaşı patlak verdiğinde Sylvia, WSPU’nun şovenist cevabını hızlıca kınadı. Savaşa desteklerini, hareketin uğruna mücadele ettiği her şeye ihanet olarak değerlendirdi, daha da önemlisi savaşı destekleyen ve ona karşı çıkan kadınlar arasındaki bölünmenin önemi arada kaynamadı ve bir süre sonra feminizmden kopuşuna neden olacak faktörlerden birisi olacaktı. Emmeline Pankhurst kadınları çalışırken görmenin mutluluğu hakkında yazarken Dreadnought savaşa karşı çıkıyordu; savaşı durdurmanın net ve pratik bir yolunu görmüyor olmasına rağmen, Emmeline’in yüzeysel gözlemlerinin ötesine geçmiş ve işçi sınıfı kadınlarının ev ve işyerinde katlandığı korkunç ve gerçek koşulları ortaya çıkarmak için gazetesinde geniş yer ayırmıştı.

Dreadnought ilk zamanlarında Independent Labour Party (ILP)’den oldukça etkilenmiş görünür; politikaları esasen pasifist ve alenen reformisttir ve kadınlara oy hakkı kazandırmaya odaklı kalmıştır. Bununla birlikte, Dreadnought, esas olarak kadınların savaşın dayattığı koşullara karşı kendilerini korumalarına yardımcı olma fikriyle, hızla daha geniş toplumsal meselelere dahil oldu (Gerçekten de bu alandaki faaliyeti etkileyici bir liste oluşturuyor: Toplantılar vb. için bir “Kadınlar Salonu”, tehlike merkezleri, bir anne-bebek merkezi ve kreşler). Yerel konsey yardım komitelerinde temsil edildiler fakat onları o kadar yetersiz buldular ki bir yandan da kendi yardım planlarını yürüttüler. Faaliyetinin genişlemesi, oy hakkının artık tek sorun olarak görülememesi bakımından siyasetlerinin radikalleşmesine yardımcı oldu. Ne var ki, bu radikalleşmenin özü, grubun savaş karşıtlığının artışı ve işçi sınıfı çizgisinin kuvvetiydi: Almanya’daki işçi erkekler ve kadınların durumunun Britanya’daki ile aynı olduğuna dikkat çekmiş ve çalışmaları kadınlar üzerine olmasına rağmen, savaşın işçi sınıfı erkeklerine karşı değil, onlarla beraber bütün sisteme karşı olması gerektiğini anlamışlardı. Beklendiği gibi, kısa süre içinde kadınlara oy hakkı sloganını bıraktılar, tüm kadınlar ve erkekler için oy çağrısına başladılar.

Bu durumda grup, savaş ilerledikçe mevcut toplumu daha iyi anlamanın ve onu değiştirmenin yollarını aramak zorunda kaldı, bu da grubun sosyalist eğilimlerini gittikçe öne çıkardı. Başlıca sosyalist örgütlerle olan bağlantıları arttı ve gazetelerinde enternasyonal işçi mücadelelerini bildirdiler. Hatta, diğer ülkelerden bireylerle ve gruplarla olan bağlantıları ve yurtdışında neler olduğunu bildirmeye dair kaygısı etkinliği boyunca belirgindi ve bu, hem grubun politik gelişiminde hem de Britanya’daki etkisinin büyümesinde etkili olan güçlü bir yöndü (Britanya’daki diğer örgütler, bu konuda oldukça dar kafalı bir bakış açısından muzdaripti). Daha 1914 yılında gazete, Bolşevikler’in, Liebknecht’in ve benzerlerinin savaş karşıtı yazılarından alıntılar yapıyordu. 1916’dan itibaren işçi mücadeleleri uluslararası ölçekte artmaya başladığında, Dreadnought bu olaylardan çok şey öğreniyor ve bunları olumlu karşılıyordu. Özellikle 1917 Rus devrimleri çok büyük bir itkiydi.

Dreadnought onları destekledi çünkü işçilerin toplumun yönetimini ele geçirmek, savaşı durdurmak, daha makul ve insani bir toplum uğruna savaşmak için olumlu çabasını görebiliyordu. Şubat Devrimi grupların siyasetini iki temel alanda hızlıca etkiledi: öncelikle, kitle grevinin -yani kapitalizmi devirmenin ve savaşı sona erdirmenin tek yolu olarak sokaklarda ve fabrikalarda işçilerin sert ve kolektif mücadelelerinin- öneminin farkındalığı; ikincisi, işçi sınıfının kendi çıkarlarını ifade edebileceği ve sınıf savaşı için kendisini etkili bir şekilde örgütleyebileceği bir araç olarak sovyet formunda örgütlenmenin önemi. Bunun, Dreadnought’un Labour Party (LP)’ye hakim olan görüşle ve genel olarak sosyal demokrasiyle kendisi arasında daha belirgin bir çizgi çekmesi gibi başka sonuçları da oldu. Sylvia’nın süfrajetlerle olan deneyimleri LP’ye yönelik çok sayıda eleştiriye yol açmıştı ancak LP’nin aktif savaş destekçiliği ile bu eleştiriler daha da güçlenmişti. Ayrıca, ILP Rusya’nın tek taraflı olarak savaştan çekilmesine karşı çıktığında, ILP’nin siyaseti ile kendi siyaseti arasındaki kopuş da açıkça gerçekleşmiştir. Hatta Dreadnought çoktan kendisini İkinci Enternasyonal’in azınlık enternasyonalistleri ve devrimcileriyle ilişkilendirmişti. Dreadnought, savaş sona ermeden önce bile, LP’nin bir işçi devrimini engelleme ve ona karşı çıkmadaki rolünü öne sürerek, sosyal demokrasiye karşı daha güçlü politik eleştiriler getirmeye başlamıştı. Diğer bir sonuç, Dreadnought’un kendisini açıkça bir siyasi örgüt olarak tanımlamaya başlaması ve sosyal yardım grubu niteliğini kaybetmeye başlamasıydı. Bunun nedeni, kısmen Rusya’ya verdiği desteğin ve genel radikalizminin birçok yardımı ve mali kaynağı uzaklaştırmasıydı, fakat bu aynı zamanda bilinçli bir karardı, zira Sylvia’nın daha sonra yazdığı gibi: “…her birimiz, ne kadar tatlılıkla, anlayışla verilirse verilsin, rahatlığın ve refahın bir nebzesini bile sadaka olarak kabul etmektense, bunlara bir hak olarak sahip olmayı tercih ederiz.” (SP, ‘Autobiographical Notes’)

Üç yıldan biraz fazla bir süre içinde Dreadnought; işçici, reformist bir oy hakkı topluluğundan, tam teşekküllü bir sosyalist örgüte dönüştü. Her ne kadar bu değişiklikle üye kaybedildiyse de, grubun şube sayısı Doğu Londra’daki üç ya da dört şubeden, ülke genelinde neredeyse kırka çıktı (buna rağmen, Londra ve Manchester her zaman en güçlü kollarıydı).

The Workers’ Dreadnought

Politikalarındaki bu değişiklik gazetelerinin isminin Haziran 1917’de The Workers’ Dreadnought olarak değişmesiyle sonuçlandı. Bir sonraki yıl boyunca, grup, İşçi Partisi ve Parlamentoyu devrim yapmanın aracı olarak reddederken, devrimcilerin bu kurumlara katılma ve propaganda yapmasının gerekliliğine bağlı kaldı. Ancak, işçi sınıfı devriminin nasıl büyüdüğüne ve devrimcilerin bu süreçteki rolüne ilişkin anlayışının devam eden gelişimi, bu tür faaliyetlerin reddedilmesini sağladı.

Workers’ Dreadnought dönemindeki en önemli faktör, onların 3. Enternasyonel ve onun İngiliz kanadı olan Büyük Britanya Komünist Partisi’ne (CPGB) olan ilgileri ve bunlarla olan ilişkileriydi. Dreadnought önemli bir sesti, ve doğrusu politik olarak birleşik bir komünist parti kurma çabasında en net ve sürekliliği olan gruptu. Ne yazık ki, nispeten geç gelişimi birleşme tartışmalarında rol almasını engelledi ve diğer örgütler karşısındaki üstün netliği, onlar üzerinde hak ettiği derecede politik etki yaratmayı başaramadı. Şunu da not etmek gerekir ki, Dreadnought (o zamanlarda en büyük grup olan) İngiliz Sosyalist Partisi’ne (BSP) göre nispeten küçük olmasına rağmen, BSP’nin gazetesi The Call’dan daha fazla sattı. CP (Komünist Parti) nihayet 1921’in başında birleştiğinde, Dreadnought çoktan Enternasyonal’in sol kanadında yerini almıştı, fakat bu esnada sol görüşler çok daha fazla saldırı ve doğrudan baskı altındaydı. CPGB’nin büyük çoğunluğunun siyasal ve örgütsel olarak olgunlaşmamış olması onları daha da beceriksizleştirdi, 8 ay sonra Sylvia kovuldu ve eski Dreadnought üyelerinin birçoğu onunla birlikte ayrıldı. İhracının resmi sebebi, Dreadnought’un partinin kontrolünden bağımsız olarak yayınlamayı durdurmayı reddetmesiydi. Bu anlaşmazlığın doğruluğu ya da yanlışlığı gerçekten önemli değil; önemli olan bunun altında Komintern’de oportünizmin gelişmesine taviz vermeyi reddetmelerinin yatmasıdır.

Bu ayrılığın devamında CP, Sol görüşleri baskılayan pratiklerine devam ederken, Dreadnought siyasi farklılıkları bir bütün halinde öne çıkararak komünist harekete yönelik endişesini gösterdi. CP’nin pozisyonuna yönelik eleştirilerini, içlerindeki tutarsızlıkları göstererek ve taktikler üzerinde artan vurgusunun olumsuz sonuçlarına işaret ederek ve ilaveten Rus Devrimi’nin çürüyüşünün daha genel analizini yaparak açıklığa kavuşturdu. Dreadnought tarihinin bu yönü WR’ın sonraki sayısında daha derinlemesine ele alınacaktır.⁵

Bu makalenin geri kalanında, Dreadnought’un deneyimlerinin merkezinde yer alan, feminizmle az çok ilgili diğer konulara daha yakından bakmak istiyoruz. Hem gerçekleri duyurma hem de bugün hala geçerli olan şeylere bakma kaygımız nedeniyle Dreadnought’un ilk yıllarına detaylıca göz gezdirdik. Geriye bakıldığında grubun olumlu yönde gelişmesine neden olan güçlü yönleri açık, ancak işçi sınıfının kurtuluşunu arzulayanlar, grubun sonradan reddettiği fikirleri ve pratikleri göz önüne alarak ders çıkarmalıdır. Bu gerçekler, kurtuluşun bir yolu olarak, diyelim ki bugünkü sosyal yardım çalışmasını meşrulaştırmak için değil, bu tür fikirlerin sınırlarını anlamak için gereklidir. Sylvia’nın 3. Enternasyonal tarafından izlenen yola ilişkin bahsettiğimiz eleştirileri göz önüne alındığında, tüm bunların onun Marksizm’i ve Rus Devrimi’nin bütün deneyimini reddetmesine neden olmak yerine, onları anlamlandırmanın daha da net bir yolunu aramasını sağladığı açıktır. Bugün de Rusya’nın şu anda olduğu hali kınamak, onun devrimin asıl amaçlarıyla eşitlenmesi gerektiği anlamına gelmez. Pek çok birey, Rusya’ya (ve ayrıca Komünist Parti’lere ve Troçkistlere) tepkiyle feminist ve özgürlükçü hareketlere dahil oldu, ancak bunun gerçek nedeni, tepki gösterilenlerin Marksist olması değil, tepki gösterenlerin burjuva olmasıdır. Onların davranışları kimsenin işçi sınıfının potansiyelini reddetmesine yol açmamalıdır.

PARLAMENTO

Sylvia Pankhurst’ün 1914’ten önce WSPU’ya katılımı ve savaş yıllarındaki faaliyetleri, açıkça Parlamento’da çalışmada ve reformlar için mücadelede büyük miktarda deneyim kazandığı anlamına geliyordu. Sonuçta bu, gösterinin içine doğru kesin olarak çekilmesine yol açmadı. Aksine, tüm bunların yararsızlığı ile ilgili tam bir hayal kırıklığına yol açtı.

“Parlamento entrikasının ve Parlamento Komite odasının soluğunun, Avam Kamarası’nın tüm atmosferinin ve siyasi partilerin hokkabazlığının, devrimci Komünist coşkunun temiz ve beyaz ateşiyle zıt olduğunu biliyoruz. Salonda her gün, saat başı lobi yapmayan yoldaşlar; yıldan yıla, kelimesi kelimesine günlük raporlar dökmeyen ve Hükümet Yasalarında değişiklikler tasarlamayanlar, Parlamento makinesinin korkunç sahtekarlığını, güçsüzleştiren adiliğini bilemezler.” (SP, WD, 24 September 1921)

Bununla birlikte parlamentonun reddedilmesi yalnızca can sıkıntısından değildi:

“… Parlamento eylemini seçenler, büyük bilinçsiz işçi kitlelerinin hâlâ Parlamento’ya inandıklarını söylüyorlar. Elbette öyle, o zaman yapmamız gereken bu inancı zayıflatmaktır diye cevaplıyoruz; ancak herhangi bir değişikliği etkileyecek kadar güçlü bir bilinçli işçi grubu yaratma görevinin büyüklüğü karşısında dehşete düşen Komünist oportünistler, devrimi bilinçsiz işçi kalabalığıyla gerçekleştirmeyi teklif ediyorlar. Devrimin ancak zihni uyanan ve bilinçli bir amaçtan ilham alan kişiler tarafından gerçekleştirilebileceğine inanan bizler, Kapitalizmin yönetim mekanizmasından uzak durmaya karar verdik. Bu kararı, parlamentonun reddinin kitlelere açık ve net bir önderlik vermesi nedeniyle aldık, böylesi daha güvenilir ve etkilidir, çünkü kitlelere önderliği sadece sözlerle değil, eylemle verir.” (ibid.)

Bu son nokta gerçekten çok önemlidir: oy verme karşıtlığının özüdür, çünkü yeni bir toplum uğruna mücadele, yeni bir yaşam tarzı için mücadeledir ve bu örgütlenmenin yeni bir yolu, yeni bir pratik anlamına gelir. Kapitalizmin kuralının reddi, daha iyi bir pratik için arayışa neden olmak zorundadır.

Bu bizi reform sorununa götürüyor ve yukarıda bahsedilenlerin feminizmle olan ilgisi burada yatıyor çünkü bu hareket tarafından parlamentodan gelen kanun tasarılarının görünüşte olumlu yönlerine çok fazla vurgu yapılıyor. Ancak, Dreadnought’un yaptığı gibi, parlamentoyu bir değişim aracı olarak reddedecekseniz, o zaman reform mücadelelerini de reddetmelisiniz.

Bu ret, Pankhurst gibi militanların pratik deneyimlerine dayansa da, kalıcı reformları mümkün kılan kapitalizmin görece refah döneminin nihai sonu bağlamında incelenmelidir. Zihinleri en berrak olan devrimciler her zaman reformizmin işçi hareketi üzerindeki yozlaştırıcı etkisine karşı savaştılar, ancak yeni çöküş döneminde gündemde olanın yalnızca devrim olduğunu gittikçe daha iyi anlıyorlardı.

FEMİNİZM

Aşağıdaki alıntı parlamento, reformlar ve feminizm arasındaki bağlantıyı çok açık gösteriyor. Kadınların (kısmen de olsa) neden I. Dünya Savaşı sırasında oy hakkı kazandığını açıklıyor. Savaş sırasında kadınların faydasına ve ondan önceki militanlığa dair efsaneleri bir yana bırakan Sylvia, şöyle devam ediyor:

Parlamento içgüdüsel olarak kendini sona ermeye mahkûm bir makine olarak tanımaya başlamıyor mu? “Bolşevizm”, ya da diğer adıyla Sosyalizm, — yalnızca bir düzeltmeyi değil- toplumsal sistemin dönüşümünü gerektiren gerçek Sosyalizm ufukta beliriyor. Erkekler başları dertte olduğunda, küçümsedikleri kişilerin yardımını ister. Parti oyununun dışında, daha aktif, bağımsız kadınlar hoşnutsuz bir isyancı kalabalığı olarak kalır; içinde kurallara uygun olarak durulmaları umulmuyor mu zaten? Her ülkede Parlamentolar tehdit altındadır ve kitlesel halkın iradesi, bu gizemli ve hesaplanamayan şey, emin adımlarla ve artan bir hızla, daha yeni bir toplumsal organizmaya doğru ilerlemektedir. Bunun farkına varan Parlamentonun eski tutucuları ve arkalarındaki güçler şöyle diyor: ‘Eski kurumu popülerleştirmek için bir şeyler yapmalıyız; kadınları getirelim’”. (SP, WD, 2 Kasım 1918)

Burada vurgulanmaya değer iki nokta var. Birincisi, kapitalizmin bu dönemde ‘reformlardan’ faydalanma şekli tam da budur. İster bu durumda olduğu gibi oy kullanma şartları, ister Ulusal Sağlık Hizmeti veya daha yakın zamandaki Eşit Haklar Tasarısı olsun, bunlara hep, bir dereceye kadar nüfusu ve özellikle işçi sınıfını pasif tutma zorunluluğu içkindir. Bunlar sadece değişiklik iddiasıdır ve Dreadnought haklı olarak aslında yok edilmesi gereken sistemi yalnızca düzeltmeye çalışan bütün ‘reformları’ reddetmiştir. Bu, bugün de yüzlerce kez doğrudur. İkincisi, kadınların ayrı bir grup olarak sözde ‘özel niteliklerinin’ üstü kapalı bir reddi de söz konusudur. Süfrajet mücadelelerinin görünüşte gösterdiği ‘kadınların gücü’ belirleyici bir etken değildi, rahatsızlıktan biraz daha fazlasıydı: kapitalizm, işçi sınıfının erkek ve kadınları harekete geçtiğinde sarsılmaya başlar çünkü bütün sistemin temelini tehdit eden işçi sınıfı mücadeleleridir.

İlk günlerinde Dreadnought, toplumdaki her kötülüğün çaresinin kadınlara oy hakkı vermek olduğuna inanıyordu. Bugün feministleri motive eden tam olarak aynı fikirdir (oy hakkı açıkça bir çözüm olmasa bile): eğer kadınlar daha fazla güce sahip olsaydı, toplum daha iyi bir yer olurdu. Fakat gerçekten, buna inanmak için elimizde nasıl bir kanıt var? I. Dünya Savaşı’ndan bu yana kadınların durumunu etkileyen ve görünüşte onlar için daha fazla özgürlüğe izin veren veya ulaşan tüm sözde “reformlara” rağmen, kadınların koşulları temelde hala aynı değil mi?

Bizim gibilere birkaç kinin hapı atsınlar diye, bir adama Sağlık Bakanı olması için yılda 5.000 sterlin verin, yılda kişi başı 500 sterlin alan bir kadro oluşturun! Kapitalist sistem altında yaşarken Sağlık Bakanlığı’nın faydası nedir?” (alıntı: WD, 2 Kasım 1918)

Belki bu soruya kapsamlı bir cevap değil ama kesinlikle açıklayıcı bir cevap!

Dreadnought bu fikri reddetmeye başladığında, bunun sebebi kız kardeşlik fikrinin farklı kadın grupları arasındaki fazlasıyla gerçek maddi ayrımları gizlediğini görmesiydi. Sadece savaşı destekleyenlerle, savaşa karşı çıkanlar arasında değil, bu grupların özünde farklı çıkarlara, yani farklı parasal ve sosyal hırslara sahip olduğu her konuda. Bu akılda tutularak, kadınları birleştirme girişimi hakkında söylenebilecek en iyi şey, hayal kırıklığına mahkum olduğudur.

“Kadınlar ekonomik bir grup oluşturmaz; ve bu nedenle, mevcut koşullar altında dünya veya ulusal meselelerde birlikte hareket edemezler; çünkü bu tür konular ekonomik hususları içerir. İnsan toplumunun hızla ilerleyişinde, (doğrudan veya dolaylı olarak) aynı ekonomik motivasyonun etkisinde olanlar, sonunda kendilerini aynı bayrak altında yürürken bulurlar.” (F. Connor, WD, 13 Ağustos 1921)

Kuşkusuz, sınıf sınırlarını aşan ve tüm kadınları etkileyen bazı durumlar vardır, ancak ortak ekonomik koşulların çimentosu olmadan gerçek bir birlik olamaz. Temel gerçek şu ki, burjuva kadınları ve işçi sınıfı kadınları birbirinden ayrı dünyalar yaşıyor ve bu topluma verdikleri tepkiler tamamen zıt.

Şu ana kadar anlatılanlardan, Dreadnought’un devrimci siyaseti kucakladığında, kadın sorununu katiyen göz ardı etmediği açık olmalıdır. Aksine, işçi sınıfı kadınlarına yönelik müdahalenin, devrimci hareketin kapsamlı müdahalesinin önemli bir parçası olarak görülmesini sağlamak için büyük özen gösterdi. Bu sorun üzerine endişeleri parlamentoda, Labour Party’de ve sendikalarda faaliyet göstermeyi reddetmeleriyle hemen hemen aynıydı: reformizmin ve reformist amaçların reddedilmesi ve devrimci pratiğin kurulması. İşçilerin öz örgütlenmeleri vurgulanıyordu. Bu müdahalenin bir örneği için, ‘Soviets of the Street [Sokak Sovyetleri]’ başlıklı makalede, Sylvia Pankhurst, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda türeyen ve Londra boyunca sokaktan sokağa yayılan barış partilerini, Rus kadınların sovyetlere katılımıyla kıyasladı. Devlet bu partileri engellemeye çalıştı ancak yayılmasına engel olamadı. Normalde bu tür herhangi bir şeyden sorumlu olmayı seven Kilise ve hayır işleri çalışanları (bugünün sosyal hizmet uzmanları?) “Şaşkınlıkla bakakaldılar”:

“Sovyet devrimi yaklaşıyor, ancak işçi kadınlar sokak komitelerini kurmak için onu beklememeli. Sokak komiteleri, annelerin işyeri komitesidir, çünkü onların işyeri sokaklar ve evlerdir. Bir an önce sokak sovyetlerini başlatmalılar… Kadınlar, kendilerini ve ailelerini korumak ve işçi sınıfının genel mücadelesine yardım etmek, devlet iktidarını ele geçirmek ve ücretli köleliğe, yoksulluğa, zenginin hükmüne son vermek için örgütlenmeliler… İşçi kadınların yapması gereken ilk şey örgütlenmektir; kendi sokak toplantılarını düzenlemek ve kendi sovyetlerini kurmak.” (SP, WD, 27 Mart 1920)

Bugün sovyetler yakın bir olasılık değil, ancak devrimci bir dönemdeyiz⁶ ve son zamanlarda toplumsal mücadelelerin tırmanmaya ve gerçekten de meydana gelen büyük grev dalgalarının bir parçasını oluşturmaya eğilimi var. Bu nedenle, solcu ve liberal liderliğin dışında, işçi sınıfı kadınlarına, proletaryanın öz-örgütlenmesine aktif olarak katılma çağrısı önemini sürdürüyor.

Son olarak, Sylvia Pankhurst, hiçbir zaman ayrı bir kadın örgütünün gerekli olduğunu öne sürmedi. İşçi sınıfı kadınlarının kendine özgü koşullarla karşı karşıya olduğunun farkındaydı, fakat bu toplumun genel sınıfsal ayrılığının bir parçasıydı, ve bu durumdan doğan mücadelelerde yer alacaklarsa, onların yeri her şeyden önce, komünist devrime doğru “işçi sınıfı erkek kardeşleriyle yan yana yürümekti”. Bu amaca ulaşmak için gerekli olan, bilinçli erkek ve kadınların birleşmesidir. Bu, tüm toplumsal gerçekliğin bir bilincidir, basitçe cinsiyet ayrımının değil. Bunun altında yatan, Sylvia’nın kadınların kurtuluşunun yalnızca komünist devrimle meydana gelebileceğine dair farkındalığıdır. Bugünün solcuları ve feministleri, kadın özgürlüğünün ‘devrimden’ önce ya da sonra gelip gelemeyeceği konusunda çekişiyorlar, ancak açık olmak gerekirse, ilişkileri değiştiren bitmek bilmeyen teoriler değildir.⁷

İşçilerin başlıca ayaklanmalarına ve mücadele dalgalarına yakından bakın, proleterlerin birbirlerine karşı davranışlarındaki değişiklik ortadadır. Bu tür mücadelelere kolektif katılım yeni ilişkiler gerektirir, çünkü hayati sorun olan mücadelelerin başarısıdır, ve efektif örgütlenme ihtiyacı kapitalizmin desteklediği cinsiyet bölünmelerinin üstesinden gelme eğilimindedir. İşçi kadınlar ve erkekler için kurtuluş her şeyden önce komünist devrime doğru pratik adımlar atarak ve bir insan topluluğu (world human community) yaratarak çözülecek pratik bir sorundur.

Workers’ Dreadnought 1924’te yok oldu. Sylvia Pankhurst’ün daha sonraki hayatında sol komünist hareketin bir parçası olarak kalmamış olması, hayatının bu döneminde feminizme yönelik eleştirilerinin göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. 1914 ve 1924 arasında Dreadnought’un varlığı devrimci dalga dönemine, devrimcilerin en güçlü ve net oldukları döneme tekabül ediyordu. 20’lerin ortalarında sınıfın devrimci mücadeleleri gerilemedeydi ve devrimcilerin seçenekleri ya karşı devrimcilere gitgide daha çok taviz vermek ya da siyasete inancını yitirmek oldu. 20’lerden çok çok az devrimci grup hayatta kaldı. Bu üzücü olsa da, anlaşılabilir ve aslında kaçınılmaz bir şeydi.⁸

DS

*ICC’nin Sylvia Pankhurst- From Feminism to Left Communism adlı yazısının çevirisidir.

[1] Suffragette, orta sınıf destekçileri yerine Londra’nın Doğu Yakası’nda, işçi sınıfından bir grup kadının deneyimlerine odaklanması açısından ilginç bir film. Demokratik devletin, barışçıl protestoculara ve açlık grevi yapan mahkumlara karşı uyguladığı acımasız şiddetle birlikte politik faaliyetinden şüphelenilen herkesi gözetlemesini etkili bir biçimde tasvir ediyor.

Bununla birlikte, hikayenin geçtiği yere rağmen, o dönemdeki işçilerin daha geniş hareketinden veya mücadelelerinden bahsedilmiyor, bu sırada Doğu Londra Süfrajetleri Federasyonu’nu kuran Sylvia Pankhurst’ten yalnızca bir kez bahsediliyor, onda da yalnızca başkanlığın ‘doğrudan eylem’ politikasıyla olan anlaşmazlığından bahsedilmesi, onun ya bir muhafazakar ya da bir pasifist olduğu anlamının çıkarılmasına neden oluyor. En önemlisi, film süfrajet Emily Davidson’un 1913'teki yüksek profilli ölümüyle sonlandırılarak, tüm savaş sorununu ve Süfrajet hareketindeki bölünmeyi ele almaktan kaçınıyor.

[2] Eksik liste şunları içeriyor: Sheila Rowbotham ve Barbara Winslow, Sylvia Pankhurst- Sexual politics and political activism (1996); Mary Davis, Sylvia Pankhurst: A Life in Radical Politics (1999); Shirley Harrison, Sylvia Pankhurst: The Life and Loves of a Romantic Rebel (2003) ve Sylvia Pankhurst: The Rebellious Suffragette (2012); Katherine Connelly, Sylvia Pankhurst: Suffragette, Socialist and Scourge of Empire (2013).

[3] ICC’nin bu olayla ilgili yazısına bakınız, Hands off Sylvia Pankhurst!

[4] Asıl plan üç tane üretmekti, ama yalnızca iki tanesi yayınlandı, WR 33 ve 34’te. Burada ikisi, tek bir makale olarak, kısmen düzeltilmiş halde sunuluyor.

[5] Editörün notu: Aslında bu üçüncü makale hiç yayınlanmadı, ancak Workers’ Dreadnought’un, Britanya’da bir Komünist Parti kurma görüşmelerindeki ve Üçüncü Enternasyonal içindeki sol muhalefetin bir parçası olarak rolü, ICC’nin kitabı The British Communist Left’te, daha kapsamlı bir şekilde ele alınmaktadır.

[6] Editörün notu: Bu makale Britanya’da ve başka yerlerde kitlesel mücadelelerin yaşandığı ve sürekli büyüyen, gelişen bir dalga görünümü verdiği bir dönemde yazılmıştı. Sınıflar arasındaki güç dengesi üzerine düşünmeye başladıkça, ICC devrimci sonucun hiçbir şekilde peşin bir kaderi olmadığını açık hale getirmek için tarihsel gidişatın nitelendirmesini “devrime doğru rota”dan “sınıf çatışmaları rotasına”na değiştirdi. ICC, aynı zamanda sınıf mücadelesinin lineer, şematik görüsüne açık kapı bırakan belirsizlikleri eleştirme sürecindedir ve 68'in Mayıs ayından ve hepsinden önemlisi, 1980'lerin sonunda başlayan ayrışma aşamasından bu yana proletaryanın yaşadığı zorlukları, yenilgileri ve geri çekilme dönemlerini yeterince teşhis edememiştir.

[7] Editörün Notu: Bu doğru, ancak buradaki asıl mesele başlı başına kuramlaştırmadan çok, solcular ve feministler tarafından yapılan bu tür kuramlaştırmaların burjuva doğasıdır.

[8] Editörün Notu: Kapitalist karşı devrim sürecinde devrimci grupların kaybolması kaçınılmaz değildi ve bazı küçük gruplar Britanya’da bile hayatta kaldı (bkz. British Communist Left). Asıl problem, Pankhurst ve Dreadnought grubunun devrimci dalgada işçi sınıfının uğradığı yenilginin derinliğini, ve ders çıkarmak için bir fraksiyon olarak çalışmak gerektiğini fark etmemeleriydi.

Rubric: 

Communist Left in Britain

Türkiye ve emperyalist meydan kavgası

Şu anda modern Türkiye devletinin işgal ettiği bölge, her zaman dünyanın kavşak noktası, tüm yolların, halkların ve etkilerin karşılaştığı bir alan olmuştur. Bu durum genellikle insanlığın gelişimi için çok olumlu olmuştur. Ancak bugün, Türkiye içinde ve çevresinde hiç de olumlu olmayan, daha ziyade kapitalizmin çıkmazını ve sadece Türkiye ve bölge nüfusu için değil, tüm insanlık için oluşturduğu tehdidi ifade eden birçok küresel etki ve çarpışma yaşanıyor. Çürüme evresindeki kapitalizmin etkileri bugün büyük güçlerde açıkça görülse de, aslında bu tüm devletlerde mevcut ve geçerli olan küresel bir fenomendir. Hatta bu fenomen, bugün ölmekte olan bir kapitalizmin tüm çelişkileri için artık bir çarpışma noktası haline gelmiş ve çürümenin dışa vurumlarının doğal bir kendi kendini yok etme eğilimi gösterdiği bir yer olan Türkiye'de özellikle ifade ediliyor. Bu eğilim yeryüzündeki her ülkeyi etkiliyor ve etkileyecek. Türkiye'de şu anda geçerli olan genel eğilimler diğer tüm kapitalist devletlerde olanlardan farksızdır ve kapitalizmin çözülemez ekonomik krizinin kaçınılmaz ilerleyişi göz önüne alındığında bunlar sadece şiddetlenebilir. Türkiye'yi vuran kaos, militarizm ve istikrarsızlık kapitalizmin geleceğinin habercisi ve şu anda Türkiye'nin de parçası olduğu Orta Doğu kazanı için çok tehlikeli.

Türkiye ekonomisi umutsuz ve iflas etmiş durumda. Yabancı yatırıma son derece ihtiyaç duyuyor ve yatırım çekme ihtimalinin zayıflamasıyla, Çin'den yatırım kabul etmekten kaçınma endişesi var. Huzursuzluğun çoğu dışa vuruluşunun acımasız bir şiddet ve baskı ile karşılaştığı bir ortamda, işçi sınıfının -muhtaç olduğu sağlık sistemi de dahil olmak üzere- yaşam koşulları sürekli saldırıya uğramaktadır. Son derece militarize olan Türkiye ve onun emperyalist hırsları, uzaklardaki dış askeri yağmaları bir delilikten daha fazlasını yansıtıyor: Türkiye iktidar kliğinin görkemli "vizyonunu", dünya sahnesindeki başlıca oyunculardan biri olma iddiasını. Türkiye emperyalizminin hem yakındaki hem uzaktaki maceraları, asla var olmamış görkemli bir geçmişe özlem duyuşu, Türkiye yabancı ülkelerden daha fazla düşman edindiği için ancak daha fazla sorun yaratabilir ve Türkiye’nin giderek daha mantıksız olan savaşlara katılımı yurt içinde de işçi sınıfından daha büyük fedakarlıklar talep ediyor. Türkiye devleti yüzeysel olarak güçlü görünmektedir, ancak tüm gösterişli yapısı zayıf temeller üzerine kurulmuştur; zayıflayan ekonomi, artan siyasi bölünmeler ve kimi kontrol kayıplarının zayıflatmaları, hem kritik 2017 seçimlerinde ve 2018 referandumunda, hem de bugün daha önce görece güçlü olan iktidardaki AKP'yi iktidarda kalabilmesi için sağcı Milliyetçi Hareket Partisine (MHP) yaslanmaya zorlamıştır. Dünya çapında bir fenomen olan ancak özellikle Türkiye ve Orta Doğu'da açığa çıkan, artan istikrarsızlığın bir başka unsuru da bölgede savaş ve militarizmin yayılması nedeniyle mültecilerin ve yerlerinden edilen halkların belirgin artışı. Ancak Türkiye devleti, bu kitleleri yalnızca Türkiye içinde ucuz ve güvencesiz emek için değil (özellikle Suriyeli mülteciler bu amaçla kullanılıyor) aynı zamanda Avrupa’ya karşı bir tehdit olarak da kullanarak bu sefaleti kendi lehine bir araç haline getirdi. Avrupa’dan, özellikle de Almanya’dan para koparmak için, istediğini elde etmezse Batı Avrupa’ya bir mülteci seli salacağı tehdidinde bulunuyor.

Her yerde olduğu gibi, Türkiye devleti de çevrenin yok edilmesine bilfiil dahil oluyor. Bu, doğal kaynakları kullanarak büyümeyi teşvik etme dolaplarıyla, örneğin geniş kapsamlı madencilik ve ormansızlaştırmayla veya Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendisinin 2011'de "çılgın" olarak adlandırdığı[1] (ilk olarak 500 yıl önce Muhteşem Sultan Süleyman tarafından ortaya atılan) Karadeniz'den Marmara Denizi'ne bir kanal inşa etme projesi gibi emperyalist gösteriş projeleriyle vurgulanıyor. Kanalın tahmini maliyeti en az on milyar dolar; ayrıca yeni bir on milyar dolarlık havalimanı ve kargo merkeziyle birlikte yeni bir otoyol planları da var. Bunlar, kısmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2023'teki yüzüncü yılını bir milliyetçilik çılgınlığı içinde kutlamaya yönelik projeler. Devletin kendi bilirkişilerinin de belirttiği gibi, Kanal İstanbul projesi yalnızca büyük çaplı bir ormansızlaştırma değil, Türkiye'nin su kaynaklarına yönelik de ciddi bir tehdit yaratıyor.

Bunlar, Türkiye'nin kapitalizmin çürümesinin bir örneği olduğunu ifade eden unsurlardan sadece birkaçı. Özellikle Türkiye on yıllardır, nispeten istikrarlı emperyalist blokların 1989'da çöküşünün getirdiği yeni ve daha tehlikeli bir kapitalist kurtlar sofrası döneminin yol açtığı ekonomik, askeri, politik ve toplumsal çalkantılarla harabeye dönmüş durumdaydı, şimdi ise çürüyen kapitalizmin en son felaketi olan Covid-19 salgınından zarar görüyor.

Covid-19 Pandemisi

Var olan tüm olumsuz unsurlar, özellikle de ekonomi, uzun süreceği öngörülen bu salgınla daha da kötüleşti ve birçok yeni sorun ortaya çıktı. Egemen sınıf, "kâr etmeyen" insan hayatını hor gördüğünü de gösterdi, özellikle de ilk başta bu geçici "grip benzeri hastalığın" iyi bir yanının olduğunu, yaşlıların ve hastaların çoğunu ortadan kaldıracağını ve devleti sömüremediklerine bakmanın pahalı yükünden kurtaracağını düşündüğünde[2]. Dünyanın bazı büyük başkentlerinde, en zengin ülkelerinde, işe yaramaz insanların yükümlülüklerinden kurtulma eğilimi, devletler tarafından cezai ihmaller ve özellikle de aşı daha ortada yokken ulusça uyulan "sürü bağışıklığı" ideolojisi yoluyla çokça teşvik edilmişti. Ve sonra, salgın doğal seyrini izlerken, burjuvaziye ve onun devletlerine bu tür bir pandeminin kapitalist ekonomiyi ciddi bir şekilde bozmakla kalmayıp, kolayca onun varlığına bir tehdit haline gelebileceği dank etti. Bu, ABD istihbarat teşkilatları da dahil olmak üzere çeşitli kurumlar tarafından önceden işaret edilmişti.

Salgının ilk aylarında Türkiye oldukça iyi durumda gibi görünüyordu; okulları, üniversiteleri ve eğlence sektörünü hızla kapatmıştı. Camilerde cemaat namazları yasaklanmıştı ve test sistemi etkin çalışıyor gibi görünüyordu. Ancak bunların çoğu, Erdoğan rejimi tarafından dikkatle düzenlenmiş, dünyanın Türkiye'nin başarılarını kıskandığını iddia eden bir propagandaydı. Fakat pandeminin erken döneminde bile, New York Times ölümlerin resmi rakamlardan çok daha yüksek olduğunu tespit ediyordu[3]. "Türkiye'de Covid-19 Pandemisi" için Vikipedi maddesi, AKP korsanlarından oluşan bir komite tarafından silah zoruyla yazdırılmış gibi görünüyor: her şey harika gidiyor; Türkiye'nin sağlam sağlık sistemi durumla olağanüstü -diğerlerinden çok daha iyi- bir şekilde başa çıktı ve ülke kontrolü elinde tutmaya devam ediyor. Maddede diğer ülkeler (en yakın emperyalist rakiplerinden bazıları), Türkiye'nin aksine yeterince hızlı hareket etmedikleri için azar işitiyor. Madde, Türkiye'nin virüsle mücadelede ön sıralarda yer alan ülkelerden biri olduğuna dair örneklerle bezenmiş. Verilerin hiçbiri inandırıcı değil ve madde Stalinist propagandanın tipik bir örneği gibi.

Gerçek şu ki, Türkiye ekonomiyi korumak için aylarca krizin gerçek boyutunu gizledi ve devletin bariz yalanları (her yerde olduğu gibi) virüsün yayılmasını destekledi. Türk Tabipler Birliği (TTB) yıl sonundan hemen önce, hükûmetin aslında "durumun kontrolünü kaybettiğini" söyledi[4].

Türkiye'deki doktorlar, virüs verilerine itiraz ettikleri, hastanelerin ve sağlık hizmetlerinin korkunç durumunu ve koruyucu ekipman eksikliğini belirttikleri için devlet tarafından doğrudan tehdit edildi. Erdoğan'ın hükûmet koalisyon ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli, Türk Tabipler Birliği'nin yasa dışı ilan edilmesi ve yöneticilerinin tutuklanması çağrısında bulundu[5]. Her yerde olduğu gibi Türkiye de salgını devletin baskıcı aygıtını güçlendirmek ve özellikle işçi sınıfını ezmek için kullanıyor. Mide bulandırıcı Vikipedi raporunun aksine, Londra merkezli Totalanalysis, birçok ülkeden Covid-19 vakalarını izliyordu ve Türkiye'nin 100 üzerinden 97. sırada yer aldığı Covid Veri Şeffaflığı Endeksi'ni yayınladı. Raporda Türkiye’den sonra gelen ülkeler Sırbistan, Türkmenistan ve Kuzey Kore. Pandemi ve aşıların silah haline getirilmesi ile ilgili (arkasının kesilmeyeceğinden emin olmakla birlikte) son bir iğrençlik de, Türk devletinin mültecilerin sefaletinden kâr elde etmesine benzer şekilde, Uygur mültecilerinden bazılarını, Çin Sinovac tedavisinin dozlarıyla takas etmek için zemin hazırlamış gözükmesidir. Peşin üç milyon doz ve her şey planlandığı gibi giderse devamı da gelecek[6]. Bugüne dek günlük vaka sayıları günlük ölümlerle birlikte artmaya devam etti ve genel ölüm oranı şu anda 30.000'in üzerinde.

Savaş ekonomisi, militarizm ve Türk emperyalizmi

Türkiye’nin başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye devletinin lideri rolüne tamı tamına uyan bir palavracı ve demagog. Yıllardır Türkiye'nin başarılarını, şanlı geçmişini ve Türkiye’nin büyük bir güç olmasının kaderinde olduğunu anlatıyor[7] ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk tarafından kurulmasının yüzüncü yıldönümüne yaklaşırken bu daha da yoğunlaşacak. Erdoğan, Türkiye'nin emperyalist emellerini gizleyen dini bir koz oynayarak tüm Müslümanların savunucusu kılığına girdi[8]. Blok sisteminin sona ermesi, Orta Doğu'da ABD'nin güç kaybetmesi ve yoğunlaşan “herkes birbirine karşı” eğilimi ile Erdoğan’ın Türkiye'nin vaktinin nihayet gelmiş olduğunu düşünmesi oldukça olası. Dünya arenasında daha büyük bir kaos ve istikrarsızlık içinde geçen son birkaç on yılda, riyakarlık ustası Erdoğan, kozlarını en uygun şekilde kullanarak Amerikalılarla, AB’yle ve Ruslarla her türlü oyunu oynadı. Ancak geçmişte Erdoğan, emperyalist satranç tahtasında büyük güçler tarafından oradan oraya itilmişti de: Türk emperyalizmine yönelik "vizyonu" bir "Türk kini" hissini besledi ve buna bağlı olarak sertleşti. Bu kin, başarısız olan 2016 darbesinde lideri bir ölüm mangasından kıl payı kurtulduğunda ve füze yüklü F-16'lar tarafından kovalandığında, Türk devleti için daha da somutlaştı. Ancak Türk devletinin emperyalist sızlanmaları ve arzuları tek bir adamın tepkilerine indirgenemez. Erdoğan'ın "vizyonu", militarizmin ve savaşın daha geniş çapta militarizm ve savaş ürettiği yıkıcı bir maddi gerçekliğe dönüşüyor.

Türkiye, kapitalist çürümenin tam bir örneğidir ve kendisini özellikle emperyalist düzeyde açığa vurur. Türkiye’nin eski hırsları, kapitalizmin krizinin dönüşüyle yeniden canlandı ve böylece kollarını hem yakına hem de uzağa germe politikasını geliştirdi. Yakın zamanda, Libya'da Rus güçlerine karşı kullandığı başarılı Bayraktar TB2 insansız hava aracı gibi silah satışları da dahil olmak üzere, Ukrayna’yla bazı anlaşmalar yaptı. Bu, Türkiye’nin Rusya’yla olan ilişkisinin sorunlu doğasının altını çiziyor. Türkiye, Rusya'nın Kırım'daki ilhakına karşı Ukrayna'yı destekledi[9]. Türkiye-Ukrayna ilişkileri birkaç yıldır ısınmaktaydı, fakat Rusya-Ukrayna sınırındaki gerginlik dönemiyle birlikte yeni bir zirveye ulaştı. Erdoğan kendisini alçak gönüllülükle "ara bulucu" olarak öne sürdü, ancak bu, Karadeniz çevresinde gerginliğe ve militarizmde büyük bir artışa yol açabilir.

"Afro-Avrasya" vizyonunun merkezinde Ankara

Türkiye kendine zemin hazırlamak için, hiç de azımsanmayacak kadar emperyalist olan "yumuşak gücünü" kullanarak askeri olarak Afrika'ya taşındı. Katar'da büyük bir askeri üs kurarak Basra Körfezi'ndeki nüfuzunu genişletirken, diğer Körfez güçleri olan Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri ile denge gösterisini devam ettirdi. Ankara yakın zamanda, Suudi ve BAE’nin beğenisini kazanmaya çalışan adımlar attı. Bunlara Suudi rejimiyle ortak insansız hava aracı üretimine girişmek, Mısır ile diplomasi ve istihbarat bağlarının yeniden kurulmasından söz etmek de dahil[10]. Son zamanlarda Tel Aviv ile aralarında samimi sözler sarf etseler de, istikrarsızlık ve herkesin birbirine karşı olma durumu hakimiyetini arttırdıkça Türkiye'nin denge gösterisi sadece daha da sorunlu hale gelecektir.

Türkiye nüfuzunu, Çin'i kendisine doğrudan tehdit ve rakip olarak gördüğü Orta Asya cumhuriyetleri, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan'a yaymış ve güçlendirmiştir. Ve geçen yıl müttefiki Azerbaycan'a, Ermenistan'la 44 günlük savaştan önce, silah ve özellikle de Ermenistan güçlerini alt eden, Suriye, Irak ve Libya'daki askeri operasyonlarda kendisinin de kullandığı silahlı insansız hava araçlarını sağlamak için yardıma koştu. İsrail de İran'a karşı tampon olarak gördüğü Azerbaycan'a destek verdi, ancak Ermeni güçlerini bozguna uğratan şey, “düşman” Şii ortağına tedarik edilen Türk silahları ve vekalet savaşçılarıydı. Türk emperyalist çıkarlarının göstergelerinden biri olan Türkiye'nin "Yeniden Asya Girişimi", Asya'daki Türkî devletleriyle ilişkilerini güçlendirmeyi amaçlıyor. Türkiye, 2003 yılından bu yana Asya ülkelerinde 17 yeni misyon, 5 büyükelçilik ve 12 konsolosluk kurdu. Çin Türkiye ile ilgileniyor ama aynı zamanda ihtiyatlı davranıyor. Önceden Suudi Arabistan ve İran gibi Orta Doğu'daki diğer ülkelere daha açık olma eğilimindeydi. Ancak Türkiye'nin jeostratejik konumu ve Türkî devletler üzerindeki etkisi ve Çin'in "Kuşak ve Yol Girişimi" (BRI) nedeniyle, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, geçtiğimiz Nisan ayı başlarındaki Orta Doğu gezisinde Türkiye için samimi sözler sarf etti.

Son on yılda Türkiye Afrika'ya, özellikle de Doğu Afrika'ya çok daha fazla yerleşti ve bu da Türkiye’nin potansiyel üç çatallı askeri genişlemesini tamamlayarak kendisini bir "Afro-Avrasya devleti" olarak tanımlamasına neden oldu. 2009'da kıtaya yayılmış 12 büyükelçilik varken, on yıl sonra bu sayı 42'ye yükseldi ve yakında daha fazlası da gelecek. Aynı dönemde Sahra Altı ticareti bir milyar dolardan yaklaşık sekiz katına çıktı[11]. Ankara'nın en büyük askeri üssü, kendi kuvvetlerinin yerel birlikleri eğittiği Somali'dedir; Türkiye'nin "ikili" yardımının diğer alıcıları Sudan, Nijer, (3 yıl önce Çin'in ilk denizaşırı askeri üssünün kurulduğu yer olan) Cibuti, Çad ve Gine'dir. Türkiye, Afrika’ya karşı niyetinin sömürgeci değil, "kardeşçe" olduğu fikrini vurgulamıştı. Eski imparatorluk ile Doğu Afrika arasındaki bağlar göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin propagandasında neo-Osmanlı retoriği vardı, ancak Türk "yardımı" ve projeleri genellikle yerel burjuvaziler tarafından memnuniyetle karşılandı. Fransa’nın bölgedeki sorunlarına ve Çin’in menfaat sağlama çabalarına rağmen Türkiye, bu filizlenen emperyalist arenada Çin'in yanı sıra İran, BAE ve Suudi Arabistan gibi ülkelere de rakip oluyor.

Türkiye Afrika’ya geçişiyle, bir zamanlar Erdoğan’ın müttefiki ve şimdi ise baş düşmanı olan ABD merkezli vaiz Fethullah Gülen'in diplomatik, iş ve eğitim girişimleriyle doğrudan karşı karşıya geliyor. Gülen'in Hizmet eğitim sistemi dünya çapında olsa da, seçkinlerin çocuklarına Fransız okullarından daha ucuz bir alternatif sağlama eğiliminde olduğu Afrika'da özellikle güçlüdür. Türkiye'nin "kardeşçe" olan maskesi, Afrika devletlerinin Gülen "terörist" ağını kapatmasını talep ederken otoriteryanizme dönüştü. Tıpkı askeri üsler ve bizzat muharebe alanındaki kara kuvvetleri gibi, Türkiye’nin Afrika’da ve başka yerlerde okulları, sağlık tesislerini, STK’leri vb. içeren "yumuşak güç" dalgasına devam eden yatırımı da sürdürülemez bir savaş ekonomisinin maliyetini fazlasıyla arttırıyor.

Emperyalist meydan kavgası asıl, Türkiye'nin merkezinde olduğu Orta Akdeniz'de, NATO'nun güney kanadında, artan gerilim ve çatışmaların daha keskin tehlikeler teşkil etmesiyle birlikte kızışıyor. Ankara'nın daha büyük bir bölgesel güç olma çabasıyla tüm bunlar daha da şiddetleniyor. Savaştan harap olmuş Libya uğruna akbabaların savaşında Türkiye ve Katar, BM tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükûmeti'ni (UMH) desteklerken, muhalif Libya Ulusal Ordusu (LUO) ise askeri ve mali olarak Rusya, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından ve aktif olarak da Fransa’dan destek görüyor. Geçtiğimiz Ekim’deki titrek ateşkesten bu yana, Ankara destekçisi Suriye güçleri de dahil olmak üzere binlerce yabancı asker ve paralı asker ülkede durmaya devam ediyor ve kırılgan "barışı" ve BM'nin "geçiş" programını tehdit ediyor. Türkiye'nin silah (özellikle insansız hava araçları) ve savaşçılarla UMH'ye desteği, Libya'daki dengenin değişmesine yardımcı oldu ve UMH'nin kilit alanların kontrolünü ele geçirmesini sağladı. UMH ile yaptığı anlaşma, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de petrol ve doğal gaz arama ve sondaj[12] amacıyla "sınırları çizilmiş" sulara erişimini içeriyordu, ancak bu sular Yunanistan, Mısır ve Kıbrıs tarafından tartışılıyor (hatta Girit ve Kıbrıs, Türkiye’nin hak iddia ettiği sular içinde bulunuyor). Yukarıdaki ülkeler ve İsrail, Türkiye'yi Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nun (DAGF) dışında bıraktı, bu da Türkiye'nin onları (ve Fransa’yı) Libya'nın "demokrasi umuduna" zarar veren bir "kötülük ittifakı" olarak adlandırmasına neden oldu. Bu boru hattı planları petrol ve gaz nakliyesinden daha ucuz olsa da, ekonomik olarak çok tehlikeli öneriler gibi görünüyorlar ve Orta Doğu'ya musallat olan siyasi istikrarsızlığa eğilimliler. Ancak Türkiye, daha fazla enerji özerkliği elde etmek amacıyla "mavi vatan" dediği şeye erişme hakkı için mücadele ediyor ve bu nedenle Libya'yı Orta Akdeniz sularına erişim ve bu hayati bölgede daha güçlü bir yerleşim için bir sıçrama tahtası olarak kullanması uzun soluklu bir süreç olacak. Türkiye ve yeni geçici Libya hükûmetinin başı olan Başbakan Abdul Hamid Dbeibah, diğer devletleri kızdıran 2019 denizcilik anlaşmasını kısa süre önce (13 Nisan’da) yeniden onaylarken[13], Türkiye Libya hükûmetine 150.000 Covid-19 aşısı, Trablus'ta bir Covid-19 hastanesi ve Libya ordusunun yeniden inşasına Ankara desteği sözü verdi.

Ocak 2020'de başkanlar Putin ve Erdoğan tarafından açılan Rusya/Türkiye doğal gaz boru hattı TürkAkım, bu son derece nitelikli "ortaklığa" bel bağlıyor. Proje, 2014 yılında Türkiye-Suriye sınırında bir Rus Su-24 savaş uçağının Türkiye tarafından vurulmasının ardından Putin tarafından durduruldu ve Ankara'nın coşkun özrünün ardından yeniden başlatıldı. AB’nin mülteciler konusunda Türkiye'ye bel bağlıyor olması, AB’nin sularla ilgili meseleleri ve NATO üyeleri olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiyi düzenlemeye yönelik diplomatik çabalarını son derece zorlaştırıyor. Türkiye, kapasitesini aşırı zorlayarak ve boyunu aşacak kadar açılarak daha ciddi çatışmalara yol açıyor, bu da gerçek bir risk teşkil ediyor. Bu kadar çok cephede aktif olmak ve bu kadar çok düşman edinmek, kapitalist çürümede tipik olan bir mantıksızlığa işaret ediyor.

NATO ve Rusya ile zorlu ilişkiler daha fazla tehlike ve istikrarsızlık getiriyor

1989'a kadar Türkiye, büyük ve modern ordusuyla, 1974'te bir diğer NATO üyesi Yunanistan ile (80’lerin sonunda Varşova Paktı'nın patlamasıyla çok daha büyük ölçekte ortaya çıkan bazı sorunların habercisi olan) bir çatışma yaşamasına rağmen, Batı blokunun bir direğiydi. Bu tarihe kadar Türkiye, ABD'nin Orta Doğu, Avrasya ve Doğu Avrupa politikalarının temel taşıydı. Ancak 1989'da Pandora’nın kutusunun açılması, Orta Doğu ve ötesindeki tüm büyük ve ikincil güçler için durumu dramatik bir şekilde kötüleştirdi. Batı blokunu bir arada tutan, hiçbir zaman dayanıklı bir niteliğe sahip olmamış tutkal, 90'ların başındaki "Yeni Dünya Düzeni" ile yok olunca, bloku bir arada tutan disiplin de paramparça oldu. Türkiye, ABD'nin parçalanan eski bloku kendi himayesinde birleştirmeye yönelik başarısız girişimi olan Birinci Körfez Savaşı'nda ABD ile anlaşmazlığa düştü. NATO üyesi Türkiye’nin 2019’da Rus hava savunma sistemi S-400’ü satın alması ilişkilerin koptuğunu açığa çıkardı, çünkü sistem NATO’nun askeri çerçevesine entegre edilemez. Buna cevaben ABD, detayları S-400 sisteminin Türk asıllı Rus eğitmenlerine erişilir olabilecek F-35 savaş uçağının transferini yasakladı. F-35'in 937 ayrı parçasının Türkiye'de üretilmeye başlandığı[14] ve en az bir uçağın çoktan teslim edilmiş olduğu gerçeği durumu daha da karmaşık hale getiriyor.

Böylece Türkiye, Rusya ve kriz içindeki bir NATO arasında bölünmüş durumda, "Batıya" belirli bir düşmanlık içinde ve Rusya ile tehlikeli bir işbirliği alanına giriyor. Türkiye'nin tüm eski çelişkileri ve hırsları, 89’daki çöküşle yeniden tutuştu ve o zamandan beri alevlenmeye devam ediyor. Bu, artan merkezkaç eğilimlerin olduğu bir durumda daha çetin sorunlar ortaya çıkarıyor. Yukarıdaki örneklerin bazılarının gösterdiği gibi, Türkiye'nin Rusya ile mevcut ilişkileri açık ya da kesin değildir, ihtilaflara ve çatışmalara sonuna kadar açık olan olası ortak çıkarlara dayanmaktadır. Trump, Türkiye’nin Suriye'de "yasak bölgeye" girmesi halinde Türkiye’ye ekonomisini yok etme tehdidinde bulunurken, Putin de Kasım 2015'te SU-24 uçağının Suriye üzerinden düşürülmesinin ardından Türkiye’yi tehdit etti ve "teröristlerin suç ortakları tarafından sırtımızdan bıçaklandık" sözlerini de ekledi. Rusya ile ilişkilerde yaklaşan sorunlardan bazıları yukarıda belirtilmiştir: İstanbul Boğazı’nın Rus donanmasına kapatılması tehdidi ve Ukrayna ile ilişkilerin ısınmasıyla birlikte düşünüldüğünde Rusya için önemli bir tehdit haline gelen, ABD savaş gemilerinin önerilen yeni kanalı kullanmasına izin verilmesi ihtimali. Suriye'de Rusya, Suriye'nin kuzeybatısındaki Rus destekli Suriye güçlerine karşı mücadelelerinde Türk destekli milisleri vurdu: Ekim 2020'de bir askeri eğitim kampın Rus güçleri tarafından vurulmasıyla düzinelerce milis öldürüldü ve çok sayıda kişi yaralandı. Daha yakın bir zamanda, aynı bölgedeki Türk destekli kuvvetler, bildirilene göre Karadeniz'de bir Rus savaş gemisi tarafından fırlatılan parça tesirli bombalarla dolu bir füze yağmuruna tutuldu. Yıkım geniş çapta oldu ve sivil halkın süregelen kederine bir diğerini daha ekledi.

“Kürt Sorunu”

Orta Doğu'nun tamamı içinden çıkılmaz bir problem ve bunun içerisinde içinden çıkılmaz başka bir zorlu problem daha var: Kürt sorunu. Türkiye'nin son on yılda Kürtlere yönelik gönülsüz uzlaşmacı hareketlerini bir kenara bırakırsak, Türkiye'nin asıl korkusu Suriye ve Irak'ta faaliyet gösteren özerk Kürt bölgelerine odaklanıyor. Kürdistan İşçi Partisi (PKK - ABD tarafından "terör örgütü" olarak tanınmaktadır) ve onun Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi ve YPG Halk Koruma Birlikleri Suriye bölgesinde kısmen güçlenmektedir. Bu, onları geri püskürtmek için 2019’da Türk askeri operasyonu "Barış Pınarı" ile Türkiye’nin müttefik Suriyeli gruplarla birlikte Suriye'ye girmesine neden oldu. ABD'nin Kürtleri IŞİD'le savaşması için gelişmiş ve hassas silahlarla[15] silahlandırmasıyla, Kürtler hem İranlılar hem de Amerikalılar tarafından IŞİD’e karşı kullanılan “yem” olmaktan öteye geçti. Kürt YPG komando birimleri(Yekineyen), ABD Özel Kuvvetleri tarafından kullanılan aynı yüksek teknolojili teçhizatla donatıldı (Pentagon'un bu teçhizatı başka kuvvetlere nakletmesine izin verilmez, bunu ancak CIA yapabilir ve yaptı).

Ekim 2019'un ortalarında Trump, ABD birliklerinin kenara çekilmesi emrini vererek, Türk kuvvetlerinin Kuzeydoğu Suriye'ye girmesine ve bir gün içerisinde değerli ve donatılmış ABD müttefiklerinden avlanan “teröristlere” dönüşen Kürt güçleri ile kapışmasına bilfiil izin verdi. Bu, Batı’nın Kürtlere “ihanetine” bir örnek daha. Kürtlerin ABD tarafından silahlandırılmasında önemli olan şey, her şeyden önce, Sam Amca'nın zayıflığını ve çaresizliğini açığa çıkarmasıdır. Bu, ABD liderliğinin çürümenin etkisiyle uzun süredir zayıflamasının bir parçasıdır. Kürtlerin silahlandırılması, Türkleri çileden çıkardı ve onları ABD’nin bu zayıflığından yararlanmaya zorladı, bu da bölgedeki genel kaos, istikrarsızlık ve savaş eğilimlerini artırdı. Aynı zamanda, Kürt güçlerinin parçalanması ve yeniden konumlandırılması, bazı YPG birimlerinin ve Yekineyen savaşçılarının muhtemelen "hassas" teçhizatlarıyla birlikte cani Esad'a daha güncel araçlar sunar bir halde Suriye ordusuna katılmasına yol açtı.

Türkiye'nin Irak Kürdistan’ında PKK'ye karşı savaşı, Türk insansız hava araçlarının ve savaş uçaklarının amansız saldırılarla daha fazla yıkıma neden olduğu Zagros sıradağları ve çevresinde şiddetlendi. Kürt milliyetçiliği her zaman emperyalizmin bir parçası olmuştur[16] ve onlarca yıldır hem küresel hem de bölgesel güçler tarafından yem olarak kullanıldıktan ve sürekli "ihanete uğradıktan" sonra, Kürtler "tek dostumuz dağlardır" sözünü geliştirdi. Ancak buradaki tabyalarında dağlar, sivil nüfusla birlikte onların hapishanelerine ve mezarlarına dönüştü. Kötüleşen durumun yol açtığı genel istikrarsızlık, Kuzey Irak'ta Kürtler arası çatışmalara da yol açtı.

Liderler barıştan bahsettiklerinde...

Yılın başından bu yana önem verilen şeyin değişmesiyle, Türkiye rakiplerine yönelik adımlar attı. Erdoğan kendisine ve Cumhurbaşkanı Macron'a "barışı sağlayanlar" diye hitap etti (bunca savaşın ortasında "barıştan" hiç bu kadar çok bahsedilmemiştir), Mısır ile diplomatik görüşmeler başlatıldı, BAE'ye sıcak sözler sarf edildi ve Suudi Arabistan ile ortak askeri anlaşmalar başlatıldı. Havacılık motorları ve füze teknolojisi dahil geniş bir operasyon yelpazesini kapsayan "Black Sea Shield" programıyla Ukrayna ile mevcut askeri anlaşmalar güçlendirildi[17]. 9 Nisan'da Türk Savunma Bakanlığı NATO'nun 72. kuruluş yıl dönümünü kutlayarak "birlikte daha güçlüyüz" dedi. Erdoğan Ocak ayında AB büyükelçilerine hitaben "ilişkileri yeniden rayına oturtmak için hazırız" dedi; Şubat ayında Erdoğan, doğrudan ABD'ye yönelik "ortak çıkarlarımız" vurgusunu yaptı. 24 Mart'ta AKP kongresinde, gerçeğe daha yakın bir şekilde, "her ülke ile ilişkilerimizi şekillendirmeye devam edeceğiz" dedi. Bunun gelecek için ne anlama geldiği öngörülemez, ancak Türkiye'nin, artan emperyalist gerilim ve istikrarsızlık durumunda (ki bu durumu Türkiye’nin eylemleri daha da ağırlaştıracaktır) birçok cepheden çok tehlikeli bölgelere doğru ilerliyor olduğu açıktır. "... Ankara'nın politikasının, militarizmin ve kaosun yayılmasına büyük katkı sağladığı ve istikrarsızlığın ve çatışmanın Sahel'den Afganistan'a kadar uzanan bir bölgeye yayılmasında önemli bir faktör olduğu açıktır. Kısacası, bölgeyi istikrara kavuşturma, emperyalist hırsları frenleme fikri saf bir hayal ürünüdür ve bölgeyi sert bir şekilde vuran Covid-19 pandemisinin etkisi, savaşı, barbarlığı ve kaosu yalnızca körükleyecektir"[18].

Ekonomik kriz, militarizm ve savaş çürüyen kapitalizmin tek perspektifidir

Ekonomi konusunda, ana küresel finans organları, Türkiye ekonomisinin umutsuzluğunda ve Erdoğan'ın bu durumu "alışılmışın dışında" bir şekilde ele aldığında hemfikirler[19]. Dolar/lira ilişkisini bir çeşit hileyle manipüle etmeye çalışırken, 2 yıl içinde üçüncü Merkez Bankası başkanını görevden aldı. Şu anda Türkiye Merkez Bankası, Türkiye'nin bankalarına on milyarlarca dolar borçludur ve bu bankanın bilançosunda büyük bir boşluk bırakmıştır (yakın geçmişte Türk bankaları, özellikle Halkbank, yaptırım bozma işine yoğun bir şekilde karışmıştır). Üçüncü Merkez Bankası başkanının görevden alınmasının ve yerine AKP'nin atadığı bir kişinin getirilmesinin ardından lira %15 düştü ve dolar borçları olan Türk şirketlerini çırpındırdı. Ortodoks ekonomi, enflasyonla mücadele için daha yüksek faiz oranlarına ihtiyaç olduğunu söylüyor, ancak Erdoğan buna karşı koyuyor, bunun sebebi kısmen "... (Erdoğan'ın) siyasi tabanının giderek daha önemli bir parçası olan Anadolu'daki ihracat odaklı üreticilerin" (Borzou Daragahi, Independent, 24 Mart 1921) olumsuz etkileniyor olması; yani Erdoğan'ın kısa vadeli mantıksızlığı Türkiye ekonomisinin genel sağlığına üstün geliyor. “Tehlikeyi göze alan" Erdoğan'ın son "çılgın" planı bir kez daha elinde patladı ve ülke ekonomisinin başını belaya soktu. Art arda altı aydır yükselen ve şu anda resmi olarak %16'nın biraz altında duran enflasyon, işçilerin ve yoksulların günlük temel kalemler için daha fazla ödeme yapacağı anlamına gelirken, resmi işsizlik Ocak ayında %13,4'e ve genç işsizliği (15-24) yaklaşık %27'ye kadar çıktı, ki her iki rakam da muhtemelen eksiktir. Türkiye'nin döviz rezervleri düşük ve azalmaya devam ediyor. 2008 ekonomik krizinin bıraktığı sefaletin ardından ve salgının neden olduğu yeni ekonomik sefaletle, özellikle de devletin kasasını boşaltan savaş ekonomisi yoğunlaştıkça, işçi sınıfını ileride daha fazla eziyet bekliyor.

Çaresiz siyasi manevralar, işçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaşırken yönetici kliğin zayıflığını gösteriyor

Güçlü bir devlet görünümüne ve işaretlerine rağmen iktidardaki AKP baskılar altında zayıflıyor. 2019'un sonlarında ekonomik mucize sönümlenirken ve partinin destekçileri arasında bile memnuniyetsizlikler oluşurken partide bölünmeler yaşandı. Eski Başbakan ve AKP genel başkanı Ahmet Davutoğlu’nunki büyük bir istifaydı; eski ekonomi bakanı ve Türkiye'nin eşi benzeri olmayan büyümesine başkanlık etmesine itibar edilen Ali Babacan da yönetimden ayrıldı. Bunlar küçük rakamlar ancak AKP'nin (AKP'yi güçlendirmek için tasarlanmış) yeni sisteminde her oy çok önemli. Erdoğan'ın siyasi manevra marjı böylece daha sınırlı hale geliyor. Seçimleri kazanmak ve iktidarda kalmak için "cumhur ittifakında" Milliyetçi Hareket Partisine (MHP) güvenmek zorunda olması egemen sınıfın bir zayıflığı. AKP ile ilgili hoşnutsuzluk genel olarak artıyor, özellikle de anketlerde ve seçmenleri arasında Erdoğan'a verilen destek düşüyor. Ülkenin en büyük ikinci partisi olan ve 2002'den beri ana muhalefet olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de destek kaybediyor, bunda AKP'nin manevralarına ve baskısına suç ortaklığı etmesinin payı da var.

AKP'nin son Merkez Bankası başkanını görevden aldığı Mart ayında, Türk yetkililer, Kürt liderliğindeki solcu Halkın Demokratik Partisini (HDP - üçüncü büyük parti) yasa dışı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile ilişkili olmakla suçlayarak partinin kapatılması için dava açtı. Sadece birkaç gün sonra Ankara’nın, sözleşmenin "eş cinselliği normalleştirmeye" çabalayan bir entrika olduğunu ve bunun Türkiye'nin "toplumsal ve ailevi değerleri" ile bağdaşmadığını söyleyerek kadına yönelik şiddete karşı 2011 İstanbul Sözleşmesi'nden çekileceğini açıklaması devam eden kampanyanın çılgın ve çaresiz doğasını gösteriyor. Bu, boş bir bildiriye karşı çevrilen bir numara, AKP'nin sert çekirdeğini desteklemek için yapılan bir saptırmaydı, ancak bazı Doğu Avrupa ülkeleri ve birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi, aynı zamanda şiddete kışkırtmayı ve burjuva düşüncesinin ne kadar aşağılık ve acımasız olduğunu da gösteriyor. Geri çekilme, kaçınılmaz olarak, dindarların AKP'ye desteğini güçlendirme etkisine sahip ve aynı zamanda proleter perspektif içermeyen, bize sınıfın bölünmesi konusunda bir ders olan bir dizi eyleme yol açtı.

Yaşam koşullarının kötüleşmesi ve işçi sınıfının yanıtının gerekliliği

Savaş ekonomisinden muzdarip olan proletarya her taraftan darbe yiyor. Devlet propagandası ile salgın ortaya çıkmadan önce de kötüleşmekte olan sağlık hizmetinin gerçekliği arasındaki uçurumu gördük. Diğer birçok ülke gibi, Türkiye'de de sağlık turizmi yükselişte ancak diğer birçok ülke gibi bu sağlık sisteminin ulaşılabilirliğinin ve sağlamlığının bir göstergesi değil; tam tersine, kısıtlamaların, özelleştirmelerin ve peşin ödemelerin artmasının bir işaretidir, bu da onu işçi sınıfı ve hizmete erişimi reddedilen ve sürekli uzayan bir sıranın arkasına gönderilen büyük çoğunluk için daha büyük bir endişe haline getirir. Uygun şartlara sahip olanlar için bile durum böyleyken, buna sahip olmayan birçok kişi de var; örneğin mezun olan öğrencilerin sağlık sigortası yok.

İşçilere yönelik bir diğer acımasız, cepheden saldırı ise şeytani Kod-29 ile geliyor. Kod-29, pandemi sırasında işten çıkarma yasağından yasal bir çıkış olarak kullanıldı. Ama yine belirtmeliyiz ki, işçi sınıfına yönelik bu saldırılar, salgından önce başladı ve salgın daha fazla saldırı için bir bahane olacak. Kod-29, 2018'den beri var ve bir işçinin "ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış" gösterdiği için işten çıkarılabileceğini söylüyor. Kod, patronlar tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır ve buna kurban giden işçilerin kıdem ve ihbar tazminatı ve işsizlik ödeneği alma hakları yoktur; sağlık hizmetlerine erişimleri de sorunlu olabilir. Kadın işçiler, Kod-29'dan kaynaklanan ek sorunlarla karşı karşıya. Kod yüzsüzce "ahlaksız davranıştan" bahsederken kadınlar “iş yerinde ne haltlar karıştırdıklarına" dair sorgulamalara maruz kalıyorlar; bu ağır ve aşağılayıcı bir baskı biçimidir. Kadın işçilere yönelik bu özel saldırı, yine AKP'nin muhafazakar tabanına istediğini veriyor; kadına yönelik şiddete karşı olan İstanbul Sözleşmesi'nin reddinde olduğu gibi, onları hoşnut edecek bir şey bu. Ancak son üç yılda yaklaşık yarım milyon işçi Kod-29[20] kapsamında işten çıkarıldı ve devletin de bildiği gibi sayılardan daha önemli olan bunun yaydığı korku faktörüdür. Vardiyalar 8 saatten 12 saate çıkarıldı, fazla mesai zorunlu hale getirildi (karşılığının ödenip ödenmediği belli değil), patronlar işçileri taşıyan otobüsleri iptal ederek onları fabrikalarda fiili mahkum haline getirdi. Ancak Kod-29 ile tek başına savaşmak veya onu daha makul hale getirmeye çalışmak sendikaların kampanyalarını belirli konulara odaklayarak oynadığı bir oyundur.

Her şeyden çok propaganda amacıyla uygulanan, hedeflenmiş bazı refah "reformlarına" rağmen, işçi sınıfı her taraftan saldırıya uğruyor. Enflasyon ve işsizlik kol geziyor ve devletin proletaryaya aldatıcı bir milliyetçilik ve acımasız baskıdan başka sunacak hiçbir şeyi yok. Resmi sendikaların iktidar partisine yakınlığı göz önüne alındığında, işçilerin kendilerini korumak için bağımsız sendikalara yönelmeleri şaşırtıcı değil, ancak mücadelelerinin ihtiyaçları söz konusu olduğunda bu bir hatadır. Resmi sendikalar itibarını yitirdiğinde, bağımsız sendikaların işlevi, mücadeleyi sendika çerçevesi içinde sınırlamak ve ardından zayıflatmaktır. Bu sendikalar devlet tarafından yasa dışı ilan edilse ve devletin unsurları onlara saldırıyor olsa bile, bu sendika yapılarının işlevi kesinlikle aynı kalır: sendika çerçevesini canlı tutmak ve sınıf mücadelesini devletin ve aldatıcı reform sınırları içinde tutmak[21]. Son yıllarda Çin, Vietnam, Güney Afrika, Mısır ve İran'da bağımsız sendikaların ortaya çıktığını görüyoruz. 1981'de işçi sınıfının önemli bir mücadelesini, Polonya sermayesini yeniden yapılandırma hareketine dönüştüren Polonya’nın bağımsız sendikası Solidarnosc’un ta kendisiydi.

Pandemiden önce işçi sınıfı için koşullar zordu, şimdi daha da zor. Covid-19'dan önce işçi sınıfı, kapitalizmin kendi yaşam koşullarına yönelik toplu saldırılarına geçici olarak yanıt vermeye başlıyordu, ancak bu, işçi sınıfının sağlığına ve yaşamına doğrudan meydan okuyan pandemi tarafından durdurulmuştu. Bununla birlikte, bu koşullarda bile, dünya çapında proletaryanın koşullarının savunulması için mücadeleler açığa çıkmıştır. Ancak, işçilerin bir araya gelip örgütlenme ihtiyaçları göz önüne alındığında, virüsün koşulları mücadeleye uygun değil. Bunun yeniden vurguladığı şey, Türk, Kürt ve Suriyeli işçiler arasında yapılanlar gibi, devletin kışkırttığı bölünmelerin üstesinden gelinmesi, "bağımsız" olsun ya da olmasın, sendika kontrolünün yerini öz-örgütlenmenin alması ve işçi meclislerinin kendi mücadelelerinin kontrolünü ele geçirmesi gerektiğidir. Şu an her yerde olan kapanmalar, sürekli saldırıların kısıtlayıcı etkisinin yanına, sadece sınıf mücadelesinin zorluklarına bir yenisini ekliyor, Türkiye’de de durum diğer yerlerden farklı değil. Ama "... işçi sınıfının sistemin krizine yanıt verme kapasitesi hiçbir şekilde kaybolmadı ve bu er ya da geç sermayenin şiddetli saldırısına kayda değer tepkiler göreceğimiz anlamına geliyor. Bu esnada, mevcut üretim sisteminin derinden ve geri döndürülemez biçimde iflas ettiğine dair daha derin bir farkındalığın ürünleri olan, dünya çapındaki küçük azınlıklarda şimdiden görülen bilincin, kırılgan ve yeşil filizlerini gübrelemek için devrimcilerin yapması gereken çok iş var"[22].

Baboon, 18.4.21

 

[1] Bloomberg, 10.12.2019. Çevre sorunları devletle çatışmalara neden oldu ve 2013 Gezi Parkı eylemlerinde büyük rol oynadı. Artık Türkiye'de amacı "vergi mükelleflerini korumak" olan sol görüşlü Halkların Demokratik Kongresi bileşeni olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi var. Yeşil hareket, kapitalist devlet için kullanışlı bir yardımcıdır ve Almanya'da, hareketin Alman emperyalizminin çıkarlarını sonuna kadar desteklediğini görüyoruz. Türkiye, G20'den Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayan tek ülke. 1936 Montrö Sözleşmesi'ni (MCRRS) yürürlükten kaldırarak, deniz hareketlerini kısıtlayan kanal projesini eleştiren on emekli Türk amirali, devlet tarafından tutuklandı. Bu tepki, antlaşmaları bozmaya artan genel eğiliminin içinde devletin paranoyasını  gösterdiği gibi, İstanbul Boğazı’nın Türkiye için önemine de işaret ediyor. Ancak bu yeni kanal, Karadeniz etrafındaki gerilimi artırabilir. Rusya'nın hakim olduğu suları militarize edip Türkiye'ye oynaması için önemli bir koz verirken Rusya ile çatışma riskini artırabilir.

[2] İngiliz Hazinesi, pandeminin maliyetinin bir bilançosunu hazırlarken, emekli aylığından ve hastalık tarafından "ayıklanan" yaşlılara yapılan diğer ödemelerden devletin tasarruf ettiklerini de dahil etti.

[4] Deutsche Welle, 15.12.20

[5] British Medical Journal (BMJ), 29.9.20. Boş bir tehdit değil. Merkez Komitesi'nin tamamı, 2018'de, Türkiye'nin Suriye'ye askeri müdahalesini eleştirdiği sırada tutuklandı. Ve 2016'daki başarısız darbenin ardından 3000'den fazla doktor, bir kararname ile işinden çıkarıldı.

[6] "Why Erdogan has abandoned the Uighurs", Foreign Policy, 3.2.21

[8] Bu dini unvanlar gericidir; faşist benzeri paramiliter grup Bozkurtlar, yer yer kendisini "Müslüman" olarak adlandırıyor.

[10] Erdoğan'ın sözcüsü İbrahim Kalın geçtiğimiz günlerde Arab News'e (16.3.21) Mısır'ın "Arap dünyasının beyni ve kalbi" olduğunu söyledi. Ayrıca bkz. https://carnegieendowment.org/2021/03/19/will-page-turn-on-turkish-egyptian-relations-pub-84124

[11] Deutsche Welle, 4.2.21

[12] Ahmed Helal, Atlantic Council, 28 Ekim 2020

[15] "Suriyeli Kürtler artık hassas ABD silahlarına sahip ve Pentagon bunu tedarik ettiğini reddediyor" (Military Times, 7.5.17)

[20] agencynews34.com/ssi-code-29-description-sputnik-turkey

EKAonline - 2022

Rubric: 

1968 Devrimci Gençlik Hareketinden, Denizlerden TEKEL işçilerinin mücadelesine…

"1968 Devrimci Gençlik Hareketinden, Denizlerden TEKEL işçilerinin mücadelesine…" başlığıyla 2010 yılında yayımlanan aşağıdaki makaleyi yanlış yönlendirici politik görüşler öne sürdüğü için geri çekiyoruz.

- Makale Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 'devrimci bir kopuş' gerçekleştirdiğinden ve bunun sosyalist hareketi ileri taşımadaki başarısızlığından bahsediyor. Gerçekte ise, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bunu başarması asla mümkün değildi, çünkü onların eylemleri sendikaların çerçevesini aşmayı asla hedeflemiyor ve işçileri kapitalist Devlete daha sıkı bağlıyordu.

- Deniz Gezmiş ve arkadaşalarının isyanını legalist ve reformist çizgiye bir alternatif olarak sunmak hiçbir şekilde devrimci bir yöntem değildir, bu sadece sahte bir radikalizmdir.

- Yazida "Kürt ve Türk halkını bir araya getirmek" olarak sunulan çizginin onaylanması ise bir tuzaktan ibarettir. Proletaryanın mücadelesini sadece bütün ulusların ve milliyetçiliğin yıkımı, sömürülenleri 'ulusal' ya da etnik temelde değil sınıf temelinde birleşmesi ileriye taşıyabilir. Kürt ve Türk 'halklarının' ortak mücadelesi fikrinin propagandası sınıf mücadelesi önünde duvar çekmektedir ve bir tuzaktır.

- Sendikalar içerisinde"'radikal bir çizgi" kurmak sadece kapitalist devletin elinde birer silah olan sendikaları güçlendirmeye yarar. Sendikalar içerisindeki "radikal güçlerin" kuvvetlendirilmesi Sendikaların itibarını güçlendirir ve işçilerin gerçek anlamda radikalleşmesinin önünde bir engel oluşturur.

- Tekel işçileri, ne kadar mücadeleci ve kararlı olsalar da, sendikal zincirleri kıramadı. İşçilerin bu zayıflığını çözümlemek ve eleştirmek yerine, yazı işçilerin zayıflıklarını önemsiz göstermekte ve Tekel işçilerinin devrimci bir örgütlenmenin eşiğinde olduğu gibi yanlış bir beklentiyi beslemektedir.

- Dahası Türkiye Solu için Deniz Gezmiş ve onun "radikalizmi" esasında silahlı mücadeleye geçişi temsil eder. 1970'lerde Avrupa'da RAF ve diğerleri gibi eğilimlerin temsil ettiği şey, üçüncü dünyadaki sosyal demokrasiye dair umutları bunların uğradığı ağır baskılarla dağılmış, yasal partilere dair hayal kırıklığına uğramış bir gençlik radikalizmidir. Dolayısıyla makalede ifade edilen radikal kopuş üçüncü dünyacı stalinist silahlı mücadele yöünnde bir kopuşu temsil eder ve sadece anti-proleter, burjuva anlamda bir radikal kopuştur: yani silahlı ve milliyetçi bir sosyal demokrasi yönünde bir kopuş.

İşçi Sınıfının bilincini ileri taşımak devrimci bir örgütün görevidir. Bu makale bu bilinci bulandırmaktadır. Bu yüzden yazıyı geri çekmeye karar verdik.

EKA - Haziran 2022

ABD, Rusya, AB, Ukrayna… tüm devletler bu savaştan sorumludur!

Baştan sona çürümüş, derinden hasta olan burjuva toplumu, bir kez daha tüm pisliklerini kusuyor. Her yeni bir gün ile beraber, Ukrayna katliamı, bitmek bilmeyen ateşlerden kaçan mülteci yığınlarıyla, devasa bombardımanlar, pusular, kuşatmalardan oluşan kortejini sergiliyor.

Her ülkenin hükûmetleri tarafından yağdırılan propaganda selinin arasında, özellikle iki yalan öne çıkıyor. Birincisi Putin'i "Ukrayna'nın zenginliklerini" ele geçirmeye çalışırken, yeniden inşa edilmiş bir imparatorluğun yeni Çarı olmaya hazırlanan "çılgın bir diktatör" olarak sunuyor; diğeri, çatışmanın temel sorumluluğunu, "kahraman" Rus askerlerinin kurtarmaya geldiği Donbass'ın Rusça konuşan nüfuslarına karşı yapılan "soykırıma" bağlıyor. Burjuvazi her zaman savaşın gerçek nedenlerini "uygarlık", "demokrasi", "insan hakları" ve "uluslararası düzen" gibi ideolojik örtülerle maskeleme konusunda gayret etmektedir. Ancak savaşın asıl sorumluluğu kapitalizmdedir!

Kaosa doğru bir adım daha

Putin'in iktidara geldiği 2000 yılından bu yana Rusya, kendisine daha modern bir ordu sağlamak ve başta Suriye olmak üzere, hem Orta Doğu'da hem de Libya, Orta Afrika ve Mali'ye paralı asker göndererek Afrika'da nüfuzunu yeniden ele geçirmek için önemli çabalar sarf etti ve böylece daha fazla kaos tohumu ekti. Son yıllarda, sınırlarında büyük istikrarsızlık yaratma riskini göze olarak, etki alanının azalmasını engellemeye çalışmak için 2008'de Gürcistan'da doğrudan bir saldırı başlatmaktan, ardından 2014'te Kırım ve Donbass'ı işgal etmekten çekinmedi. ABD'nin Afganistan'dan çekilmesinin ardından Rusya, özellikle Kiev’in NATO’ya katılma tehdidi karşısında, Avrupa ve dünyadaki konumu için gerekli bir bölge olan Ukrayna'yı etki alanına sokmak için Amerikalıların zayıflamasından kazanç sağlayabileceğini düşündü.

1989'da Doğu Bloku'nun çöküşünden bu yana, Avrupa kıtasında ilk kez patlak veren savaş bu değil elbette. 1990'ların başındaki Balkan Savaşı ve 2014'te Donbass'taki çatışma, kıtaya zaten talihsizlik ve perişanlık getirmişti. Ancak Ukrayna'daki savaşın, kaos dalgasının kapitalizmin ana merkezlerine giderek daha da yaklaştığını göstermesi açısından, önceki savaşlardan çok daha ciddi sonuçları var.

Dünyanın başlıca askeri güçlerinden biri olan Rusya, Avrupa'da stratejik bir konuma sahip bir ülkenin Avrupa Birliği sınırlarına kadar işgaline doğrudan ve geniş ölçüde karışmış durumda. Bu yazı yazılırken, Rusya şimdiden yaklaşık 10.000 askerini kaybetti ve çok daha fazlası yaralandı veya firar etti. Bazı şehirler bombalı saldırılarla yerle bir oldu. Sivil kayıplar muhtemelen azımsanamayacak sayıda. Ve bu savaşın sadece bir ayı![1]

Savaş bölgesinde bundan böyle, her taraftan gelen normal ve paralı askerlerden, gelişmiş askeri malzeme ve teçhizattan oluşan muazzam bir yoğunluk olacak. Aynı zamanda binlerce NATO askerinin konuşlandırılması ve Putin'in tek müttefiki Belarus’un seferber edilmesiyle Doğu Avrupa da benzer konuma girecektir. Birçok Avrupa devleti, yeniden silahlanma programlarını önemli ölçüde artırmaya öncelik verdi; buna Baltık Devletleri ve aynı zamanda “savunma” bütçesini iki katına çıkaran Almanya da dahil.

Rusya ise düzenli olarak dünyayı misillemelerle tehdit ediyor ve utanmazca nükleer cephaneliğini sergiliyor. Fransa Savunma Bakanı da Putin'i  "nükleer güçlerle" yüzleşeceği konusunda uyardı, sonrasında sakinleşip çok daha "diplomatik" bir tona geçiş yaptı. Nükleer bir çatışmadan önce, büyük bir endüstriyel kaza riski söz konusu. Çernobil ve Zaporijya nükleer santrallerinde, bombardımanların ardından binaların (neyse ki sadece idari binaların) alev aldığı bazı şiddetli çatışmalar şimdiden başladı bile.

Tüm bunlara Avrupa'da büyük bir göçmen krizi de ekleniyor. Milyonlarca Ukraynalı savaştan ve Zelenski'nin ordusunda zorla askere alınmaktan kurtulmak için sınırdaki ülkelere doğru kaçıyor. Ancak Avrupa'da popülizmin yükselmesini ve birçok devletin kimi zaman gizlemediği, göçmenleri emperyalist amaçları için utanmazca araçsallaştırma arzusunu hesaba katarsak (son zamanlarda Belarus sınırında veya Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne yönelik düzenli tehditleri aracılığıyla gördüğümüz gibi) bu kitlesel göç zamanla ciddi gerilimler ve istikrarsızlık yaratabilir.

Özetle, Ukrayna'daki savaş, uluslararası düzeyde büyük bir kaos, istikrarsızlaştırma ve yıkım riski taşıyor. Bu çatışma daha da kanlı bir yangına yol açmasa bile, hayal edilemez sonuçlar doğurabilecek kontrolsüz bir “tırmanma” riskiyle birlikte, bu tür tehlikeleri artıracaktır.

Savaşın tek sorumlusu Rusya mı?

Rus burjuvazisinin, kendi sefil emperyalist çıkarlarını savunmak için savaş başlatmasına rağmen, Ukrayna'yı ve batılı ülkeleri “çılgın bir diktatörün” kurbanları olarak sunan propaganda ikiyüzlü, sahte bir gösteridir. Aylardır Amerikan hükûmeti, aynı anda hem ani bir Rus saldırısına karşı uyarıda bulunuyordu, ki bu açık bir provokasyondu, hem de Ukrayna’ya asker göndermeyeceğini iddia ediyordu.

SSCB'nin dağılmasından bu yana Rusya, Kafkasya ve Orta Asya'da olduğu kadar Doğu Avrupa'da da sürekli tehdit altındadır. ABD ve Avrupalı güçler, bir dizi Doğu Avrupa ülkesini AB ve NATO'ya entegre ederek Rusya'nın etki alanını sistemli bir şekilde daralttılar. 2003 yılında, Gürcistan'ın eski Cumhurbaşkanı Shevardnadze'yi görevden çıkaran ve bir Amerikan kliğini iktidara getiren "Gül Devrimleri" de bu bakımdan anlamlıdır. Aynı şey 2004’te Ukrayna'daki "Turuncu Devrim" ve ardından yerel burjuvazinin farklı klikleri arasında devam eden tüm çatışmalar için de geçerlidir. Batılı güçlerin Belarus’taki Avrupa yanlısı muhalefete aktif desteği, Türkiye'nin (NATO üyesi) baskısıyla Dağlık Karabağ'daki savaş ve Kazak devletinin tepesinde yapılan hesaplaşma, Rus burjuvazisinin aciliyet duygusunu daha da pekiştirmiştir.

İster “Çarlık”, ister “Sovyet” Rusya için Ukrayna, dış politikada her zaman merkezi bir paya sahip olmuştur. Moskova için Ukrayna, Akdeniz'e doğrudan erişim için tek yoldur. 2014 yılında Kırım Yarımadası'nın ilhakı, çoğunlukla Amerikalılar tarafından desteklenen rejimlerin kuşatması tehdidi altında olan Rus emperyalizminin bu mecburiyeti sonucunda gerçekleşti. ABD'nin Ukrayna'yı Batı'ya doğru çekme arzusu böylece Putin ve kliği tarafından gerçek bir provokasyon olarak görülüyor. Bu bakımdan, Rus ordusunun taarruzu, tamamen mantıksız ve baştan başarısızlığa mahkum görünse bile, Moskova için bir dünya gücü konumunu sürdürmeye yönelik çaresiz bir "güç kapma" girişimidir.

Rusya'daki durumu gayet iyi bilen Amerikan burjuvazisi, bu konuda fikir ayrılıkları barındırmasına rağmen, provokasyonları çoğaltarak Putin'i harekete geçirmekten geri kalmadı. Biden, herkese Ukrayna'ya doğrudan müdahale etmeyeceği konusunda açıkça güvence verdiğinde, Rusya'nın uluslararası sahnedeki düşüşünü durdurmak umuduyla hemen kullandığı bir açık verdi. Bu, Birleşik Devletler'in amaçlarına ulaşmak için soğuk bir Makyavelizm'e ilk başvuruşu değil. Daha 1990'da Baba Bush, Kuveyt'i savunmak için müdahale etmek istemediğini iddia ederek Saddam Hüseyin'i tuzağa düşürmüştü. Gerisini biliyoruz…

Ukrayna'da hâlihazırda ciddi olan yıkımın süresini ve boyutunu tahmin etmek için henüz çok erken, ancak 1990'lardan beri yapılan Srebrenitsa, Grozni, Saraybosna, Felluce ve Halep katliamlarından haberdarız. Savaşı başlatan taraf, genellikle çıkmaza girmeye mahkûmdur. 1980'lerde Rusya, Afganistan işgalinin ardından ağır bir bedel ödedi ve bu SSCB'nin dağılmasına yol açtı. ABD'nin de, onu hem askeri hem de ekonomik olarak zayıflatan kendi fiyaskoları oldu. Tüm bu maceralar, başlangıçta görünürdeki zaferlere rağmen, sonunda acı başarısızlıklarla sonuçlandı ve savaşan tarafları önemli ölçüde zayıflattı. Putin'in Rusya'sı, aşağılayıcı bir yenilginin ardından bir geri çekilme yaşayacak olmasa bile, büyük Ukrayna şehirlerini ele geçirmeyi başarsa dahi bu çıkmazdan kurtulamayacaktır.

Bütün ülkeler ve bütün savaşlar emperyalisttir

“Yeni bir emperyalizm dünya barışını tehdit ediyor”[2], “Ukraynalılar yüzlerce yıldır Rus emperyalizmine karşı savaşıyorlar”[3].

Burjuvazi "Rus emperyalizmi" diyor, sanki Rusya, çaresiz Ukraynalı civcivin aksine emperyalizmin özüymüş gibi. Gerçekte, kapitalizmin çöküş dönemine girmesinden bu yana, savaş ve militarizm sistemin temel özellikleri haline gelmiştir. Büyük ya da küçük bütün devletler emperyalisttir; "insani", "özgürleştirici" veya "demokratik" olduğunu iddia eden tüm savaşlar, emperyalist savaşlardır. Devrimcilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında tanımlamış oldukları şey buydu. 20. yüzyılın başında, dünya pazarı tamamen ana kapitalist ulusların koruma alanlarına bölünmüştü. Artan rekabetle ve kapitalizmin çelişkilerinin pençesini, yeni sömürgeci veya ticari fetihlerle gevşetmenin imkansızlığıyla karşı karşıya kalan ulus devletler, devasa cephanelikler inşa ettiler ve ekonomik ve sosyal hayatın tamamını savaşın zorunluluklarına tabi kıldılar. İşte bu bağlamda, 1914 Ağustos'unda, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir katliam olan, yeni bir "savaşlar ve devrimler çağı"nın şaşırtıcı bir ifadesi olan Dünya Savaşı patlak verdi.

Şiddetli rekabetle ve küçük ya da büyük her ulusta her an her yerde patlak veren savaşlarla yüz yüze gelindiğinde, çöküş döneminin ana özelliklerini oluşturan iki olgu gelişti: devlet kapitalizmi ve emperyalist bloklar. “Devlet kapitalizmi [...] her ülkenin, diğer uluslarla yüzleşme, kendi içinde toplumun farklı sektörlerinde azami disiplini sağlama, hem sınıflar arası hem de egemen sınıfın rakip fraksiyonlar arasındaki çatışmaları minimuma indirgeme, özellikle de ulusun tüm ekonomik potansiyelini harekete geçirme ve kontrol etme ihtiyacına cevap verir. Benzer şekilde, emperyalist blokların oluşumu, karşılıklı düşmanlıkları sınırlamak ve iki askeri kamp arasındaki en büyük çatışma için onları bir araya getirmek üzere farklı ulusal burjuvaziler arasında benzer bir disiplini dayatma ihtiyacına tekabül eder.” [4]. Kapitalist dünya böylece 20. yüzyıl boyunca rakip bloklara bölündü. İtilaf güçleri ittifak güçlerine karşı, Batı bloku Doğu blokuna karşı.

Ancak 1980'lerin sonunda SSCB'nin çöküşüyle birlikte, kapitalizmin çöküşünün son aşaması başladı: 30 yıldan fazla bir süredir emperyalist blokların ortadan kalkmasıyla damgasını vuran genelleşmiş çürüme dönemi [5]. Rus "polisinin" konumunun düşürülmesi ve fiili olarak Amerikan blokunun yerinden edilmesi, blokların demir disiplini tarafından şimdiye kadar bastırılan bir dizi rekabetin ve yerel çatışmanın yolunu açtı. “Her koyun kendi bacağından asılır” eğiliminin ve artan kaosun varlığı o zamandan beri tamamıyla doğrulandı.

1990'dan beri tek “süper güç” olan Amerika Birleşik Devletleri, savaşa başvurarak dünyada asgari bir düzen kurmaya ve kendi liderliğinin kaçınılmaz düşüşünü yavaşlatmaya çalışıyor. Dünya, artık iki disiplinli emperyalist kampa bölünmüş olmadığından, Irak gibi bir ülke aynı blokun eski bir müttefiki olan Kuveyt'i ele geçirmenin mümkün olduğunu düşündü. Amerika Birleşik Devletleri, 35 ülkeden oluşan bir koalisyonun başında, ileride Saddam Hüseyin'in eylemlerini taklit etmeye yönelik cezbedici herhangi bir hareketi caydırmak amacıyla kanlı bir saldırı başlattı.

Ancak bu operasyon, toplumun çözülme sürecinin tipik bir tezahürü olan, emperyalist düzeyde her koyun kendi bacağından asılır eğilimini hiçbir şekilde sona erdiremezdi. Balkan savaşlarında, eski Batı blokunun güçleri arasındaki şiddetli rekabetler güpegündüz ortaya çıktı: Kanlı Amerikan ve Rus müdahalelerine ek olarak, özellikle Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya, eski Yugoslavya'daki çeşitli savaşan güçlerin aracılığıyla savaş açtılar. 11 Eylül 2001 terör saldırısı da küresel kapitalizmi kalbinden vuran kaosta bir başka önemli adımdı. Bu savaşların başlıca nedeninin Amerikan petrol kazançları hırsı olduğuna dair solcu teoriler, savaşların sarsıcı maliyetleriyle temelden çürütüldü. "Terörizme karşı savaş" adı altında, 2001'de Afganistan ve 2003'te Irak işgalleri, her şeyden önce, ABD'nin küresel otoritesinin ağırlığını koyma çabasının gerekli bir parçasıydı.

Amerika emperyalizmi kendisini gerçek bir aceleciliğin içine soktu: İkinci Körfez Savaşı sırasında Almanya, Fransa ve Rusya artık Sam Amca'nın peşine takılmaktan memnun değillerdi; askerleriyle çatışmaya girmeyi açıkça reddettiler. Her şeyden önce, bu operasyonların her biri öyle bir kaos ve istikrarsızlığa yol açtı ki, Amerika Birleşik Devletleri çıkmaza girdi ve 20 yıl sonra Afganistan'ı aşağılayıcı bir şekilde terk etmek zorunda kaldı; arkasındaysa, görevden düşürmeye geldiği Taliban’ın ta kendisine bir harabe alanı bıraktı. Tıpkı önceden büyük bir kaosun pençesinde Irak'ı terk etmek zorunda kalıp, tüm bölgeyi, özellikle de komşu Suriye'yi istikrarsız hale getirdiği gibi. Çürüme döneminde, tam da birinci dünya gücü olarak safını korumaya çabası yüzünden, ABD kaosun ana üreticisi haline geldi.

ABD, dünya kapitalizminin başlıca merkezlerinden birinin eşiğinde kaosu kışkırtıyor

Bugün ABD, doğrudan müdahale etmek zorunda kalmadan, emperyalist düzeyde yadsınamaz bir şekilde puan kazandı. Uzun zamanın düşmanı Rusya, sonucu ne olursa olsun, büyük askeri ve ekonomik zayıflamayla sonuçlanacak, kazanılması imkansız bir savaşa girişti. Avrupa Birliği ve ABD zaten gidişatı açıkladılar: Avrupa diplomasisinin başkanına göre, bu bir "Rus ekonomisini mahvetme" meselesidir... ve tüm bu misilleme önlemlerinin bedelini ödeyecek olan Rusya'daki proletarya için durum çok daha kötüdür. Ukrayna proletaryası ile birlikte, Rusya'daki proletarya, askeri barbarlığın başlatılmasının ilk kurbanı ve rehinesidir!

Amerika, Fransa Cumhurbaşkanının yakın zamanda "beyin ölümü gerçekleşti" dediği NATO'nun kontrolünü yeniden ele geçirdi, Doğu'daki varlığını önemli ölçüde güçlendirdi ve ana Avrupalı güçleri (Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık) Avrupa'nın doğu sınırlarının savunması için militarizmin ekonomik yükünü daha fazla üstlenmeye zorladı. Bu, ABD'nin özellikle Trump'ın başkanlığında birkaç yıldır uygulamaya çalıştığı ve şimdi Biden’la devam ettirdiği, gücünü ana düşmanı Çin'e karşı yoğunlaştırmaya çalıştığı bir politikadır.

Avrupalılar için durum, birinci dereceden diplomatik bir yenilgiyi ve önemli bir nüfuz kaybını temsil ediyor. ABD'nin körüklediği çatışma, Rus gazına ve bu ülkenin kendi malları için temsil ettiği pazara olan bağımlılıkları nedeniyle, bu çatışmadan hiçbir kazancı olmayan Fransa ve Almanya tarafından istenmiyordu. Savaşın ve Rusya'ya uygulanan yaptırımların etkisiyle Avrupa’da ekonomik krizin daha da derinleşecek. Bu nedenle Avrupalılar, Trump'ın küstahlığının neden olduğu diplomatik zayıflamanın, eski kıtanın uluslararası sahneye güçlü bir şekilde geri dönmesi için umut vermesinden sonra, Amerikan kalkanının arkasında hizaya girmek zorunda kaldılar.

Avrupa'nın başlıca güçlerinin ABD'nin arkasında hizaya girmeye zorlanmaları, yeni bir emperyalist blokun oluşumunun başlangıcı mı? Her koyun kendi bacağından asılır eğilimi bu olasılığı önemli ölçüde engellese de, çürüme dönemi kendi içinde yeni blokların kurulmasını engellemez. Bununla birlikte, bu durumda, her devletin kendi emperyalist çıkarlarını savunma konusundaki irrasyonel arzusu büyük ölçüde güçlenir. Almanya, yaptırımları uygulama konusunda biraz ayak sürüyor ve büyük ölçüde bağımlı olduğu Rus gaz ihracatına daha fazla yaptırım uygulanması konusunda temkinli davranmaya devam ediyor. Üstelik Almanya, Fransa ile birlikte, Washington'un elbette geciktirmeye çalıştığı Rusya'ya diplomatik bir çıkış teklif ederek müdahale etmekten de geri durmadı. Türkiye ve İsrail bile "iyi hizmetlerini" aracılık yaparak sunmaya çalışıyor. Sonunda, askeri harcamalardaki artışla birlikte önde gelen Avrupalı güçler, Macron'un “Avrupa savunması” projesi aracılığıyla düzenli olarak savunduğu bir hırs olan, kendilerini Amerikan vesayetinden kurtarmak üzerine bile çalışabilirler. ABD kısa vadede yadsınamaz bir şekilde puan kazanırken, her ülke de kendi kartlarını oynamaya çalışıyor ve bir blok oluşumundan ödün veriyor. Çin kendi adına önemli herhangi bir gücü arkasında toplayamadığı için bu ödün daha kolay veriliyor. Savaş şu anda Çin'in kendi çıkarlarını ve hedeflerini savunma yeteneğini engelliyor.

Çin, Amerikan stratejisinin nihai hedefidir

Bununla birlikte, Amerikan burjuvazisinin manevraları, yalnızca veya esas olarak Rusya'ya yönelik değildir. Bugün ABD ile Çin arasındaki çatışma, küresel emperyalist ilişkileri belirliyor. Washington, Ukrayna'da bir kaos durumu yaratarak, her şeyden önce, doğudan Avrupa ülkelerinden geçmesi planlanan "ipek yolunu" belirsiz bir süre için bloke ederek Çin'in Avrupa'ya doğru ilerlemesini engellemeye çalıştı. Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki deniz yollarını, diğer şeylerin yanı sıra 2021'de AUKUS ittifakının kurulmasıyla [6] tehdit ettikten sonra, Biden, Çin'in mallarını kara yoluyla taşımasını önleyerek Avrupa'da büyük bir bölünme yarattı.

ABD, Rusya'yı çok zayıf bir şekilde desteklemekten başka seçeneği olmadığı için, Çin'in uluslararası sahnede güvenilir ortak rolü oynamaktaki acizliğini göstermeyi de başardı. Bu anlamda, tanık olduğumuz Amerikan saldırısı, Çin'i kontrol altına alma stratejisinin bir parçasıdır.

Eski Yugoslavya, Afganistan ve Orta Doğu'daki savaşlardan bu yana ABD, gördüğümüz gibi, dünyadaki kaosun ana faktörü haline geldi. Şimdiye kadar, bu eğilim ilk olarak kapitalizmin çevre ülkelerinde doğrulandı, ancak merkezi ülkeler de bunların sonuçlarına katlanmıştı (terörizm, göç krizleri vb.). Ama bugün, birinci dünya gücü, kapitalizmin ana merkezlerinden birinin kapısında kaos yaratıyor. Bu suç stratejisine “demokrat” ve “ılımlı” Joe Biden liderlik ediyor. Selefi Donald Trump, öfkeli biri olarak hak ettiği bir üne sahipti, ancak şimdi Çin'i etkisiz hale getirmek için yalnızca stratejisinin farklı olduğu açıkça görünüyor: Trump Rusya ile anlaşmalar yapmak isterken, Biden ve Amerikan burjuvazisinin çoğunluğu Rusya’nın iliğini kurutmak istedi. Putin ve suikastçı kliği, tıpkı tüm bir nüfusu rehin almaktan ve vatan savunması adına top yemi olarak feda etmekten çekinmeyen Zelenski gibi, onlardan daha iyi değil. Peki ya savaş kurbanları için timsah gözyaşları dökerken olağanüstü miktarda askeri teçhizat sağlayan ikiyüzlü Avrupa demokrasilerine ne demeli?

Soldan sağa, demokrat ya da diktatör, tüm ülkeler, tüm burjuvaziler bizi kaosa ve barbarlığa doğru bir yürüyüşe zorluyor! Her zamankinden daha çok, insanlığın elindeki tek seçenek ya sosyalizm ya barbarlık!

EG, 21 Mart 2022

 

[1] Karşılaştırma için: SSCB Afganistan’ı kasıp kavuran korkunç savaşın dokuz yılında 25 bin asker kaybetti.

[2] “Against Russian imperialism, for an internationalist leap”, Mediapart, 2 Mart 2022. Bir takım çağrışımlar yapan başlığıyla bu makale de, Fransız emperyalizminin büyük savunucusu olan ve açıkça savaş çağrısı yapan yazarı Edwy Plenel de saçmalıktan ibarettir.

[3] “To understand the Ukraine-Russia conflict, look to colonialism”, The Washington Post, 24 Şubat 2022.

[4] https://en.internationalism.org/content/3336/orientation-text-militarism-and-decomposition

[5] https://tr.internationalism.org/content/cuerueme-uezerine-tezler

“Çürüme: çöken kapitalizmin nihai aşaması”.

[6] "AUKUS military alliance: The chaotic sharpening of imperialist rivalries".

 

AnchorÇürüme Olarak Büyüme — EKA

Bir okuyucumuz bize şöyle bir soru yönlendirdi: Kapitalist sistem muazzam bir büyüme eğilimi içerisindeyken, EKA nasıl olur da 1914’den beri kapitalizmin çöküş içerisinde bir sistem olduğunu savunabilir?

Bu soru bize birçok defa farklı şekillerde yöneltildi. Örneğin: İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan muazzam büyüme? Ya da son birkaç on yılda Çin’in dev büyümesi? Bütün bunlar kapitalizmin çöküş içerisinde, çürüyen, çöken bir sistem olduğu fikrinin yanlışlığını göstermiyor mu?

Biz bu soruların yanlış biçimde formüle edildiğini düşünüyoruz, ama yine de tam da bu kadar sık ve çok insan tarafından ortaya atıldıkları için cevaplanmalarını önemli buluyoruz.

Bunu yapabilmek için öncelikle Marx’ın Grundrisse’sindeki şu önemli pasaja bakalım:

‘…Öyleyse sermaye bir yandan ulaşımın, yani değişimin her türlü alansal sınırım yıkmak, tüm dünyayı pazarı olarak fethetmek için çaba göstermek zorundayken, öte yandan da alanı zamanla yok etmek, yani bir yerden ötekine ulaşıma harcanan zamanı en az düzeye indirmek çabası gösterir. Sermaye ne kadar gelişmişse –ve dolayısıyla üzerinde dolaştığı, dolaşımın alansal yolunu oluşturan pazar ne kadar yaygınsa–, eşanlı olarak pazarın daha geniş bir alana yayılması ve alanın zamanla daha çok ortadan kaldırılması yolunda o kadar çok çaba gösterir… Sermayenin, onu bütün önceki üretim aşamalarından ayıran evrensel eğilimi, burada ortaya çıkıyor. Kendi doğasıyla sınırlanmış olmasına karşın, üretici güçlerin evrensel gelişmesi yolunda çaba gösterir, ve böylece yeni bir üretim tarzının koşulu olur, bu yeni üretim tarzı, belli bir durumu yeniden üretmek veya da, en fazlası genişletmek için üretici güçlerin gelişmesine dayanmaz, ama üretici güçlerin bizzat serbest, engelsiz, ilerici ve evrensel gelişmesi, toplumun ve dolayısıyla onun yeniden-üretiminin koşuludur; çıkış noktasını aşmak tek koşuldur. Sermayeye içkin olan, ama aynı zamanda, sermaye sınırlı bir üretim biçimi olduğundan onunla çelişen ve bu yüzden onu çözülüşe sürükleyen bu eğilim, sermayeyi daha önceki bütün üretim tarzlarından ayırır ve aynı zamanda sermayenin salt geçiş noktası olarak konması konumunu içerir.

(Karl Marks, Grundrisse 2, Sol Yayınları sf.29–30)

Bu pasaj elbette farklı biçimlerde yorumlanabilir üstelik Grundrisse bitmiş bir çalışma da değil. Ama bize göre bu kapitalizmin çöken bir sistem haline geldiği noktanın olağanüstü bir öngörüsüdür. İlk olarak, Marx burada sermayenin bütün gezegeni fethetme dürtüsünü ve bu durumda onun ürünleri dünyanın bir ucundan diğerine olabildiğince hızlı şekilde taşıma kapasitesinin artışını vurgular. Bu dinamizm, bu hızlı yayılma ve teknolojik gelişme potansiyeli sermayeyi, daha durağan ve yerkürenin belirli bölgelerinde daha izole kalmaya eğilimli önceki üretim biçimlerinden ayırır. Sermayenin bu evrenselleştirme eğilimi aynı zamanda zorunlu olarak bir dünya proletaryası, bir dünya devrimci sınıf ve dolayısıla da insan toplumunun tarihinde niteliksel olarak yeni bir aşamaya ulaşmasının yaşamsal bir ön-koşulunu yaratır. Grundrisse’nin aynı kısımındaki farklı bir bölümde Marx’ın ortaya koyduğu gibi:

Sermayenin ücretli emekle ilişkisinde, emeğin üretken etkinliği, kendi koşullarında ve kendi ürününde ortaya çıkan ve daha sonra incelenecek olan yabancılaşmanın en aşırı biçiminin zorunlu bir geçiş noktası olması — ve dolayısıyla bu biçim, kendinde, açıkça tersine çevrilmiş, başaşağı bir biçimde bulunması, üretimin bütün sınırlı koşullarının yok oluşunu içerir ve ayrıca, tersine, üretimin zorunlu koşullarını yaratır ve üretir; bundan dolayı bireyin üretken güçlerinin tüm evrensel gelişmesi için gerekli bütün maddi koşullarını oluşturur.

(Age. sf. 10)

Bu anlamda, Marx’a göre, her ne kadar vahşi ve acımasızca da olsa eski üretim biçimlerini yerinden ederek sermaye, üretici güçleri küresel komünist üretim ve dağıtımın mümkün olacağı noktaya kadar geliştirdiği ölçüde, yükselen veya gelişen bir toplumsal sistemin işareti olarak görülebilir. Ama bir kere bu noktaya ulaşılıp, zenginlik artık çalınmış zaman değil de serbest zaman olarak, parasal ya da sabit sermayenin yığılması veya ‘değerin’ soyutlamaları olarak değil de birbirleriyle ilişki içerisindeki her bireyin yaratıcı kapasitelerinin gelişimi olarak ölçüldüğünde, ‘üretici güçlerin daha ileri gelişimi’ tümüyle farklı bir anlam kazanmak zorundadır.

Ama burada söz konusu olan sermayenin tarihinin belli bir noktadan sonraki gelişimine bakıp işlerin ne kadar da farklı olabileceği üzerine bir yakınma değildir. Marx aynı zamanda bu son noktaya ulaşma anının tam da sermayenin kendisini evrenselleştirirken girdiği çelişkili biçimin onu ‘çözülmeye doğru güttüğü’ nokta olduğunu da savunur. 20. yüzyılın başından beri tarihsel evrim bu ‘çözülme’ sürecinin ne tür biçimler alacağını daha da belirginleştirmiştir: bu noktadan itibaren artık sermaye, birbirini izleyen bir dünya ekonomik krizleri, küresel savaşlar ve son birkaç on yılda daha da açıklaştığı gibi, doğal çevrenin artam yıkımı formunda bir yıkım döngüsü yaratmadan üretici güçleri geliştirmeyi sürdüremez. Hatta sermayenin miadının dolduğu bir çağda büyümesi, birikim sürdükçe, bu büyümenin insanlığı yok etme ve komünist bir gelecek imkanını ortadan kaldırma tehlikesini de büyüttüğünü söyleyebiliriz. Bu tehlike son yüzyılda kapitalist ekonominin merkezi bir unsuru haline gelmiş olan askeri üretimin mükemmelleşmesine baktığımızda gün gibi ortaya çıkar. Bu aynı ölçüde kapitalizmin gezegenin en uç köşelerine yayılmasının ekolojik sonuçlarında da barizdir. Ekonomik krizlerin süreklileşme eğiliminde olduğu bir çağda büyümeyi sürdürme araçlarının bizzat sistemin işlevsizleşmesine delil olduğunu da görmemiz gerekir. Bu durum özellikle yapay bir tür pazar yaratmak için dev borçların enjekte edilmesi durumunda geçerlidir. Sermaye kendi yasalarını da çiğneyerek büyür.

‘Çürüme olarak büyümeye’ Çin’in son birkaç on yıldaki büyümesi klasik bir örnek oluşturmaktadır: acımasız totaliter bir devlet aygıtı ile idare edilen, astronomik düzeylerdeki borçla finanse edilen, hem yerel hem küresel çevreye felaket zararlı yeni endüstriyel merkezler ve mega-şehirler inşa eden bu ekonominin çöken bir sistemin alameti farikalarından olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Peki neden 1914 kesin bir dönüm noktası? Bunun EKA’nın retrospektif bir çıkarımı olmadığını, Komünist Enternasyonal’ı kuran devrimcilerin benimsediği bir tavır olduğunu ve bu devrimcilerin 1914 ile birlikte kapitalizmin bir ‘içsel çözülme’ çağına, savaşlar ve devrimler çağına girdiğini savunduğunu hatırlayalım. 1914–18 savaşı kapitalizmin geri dönüşsüz biçimde artan şiddette emperyalist savaşlara savrulduğunu, insanlığı sosyalizm ya da barbarlık tercihleriyle karşı karşıya bıraktığını gösterdi. 1917'den itibaren enternasyonal işçi sınıfının buna cevabı gerçekten de yeni dönemin proleter komünist devrim’ (Mart 1919, Komünist Enternasyonal Platformu) çağı olduğunu ortaya koydu.

Bir kere daha, savaşın kapitalizmin bütün daha ileri genişleme olanaklarının tükenmesi anlamına gelmediğini vurgulayalım. 1913'te yayımlanan Sermaye Birikimi kitabında Rosa Luxemburg, sermayenin hala gezegenin küçük bir kısmına doğrudan egemen olduğunu ve nesnel anlamda hala fethedilecek yeni pazarlar ve emilecek birçok kapitalizm öncesi çevre kalıntıları olabileceğine işaret eder. Ama Luxemburg yine de sistemin salt ekonomik bir çöküşü olmayacağında ısrar etmiştir. Sermaye ülke içi ve dışı kapitalist-olmayan tabakanın yıkımına ne kadar acımasızca girişirse ve bir bütün olarak işçilerin yaşam düzeyini ne kadar daha fazla düşürürse, sermayenin günlük tarihindeki değişme de o kadar büyük olur. Bu tarih siyasal ve toplumsal felaket ve sarsıntılar dizisi haline gelir, dönemsel ekonomik felaketler ya da bunalımlarla noktalanan koşullar altında birikim artık devam edemez olur. Ancak sermayenin kendisinin yarattığı bu doğal ekonomik çıkmaza daha tam ulaşılmadan, uluslararası işçi sınıfının sermayenin egemenliğine karşı başkaldırması gereklilik haline gelir.’ (Sermaye Birikimi, 32. Bölüm)

Özetlersek: kapitalizmin ancak üretici güçlerin gelişiminde tam bir durma noktasına geldikten sonra çöküşe geçeceği ya da çökeceği fikrini her zaman reddettik (1). Kölelik ya da feodalizmin çöküş dönemlerinde bile, toplumu parçalayan çelişkileri bastırmak için dev boyutta şişen devlet gücünün kanserli büyümesi hariç, önemli büyüme anları ve merkezleri olabilmiştir. Ama bu toplumlarda ekonominin krizi üretim-azlığı, kıtlık biçimini almıştır, oysa kapitalizmde krizler aşırı üretim (ya da başka bir ifadeyle aşırı-birikim) krizleri olarak belirirler. Önceki üretim biçimlerinden farklı olarak kapitalizm üretici güçleri ‘devrimcileştirmeden’ duramaz. Ama bilimsel bir yöntem kullanma iddiasındaki devrimciler, komünizm perspektifinin olanaklılık ve gereklilik evrenlerini birleştirdiği noktayı fark edebilmeleri gerekir; diğer bir deyişle, devrimciler mevcut üretici güçlerin daha çok yıkım güçlerine dönüştüğü (2) ve insanlığın kendisini ancak toplumsal üretim ilişkilerinde kökten bir değişimle sürdürebileceği ve ancak böylece üretici güçlerin gelişiminin ‘bireyin üretici güçlerinin gelişiminin total, evrensel gelişimine’ karşılık geleceği noktayı ayırt edebilmelidir.

Amos

 

Çin Üzerine Ek

Çin görece varlığın gelişimine ve bu görece varlığa ulaşmak için harekete geçirilen dev yıkıcı güçlere çok iyi bir örnek.

  • Her yıl binlerce insanı infaz eden Çin’in, ‘dünyadaki en acımasız infazcı’ (Af Örgütü) olduğuna düşünülüyor. Her yıl Çin, dünyanın diğer ülkelerinin toplamından daha fazla insanı infaz ediyor.
  • Sincan bölgesinde binden fazla toplama kampı olduğu ve bu kamplarda 1,5 milyon kadar insanın hapsedildiği ve angaryaya zorlandığı tahmin ediliyor.
  • Çin Halk Cumhuriyeti dünyada yıllık sera gazı ve cıva emisyonlarında önde gidiyor. New Scientist, 2000 yılından beri 30 milyondan fazla insan Çin’deki hava kirliliği yüzünden öldüğünü belirtiyor.
  • Sefalet: 600 milyon Çin yurttaşı hala günlük 5.50 ABD $’na denk bir gelirle hayatına idame ettiriyor.
  • Emek gücünün vahşi sömürüsü: aşırı uzun çalışma saatleri, fiziksel cezalandırmalar, para cezaları, ücretlerin ödenmemesi Çin’de milyonlarca işçinin maruz bırakıldığı suistimaller arasında.
  • Çin’in fabrika patlamaları ve toprak kaymalarından maden çöküntülerine kadar uzun bir endüstriyel afetler tarihi var.

Bunlara Çin’deki askeri sektörün dev ağırlığı ve bunun büyümesinde borcun oynadığı role dair ayrı bir madde de eklenebilir.

 

Notlar

(1) Özellike 70'lerin başında Revolution Internationale’de yayınlanan ve sonrasında İngilizce ve diğer dillerde de broşür olarak basına çöküş üzerine özgün serimizin şu bölümüne bakılabilir: Çöküş: Üretici Güçlerin Gelişiminin Tam Olarak Durması mı? Enternasyonal Komünist Akım

(2) Burada sadece Marx’ın daha erken bir çalışmasında, 1845–6 Alman İdeolojisi’ndeki, materyalist tarih kavrayışından çıkan temel sonuçların özetlendiği bir pasajda öngördüğünü onaylıyoruz. Bu sonuçlardan ilki şudur: ‘’Üretici güçlerin gelişiminde öyle bir aşamaya ulaşılır ki, üretici güçler ile ekonomik ilişki araçları mevcut koşullar altında yalnızca zarara yol açar, üretici olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelir (makineler ve para); ve bununla bağlantılı olarak, toplumun avantajlarından yararlanamadığı halde onun tüm yükünü taşımak zorunda kalan, toplumdan dışlanmış ve öteki tüm sınıflarla kesin bir çelişki içine sokulmuş bir sınıf doğar. Toplum üyelerinin çoğunluğundan meydana gelen ve köklü bir devrimin zorunluluğu bilincine, komünist bilince kaynaklık eden bir sınıftır bu. Elbette bu bilinç, bu sınıfın konumunun idrak edilmesiyle diğer sınıflar arasında da ortaya çıkabilir…’’

Marx ve Engels’i bu eserde ve birkaç yıl sonra da Komünist Manifesto’da bu dönemsel değişimin çoktan gerçekleştiği ve proleter devriminin çoktan güncel olduğu yanlışına düştükleri için suçlamıyoruz. Marx’ın kendisi de 1848'in kahramanca olaylarlarının ardından gelen geri çekiliş döneminde bu yanlışın farkına varmıştır.

Rubric: 

Britanya'da öfke yazı: Egemen sınıf daha fazla fedakarlık talep ediyor, işçi sınıfının yanıtı ise mücadele etmek!

"Yeter artık". Bu haykırış, Birleşik Krallık'ta son birkaç haftadır bir grevden diğerine yankılanıyor. "Hoşnutsuzluk Yazı" olarak adlandırılan ve 1979'daki "Hoşnutsuzluk Kışına"na atıfta bulunan bu kitlesel hareket, her geçen gün daha fazla sektördeki işçileri kapsıyor: demiryolları, Londra Metrosu, British Telecom, Postane, Felixstowe'daki (İngiltere'nin güneydoğusundaki önemli bir liman) liman işçileri, ülkenin çeşitli bölgelerindeki temizlik işçileri ve otobüs şoförleri, Amazon işçileri vb. Bugün ulaşım işçilerinin yaptığını, yarın sağlık çalışanları ve öğretmenler yapabilir.

 

Tüm muhabir ve yorumcular bunun Britanya'da son on yılların en büyük işçi sınıfı eylemi olduğundan bahsediyor; sadece 1979'daki devasa grevler bundan daha büyük ve daha yaygın bir hareket yaratmıştı. Britanya gibi büyük bir ülkede bu ölçekte bir eylem sadece yerel değil, uluslararası öneme sahip bir olaydır ve her ülkenin sömürülenlerine bir mesajdır.

 

Tüm sömürülenlerin yaşam standartlarına yönelik saldırılar karşısında tek cevap sınıf mücadelesidir

 

On yıllardan bu yana, diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, birbirini izleyen İngiliz hükümetleri yaşam ve çalışma koşullarına acımasızca saldırdı ve bunun tek bir sonucu oldu: kârı ve ulusal rekabet gücünü artırmak için bu koşulları daha da güvencesiz ve esnek hale getirmek. Bu saldırılar son yıllarda öyle bir seviyeye ulaştı ki, İngiltere'de bebek ölümleri "2014'ten bu yana eşi benzeri görülmemiş bir artış" gösterdi (tıp dergisi BJM Open'a göre[1]).

 

Enflasyondaki mevcut artışın gerçek bir tsunami olmasının nedeni budur. Temmuz ayında yıllık bazda %10.1, Ekim ayında %13 ve Ocak ayında %18'lik bir fiyat artışı beklendiği düşünüldüğünde, hasar yıkıcı boyuttadır. NHS, "Birçok insan evlerini ısıtabilmek için öğün atlamak ya da bunun yerine soğuk ve nemli bir ortamda yaşamak arasında seçim yapmak zorunda kalabilir" uyarısında bulundu. Gaz ve elektrik fiyatlarının 1 Nisan'da %54, 1 Ekim'de ise %78 oranında artmasıyla birlikte bu durum fiilen savunulamaz hale gelmiştir.

 

İngiliz işçilerinin bugünkü hareketinin boyutu, nihayet karşı karşıya kaldıkları saldırıların denginde. Geçtiğimiz on yıllardaysa, Thatcher'lı yılların gerilemelerinden muzdarip olan İngiliz işçileri, buna karşılık verecek güçte değillerdi.

 

Geçmişte İngiliz işçileri dünyanın en militan işçileri arasında yer almıştır. Kaydedilen grev günlerinin sayısına göre 1979'daki "Hoşnutsuzluk Kışı", Fransa'daki Mayıs 1968'den sonra herhangi bir ülkedeki en kitlesel hareketti, hatta 1969’da İtalya'daki "Sıcak Sonbahar"dan bile daha büyüktü. Thatcher hükümeti, özellikle 1985'teki madenci grevleri sırasında işçilere bir dizi acı yenilgi tattırarak bu muazzam mücadele gücünü kalıcı bir şekilde bastırmayı başarmıştı. Bu yenilgi, Birleşik Krallık'ta işçilerin mücadele gücünün uzun süreli düşüşü ile bir dönüm noktası oldu; hatta dünya çapında mücadele gücünün genel düşüşünün habercisi oldu. Beş yıl sonra, 1990'da, sahtekarlıkla "sosyalist" bir rejim olarak tanımlanan SSCB'nin çöküşü ve yine aynı hile ve aldatmaca içinde "komünizmin ölümü" ve "kapitalizmin kesin zaferi"nin duyurusuyla, dünya çapında işçilere nakavt edici bir yumruk indirildi. O zamandan beri, bir perspektiften yoksun bırakılan, güvenleri ve sınıf kimlikleri aşınan Britanya'daki işçiler, başka hiçbir yerde olmadığı kadar, birbirini izleyen hükümetlerin saldırılarına gerçekten karşılık veremeden acı çektiler.

 

Ancak burjuvazinin saldırıları karşısında öfke birikiyor ve bugün İngiltere'deki işçi sınıfı bir kez daha onuru için mücadele etmeye, sermaye tarafından sürekli talep edilen fedakarlıkları reddetmeye hazır olduğunu gösteriyor. Dahası, bu durum uluslararası bir dinamiğin de göstergesi: geçtiğimiz kış İspanya ve ABD'de grevler görülmeye başlandı; bu yaz Almanya ve Belçika'da da grevler yaşandı; ve şimdi yorumcular önümüzdeki aylarda Fransa ve İtalya'da "sosyal bir patlama" öngörüyorlar. İşçilerin mücadele gücünün yakın gelecekte nerede ve ne zaman kitlesel ölçekte yeniden ortaya çıkacağını tahmin etmek mümkün değil, ancak kesin olan bir şey var: Britanya'daki mevcut işçi hareketliliğinin ölçeği önemli bir tarihsel olaydır. Pasiflik ve boyun eğme günleri geride kaldı. Yeni nesil işçiler kendini gösteriyor.

 

Emperyalist savaş karşısında sınıf mücadelesi

 

Bu hareketin önemi sadece uzun bir pasiflik dönemine son veriyor olmasından kaynaklanmıyor. Bu mücadeleler, aynı zamanda, dünyanın geniş çaplı bir emperyalist savaşla, Rusya ile Ukrayna’yı sahada karşı karşıya getiren, ancak özellikle NATO üye ülkelerinin seferber edilmesiyle küresel bir etkiye sahip olan bir savaşla karşı karşıya olduğu bir zamanda gelişiyor. Bu, silahların yanı sıra ekonomik, diplomatik ve ideolojik düzeylerde de bir taahhüttür. Batılı ülkelerde hükümetler "özgürlük ve demokrasiyi savunmak" için fedakarlık çağrısında bulunuyor. Somut olarak bu, bu ülkelerin proleterlerinin "Ukrayna ile dayanışmalarını göstermek" için kemerlerini daha da sıkmaları gerektiği anlamına geliyor. Aslında beklenen, Ukrayna burjuvazisi ve Batı ülkelerinin yönetici sınıflarıyla bir dayanışmadır.

 

Hükümetler, küresel ısınma felaketini, enerji ve gıda kıtlığı risklerini (BM Genel Sekreteri'ne göre "şimdiye kadarki en kötü gıda krizi") kullanarak ekonomik saldırılarını utanmadan meşrulaştırdılar. "İtidal" çağrısında bulunuyorlar ve (Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un adaletsiz sözleriyle) "bolluğun" sona erdiğini ilan ediyorlar. Ama aynı zamanda savaş ekonomilerini de güçlendiriyorlar: küresel askeri harcamalar 2021'de 2,113 milyar dolara ulaştı! İngiltere askeri harcamalarda ilk beş ülke arasında yer alırken, Ukrayna'da savaşın patlak vermesinden bu yana, 1945'ten bu yana bir ilk olarak Almanya da dahil olmak üzere dünyadaki her ülke silahlanma yarışını hızlandırdı!

 

Hükümetler şimdi "enflasyonla mücadele için fedakarlık" çağrısında bulunuyor. Yaptıkları tek şey savaş harcamalarını arttırarak enflasyonu daha da kötüleştirmekken, bu alay etmekten başka bir şey olmasa gerek. Kapitalizmin ve onun rakip ulusal burjuvazilerinin vaat ettiği gelecek budur: daha fazla savaş, daha fazla sömürü, daha fazla yıkım, daha fazla sefalet.

 

Dahası, işçiler her zaman tam olarak bunun bilincinde olmasalar da, Britanya'daki işçi grevlerinin işaret ettiği şey egemen sınıfın çıkarları için giderek daha fazla fedakarlık yapmayı reddetmek, ulusal ekonomi ve savaş çabası için fedakarlık yapmayı reddetmek, insanlığı felakete ve nihayetinde yıkıma götüren bu sistemin mantığını kabul etmeyi reddetmektir. Alternatifler ortada: ya sosyalizm ya da insanlığın yıkımı.

 

Burjuvazinin tuzaklarından kaçınma ihtiyacı

 

Birleşik Krallık'taki işçi sınıfının son yıllarda, sömürülenleri birbirine düşüren, onları 'yerliler' ve 'yabancılar', siyahlar ve beyazlar, erkekler ve kadınlar olarak bölen popülist ideolojiler tarafından, Brexit'in sorunlarına bir çözüm olabileceğine inandıracak kadar hırpalandığı düşünüldüğünde, işçilerin bu duruşu sergileyebilmeleri daha da önemli hale gelmektedir.

 

Ancak burjuvazinin işçi sınıfı mücadelelerinin yoluna döşediği çok daha ölümcül ve tehlikeli başka tuzaklar da var.

 

Mevcut grevlerin büyük çoğunluğu, kendilerinin mücadeleyi örgütlemek ve sömürülenleri savunmak için en etkili organ olduğunu iddia eden sendikalar tarafından çağrılmıştır. Evet sendikalar en etkili organdırlar, ama sadece burjuvaziyi savunmada ve işçi sınıfının yenilgisini örgütlemede.

 

Thatcher'ın zaferinin, ne ölçüde sendikaların sabotajları sayesinde mümkün olduğunu hatırlamak yeterlidir. Mart 1984'te kömür endüstrisinde 20.000 kişinin işten çıkarılacağı aniden duyurulduğunda, madencilerin tepkisi çok hızlı oldu: grevin ilk gününde 184 ocaktan 100'ü kapatıldı. Ancak çelikten bir sendika korsesi tüm grevcileri hızla kuşatacaktı. Demiryolu işçileri ve denizci sendikaları greve göstermelik destek verdi. Güçlü liman işçileri sendikası, grev eylemi için iki geç çağrıdan başka bir şey yapmadı. TUC (ulusal sendika kongresi) grevi desteklemeyi reddetti. Elektrik ve çelik işçileri sendikaları greve karşı çıktı. Kısacası, sendikalar ortak bir mücadele olasılığını aktif bir şekilde sabote ettiler. Ama hepsinden önemlisi, madencilerin sendikası NUM (Ulusal Maden İşçileri Sendikası) bu kirli işi, madencileri kok kömürü depolarından kömür sevkiyatını engellemek için polisle nafile meydan savaşlarına mahkum ederek tamamladı (bu bir yıldan fazla sürdü!). Bu sendikal sabotaj, polisle girilen bu kısır ve sonu gelmez çatışmalar sayesinde grevin bastırılması yoğun bir şiddetle gerçekleştirildi. Bu yenilgi tüm işçi sınıfı için bir yenilgi olacaktı.

 

Eğer bugün Birleşik Krallık'ta aynı sendikalar radikal bir dil kullanıyor ve çeşitli sektörler arasında dayanışmayı savunuyormuş gibi davranıyor, hatta genel grev tehdidini savuruyorsa, bunun nedeni işçi sınıfının kaygılarının farkında olmaları ve işçileri harekete geçiren şeyin, öfkelerinin, mücadele güçlerinin ve birlikte mücadele etmek gerektiği duygusunun kontrolünü ele geçirmek istemeleridir, böylece bu dinamiği daha iyi kısırlaştırabilir ve yönlendirebilirler. Gerçekte ise grevleri ayrı ayrı düzenliyorlar; herkes için daha yüksek ücret sloganının ardında, farklı sektörler korporatist müzakerelere hapsediliyor ve ayrıştırılıyor. Hepsinden önemlisi, farklı sektörlerden işçiler arasında herhangi bir gerçek tartışmadan kaçınmaya büyük özen gösteriyorlar. Hiçbir yerde gerçek bir sektörler arası genel kurul yok. Dolayısıyla Boris Johnson'ın yerine aday olan Liz Truss'un, Başbakan olması halinde "Britanya'nın militan sendikacılar tarafından fidye için tutulmasına izin vermeyeceğini" söylemesine aldanmayın. O sadece rol modeli Margaret Thatcher'ın izinden gidiyor; işçi sınıfını birlikte daha iyi yenilgiye götürmek için sendikaları işçilerin en mücadeleci temsilcileri olarak sunarak onlara itibar kazandırıyor.

 

Fransa'da 2019 yılında, mücadele gücünün yükselişi ve kuşaklar arasındaki dayanışmanın patlaması karşısında sendikalar, üniter bir hareketin yerine "mücadelelerin birleştirilmesini", yani sokakta yürüyen eylemcilerin sektörlere ve şirketlere göre gruplandırılmasını savunarak aynı taktiği kullanmışlardı.

 

Başka yerlerde olduğu gibi Birleşik Krallık'ta da, yaşam ve çalışma koşullarımıza yönelik yarın daha da şiddetlenecek olan amansız saldırılara karşı koymamızı sağlayacak bir güçler dengesi inşa etmek için, mümkün olan her yerde, işçi sınıfını güçlü kılan ve tarihinin belirli anlarında burjuvaziyi ve onun sistemini sarsmasını sağlayan mücadele yöntemlerini tartışmak ve ortaya koymak üzere bir araya gelmeliyiz:

 

- “Bizim” fabrikamız, “bizim” şirketimiz, “bizim” faaliyet gösterdiğimiz sektör, “bizim” ilçemiz, “bizim” bölgemiz, “bizim” ülkemizin ötesinde destek ve dayanışma arayışı;

 

- İşçi mücadelelerinin özellikle genel kurullar aracılığıyla özerk bir şekilde örgütlenmesi ve mücadelenin, işçi mücadelelerinin örgütlenmesinde "sözde uzman" olan sendikalar tarafından kontrol edilmesinin engellenmesi;

 

- Mücadelenin genel ihtiyaçları, geçmiş mücadelelerden çıkarılacak olumlu dersler üzerine mümkün olan en geniş tartışmayı geliştirmek, ki buna yenilgiler de dahildir, çünkü yenilgiler olacaktır, ancak en büyük yenilgi, saldırılara tepki vermeden acı çekmektir; mücadeleye giriş, sömürülenlerin ilk zaferidir.

 

Birleşik Krallık'ta yaygın grevlerin geri dönüşü dünya proletaryasının mücadele gücünün geri dönüşüne işaret ediyorsa, 1985'teki yenilginin işaretini veren zayıflıkların, korporatizmin ve sendika yanılsamalarının üstesinden gelinmesi de hayati önem taşımaktadır. Mücadelenin özerkliği, birliği ve dayanışması, yarının mücadelelerine hazırlıkta vazgeçilmez kıstaslardır!

 

Bunun için de kendimizi aynı sınıfın, mücadelesi dayanışmayla birleşen bir sınıfın, işçi sınıfının üyeleri olarak kabul etmeliyiz. Bugünkü mücadeleler yalnızca işçi sınıfı saldırılara karşı kendini savunduğu için değil, aynı zamanda dünya çapında sınıf kimliğinin yeniden kazanılmasına, bize yalnızca yoksullaşma ve her türden felaket getirebilecek olan bu kapitalist sistemin yıkılmasını hazırlamaya giden yolu işaret ettiği için de vazgeçilmezdir.

 

Ne gezegenin yıkımına, ne savaşlara, ne işsizliğe, ne güvencesizliğe, ne de yoksulluğa, kapitalizm içinde hiçbirine çözüm yoktur: Sadece dünyanın tüm ezilenleri ve sömürülenlerinin de desteklediği dünya proletaryasının mücadelesi alternatife giden yolu açabilir.

 

Britanya'daki kitlesel grevler, her yerdeki proleterler için bir eylem çağrısıdır.

 

Enternasyonal Komünist Akım, 27 Ağustos 2022

 

1. bmjopen.bmj.com

 

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Devrimci örgütün işlevi üstüne rapor

Olayların hızlanması ve "hakikat yıllarının" ağırlığı, devrimcileri proletaryanın öncü örgütü, onun doğası ve işlevi, yapısı ve işleyiş tarzı hakkındaki anlayışlarını derinleştirmeye zorlamıştır.

Örgütün doğası ve işlevi hakkındaki bu rapor, Ocak 1982 tarihli EKA Uluslararası Konferansı tarafından kabul edilmiştir. Bir sonraki Enternasyonal Bakış’ta, örgütün yapısı ve işleyiş tarzı hakkında ikinci bir raporu yayınlayacağız.

1. EKA, kuruluşundan beri, dünya çapındaki sınıf mücadelesinin yeni yükselişinde devrimcilerin uluslararası örgütünün önemini vurgulamıştır. Mütevazı bir ölçekte olsa da, mücadeleye müdahalesi ve devrimci gruplar arasında gerçek bir tartışma merkezi yaratmaya yönelik ısrarlı çabalarıyla EKA, kendi varlığının ne gereksiz ne de hayali olduğunu pratikte göstermiştir. İşlevinin sınıfın derin bir ihtiyacına tekabül ettiğine kanaat getirerek, sorumsuzluk ve toyluğun hâkim olduğu devrimci bir ortamın hem yüzeyselliğine hem de megalomanlığına karşı savaşmıştır. Bu kanaat, dini bir inanca değil, bir analiz yöntemine, yani Marksist teoriye dayanmaktadır. Devrimci bir örgütün ortaya çıkış nedenleri, rolü, biçimi, amaçları ve ilkeleri bu teorinin dışında anlaşılamaz ve bu teori olmadan gerçek bir devrimci hareket inşa edilemez.

2. EKA'nın yaşadığı son bölünmeler, örgütün ölümcül bir krizi olarak görülemez. Bu bölünmeler, özünde, devrimci örgütü meydana getiren sınıf hareketinin koşullarını ve yürüyüş çizgisini anlama yetersizliğinin ifadeleridir:

  • devrime giden yol yerel değil, dünya çapındadır;
  • krizin ve mücadelenin genişliği, kaderci bir biçimde, doğrudan devrimci bir dönemi başlatmaz;
  • örgütlenme gerekliliği tesadüfi veya yerel bir ihtiyaç değildir, komünizmin dünya çapındaki zaferine kadar bütün bir tarihi dönemi kapsar;
  • sonuç olarak, örgütün faaliyeti uzun vadeli olarak görülmelidir ve gerçek bir tehlike arz eden hemen-şimdici sabırsızlığın tüm yapay kısayollarından kendini korumalıdır.

3. Devrimci bir örgütün işlevini anlamadaki yetersizlikler, her zaman onun gerekliliğinin inkar edilmesine yol açmıştır:

  • anarşist ve konseyci vizyon, örgütlenmeyi işçilerin kişiliklerinin ihlali olarak görür ve örgütü, tamamen tesadüfi bir bireyler yığınına indirger;
  • sınıfı parti ile özdeşleştiren klasik Bordigizm, devrimci örgütün işlevi ile sınıfın genel örgütlerinin işlevini birbirine karıştırarak devrimci örgütün gerekliliğini dolaylı olarak reddeder.

4. Devrimci örgüt, dün olduğu gibi bugün de büyük bir gerekliliktir. Ne karşı devrim, ne de hiçbir örgütlü devrimci fraksiyonun bulunmadığı devasa mücadele patlamaları (bugün Polonya'da olduğu gibi) bu gerekliliği ortadan kaldırır:

  • 19. yüzyılda proletaryanın bir sınıf olarak oluşumundan bu yana, devrimcilerin yeniden bir araya gelmesi hayati bir ihtiyaç olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Toplumu dönüştürme potansiyelini kendi içinde taşıyan her tarihsel sınıf, tarihsel amaçlarını zafere götürecek mücadelenin hedefleri ve yöntemleri hakkında net bir vizyona sahip olmalıdır;
  • proletaryanın komünist amaçları, teorik (program) ve pratik (faaliyet) olarak tüm proletaryanın genel hedeflerini savunan bir siyasal örgütü meydana getirir;
  • sınıfın kalıcı salgısı olan devrimci örgüt, doğal bölünmeleri (coğrafi ve tarihsel) olduğu kadar yapay olanları da (mesleki kategoriler, üretim yeri) aşar ve reddeder. Tüm anlık bölünmelere karşı çıkarak kendini olumlayan, sınıf içinde üniter bir bilincin gelişmesine yönelik kalıcı eğilimi ifade eder;
  • burjuvazinin, proletaryanın bilincini rayından çıkarmaya ve yok etmeye yönelik sistematik çabası karşısında devrimci örgüt, burjuva ideolojisinin zararlı etkilerine karşı savaşta belirleyici bir silahtır. Örgütün teorisi (komünist program) ve sınıf içindeki militan eylemi, kapitalist propagandanın zehrine karşı güçlü bir panzehirdir.

5. Komünist program ve militan faaliyetin ilkeleri, isminin hakkını veren her devrimci örgütün temel taşlarıdır. Devrimci teori olmadan, devrimci işlev olamaz. Yani, programın gerçekleştirilmesine yönelik herhangi bir örgütlenme olamaz. Bu nedenle Marksizm, komünist örgütün tarihsel rolünü deforme etmeye ve inkar etmeye hizmet eden tüm hemen-şimdici ve ekonomist sapmaları her zaman reddetmiştir.

6. Devrimci örgüt, sınıfın bir organıdır. Organ, canlı bir vücudun canlı bir uzvu anlamına gelir. Bu organ olmadan, sınıf, hayati işlevlerinden birinden mahrum kalacak ve böylece çok geçmeden ufalacak ve sakat kalacaktır. Bu nedenle bu işlev sürekli olarak yeniden doğar, büyür, genişler ve kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyduğu organı yaratır.

7. Bu organ, sınıfın ani dürtülerine uymakla sınırlı, basit bir fizyolojik uzantısı değildir. Devrimci örgüt, sınıfın bir parçasıdır. Ne sınıftan ayrıdır ne de sınıfla aynı şeydir. Ne sınıfın varlığı ve bilinci arasında bir dolayımdır, ne de sınıf bilincinin tamamıdır. Sınıf bilincinin özel bir biçimidir, en bilinçli kısımdır. Böylece sınıfın bütününü değil, en bilinçli ve aktif kısmını yeniden bir araya getirir. Parti nasıl sınıf değilse, sınıf da parti değildir.

8. Sınıfın bir parçası olan devrimcilerin örgütü, ne bileşenlerin (militanların) toplamıdır ne de sosyolojik tabakaların (işçiler, çalışanlar, aydınlar) birliğidir. Canlı bir bütün olarak gelişir ve çeşitli hücrelerinin, bütünün en iyi şekilde çalışmasını sağlamaktan başka bir işlevi yoktur. Ne bireylere ne de belirli kategorilere ayrıcalık tanır. Sınıfın suretinde örgüt, kolektif bir beden olarak ortaya çıkar.

9. Devrimci örgütün tamamen serpilmesinin koşulları, bir bütün olarak proletaryanın devrimci olgunlaşmasına izin veren koşullarla aynıdır:

  • uluslararası boyutu: proletaryanın suretinde örgüt, burjuvazinin dayattığı ulusal çerçeveyi kırarak doğar ve yaşar. Sermayenin milliyetçiliğine karşı, tüm ülkelerde sınıf mücadelesinin uluslararası hale gelmesini savunur;
  • tarihsel boyutu: sınıfın en ileri kesimi olarak örgüt, sınıfa karşı tarihsel bir sorumluluğa sahiptir. Geçmişteki işçi hareketlerinin yeri doldurulamaz deneyimlerini arkasına aldığı için, dünya proletaryasının genel, tarihsel amaçlarının en bilinçli ifadesidir.

Hem sınıfa hem de onun siyasal örgütüne üniter bir form veren tam da bu etkenlerdir.

10. Devrimci örgütün faaliyeti yalnızca üniter bir bütün olarak anlaşılabilir; bileşenleri birbirinden ayrı değil, birbirine bağımlıdır. Bu faaliyet şunları içerir:

  • detaylandırılması sürekli bir çaba isteyen ve asla nihai olarak sabitlenmeyen veya tamamlanmayan teorik faaliyet. Bu hem gerekli hem de yeri doldurulamazdır;
  • sınıfın ekonomik ve politik mücadelelerine müdahale etme faaliyeti. Teorinin propaganda ve ajitasyon yoluyla bir savaş silahına dönüştürülmesi, örgütün mükemmel pratiğidir;
  • organlarının gelişmesini ve güçlendirilmesini, örgütsel kazanımların korunmasını sağlayan örgütsel faaliyetler, ki bunlar olmadan niceliksel büyüme (yeni üyeler) niteliksel bir gelişmeye dönüşemez.

11. Akım'da ifade edilen siyasal ve örgütsel idrak eksikliklerinin çoğu, EKA'nın başlangıçta benimsediği teorik çerçevenin unutulmasına, kapitalizmin çöküş teorisinin ve bu teorinin müdahalemizdeki pratik sonuçlarının yeterli şekilde özümsenememesine dayanır.

12. Devrimci örgütün özsel doğası sabit kalsa da, işlevinin özellikleri, kapitalizmin yükseliş ve çöküş evrelerinde niteliksel olarak farklıdır. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen devrimci kasılmalar, devrimci örgütün belirli varoluş biçimlerini geçersiz kılarken, on dokuzuncu yüzyılda embriyonik halde ortaya çıkan diğerlerini geliştirmiştir.

13. Kapitalizmin yükseliş dönemi, devrimci siyasal örgütlere kendine özgü ve dolayısıyla geçici bir biçim vermişti:

  • kooperatiflerin, sendikaların ve partilerin aynı örgütte var olabildiği melez bir formu vardı. Marx'ın çabalarına rağmen, sendika mücadelesi ön plana çıkarken örgütün siyasal işlevi arka plana itilmişti;
  • belirli toplumsal kategorilerin (gençler, kadınlar, kooperatifçiler) önemli kesimlerini ve hatta belirli ülkelerdeki işçi sınıfının çoğunluğunu yeniden bir araya getiren kitle örgütlerinin oluşumu, sosyalist örgüte, bir devrimci örgüt olarak asıl işlevini azaltma eğiliminde olan gevşek bir biçim verdi.

Ekonomik ve politik anlık reformların imkan dahilinde olması, sosyalist örgütün eylem alanını değiştirdi. Komünist Manifesto'da kabul edilen, komünizmin daha geniş perspektifi karşısında, aşamacılık ve anlık mücadele ağır bastı.

14. Devrim için nesnel koşulların olgunlaşmamış olması, organik olarak birbirine bağlı olması gereken görevlerin özelleşmesine, örgütün işlevinin atomize edilmesine yol açtı:

  • uzmanlara ayrılan teorik görevler (marksist ekoller, profesyonel teorisyenler);
  • daimi sendikal ve parlamenter temsilciler ("profesyonel devrimciler") tarafından yürütülen propaganda ve ajitasyon görevleri;
  • parti tarafından maaşa bağlanan memurlar tarafından yürütülen örgütsel görev.

15. Çoğunluğu kırsal kesimden ya da zanaat atölyelerinden yeni çıkmış olan proletaryanın toyluğu ve kapitalizmin henüz yeni kurulmuş uluslar çerçevesinde gelişmesi, devrimcilerin örgütlenmesinin gerçek işlevini gizlemişti:

  • siyasal ve örgütsel gelenekleri olmayan, hâlâ dini aldatmacalardan etkilenen, eski bağımsız üretici konumlarına yönelik bir nostaljinin tutsağı olan proleterleşmiş kitlelerin muazzam büyümesi, proletaryayı örgütleme ve eğitme çalışmalarının gereğinden fazla rol almasına neden oldu. Örgütün işlevi, henüz kültürden yoksun olan ve erken döneminin illüzyonlarından muzdarip bir sınıfa bilinç ve "bilim" aşılamak olarak görülüyordu;
  • proletaryanın sanayileşmiş uluslar çerçevesinde büyümesi, sosyalizmin uluslararası doğasını gizledi (uluslararası sosyalizmden çok "Alman sosyalizmi" veya "İngiliz sosyalizmi" hakkında konuşuldu). Birinci ve İkinci Enternasyonaller, tek ve merkezi bir dünya sosyalizminin olmaktan çok, ulusal kesimlerin federasyonu olarak faaliyet gösterdiler;
  • örgütün işlevi ulusal bir işlev olarak görülüyordu: her ülkede sosyalizmin inşası ve bunun birleşik bir 'sosyalist' devletler federasyonu tarafından taçlandırılması (Kautsky);
  • örgüt, görevi halkı seçimler yoluyla sosyalist programa çekmek olan 'demokratik' halkın örgütü olarak görülüyordu.

16. Bu tarihsel dönemin geçici özellikleri, parti ile sınıf arasındaki ilişkileri yanlışladı:

  • devrimcilerin rolü, genelkurmay oluşturacak şekilde bir liderlik rolü gibi görünüyordu. Sınıfın başlıca erdemi askeri disiplin ve liderlere boyun eğmek olarak görülüyordu. Herhangi bir orduda olduğu gibi, hedeflerinin (ikamecilik) ve hatta mücadele yöntemlerinin (sendikacılık) başarıya ulaşması için görevlendirilen "şefler" olmadan, sınıf var olamazdı. Parti, 'sosyalist demokrasi'ye kazanmayı amaçladığı "bütün halkın" partisiydi. Böylece, partinin sınıfsal işlevi, demokrasi bataklığında ortadan kayboldu.

İkinci Enternasyonal'in sol kanadının ve erken dönem Üçüncü Enternasyonal'in savaştığı şey, partinin işlevindeki bu yozlaşmaydı. Komünist Enternasyonal'in, eski iflas etmiş Enternasyonal'in bazı kavramlarını (kitle partileri, cephecilik, ikamecilik) devraldığı gerçeği, günümüz devrimcileri için örnek alınmaması gereken bir gerçektir. Örgütün işleviyle ilgili bu deformasyonlardan kopuş, tarihsel çöküş çağının dayattığı hayati bir zorunluluktur.

17. Savaşı izleyen devrimci dönem, devrimcilerin işlevinde köklü, geri dönüşü olmayan bir değişiklik anlamına geliyordu:

  • örgütün, ister hala küçük çapta, isterse de gelişmiş bir parti olsun, artık sınıfı ve dolayısıyla tüm sınıfın eylemi olan devrimi hazırlama veya örgütleme görevi yoktur;
  • örgüt ne bir eğitimcidir, ne de sınıfın militanlarını hazırlayan ve yöneten bir genelkurmaydır. Sınıf kendisini devrimci mücadele içinde eğitir ve "eğitimcilerin" de bu mücadeleler tarafından "eğitilmesi" gerekir.
  • örgüt artık özel grupları (gençler, kadınlar, kooperatifçiler vb.) tanımaz.

18. Bu nedenle, devrimci örgüt, sınıfın ve işçi konseylerinin üniter örgütü olmasa bile, doğrudan üniter bir niteliğe sahiptir. Daha geniş bir birlik olan ve kendisini doğuran dünya proletaryası içindeki bir birliktir:

  • artık ulusal ölçekte değil, dünya ölçeğinde, farklı 'ulusal' kollarını gizleyen bir bütün olarak ortaya çıkmaktadır;
  • programı tüm ülkelerde, Doğu'da ve Batı'da, gelişmiş ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde aynıdır. Eşitsiz kapitalist gelişmenin ve kapitalizm öncesi anakronizmlerin devamlılığının bir ürünü olan ulusal “özgünlükler” bugün hâlâ mevcut olsa da, bunlar hiçbir şekilde örgüt programının birliğinin reddedilmesine yol açamaz. Program ya dünya çapındadır ya da bir hiçtir.

19. Devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması (proletaryanın yoğunlaşması, daha birleşik, daha nitelikli, önceki yüzyıllarda olduğundan daha üstün bir entelektüel düzeye ve olgunluğa sahip bir sınıfın bilincinin homojenleşmesi) devrimci örgütün hem biçimini hem de amaçlarını derinden değiştirmiştir:

a) Biçiminde;

  • geçmişe göre daha kısıtlı, ancak programı ve siyasal etkinliği tarafından seçilmiş daha bilinçli bir azınlıktır;
  • on dokuzuncu yüzyılda olduğundan daha kişilerüstüdür ve militan kitleleri yöneten bir liderler örgütü görünümü ortadan kalkmıştır. Şanlı liderlerin ve büyük teorisyenlerin dönemi sona ermiştir. Teorik derinleşme gerçekten kolektif bir görev haline gelmiştir. Örgütün bilinci, milyonlarca “anonim” proleter savaşçının suretinde, bireysel bilinçlerin aşılıp tek bir kolektif bilinçte bütünleştirilmesi yoluyla gelişir;
  • büyük ölçüde, ulusal seksiyonların yan yana dizilişinden başka bir şey olmayan 1. ve 2. Enternasyonallerin aksine, çalışma tarzı daha merkezidir. Devrimin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceği bir tarihi dönemde, devrimcilerin yeniden bir araya gelmesine yönelik dünya çapındaki eğilimin bir ifadesidir. Bu merkezileşme, 1921'den sonra Komünist Enternasyonal'in yozlaşan görüşlerinin aksine, devrimcilerin dünya çapındaki faaliyetinin belirli bir ulusal parti tarafından özümsenmesi anlamına gelmez. Bir çok ülkede var olan tek bir organın faaliyetlerinin, bir parçanın diğer parçalar üzerinde hakimiyet kurmadan kendi kendini düzenlemesi anlamına gelir. Bütünün parçalar üzerindeki önceliği, parçanın yaşamını koşullandırır;

b) Amaçlarında:

  • savaşların ve devrimlerin tarihsel evresinde nihai gerçekliğini keşfeder: komünizm için mücadele etmek, artık uzun vadeli bir amaç için basit propaganda yoluyla değil, dünya devrimi için büyük mücadeleye örgütün doğrudan katılması yoluyla olacaktır;
  • Rus Devrimi'nin gösterdiği gibi, devrimciler, talep edecek hakları ve ayrıcalığa sahip olmadıkları sınıf içinde ortaya çıkar ve ancak sınıf aracılığıyla var olurlar. Sınıfı ikame etmezler ve sınıf adına ne iktidarı elde ederler ne de devlet iktidarını ellerinde tutarlar;
  • esas rolü, sınıfın tüm mücadelelerine müdahale etmek ve devrim sonrasına kadar, proleter bilincin olgunlaşmasını katalize etmek gibi yeri doldurulamaz bir işlevi tam olarak yerine getirmektir.

20. Karşı-devrimin zaferi ve devletin totaliter tahakkümü, devrimci örgütün varlığını daha da zorlaştırmış ve müdahalesinin kapsamını daraltmıştır. Bu derin geri çekilme döneminde, örgütün teorik işlevi müdahale işlevine üstün gelmiş ve devrimci ilkelerinin korunması için teorik işlevin hayati olduğu ortaya çıkmıştır. Karşı-devrim dönemi şunları göstermiştir:

  • sınıftan izole edilmiş küçük çevreler, çekirdekler ya da ufak azınlıklar olarak devrimci örgüt, ancak devrime doğru yeni bir tarihsel yolun açılmasından sonra gelişebilir;
  • her ne pahasına olursa olsun 'üye toplamak', sayıların illüzyonu uğruna ilkeleri gözden çıkararak, örgütün işlevini kaybetmesine yol açar. Örgüte katılmak, programla bilinçli bir görüş birliğine ve gönüllülük esasına dayanmalıdır;
  • ancak Marksist teorik çerçeveye sağlam ve güçlü bir bağlılıkla örgütün varlığı sürdürülebilir. Keskin, teorik, politik ve militan bir seçimle, nicelik olarak kaybettiğini nitelik olarak kazanır;
  • elli yıllık karşı-devrimin güçlendirdiği bir kapitalizmin devasa baskılarına karşı zayıf proleter güçlerin direnişi için geçmişte olduğundan daha korumalı bir yerdir.

Bu nedenle, örgüt kendi için var olmasa da, sınıfın oluşturduğu örgütü kararlılıkla korumak, güçlendirmek ve devrimcilerin dünya çapında bir araya gelmesi için çalışmak hayati önem taşımaktadır.

21. Karşı-devrim döneminin sona ermesi, devrimci grupların varlık koşullarını değiştirmiştir. Devrimcilerin bir araya gelmesinde elverişli yeni bir dönem açılmıştır. Ancak bu yeni dönem hala bir ara dönemdir, çünkü partinin ortaya çıkması için gerekli koşullar, gerçek bir niteliksel sıçramayla yeterli hale getirilmemiştir.

Bu nedenle bir süreliğine, dünya partisinin kurulma eğilimini, fikirleri karşı karşıya getirme, ortak eylemde bulunma ve son adımda grupları birleştirme yoluyla ortaya koyan çeşitli devrimci grupların gelişim sürecini göreceğiz. Dünya partisinin kurulma eğiliminin gerçekleşmesi, hem devrime giden yolun açılmasına hem de devrimcilerin bilincine bağlıdır.

Her ne kadar 1968'den bu yana belirli aşamalara gelinmiş ve devrimci çevre içinde belirli bir seçilim gerçekleşmişse de, sınıf mücadelesinin yavaş gelişimi ve devrimci çevrenin henüz olgunlaşmamış karakteri göz önüne alındığında açıktır ki, partinin ortaya çıkışı ne otomatiktir, ne de iradeciliğin bir sonucudur.

22. Aslında, proletaryanın 1968'de tarihsel olarak yeniden güç kazanmasından sonra, devrimci çevrenin yeni dönemle başa çıkamayacak kadar zayıf ve toy olduğu ortaya çıktı. Karşı-devrim döneminde akıntıya karşı mücadele eden eski komünist solun ortadan kaybolması veya esnekliğini kaybetmesi, devrimci örgütlerin olgunlaşmasını zorlaştıran bir faktördü. Yavaş yavaş yeniden keşfedilen ve yeniden özümsenen komünist solun teorik kazanımından da öte, örgütsel kazanımlar (organik süreklilik) eksikti; ve bu kazanımlar olmadan teorinin hükmü yoktu. Örgütün işlevi, hatta gerekliliği, şayet alay konusu değilse, genellikle anlaşılmıyordu.

23. Bu organik sürekliliğin yokluğunda, '68 sonrası dönemin ortaya çıkardığı unsurlar, öğrenci ve itirazcı hareketin ezici baskısının şu biçimlerine maruz kaldı:

  • günlük yaşam ve kendini gerçekleştirmek hakkında bireyci teoriler;
  • marksizmin ya bir 'bilim' ya da kişisel bir değerler sistemi olarak görüldüğü çalışma çevresinin akademizmi;
  • işçiciliğin (uvriyerizm), solculuğun baskılarına boyun eğildiğini gizlediği bir aktivizm/hemen-şimdicilik.

Öğrenci hareketinin çürümesi ve sınıf mücadelesinin yavaş, eşitsiz hızı karşısında yaşadığı hayal kırıklığı, modernizm adı altında kuramsallaştırıldı. Ancak gerçek devrimci hareket, militanlığı ya keşişlere ait bir iş ya da yabancılaşmanın en yüksek aşaması olarak gören, en istikrarsız ve gayri ciddi unsurlarından da kendini arındırmış oldu.

24. Özellikle Polonya'dan bu yana, krizin gitgide daha geniş sınıf mücadelesi patlamalarına doğru bir yol açacağı çarpıcı bir şekilde doğrulanmasına rağmen, EKA dahil olmak üzere devrimci örgütler kendilerini, en az modernizm ve akademizm kadar tehlikeli olan başka bir tehlikeden kurtaramadılar: hemen-şimdicilik, ve onun ikiz kardeşleri olan bireycilik ve yüzeysellik. Devrimci örgüt, bu belaları kesin bir şekilde yok edebilmek için, öncelikle onlara karşı koyabilmelidir.

25. Son yıllarda EKA, küçük-burjuva sabırsızlığının en tipik biçimi ve Mayıs 1968'in kafası karışık ruhunun nihai vücut bulmuş hali olan hemen-şimdiciliğin korkunç etkilerinin sıkıntısını çekmiştir. Bu hemen-şimdiciliğin en çarpıcı biçimleri:

  1. Müdahalelerde ortaya çıkan ve iradeci 'üye toplama' anlayışında teorize edilen aktivizm. Örgütün yapay olarak değil, platform bazında titiz bir seçimle organik olarak oluştuğu unutuldu. 'Sayısal' büyüme, salt iradenin meyvesi değil, sınıfın kendisinin ve salgıladığı öğelerin olgunlaşmasıdır.
  2. Özellikle belirli müdahalelerde su yüzüne çıkan yerelcilik. EKA'daki bazı unsurların, yalnızca bir bütünün parçası olan 'kendi' yerel seksiyonunu sanki kişisel bir mülk, özerk bir varlıkmış gibi sunduklarını gördük. Uluslararası bir örgütün gerekliliği, bir kandırmacadan ibaret olarak ya da en iyi ihtimalle seksiyonlar arasındaki belirsiz bir dizi 'bağlantı' olarak görülerek, reddedilme ya da alay edilme noktasına kadar geldi.
  3. Lenin'in uzun zaman önce savaştığı ekonomizm, kendisini, her grevi sınıf mücadelesinin dünya çapındaki çerçevesine entegre etmektense kendi içinde görme eğiliminde ifade etmiştir. Akımımızın siyasal işlevi sıklıkla arka plana itildi. Devrimcileri, işçilerin hizmetindeki mücadelenin 'su taşıyıcıları' veya 'teknisyenleri' olarak değerlendirmek, gelecekteki mücadelenin maddi hazırlığını savunmaktır.
  4. Örgütün rolü ve işlevi hakkındaki bu anlayışsızlıkların son hali olan kuyrukçuluk (Suivism), grevleri basitçe, kendi pankartlarımızı saklayarak takip etme eğilimi biçimini almıştı. Sendikacılığın tüm gizli biçimlerinin açık ve uzlaşmaz bir şekilde kınanması konusunda tereddütler vardı. Harekette kalmak ve hareketin içinde daha hızlı bir yankı bulmak, sınıf tarafından ne pahasına olursa olsun tanınmak için ilkeler bir kenara konuldu.
  5. İşçicilik (Uvriyerizm), bu sapmaların nihai senteziydi. Solcularda olduğu gibi, belirli unsurlar "işçiler" ve "aydınlar", örgüt içindeki "liderler" ve "sıradan üyeler" hakkında en kaba türden demagojiyi geliştirdiler.

Belli bir sayıda yoldaşın örgütten ayrılması, hemen-şimdiciliğin çok ciddi bir hastalık olduğunu ve kaçınılmaz olarak örgütün politik işlevinin, teorik ve programatik temelinin inkar edilmesine yol açtığını göstermektedir.

26. Bütün bu solcu tipi sapmalar, örgütün platformundaki teorik bir yetersizliğin sonucu değildir. Bu sapmalar, teorik çerçevemizin ve özellikle de devrimci örgütün erişimindeki faaliyet ve müdahale biçimlerini derinden değiştiren kapitalizmin çöküş teorisinin yeterli özümsenememesinin sonucudur.

27. Bu nedenle EKA, programatik çerçevenin herhangi bir şekilde terk edilmesine şiddetle karşı çıkmalıdır; çünkü bu siyasal analizde hemen-şimdiciliğe sürüklemekten başka bir sonuç doğuramaz. Örgüt şunlara karşı kararlı bir şekilde savaşmalıdır:

  • deneyciliğe karşı, ki burada anlık olaylara ve olgulara odaklanmak, kaçınılmaz olarak oportünizmin ebedi kaynağı olan 'istisnai vakalar’ anlayışına yol açmaktadır;
  • rutinci bir ruh veya entelektüel tembellik biçimini alan tüm yüzeysellik eğilimlerine karşı;
  • teorik çalışma hakkında belirli bir güvensizliğe veya tereddüte karşı. Teorinin "gri" rengi, müdahalenin "pembe" renkleriyle zıtlaştırılmamalıdır. Teori, marksizm uzmanlarına mahsus bir şey olarak değil, kolektif düşüncenin ve herkesin bu düşünceye katılımının bir ürünü olarak görülmelidir..

28. Teorik ve örgütsel kazanımlarımızı korumak için, çocuksu bireycilik bir biçimi olan yüzeyselliğin şu kalıntılarını yok etmeliyiz:

  • parça parça, yöntemsiz ve kısa vadede çalışmak;
  • zanaatkâr yüzeyselliğinin ifadesi olan bireysel çalışma;
  • zamansız veya yapay eğilimlerin oluşumunda siyasal sorumsuzluk;
  • görevden çekilme veya sorumluluklardan kaçma.

Örgüt, günlük yaşamlarında militanların hizmetinde değildir; aksine, militanlar kendilerini örgütün geniş çalışmasına dahil etmek için günlük bir mücadele verirler.

29. Örgütün çöküş dönemindeki işlevinin net bir şekilde anlaşılması, 1980'lerin belirleyici döneminde kendi gelişimimiz için şarttır. Devrim bir örgütlenme sorunu olmasa da, devrimci azınlıkların sınıfın bir organı olarak var olabilmeleri için, çözmesi gereken örgütlenme sorunları, aşması gereken idrak eksiklikleri vardır.

30. EKA’nın varlığı, ancak olayların anlaşılmasında ve müdahalesinde en doğru yol olan Marksist yöntemin yeniden sahiplenilmesiyle garanti altına alınabilir. Örgütün tüm faaliyeti, yalnızca uzun vadeli olarak anlaşılabilir ve geliştirilebilir. Yöntem olmadan, kolektif bir ruh olmadan, tüm militanların sürekli çabası olmadan, her türlü hemen-şimdici sabırsızlığı dışlayan azimli bir tutum olmadan, gerçek bir devrimci örgüt var olamaz. Dünya proletaryası, EKA'yı yaratarak, varlığı gelecekteki mücadelelerde gerekli bir faktör olan bir organı yarattı.

31. Devrimci örgütün görevi, geçen yüzyıla kıyasla daha da zordur. Her bir üyesinden daha fazla şey talep eder; hala karşı-devrimin son etkilerinden ve ilerlemeler ve geri çekilmelerin damgalamayı sürdürdüğü bir sınıf mücadelesinin izlerinden muzdariptir. Örgüt, bütün bir dönem boyunca, zorlu koşullar içerisinde sık sık akıntıya karşı mücadele etmek zorunda kalacaktır.

Artık karşı-devrimin uzun gecesinin boğucu, yıkıcı atmosferinde yaşamak zorunda olmayan örgütün mevcut faaliyetleri, sınıf mücadelesine ve dünya ölçeğinde kitle hareketlerinin patlak vermesine elverişli bir dönemde yürütülmektedir. Fakat tüm bunlara rağmen, sınıf hareketinde anlık bir gerileme olduğunda, örgüt, düzenli bir şekilde nasıl geri çekileceğini bilmelidir.

Bu nedenle, devrimci örgüt, devrime kadar, sınıfı sarabilecek belirsizlik ve moral bozukluğu dalgalarına karşı kararlı bir şekilde nasıl mücadele edileceğini bilmelidir. En hayati görev, örgütün bütünlüğünün, ilkelerinin ve işlevinin savunulmasıdır. İçsel bir yıkım yaşamadan, zayıflık göstermeden direnmeyi öğrenmek, devrimciler için gelecekteki zaferin koşullarını hazırlamanın yoludur. Bunun için, hemen-şimdici sapmalara karşı sert bir mücadele verilmelidir; böylece devrimci teori kitleleri etkisi altına alabilir.

Örgüt, kendisini hemen-şimdiciliğin yaralarından kurtararak ve komünist sol tarafından korunan ve zenginleştirilen marksizmin yaşayan geleneğini geri kazanarak, kendisinin proletarya tarafından yaratılan yeri doldurulamaz bir araç olduğunu pratikte gösterecek ve böylece tarihsel görevini yerine getirebilecektir.

EK

Devrimcilerin faaliyetlerinin doğrudan, hatta belirleyici bir etkiye sahip olduğu dönemler, genel mücadeleler ve devrimci hareketler dönemleridir. Çünkü:

  • işçi sınıfı düşmanıyla doğrudan yüzleşmek zorundadır. Sınıf ya kendi alternatifini dayatır ya da aldatmaca ve provokasyonlara kapılır ve burjuvazi tarafından ezilmesine geçit verir.
  • sınıf, meclisleri ve konseyleri içinde, mücadeleyi yavaşlatmak ve saptırmak için mevcut tüm araçları kullanan burjuvazinin ajanları tarafından yürütülen sabotaj ve baltalama çalışmalarına maruz kalır.

Alman ve Rus devrimlerinin gösterdiği gibi, hareket için net siyasal konumlar ortaya koymak ve sınıf bilincinin homojenleşme sürecini hızlandırmak zorunda olan devrimcilerin varlığı, dengeyi değişik şekillerde değiştiren, belirleyici bir faktör olabilir. Özellikle, Lenin'in Nisan Tezleri'nde tanımladığı şekliyle, Bolşeviklerin bu alanda oynadığı temel rolü hatırlamamız gerekir:

"Burjuvazinin etkisi altında olan ve bu etkiyi proletarya içinde yayan tüm oportünist, küçük-burjuva unsurlar karşısında, partimizin bir azınlık olduğunun ve şimdilik İşçi Temsilciler Sovyetlerinde küçük bir azınlık oluşturduğunun farkında olunmalıdır... Kitlelere, İşçi Temsilciler Sovyetlerinin mümkün olan tek devrimci hükümet biçimi olduğu ve bu yüzden, bu hükümet burjuvazinin etkisinde kaldığı sürece bizim görevimizin kitlelere, taktiklerindeki hataları sabırla ve sistemli bir şekilde açıklamaktan, bunu yaparken de onların pratik ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmaktan başka bir şey olamayacağı açıklanmalıdır.” (4. Tez).

Bugünden itibaren EKA'nın varlığı ve mevcut görevlerinin gerçekleştirilmesi, geleceğin görevlerinin üstesinden gelebilmek için vazgeçilmez bir hazırlığı temsil etmektedir. Devrimcilerin genelleşmiş mücadele dönemlerinde rollerini yerine getirme kapasiteleri, mevcut faaliyetlerine bağlıdır.

1) Bu kapasite kendiliğinden doğmaz, siyasal ve örgütsel çıraklık süreciyle geliştirilir. Tıpkı tutarlı ve açıkça formüle edilmiş pozisyonlar gibi, bunları savunmak, yaymak ve derinleştirmek için gereken örgütsel kapasite de gökten düşmez; bunların hazırlıkları şimdiden yapılmalıdır. Almanya'daki devrimcilerin aksine, Bolşeviklerin, (1905'ten savaşa kadar olan) sınıf deneyimini dikkate alarak konumlarını geliştirme ve örgütlerini güçlendirme kapasitesinin, sınıfın devrimci mücadelelerinde belirleyici bir rol oynamalarına nasıl izin verdiğini tarih gösteriyor.

Bu çerçevede, komünist bir grubun temel hedeflerinden biri, genel olarak siyasal mücadelenin ilk aşaması olan zanaatkâr etkinlik ve örgütlenme düzeyinin ötesine geçmek olmalıdır. Müdahale etme, yayınlama, dağıtma, tartışma ve kendine yakın unsurlarla iletişimde olma görevlerinin geliştirilmesi, sistemleştirilmesi, düzenli olarak yerine getirilmesi, uğraşlarının merkezinde olmalıdır. Bu, örgütün, dağınık hücreler toplamı olarak değil, dengeli bir metabolizmaya sahip tek bir vücut olarak hareket etmesini sağlayan belirli organları ve işleyiş kuralları yoluyla gelişimini gerektirir.

2) Bugünden itibaren, devrimci örgüt, mücadelelerin gelişmesiyle birlikte tüm dünyada ortaya çıkan siyasal gruplar, tartışma çevreleri ve işçi grupları için uluslararası siyasal birlikteliğin tutarlı bir kutbunu temsil ediyor. Bir yayına ve müdahale gücüne sahip uluslararası bir komünist örgütün varlığı, bu grupların, konumlarını ve deneyimlerini karşı karşıya getirerek, kendilerini konumlandırmalarını, konumlarının devrimci tutarlılığını geliştirmelerini ve bazı durumlarda uluslararası komünist örgüte katılmalarını mümkün kılar. Böyle bir kutbun yokluğunda, bu tür grupların dağılması, cesaretlerinin kırılması ve yozlaşmaları (örneğin, aktivizm, yerelcilik ve korporatizm nedeniyle) çok daha olasıdır. Mücadelelerin gelişmesi ve devrimci yüzleşmeler döneminin yaklaşmasıyla birlikte bu rol, sınıf mücadelesinin doğrudan ürettiği unsurlar açısından daha da önemli hale gelecektir.

İşçi sınıfının düşmanıyla yüzleşme ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. Burjuva iktidarının devrilmesi o an için gerçekleştirilebilir olmasa bile, yaratılan sarsıntılar şiddetli ve sınıf mücadelesinin sonucu için belirleyici olacaktır. Bu nedenle devrimciler, ellerinden gelen her türlü imkanla, sınıf mücadelesine şimdiden, şu şekillerde müdahale etmelidir:

  • işçilerin mücadelelerini, taşıdıkları tüm potansiyelin gerçekleşmesi için mümkün olduğu kadar ileriye itmek;
  • azami sayıda sorunun gündeme getirilmesini ve genel siyasal perspektifler çerçevesinde azami sayıda ders çıkarılmasını sağlamak.

Rubric: 

EGEMEN SINIFIN SALDIRILARINA KARŞI KİTLESEL VE BİRLEŞİK BİR MÜCADELEYE İHTİYACIMIZ VAR!

Tüm ülkelerde, tüm sektörlerde, işçi sınıfı yaşam ve çalışma koşullarında dayanılmaz bir çöküntüyle karşı karşıya. Sağ veya sol, geleneksel veya popülist tüm hükümetler, dünya ekonomik krizi beterin beterine doğru giderken birbiri ardına saldırılar düzenliyor.

Yine de, zorlu bir sağlık krizinin yarattığı korkuya rağmen, işçi sınıfı tepki vermeye başlıyor. Son aylarda ABD'de, İran'da, İtalya'da, Kore'de, İspanya'da, Fransa'da ve İngiltere'de mücadeleler başladı. Bunlar kitlesel hareketler değil: grevler ve gösteriler hâlâ zayıf ve dağınık. Böyle olsa bile, egemen sınıf, yaygın, gürleyen öfkenin bilincinde olarak bunları dikkatle izliyor.

Egemen sınıfın saldırılarına nasıl göğüs gereceğiz? Herkes 'kendi' firmasında veya sektöründe tecrit edilmiş ve bölünmüş mü kalacak? Bu, güçsüzlüğün garantisi olacaktır. Öyleyse birleşik, kitlesel bir mücadeleyi nasıl geliştirebiliriz?

Yaşam ve çalışma koşullarının acımasız bir şekilde çöküşüne doğru

Fiyatlar, özellikle de gıda, enerji, ulaşım gibi temel ihtiyaçların fiyatları yükseliyor... 2021'de enflasyon, 2008 mali krizinde olduğundan bile daha yüksekti. ABD'de, 40 yılın en yüksek seviyesi olan %6,8'e ulaştı. Avrupa'da son aylarda enerji maliyetleri %26 arttı! Bu rakamların ardındaki somut gerçek, giderek daha fazla insanın beslenmek, kalacak yer bulmak, ısınmak, seyahat etmekte zorlanmasıdır. Dünya çapında gıda fiyatları %28 oranında arttı ve özellikle Afrika ve Asya'daki en yoksul ülkelerde bir milyardan fazla insan doğrudan yetersiz beslenme tehdidi altında.

Derinleşen ekonomik kriz, devletler arasında giderek daha şiddetli rekabete yol açmaktadır. Kârları korumak için, egemenlerin yanıtı her yerde, tüm sektörlerde, özelde veya kamuda her zaman aynıdır: personeli azaltmak, işi hızlandırmak, işçi sağlığı ve güvenliğine yapılan harcamalar da dahil olmak üzere bütçeleri kısmak. Ocak ayında Fransa'da kitleler halinde öğretmenler şok edici çalışma koşullarını protesto etmek için sokaklara çıktı. Personel ve malzeme eksikliğinden dolayı bu öğretmenler gündelik kapitalist cehennemin içerisinde yaşıyor. Gösterilerde, pankartlarda son derece haklı bir slogan vardı: "Bize olanlar Covid'den çok öncesine dayanıyor!"

Sağlık çalışanlarına yapılanlar bunu çok net bir şekilde göstermektedir. Salgın sadece ilaç, bakım emekçileri, hemşire, yatak, maske, koruyucu giysi, oksijen… her şeyin eksikliğine ışık tuttu! Pandeminin başlangıcından bu yana hastanelerde hüküm süren kaos ve bitkinlik, tüm hükümetlerin on yıllardır tüm ülkelerde yaptığı acımasız kesintilerin bir sonucudur. Dünya Sağlık Örgütü de son raporunda alarm zillerini çalmak zorunda kalmıştır: “İhtiyaçların yarısından fazlası karşılanmıyor. Dünya genelinde 900.000 ebe ve 6 milyon hemşire eksikliği var… Halihazırda var olan bu kıtlık, pandemi ve aşırı çalışan personel üzerindeki baskılarla daha da kötüleşti”. Pek çok yoksul ülkede, kapitalizmin kârlılığa dayanması gibi basit bir nedenle nüfusun büyük bir kısmı aşılara ulaşamadı.

______________________________________________________________________________________________________________________________________

İşçi sınıfı sadece sanayi işçilerinden oluşmaz: tüm ücretli işçileri, yarı zamanlı ve güvencesiz işçileri, işsizleri, birçok öğrenciyi, emekli işçileri içerir…

______________________________________________________________________________________________________________________________________

Kısacası evet, "Bize olanlar Covid'den çok öncesine gidiyor!". Salgın, aşılmaz krizini daha da kötüleştiren, ölmekte olan bir kapitalizmin ürünüdür. Bu sistem, özellikle sömürülenler ve yoksullar arasında halihazırda 10 milyon cana mal olan bir pandemi karşısında güçsüzlüğünü ve dağınıklığını göstermekle kalmayacak, aynı zamanda yaşam ve çalışma koşullarımızı bozmaya devam edecek, işten çıkarmaları artırmaya devam edecek. Çelişkilerinin ağırlığı altında, yeni ekolojik felaketleri kışkırtmak için sonu gelmeyen emperyalist savaşlara çıkarmaya devam edecek - bunların hepsi ve daha fazla kaosu, çatışmaları ve hatta daha da kötü salgınları kışkırtacak. Bu sömürü sisteminin insanlığa acı ve yoksulluktan başka sunacağı hiçbir şey yoktur.

Yalnızca işçi sınıfının mücadelesi başka bir perspektifin, komünizm ufkunun taşıyıcısıdır: yani her türlü baskının ortadan kaldırılacağı, sınıfsız, ulussuz, savaşsız bir toplumun. Tek gelecek ufku dünya komünist devrimidir.

Büyüyen bir öfke ve militanlık

2020'de tüm dünyanın üzerine kurşundan bir perde indi: tekrarlanan karantinalar, acil vakalar ve milyonlarca ölüm. 2019 yılında birçok ülkede gördüğümüz işçi militanlığının yeniden canlanmasının ardından, özellikle Fransa'da emeklilik “reformlarına” karşı verilen mücadeleyle birlikte, işçi mücadeleleri ağır biçimde durma noktasına geldi. Ama bugün bir kez daha öfke yükseliyor ve mücadeleci bir ruh zemin kazanıyor:

* ABD'de bir dizi grev Kellogs, John Deere, PepsiCo gibi endüstriyel alanlarda ve aynı zamanda New York'ta olduğu gibi sağlık sektörünü ve özel klinikleri vurdu;

* İran'da bu yaz, petrol sektöründeki 70'ten fazla tesisten işçiler, düşük ücretlere ve artan hayat pahalılığına karşı greve çıktı. Bu 42 yıldır görülmemiş bir şeydi!

* Güney Kore'de sendikalar, güvencesiz işlere ve eşitsiz ücretlere karşı daha fazla sosyal destek için bir genel grev örgütlemek zorunda kaldılar;

* İtalya'da, işten çıkarmalara ve asgari ücretin baskılanmasına karşı birkaç gün süren eylemler oldu;

* Almanya'da, kamu emekçileri sendikası, artan bir seferberlik karşısında, ücret artışları elde etmek için greve gitme tehdidi açıklamak zorunda kaldı;

* İspanya'da Cadiz'de metal işçileri ayda ortalama 200 avroluk bir ücret kesintisine karşı harekete geçti. Katalonya'daki kamu çalışanları, tahammül edilemez geçici çalışma uygulamalarına geçişe karşı çıktılar (300.000'den fazla devlet çalışanının güvencesiz işlerde çalışıyor). Mayorka'daki demiryollarında, Vestas, Unicaja'da, Alicante'nin metal işçileri arasında, farklı hastanelerde, hepsi işten çıkarmalara karşı mücadeleler verdi;

* Fransa'da da benzer bir hoşnutsuzluk, ulaşım, geri dönüşüm, eğitim alanlarındaki grevler veya gösterilerle ifadesini buldu;

* Üniversitelerde, toplu taşımada, sağlıkta ve diğer sektörlerde işçileri geri dönüştürerek grevleri ve diğer eylemleri gördüğümüz İngiltere'de de aynı durum geçerli.

Önümüzdeki mücadeleler için hazırlan

Bütün bu mücadeleler, işçi sınıfının, burjuvazinin kendisine dayatmaya çalıştığı fedakarlıkları kabul etmeye hazır olmadığını gösterdiği için önemlidir. Ama aynı zamanda sınıfımızın zayıflıkları olduğunu da kabul etmeliyiz. Tüm bu eylemler, işçileri her yerde bölen ve tecrit eden, mücadeleleri kontrol altına alan ve sabote eden sendikalar tarafından kontrol edildi. Cadiz'de sendikalar, sanki işçi sınıfının çıkarları sektörler ve sınırlar ötesinde kendi sınıf kardeşleriyle bağ kurmaktan değil de bölgesel veya ulusal çıkarların savunmasında yatıyormuş gibi, işçileri yerelliğe, "Cadiz'i kurtarmak" için bir "vatandaş hareketi"ne hapsetmeye çalıştılar! İşçiler de örgütlenmekte, mücadelelerin kontrolünü ele almakta, egemen genel asamblelerde bir araya gelmekte ve sendikaların dayattığı bölünmelere karşı mücadele etmekte zorlandılar.

İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu bir diğer tehlike, kendi çıkarları ve mücadele yöntemleriyle hiçbir ilgisi olmayan hareketlere katılarak sınıf taleplerini savunmaktan vazgeçmesidir. Bunu, Fransa'daki “Sarı Yelekliler”de veya daha yakın zamanda Çin'de, konut devi Evergrande'nin (Çin'in devasa borçluluğunun muhteşem bir sembolü) çöküşünde gördük ki, bunlar büyük ölçüde mahvolmuş küçük mülk sahiplerinin protestolarını kışkırttı. Kazakistan'da, enerji sektöründeki kitlesel grevler, sonunda, herhangi bir perspektifi olmayan bir “halk” isyanına dönüştü ve hızla iktidar için yarışan burjuva klikler arasındaki çatışmalara kapıldı. İşçiler, kapitalist devletin “bir şeyleri değiştirmesini” talep eden “vatandaşlar” olarak “halk” içinde çözüldükleri her seferinde, kendilerini güçsüzlüğe mahkûm ederler.

______________________________________________________________________________________________________________________________________

CPE'ye karşı hareket: gelecekteki mücadeleler için bir ilham kaynağı.

2006'da Fransa'da burjuvazi, diğer sektörlere yayılma tehdidinde bulunan kitlesel bir mücadele karşısında saldırısını geri çekmek zorunda kaldı.

O zamanlar, çoğu yarı zamanlı çalışan öğrenciler, Contrat Première Embauche (İlk İstihdam Sözleşmesi) veya CPE olarak bilinen ve düşük ücretli ve aşırı sömürülen işlere kapı açan bir "reforma" karşı ayaklandılar. İzolasyonu, bölünmeyi, sektörel taleplerini reddettiler.

Sendikalara karşı genel kurullarını her kesimden işçiye ve emekliye açtılar. Gençler için güvencesiz işlerle mücadelenin herkes için iş güvencesizliğine karşı mücadelenin bir simgesi olduğunu anladılar.

Sektörler ve nesiller arasında dayanışma yoluyla kazanan bu hareket, gösteri üstüne gösteri örgütleyerek, genişleyerek büyüdü. Burjuvaziyi korkutan ve onu CPE'yi geri çekmeye zorlayan bu birliğe doğru giden dinamikti.

______________________________________________________________________________________________________________________________________

Mücadeleyi hazırlamak için, mümkün olan her yerde bir araya gelip geçmiş mücadelelerin derslerini çıkarmak ve tartışmak zorundayız. İşçi sınıfının gücünü ifade eden ve tarihin belirli anlarında burjuvaziyi ve onun sistemini sarsan mücadele yöntemlerini ortaya koymak hayati önem taşımaktadır. Bunlar:

* “Benim” sektörüm, kasabam, bölgem ya da ülkemin ötesinde destek ve dayanışma arayışı;

* Hangi firma, sektör veya ülke olursa olsun mücadelenin ihtiyaçları hakkında mümkün olan en geniş tartışma;

* Her şeyden önce kontrolü sendikaların veya diğer burjuva çevreleme organlarının eline bırakmayan genel meclislerin kurulması yoluyla mücadelenin özerk örgütlenmesi.

Yarının birleşik ve özerk mücadelelerine hazırlanın!
 

Enternasyonal Komünist Akım, Ocak 2022

 

Bu bildiriyi militan güçlerimizin bulunduğu tüm ülkelerde dağıtıyoruz. Bu yazının içeriğini kabul edenler ekteki pdf'den indirebilir ve ellerinden geldiğince dağıtabilirler. Mart ayının ilk hafta sonu, sistemin krizini, sınıf mücadelesini ve devrimcilerin rolünü tartışacağımız İngilizce çevrimiçi açık toplantıları düzenliyoruz. Tartışmaya katılmak istiyorsanız, bize [email protected] adresinden yazın veya www.internationalism.org adresindeki web sitemizi takip edin.

Rubric: 

ICC International Leaflet

Egemen sınıf, savaş sunağında fedakârlıklar talep ediyor

18 ila 60 yaşları arasında bir erkekseniz ve ailenizle birlikte Ukrayna'daki savaş bölgelerinden diğer yüz binlerce kişiyle birlikte kaçmaya çalışıyorsanız, ilerleyen Rus ordusuyla savaşmak üzere askere alınacak, eşinizden, çocuklarınızdan ve yaşlı anne babanızdan zorla ayrılacaksınız. Şehirlerde kalırsanız, askeri hedeflere yönelik olduğu iddia edilen, ancak her zaman konutların, okulların, hastanelerin yok edildiği, yüzlerce sivilin öldürüldüğü (ilk kez Batı'nın 1991'deki şanlı Körfez Savaşı'nda duyduğumuz) “ikincil hasarlara” neden olan bombardıman ve füzelere maruz kalacaksınız. Eğer bir Rus askeriyseniz, size Ukrayna halkının sizi bir kurtarıcı olarak kabul edeceği söylenmiş olabilir, ancak bu yalana inanmanızın bedelini kanla ödeyeceksiniz. Bugün, emperyalist savaşın gerçeği tam olarak budur ve savaş ne kadar uzun sürerse, ölüm ve yıkımın bedeli o kadar büyük olacaktır. Rus silahlı kuvvetleri, Çeçenistan ve Suriye'de de yaptıkları gibi, bütün bir şehri yerle bir edebileceklerini gösterdi. Batı’nın Ukrayna'ya yığdığı silahlarsa yıkımı daha da büyütecek.

Karanlık bir çağ

Sağcı İngiliz gazetesi The Daily Telegraph, Ukrayna'daki savaşla ilgili son makalelerinden birinde şu manşeti attı: Dünya; yoksulluk, mantıksızlık ve savaşla dolu yeni bir Karanlık Çağa sürükleniyor (telegraph.co.uk).

Başka bir deyişle; kendi içinde çürüyen küresel bir sistemde yaşadığımız gerçeğini gizlemek giderek zorlaşıyor. COVID-19 salgınının etkisi, gezegenin karşı karşıya olduğu ekolojik felaketle ilgili son zamanlarda yapılan korkunç tahminler, ekonomik krizden kaynaklanan artan yoksulluk, emperyalistler arası çatışmaların keskinleşmesinin yarattığı çok belirgin tehdit ve önceleri marjinal olan kıyamet efsaneleri ve komplo teorilerinin körüklediği siyasi ve dini güçlerin yükselişi gösteriyor ki, köşe yazarları tüm bunların köklerini kapitalizmin çelişkilerinde aramaktan çok uzak olsalar da, Telegraph'ın manşeti gerçekliğin tasvirinden başka bir şey değildir.

20. yüzyılın başlarında zaten kullanışsız halde olan dünya sosyal sisteminin çöküşünde, Doğu Blokunun ve SSCB'nin 1989-91'deki çöküşüyle yeni ve son bir evreye girildiğini başından beri savunuyoruz. “Soğuk Savaşın” sona ermesinin yeni barış ve refah dolu bir dünya düzeni getireceği vaadine karşı, bu yeni evreye, artan kargaşa ve tırmanan militarizmin damga vuracağı konusunda ısrar etmiştik. 90'ların başında Balkanlar'daki savaşlar, 1991 Körfez savaşı, Afganistan, Irak ve Libya'nın işgali, Suriye'nin paramparça edilmesi, Afrika kıtasındaki sayısız savaş, Çin'in bir dünya gücü olarak yükselişi ve Rusya emperyalizminin yeniden canlanması, bu öngörüyü doğrulamıştır. Rusya'nın Ukrayna işgali, bu süreçte yeni bir adımı göstermektedir; eski blok sisteminin sona ermesi, önceden bağımlı ya da zayıflatılmış güçlerin emperyalist hiyerarşide kendileri için yeni bir pozisyon talep ettiği, herkesin herkese karşı çılgınca savaş verdiği yeni bir düzene yol açmıştır.

Avrupa'daki bu yeni savaşın ağırlığı

Avrupa kıtasındaki bu yeni açık savaş döneminin önemi küçümsenemez. Balkan savaşı halihazırda emperyalist kaosun daha çevre bölgelerden sistemin ana bölgelerine geri dönme eğilimini işaret ediyordu, ancak bu savaş, büyük emperyalist güçler arasındaki çatışma seviyesinin daha dolaylı olduğu, parçalanan bir devletin "içinde" bir savaştı. Bugün Avrupa’da, devletler arasındaki bir savaşa ve Rusya’yla batılı rakipleri arasında çok daha açık bir çatışmaya tanıklık ediyoruz. Eğer pandemi kapitalist çürümenin çeşitli düzeylerde (sosyal, sağlık, ekolojik vb.) hızlanmasını işaret ediyorsa, Ukrayna'daki savaş da, savaşın çöküş döneminde kapitalizmin yaşam biçimi haline geldiğinin ve askeri gerilimlerin ve çatışmaların dünya çapında yayıldığının ve yoğunlaştığının açık bir göstergesidir.

Rusya'nın Ukrayna'ya ilerlemesinin hızı, birçok uzmanı şaşırtmıştır ve biz de bunun bu kadar hızlı ve kitlesel olarak gerçekleşeceğinden emin değildik [1]. Bunun temel analiz çerçevemizdeki herhangi bir kusurdan değil, aksine, bu çerçevenin tam olarak kullanılmasında tereddüt etmekten kaynaklandığını düşünüyoruz. Çöküşün bu yeni aşamasının giderek artan kaotik, acımasız ve mantıksız askeri çatışmalarla belirleneceğini 90'lı yılların başında yazdığımız bazı önemli metinlerde zaten ayrıntılı olarak yer vermiştik [2]. Bu askeri çatışmalar kapitalizmin kendi bakış açısından bile mantıksızdır[3]. Yükseliş aşamasında, savaşlar, özellikle de sömürgeci yayılmanın yolunu açan savaşlar, kazananlar için belirgin ekonomik faydalar sağlamıştı. Çöküş dönemindeyse savaşlar giderek daha yıkıcı bir dinamik kazandı ve aşağı yukarı kalıcı hale gelmiş bir savaş ekonomisinin gelişimi, sermayenin üretkenliği ve kârları üzerinde büyük bir yük oldu. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'na kadar bile, çatışmaların sonunda, özellikle ABD ve SSCB olmak üzere, hala “kazanan” taraflar vardı. Ancak mevcut aşamada, dünyanın “başlıca” ülkeleri tarafından başlatılan savaşların bile hem askeri hem de ekonomik düzeyde bir fiyasko olduğu ortaya çıktı. ABD'nin Irak ve Afganistan'dan küçük düşürücü bir şekilde çekilmesi, bunun açık bir göstergesidir.

Bir önceki makalemizde, Ukrayna işgalinin Rusya'yı 1980'lerde Afganistan'da karşılaştığı ve bizzat SSCB'nin çöküşünde güçlü bir faktör olan bataklığın yeni bir versiyonuna sürükleyebileceğini belirtmiştik. Bunun böyle olacağını dair belirtileri şimdiden görmek mümkün: Ukrayna işgalinin önemli ölçüde silahlı bir direnişle karşılaşması, egemen sınıfın bazı kesimleri de dahil Rus toplumunun geniş kesimleri tarafından rağbet görmemesi ve başlıca rakiplerinden gelecek (Rusya nüfusunun çoğunluğunun karşı karşıya olduğu maddi yoksulluğu daha da derinleştirecek) bir dizi misilleme yaptırımı kışkırtması. Aynı zamanda, batılı güçler hem ideolojik olarak hem de silah temini ve askeri tavsiye yoluyla Ukrayna silahlı kuvvetlerine desteği artırıyor. Ancak bu öngörülebilir sonuçlara rağmen, işgalden önce Rus emperyalizmine yönelik baskılar, Rus güçlerinin Ukrayna etrafındaki seferberliğinin sadece bir güç gösterisiyle sınırlı kalma olasılığını her gün azaltıyordu. Özellikle, NATO'nun Ukrayna'ya genişleme ihtimalini ortadan kaldırmayı reddetmesi, Putin rejimi tarafından tolere edilemezdi ve başlattığı işgal, Ukrayna'nın askeri altyapısının çoğunu yok etmek ve Rusya yanlısı bir hükûmet kurmak gibi açık bir amaca sahip. Tüm bu projenin mantıksızlığı (ki bu proje eski Rus imparatorluğunu restore etmeye yönelik neredeyse mesih-vari bir vizyonla bağlantılı), ve er ya da geç yeni bir fiyaskoya yol açacağı yönündeki güçlü olasılık, Putin'i ve etrafındakileri kumar oynamaktan asla alıkoyamayacaktı.

Yeni emperyalist blokların oluşumuna doğru mu gidiyoruz?

Görünüşe bakılırsa, Rusya şu anda batı demokrasilerinden oluşan bir “Birleşik Cephe” ve ABD'nin açıkça lider bir rol oynadığı yeni güçlü bir NATO ile karşı karşıya. Rusya’nın, Ukrayna'da kazanılmaz bir savaşta çıkmaza girmesinden ve Rus yayılmacılığının ortak tehdidine karşı NATO'nun artan uyumundan en büyük faydayı görecek olan ABD’dir. Bununla birlikte, bu uyum kırılgandır: işgale kadar, hem Fransa hem de Almanya kendi oyunlarını oynamaya çalışıyor, diplomatik çözüm ihtiyacını vurguluyor ve Putin’le ayrı görüşmeler yürütüyordu. Savaş durumunun başlaması, ekonomilerine ABD'ye kıyasla çok daha doğrudan zarar verecek olmasına rağmen (örneğin, Almanya'nın fazlasıyla ihtiyaç duyduğu Rus enerji kaynaklarından mahrum kalması), hem Almanya’yı hem de Fransa’yı geri çekilmeye ve yaptırımların uygulanması konusunda anlaşmaya zorladı. Ancak AB'nin kendi silahlı kuvvetlerini geliştirme yönünde de adımlar atılıyor ve Almanya'nın silah bütçesini büyük ölçüde artırma kararına da bu açıdan bakmak gerekiyor. ABD burjuvazisinin, Rus gücüne karşı tutum konusunda büyük bölünmelerle karşı karşıya olduğunu da hatırlamak gerekir: Biden ve Demokratlar, Rusya'ya karşı geleneksel olarak düşmanca yaklaşımı sürdürme eğilimindedir, ancak Cumhuriyetçi partinin büyük bir kısmı çok farklı bir tutuma sahip. Mesela Trump, işgal başladığında Putin'in “dehasına” olan hayranlığını gizleyememişti…

Yeni bir ABD blokunun oluşmasından çok uzaktaysak, Rus macerası da bir Rus-Çin blokunun oluşumuna doğru bir adım atmış değil. Son zamanlarda ortak askeri tatbikatlara katılmasına ve Çin'in daha önce Suriye gibi konularda Rusya'ya verdiği desteği ifade etmesine rağmen, bu olayda Çin, BM Güvenlik Konseyindeki Rusya'yı kınama oylamasında çekimser kalarak ve kendisini savaşın durdurulması çağrısında bulunan "tarafsız ara bulucu" olarak sunarak Rusya'dan uzaklaştı. Ve ABD'ye karşı ortak çıkarlar paylaşmalarına rağmen, Rusya ve Çin'in özellikle Çin'in “Yeni İpek Yolu” projesi konusunda kendi uyuşmazlıkları olduğunu biliyoruz. Bu uyuşmazlıkların arkasında, Rusya'nın kendisini, Çin'in yayılmacı emellerine tabi kılmamaya yönelik temkinliliği yatmaktadır.

Özellikle küresel statüsünü yükseltme çabalarında Rusya'ya kur yapan, ancak aynı zamanda Libya’daki ve Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki savaşlar konusunda Rusya ile çatışmaya giren Türkiye'nin oynadığı rol de bu durumda bir diğer istikrarsızlık faktörü olarak ortaya çıkıyor. Türkiye şimdi de Rus savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan Karadeniz'e ulaşmasını engellemekle tehdit etti, ancak bu eylem de tamamen Türk ulusal çıkarları temelinde hesaplanacaktır.

Ancak, 24. EKA Kongresi'nde, “Uluslararası duruma ilişkin karar” metnimizde yazdığımız gibi, uluslararası emperyalist ilişkilerin hâlâ merkezkaç eğilimlerin damgasını taşıması, "nükleer mahşer tehdidi içinde kaldığımız Soğuk Savaş döneminden daha güvenli bir çağda yaşadığımız anlamına gelmez. Aksine, çürüme evresi burjuvazi tarafından artan bir kontrol kaybı ile belirlenmişse, bu aynı zamanda egemen sınıf tarafından biriktirilen ve önceki döneme göre çok daha fazla sayıda ulus devlete dağıtılan geniş yıkım araçları için de geçerlidir.  Savaşa doğru disiplinli askeri bloklar tarafından yönetilen kontrollü bir yürüyüş görmesek de, tek yönlü savaşların patlak vermesi ve barbarlığa sürüklenmenin daha da hızlanmasına neden olacak korkunç kazalar ihtimalini göz ardı edemeyiz" [4].

Rusya'yı tecrit etmeye yönelik sağır edici uluslararası kampanya ve Rusya’nın Ukrayna'daki stratejisini engellemeyi amaçlayan pratik önlemlerle karşı karşıya kalan Putin, nükleer savunmasını yüksek alarma geçirdi. Bu, şimdilik yalnızca açık bir tehdit olabilir, ancak dünyanın sömürülenleri, egemen sınıfın herhangi bir bölümünün eninde sonunda makul olanı yapacağına güvenmeyi göze alamaz.

İşçi sınıfına ideolojik saldırı

Egemen sınıf, halkı ve her şeyden önce işçi sınıfını savaşa seferber edebilmek için bombaların ve top mermilerinin yanı sıra, ideolojik bir saldırı da başlatmalıdır. Rusya'da Putin'in ağırlıklı olarak, Ukrayna'yı yöneten "Naziler ve uyuşturucu bağımlıları" hakkındaki çiğ yalanlara güvendiği ve savaş hakkında ulusal bir uzlaşma oluşturmaya çok zaman harcamadığı görülüyor. Bu yanlış bir plan olabilir, çünkü kendi yönetici çevrelerinde, aydınlar arasında ve toplumun daha geniş katmanları arasında muhalefet sesleri var. Bir dizi sokak eylemleri düzenlendi ve yaklaşık 6.000 kişi savaşı protesto ettikleri için gözaltına alındı. Ayrıca Ukrayna'ya gönderilen askerlerin bir kısmında moral bozukluğunun olduğu da bildiriliyor. Ancak şimdiye kadar, onlarca yıllık Stalinizm tarafından devrimci geleneklerinden koparılan Rusya'da, işçi sınıfına dayanan savaş karşıtı bir harekete dair çok az iz var. İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu durum Ukrayna'da daha da karanlıktır: Rus işgalinin dehşetiyle karşı karşıya kalan egemen sınıf, halkı "vatan" savunması için seferber etmeyi büyük ölçüde başarmış, yüz binlerce kişi işgalcilere karşı ellerine geçirebilecekleri herhangi bir silahla direnmeye gönüllü olmuştur.  Yüz binlerce kişinin savaş alanlarından kaçmayı seçtiğini de unutmamalıyız, ancak burjuva demokrasi ve ulus idealleri için savaşma çağrısı, kesinlikle proletaryanın bir çok bölümü tarafından karşılık bulmuştur. Böylece, proletarya kendini, sınıf ayrımı gerçeğinin unutulduğu Ukrayna "halkı" içine karıştırmıştır. Ukraynalı anarşistlerin çoğunluğu bu halk cephesinin aşırı sol kanadını sağlıyor gibi görünüyor[5].

Rus ve Ukraynalı egemen sınıfların “kendi” işçilerini savaşa sürükleme kapasitesi, uluslararası işçi sınıfının homojen olmadığını gösteriyor. Burjuvazinin, uzun yıllardır işçi sınıfının -tüm zorluklarına ve aksiliklerine rağmen- emperyalist savaşın sunağında kendini feda etme isteksizliğiyle karşı karşıya kaldığı merkezi batı ülkelerinde durum farklıdır. Rusya'nın giderek sertleşen tutumuyla karşı karşıya kalan Batı'daki egemen sınıf, Kremlin macerasını doğrudan askeri güçle karşılamaktan özenle kaçındı. Ancak bu, yöneticilerimizin durumu pasif olarak kabul ettiği anlamına gelmez. Aksine, on yıllardır görülen en koordineli ideolojik savaş yanlısı kampanyaya, "Rus saldırganlığına karşı Ukrayna ile dayanışma" kampanyasına tanıklık ediyoruz. Basın, sağdan sola, Kremlin'deki delinin tehdidi altındaki Batı'nın demokratik ideallerinin bayraktarı olan “Ukrayna direnişini” yücelterek, Ukrayna yanlısı eylemleri duyuruyor ve destekliyor. Sadece Rus enerji kaynaklarına yönelik yaptırımların (ki bu insanların evlerini ısıtmasını iyice zorlaştırıyor) enflasyon baskılarını artırması nedeniyle değil, aynı zamanda "demokrasiyi" savunmak istiyorsak,"savunma" harcamalarımızı artırmamız gerektiği için de fedakârlıklar yapılması gerektiği gerçeğini bize açıkça söylüyorlar. Liberal Observer'ın Baş Siyasi Yorumcusu Andrew Rawnsley'in bu hafta söylediği gibi:

“Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından gelen silahsızlanmadan bu yana, Birleşik Krallık ve komşuları, 'barış payını' yaşlanan nüfusa normalde vereceklerinden daha iyi sağlık hizmeti ve emekli maaşı vermek için harcadılar. Çin ve Rusya giderek daha saldırgan hale gelse de, savunmaya daha fazla harcama yapmak konusundaki isteksizlik devam etti. Şu anda, NATO'nun 30 üyesinin yalnızca üçte biri GSYH'nın %2'sini silahlı kuvvetlere harcama taahhüdünü yerine getiriyor. Almanya, İtalya ve İspanya bu hedefin çok gerisinde kalıyor.

Liberal demokrasilerin, soğuk savaş sırasında sergiledikleri, despotluğa karşı kendi değerlerini savunma azmini acilen yeniden keşfetmesi gerekiyor. Moskova ve Pekin'deki otokratlar, batının bölünmüş, çökmüş ve düşüşte olduğuna inanıyorlar. Onları haksız çıkarmak gerekiyor. Aksi takdirde, özgürlükle ilgili tüm söylemler, yenilgiden önceki gürültüden ibarettir[6]”. Daha açık olamazdı: Hitler'in dediği gibi, ya silahınız olabilir ya da tereyağınız; ikisine birden sahip olamazsınız.

Tam da işçi sınıfı bir dizi ülkede yaşam ve çalışma koşullarını savunmaya yönelik yeni bir eğilim belirtilerini göstermişken[7], egemen sınıfın bu büyük ideolojik saldırısı, demokrasinin savunulması için fedakârlık çağrısı, sınıf bilincinin gelişme potansiyeline karşı ağır bir darbe olacaktır.  Ancak kapitalizmin savaşla geçindiğine dair artan kanıtlar, uzun vadede, doğu ve batıdaki tüm bu sistemin gerçekten de "çökmüş ve düşüşte" olduğu, kapitalist sosyal ilişkilerin dünyadan sökülmesi gerektiği bilincinin ortaya çıkmasında da bir etken olabilir.

Ukrayna'da tanık olduğumuz dehşete ilişkin gerçek öfkeyi rayından çıkarıp emperyalist savaşa destek verilmesini sağlamaya çalışan mevcut ideolojik saldırılar karşısında işçi sınıfının enternasyonalist azınlıklarının görevi kolay olmayacaktır. Bu görev egemen sınıfın tüm yalanlarına cevap vermekle ve kapitalizmi ve değerlerini savunmak için kendisini feda etmenin aksine, işçi sınıfının kendi çalışma ve yaşam koşullarını savunmak için dişiyle tırnağıyla savaşması gerektiğinde ısrar etmekle başlar. Bu aynı zamanda, işçi sınıfının geçmişin devrimci mücadeleleriyle -her şeyden önce burjuvaziyi Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdirmeye zorlayan 1917-18 mücadeleleriyle- bağlantısını yenileyebilmesinin, ancak bu savunma mücadelelerinin gelişmesiyle ve proleter mücadelenin deneyimi hakkında derinlemesine düşünme yoluyla gerçekleşebileceğini göstermek anlamına gelir. Emperyalist savaşlara karşı savaşmanın ve insanlığın savaş kaynağı olan dünya kapitalist düzeninden kurtulmasının tek yolu budur!

Amos

 

[1] Bakınız: Ukrayna: Doğu Avrupa'da askeri geriliminin tırmanışı üzerine (tr.internationalism.org); Russia-Ukraine crisis: war is capitalism’s way of life | International Communist Current (internationalism.org)

[2] Özellikle: Orientation text: Militarism and decomposition | International Communist Current (internationalism.org)

[3] Geleceği olmayan bir sosyal sistemin bu temel mantıksızlığına elbette ideoloji ve psikoloji düzeyinde artan bir mantıksızlık eşlik ediyor. Putin'in akli durumuyla ilgili mevcut histeri, yarı gerçeğe dayanıyor, çünkü Putin kapitalizmin çürümesi ve popülizmin büyümesiyle ortaya çıkan lider türünün sadece bir örneği. Medya Donald Trump vakasını çoktan unuttu mu?

[4] Resolution on the international situation adopted by the 24th ICC Congress | International Communist Current (internationalism.org)

[5] Örneğin: CrimethInc. : Russian Anarchists on the Invasion of Ukraine : Updates and Analysis

[6] Liberal democracies must defend their values and show Putin that the west isn’t weak | Andrew Rawnsley | The Guardian

[7] Struggles in the United States, in Iran, in Italy, in Korea... Neither the pandemic nor the economic crisis have broken the combativity of the proletariat! | International Communist Current (internationalism.org)

Rubric: 

Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf Savaşı!

Çürüyen kapitalizmin tarihsel doğum yerinin kapılarında, Ukrayna'da bomba ve silahların gürültüsü ansızın yankılanmaya başladı. Birkaç hafta içerisinde, bu benzersiz ölçek ve vahşetteki savaş milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlıyı donmuş kış yollarına itti, sayısız insan yaşamını da Anavatan sunağında kurban etti. Harkov, Sumy ve İrpin şu anda harabeye dönmüş durumda. Tümüyle yerle bir edilmiş olan Mariopol endüstriyel limanında çatışma 5.000 binden fazla cana mal oldu. Bu savaşın yarattığı yıkım ve dehşet Grozni'nin, Felluce'nin ve Halep’in korkunç görüntülerini hatırlatıyor. Ama başka yerlerde aylar, kimi zaman da yıllar alan bir yıkım Ukrayna'da 'ölümcül bir tırmanış' olmadan gerçekleşti; sadece bir ayda, savaşan taraflar bütün güçlerini kıyıma sevk ederek Avrupa'daki en büyük ülkelerden birini harap ettiler.

Savaş çöken kapitalizm için korkunç bir karar anı. Ölüm makinelerini sergileyen burjuvazi, zamanını tüketmiş bütün egemen sınıflar gibi, dayanılmaz bir kibirle takındığı sahte uygarlık, barış ve merhamet maskesini düşürmektedir. Gerçek yüzünü, kitlesel katliam yüzünü, daha iyi gizleyebilmek için kudurmuş bir propaganda sağanağı yağdırıyor. Bucha ve yakın zamanda terk edilmiş diğer bölgelerde olduğu gibi, 19 ya da 20 yaşında, yeni yetme yüzleriyle katillere dönüşmüş yoksul Rus çocuklarının görünümü karşısında nasıl dehşete kapılmadan kalınabilir? Sözde 'halkın hizmetkarı', Zelensky'nin 18 ve 60 yaş arası bütün erkeklerin “genel askere alımı” kararıyla bütün bir nüfusu utanmazca rehin alması karşısında nasıl öfkeye kapılmayalım? Bombalanmış hastanelerin, dehşet ve yokluk içindeki sivillerin, yargısız infazların, kreşlere gömülmüş cesetlerin ve yetimlerin yürek burkan durumunun karşısında nasıl sarsılmadan kalınabilir?

Ukrayna'daki savaş, kapitalizmin baş döndürücü bir hızla kaos ve barbarlığa çöküşünün tiksindirici bir ifadesidir. Gözlerimizin önünde meşum bir tablo çiziliyor; geçen iki yılda kendisi kapitalizmin ucube bir ürünü olan Covid salgını bu süreci ciddi biçimde hızlandırdı [1]. Birleşmiş Milletlerin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, insanlığı ve bioçeşitliliği küresel düzeyde tehdit eden afetleri ve geri dönülmez bir iklim değişikliğini öngörüyor. ABD'de Trump'ın yenilgisi sonrasında olduğu gibi, büyük politik krizlerin sayısı artıyor; bu savaşın tekrar ortaya çıkardığı nükleer risk gibi terörizmin hayaleti de toplumun üzerinde uçuyor. Bütün bu olguların eş zamanlılığı ve birikimi talihsiz bir rastlantı değil; tersine, bu durum ölüm saçan kapitalizmin tarih önündeki yargısının infazıdır.

Rusya ordusu elbette “batı tarafından kuşatılmış Rus halkını” korumak ya da Kiev hükûmetinin “Nazileştirmesinin” mağduru olan Rusça konuşan Ukraynalılara “yardım etmek” için sınırı geçmedi. Benzer şekilde, Ukrayna’ya düşen bomba sağanağı, basının her seferinde bir katliamı açıklaması gerektiği zaman tekrarladığı gibi “deli bir otokratın hezeyanlarının” sonucu değil [2], diğer benzer durumlarda olduğu gibi, en başta çöküş içerisinde ve militarist burjuva toplumunun insanlığa yıkımdan başka sunacak bir şeyi kalmamasının sonucudur!

Bu savaşın özneleri, sınırlarındaki kaos ve kargaşayı, ölüm ve yıkımı umursamıyor. Putin ve çevresi için savaş, Batı'nın, Rusya’nın geleneksel nüfuz alanındaki ilerlemesi karşısında zayıflayan Rusya sermayesinin çıkarlarını ve dünyadaki konumunu savunmak üzere gerekli. Rusya burjuvazisi kendisini NATO'nun “mağduru” gibi sunsa da, Putin kendi saldırısının başarısızlığı üzerine, sözde koruduğu Rusça konuşan nüfus dahil olmak üzere, yoluna çıkan her şeyi yakıp yıkan dehşet bir katliam kampanyası yürütmekte asla tereddüt etmemiştir!

Benzer biçimde Zelensky ve onun etrafındaki yoz politikacı ve oligarklardan da beklenecek bir şey yok. Bu eski komedyen şu anda Ukrayna burjuvazinin çıkarları uğruna oynadığı omurgasız şaklabanlık rolüyle kariyerinin zirvesine ulaşmıştır. Zelensky, yoğun bir milliyetçi kampanyayla nüfusu bazen zor kullanarak da olsa silahlandırmayı ve “ulusun kahramanı” mertebesine çıkarılmış olan paralı asker çetelerini toplamayı başarmıştır. Şimdi ise Zelensky Batı başkentlerini turlayarak, parlamentolarda konuşarak daha fazla silah ve mühimmat temini için dilenmektedir. Sözde “kahramanca Ukrayna direnişine” gelince, yaptıkları bütün dünya ordularının yaptığından farklı değildir: katliam, yağma tutsaklara tereddüt etmeden kötü muamele edilmesi hatta tutsakların infaz edilmesi!
Bütün demokratik devletler Rusya ordusunun sebep olduğu “savaş suçlarına” karşısında bir infial pozu takınmaktalar. Bu tümüyle ikiyüzlülüktür! Tarih boyunca bu devletler, dünyanın her köşesinde harabeler ve cesetler yığmayı asla bırakmamıştır. “Rus devinin” mağdur ettiği nüfusların kaderine ağlayan aynı Batılı güçler, neo-Nazi Azov taburları dahil olmak üzere Ukrayna ordusuna gerekli bütün bombalama ve saldırı istihbaratını sağlamakta, eğitim vermekte ve astronomik sayılarda silah vermektedir!

Her şeyden öte, Amerikan burjuvazisi provokasyonlarını artırarak Moskova'yı daha başlamadan kaybedilmiş bir savaşa itmek için yapabileceği her şeyi yapmıştır. ABD’nin esas amacı, Rusya'yı tüketmek ve ABD gücünün esas hedefi olan Çin'in hegemonik amaçlarını kırmak için elini güçlendirmektir. Bu savaş aynı zamanda ABD'nin, Çin'in büyük emperyalist projesi “Yeni İpek Yolu’nu” frenlemesini ve engellemesini de mümkün kılmaktadır. Bu hedefle “büyük Amerikan demokrasisi” tümüyle akıl dışı ve barbarca bir askeri macerayı cesaretlendirmekte tereddüt etmemiş ve sonuç olarak da Batı Avrupa'nın yanında kaosu ve istikrarsızlığı artırmıştır.

Proletarya bir tarafa karşı diğerini tutmamalıdır! Proletaryanın savunacak bir vatanı yoktur ve burjuvazinin şovenist histerisine ve milliyetçiliğe karşı her yerde mücadele etmelidir! Savaşa karşı kendi silahları ve yöntemleriyle mücadele etmelidir!

Savaşa karşı mücadele edebilmek için kapitalizme karşı mücadele etmemiz gerekiyor

Bugün Ukrayna'da, 60 yıldan fazla süre Stalinizm tarafından ezilmiş proletarya ağır bir yenilgi almış ve milliyetçiliğin onu baştan çıkarmasına müsaade etmiştir. Rusya'da proletaryanın, savaş propagandası karşısında birazcık daha isteksiz olduğunu göstermiş olmasına rağmen burjuvazinin savaş itkilerini gemleyememiş olması, egemen kliğin işçilerin tepkisinden korkmadan cepheye 200.000 asker gönderebilmesinin sebebidir.

Bugün başlıca kapitalist ülkelerde, Batı Avrupa ve ABD'de, proletarya bu çatışmaya doğrudan karşı koyacak, enternasyonal dayanışmayı ve bütün ülkelerdeki burjuvaziye karşı mücadeleyi yükseltecek güce ve politik kapasiteye sahip değildir. Şu an için, katliamı durdurmak üzere kitlesel bir mücadeleye girip kardeşleşmeyi geliştirebilecek bir konumda değildir.

Buna karşın, her ne kadar mevcut propaganda dalgasını besleyen eylemler onu Ukrayna milliyetçiliği yanlısı çıkmazlara veya sahte alternatif olarak pasifizme itme riskini içerse de, Batı ülkelerinin proletaryası, sınıf mücadelesi deneyimleri ve burjuvazinin hilelerine hakimiyeti sayesinde, hala kapitalist sistemin ölüm sarmalının karşısında duran ana güvence olmayı sürdürüyor. Batı burjuvazisi, işçi sınıfının binlerce kişinin askere alınarak fiili çatışmaya itilmesi gibi bir fedakarlığı kabul etmeyeceğini bildiği için Ukrayna'ya doğrudan müdahale etmemeye dikkat etmektedir.

Her ne kadar aklı karışmış ve bu savaş yüzünden zayıflamış olsa da Batı ülkelerinin işçi sınıfı, Rusya ekonomisine yönelik yaptırımların ve askeri bütçelerdeki devasa artışın yaratacağı (tırmanan enflasyon, gündelik hayatın her alanında artan hayat pahalılığı, yaşam ve çalışma koşullarına yönelik bütün diğer saldırıların artışı gibi) yeni fedakarlıklara karşı direnişini geliştirme potansiyelini korumaktadır.

Proletarya şimdiden burjuvazinin talep ettiği bütün fedakarlıklara karşı durabilir ve karşı durmalıdır. Proletarya ancak mücadelesi yoluyla egemen sınıf aleyhine güçler dengesini değiştirerek onun ölümcül gücünü durdurabilir! Uzun vadede kapitalizmi yıkma yolunu açarak savaşlara son vermeye muktedir olan tek toplumsal sınıf, bütün zenginliğin yaratıcı olan işçi sınıfıdır.

Dahası, Rusya'da 1917'de sonraki yıl da Almanya'da ayaklanarak büyük bir devrimci dalgayla savaşa son verenin proletarya olduğunu tarih de göstermiştir. Ve bundan da önce, Dünya Savaşı sürerken, devrimciler proleter enternasyonalizminin temel ilkelerini tavizsiz bir biçimde savunarak görevlerini yerine getirmiştir. Şimdi de işçi hareketinin deneyimini aktarma sorumluluğu devrimcilere düşmektedir. Savaş karşısında ilk görev hep bir ağızdan, kararlılıkla enternasyonalizm bayrağını yükseltmektir çünkü sadece bu burjuvaziyi tekrar korkudan titretebilir!

EKA 4.4.22

[1] Çin'de salgın (özellikle Şangay'da görüldüğü gibi) ciddi biçimde geri dönüyor. Dünyanın geri kalanında da kontrol altında olmaktan çok uzakta.

[2] Elbette Hitler'den Esad'a, Hüseyin, Miloseviç, Kaddafi ya da Kim Jong-un gibi örneklere kadar, düşman sınıfın “liderlerinin” sık sık ciddi psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olduğu doğrudur.

Rubric: 

Enternasyonalizmi savunmak için vazgeçilmez bir kaynak: Zimmerwald Konferansı

İşçi sınıfının savaşa karşı mücadelesi, ancak onun kendi sınıf alanında mücadelesiyle ve enternasyonal birliğiyle ele alınabilir. Devrimci örgütler işçi sınıfının savaşa karşı kitlesel bir hareketini bekleyemez. Örgütler, enternasyonalizmin savunusunda kararlı bir öncü olarak hareket etmek ve sistemin yıkımının zorunluluğuna işaret etmek zorundadır. Bu da, savaşa karşı önceki mücadelelerin tavır ve derslerinin, devrimci örgütler ve işçi sınıfı tarafından yeniden sahiplenmesini gerektirir. Zimmerwald konferansı deneyimi bu açıdan aydınlatıcıdır.

Zimmerwald, İsviçre'de küçük bir köydür ve 1915 Eylül'ünde küçük bir konferansa ev sahipliği yapmıştır. Troçki'nin şaka yollu belirttiği gibi bütün enternasyonalistlerin birkaç taksiyle taşındığı bu Zimmerwald konferansı katılımcıları, 12 ülkeden gelen 38 delegeden oluşuyordu. Bu ufak grup içerisinde bile, sadece küçük bir azınlık savaşa karşı gerçekten devrimci bir tavrı savunmuştu. Sadece Lenin etrafındaki Bolşevikler ve kimi diğer Alman gruplar devrimci yöntemler ve devrimci hedefleri öne çıkarmıştı: yani, emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi, bütün savaşların sebebi olan kapitalizmin yıkımı. Diğer katılımcılar ise, ya merkezci bir konum almış, ya da ciddi biçimde sağa kaymıştı.

Zimmerwald'daki çetin tartışmaların sonucu, Bolşeviklerin devrimci sloganlarını kabul etmeyerek, birçok bakımdan merkez ve sol arasında karşılıklı bir tavizin ifadesi olan, dünya proletaryasına yönelik bir manifesto üretilmesi oldu. Yine de, bu manifestonun yüksek sesle savaşı mahkum etmesi, savaşa karşı sınıf eylemi çağrısı yapması, onun işçi sınıfı kitleleri içerisinde büyüyen savaş karşıtı hislere tercüman olabilmesini ve bu hisleri politikleştirmesini sağlayabildi.

Enternasyonalizm için mücadele politik örgütlenmeyi gerektirir

Zimmerwald örneği, devrimciler için savaşa karşı mücadelenin üç ayrık ama ilişkili düzeyde gerçekleştiğini gösterir:

  • Propaganda ve ajitasyon: Devrimciler sınıfın hareketlenmesini beklemediler; savaşa karşı ajitasyona, sınıfın tepki verebilmesinden çok önce, çatışmaların başladığı ilk günden başladılar. Devrimcilerin politik örgütler içinde birleşmesi, onların düzenli bir yayın ve kitlesel bildiriler aracılığıyla, ve daha sonrasında yükselen işçi mücadele organları ve konseyler içerisinde seslerini yükselterek propaganda ve ajitasyon geliştirebilmesini sağladı. Devrimciler bunu sadece kendilerini temsil ettikleri tekil bireyler olarak değil, sınıf hareketi içerisindeki belirli bir politik eğilimi temsilen yaptılar.
  • Örgütsel: Eski partilerin çoğunun ihaneti karşısında enternasyonalist azınlıklar, ya hainleri partilerden atmak ya da, çoğunlukla olduğu gibi, bu mümkün olmadığında, sağlıklı unsurları en fazla sayıda kazanmak ve yeni bir partinin, yeni Enternasyonalin temelini hazırlamak üzere mücadele etmek üzere örgütlü bir fraksiyon olarak hareket etmek zorunda kaldı. Bu hem merkezciliğe hem de oportünizme karşı, burjuvazi ve küçük burjuvazinin ideolojik etkisine karşı amansız bir mücadeleyi gerektiriyordu. Böylece özellikle Zimmerwald solu, 1919'da Üçüncü Enternasyonal'in kuruluşunun arkasındaki itici güç haline geldi. Ya savaş ya da yaklaşmakta olan devrim durumunda, Luxemburg, Liebknecht, John McLean ve Sylvia Pankhurst gibi tekil militanların kahramanlıkları, elbette yaşamsal olmakla beraber asla kendine başına yeterli olamazdı. Bunlar ancak net bir politik program etrafındaki kolektif bir örgütlenme çerçevesinde gerçek bir anlama sahip olabilirdi.
  • Teorik: Yeni dönemin özelliklerini kavrama zorunluluğu, sabırlı bir teorik açıklama çalışmasını, geri çekilip bütün durumu geçmişin ve gelecek perspektifinin ışığında yeniden değerlendirme yeteneğini gerektirir. Lenin, Bukharin, Luxemburg, Pannekoek ve diğerlerinin çabaları, sınıfın yeniden ortaya çıkan politik hareketinde yeni bir dönemin, sınıf mücadelesinin doğrudan devrimci hedeflere ulaşmak için yeni biçimler ve yeni yöntemler gerektirdiği bir dönemin doğduğu kavrayışının gelişmesini sağladı. Aralarında bir dizi soruna dair, örneğin Lenin ve Luxemburg arasında ulusların kendi kaderini tayini sorununda olduğu gibi, ciddi ayrışmalar bulunuyordu, ama bu onların daha önce olduğu gibi tutkulu ve yoğun biçimde tartışırken aynı zamanda savaşa karşı ortak bir tavır almasını engellemedi.

Burada daha fazla detaya giremesek de, okuyucularımıza şu yazıları incelemelerini öneririz:

https://en.internationalism.org/content/3154/zimmerwald-1915-1917-war-revolution 

https://en.internationalism.org/international-review/201508/13354/zimmerwald-and-centrist-currents-political-organisations-proletari

https://en.internationalism.org/wr/290_zimmerwald.html

Rubric: 

Kapitalist savaşlara ve barbarlığa kim son verebilir?

Şu anda, yalnızca Rusya ve Ukrayna'da değil, tüm dünyada İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yoğun savaş propagandası kampanyasını yaşıyoruz. Bu nedenle, savaş çığırtkanlığına proleter enternasyonalizminin mesajıyla yanıt vermeye çalışan herkesin, tartışma ve açıklığa kavuşturma, karşılıklı dayanışma ve destek, ve burjuvazinin savaş dürtüsüne karşı ciddi devrimci faaliyetlerin netleşmesi için bir araya gelme fırsatını değerlendirmesi elzemdir. Bu nedenle EKA; İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Hollandaca, İtalyanca, Almanca, Portekizce ve Türkçe olmak üzere çeşitli dillerde bir dizi çevrim içi ve yüz yüze halka açık toplantı düzenlemektedir, ve yakın gelecekte daha fazla toplantı yapmayı planlamaktadır.

Bu kısa yazı içerisinde, ciddi, kardeşçe ve olup bitenleri kavrama arzusuyla dolu bir atmosfer içinde gerçekleşen bu toplantılardaki tüm tartışmaları özetlemeye kalkışamayız. Bunun yerine, ortaya çıkan bazı ana sorulara ve temalara odaklanmak istiyoruz. Ayrıca sempatizanların, tartışmalar ve onların dinamikleri hakkında kendi görüşlerini sundukları bazı katkılarını da web sitemizde yayınlıyoruz[1].

Enternasyonalist ilkelerin önceliği

Toplantılardaki ilk ve muhtemelen en hayati tema, hepsinden önce batı ülkelerinin, Rus “ayısına” karşı "yürekli küçük Ukrayna’nın" savunulması için başlattıkları muazzam ideolojik baskılara rağmen, enternasyonalizmin temel ilkelerinin (hiçbir emperyalist kampa destek verilmemesi, tüm pasifist yanılsamaların reddedilmesi, uluslararası sınıf mücadelesinin savaşa gerçekten karşı çıkabilecek tek güç olduğunun doğrulanması) her zamanki gibi geçerli kaldığı konusunda geniş çaplı bir görüş birliğiydi. Bazıları bunların banal genellemelerden başka bir şey olmadığını söyleyebilir, ancak bunlar hiçbir şekilde hafife alınmaması gereken ve savaşa karşı herhangi bir sınıf muhalefetinin çok az belirtisinin bulunduğu mevcut iklimde öne sürülmeleri kesinlikle kolay olmayan konumlardır. Enternasyonalistler, şimdilik, akıntıya karşı yüzdüklerini kabul etmek zorundalar. Bu anlamda, 1914'te, Birinci Dünya Savaşı'nın ilk günlerine ve aylarına eşlik eden savaş histerisi karşısında ilkelerine bağlı kalma görevini üstlenen devrimcilerle benzer bir durumdalar. Ancak, işçi sınıfının savaşa karşı nihai tepkisinin, enternasyonalistlerin genel sloganlarını, kapitalist dünya düzenini yıkmayı amaçlayan bir eylem kılavuzuna dönüştürdüğü gerçeğinden de ilham alabiliriz.

Tartışmanın, görüş birliğinin daha az olduğu ikinci bir kilit unsuru, mevcut savaşın ciddiyetini anlama ihtiyacıydı. Ki bu savaş, Covid pandemisiyle birlikte, çürüme çağındaki kapitalizmin, insanlığın hayatta kalmasına karşı büyüyen bir tehdit olduğuna dair daha fazla kanıt sağlamıştır. Ukrayna'daki savaş, insanlığı üçüncü kez (ve kuşkusuz ki son olacak) bir dünya savaşına götürecek yeni emperyalist blokların oluşumuna zemin hazırlamasa bile, yine de, doğanın yıkımı ve ıstırap içindeki bir sistemin diğer tezahürleriyle birleştiğinde, sonunda bir dünya savaşı ile aynı sonucu verecek olan askeri barbarlığın yoğunlaşmasını ve genişlemesini ifade etmektedir. Bizim görüşümüze göre, mevcut savaş, kapitalizmin çürümesinin hızlanmasında önemli bir adıma işaret etmektedir; ki bu proletaryanın, sermayeye karşı bilinçli bir mücadele için kuvvetini toplayamadan ezilmesi tehdidini içeren bir süreçtir.

Tutarlı bir analiz ihtiyacı

İstikrarlı askeri blokların yeniden oluşturulduğunu gördüğümüzü belirten argümanı reddetme nedenlerimizi burada detaylandırmayacağız. Ama basitçe şunu söyleyebiliriz ki, emperyalist karşıtlıkların "iki kutuplaşmasına" yönelik gerçek eğilimlere rağmen, her emperyalist gücün kendi özel çıkarlarını savunma ve belirli bir dünya gücüne tabi olmaya direnme yönündeki karşıt eğilimin daha ağır bastığını düşünüyoruz. Ancak bu ikinci eğilim, egemen sınıfın giderek artan kontrol kaybıyla ve kaosa doğru giderek daha akıl dışı ve öngörülemeyen bir sürüklenmeyle eş anlamlıdır. Bu, birçok yönden, dünyanın rakip emperyalist bloklar tarafından "yönetildiği", yani sözde "Soğuk Savaş" olarak adlandırılan durumdan daha tehlikeli bir duruma yol açmaktadır.

Toplantıya katılan bazı yoldaşlar bu analiz hakkında sorular yönelttiler. Bazıları, örneğin İngilizce toplantılarda Communist Workers Organization (CWO) üyeleri, sistemin çürümesi kavramımıza açıkça karşıydılar. Ancak, tutarlı bir enternasyonalist konumun merkezi bir bileşeninin, durumun tutarlı bir analizini geliştirme kapasitesi olduğu konusunda şüpheye pek yer yoktur, bu kapasite olmadığı takdirde anlık olayların hızı ve öngörülemezliği nedeniyle yoldan sapma tehlikesi vardır. Ve Fransa'daki toplantılardan birinde, Cahiers du Marxisme Vivant'tan yoldaşların kendi savaş yorumlamalarının aksine, basit ekonomik açıklamaların, kısa vadede kâr arayışının, emperyalist çatışmanın gerçek kökenini ve dinamiğini açıklayabileceğini düşünmüyoruz çünkü ekonomik güdülere, askeri ve stratejik gereklilikler tarafından giderek daha fazla yön verildiği bir tarihsel bir çağdayız. Savaşın yıkıcı maliyetleri, bunun doğruluğuna ek kanıt olacaktır.

Dünya işçi sınıfının durumunun ve sınıf mücadelesine ilişkin perspektiflerin berrak bir analizini yapmak da, emperyalist çatışmanın kaynağının ve yönünün kavranması kadar önemlidir. Savaş kampanyasının, zaten derin bir özgüven ve özfarkındalık kaybı yaşayan bir işçi sınıfının bilincine ciddi darbeler indirdiği konusunda genel bir görüş birliği olsa da, toplantıdaki bazı katılımcılar, işçi sınıfının artık savaşın önünde bir engel olmadığı görüşüne meyilliydiler. Bizim yanıtımız, işçi sınıfına homojen bir kitle gibi muamele edilemeyeceği oldu. "Ulusun savunulması" için yapılan seferberlikle fiilen boğulmuş olan Ukrayna'daki işçi sınıfının, gerçek bir yenilgiye uğradığı açıktır. Ancak, herhangi bir muhalefetin acımasızca bastırılmasına rağmen savaşa karşı açıkça yaygın bir muhalefetin olduğu Rusya'da ve moral bozukluğu ve hatta isyan belirtilerinin olduğu Rus ordusunda durum farklıdır. Ama en önemlisi, merkezi batı ülkelerdeki proletaryanın ne ekonomik ne de askeri düzeyde kendini feda etmesine bel bağlanamaz, ki bu ülkelerin egemen sınıfı uzun zamandır, askeri maceraları için profesyonel askerlerden başka hiçbir şey kullanamamıştır. 1980’de Polonya'daki kitle grevlerinin ardından EKA, Lenin'in, dünya kapitalizmi zincirinde kırılmanın "en zayıf halkasında", yani az gelişmiş ülkelerde, 1917 Rusya’sını örnek alarak gerçekleşeceği teorisine yönelik eleştirisini geliştirdi. Bunun yerine, Batı Avrupa'nın siyasi olarak daha gelişmiş işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin genelleşmesinin anahtarı olacağı konusunda ısrar ettik. Gelecekteki bir makalede, dünya proletaryasının bileşiminde daha sonra meydana gelen değişikliklere rağmen, bu görüşün neden bugün hâlâ geçerli olduğunu düşündüğümüzü açıklayacağız [2].

Ne yapmalı?

Katılımcılar, devrimcilerin bu savaş karşısındaki özel sorumlulukları hakkında haklı bir kaygıyı paylaştılar. Fransızca ve İspanyolca toplantılarda bu konu tartışmanın ana odağıydı, ama bizim görüşümüze göre bazı yoldaşlar, enternasyonalist sloganlarımızın olayların gidişatı üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olma olasılığını abartarak aktivist bir yaklaşıma saptılar. Üniformalı proleterler arasındaki kardeşlik çağrısı örneğini ele alalım: Bu genel bir perspektif olarak tamamen geçerli olsa da, 1917-18'de Rusya ve Almanya'daki fabrikalarda ve sokaklarda gördüğümüz gibi daha genel bir sınıf hareketi gelişmeksizin, bu savaşın her iki tarafındaki savaşçıların birbirlerini sınıf yoldaşları olarak görme şansları çok azdır. Ve elbette, gerçek enternasyonalistler bugün o kadar küçük bir azınlık ki, genel sınıf mücadelesinin gidişatı üzerinde doğrudan bir etki yaratmayı bekleyemezler.

Ama yine de bu, devrimcilerin, kimsenin dikkate almadığı bir ses olmaya mahkum oldukları anlamına gelmiyor. 1914'te Lenin ve Luxemburg gibi, kendi sınıf kitlelerinden izole oldukları zaman bile enternasyonalizm bayrağını dikmenin, eski işçi örgütlerinin ihaneti karşısında ilkeler uğruna savaşmaya devam etmenin ve egemen sınıfın mazeretleri karşısında savaşın gerçek nedenlerinin derin bir analizini geliştirmenin gerekliliğini anlayan figürlerden ilham almalıyız. Aynı şekilde, farklı analiz ve bakış açılarına sahip olmalarına rağmen, enternasyonalistlerin bir araya gelme ve savaşa karşı ortak bir manifesto yayınlama kararlılığını dile getiren Zimmerwald ve diğer konferansların izinden gitmeliyiz. Bu anlamda, diğer devrimci örgütlerin bu toplantılara katılımını, tartışmaya katkılarını ve savaşa karşı komünist solun ortak bildirisi için sunduğumuz teklifimizi değerlendirmeye istekli olmalarını memnuniyetle karşılıyoruz[3]. CWO/ICT'nin teklifimizi reddetme kararına ancak üzülebiliriz, bu da gelecekteki bir makalede geri dönmek zorunda kalacağımız başka bir sorundur.

Bir diğer önemli konu da, yoldaşların kendi bölgelerinde veya ülkelerinde neler yapılabileceğine ilişkin sorularına yanıt olarak EKA’nın, uluslararası temasların ve faaliyetlerin kurulması ve geliştirilmesinin, yerel ve ulusal özgünlüklerin daha küresel bir analiz çerçevesine entegre edilmesinin önceliğini vurgulamasıydı. Uluslararası ölçekte çalışmak, devrimcilere izolasyona ve bundan kaynaklanabilecek moral bozukluğuna karşı mücadele etmek için bir araç sağlar.

Büyük bir emperyalist savaş, devrimci faaliyetlerin yalnızca devrimci siyasal örgütlerle ilişkili olduğunda anlamlı olduğu gerçeğini ancak vurgulayabilir. Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine raporumuzda yazdığımız gibi, "İşçi sınıfı devrimci militanları değil, devrimci örgütleri doğurur: militanlar ile sınıf arasında doğrudan bir ilişki yoktur"[4]. Bu, komünist solun örgütlerinin, bireysel yoldaşların kendilerini etrafında konumlandırabilecekleri militan bir referans noktası, bir çerçeve sağlama sorumluluğunu vurgular. Örgütler ise ancak bu yoldaşlardan aldıkları katkı ve aktif destekle güçlendirilebilir.

 

Amos

 

[1] Okurların katkılarına buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.

[2] https://en.internationalism.org/ir/1982/31/critique-of-the-weak-link-theory

[3] https://tr.internationalism.org/content/532/ukraynadaki-savas-hakkinda-enternasyonal-komunist-sol-gruplarinin-ortak-aciklamasi

[4] https://en.internationalism.org/specialtexts/IR033_functioning.htm

Rubric: 

MADRİD NATO ZİRVESİ BİR EMPERYALİST SAVAŞ ZİRVESİDİR

"Avrupa militaristleşiyor ve Soğuk Savaş'tan bu yana yaşanan en büyük askeri birlik hareketliliği gerçekleşiyor", "Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşı barışı yok etti ve güvenlik ortamımızı ciddi şekilde değiştirdi", Madrid zirvesinden yankılanan tehditkar başlıklar işte bunlar. Rusya'yla birlikte Çin'de açıkça "demokrasinin düşmanı" ilan edildi. Madrid Zirvesi açık bir savaş kışkırtıcılığı tatbikatıdır. Zirveden çıkan sözler burada alınan kararlarla desteklenmiştir. Silahlanmaya 200 milyar Euro harcanması, Baltık'tan Karadeniz'e kadar uzanan bir yay boyunca Doğu Avrupa ülkelerine 300.000 asker konuşlandırılması bu kararlar arasındadır. NATO Çin'i tehdit etmekte, Putin'e meydan okumakta. Bu zirve bir emperyalist savaş zirvesidir.

 

ABD emperyalizminin aracı: NATO

 

1949 yılında, ABD ile Rus bloğu arasındaki emperyalist çatışma bağlamında, ABD düşman bloğa karşı kilit bir araç olarak NATO'yu (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdu. NATO, ABD'nin müttefik orduları, gizli servisleri, istihbarat ağları ve silahlarını giderek Amerikan cihazlarına, patentlerine, malzemelerine ve protokollerine bağımlı hale getirerek kontrol etmesini sağlayan askeri ve siyasi bir ittifaktı. İttifak, müttefik bir ülkedeki herhangi bir askeri üssü NATO'nun, yani ABD'nin kullanımına açmaktadır.

 

1989'da Rusya bloğunun çöküşüyle birlikte, eskiden ABD vesayeti altında olan ülkeler bu kontrolden kurtulmaya çalıştı. Amerikan bloğu dağıldı ve bugün emperyalist bloklar artık yok. Ancak bu durum, dönemin ABD Başkanı Baba Bush'un vaat ettiği gibi barış, demokrasi ve refahın hakim olduğu "yeni bir dünya düzeni" getirmedi. Aksine, son 30 yılda gördüğümüz şey, diğer birçok yıkımın yanı sıra tarihteki en büyük mülteci göçüne yol açan, giderek kaotik ve kanlı savaşların (Irak, Afganistan, eski Yugoslavya, Suriye, Libya, Yemen vb.) çoğalması oldu. Bu çatışmalardan kaçan mülteci sayısı 2017'de 26 milyon, 2020'de 86 milyon; Mayıs 2022'de ise 100 milyon sınırını aştı[1].

 

Ukrayna'daki savaş ve halihazirda dünya çapında sürmekte olan 52 çatışma, bütün dünyayı kan gölüne çevirmiş durumda. 1990'da yayınladığımız Militarizm ve Çürüme[2] metninde de ortaya koyduğumuz gibi, "Körfez'deki savaşın da gösterdiği gibi içerisine girdiğimiz yeni tarihsel dönemde dünya, 'her koyun kendi bacağından asılır' eğiliminin sonuna kadar işleyeceği ve devletler arasındaki ittifakların emperyalist bloklara karakterini vermiş olan istikrardan uzak olacağı, ancak anlık acil ihtiyaçların hakim olacağı geniş bir serbest paylaşım alanı olarak görünmektedir. Bu durumda, Amerikan jandarmasının asgari bir düzen sağlamaya çalışmak için daha büyük ve acımasız askeri güç kullanacağı kanlı bir kaos dünyası olacaktır."[3].

 

ABD NATO'yu feshetmedi, bunun yerine NATO'yu eski müttefiklerini kontrol etmenin bir aracı olarak kullanmaya devam etti. Örneğin Almanya'da 20 ABD askeri üssü bulunmaktadır ve Alman ordusu NATO donanım ve yazılımına sıkı sıkıya bağlıdır.

 

Şubat 1990'da dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Rusya Devlet Başkanı Gorbaçov'a "ABD NATO çerçevesinde Almanya'daki varlığını sürdürse dahi, NATO'nun mevcut askeri yetki alanının bir santiminin bile doğuya doğru genişletilmeyeceği" sözünü vermişti.[4]

 

Kapitalistler arasında ve hatta devletler arasında, en kutsal anlaşmalar birkaç dakika içinde paçavraya dönüşür. Amerika Birleşik Devletleri verdiği sözün tam tersini yaptı. 1990'ların ortalarından itibaren NATO'yu eski Rus yörüngesindeki ülkelere doğru genişletti: Polonya, Baltık devletleri, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Macaristan vs.

 

Bu genişlemede her iki tarafın da karşılıklı çıkarı vardı. ABD, eski Rus uydularını bünyesine katarak Almanya ve Rusya'nın arasını açıyor, her ikisini de siyasi ve askeri baskı altında tutuyordu. Eski Sovyet ülkeleri ise, iki büyük komşularının emperyalist hırslarına karşı kendilerini savunmak ve NATO şemsiyesinin koruması altında kendi emperyalist iştahlarını tatmin etmek için güçlü bir destekçi kazanmış oldular.

 

NATO ve Ukrayna'daki Savaş

 

Bu "doğuya doğru genişleme" stratejisi, Putin'in demir yumruğu altında 1989'daki büyük çöküşün etkisinden bir ölçüde kurtulan ve emperyalist satranç tahtasında küresel bir rol oynamaya çalışan, Suriye'deki savaşa ve Afrika'daki çeşitli savaşlara dahil olan, Venezuela, İran, Nikaragua vb. ile ittifaklar kuran Rusya'nın çıkarlarıyla çatışmıştır.

 

Rusyan'nın bu geçmişin emperyalist gücünü yeniden kurma politikası, ABD'nin batıdan dayattığı demir perdeyle karşı karşıya geldi. Özellikle Ukrayna ve Gürcistan'ı NATO'ya dahil etme girişimleri Rusya'nın tahammül edemeyeceği bir kırmızı çizgi olmuştur. Bunlara karşı Rusya vahşi "özel askeri operasyonları" ile karşılık vermiştir.

 

2008 yılında Rusya, önce Gürcistan'ı savaşa sokup, ardından da Gürcistan içerisinde gerçekte Rus uydusu olan iki sözde "bağımsız" cumhuriyet, Güney Osetya ve Abhazya'yı tanımayı dayatarak Gürcistan'ı bir tuzağa çekmiş oldu.

 

2014 yılında Rusya, Kırım'ı işgal ederek ve Donbass'ta Rus hegemonyası altında askeri taşeron olarak hareket eden iki 'halk' cumhuriyeti ilan ederek, Ukrayna'ya karşı da benzeri operasyonu tekrarladı.

 

Ukrayna'da şu anki mevcut barbarca savaşın kökleri Rusya ve ABD arasındaki bu emperyalist mücadeleye dayanmaktadır, ancak açıkladığımız gibi ABD'de Kremlin'e bir tuzak kurmuştur: savaşın başlamasına kadar geçen süre boyunca ABD, aylarca bir yandan Ukrayna'da işgalin eli kulağında olduğunu söylemiş diğer yandan da işgal durumunda müdahale etmeyeceğini ilan etmiştir. Bu, ABD'nin 1990'da Saddam'ın Kuveyt'i işgal etmesine yeşil ışık yaktığını ima ederek Irak'a kurduğu tuzağın bir tekrarıydı. Putin bu yemi yuttu ve Ukrayna'ya saldırdı.

 

ABD Ukrayna'daki savaşı NATO'daki eski müttefikleri üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak için faydalandı. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere bu müttefikler, kendi emperyalist emellerinin peşinden gitmelerini engelleyen bu can sıkıcı ittifaktan kurtulmak istiyorlar. Macron yakın zamanda NATO'yu "beyin ölümü gerçekleşmiş" bir ittifak olarak tanımlamıştı. En azından bir süreliğine sözlerini yutmak zorunda kaldı. ABD NATO'nun gücünü yeniden tesis etti ve Biden Madrid'de şöyle dedi: "Vladimir Putin Avrupa'nın Finlandiya'laşmasını istiyordu. Elde edeceği şey Avrupa'nın NATO'laşmasıdır".

 

Madrid zirvesinde ABD, "Avrupalı müttefiklerini" kendisine daha sıkı bağlamak için, sankı Ukrayna'nın savunulması meselesi, Rus Golyat'ı tarafından ezilen Davut'u savunmakmış gibi, "Ukrayna'ya destek" konusunu sonuna kadar sömürdü Zelensky, yeni bir online konferansta, "toprak karşılığında barışı" takası üzerinde anlaşabilmek bahanesini öne sürerek "Rusya'yı aşağılamamak" yönünde bir tavır takındığı için Almanya ve Fransa'ya bir kez daha sitem etti. NATO zirvesi, ABD'nin Rusya'yı şu anda Donbass'ta muazzam bir insani ve maddi maliyetle durmuş halde olan, uzun bir savaşın kanlı bataklığına sürükleme politikası güttüğünü gösteriyor: Zelensky'ye göre her gün 60 ila 100 Ukraynalı asker ölürken, Rusya her gün 150 askerini kaybediyor, bu arada sivil ölülerden ise hiç bahsetmiyor. Bu savaşın en ciddi sonuçlarından biri de Afrika ve Asya ülkelerine buğday sevkiyatını felce uğratması ve BM'ye göre 197 milyon insanı etkileyen kıtlıklara yol açmasıdır.

 

Zirvenin hedeflerinden biri de Karadeniz'den Baltık'a kadar uzanan "Rus Ayısı" ile sınır aksında konuşlandırılmış NATO birliklerinin 40.000'den 300.000'e çıkarılmasıdır! Buna göre ABD 100.000 asker konuşlandıracak, Almanya 20.000 asker konuşlandırma sözü verdi, Fransa ise Romanya'ya 1.000 asker yerleştirdi. Aynı şekilde NATO Polonya'da devasa bir askeri üs açıyor, ABD İspanya'ya iki destroyer gönderiyor ve Rota üssünde bir füze savunma kalkanı kuruyor.

 

Madrid zirvesini önceki NATO zirveleriyle karşılaştırdığımızda, savaş çığırtkanlığında açık bir tırmanış görüyoruz: "Müttefiklerin bu yeni duruma yanıtı, doğu kanatlarında daha fazla asker, daha fazla silah, daha fazla mühimmat seferber etmek ve Moskova'ya karşı kaslarını esnetmek olacaktır". İkiyüzlü barış dili tavan arasına kaldırılırken bunun yerini savaş sloganları almış durumda. Tarihsel olarak "tarafsızlık" görüntüsü takınan Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya katılımı, savaş ateşini daha da körükleyerek tüm bu atmosferi daha da derinleştiriyor. Hem açık hem de gizli tüm bu adımların savaş kışkırtıcısı bir çatışma dinamiğinin parçası olduğu ve yeni savaşların tohumları olan yeni emperyalist gerilimlere zemin hazırladığı şüphesizdir.

 

Doğu Avrupa'daki güçlü militarizasyon ivmesini arkasına alan Polonya ve Baltık devletleri sürekli olarak daha fazla silah, daha fazla asker talebinde bulunmakta ve kendi hırslarını küstahça sergilemektedirler. "Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki Pazartesi günü ülke genelinde yüzlerce halka açık atış poligonu inşa edileceğini ve ulusal savunmada 'toplumu eğitmek' için ateşli silahlara erişim konusunda yeni bir yasa çıkarılacağını duyurdu. Morawiecki 'eğer Rusya Polonya'ya saldırmayı düşünürse, bilsin ki 40 milyon Polonyalı ellerinde silahlarla Polonya'yı savunmaya hazırdır"[5] dedi.

 

Zirve'de ele alınan konulardan bir diğeri de silahların, savunma sistemlerinin, siber savaş araçlarının vb. "teknolojik modernizasyonu" oldu. Bu, üye devletler tarafından karşılanacak ve her şeyden önce ABD'ye teknolojik bağımlılığı arttıracak büyük yatırımları içermektedir.

 

Bu bağlamda, NATO'nun "Stratejik Konseptinin" yenilenmesi, Madrid'de dayatılan ve sembolik olarak 10,000'den fazla üniformalı subayın şehri işgaline dönüşen savaş kışkırtıcısı atmosferi daha da güçlendirmektedir. NATO tarihinde ilk kez doğrudan Çin hedef gösterilmektedir: Stratejik Konsept "transatlantik güvenlikte 'demokratik çıkarlara, değerlere ve yaşam tarzına meydan okuyan otoriter aktörlerin' eylemlerinin damgasını vurduğu yeni bir dönemi müjdelemekte" ve Çin'in "uzay, siber ve denizcilik alanları da dahil olmak üzere kurallara dayalı uluslararası düzeni yıkmaya çalıştığı" sonucuna varmaktadır. Çin'in Pasifik'teki rakipleri olan Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Güney Kore Madrid'e davet edilerek sözden eyleme geçilmiştir. Bundan daha açık bir mesaj verilemezdi.

 

ABD'nin emperyalist dünya liderliğine yönelik başlıca tehdit Çin'den gelmektedir. Bu Asya devi, ABD egemenliğine meydan okumak için ekonomik-emperyalist bir strateji olan İpek Yolu'nu[6] uygulamaya koymuştur. ABD'nin Rusya'ya kurduğu tuzak da en nihayetinde Çin'i hedef almaktadır. Ukrayna'da uzun ve yıpratıcı bir savaşın içinde çekilen Rusya, Çin için bir dayanaktan çok bir yük haline gelmiştir. Çin, Rus müttefikini destekleme konusunda çok isteksiz davranmaktadır. Öte yandan Ukrayna savaşı Çin'in İpek Yolu'nu hem ekonomik hem de askeri açıdan istikrarsızlaştırıyor.

 

NATO'nun Stratejik Konseptinde Çin'in kara listeye alınması, dünyadaki savaşçı gerilimin tırmanmasında bir başka adımdır. Bu stratejik hamleyle ABD "Çin'i çevreleme" politikasını geliştirmektedir: ABD bir yandan Pasifik'te Çin'in rakipleriyle (Avustralya, Japonya, Güney Kore, Filipinler, Vietnam) ittifak kurarken; diğer yandan Çin'in müttefiki Rusya'yı ciddi şekilde zayıflatmaktadır; son olarak İpek Yolu'nu genişletme planları Ukrayna'daki savaşla istikrarsızlaştırılmaktadır.

 

Ancak emperyalist tırmanışta aynı derecede önemli olan, NATO'nun "Stratejik Konseptine" "güney kanadının", yani Afrika'nın da dahil edilmesidir. Burada İspanya, kendi çıkarlarını etkilediği için özellikle agresif bir tavır takınıyor (Sahra, Fas, Ceuta ve Melilla bölgelerinin savunulması, göç dalgalarına karşı koruma vb.). Ancak nihai hedef Rusya ve Çin'in Afrika'daki yayılmasını engellemektir. Rusya çeşitli Afrika çatışmalarında Wagner paralı askerlerini kullanırken, Çin askeri ve ticari anlaşmalar ağı örmektedir (örneğin Çin, Cibuti'de bir askeri üs kurmuştur).

 

Savaşın Kökeninde Kapitalizm Var

 

Zirve, şu anda dünyayı saran savaş çığırtkanlığına ivme kazandırıyor. Bu çatışmada ABD'nin öncü rolü ve siyasi-askeri kolu NATO'nun gücü pekişiyor.

 

Ancak bu başarı geçicidir. Rusya bloğunun çöküşünden bu yana, ABD'nin kendi "dünya düzenini" empoze etme kabiliyetinin zayıfladığını daha önce açıklamıştık. Ulus devletlerin hiçbir blok disiplinine uymadan kendi yoluna gittiği, giderek yıkıcı hale gelen yerel çatışmaların çoğaldığı, bütün devletlerin emperyalist hırslarının olağanca yıkıcılığıyla açığa çıktığı bir dünyada, Amerikan jandarmasının kaosu durdurmak için sahip olduğu tek araç militarizm, savaş ve silahlanmanın yaygınlaştırılmasıdır. Ancak bu güç gösterileri kaosu durdurmuyor, sadece daha da şiddetlendiriyor. "ABD askeri üstünlüğüyle övündüğü anda tüm rakipleri sinebilir, ancak bu geri çekilme taktiksel ve anlıktır. ABD kimin en güçlü olduğunu acımasızca hatırlatarak emperyalist egemenliğini ortaya koymaya çalıştıkça, Amerikan düzenini sorgulayanlar buna karşı çıkmakta daha kararlı hale gelecektir, çünkü bunlar için emperyalist düzendeki yerlerini koruyabilmeleri bir ölüm kalım meselesidir."[7]

 

Bu analiz, sermayenin en sol savunucuları ve hatta Podemos'a bağlı bakanların kurduğu tuzağı bozmak için hayati önem taşımaktadır; bu gruplar savaş geriliminden NATO'yu sorumlu tutmakta ve hatta kendilerine "tarafsız" bir duruş sergileme hak görmektedir: bunlar 'ne Putin ne de NATO' sloganı etrafında toplanıyorlar.

 

NATO emperyalist çatışmanın bir aracıdır, ancak ne savaşların ne de bu çatışmanın nedenidir. NATO'nun güçlendirilmesi ve militarist kibiri, Atlantikçi liderlerin kendilerinin bile giderek daha az inandığı vaatler barış ve demokrasi getirmeyecek olsa da, dünyayı kana bulayan barbarca savaşın tek nedeni de NATO değildir. İster NATO yanlısı ister NATO karşıtı olsun, tüm devletler savaşın öznesidir ve hepsi gezegenin kaotik bir çatışma sarmalına sürüklenmesinde pay sahibidir.

 

"NATO'ya hayır, üsler dışarı" diyen sol gruplar, savaşa ve emperyalizme hizmet etmektedirler. Bunlar NATO'nun "çok ulusluluğunu" reddederken, ulusal savunma adına savaşmamızı istiyorlar. Fransa'da Melenchon, bir yandan NATO'ya karşı çıkarken, diğer yandan da Fransa'nın "barışı koruma gücü olarak tepeden tırnağa silahlanmasını" savunuyor. Hatta bu ultra-militarist tasarımda, zorunlu askerlik hizmetinin geri getirilmesini önerecek kadar ileri gidiyor!

 

Proletarya, ister "NATO içinde" ister "NATO dışında" olsun, savaşı ve militarizmi reddetmelidir. "NATO'ya karşı çıkan" bu aşırı solcu savaş çığırtkanları sınıfa Milli Savunma zehrini enjekte etmektedir. İspanya'yı savunmak için öldürmemizi ve katletmemizi, "Ukrayna'ya silah gönderebilmek için" enflasyonu, işten çıkarmaları, yaşam koşullarımıza vurulan darbeleri kabul etmemizi istiyorlar. "NATO'nun Silahsızlandırılması" çağrısında bulunan Troçkist bir grup, "Avrupalı işçilerin, 1930'larda İspanya İç Savaşında olduğu gibi, mühimmat ve uluslararası işçi milisleri göndererek en geniş enternasyonalist dayanışmayı göstermeleri gerektiğini"[8] önermektedir. Bu tür "NATO karşıtı" argümanlarla sermayenin bu hizmetkarları tam da ABD ve NATO'nun istediğini önermektedir: işçilerin Ukrayna'daki emperyalist katliama katılması, ekonomik cephede kendimizi feda etmemiz ve cepheye sürülmemiz.

 

Opero ve Smolny 30-06-22

 

8. İşçi Demokrasisi isimli bu grubun sloganı: 'NATO ile ve onun jandarması Putin'in Ukrayna'yı bölmesine hayır!'

Tags: 

Rubric: 

Ukrayna'daki savaş

Rusya Deneyimi: Özel Mülkiyet ve Kolektif Mülkiyet

EKA'nın Önsözü

Aşağıda yeniden yayınladığımız yazı ilk olarak Gauche Communiste de France - GCF'nin yayın organı Intermationalisme'nin, Mayıs 1946'da yayınlanan 10. sayısında basılmıştır. Internationalisme kendisini İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Enternasyonal Komünist Sol tarafından yayınlanan Bilan ve Octobre dergilerinin ardılı olarak görüyordu. GCF'nin kökenleri bu eğilimden geliyordu ve örgüt bu eğilimin genel yönelimini sürdürmekteydi. Ama Internationalisme sadece Bilan'ın bir ardılı değildi, onun ötesine de geçmişti.

1930'ların başında Rusya sorunu, proleter politik çevrenin tartışma ve önceliklerinin merkezindeydi. Bu tartışmalar savaş ve savaş sonrasında giderek daha da yoğun bir hal aldı. Geniş bir çerçevede bu tartışmalarda dört farklı çözümleme öne çıkmıştı:

1) Ekim 1917 devriminde ve Bolşevik Partisin'de proleter bir niteliği olduğunu kabul etmeyenler ve Rus devrimini sadece bir burjuva devrimi olarak görenler. Bu analizin başlıca savunucuları konseyci hareket ve özellikle Pannekoek ve Hollanda Solu'ydu.

2) Karşıt kutupta ise, Stalinizmin bütün karşı-devrimci politikalarına rağmen Rusya'nın hala Ekim proleter devriminin temel kazanımlarını koruduğunu savunan Troçki'nin Sol Muhalefeti bulunuyordu. Sol Muhalefete göre bu korunan kazanımlar Rusya'da burjuvazinin mülksüzleştirilmiş olması, devletleştirilmiş ve planlanmış bir ekonominin varlığı ve dış ticaret tekelinin sürmesiydi. Sonuç olarak Rusya'daki rejim yozlaşmış bir işçi devleti olarak tanımlanıyor ve bu devletin diğer güçlerle girdiği silahlı çatışmalarda her zaman savunulması gerektiği söyleniyordu. Sol Muhalefet'e göre Rus ve dünya proletaryasının görevi Rusya'yı koşulsuz olarak savunmaktı.

3) Rusya'yı savunmaya karşı çıkan üçüncü bir tavır ise, Rusya'da rejimin ve devletin "ne kapitalist ne de işçi sınıfı" devleti olmadığı, esasında "bürokratik kolektivist bir rejim" olduğu çözümlemesine dayanıyordu. Bu, Marxist teoriyi tamamlayan bir çözümleme olarak sunuluyordu: buna göre kapitalist barbarlık ya da sosyalist bir toplum için proleter devrim arasında üçüncü bir yol, Marxizmin öngöremediği yeni bir toplum tipi, "bürokratik anti-kapitalist toplum" [1] bulunuyordu. Bu üçüncü eğilimin mucitleri savaştan önce ve savaş sırasında Troçkizmin  saflarında bulunmuştu ve 1948'te bunların bir kısmı Troçkizmden koparak Chaulieu (Castoriadis) liderliğinde Socialisme ou Barbarie (Sosyalizm ya da Barbarlık) grubunu doğurmuştu. [2]

4) Enternasyonal Komünist Sol'un İtalyan Fraksiyonu, Marxizme bir "yenilik" getirdiği, bir tür "düzeltme" yaptığı iddiasındaki sapkın bir "üçüncü alternatif" teorisine karşı enerjik biçimde mücadele etti. Ama Fraksiyon, çöküş içindeki kapitalizmin gerçek evriminin yetkin bir analizini geliştirmemiş olduğu için, hala sağlam olduğunu düşündüğü "kapitalizm = özel mülkiyet" + "özel mülkiyetin sınırlandırılması = sosyalizme yönünde ilerleme" formülasyonuna bağlı kaldı. Rusya rejimine uygulandığında bu formülasyon şu tavrı doğurmuştu: Rusya, karşı-devrimci bir politik çizgi izleyen yozlaşmış bir işçi devletiydi ve savaş durumunda Rusya savunulamazdı.

Kapıyı her tür tehlikeli kafa karışıklığına açan bu melez ve çelişkili formülasyon, savaş arifesinde İtalyan Fraksiyonu içerisinde eleştirileri üzerine çekmişti ama bu çelişkiler daha acil bir sorun yüzünden kısmen geri planda kaldı. Bu acil sorun Fraksiyon liderliğini oluşturan Vercesi eğiliminin genel emperyalist savaş yönündeki gidişatı inkar etmesiydi.

Savaş sırasında, İtalyan Fraksiyonu 1940'da güney Fransa'da yeniden kurulduktan sonra, Stalinist Rusya'nın sınıf doğası tartışması tekrar canlandı. Savaş yüzünden proletaryanın toplumsal olarak ortadan kalktığı gibi bir teori benimseyen Vercesi eğilimi, herhangi bir devrimci örgütün varlığının bu dönemde mümkün olmadığı savunduğu için yeniden kurulan Fraksiyona dahil olmadı. Rusya üzerine tartışma, Fraksiyon'un savaş öncesinde savunduğu yozlaşmış işçi devleti kavrayışının içerdiği belirsizlik ve safsataların çabucak reddine götürdü. Bunun yerine Stalinist devlet, devlet kapitalizminin bir ürünü olarak tanımlandı. [3]

Fakat 1945'ten sonra, özellike  GCF, yayın organı Internationalisme'de Rusya'daki devlet kapitalizmi kavramsallaştırmasını derinleştirip geliştirdi, bu kavrayışı kapitalizmin çöküş dönemindeki genel eğilimlerine bağlayarak çözümledi.

Burada yeniden yayınladığımız makale Internationalism'de devlet kapitalizmi sorunu üzerinde duran çok sayıda metinden sadece biridir. Makale kesinlikle sorunun bütün yönlerine değinmiyor, fakat bunu yeniden yayınlayarak, bariz öneminin yanında, içerisinden geldiğimiz enternasyonal komünist sol hareketin düşünce ve teorisindeki süreklilik ve gelişimi göstermeyi amaçlıyoruz.

Internationalisme, Rusya'daki Stalinist devletin devlet kapitalizmi yönündeki genel, tarihsel eğilimin bir parçası olduğunu göstererek, bu devletin karakterine dair "gizeme" kesin bir son vermiştir. Ayrıca Rusya devlet kapitalizminin özgünlüklerinin kökeninde, muhaliflerimiz EFICC'in (External Fraction of the ICC, 1980'lerde EKA'dan kopan, bugün Internationalist Perspective adlı yayını yayınlayan ve büyük ölçüde komünalizme kaymış olan bir grup) aptalca iddia ettiği gibi "sermayenin biçimsel egemenliğinden gerçek egemenliğine geçişin" değil, Stalinist karşı-devrimin, eski burjuva sınıfı yok etmiş olan Ekim devrimine karşı zaferinin yattığını göstermiştir.

Ama Internationalisme'nin devlet kapitalizmi çözümlemesini daha ileriye taşıyacak, özellikle de bu eğilimin nesnel sınırları sorunun açıklayacak zamanı olmadı. Her ne kadar, "devlet kapitalizmi yönündeki ekonomik eğilim, kapitalist toplum içerisinde tam bir sosyalizasyon ve kolektivizasyon biçiminde tamamlanamayacak olsa da yine oldukça gerçek bir eğilimdir" (Internationalisme no.9) diye belirtmişse de, bu eğilimin neden tamamlanamayacağının açıklayan bir çözümleme geliştiremedi.  Internationalisme'nin çizdiği çerçevede bu soruna açıklamak bugün artık EKA'nın sorumluluğudur.

Devlet kapitalizminin, çöküş döneminin aşılmaz çelişkilerini çözmek bir yana, esasında dünya kapitalizminin durumunu şiddetlendiren yeni faktörler, yeni çelişkiler ürettiğini göstermemiz gerekiyor. Bu faktörlerden biri, kalabalık bir parazit tabakası yaratılması, ekonomiyi idare etmek ve yönetmekten sorumlu bu devlet görevlilerinin paradoksal biçimde ve artan ölçüde sorumluluktan kaçmaya meyletmesidir.

Stalinist blokun yakın zamanda çökmüş olması, dünyanın her yanında devlet aygında hüküm süren yozlaşma sebepli skandalların artması, deyim yerindeyse bütün bir egemen sınıfın "parazitleştiğini" ispatlıyor. Devlet kapitalizmi rejimi altında artan bir eğilim olarak, bütün yüksek görevliler arasında derinleşen parazitizm ve sorumsuzluk eğilimini araştırma ve ifşa etme çabası kesinlikle bir zorunluluktur.

MC (1990)

Notlar

[1] Bu teoriyi ilk savunanlar arasında, 1932'de Rusya Bilmecesi genel başlığı altında iki döküman yayınlayan ve Group de Bagnolet adıyla bilinen gruptan ayrılan Albert Treint'ten bahsetmek gerekir. Fransa Komünist Partisi'nin eski bir genel sekreteri, 1927'de L’Unite Leniniste sol muhalefet grubunun ve 1928-32 arasında da Redressement Communiste grubunun eski bir lideri olan Albert Treint, Groupe de Bagnolet'tan ayrılan birçoklarına benzer bir evrim izleyerek önce 1935'de Sosyalist Parti'ye ardından da, savaş sırasında Direniş'e katıldı. Treint, 1945'de orduya komutan düzeyinde yeniden entegre edildi ve dahası Almanyayı işgal eden bir müfrezeye komutanlık etti.

[2] Burada Hollanda Solundan konseycilerin ve özellikle de Pannekoek'in üçüncü alternatif analizine genel hatlarıyla katıldığını belirtmek gerekir. Bakınız:  Socialisme ou Barbarie'da yayınlanan Chaulieu ve Pannekoek yazışmaları: https://viewpointmag.com/2013/08/06/further-letters-between-cornelius-ca...

[3] 1945'te İtalya'da Enternasyonalist Komünist Parti'nin ad hoc biçimde kurulması ve Fraksiyon'un aceleci biçimde dağıtılması, Marxizm'in "değişmezliği", "ikili devrim", "ulusal kurtuluş hareketlerine destek", "coğrafi alanlar" arasında ayrım, ABD emperyalizminin "baş düşman" olarak kabul edilmesi gibi teorileriyle Bordiga'nın katılmasıyla birlikte bu yeni parti, çöküş kavramını ve onun politik ifadesi olarak devlet kapitalizmini reddederek, Stalinist rejimin sınıf doğası sorununda bariz bir gerileme yaşadı.

 

RUSYA DENEYİMİ

Internationalisme, no. 10, Gauche Communiste de France, 1946.

            Şunu kesinlikle kabul etmek gerekiyor: [Rusya'daki] ilk proleter devrim deneyimi, hem olumlu kazanımları, hem de daha önemlisi, çıkarılabilecek olumsuz dersleri bakımından bugün bütün modern işçi hareketinin odağındadır. Bu deneyiminin bilançosu çıkarılmadıkça, dersleri gün yüzüne çıkarılıp sindirilmedikçe, işçi sınıfı ve devrimci öncü yerinde saymaya mahkum olacaktır.

            Bugün devrimciler basitçe Rusya'ya dair bir konum almakla yetinemez. Rusya'nın savunulmaması ya da savunulmaması sorunu uzun süredir devrimci öncünün safında bir tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. İmkansızın mümkün olduğunu, yani proletaryanın bugünkü koşullarda mucizevi biçimde oluşabilecek olumlu koşulların bir araya gelmesiyle iktidarı aldığını hayal etsek bile, bu koşullarda tutunamayacaktır. Kısa sürede devrimin kontrolünü kaybedecek ve sonunda da kapitalizme geri itilecektir.

            Rusya'nın bütün dünyanın gözü önünde en kanlı ve aç gözlü emperyalist güçlerden biri olduğunun açığa çıktığı, kendilerini nasıl sunarlarsa sunsunlar Rusya'yı savunanların proletarya içerisinde Rus emperyalist devletinin ajanları olduğunu gösteren, 1939-45 emperyalist savaşı, tıpkı 1914-18 savaşı gibi Sosyalist partilerin kesin olarak ulusal kapitalist devlete eklemlendiğini de göstermiş oldu.

            Bu çalışmada bu sorunu yeniden incelemeyi amaçlamıyoruz. Enternasyonal komünist sol içerisindeki oportünist eğilimin hala "karşı-devrimci bir işleve sahip proleter bir devlet", "dejenere bir işçi devleti" gibi sunmaya çalıştığı Rusya devletinin doğasını da incelemeyeceğiz. Rusya'nın evrimini açıklamadan ya da çözümlemeden, Rusya devletinin, hem bir proleter doğası hem de karşı-devrimci işlevi olduğu gibi iki uyuşmaz önermeyi savunarak Stalinizmi, Rusya kapitalist devletini ve uluslararası sermayeyi savunmaya yol açan bu kurnaz aldatmacayı bir kenara bırakıyoruz. İtalyan Fraksiyonu'nun İçsel Bülteni'nin Haziran 1944'te yayınlanan 6. sayısında bu kavrama karşı geliştirdiğimiz polemik ve incelemeye, bu teorinin savunucuları açıkça cevap vermeye cüret etmemiştir. Belçika komünist solu resmen bu kavramı reddettiğini ilan etmiştir. İtalya'daki Enternasyonalist Komünist Parti (EKP) henüz bir tavır almış gibi görünmüyor. Ve henüz bu uydurma kavrayışın açık, sistemli bir savunusunu EKP çevresinde, bunun açık bir reddini de göremiyoruz. Bu durum da, EKP'nin yayınlarında neden aslında Rusya kapitalist devletine referans verirken "dejenere işçi devleti" kavramını sürekli kullandıklarını açıklıyor.

            Bunun basitçe bir terminoloji sorunu olmadığı, Rusya toplumunun yanlış bir çözümlemesindeki bu ısrarın, teorik netlik yokluğunun ifadesi olduğu, diğer politik ve programatik sorunlarla ilişkilerde de gördüğümüz birşey olduğu açık.

            Çalışmamızın amacı sadece Rusya deneyiminin temel derslerini çıkarmaktır. Ne kadar önemli olsalar da Rusya'da gelişen olayların bir tarihini yazmak niyetinde değiliz. Böyle bir çalışma şu anda bizim kapasitemizi aşmaktadır. Burada sadece Rusya deneyiminin, özel bir tarihsel bağlamın çerçevesini aşan, bütün ülkeler ve gelecek toplumsal devrimin tümü için geçerli olan yönlerini incelemeyi amaçlıyoruz. Bu anlamda çözümü ancak enternasyonal bir tartışma çerçevesinde bütün devrimci grupların çabasıyla bulunabilecek olan temel sorunların incelenmesine katkımızı sunmayı umuyoruz.

Özel Mülkiyet ve Kolektif Mülkiyet

Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kapitalist üretimin, dolayısıyla da kapitalist toplumun temel bir unsuru olduğu şeklindeki Marxist kavrayış, şu formülün de geçerliliğini ima eder gibi görünür: üretim araçlarının özel sahipliği ortadan kalkarsa kapitalist toplum da ortadan kalkar. Bu yüzden Marxist literatürün her yanında üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasının sosyalizme denk olarak sunulduğunu görürüz. Ama kapitalizmin gelişimi, daha doğrusu, kapitalizmin çöküş dönemindeki gelişimi, az çok belirgin biçimde ama yine de genel bir eğilim olarak, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sınırlanmasına doğru - yani devletleştirmeye, millileştirmeye doğru - gelişiyor.

            Fakat millileştirme sosyalizm değildir ve burada bunu göstermek için zaman kaybetmeyeceğiz. Bizi burada ilgilendiren eğilimin kendisi ve bunun sınıfsal doğasıdır.

            Eğer üretim araçlarının özel mülkiyetinin kapitalist toplumun esas temeli olduğunu var sayarsak, bu tip bir mülk sahipliğini sınırlandırmaya yönelik bir eğilimin varlığının kabulü bizi şu açıklanamaz çelişkiye götürür: bu durumda kapitalizm kendi kendisini yıkmaya başlamış, kendi varoluşunun temelini oyuyor demektir.

            Kapitalist rejimin içsel çelişkileri üzerine spekülasyonlar ve kelime oyunları bir zaman kaybı olacaktır.

            Örneğin, kapitalizmin ölümcül çelişkilerinden bahsedildiğinde, yani üretimi geliştirmek için kapitalizmin yeni pazarlar fethetmeye ihtiyacı olduğu ama bu yeni pazarları ele geçirirken onları üretim sistemine de eklediği ve böylece de onlarsız yapamayacağı pazarları tüketip, kapitalist üretimin nesnel gelişiminden doğan, kapitalistlerin iradesinden bağımsız ve kapitalizm için çözülemez bir sorundan bahsedilmiş olur. Kapitalizmin içsel çelişkilerinin sonucu olarak kendi yıkımını üreten emperyalist savaşlar ve savaş ekonomisi de böyledir.

            Aynı durum kapitalizmin evriminin bütün nesnel koşulları için geçerlidir.

            Ama durum üretim araçlarının özel mülkiyeti söz konusu olduğunda farklıdır: özel mülkiyet söz konusu olduğunda, kapitalizmi kasıtlı ve bilinçli olarak bizzat kendi doğasını ve özünü değiştiren bir yapıya geçmeye zorlayan güçlerin ne olduğunu tespit etmek birden imkansızlaşır.

            Diğer bir deyişle, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kapitalizmin doğasına has olduğunu iddia etmek aynı zamanda kapitalizmin özel mülkiyet olmadan var olamayacağını savunmakla aynı şeydir. Bu minvalde, özel mülkiyetin sınırlanması yönündeki tarihsel evrimin kapitalizmin sınırlanması olduğunu söylendiğinde, kapitalizme zıt yönde bir değişimden, anti-kapitalist bir yönelimden söz edilmiş olur. Burada sorun bu sınırlamanın ölçeği sorunu değildir. Niceliksel hesaplarda kaybolmak veya özel mülkiyetin sınırlanan ölçeğinin önemsizliğini göstermeye çalışmak sadece sorundan kaçınmak olur. Her durumda bu yanlış bir önermedir: bunu göstermek için sadece bütün üretim araçlarında özel mülkiyetin sınırlandırıldığı totaliter ülkelere ve Rusya'ya bakmak yeterlidir.

            Eğer özel mülkiyetin tasfiyesi yönünde bir eğilim, gerçekten de anti-kapitalist bir eğilim olsaydı şu saçma sonuca varılırdı: bu eğilim devletin güdümünde gerçekleştiğine göre, kapitalist devletin kendi yıkımının öznesi sayılması gerekirdi.

            Gerçekten de, millileştirmenin, merkezi ekonominin bütün "sosyalist'" savunucuları, bütün merkezi "planlamıcılar", eğer bilinçli olarak kapitalizmi güçlendirmeye çalışmıyorlarsa bile, tıpkı Abondance, CETES vb gruplar gibi kapitalizmin hizmetindeki reformcular olarak hareket ediyorlar ve en sonunda vardıkları yer de bu saçma anti-kapitalist bir kapitalist devlet teorisi oluyor.

            Çok derinlikli düşünme becerisi olmayan Troçkistler, açık biçimde özel mülkiyet üzerinde bu tür sınırlamalardan yanalar, çünkü onlar için kapitalizmin doğasına karşıtmış gibi görünen her şeyin kaçınılmaz olarak proleter bir karakteri olması gerekir. Şüphe duyabilirler ama onlar için bu yine de kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Troçkistler için millileştirme kapitalist özel mülkiyeti zayıflatmaktadır. Eğer Stalinistlerden ve Sosyalistlerden farklı olarak Troçkistler, millileştirmelerin kapitalist rejim içinde bir tutam sosyalizm olduğunu söylemiyorlarsa bile, bunların yine de "ilerici" olduğuna emindirler. Akıllarınca, proletaryanın ancak devrimden sonra yapması mümkün olan bir işi kapitalist devlete yaptırabileceklerini zannederler. Kapitalist devleti oyuna getirdiklerine inanarak ellerini ovuştururken, ''Bu yolla sonrasında bize daha az düşecektir'' derler.

            Vercesi benzeri sol komünistler ise, "ama bu reformizm" diye itiraz eder. Ve iyi birer "Marxist" olarak, sorunu ortaya koyarken onun varlığını inkar etmek üzere, kamulaştırmaların gerçek olmadığını, laftan ibaret olduğunu, reformistlerin demagojik yalanlarından başka bir şeyi ifade etmediğini ispatlamaya çalışırlar.

            İlk bakışta garip gözüken bu itirazın, bu ısrarlı inkarın sebebi nedir? Çünkü Vercesi gibilerin başlangıç noktası reformistlerle aynıdır ve bütün bir Rusya toplumunun proleter bir doğası olduğu teorisi de bunun üzerinde yükselir.

            Ve ekonominin sınıf doğasını değerlendirme kıstasları aynı olduğu için, kapitalist ülkelerde aynı eğilimin olduğunu kabul edeceklerdir, ki bu da kapitalizmin kendiliğinde sosyalizme doğru evrildiğini savunmak anlamına  gelecektir.

            Burada sorun söz konusu tavrın [Vercesi] özel mülkiyete dair "Marxist" formüle bağnazca bağlı kalması değil, formülü tersinden okuması, ya da onu bir karikatüre dönüştürmesi, yani üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yokluğunun Rusya devletinin proleter doğasını gösterdiğine saplantıyla inanmasıdır. Bu yüzden de, kapitalizm içerisinde üretim araçlarının özel mülkiyetinin sınırlandırılmasının mümkün olduğunun, bu yöndeki eğilimin varlığını asla kabul edemez, inkar ederler. Kapitalizmin gerçek ve nesnel gelişimini, onun devlet kapitalizmi eğilimini incelemek ve bu yolla da Rusya devletinin doğası üzerine pozisyonunu düzeltmek yerine Vercesi, formüle bağlı kalmayı ve Rusya devletinin proleter bir doğası olduğu teorisini kurtarmayı seçmektedir. Fakat gerçeklik ve formül arasındaki çelişki başa çıkılamayacak kadar büyük olduğu için, gerçeklik inkar edilmek zorundadır ve çember böylece tamamlanır!

            Üçüncü bir eğilim de çözümü Marxizm'in reddinde arar. Bu eğilimi savunanlar ''Marxist doktrin ancak kapitalist topluma uygulandığı zaman geçerliydi, ama hem kapitalizmin hem de proletaryanın aleyhine olarak, toplumda ekonomik ve politik iktidarı tedricen ve bir ölçüde barışçıl biçimde (!) ele geçiren yeni bir sınıfın ortaya çıkması Marx'ın öngöremediği, "Marxizmi aşan" bir olgudur'' demektedir. Kimileri bu yeni (?) sınıfa bürokrasi demekte, diğerleri teknokrasi demekte, yine başkaları ise bunu "synarchy" olarak adlandırmaktadır.

            Bütün bu spekülasyonları bir kenara bırakıp esas meseleye geri dönelim. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin sınırlandırılması yönündeki eğilim inkar edilemez bir olgudur ve bu her gün bütün ülkelerde belirginleşmektedir. Bu eğilim ülkenin ekonomik yaşamı ve üretimin dallarını idare eden, genel olarak devletleşmiş bir kapitalizmin şekillenmesinde somutlaşır. Devlet kapitalizmi bir burjuva fraksiyonunun ya da belli bir ideoloji okulunun uzmanlık alanı değildir. Bunun demokratik Amerika'da, Hitler Almanya'sında, 'İşçi Partisi' Britanyasında ve "Sovyet" Rusya'sında kuruluşuna şahit olduk.

            Bu çalışmanın sınırları içerisinde devlet kapitalizminin, bu formu belirleyen koşulların ve onun tarihsel sebeplerinin derinlikli bir incelemesine girişemeyiz. Basitçe, nasıl tekelci kapitalizm, kapitalizmin tam gelişkinlik aşamasına karşılık geldiyse, devlet kapitalizminin de onun çöküş aşamasına karşılık geldiğini belirteceğiz. Bir diğer nokta da şudur: devlet kapitalizmi, çeşitli kapitalist ülkelerdeki sürekli ekonomik krizini etkileriyle doğru orantılı biçimde, daha ivmeli biçimde gelişiyor gibi görünmektedir.

            Ama, devlet kapitalizmi kapitalizmin aşıldığı anlamına gelmediği gibi, çeşitli okullardan reformistin iddia ettiği gibi, sosyalizm yönünde tedrici bir dönüşümü de temsil etmez.

            Devlet kapitalizmi yönündeki eğilimin varlığını kabul edince reformizme düşüleceği korkusunun kaynağı, kapitalizmin doğasına ilişkin hatalı bir kavrayıştır. Kapitalizmi tanımlayan üretim araçlarının özel mülkiyet değildir, bu kapitalizmin sadece bir biçimi, belirli bir dönemdeki, liberal kapitalizm dönemindeki formudur. Kapitalizmin doğasını tanımlayan üretim araçlarının üreticilerden ayrılığıdır.

            Kapitalizm, sömürücü, yönetici sınıfın elinde birikmiş, ölü emek ile, diğer bir sınıfın yaşayan emeğinin birbirinden ayrılmasıdır. Hakim sınıfın zenginliğini kendi içerisinde nasıl dağıttığı çok önem taşımaz. Kapitalizm altında bu dağıtımın biçimi ekonomik rekabet ve askeri şiddet yoluyla sürekli değişime uğrar. Bu paylaşımın ne şekilde gerçekleştiğini çalışmak önemli de olsa, burada baktığımız olgu bu değil.

            Kapitalist sınıfın farklı katmanları arasındaki ilişkide ne değişirse değişsin, sınıf ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal sisteme bakıldığında, hakim sınıf ve üretici sınıf arasındaki ilişkinin kapitalist bir ilişki olarak kaldığı görülecektir.

            Üretim sürecindeki işçilerden koparılan artı değer finans, ticari ya da endüstriyel sermaye arasında az ya da çok, farklı şekillerde bölüştürülebilir, ama bu bölüşümün kendisi artı değerin  doğasında hiçbir şeyi değiştirmez.

            Kapitalist üretimin gerçekleşmesi açısından üretim araçlarının kolektif ya da özel mülkiyette olması hiçbir şeyi değiştirmez. Üretime kapitalist niteliğini veren sermayenin varlığıdır, başka bir deyişle, birikmiş emeği elinde tutan bir sınıfın, artı değer üretmek üzere başkalarının canlı emeğini idare etmesidir. Sermayenin bireysel, özel sahipten devletin eline geçmesi kapitalizmin doğasında kapitalizm dışına doğru bir değişime işaret etmez, basitçe sermayenin emek gücünü daha "rasyonel" ve etkin biçimde sömürmek üzere yoğunlaşıtğına işaret eder.

            Burada yanlışlığı gösterilen Marxist kavrayış değil, basitçe Marxizmin sınırlı, dar ve biçimsel bir yorumudur. Üretime kapitalist niteliğini veren üretim araçlarının özel mülkiyeti değildir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti kölelik ve feodal toplumda da mevcuttu. Üretimi kapitalist üretim yapan şey üretim araçlarının üreticilerden ayrılması, üretim araçlarının canlı emeğe artı değer ürettirme amacıyla satma ve hükmetme aracına dönüştürülmesi, diğer bir deyişle üretim araçlarının salt üretim sürecinin araçlarından sermaye olarak var olan şeylere dönüştürülmesidir.

            İster tekil-bireysel düzeyde olsun, ister (tröst, kartel, devlet biçiminde) yoğunlaşmış düzeyde olsun, sermayenin varoluş biçimi, tıpkı üretilen artı değerin ölçeği ya da bu artı değerin aldığı biçimin (kar, toprak rantı) farklılaşmasının onun artı değer olma niteliğini değiştirmemesi gibi, sermayenin sermaye olma niteliğini ortadan kaldırmaz. Bu suretler sadece aslın görünümleridir ve onu farklı biçimlerde ifade etmekten başka birşey yapamazlar.

            Liberal kapitalizm çağında, sermayenin aldığı suret temel olarak özel, bireysel kapitalizmdi. Bu yüzden Marxistler bu dönemde fazla zorlanmadan sureti (özel mülkiyet) aslın (sermaye) temsili ve ifadesi olarak gösteren bir formül kullanabildiler.

            Kitlelere propaganda yapmak açısından, bu formül, kısmen soyut fikri daha kolay kavranabilen canlı, somut bir surete büründürme avantajı sağlıyordu.

            "Üretim araçlarının özel sahipliği = kapitalizm" ve "özel sahiplikten kurtulmak = sosyalizm" formülleri  dikkat çekici ve vurucuydu ama sadece kısmen doğruydu.

            Formülün uygunsuzluğu ancak suret değişmeye başlayınca ortaya çıktı. Verili bir anda asla karşılık gelen suret, suretin aslı temsil etmekte kullanma alışkanlığı, yanlış bir özdeşleştirmeye dönüştü ve biçimi içerikle değiştirme hatasına yol açtı. Bu hatanın Rus devriminde yapıldığını çok açık biçimde görüyoruz.

            Sosyalizm ancak üretici güçlerin ciddi bir yoğunlaşma ve merkezileşmesinden sonra tahayyül edilebilecek olan, üretici güçlerinin çok üst düzey bir gelişimini gerektirir.

            Bu yoğunlaşma üretim araçlarının özel mülk sahiplerinin mülksüzleşmesini de kapsar. Fakat mülksüzleşme, ister ulusal ister uluslararası düzeyde olsun, proleter devrimin zaferinden sonra tamamlanacak olan üretici güçlerin bu yoğunlaşması, sosyalizm yönündeki hareketin sadece bir koşuludur ama asla sosyalizmin kendisi değildir.

            Geniş çaplı bir mülksüzleştirme, artı değere el koyan bireysel kapitalistlerin ortadan kalkmasına yol açabilir ama bu kendi başına artı değer üretimini, yani kapitalizmi ortadan kaldırmaz.

            Bu sav ilk bakışta paradoksal görünebilir fakat Rusya deneyiminin yakından incelenmesi savın geçerliliğini ispatlayacaktır. Sosyalizmin, hatta sadece sosyalizm yönünde bir hareketin bile var olabilmesi için, mülksüzleştirmenin gerçekleşmesi yetersiz bir koşuldur: esas olan üretim araçlarının sermaye biçiminde var olmamasıdır. Diğer bir deyişle, üretimi belirleyen kapitalist prensip yıkılmalıdır.

            Artı değer üretme amacıyla canlı emeğe birikmiş emeğin hükmettiği kapitalist ilke yerini toplumun üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüketim ürünlerinin üretilmesini gözeten, canlı emeğin birikmiş emeğe hükmetmesi ilkesini geçirmek gerekmektedir.

            Sosyalizm ancak bu ilke uygulanınca yaşar.

            Rus Devriminin ve Bolşevik Partisinin hatası vurguyu koşula, yani kendi başına sosyalizm olmayan, hatta ekonomiyi sosyalist yönde itmeyen bir etkene, mülksüzleştirmeye koyması ve sosyalist ekonominin temel ilkesini arka plana itmesidir.

            Bu meselede Lenin'in Sovyet Rusya'da endüstrinin ve üretimin gelişerek büyümesinin gerekliliği üzerine sayısız konuşma ve yazısını okumaktan daha öğretici bir kaynak yoktur. Lenin için sanayinin gelişmesi sosyalizmin gelişimine denkti. Lenin devlet kapitalizmi ve devlet sosyalizmi kavramlarını, birbirlerinden ciddi biçimde ayırmadan, açıkça ve az çok birbirinin yerine kullanıyordu. Bu alanda Ekim devriminin liderlerinin kafa karışıklığı ve sayıklamaları "Sosyalizm = sovyetler + elektrifikasyon" gibi formülasyonlarda ifadesini bulmaktaydı.

            Lenin'in Rus ekonomisinin kapitalizme kayma tehlikesinin kökeninde özel sektör ve küçük köylü mülkiyetini görmesi anlamlıdır. Böylece devlet endüstrisinden yana gelen çok daha belirleyici ve somut tehlikeyi ihmal etmiştir.

            Tarih Lenin'in bu noktada yanıldığını açık biçimde gösterdi. Küçük köylü mülkiyetinin tasfiyesi sosyalist sektörün değil, gelişimi devlet kapitalizminin takviyesi anlamına gelen devlet sektörünü güçlendirebilirdi ve böyle de oldu.

            Rus devriminin yalıtılması ve ekonomisinin geri durumu yüzünden karşılaşmış olduğu zorlukların dünya devriminin gelişmesiyle zamanla aşılabilmesi şüphesiz mümkündü. Bütün ülkelerin ve toplumun sosyalist gelişimi ancak enternasyonal düzeyde mümkündür. Yine de, enternasyonal düzeyde bile temel sorun mülksüzleştirme sorunu değil, üretimi belirleyen temel ilkenin ne olduğu sorunudur.

            Sadece geri ülkelerde değil, kapitalist gelişimin en yüksek aşamalara ulaştığı yerlerde bile, özel mülkiyet belirli bir dönem boyunca ve belirli üretim alanlarında varlığını sürdürecektir ve ancak yavaşça ve tedricen tümüyle emilebilecektir.

            Fakat kapitalizme kayma tehlikesi temel olarak bu sektörden kaynaklanmayacaktır, çünkü sosyalizme doğru evrilen bir toplum kapitalizmin daha ilkel bir evresine, bizzat kapitalizmin bile ardında bıraktığı bir evreye, dönemeyecektir.

            Kapitalizme dönüş yönündeki gerçek tehlike devletleşmiş sektörden gelecektir: Çünkü özellikle bu sektörde kapitalizm gayrişahsi, neredeyse uçucu bir biçime kavuşur. Devletleşme kaydadeğer bir dönem için sosyalizme karşıt bir süreci kamufle etmeye hizmet edebilir.

            Proletarya bu tehlikeyi ancak mülksüzleştirmeyle sosyalizmi özdeş kabul etmeyi reddettiği sürece, önüne "sosyalist" sıfatı konmuş devletleştirmeyi gerçek sosyalist üretim ilkesinden ayırabildiği ölçüde aşabilecektir.

            Rusya deneyimi bize kapitalizmi kapitalizm yapanın kapitalistler olmadığını, tersine kapitalizmin kapitalistleri doğurduğunu öğretir ve hatırlatır. Kapitalistler kapitalizm dışında yaşayamaz ama tersi doğru değildir.

            Kapitalist üretimin temel ilkesi, artı değerin sahibi olarak kapitalistlerin yasal, hatta maddi olarak ortadan kalkmasından sonra bile varlığını sürdürebilir. Bu durumda, artı değer, tıpkı özel kapitalizm altında olduğu gibi, daha fazla artı değer kitlesi elde etmek üzere üretim sürecine yatırılır.

            Çok geçmeden artı değerin varlığı artı değere el koyanlar sınıfını oluşturacak kişileri de üretir. İşlev organı yaratır. Bunların parazit, bürokrat ya da üretime katılan teknisyenler olması, ya da artı değerin bunlar arasında doğrudan ya da dolaylı olarak, devletin müdahalesi ile yüksek ücretler veya (Rusya'da olduğu gibi) çeşitli ayrıcalıklar biçiminde paylaştırılması, ortaya çıkanın yeni bir kapitalist sınıf olduğu gerçeğini değiştirmez.

            Kapitalist üretimde merkezi unsur, zorunlu emek zamanı tarafından belirlenen emek gücünün değeri ve kendi değerinden fazlasını yeniden üreten emek gücü arasındaki arasındaki farktır. Bu unsur, işçiye ödenen, işçinin geçimini sağlamak için gerekli emek zamanı ile karşılığı ödenmeyen ve kapitalist tarafından el konulan artı değeri oluşturan ekstra emek arasındaki farkta somutlaşır. Sosyalist üretim ve kapitalist üretim arasındaki fark karşılığı ödenen emek zaman ve ödenmeyen emek zamanı arasındaki ilişkide yatar.

            Her toplum üretimin sürmesi ve büyümesini güvence altına alacak bir fazla ürüne ihtiyaç duyar. Bu fazlalık gerekli miktarda zorunlu olarak üretilen bir artık emekten çekilip çıkarılır. Aynı zamanda toplumun üretken olmayan üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için de belli miktarda bir artık emek gereklidir.

            Kapitalist toplum, proletaryanın vahşi sömürüsünden elde edilen dev birikmiş emek kitlesini yok etmeye eğilimlidir. Devrimden sonra muzaffer proletarya kapitalist toplumdan miras kalan felaket bir ekonomik durum ve harabeyle yüz yüze kalacaktır. Muzaffer proletaryanın ekonomik fazlayı yeniden inşa etmesi gerekecektir.

            Bunun anlamı, başlangıçta proletaryanın üretmesi gereken artı emek miktarının en az kapitalizm altında olduğu kadar fazla olmasının gerekecek olmasıdır. Bu yüzden uygulanmaya ilk başladığı anda sosyalist ekonomik ilke niceliksel olarak karşılığı ödenen ve ödenmeyen emek arasındaki niceliksel ilişkiyle ölçülemeyecektir. Ancak bu ilişkinin değişimi yönündeki eğilim ve yörünge ekonominin ne yönde gittiğine dair bir gösterge olarak, üretimin sınıf doğasının bir barometresi olarak işlev görebilir.

            Bu yüzden proletarya ve onun sınıf partisinin aşırı ölçüde tetikte olması gerekecektir. (Mutlak anlamda işçilerin payı daha fazla olabilse bile bu payın göreli ölçüde daha düşük olması olasılığı yüzünden) en büyük endüstriyel fetihler bile kolayca kapitalist üretim ilkesine bir dönüşe yol açabilir.

            Kapitalizmin üretimin millileştirilmesi yoluyla ortadan kalkacağına dair bütün incelikli argümanlar bu gerçek karşısında çürür.

            İşçilerin sömürüsünü başka bir adla sürdürmeyi hedefleyen bu safsatayla yolundan saptırılmamak için proletarya ve onun partisi, kapitalizme dönüş yönündeki eğilimlere ket vurmak ve sosyalizm yönünde ilerleyen bir ekonomik politikayı elindeki bütün araçlarla dayatmak için ilk andan itibaren amansız bir mücadeleye atılmak zorunda kalacaktır.

            Sonuç olarak, düşünüşümüzü özetleyen ve açıklayan, Marx'tan şu pasajı alıntılamak yerinde olacaktır:

'' Kapitalist üretim prensibi ve sosyalist prensip arasındaki temel fark şudur: ilkinde üretim araçları işçinin karşısına sermaye olarak çıkar ve işçi onu ancak artı ürünü ve artı değeri kendi sömürücüsünün çıkarına artırmak üzere çalıştırabilir. İkincisinde ise, bu üretim araçları tarafından işe koşulmak yerine, işçi kendi çıkarına zenginlik üretmek üzere bunları işletir.'' *

* Çevirenin Notu: Kaynak belirtilmemiş olduğu için İngilizce metindeki versiyonu biz çevirdik. Özgün kaynak büyük ihtimalle Marx'ın Artı-Değer Teorileri adlı çalışmasının Ricardo üzerine olan bölümünden alınan şu pasaj olmalıdır: "İşçiler, eğer onlar egemen olsaydı, eğer kendileri için üretmek üzere kendi başlarına bırakılsalardı, büyük çaba harcamaksızın, kısa sürede, sermayeyi (vülger ekonomistlerin bir deyimini kullanırsak) kendi gereksinimlerinin standardına ulaştırtırlardı. Çok büyük fark, varolan üretim araçlarının işçilerin karşısına sermaye olarak mı çıktığı ve dolayısıyla onlar tarafından yalnızca artı-değer  ve artı-ürünün kendini kullananlar için artan miktarda üretiminin gerektirdiği ölçüde kullanılıp kullanılmadığıdır; başka deyişle, fark üretim araçlarının mı işçileri çalıştırdığı, yoksa işçilerin mi, (özneler olarak dilbilgisindeki ismin "i" haliyle) üretim araçlarını, kendileri için zenginlik üretmek üzere kullandıklandır. Burada, kapitalist üretimin, emeğin genel olarak üretim gücünü, bu de imin gerçekleşmesi için yeterli olacak ölçüde  ksek düzeye çıkardığı varsayılmıştır. Karl Marx, Artı-Değer Teorileri, Cilt 2. Sol Yayınları, 1999. sf 555-6).

Savaş ve ekonomik kriz karşısında işçi sınıfı fedakârlık etmemelidir

Ukrayna'da savaş barbarlığının başlatılması, tüm dünyanın, savaşın ikincil "zararları" ile tehdit edilmesi anlamına geliyor, özellikle de dünya çapında yoksulluğun artması ve işçi sınıfının yaşam koşullarına yönelik artan saldırılarla (artan sömürü, şişirilmiş fiyatlar ve yaygın işsizlik).

Rusya'nın olası nükleer saldırı tehditlerine ve çatışmalardan zarar gören Ukrayna nükleer santrallerinden radyoaktif gazların sızması riskine ek olarak, Rus ekonomisine diz çöktürmek için birçok ülke tarafından uygulanan veya planlanan yaptırımlar tüm dünya ekonomisini istikrarsızlaştırma riski taşımaktadır. Dahası, savaşın mevcut tırmanışının trajik bir örneği olarak, askeri bütçeleri artırma yönündeki kayda değer eğilim (Almanya aniden bütçesini iki katına çıkarmaya karar verdi), müdahil ülkelerin ekonomilerinin zayıflamasında etkili bir diğer faktör olacaktır.

Yeni bir küresel ekonomik bunalıma ve yenilenen savaşlara doğru

Rusya'ya karşı ekonomik yaptırımlar, çok sayıda Avrupa ülkesinde ham madde kıtlığına ve bazıları için Rusya'da pazar kaybına yol açacaktır. Ham madde fiyatları uzun süre artmaya devam edecek ve sonuç olarak diğer birçok malın fiyatı da artacaktır. Ekonomik durgunluk tüm dünyayı etkileyecek, yaygın yoksulluğu ve işçi sınıfının artan sömürüsünü de beraberinde getirecektir.

Alman uzmanların, burjuvazinin çıkarlarını korurken geleceğin ne getireceğini bilmek isteyen "iyi bilgilendirilmiş bir kamuoyuna" güvence veren açıklamalarının da gösterdiği gibi, bu abartılı bir yorum değildir: "Almanya'da ve dolayısıyla Avrupa'da ciddi bir ekonomik krizden bahsediyoruz". "Şirketlerin batması ve işsizlik" uzun sürecek gibi görünüyor. "Üç gün veya üç hafta", gibi değil "üç yıl" gibi bir süreden bahsediyoruz.”[1]. Bu bağlamda, tarihi bir yükseklikte sürdürülen enerji fiyatları, Almanya ve Avrupa'nın çok ötesinde sonuçlar doğuracak ve en çok yoksul ülkeleri etkileyecektir. Daha dün, enerji fiyatlarında böyle bir artışın, en nihayetinde "Asya, Afrika ve Güney Amerika'da devletlerin çöküşüne yol açabileceği" söylendi [2].

Rusya'ya karşı alınan önlemlerin ölçeği ve derinliği, inkar edilemez ciddiyetine rağmen, dünyayı vuracak ekonomik tsunamiyi tek başına açıklamıyor. Bunu açıklayabilmek için, kapitalizmin küresel krizinin kötüleştiği uzun bir sürecin ürünü olan dünya ekonomisinin mevcut gerileme düzeyi dikkate alınmalıdır. Ancak "uzmanlar", dünya kapitalizminin çöküşünün nedeninin, onun tarihsel ve aşılmaz krizinde yattığını kabul etmek zorunda kalmamak için, tam da bu konuda sessiz kalmayı seçtiler. Tıpkı bu savaş dahil, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana meydana gelen bütün savaşların çökmekte olan kapitalizmin bir ürünü olduğunu özenle görmezden geldikleri gibi. Ekonominin yeni bir krize girmesinin ve buna bağlı ticaret savaşlarının şiddetlenmesinin belirli sonuçlarından da bahsetmiyorlar: emperyalist gerilimlerin yeni bir şekilde kötüleşmesi ve alelacele yeni silahlı çatışmalara giriş [3]. Benzer bir kapitalizm savunmasına uyarak, bazıları, açlık çeken halkların dertlerine ilişkin bir kaygı belirtmeksizin, daha önce Ukrayna'da üretilen temel gıda maddelerindeki ciddi bir kıtlığın ve bununla birlikte bir dizi ülkede ortaya çıkan toplumsal huzursuzluğun çok olası sonuçlarından endişe duyuyor.

Kapitalizmin çelişkilerinin birikmesiyle boğulmuş bir küresel ekonomi

Covid salgını, kapitalizmin Doğu blokunun çöküşünden ve ardından her iki blokun da dağılmasından bu yana olan yaşam dönemine özgü bir dizi faktörün bir noktada toplanması karşısında ekonominin artan kırılganlığını zaten açığa çıkarmıştı.

Gerçekte, giderek daralan vizyonuyla kapitalizm, herhangi bir sömürü sistemi için gerekli olan, sömürdüklerinin sağlığını korumak gibi gereksinimleri, krizin ve küresel ekonomik rekabetin taleplerine feda etmiştir. Bu nedenle, kapitalizm, bilim insanlarının bu tehlikelere karşı uyarılarına rağmen, hayvanlardan insanlara bulaşma ve dünyaya yayılma şekli göz önüne alındığında, kendisi de saf bir toplumsal ürün olan Covid-19 salgınının patlak vermesini önlemek için hiçbir şey yapmadı. Ayrıca, son 30 yıldır sağlık sistemlerinin çökmesi, pandeminin çok daha ölümcül hale gelmesine katkıda bulunmuştur. Aynı şekilde, felaketin boyutu ve ekonomi üzerindeki yansımaları, toplumun her düzeyinde "her koyun kendi bacağından asılır" tutumunun şiddetlenmesiyle (ki bu kapitalizmin mevcut aşaması olan çürümenin bir özelliğidir) daha da körüklenmiş, böylece rekabetin klasik tezahürlerini ağırlaştırmış ve sadece ülkeler arasında değil, aynı ülke içindeki devlet ve özel hizmetler arasında da maske, solunum cihazı, aşı vb. için savaşlar gibi şaşırtıcı olaylara yol açmıştır. Dünya çapında milyonlarca insan ölmüş ve ekonomik faaliyetin kısmen felç olması ve düzensizliği, 2020'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana olan en kötü bunalıma yol açmıştır.

Dünya ekonomisini etkileyen pandemi, kapitalist üretim için, tedarik zincirlerinin çeşitli faktörlere karşı artan kırılganlığı gibi yeni sorunları da ortaya çıkaracaktır. Gerçekten de, nihai ürünün bir gecikme yaşaması için (ki bu bazen pazarın gerekliliklerine aykırı olan çok önemli bir gecikme de olabilir) hastalık, siyasi istikrarsızlık veya iklimsel felaketler nedeniyle zincirdeki tek bir halkanın arızalı veya çalışamaz durumda olması yeterlidir. Bu nedenle, bazı ülkelerde, özellikle Rusya tarafından temin edilenler olmak üzere, eksik parçalar sebebiyle montaj hatlarında hareketsiz kaldıkları için kayda değer sayıda otomobil piyasaya sürülemedi. Böylece kapitalizm, üretimde dış kaynak kullanımı ve çok daha ucuz bir iş gücünün istihdamı yoluyla sermayenin karlılığını arttırmak amacıyla burjuvazinin 1980'lerden itibaren aşama aşama geliştirmiş olduğu, ekonominin aşırı "küreselleşmesinin" geri tepmesiyle karşı karşıyadır.

Dahası, kapitalizm, yalnızca tarımsal üretimi değil, bir bütün olarak üretimi giderek daha önemli bir şekilde etkileyen, küresel ısınmanın etkilerinden kaynaklanan felaketlerle (büyük yangınlar, kıyılarını şiddetle patlatan nehirler, yoğun seller...) giderek daha fazla karşı karşıya kalmaktadır. Kapitalizm böylece, 1945'ten sonra, giderek daha sınırlı hale gelen yeni kâr kaynakları arayışında çeşitli sermayeler arasındaki artan rekabetin yarattığı, ve etkisi 1970'lerden itibaren daha geniş çapta hissedilir hale gelen doğanın amansız sömürüsünün ve yıkımının bedelini ödüyor. Az önce çizdiğimiz tablo yeni bir keşif değildir, kapitalizmin, Birinci Dünya Savaşı ile başlayan ve bu süre boyunca sistemin (kapitalizmin tüm çelişkilerinin kalbinde yatan) aşırı üretim krizinin etkileriyle tekrar tekrar uğraşmak zorunda kaldığı, yüz yılı aşkın süredir içinde olduğu çöküşünün sonucudur. Bu aşırı üretim krizi, çöküş dönemindeki tüm ekonomik durgunlukların kökenindeydi: önce 1930'ların Büyük Buhranı ve daha sonra, 1950'ler ve 1960'lar boyunca "Savaş sonrası ekonomik patlama" olarak bilinen bir ekonomik toparlanma görüntüsünden sonra, 1960'ların sonunda tekrar ortaya çıkan açık kriz. Aşırı üretim krizinin kendini gösteriş biçimlerinin her biri bir öncekinden daha şiddetli bir durgunlukla sonuçlandı: 1967, 1970, 1975, 1982, 1991, 2001, 2009. Her seferinde ekonomik sistem, borçlara başvurarak yeniden canlandırılmak zorundadır, bu borçlar da ancak giderek artan bir oranda yeni borçlarla geri ödenebilir, ve bu böyle ilerler... Böylece krizin her yeni açık tezahürü daha da yıkıcı olurken, bununla başa çıkmak için kullanılan araç, yani borç, ekonomik istikrar için giderek daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

2008'deki mali krizden on yıl sonra büyümedeki yavaşlama, daha fazla borçlanma gerektirirken, tanık olduğumuz bir dizi "yeni" faktör (pandemi, küresel ısınma, tedarik zincirlerinin kırılganlığı vb.) karşısında ekonomiyi desteklemeyi amaçlayan 2020'de üretimdeki düşüş, küresel borca yeni bir rekora katkıda bulundu ve bu da reel ekonomiden daha da kopmaya yol açtı (küresel borç, dünya GSYH'sinin %256'sına sıçradı). Bu durum önemsiz değildir. Para birimlerinin devalüasyonunda ve dolayısıyla enflasyonun gelişmesinde bir faktördür. Uzun vadeli bir fiyat patlaması, çeşitli türlerde (sınıflar arası uzlaşmacı hareketler ve sınıf mücadelesi) toplumsal huzursuzluk riskini içerir ve dünya ticaretinin önünde bir engel oluşturur.

Bu nedenle burjuvazi denge gösterisi yapmaya giderek daha da mecbur kalacaktır, (bu onun aşina olduğu bir durum olsa da, giderek daha riskli hale gelmektedir) çünkü birbiriyle çelişen iki gereksinime yanıt vermesi gerekir:

  • Yükselen enflasyonu frenlemek için faiz oranlarını yükseltmek, ancak bunun sonucunda kredi akışını azaltmak;
  • Sürekli kredi enjeksiyonları olmaksızın işleyemeyen bir ekonomiyi sürdürmek.

Ve bunu, yüksek enflasyon ve ekonomik durgunluğa eğilimli bir bağlamda yapmak durumundadır.

Dahası, böyle bir durum, küresel ticareti istikrarsızlaştırabilecek spekülatif balonların patlamasına elverişlidir (2008'de ABD'de ve 2021'de Çin'de emlak sektöründe olduğu gibi).

Burjuvazinin yalanları

İster savaşın ister ekonomik krizin ifadeleri olsun, bir felaketle yüz yüze geldiğinde burjuvazi, her zaman bir dizi düzmece açıklamalar sunar; bu açıklamaların ortak noktası insanlığa eziyet eden felaketler için kapitalizmi sorumlu tutmamalarıdır.

1973'te (o zamandan beri az çok kalıcı hale gelen açık krizin derinleşmesinde sadece bir uğrak olan bir yıl), işsizlik ve enflasyonun artışı, petrol fiyatlarındaki artışla açıklandı. Bununla birlikte, petrol fiyatlarındaki artış, bu sistemin dışında kalan bir şeyin değil, kapitalist ticaretin ikincil sonucudur [4].

Mevcut durum bu kuralın yeni bir örneğidir. Ukrayna'daki savaştan, kriz içindeki kapitalizm değil, otoriter Rusya sorumlu tutuluyor, sanki Rusya dünya kapitalizminin ayrılmaz bir parçası değilmiş gibi.

Ekonomik krizin kayda değer ölçüde kötüleşme ihtimaliyle karşı karşıya olan burjuvazi, proletaryaya, kendisine dayatılacak korkunç fedakârlıkları kabul etmesi gerektiğini hissettirmek için zemin hazırlıyor ve bu fedakârlıkları Rusya'ya karşı misilleme önlemlerinin zorunlu sonucu olarak sunuyor. Şu iyi hazırlanmış mesajı kullanıyor: "Nüfus, Ukrayna halkıyla dayanışma içinde ısınmayı ve yemeyi azaltmayı seçebilir, çünkü bu, temel görev olan Rusya'yı zayıflatmanın bedelidir".

İşçi sınıfı, 1914'ten bu yana, ya iki dünya savaşında ve aralıksız ve ölümcül bölgesel çatışmalarda ateşe atılan insanlar olarak; ya 1930'ların Büyük Buhranı sırasında kitlesel işsizliğin kurbanı olarak; ya iki dünya savaşının harap ettiği ülkeleri ve ekonomileri yeniden inşa etmek için kolları sıvamaya zorlanarak; ya da 1960'ların sonunda dünya ekonomik krizinin geri dönüşünden bu yana her yeni durgunlukla birlikte güvencesizliğe ve yoksulluğa atılarak cehennemi yaşıyor.

Ekonomik krize doğru yeni bir çöküş ve durmadan büyüyen savaş tehdidiyle karşı karşıya kalındığında işçi sınıfının, burjuvazinin fedakârlık taleplerini dinlemesi tam bir felaket olur. Aksine işçi sınıfı, sınıf mücadelesini ilerletebilmek, bilinçli olarak kapitalizmi devirme perspektifini geliştirebilmek için, kapitalizmin savaş ve ekonomik saldırılarla ifade ettiği çelişkilerinden yararlanmalıdır.

Silvio (26 Mart 2022)

 

Notlar:

[1] "Habeck: Examining ways to moderate energy prices", Sueddeutsche (8 Mart 2022)
[2] "U.S. puts an oil embargo on the agenda", Frankfurter Allgemeine Zeitung (8 Mart 2022).
[3] "Resolution on the international situation", International Review no. 63 (Haziran 1990).
[4] Makalemizi okuyun, "The rise in oil prices: an effect not the cause of the crisis", International Review no. 19

Rubric: 

Savaşın hizmetinde “insani” propaganda

Savaşın barbarlığı karşısında burjuvazi, kendi sisteminin cani sorumluluğunu gizlemek için her zaman alaycı yalanlar kullanmıştır. Ukrayna'daki savaş da yarattığı acıların utanmaz bir şekilde araçsallaştırılmasından ve propaganda selinden kaçamadı. Bombalamalardan kaçan Ukraynalı ailelerin toplu göçü ve acılarının tüm televizyon kanallarında ve tüm gazetelerin ön sayfalarında gösterilmediği bir gün bile geçmiyor. Genellikle kapitalizmin insanlığa çektirdiği belalar konusunda oldukça ketum davranan medya, bu kez travmatize olmuş Ukraynalı çocukların ve savaş kurbanlarının sonsuz görüntülerini sergiliyor.

İnsani aldatmaca bir savaş silahıdır

Bombardımanlar, cinayetler ve kitlesel sürgünlerin korkunç görüntülerinin kışkırttığı meşru şokun propaganda amaçlı sömürüsüyle Ukrayna’daki savaş, demokratik ülkelerin burjuvazisinin kendiliğinden bir sempati ve şefkat dalgası yaratmasına ve Ukraynalı mültecilere yönelik "yurttaş inisiyatifleri" etrafında (ve hatta Rus göstericilerin ve savaş karşıtlarının acımasızca bastırılması etrafında) devasa bir "insani" kampanya düzenlemesine olanak sağlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana en büyük nüfus göçünün kurbanlarının sıkıntı ve umutsuzluğundan istifade ediyorlar. Her yerde, Ukraynalı mültecilere yardım etmek için "insani koridorlar" ve "vatandaş ağları" örgütleniyor. Ancak, tüm bunlar "işkence edilmiş bir halkı" "Rus canavarından korumayı" amaçlayan muazzam bir ölüm cephaneliğinin tedarikini meşrulaştırmak için gerçekleşiyor. Ukraynalı mültecilerle dayanışma amaçlı para toplamalar, bağışlar ve her türlü “girişim” veya gösteriler, küçük köylerde bile yetkili merciler tarafından organize ve teşvik ediliyor.

“Ukrayna halkının” şehadetine yapılan övgülerin arkasında, samimi cömertlik dürtülerinin alçakça bir sömürüsü var. Rusya'nın bombardımanı ile Zelenski hükûmetinin zorunlu "genel seferberliği" arasında rehin tutulan bir nüfusun trajik kaderini umursamayan, hepsi savaş çığırtkanı olan devletlerin gerçekleştirdiği bir sömürü. Burjuvazinin gözünde, "Ukrayna halkı", her şeyden önce, işgale karşı "yurtsever bir mücadelede" ateşe atılan insanlar olarak işlev görür. Aynı alaycılık, Batı burjuvazisinin, Rusça konuşulan Lugansk ve Donetsk bölgelerinde 2014'ten bu yana Ukrayna hükûmeti tarafından gerçekleştirilen, yaklaşık 14.000 kişinin öldürüldüğü katliamların üstünü örtmesini de açıklıyor.

Avrupa devletlerinin sözde hümanizmi büyük bir yalan ve saf bir aldatmacadır. Mültecileri kabul etme ve onlara yardım etme çabası, çoğunlukla, halkların inisiyatifinden kaynaklanmaktadır ve hiçbir şekilde devletlerden kaynaklanmamaktadır. Savaşın patlak vermesinden bu yana ve ailelerin göçünün en başından beri, muazzam bir kendiliğinden dayanışma dalgası olduğu inkar edilemez. Birdenbire sıkıntı ve umutsuzluğa düşenlere barınak ve yemek sağlayarak destek olmak ve yardım etmek için içtenlikle insani bir çaba sarf edildi.

Ancak bu dayanışma yeterli değildir. Bu, proleterlerin kendi sınıf alanında kolektif seferberliğinin ürünü değildir; burjuvazinin kendi çıkarları için kendine eklemlemekten, sömürmekten ve araçsallaştırmaktan asla geri durmadığı bir dizi bireysel inisiyatiften ibarettir. Dahası, bu tepkiler, savaşı meşrulaştırmak, milliyetçiliğin ölümcül zehrini yaymak ve "rezil Rus işgalcisine" karşı Kutsal Birlik iklimini yeniden yaratmak için hızlıca burjuva propaganda alanına saptırıldı.

Batı Avrupa'nın demokratik güçlerinin, Ukrayna sınırında yüz binlerce kişiyi zor kullanarak engellemedikleri sürece, sınırlarını Ukraynalı mültecilere açmaktan başka çareleri yoktu. Aksi takdirde tüm Rusya karşıtı savaş propagandaları çökecekti. Gerçekten de, Ukraynalıları karşılamaya hazır olduklarını ilan ediyorlarsa, bu, "Putin'in savaş suçlarına" karşı bir savaş seferberliğini ve özellikle Ukrayna'ya silah sevkiyatını ideolojik olarak haklı çıkarmak ve böylece kendi ulusal emperyalist çıkarlarını savunmak içindir.

Bu kampanyalar, aynı zamanda, bu çarpıcı durumun sorumluluğunun tüm devletlere, bizzat kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan rekabet mantığına ve emperyalist çekişmelere ait olduğu gerçeğini gizlemeye hizmet etmektedir. Savaş bölgelerini, nüfusun yoksullaşmasını ve kitlesel göçü, artan kaosu ve barbarlığı yaratan şey bu sistemin ta kendisidir.

Leş yiyici sınıfının iğrenç alaycılığı

Tüm leş yiyici devletler, sözde "sığınma hakkı" adına açık kollarla karşıladıklarını iddia ettikleri Ukraynalı mülteciler için timsah gözyaşları döküyorlar. Mültecilere kucak açmaya yönelik bu güzel vaatler göz boyamadan başka bir şey değildir. Batı Avrupa devletleri sefaletten, kaostan ve savaştan kaçan göçmenler için her yerde kabul kotaları getirdi. Bu yalın ayak mülteciler, Ukraynalıların çoğunluğu gibi sarışın, mavi gözlü Avrupalılar değil; çoğu Hristiyan değil, Müslümandır. Tamamen istenmeyen "ekonomik mülteciler" ile "savaş mültecileri" veya "siyasi mülteciler" arasında sığır gibi sınıflandırılırlar. Bu nedenle "iyi" ve "kötü" mültecileri ayırmalıyız…

Bütün bunlar Avrupa Birliği'nin ve onun büyük demokrasilerinin açık çekiyle yapılıyor. Böyle bir seçme süreci, muamelede böylesine bir farklılık tamamen utanmazlıktır. Örneğin Fransa'da, iki yıldan kısa bir süre önce, Macron hükûmeti, Paris'teki Place de la République'de çadırlarını kurmuş olan göçmen aileleri zorla yerinden etmek için polislerini gönderdi; polisler bu istenmeyen göçmenleri dövdüler ve çadırlarını bıçaklarla parçaladılar. Son zamanlarda, Belarus devleti tarafından koz olarak kullanılan Iraklı mülteciler Avrupa'nın kapısını çalarken, Avrupa Birliği'nin silahlı robocopları tarafından Polonya sınırının dikenli tellerine itildiler. "Büyük demokrasiler", soğuktan ve açlıktan ölen insanların gözle görülür acılarına rağmen, o zamanlar hiç misafirperver değildiler.

Bu sahte şefkatin, devletlerin bu sözde dayanışmasının yanar döner geometrisinin ardındaki gerçeklik nedir? Burjuvazi, "ev sahibi" ülkelerin çoğunda, halk ve işçi sınıfı arasında muhalefet ve bölünmeler yaratmak amacıyla Ukraynalılar için, diğer mültecilerden tamamen farklı bir "özel statü" yaratmaya özen göstermiştir. Örneğin Belçika'da hükûmet, Ukraynalılara diğer savaş mültecilerinden oldukça farklı bir statü vermeye karar verdi. Diğer mülteciler, "ev sahibi" ülkede olası bir çalışma izni alabilmek için genellikle önce ciddi bir tarama ve kontrolden geçmek zorunda kalırken, Ukrayna vatandaşlarına bu izin hemen veriliyor ve dahası onlar diğer mültecilerden çok daha fazla yardım ödeneği alıyorlar. Ödeneklerinin miktarı "yerel" çalışanların asgari ücretinden bile daha yüksek... Emperyalist propagandanın hizmetindeki bu kirli manevra, hükûmetin yalnızca Ukraynalılar ile diğer mülteciler arasında bir düşmanlık yaratmasına değil, aynı zamanda işçi sınıfı içinde ek bir bölünme faktörü olarak bir rekabet ortamı yaratmasına da olanak vermektedir [1].

Ukraynalı mültecilerin yüksek vasıflı azınlığı, burjuvazinin hoşuna gidecek şekilde, bu tür işlerde önemli bir kıtlığın olduğu Almanya gibi bazı ülkelerin ekonomisine entegre edilecektir. Diğerleri için, yani büyük çoğunluk için, mültecilerin kitlesel akını, onları özümsemekten aciz olan Avrupa burjuvazisi için büyük sorunlar yaratacaktır. Er ya da geç, önümüzdeki dönemde, bu mültecilerin büyük çoğunluğu popülist ideolojinin mide bulandırıcı nefesine maruz kalacak ve burjuvazinin tamamının vurgulamak isteyeceği toplumsal ve ekonomik sorunların günah keçileri işlevini göreceklerdir.

Her şeyden önce, ne pahasına olursa olsun, işçiler bu insani yardım kampanyalarının baştan çıkarıcı şarkılarına kapılmayı reddetmelidir. Savaş karşısında sömürenlerle herhangi bir birliği kategorik olarak reddederek onların ideolojik tuzaklarından kaçınmalıdırlar. Aynı zamanda, yoğunlaşan kriz ve savaşın saldırıları karşısında kendi sınıf çıkarlarını savunmak için mücadele etmelidirler. İşçiler, bu mücadelenin ancak ve ancak, egemen sınıfın oluşturduğu sınırların ve çatışmaların ötesinde uluslararası gelişimi yoluyla, mültecilerle ve kapitalizmin artan barbarlığının tüm kurbanlarıyla sınıf dayanışmasını tam olarak ifade edebilirler ve onlara çok farklı bir perspektif sunabilirler: Bu, kâr yasasından ve bu sistemin ölümcül dinamiklerinden kurtulmuş bir toplum perspektifidir.

Wim, 03.04.2022

[1] Bununla birlikte, bazı ülkeler diğerlerinden daha "misafirperver" olmuştur. Özellikle İngiliz burjuvazisi, Ukraynalı mültecilerin ülkeye girmesinin önünde her türlü bürokratik engeli kurmaya devam ediyor. Bir başka makalede, İngiliz burjuvazisi ile kıtadaki "dostları" arasındaki Ukrayna'daki savaşa ilişkin farklılıkları analiz edeceğiz.

Rubric: 

Troçkizm emperyalist savaşı destekliyor

Burjuva kampına geçişinden beri Troçkizm, İkinci Dünya Savaşının ardından birbirini izleyen çatışmalarda emperyalist kamplardan birine karşı diğerini desteklemek üzere proletaryayı itmek yoluyla, işçi sınıfının bilincine saldırmakta hiçbir fırsatı kaçırmadı. Troçkistlerin Ukrayna'daki askeri kaos karşısındaki tavrı bunu bir kez daha doğruluyor. Kapitalizmin bu bekçileri, savaşan şu ya da bu kamptan birini destekleyen açıkça savaş yanlısı tutumlar ile daha “incelikli” ve “radikal” görünen ama yine de barbarca militarizmin devamını savunan diğer tutumlar arasında gidip geliyor. Troçkizmin yalanları ve mistifikasyonları, işçi sınıfı için gerçek bir zehirdir ve kendisini Marksizmin bir biçimi gibi sunarak ona yolunu kaybettirmeyi hedeflemektedir.

Fransa'daki Nouveau parti Anticapitaliste'in (NPA) tutumu bariz savaş çığırtkanları kategorisine giriyor. Bu partinin tutumu kendi sözleriyle şöyle: “Savaşa hayır! Ukrayna halkının direnişiyle dayanışmaya! (...) Şu anda Ukrayna'daki gibi olan durumlarda, bombalamalar sürdüğü ve Rusya birlikleri orada olduğu sürece, 'sükûnete', 'şiddeti durdurmaya' ya da 'ateşkese' çağıran bütün soyut 'pasifist' tutumlar, tarafları pratikte birbirine denk sayar ve Ukraynalıların askeri yollar dahil olmak üzere kendilerini savunma hakkının inkarından farksızdır.” Bundan daha açık olamazdı! Bu burjuva grup açıkça proleterleri Anavatan savunusu adına şehit olmaya çağırmaktadır. Diğer bir deyişle, proleterleri kendi sömürülerinden beslenen milli sermayesinin savunusuna çağırmaktır bu.

Aynı küçümsemeyi daha sinsi ve sahte bir ikili dille Lutte Ouvriere (LO) bu sefer “enternasyonalizmin” savunusu adına üretmektedir; “halkların üzerinden yürütülen” bu savaşı lanetler gibi görünerek, son tahlilde “emperyalizme karşı direniş” ve “halkların kaderini tayin hakkı” adına proleterleri kendi ulusal burjuvalarının elinde piyon olmaya çağırmaktadır. LO'nun Fransa başkanlık seçimlerindeki adayı Nathalie Arthaud, “Putin, Biden ve diğer NATO ülke liderleri küçümsedikleri halkların canıyla bir savaş yürütüyor” diyerek “işçileri”, “bürokratik” Rusya ve “emperyalist” Amerika'ya karşı zavallı küçük Ukrayna devletini savunmaya çağırmaktan çekinmemiştir.

Sanki Zelensky ve onun yoz oligarklardan oluşan klik, Ukrayna nüfusunun ve özellikle de kendilerine ait olmayan çıkarlar için savaşmaya zorlanan işçi sınıfı erkeklerinin ölümünden bizzat sorumlu değilmiş gibi. Dördüncü Enternasyonal'in Güney Amerikalı bir üyesi olan Le Mouvement Socialiste des Travailleurs (MTS) ise, hem Ukrayna'nın Rusya tarafından işgalini hem de NATO müdahalesini eleştirmektedir. Ama bu görünüşte enternasyonalist tavrın ardında, bu sefer de bu grubun “Donbass halkının kendi kaderini tayin hakkını” tanıdığını görüyoruz ki bu Putin'in Ukrayna'yı işgal etmek için kullandığı bahanenin tamı tamına aynısıdır!

ABD ve BK'da, Internationalist Bolshevik Tendency (IBT) daha da hilekar bir tavır geliştiriyor. “Devrimci Yenilgicilik ve Proleter Enternasyonalizmi” başlıklı bir makalede, Lenin'in “bütün emperyalist ülkelerde proletarya, kendi hükûmetinin yenilgisini istemek zorundadır” şeklindeki (“ikili yenilgicilik” olarak tanımladığı) daha o zamandan belirsiz tavrını hatırlattıktan sonra, IBT şöyle ekliyor: “İkili yenilgicilik emperyalist bir ülkenin emperyalist olmayan bir ülkeye saldırdığı, fiili bir fetih savaşı için geçerli değildir. Böyle durumlarda, Marksistler sadece kendi emperyalist hükûmetlerinin yenilgisi için çağrı yapar ama etkin biçimde emperyalist olmayan devletin askeri zaferinden yana olur.” [1].

Böylece, IBT'ye göre Ukrayna bir kere emperyalist olmayan bir devlet olarak tanımlandığında, geriye kalan seçenek sadece proleterleri katliama itmek oluyor! IBT'nin Lenin'in emperyalizme dair tavrındaki bir zayıflığı saçma bir uca çekerek sömürdüğü bir gerçek [2]. Kapitalizmin geliştiği bir dönemden çöküş dönemine geçerken yaşamış ve bu geçişin bütün sonuçlarını çıkaramamış Bolşevikler ve Komünist Enternasyonal'in hatası anlaşılabilir. Ama, çeşitli ülkelerin diğerlerine karşı (örneğin Irak'ın Kuveyt'e, İran'ın Irak'a vb.) saldırgan savaşlarıyla geçen bir yüzyılın ardından, aynı tavrı yeniden dolaşıma sokmak salt mistifikasyondur!

Bu mistifikasyonun üzerinde yükseldiği temel, burjuva “halkların kaderini tayin hakkı” sloganıdır ve bunun arkasında emperyalizmin sadece “büyük güçler” arası bir mücadele olduğu fikri vardır. Fakat, Rosa Luxemburg'un 1916 gibi erken bir tarihte, Sosyal Demokrasinin Bunalımı’nda belirttiği gibi: “Emperyalizm bir devletin ya da herhangi bir grup devletin eseri değildir. Sermayenin dünya gelişimindeki özel bir olgunluk aşamasının ürünüdür; özünde enternasyonal bir durum, bölünemez bir bütündür ve ancak hiçbir ulusun kendi iradesiyle dışına çıkamayacağı ilişkilerinin bütünü içerisinde kavranabilir.'' Ulusal savunma mücadeleleri artık işçi sınıfının taleplerinin bir parçası olamaz. Tersine, bunlar onun devrimci mücadelesi için gerçek bir zehir, devrimci laf kalabalığı ardına gizlenerek seçtikleri emperyalist kamp adına proleterleri cepheye itmeyi hedefleyen bir mistifikasyondur!

H., 27 Mart 2022

[1] IBT'nin 1982'de ayrıştığı, şimdi International Communist League (Fourth Internationalist) adını almış olan Spartakistlerin benzer bir çözümlemeyi tersinden yaptığına işaret etmek gerekiyor: aynı bildiri içerisinde “iki kapitalist sınıf arasındaki bu savaşı, işçilerin iki kapitalist sınıftan da kurtulduğu devrimci bir iç savaşa dönüştürmekten” bahsederek devrimci bir çağrı yapar gibi gözükürken, hemen ardından “NATO veya herhangi bir emperyalist güç bu savaşa girerse, her devrimcinin görevi emperyalizmin yenilgisi için askeri olarak Rusya'dan yana olmak olacaktır” diyerek eğer savaş tırmanırsa ne yapacaklarını söylüyorlar. Solculuk söz konusu olduğunda, her zaman satır aralarına bakmak gerekiyor! (Kaynak: Spartacist 4 Supplement, 27.2.22)

[2] Rosa Luxemburg'un aksine, emperyalizmi büyük kapitalist güçlerin politikası olarak tanımlayan Lenin emperyalizm sorununa dair her zaman net değildi.

Rubric: 

Ukrayna'da emperyalist çatışma Kapitalizm savaştır, kapitalizme karşı savaş!

Avrupa savaşa girdi. Bu, 1939-45'in ikinci dünya katliamından bu yana ilk kez de yaşanmıyor. 1990'ların başında, savaş eski Yugoslavya'yı kasıp kavurmuş, 140.000 kişinin ölümüne neden olmuş, Temmuz 1995'te 8.000 erkek ve gencin soğukkanlılıkla katledildiği Srebrenica'da olduğu gibi "etnik temizlik" adı altında sivillere yönelik büyük toplu katliamlar meydana gelmişti. Rus ordularının Ukrayna'ya karşı saldırıya geçmesiyle patlak veren bu savaş, şu an için eski Yugoslavya’da olduğu kadar ölümcül değil, ancak bu savaşa kaç kişinin kurban gideceğini henüz hiç kimse bilmiyor. An itibarıyla savaş, eski Yugoslavya'daki savaştan çok daha büyük ölçekte. Bugün, birbirleriyle savaşanlar milisler veya küçük devletler değil. Mevcut savaş, sırasıyla 150 milyon ve 45 milyon nüfusları ve konuşlandırılan devasa ordularıyla (700.000 askeriyle Rusya ve 250.000'den fazla askeriyle Ukrayna) Avrupa'nın en büyük iki devleti arasında.

Dahası, büyük güçler eski Yugoslavya'daki çatışmalara dahil olduklarında, bu ya dolaylı olarak ya da Birleşmiş Milletler himayesinde “müdahale kuvvetlerine” katılmalarıyla gerçekleşmişti. Bugün, Rusya yalnızca Ukrayna’yla değil, savaşta doğrudan yer almasalar da Ukrayna'ya silah göndermeye başlamış, aynı zamanda da Rusya’ya karşı önemli ekonomik yaptırım kararları almış olan, NATO'da gruplanmış tüm Batılı ülkelerle de karşı karşıya.

Bu nedenle, yeni başlayan bu savaş, başta Avrupa olmak üzere tüm dünya için son derece çarpıcı bir olaydır.  Daha şimdiden, siviller ve her iki tarafın askerleri arasında can kaybının binlerce olduğu söyleniyor. Savaş yüz binlerce mülteciyi yollara dökmüş durumda. Enerji ve tahıl fiyatlarındaysa daha büyük artışa, dolayısıyla da ısınamamaya ve açlığa neden olacak, ki halihazırda dünyanın birçok ülkesindeki sömürülenlerin ve yoksulların yaşam koşulları enflasyon karşısında yere çakılmış durumda. Her zaman olduğu gibi, dünyayı yönetenler, savaşçı eylemlerinin en ağır bedellerini toplumsal zenginliğin çoğunu üreten işçi sınıfına ödetecek.

Bu savaş, bu trajedi, dünyanın son iki yıl içindeki durumundan ayrı değerlendirilemez: pandemi, ekonomik krizin kötüleşmesi, ekolojik felaketlerin çoğalması. Tüm bunlar, dünyanın barbarlığa sürüklendiğini açıkça gösteriyor.

Savaş propagandasının yalanları

Her savaşa büyük yalan kampanyaları eşlik eder. Kendilerinden istenen korkunç fedakarlıkları kabul edebilmeleri için, halkın ve özellikle sömürülen sınıfın zihni egemen sınıfın ideolojisiyle doldurulur. Bu fedakarlıklar, annelerinin, eşlerinin, çocuklarının yasını tutmak, sivil halkın dehşet ve yoksunluk içinde olması ve sömürünün daha da yoğunlaşmasıdır,  cepheye gönderilenler içinse hayatlarıdır.

Putin'in yalanları, tıpkı politik polis ve casus örgütü olan KGB'de memur olarak kariyerine başladığı Sovyet rejiminin yalanları gibi çiğdir. “Soykırım” mağduru Donbass halkına yardım etmek için “özel bir askeri operasyon” yürüttüğünü iddia eden Putin, medyanın “savaş” kelimesini kullanmasını yaptırım tehditleriyle yasaklıyor. Putin’e bakılırsa, amacı Ukrayna'yı yönetimi altında olduğu “Nazi rejiminden” kurtarmak. Doğu'nun Rusça konuşan nüfuslarının, genellikle Nazi rejimine özlem duyan Ukraynalı milliyetçi milisler tarafından zulme uğradığı doğrudur, ancak ortada bir soykırım yoktur.

Batılı hükûmetlerin ve batı medyasının yalanları genellikle daha kurnazcadır. Ancak bu kurnazlık her zaman için geçerli değildir: ABD ve müttefikleri (ki bunlara pek “demokratik” Birleşik Krallık, İspanya, İtalya ve... Ukrayna (!) da dahildir) 2003 Irak müdahalesini, Saddam Hüseyin'in elindeki "kitle imha silahlarının" tamamen uydurma tehdidi altında bize yutturdular. Bu Irak halkı arasında yüz binlerce kişinin ölümüyle, iki milyon mülteciyle ve koalisyon askerleri arasında on binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bir müdahaleydi.

Bugün “demokratik” liderler ve Batı medyası bize “kötü öcü” Putin ile “uslu çocuk” Zelensky arasındaki kavganın masalını anlatıyorlar. Putin'in kuşkucu bir suçlu olduğunu uzun zamandır biliyoruz. Zelensky, Putin’in aksine sabıka kaydının temiz olmasından ve siyasete girmeden önce (vergi cennetinde büyük bir servet elde etmesine de neden olan) popüler bir komedi oyuncusu olmaktan çıkar sağlıyor. Ancak mizahi yetenekleri onun hevesli bir savaş lorduna dönüşmesine mahal verdi ve bu yeni rolünde 18 ila 60 yaş arasındaki erkeklerin yurt dışına sığınmaya çalışan ailelerine eşlik etmelerini yasaklıyor ve Ukraynalıları 'Anavatan' için, yani Ukraynalı burjuvazi ve oligarkların çıkarları için öldürülmeye çağırıyor. Çünkü iktidar partilerinin rengi, konuşmalarının tonu ne olursa olsun, tüm ulusal devletler, her şeyden önce, hem sömürülenlere hem de diğer ulusal burjuvazilerin rekabetine karşı, sömüren sınıfın yani ulusal burjuvazinin çıkarlarının savunucularıdır.

Savaş propagandalarında, her devlet kendini “saldırgana” karşı kendisini savunması gereken bir “kurban” olarak sunar. Ancak tüm devletler gerçekte eşkıya olduğu için, ilk önce hangi eşkıyanın ateş ettiğini sormak anlamsızdır. Bugün önce Putin ve Rusya ateş etti, ancak geçmişte ABD vesayeti altında NATO, Doğu blokunun ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar Rusya'nın  hakimiyetinde olan birçok ülkeyi saflarına dahil etmişti. Eşkıya Putin, savaşı başlatarak, özellikle Ukrayna'nın NATO'ya katılmasını engelleyerek, ülkesinin geçmişteki gücünün bir kısmını geri kazanmayı hedefliyor.

Aslında 20. yüzyılın başından beri, sürekli savaş, ortaya çıkardığı tüm korkunç acılarla kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Şirketler ve devletler arasındaki rekabete dayalı, ticari savaşların silahlı savaşlara döndüğü, ekonomik çelişkilerin ve krizlerin kötüleştiği bu sistem giderek daha fazla savaş benzeri çatışmaları getiriyor. Bu kâra ve üreticilerin şiddetli sömürüsüne dayalı sistemde, işçiler yalnızca alın terleriyle değil aynı zamanda kanlarıyla da bedel ödemek zorunda kalıyor.

2015'ten bu yana, küresel askeri harcamalar keskin bir şekilde artıyor. Bu savaş yalnızca, süreci vahşi bir şekilde hızlandırdı. Bu ölümcül sarmalın bir sembolü olarak: Almanya, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana tarihinde ilk kez Ukrayna'ya silah göndermeye başladı; Avrupa Birliği ilk kez Ukrayna'nın silah alımı ve teslimatını finanse ediyor ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, kararlılığını ve yıkıcı yeteneklerini kanıtlamak için açıkça nükleer silah kullanmakla tehdit ediyor.

Savaşı nasıl sonlandırabiliriz?

Rusya'nın Ukrayna'dan çok daha güçlü bir orduya sahip olmasına rağmen, mevcut savaşın nasıl gelişeceğini kimse tam olarak kestiremez. Bugün Rusya'nın müdahalesine karşı dünya çapında ve bizzat Rusya'da pek çok eylem yapılıyor, ancak bu eylemler savaşı sonlandıramaz. Tarih göstermiştir ki, kapitalist savaşa son verebilecek tek güç, burjuva sınıfının doğrudan düşmanı olan proletaryadır. Tıpkı, Rusya işçilerinin Ekim 1917'de burjuva devletini devirmesi ve Almanya'nın işçi ve askerlerinin Kasım 1918'de isyan ederek hükûmetlerini ateşkes imzalamaya zorlamasının 1. Dünya Savaşı’nı sonlandırdığı gibi. Putin, bugün yüz binlerce askeri öldürülmek üzere Ukrayna'ya gönderebiliyorsa, bugün birçok Ukraynalı "Anavatanı savunmak" için canlarını vermeye hazırsa, bunun büyük ölçüde nedeni dünyanın bu bölgesinde işçi sınıfının özellikle zayıf olmasıdır. 1989'da "sosyalist" ya da "işçi sınıfına ait" olduğu iddia edilen rejimlerin çöküşü dünya işçi sınıfına çok acımasız bir darbe vurmuştur. Bu darbe, 1968'den itibaren ve 1970'lerde Fransa, İtalya ve Birleşik Krallık gibi ülkelerde büyük mücadeleler vermiş işçileri derinden etkilemiştir, ama en çok Polonya gibi sözde "sosyalist" ülkelerdeki işçileri etkilemiştir, ki Polonyalı işçiler Ağustos 1980'de büyük bir kararlılıkla hükûmeti taleplerini karşılamaya ve baskıdan vazgeçmeye zorlayan kitlesel bir mücadelenin içindeydi.

Savaş mağdurlarıyla, sivil halkla ve her iki tarafın top yemine dönüştürülmüş üniformalı proleterlerden oluşan askerleriyle gerçek bir dayanışma göstermek, "barış için" eylemler yapmak ya da bir ülkeyi diğerine karşı desteklemek değildir. Tek dayanışma, TÜM kapitalist devletlere, şu veya bu ulusal bayrağın arkasında toplanma çağrısı yapan TÜM partilere, bizi barış ve halklar arasındaki "iyi ilişkiler" yanılsamasıyla cezbeden TÜM taraflara karşı koymaktır. Ve gerçek bir etki yaratabilecek tek dayanışma, dünyanın her yerinde kitlesel ve bilinçli işçi mücadelelerinin gelişmesidir. Özellikle de bu mücadelelerin, savaşlardan ve insanlık için giderek daha fazla tehlike teşkil eden tüm barbarlıktan sorumlu sistemin, yani kapitalist sistemin devrilmesi için bir hazırlık oluşturduğunun bilincine varılmalıdır.

Bugün işçi hareketinin 1848 Komünist Manifesto'sunda yer alan eski sloganları her zamankinden daha günceldir:

İşçilerin vatanı yoktur! Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Uluslararası proletaryanın sınıf mücadelesinin gelişmesi için!

Enternasyonal Komünist Akım, 28.2.22

www.internationalism.org

email: [email protected]

Halka açık toplantılar

Gelin ve bu broşürdeki fikirleri, EKA'nın önümüzdeki iki hafta boyunca gerçekleştireceği online halka açık toplantılardan birinde tartışın. İngilizce toplantı için tarihler: 5 Mart, 11:00 ve 6 Mart, 18:00 (Londra saati). Detaylar için bize e-mail atın.

Rubric: 

Ukrayna'daki savaş hakkında Enternasyonal Komünist Sol gruplarının ortak açıklaması

Komünist solun örgütleri, özellikle dünya işçi sınıfı için büyük bir tehlikenin söz konusu olduğu bir zamanda, proleter enternasyonalizminin ilkelerine bağlılık mirasını birlik içinde savunmalıdır. Ukrayna'daki savaşla birlikte emperyalist katliamın Avrupa'ya dönüşü işte böyle bir zamandır. Bu nedenle, komünist sol gelenekten diğer imzacılarla (ve bu bildiriyi tamamen destekleyen farklı bir eğilime sahip bir grupla), emperyalist savaş karşısında işçi sınıfının temel perspektifleri hakkında aşağıdaki ortak bildiriyi yayınlıyoruz.

 


 

İşçilerin vatanı yoktur!

Kahrolsun tüm emperyalist güçler!

Kapitalist barbarlığın karşı sosyalizm!

 

Ukrayna'daki savaş, enternasyonal bir birlik sınıfı olan işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda değil, irili ufaklı farklı emperyalist güçlerin çatışan çıkarları için yürütülüyor. Bu savaş, askeri ve ekonomik hakimiyet için stratejik bölgeler üzerinde hakimiyet amacıyla, ABD, Rusya ve Batı Avrupa devlet aygıtlarına hakim olan savaş çığırtkanları tarafından açıkça ve gizlice yürütülen bir savaştır. Ukrayna egemen sınıfı da hiçbir şekilde dünya emperyalist satranç tahtasında masum bir piyon değildir.

 

Bu savaşın esas mağduru Ukrayna devleti değil, katledilmiş savunmasız kadın ve çocuklar, açlıktan ölen mülteciler veya her iki orduda askere alınanlar ya da savaşın daha fazla yoksulluk getireceği tüm dünyanın işçileri, yani genel olarak işçi sınıfıdır.

 

Kapitalist sınıf ve onların burjuva üretim tarzı, emperyalist savaşa yol açan rekabetçi ulusal bölünmelerin üstesinden gelemez. Kapitalist sistem daha büyük bir barbarlığa düşmekten kaçamaz.

 

Kendi payına, dünya işçi sınıfı düşen ücretlerine ve yaşam standartlarına karşı mücadelesini geliştirmek zorundadır. 1945'ten bu yana Avrupa'nın en büyüğü olan bu son savaş, kapitalizmin geleceğinde, eğer işçi sınıfı mücadelesi burjuvazinin devrilmesine ve onun yerine işçi sınıfının politik iktidarının, yani proletarya diktatörlüğünün, geçmesine yol açmazsa olacaklara dair bir uyarıdır.

 

Farklı emperyalist güçlerin savaş hedefleri ve yalanları:

 

Rus emperyalizmi 1989'da aldığı büyük gerileyişi tersine çevirerek yeniden bir dünya gücü olmayı amaçlıyor. ABD süper güç statüsünü ve dünya liderliğini korumak istiyor. Avrupalı güçler, sadece Rusya'nın yayılmasından değil, aynı zamanda ABD'nin ezici egemenliğinden de korkuyor. Ukrayna ise en güçlü emperyalist güçle ittifak arıyor.

 

Kabul etmek gerekir ki, ABD ve Batılı güçler bu savaşta gerçek amaçlarını haklı çıkarmak için en inandırıcı yalanlara ve en büyük medya yalan makinelerine sahipler - bunlar, sözde Rusya'nın küçük egemen devletlere karşı saldırganlığına tepki gösterdiklerini, Kremlin otokrasisine karşı demokrasiyi savunduklarını, Putin'in vahşeti karşısında insan haklarını koruduklarını söylüyorlar.

 

Daha güçlü emperyalist gangsterler genellikle daha iyi savaş propagandasına, daha büyük yalana sahiptir, çünkü düşmanlarını önce ateş etmeye kışkırtıp, manevra yapabilirler. Ama bu güçlerin son zamanlarda Ortadoğu'da, Suriye'de, Irak'ta ve Afganistan'da sergilediği sözde 'barışçıl' performanslarını, ABD hava gücünün Musul şehrini nasıl dümdüz ettiğini, Koalisyon güçlerinin Irak halkını sahte bir bahaneyle (Saddam Hüseyin'in kitle imha silahlarına sahip olduğu gibi) nasıl kılıçtan geçirdiğini hatırlayın. Daha geriye gidin ve 1960'larda Vietnam'da, 1950'lerde Kore'de, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima, Dresden veya Hamburg'da olsun, bu demokrasilerin geçtiğimiz yüzyılda sivillere karşı işlediği sayısız suçları hatırlayın. Rusya'nın Ukrayna nüfusuna yönelik zulmü de özünde aynı emperyalist senaryodan alınmıştır.

 

Kapitalizm, insanlığı sürekli emperyalist savaş çağına fırlattı. Kapitalizmden savaşı "durdurmasını" istemek bir yanılsamadır. 'Barış' ancak savaşkan kapitalizmde bir perde arası olabilir.

 

Çözümsüz krizlere ne kadar batarsa, kapitalizmin artan kirlilik ve salgın felaketlerinin yanında askeri yıkım da o kadar büyük olacaktır. Kapitalizm devrimci bir değişim için çoktan aşırı olgunlaşmış durumda.

 

İşçi sınıfı uyuyan bir devdir.

 

Yanında getirdiği bütün dehşetleriyle, gittikçe daha fazla bir savaş sistemi haline gelen kapitalist sistem, şu anda egemenliğine karşı herhangi bir önemli sınıf muhalefetiyle karşı karşıya değil; öyle ki, proletarya, emek gücünün giderek ağırlaşan sömürüsüne tabidir ve emperyalizm, savaş alanında proletaryanın canından fedakarlık talep etmektedir.

 

Devrimci öncünün vazgeçilmez rolünün teşvikiyle, sınıf bilinci ile birlikte sınıfsal çıkarlarının savunusunun gelişimi, işçi sınıfının dev potansiyelini, yani burjuvazinin siyasi aygıtını tümüyle devirmek için bir sınıf olarak birleşme kapasitesini içerisinde barındırır. İşçi sınıfı, 1917'de Rusya'da tam da bunu yapmış ve aynı dönemde Almanya'da ve başka yerlerde buna yaklaşmıştır: böylece savaşlara yol açan sistemi devirmiştir. Nitekim, Ekim Devrimi ve onun diğer emperyalist güçlerde yol açtığı ayaklanmalar, yalnızca savaşa muhalefetin değil, aynı zamanda burjuvazinin iktidarına yönelik bir saldırının da aydınlık bir örneğidir.

 

Bugün hala böylesi bir devrimci dönemden çok uzağız. Benzer şekilde, proletarya mücadelesinin koşulları, ilk emperyalist kıyım zamanında var olan koşullardan farklıdır. Öte yandan, emperyalist savaş karşısında, proletarya enternasyonalizminin temel ilkelerini ve devrimci örgütlerin bu ilkeleri proletarya içerisinde, gerektiğinde canını dişine takarak, akıntıya karşı da olsa savunma görevi hala aynı güncelliktedir.

 

Emperyalist savaşa karşı enternasyonalizm için savaşan ve savaşmaya devam eden siyasi gelenek.

 

İsviçre'deki Zimmerwald ve Kienthal köyleri, Birinci Dünya Savaşı'nda savaşan her iki bloktan sosyalistlerin, katliamı sona erdirmek ve Sosyal Demokrat Partilerin yurtsever liderlerini kınamak adına enternasyonal bir mücadele başlatmak için buluşma yerleri olarak ünlendi. Bremen Solu ve Hollanda Solu tarafından desteklenen Bolşevikler bu toplantılarda, emperyalist savaşa karşı bugün hala geçerli olan enternasyonalizmin temel ilkelerini ortaya koydular:

 

Emperyalist kamplardan hiçbirini desteklememek;

tüm pasifist illüzyonların reddi;

emek gücünün sömürülmesine dayanan ve sürekli olarak emperyalist savaş üreten sisteme karşı yalnızca işçi sınıfının ve onun devrimci mücadelesinin son verebileceğinin kabulü.

 

1930'larda ve 1940'larda, Birinci Dünya Savaşı'nda Bolşevikler tarafından geliştirilen enternasyonalist ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalan yalnızca şimdi Komünist Sol olarak adlandırılan siyasi akımdı. İtalyan Solu ve Hollanda Solu, İkinci emperyalist Dünya Savaşı'nda, Troçkizm de dahil olmak üzere proleter devrimi savunduğunu iddia eden diğer akımların aksine, katliam için hem faşist hem de anti-faşist gerekçeleri reddederek her iki tarafa da aktif olarak karşı çıktı. Böyle yaparak bu Komünist Sol gruplar, savaşta Stalinist Rusya'nın emperyalizmini desteklemeyi reddettiler.

 

Bugün, Avrupa'da emperyalist çatışmanın hızlanması karşısında, Komünist Sol'un mirasına dayanan politik örgütler, tutarlı proleter enternasyonalizminin bayrağını taşımaya ve işçi sınıfı ilkelerini savunanlar için bir referans noktası olmaya devam ediyor.

 

İşte bu nedenle bugün Komünist Sol'un sayıca az ve pek tanınmayan örgütleri ve grupları bu ortak bildiriyi yayınlamaya ve iki dünya savaşının barbarlığı karşısında geliştirilmiş enternasyonalist ilkeleri olabildiğince geniş biçimde yaygınlaştırmak için ortaklaştılar.

 

Ukrayna'daki emperyalist katliamda hiçbir tarafa destek yok.

 

Pasifist yanılsamaya hayır: Kapitalizm ancak sonu gelmeyen savaşlarla yaşayabilir.

 

Emperyalist savaşa ancak proletarya, kapitalist sistemi de yıkacak olan, sömürüye karşı verdiği sınıf mücadelesiyle son verebilir.

 

Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin!

——————————————————

 

- Enternasyonal Komünist Akım

- Istituto Onorato Damen (Onarato Damen Enstitüsü)

- Internationalist Voice (Enternasyonalist Söz)

- Enternasyonalist Komünist Perspektif (Kore)

 

Bu ortak bildiriyi tümüyle destekler.

 

6 Nisan 2022

Tags: 

Rubric: 

Ukrayna'daki savaş

Ukrayna: Doğu Avrupa'da askeri geriliminin tırmanışı üzerine

Rus ordusu Ocak ayından bu yana Ukrayna sınırları boyunca geniş çaplı "manevralar" yoluyla güç gösterisi yapıyor, ABD neredeyse her gün bir Rus işgalinin yakın olduğunu duyuruyor, NATO, Baltık ülkelerine ve Romanya'ya askerlerinin konuşlandırıyor, "barışı kurtarmak için" yoğun diplomatik manevralar sürüyor, Rus medyası Batı histerisini kınayan ve askerlerin sığınaklarına geri döndüğünü duyuran (ki bu ABD ve NATO tarafından hemen yalanlandı) bir kampanya yürütüyor ve  Donbass'ta Ukrayna ordusu ile ayrılıkçılar arasında çatışmalar sürüyor. Bütün bunlar emperyalist burjuvaziler arasındaki bu ölümcül savaş dansında amaçlanan hedeflerin birden fazla olduğunu gösteriyor. Bunlara çeşitli öznelerin hırsları ve kapitalizmin çürüme döneminin akıl dışı özelliği de eklenince, bu amaçlar daha karmaşık hale geliyor, ki bu da durumu daha da tehlikeli ve öngörülemez hale getiriyor. Ancak "Ukrayna krizinin" somut sonucu ne olursa olsun, durum şimdiden Avrupa'daki militaristleşmenin, askeri gerilimlerinin ve emperyalist çelişkilerin net bir şekilde yoğunlaştığı anlamına geliyor.

1. ABD: Baskı Altındaki Başkanıyla Saldırgan Konumda

ABD'nin, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal edeceğine dair histerik ajitasyonu, 2021 sonbaharında Tayvan'ın Çin tarafından "işgalin eşiğinde'' olduğuna dair yaptığı ajitasyona benziyor. ABD liderliğinin istikrarlı gerileyişi karşısında Biden yönetimi, Trump'ın başlattığı politik çizgiyle tamamen uyumlu bir emperyalist politika izliyor. Buna göre ABD, baş düşmanı olarak gördüğü Çin'e karşı askeri, ekonomik ve politik araçlarını seferber etmeye devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında, Rus hedeflerine karşı tavizsiz pozisyon alma durumu, 2021 sonbaharında Pekin'e gönderilen sinyali pekiştirmiş oluyor.

İkincisi, Dünyada çatışmalı sıcak bölgeler yaratarak, Biden, kendi özerk politikalarını gütmek isteyen emperyalist güçleri,  ABD hegemonyası altında konumlanmanın onlar için daha iyi olduğuna ikna etmeyi amaçlayan bir gerilim artırma politikası geliştiriyor. Ancak, bu politika Japonya, Güney Kore ve Hindistan’ın mesafe koymasıyla sınırlanmış olup, pasifikte, sadece 'beyaz' İngilizce konuşulan ülkelerin (ABD, İngiltere, Avustralya) katıldığı AUCUS'un oluşturulmasıyla küçük bir başarı kazanmıştı. NATO içinde Avrupa ülkelerini Amerikan egemenliği altına geri almak için, bugün Rusya'ya yönelik aynı politika izleniyor. ABD propagandası, bir yandan Rusya'nın işgalini kınarken aynı zamanda sinik bir biçimde NATO ülkelerinin aksine Ukrayna'ya askeri olarak müdahale etmeyeceğini ifade ediyor. Bu, Avrupa ülkelerine yönelik tehditkar bir mesajdır. Bununla birlikte, Boris Johnson'ın Asya'da olduğu gibi kendisini Amerikalıların sadık bir teğmeni olarak konumlandırmasının yanı sıra, Macron ve Scholz tarafından Moskova'ya yapılan son diplomatik manevra, Alman ve Fransız burjuvazisinin kendi özel emperyalist çıkarlarını her ne pahasına olursa olsun korumaya çalıştığının altını çiziyor.

Aynı zamanda Joe Biden bu çatışmacı politikayı, ABD güçlerinin Afganistan'dan çekilmesi ve sosyo-ekonomik planlarının ardı ardına uğradığı başarısızlıkları nedeniyle kötü bir şekilde lekelenen imajını toparlamak için kullanmayı umuyor: "Başkan Joe Biden, görev süresinin ilk yılı sonunda, önceki Başkan Donald Trump hariç, hemen hemen tüm seçilmiş başkanların sahip olduğu en düşük kamuoyu desteğine sahip" (CNN politics,  06.02.22) ve benzer şekilde "partisi önümüzdeki Kasım ayında yapılacak ara seçimlerde yenilgiye doğru gidiyor" (La Presse, Montréal, 23 Ocak 2022). Kısacası, ABD agresif bir politika gütse de, başkanının manevra alanı ülke içerisindeki düşük popülerliği nedeniyle sınırlanmış durumda ve dahası Irak ve Afganistan'daki deneyimlerden sonra, bugün büyük çaplı bir askeri operasyon söz konusu olamaz. Bu nedenle ABD birliklerinin Ukrayna sınırlarındaki varlığı oldukça sembolik düzeyde.

2. Rusya kapana kısıldı ve savunma durumunda

Geçen on yılda Rusya'nın, ekonomik bir cüce olmasına rağmen, tüm emperyalist bloğa önderlik ettiği dönemden kalma güçlü ordusu ve silahları sayesinde, dünya çapında etkili bir güç rolü oynadığını vurgulamıştık. Ancak bu durum, bugün Rusya’nın saldırgan bir konumda olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, Rusya sınırları boyunca genel olarak artan bir baskı altında:

- Taliban'ın Kabil'de iktidara gelmesiyle, Müslüman tehdidi eski Sovyet Orta-Asyalı müttefikler (Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan) için büyük bir yüktür; dahası, Karadeniz ve Hazar Denizi arasında, 2008 yılında Güney Osetya ve Abhazya'nın işgalinden sonra Gürcistan ile örtülü bir savaş sürüyor ve Rusya, 2020 yılında Dağlık Karabağ'daki savaştan sonra Ermenistan ve, Türkiye tarafından desteklenen, Azerbaycan arasındaki statükoyu korumaya çabalıyor. Son olarak, Kazakistan'ın son zamanlarda istikrarsızlaşması, ülkenin Rusya'nın savunması açısından doğusunda oynadığı tampon rolünün merkezi konumu göz önüne alındığında, Rusya için bir kabus.

- Avrupa sınırlarında ise, batıdaki merkezi bölgeler olan Ukrayna ve Belarus (Ukrayna sınırı Moskova'ya sadece 450 km uzaklıktadır) son yıllarda yoğun baskı altında. Rusya, burada kendisine yakın rejimleri elinde tutmaya devam edebileceğini umuyordu, ancak 2014'te Kiev'deki Turuncu Devrim ile ülke Avrupa'ya doğru kaydı ve 2020'de Belarus'ta da aynı durumun eşiğine gelindi.

Putin, 2014 yılında Kırım'ı işgal ederek ve Ukrayna'nın doğusundaki (Donetsk ve Lugansk) Rusça konuşan ayrılıkçıları destekleyerek, tüm Ukrayna üzerinde kontrolü elinde tutmayı ummuştu: "Aslında, Rusya devlet başkanı 2014 Minsk Protokolü ve Şubat 2015 uygulama anlaşması yoluyla Donbass cumhuriyetleri üzerinden Ukrayna siyasetinde söz sahibi olmasını umuyordu (Ukrayna'nın federal yapısı geniş çaplı bir bölgesel otonomiye izin veriyor). Gerçekte ise tam tersi oldu: Minsk anlaşmalarının uygulanması çıkmaza girdi. Cumhurbaşkanı Volodimir Zelensky'nin Nisan 2019'da seçilmesi, Moskova'da Kiev ile daha iyi ilişkiler için umutları artırmış olsa da, Zelensky hükümeti önceki Cumhurbaşkanının başlattığı "Rus dünyası" ile kopuş politikasını sürdürdü. Dahası, Ukrayna ve NATO arasındaki askeri-teknik işbirliği giderek yakınlaşıyor. Kendisi de bir NATO üyesi olan Türkiye, Kiev'e askeri insansız hava araçları sağladı ve bu durum Moskova'da Ukrayna'nın Donbass'ı askeri olarak geri almaya girişebileceği endişesini artırdı. Bu yüzden Putin hala zaman varken inisiyatifi ele geçirmek istiyor." Le Monde Diplomatique, Şubat 2022.

ABD'nin giderek artan ölçüde Çin'e odaklanma eğiliminden faydalanan Putin, Ukrayna üzerindeki baskıyı artırarak, emperyalist sahnedeki yerini müzakere etme için bir fırsat yakaladığını düşünüyor. Putin bu süreçte, askeri gerilim, siber saldırılar, ekonomik (örn: Rus gazı) ve siyasi tehditlere (ayrılıkçı cumhuriyetlerin tanınması) dayalı birden fazla baskı aracı içeren bir "hibrit savaş" politikası sürdürdü. Bununla birlikte, ABD'nin siyasi ve medya taarruzu onu bir tuzağa itiyor: Abd, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmek için bir askeri operasyon hazırlığında olduğu propagandasıyla, Rusya'nın bundan daha küçük her eyleminin bir geri adım olarak algılanmasını sağlıyor ve bu nedenle, bir anlamda Rusya'yı riskli ve muhtemelen uzun süreli bir askeri operasyona itmeye çalışıyor. Öte yandan Rusya halkı ise çok sayıda ölünün olacağı bir savaşa girmek istemiyor. Rus siyaset bilimci ve Rusya'nın uluslararası siyaseti uzmanı Fyodor Lukyanov bunu şöyle açıklıyor: "güç gösterisi ile güç kullanımı arasındaki çizgiyi aşmak başka bir risk ve sonuç seviyesine geçiştir. Modern toplumlar buna hazırlıklı değildir ve liderleri bunu bilir" (De Morgen'de alıntılanmıştır, 11.02.22).

3. Avrupa'da artan gerilim ve militarizm

Ukrayna'daki olaylar Avrupa üzerinde iki şekilde çok önemli bir etkiye sahip:

- Birincisi, emperyalist çatışmaların yoğunlaşması, ABD baskısı ve "her koyun kendi bacağından asılır" şeklinde özetlenebilecek bir eğilimin güçlenmesi, çeşitli Avrupa devletlerinin konumları üzerinde son derece güçlü bir baskı uyguluyor. Biden'ın uzlaşmaz açıklamaları Avrupa devletlerini tavır almaya zorluyor ve bu aralarındaki çatlakları genişletiyor. Bu durumun hem NATO hem de AB için geniş kapsamlı sonuçları olacaktır. Bir yandan, AB içindeki konsensus dayatmasından kurtulan Birleşik Krallik, kendisini ABD'nin sadık bir askeri olarak konumlandırıyor: örneğin BK dışişleri bakanı, Fransız-Alman uzlaşma girişimini (1938'de Nazileri yatıştırmak için yapılan Münih Antlaşmasına atıfla) "Münih kokan" bir antlaşma olarak tanımladı. Romanya, Polonya veya Baltık ülkeleri gibi çeşitli Doğu Avrupa ülkeleri ise NATO'yu sert bir tavır almaya çağırıyor ve kendilerini sıkı bir şekilde ABD'nin koruması altında konumlandırıyor.

Buna karşılık Fransa veya Almanya çok daha tereddütlü ve, Macron ve Scholz'un Putin ile yoğun müzakerelerinin de gösterdiği gibi, çatışmaya yönelik kendi yönelimlerini geliştirmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla bu gerilim şunu açıkça ortaya koymaktadır; ekonomik, aynı zamanda emperyalist nitelikteki belirli çıkarları Avrupa ülkelerini Rusya'ya karşı AB'den bağımsız, kendi politikalarını izlemeye yönlendiryor. Bu tam da ABD baskısının hedefidir.

Daha genel düzeyde, Ukrayna'daki çatışmayla birlikte, savaş söylentileri ve ekonomilerin militarize edilme eğilimi Avrupa kıtasını bir kez daha belirleyecektir. Fakat bu kez, kaotik ve “her koyun kendi bacağından asılır” tavrıyla çelişkilerin giderek derinleşmesi göz önüne alındığında, 1990'larda eski Yugoslavya savaşıyla ya da hatta Rusya'nın 2014'te Kırım'ı işgaliyle gördüğümüzden çok daha derin bir düzeyde olacaktır. Çeşitli ülkelerin (özellikle Almanya ve Fransa'nın) emperyalist çıkarlarını savunmak için yaptıkları manevralar, Avrupa içindeki gerginliği daha da tırmandırabilir. Bu tırmanma her devletin kendi başına hareket ettiği bir kaosun şiddetlenmesine neden olabilir ve böylece de kısa ve orta vadede durumun öngörülemezliğini artırabilir.

4. Nasıl bir Perspektif?

Kuşkusuz, tarafların hiçbiri genel bir savaş çıkartma peşinde değil, çünkü birincisi, ittifaklar her devletin kendi bağımsız çizgisinde ısrar etmesi nedeniyle güvenilmez durumda, ikincisi ve hepsinden önemlisi, ilgili ülkelerin hiçbirinde burjuvazi hareket serbestisine sahip değil: ABD, ana düşmanı Çin'e odaklanmış durumda ve bu arada, kendisinden önceki Trump gibi Başkan Biden da, her ne pahasına olursa olsun fiili bir işgalden kaçınmak istiyor (buna en iyi örnek Irak ve Afganistan'dan askeri çekilme ve askeri hedeflerin artan ölçüde özel taşeronlara devredilmesidir). Rusya, ekonomisini ve askeri gücünü (Afganistan sendromu) zayıflatacak uzun ve geniş kapsamlı bir savaştan çekiniyor ve ayrıca özel şirketlerin "kirli işlerini" (Wagner Grubu) yapmasına izin vererek düzenli birimlerini aşırı kullanmaktan kaçınıyor. Dahası, aşılama oranlarının yükseltilmesinde devam eden zorlukların gösterdiği gibi, Rusya toplumu devlete karşı derin bir güvensizlik içinde. Son olarak, savaş, Avrupa için ekonomik intihar olur ve Avrupa toplumu buna temel olarak karşı.

Ancak, topyekûn ve kitlesel bir savaşın olmayacak olması, savaş benzeri eylemlerin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez; Bunlar şu anda Ukrayna'da Harkov ve Lugansk'taki ayrılıkçı milislerle "düşük yoğunluklu" (sic) savaş biçiminde zaten gerçekleşiyor. Çeşitli emperyalizmlerin emperyalist hedefleri, “her koyun kendi bacağından asılır” tavrının yükselişi ve kapitalizmin çürümesine bağlı irrasyonalizm eğilimiyle birleştiğinde, Avrupa'da giderek daha kaotik ve kanlı biçimler alabilen çatışmaların çoğalması olasılığı mevcut: bunların örnekleri şimdiden "hibrit" çatışmaların çoğalması (askeri, ekonomik ve siyasi baskıların kombinasyonu), Batı Avrupa'ya yönelen yeni mülteci dalgaları,  Avrupa'da (örneğin Almanya) olduğu kadar ABD'deki (Trump'ın Putin'e karşı sözde "dostane" tavrında olduğu gibi) burjuvazi içindeki gerginlikler ve burjuvazinin siyasi aygıtı (popülist dalgalar) üzerindeki kontrolünü giderek daha fazla kaybetmesi biçiminde mevcut.

Nefret dolu milliyetçi ajitasyona karşı, Komünist Sol, sadece çeşitli burjuvazilerin- Rus, Amerikan, Alman, Fransız, ... veya Ukraynalı - çıkarlarına hizmet eden ve işçileri barbarca çatışmalara sürükleyebilecek herhangi bir tarafın emperyalist yalanlarını ifşa eder. İşçi sınıfının vatanı yoktur, işçilerin kapitalist sömürüye karşı mücadelesi enternasyonalidir ve cinsiyete, ırka veya ulusal ayrımlara dayanan her türlü bölünmeyi reddeder. İşçiler şunun çok iyi farkında olmalıdırlar; emperyalist yamyamlar arasındaki çatışmaların yoğunlaşmasına kendi mücadeleleriyle karşı koymazlarsa, bu çatışmalar 'herkes herkesin düşmanıdır',  militarizm ve akıl dışılılık bağlamında her düzeyde büyüyecetir. Bu bakımdan, özellikle kapitalizmin merkezi ülkelerinde işçi mücadelelerinin gelişmesi, savaşçı barbarlığın genişlemesine karşı çıkmak için de temel bir silahtır.

18.02.2022 / R. Havanais

Rubric: 

Ukrayna: İngilizce ve Türkçe açık toplantı

Enternasyonal Komünist Akım, 6 Nisan Çarşamba günü İngiltere saatiyle 17:00, Türkiye saati ile 19:00'da İngilizce ve Türkçe online bir açık toplantı düzenliyor.

Toplantının temel amacı Ukrayna'daki savaşa ilişkin enternasyonalist tutumu ortaya koymaktır: kapitalist savaşlara karşı mücadele etmenin ve komünist bir devrimin önünü açmanın tek yolu olarak tüm ülkelerde sınıf mücadelesi için hiçbir tarafa destek vermiyor ve pasifist ilizyonlara hayır diyoruz. İster sağdan ister soldan olsun, işçileri ister Rusya'yı ister NATO ve Ukrayna'yı desteklemeye çağırsınlar, burjuvazinin farklı fraksiyonları tarafından gözümüze sokulan tüm yanlış alternatifleri reddediyoruz: her iki taraf da emperyalisttir, her ikisi de işçi düşmanıdır.

Bu savaşın tarihsel önemine ve ağırlığına ilişkin genel analizimizi de ortaya koyacağız.

Katılmak isterseniz, lütfen bize [email protected] adresinden yazın.

Rubric: 

EKAonline - 2023

Afetin Adı Kapitalizm - Ancak Proleter Sınıf Dayanışması Yaşatabilir!

Türkiye'deki bazı yoldaşların, Türkiye ve Suriye'yi vuran depremle ilgili olarak yaptığı açıklamayı burada yayınlıyoruz. Resmi ölü sayısı şimdiden 21.000'i geçti ve ilk depremden sağ kurtulan ancak şimdi açlık, soğuk ve hastalıkla karşı karşıya olanları da sayarsak, sayının tırmanması muhtemel. Yoldaşların bu korkunç olaylara verdikleri hızlı tepkiyi selamlıyoruz. Açıklamanın da gösterdiği gibi, bu "doğal" afet, insanları tamamen yetersiz ve dayanıksız konutlarda yaşamak zorunda bırakan kapitalist kâr ve rekabetin duygusuz talepleri nedeniyle çok daha ölümcül hale gelmiştir. Depremin yıkıcı etkileri, kapitalist üretim tarzının her açıdan çürümekte olduğu günümüzde, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilenlerin yaşamlarını ve acılarını hor görmesinin daha da belirginleştiğini göstermektedir. Özellikle de bu felaketin emperyalist savaş tiyatrosunun ortasında gerçekleşiyor olması etkisini önemli ölçüde ağırlaştırmaktadır. Depremin merkez üssü, uzun süredir Türk devleti ile Kürt milliyetçileri arasındaki çatışmalara konu olan, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bölgede, Maraş'tadır. Suriye'nin kuzeyinde, mağdurların büyük bir kısmı Suriye'deki ölümcül savaştan kaçarak sığınmaya çalışan ve Esad rejiminin Halep gibi şehirlerdeki hastaneleri kasıtlı olarak bombalamasıyla daha da kötüleşen cehennem koşullarında yaşayan mültecilerdir. Bölgedeki savaşan kapitalist gruplar arasında süregelen çatışma da zaten yetersiz olan kurtarma çabalarının önünde siyasi ve maddi bir engel olarak duracaktır.


Maraş’ta gerçekleşen (6 Şubat 2023), çevre iller ve Suriye’yi de vuran depremin yıkıcı etkilerinin ne ölçüde olduğunu henüz tam olarak bilmek mümkün değil. Şimdiden medya, on binden fazla binanın yıkıldığını, binlerce insanın enkaz altında kalarak öldüğünü, on binlerce insanın yaralandığını belirtiyor. Kimi şehirlerle iletişim iki gündür kopmuş durumda. Yollar, köprüler, havaalanları yıkıldı. İskenderun limanında yangın çıktığı bildiriliyor. Birçok bölgede elektrik, su ve doğal gaz bağlantıları kesilmiş halde. Depremden canını kurtaranlar bu sefer de sert kış koşulları altında açlık ve soğukla boğuşuyor. Türkiye'nin askeri operasyonları altında kalan Suriye’deki deprem bölgesinden de oldukça vahim haberler bildiriliyor.

Art arda yaşanan iki büyük depremin olağandışı olduğu kesin. Ama, egemen sınıfın ve onun partilerinin iddia ettiğinin aksine bu depremlerin yarattığı yıkımın normal olduğu anlamına gelmiyor. Hem muhalefetteki hem de iktidardaki sermaye partilerinin mide bulandırıcı “ulusal birlik” çağrıları da herkesin bildiği gerçeği gizleyemez: bu yıkımın baş sorumlusu kapitalizm ve devlettir.

1- Deprem bölgesinde evsiz kalan, yaralanan ve yakınlarını kaybedenlerle proletaryanın bir sınıf olarak her türlü dayanışmayı göstereceğini biliyoruz. Şimdiden yüzlerce maden işçisi depremde arama kurtarma çalışmalarına katılmak için gönüllü olmuş durumda. Şimdiden dünyanın her yanında işçiler ve arama kurtarma ekipleri kazazedelere yardım etmek için dayanışma gösteriyor. Bu dayanışma, proletaryanın en büyük silahlarından birisi olarak, yaşamsal bir zorunluluktur. Proleterlerin birbirleri dışında güvenecek kimsesi yoktur. Kurtuluşu egemen sınıftan ve onun devletinden değil sadece kendi sınıf birliğimizden bekleyebiliriz.

2- Türkiye’deki geçmiş deprem deneyimleri, sermayenin toplumsal yeniden üretimi hedefiyle gelişen şehirleşmenin yıkıcı ve ölümcül etkilerinin ispatıdır. Depreme uyumsuz yapılaşmanın, insanların deprem bölgelerinde çok katlı binalara ve yoğun nüfuslu kentlere sıkıştırılmasının tek sebebi sermayenin bol ve ucuz iş gücü ihtiyacının karşılanmasıdır. 20 yıl önce gerçekleşen Gölcük ve Düzce depremlerinden sonra devletin aldığı bütün “önlemlerin”, egemen sınıfın döktüğü timsah gözyaşlarının sahteliğini bu deprem bir kez daha gösteriyor. Bu deprem ve etkileri şimdiden devletin esas varlık sebebinin yoksul ve proleter nüfusu korumak değil, ulusal sermayenin çıkarlarını korumak olduğunu acı bir şekilde ispatlıyor.

3- Peki kapitalizm, felaketlerin bizzat kendi üretim altyapısını düzenli ve sistematik olarak yıkmasına rağmen neden kalıcı ve sağlam bir altyapı inşa etmiyor? Çünkü kapitalizm altında binalar, yollar, barajlar, limanlar, kısacası hiçbir altyapı yatırımı kalıcılık veya insan ihtiyaçları gözetilerek inşa edilmez. Kapitalizmde ister devlet eliyle ister özel şirketlerce yapılsın, bütün altyapı yatırımları karlılık ve ücretli iş düzeninin sürmesi hedefiyle inşa edilir. Yoğun bir nüfus yaşanılmaz kentlere sıkıştırılır. Deprem olmasa bile en fazla 100 yıl dayanabilecek, sağlıksız beton binalar kentleri ve taşraları sarar. Son 40 yılın korkunç kapitalist kentleşmesi bütün Türkiye çapında kent ve hatta köyleri böylesi beton mezarlara çevirmiş durumda. Çünkü kapitalist kar üretimi ancak olabildiğince çok canlı emeği, yani proleteri işe sürerek ve sabit sermaye yatırımlarını, yani altyapıyı ise minimum düzeyde tutarak sürdürülebilir. Kapitalizmde inşaat sürekli bir faaliyettir, yapılan yapının kalıcılığı, çevreyle uyumu, insan ihtiyaçlarına cevap vermesi önemsenmez önemsenemez. Bu gelişmiş batı kapitalizminde de, Afrika ve Asya’nın daha zayıf kapitalizmlerinde de geçerli bir kuraldır. Sermayenin ve onun devletlerinin tek toplumsal hedefi artan sayıda proleterlerin sömürüsünü sürekli kılmaktır.

4- Kapitalist düzen kendi sömürü düzenini yeniden üretebilecek çözümleri bile ortaya koyabilecek konumda değil. “Doğal” afetler karşısında sermaye sadece umursamaz değil aynı zamanda aciz de. Bu acizliği ulus devletlerin kontrolünde olan yardım örgütlerinin koordinasyonsuzluğunda, devletin acil yardım dağıtımlarında beceriksizliğinde bile görüyoruz. Bunu sadece çürüyen kapitalizmin daha derinden etkilediği Türkiye gibi ülkelerde değil, aynı zamanda iki yıl önce sel karşısında çaresiz kalan Almanya veya altyapı yatırımlarının ihmal edilmesi yüzünden yolları ve köprüleri sellerde çöken ABD gibi kapitalizmin merkez ülkelerinde de görüyoruz.

5- Düzen muhalefetinin kimi kesimlerinin devleti depremzedelere “yardım” konusunda “yetersiz” bulması devletin doğasına dair aldatıcı bir perspektif sunuyor. Devlet bir yardım kurumu değildir. Devlet bir azınlık sömürücü sınıfın kolektif şiddet aygıtıdır. Devlet sermayenin çıkarlarını korur. Elbette bir afet bölgesinde kaosun hüküm sürmesi hem egemen sınıfın zayıflığını göstereceğinden hem de bizzat sermayenin yeniden üretimini sekteye uğratacağından, devlet minimum düzeyde bir “yardım” örgütlenmesi gerçekleştirecektir. Ama görünen o ki, devlet bu minimum yardımı sağlamakta bile acizlik içinde. Devletin felakete müdahalesi nasıl olursa olsun, onun esas işlevi proletaryayı dizginlemek ve diğer kapitalist ülkelerle ulusal sermayenin çıkarları doğrultusunda rekabet etmektir. Devlet, işçileri ölümcül beton tabut evlere iten, felaketler karşısında savunmasız bırakan koşulların bekçisi, sermaye birikiminin ideolojik ve fiziksel dayanağıdır.

6- Son yıllarda yaşadığımız ve etkileri dünya çapında hissedilen salgın, kıtlık ve savaşların “doğal” hiç bir yanı yoktur. Deprem anı hemen öncesinde tahmin edilemese de, deprem fay hatları ve olası büyüklükleri kesin bir şekilde öngörülebilmektedir. Bütün bu felaketlerin baş sorumlusu, toplumu kar üretimi ve ücretli iş etrafında örgütleyen, militarist-milliyetçi rekabeti derinleştiren, insanlığın varlığını ve geleceğini tehdit eden kapitalizm ve ulus devletler, mevcut egemen sınıfın tümüdür. Kapitalizm egemenliğini sürdürdükçe, insanlık ulus devletlere ve sınıflara ayrılmaya devam ettikçe bu felaketler daha da derinleşerek, daha da yıkıcılaşarak ve sıklaşarak gerçekleşmeye devam edecektir. Bu durum kapitalizmin tükenmişliğinin en net göstergesidir. Dünyanın her yerinde egemen sınıflar insanlığı savaşlara, korkunç ve yaşanmaz şehirlere, açlığa ve kıtlığa, dev bir küresel iklim krizine itiyor.

Maraş ve çevresinde gerçekleşen deprem egemen sınıfın insanlığa önereceği olumlu hiçbir gelecek olmadığının en son somut ve can yakıcı ispatıdır. Ama bu durum bizi karamsarlığa itmemeli. Depremde sınıfımızın gösterdiği ve göstereceği dayanışma, bize umut vermeli. Felaketlerin yıkıcılığının sebebi bunların çaresinin olması değil, sınıfımızın, proletaryanın dünyayı değiştirecek ve insanlığı sermaye belasından kurtaracak özgüvene henüz sahip olmamasıdır. İnsanlığın ve dünyanın kaynakları bizi felaketlerden koruyacak, kalıcı, güvenli konutlar ve yerleşimler inşa etmek için yeterli. Yeter ki bu kaynakları seferber edebilecek tek güç olan proletarya kendisine güvensin ve iktidarı çürümüş ve yoz sermaye sınıfının elinden almak için dünya çapında mücadeleye girsin.

Türkiye’den bir grup Enternasyonalist Komünist

 

Tags: 

Rubric: 

Deprem Türkiye ve Suriye'yi vurdu

Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, Yunanistan ve Fransa'da grevler ve eylemler... Mücadelelerimizi nasıl geliştirebilir ve birleştirebiliriz?

"Artık yeter demek zorundayız! Sadece biz değil, bu ülkenin tüm işçi sınıfı bir noktada artık yeter demek zorunda" (Littlejohn, Ford'un ABD'deki Buffalo damgalama fabrikasında vasıflı işlerde bakım şefi).

Bu Amerikalı işçi, her ülkede tüm işçi sınıfının bilincinde olgunlaşmakta olanı kısaca özetliyor. Bir yıl önce Birleşik Krallık'ta "Öfke Yazı" patlak vermişti. İngiltere işçileri "Artık yeter" sloganlarıyla otuz yılı aşkın bir süredir devam eden durgunluk ve teslimiyetin ardından yeniden mücadeleye atılma çağrısı yaptılar.

Bu çağrı sınırların ötesinde de yankılandı. Yunanistan'dan Meksika'ya, yaşam ve çalışma koşullarımızdaki aynı tahammül edilemez kötüleşmeye karşı grevler ve eylemler 2022'nin sonu ve 2023'ün başı boyunca devam etti.

Kış ortasında Fransa'da işçiler bir adım daha ileri gitti: proleterler "artık yeter" fikrini benimsediler. Ancak birbirlerinden yalıtılmış yerel ve korporatist mücadeleleri çoğaltmanın ötesine geçip, sokaklarda milyonlar halinde toplanmayı başardılar. Gerekli mücadele ruhuna kitleselliğin sayısal gücünü eklediler. Ve şimdi Amerika Birleşik Devletleri'nde işçiler mücadele meşalesini biraz daha ileriye taşımaya çalışıyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri'nde sınıf mücadelesi için yeni bir adım

Şu anda dünyanın önde gelen ekonomik gücünü ateşe veren toplumsal hareketi gerçek bir medya karartması çevreliyor. Bunun nedeni açık: on yıllardır yoksulluk, şiddet, uyuşturucu, ırkçılık, korku ve bireycilikle harap olmuş bir ülkede, bu mücadeleler tamamen farklı bir yolun mümkün olduğunu gösteriyor.

Tüm bu grevlerin temelinde gerçek bir işçi dayanışması dalgası yatıyor: "Hepimiz bıktık: geçici işçiler bıktı, benim gibi uzun süredir çalışanlar bıktı... çünkü bu geçici işçiler bizim çocuklarımız, komşularımız, arkadaşlarımız" (bu sözlerin sahibi yukarıda alıntıladğımız aynı New York’lu işçidir). Farklı işçi kuşakları bir arada duruyor. "Yaşlılar" sadece kendileri için değil, her şeyden önce daha da kötü çalışma koşullarına ve daha da düşük ücretlere sahip olan "gençler" için grevdeler.

"Bu işte hep birlikte" olduğumuzun farkına vardıkça, işçi sınıfı içinde dayanışma duygusu giderek büyüyor: "Tüm bu gruplar sadece birbirinden ayrı hareketler değil, kolektif bir birlik çığlığı. Burası bir işçi şehri - mavi yakalı ve beyaz yakalı, sendikalı ve sendikasız, göçmen ve yerli işçilerin şehri" (Los Angeles Times).

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki mevcut grevler, ilgili sektörlerden çok daha fazlasını bir araya getiriyor. "Toledo, Ohio'daki Stellantis sanayi kompleksi, grevin başlangıcında tezahüratlar ve kornalarla çalkalanıyordu" (The Wall Street Journal). "Kornalar, otomobil üreticisinin Wayne, Michigan'daki fabrikasının dışındaki grevcilere destek için çalıyor" (The Guardian).

Mevcut grev dalgası tarihi bir öneme sahip:

- Hollywood'da senaristler ve oyuncular 63 yıl sonra ilk kez birlikte mücadeleye girdiler;

- Minnesota ve Wisconsin'deki özel sektörde çalışan hemşireler tarihlerindeki en büyük grevi gerçekleştirdiler;

- Los Angeles belediye çalışanları 40 yıl sonra ilk kez greve gitti;

- "Üç Büyükler" (General Motors, Ford, Chrysler otomobil işletmelerinin) işçileri eşi benzeri görülmemiş bir ortak mücadeleye öncülük etti;

- Çeşitli eyaletlerde greve giden Kaiser Permanente çalışanları, sağlık sektöründe bugüne kadar düzenlenen en büyük eyleme öncülük etti.

Bunlara son haftalarda Starbucks, Amazon ve McDonald's'daki, havacılık ve demiryolu fabrikalarındaki grevleri ya da Kaliforniya'daki tüm otellere giderek yayılan grevleri de ekleyebiliriz... Tüm bu işçiler, kendilerini yoksulluğa sürükleyen dörtnala artan enflasyon karşısında makul bir ücret için mücadele ediyor.

Tüm bu grevlerle Amerikan proletaryası, özel sektördeki işçilerin de mücadele etmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Avrupa'da şimdiye kadar harekete geçenler ağırlıklı olarak kamu sektörü çalışanlarıydı. İşlerini kaybetme korkusu özel şirket çalışanları için bir fren etkisi yapıyor. Ancak giderek dayanılmaz hale gelen sömürü koşullarıyla karşı karşıya kaldığımızda, hepimiz mücadele etmek zorunda kalacağız. Gelecek, tüm sektörlerdeki birliğin ve birleşik sınıf mücadelesinindir!

Bölünmeye karşı mücadelelerimizi birleştirelim!

Avrupa, Asya ve Okyanusya'da öfke yeniden yükseliyor. Çin, Kore ve Avustralya'da da yaz aylarından bu yana art arda grevler yaşanıyor. Yunanistan'da Eylül sonunda gelişen toplumsal hareket ulaşım, eğitim ve sağlık sektörlerindeki işçileri bir araya getirmiş, işçileri istihdamı daha esnek hale getirmeyi amaçlayan yeni çalışma reformunu protesto etmişti. 13 Ekim'de Fransa'da ücretler konusunda eylemler yeniden başladı. İspanya'da da bir öfke rüzgarı esmeye başladı: 17 ve 19 Ekim'de özel eğitim sektöründe grevler; 24 Ekim'de kamu eğitim sektöründe grev; 25 Ekim'de Bask kamu sektörünün tamamında grev; 28 Ekim'de emekliler tarafından bir eylem vb. Bu mücadele belirtileri karşısında İspanyol basını "yeni bir sıcak sonbahar" beklendiğinden bahsetmeye başladı.

Bu liste sadece sınıfımızın artan hoşnutsuzluk ve mücadelecilik düzeyini göstermekle kalmıyor. Aynı zamanda sınıf hareketimizin mevcut en büyük zayıflığını da ortaya koyuyor: Büyüyen dayanışmaya rağmen mücadelelerimiz birbirinden ayrı kalmaya devam ediyor. Grevlerimiz aynı anda gerçekleşebilir, hatta sokaklarda yan yana bile olabiliriz, ancak gerçekten birlikte mücadele etmiyoruz. Birleşmedik, tek bir toplumsal güç olarak, tek bir mücadele içinde örgütlenmedik.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki mevcut grev dalgası bunun bir başka açık göstergesidir. Hareket "Üç Büyük" otomobil fabrikasında başlatıldığında, grev önceden "belirlenmiş" üç fabrika ile sınırlıydı: GM için Wentzville (Missouri), Chrysler için Toledo (Ohio) ve Ford için Wayne (Michigan). Bu üç fabrika birbirinden binlerce kilometre uzakta olduğu için işçilerin bir araya gelip tek vücut olarak mücadele etmeleri imkansız.

Neden bu kadar dağılmışlardı? Bu parçalanmayı kim organize etti? Bu işçileri resmi olarak kim denetliyor? Toplumsal hareketleri kim örgütlüyor? İşçilerin yasal temsilcileri, "mücadele uzmanları" kimler? Sendikalar! Dünyanın her yerinde işçilerin tepkisini parçalayan ve bölen sendikalardır.

Greve gidecek bu üç fabrikayı "belirleyen", Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ana sendikalardan biri olan UAW’dir! Hareketi yapay bir şekilde "güçlü, birleşik ve kitlesel" olarak nitelendiren, tüm işçiler greve gitme isteklerini yüksek sesle ilan ederken, grevi kasıtlı olarak sendikalı işgücünün yalnızca %10'uyla sınırlayan UAW'dir. Mack Truck (Volvo kamyonları) işçileri mücadelelerinde "Üç Büyükler’e" katılmaya çalıştıklarında sendikalar ne yaptı? Grevi sona erdirmek için aceleyle bir anlaşma imzaladılar! Hollywood'da oyuncuların ve senaristlerin grevi aylardır devam ederken, otomobil işçilerinin greve katılmasıyla, anında bir yönetim/sendika anlaşması imzalandı.

Fransa'da bile milyonlarca insanı sokaklarda bir araya getiren eylemler sırasında sendikalar, "kendi" sendika üyelerini bir arada değil, şirketlere göre gruplandırarak yürüyüşleri bölüyor ve herhangi bir toplanma ya da tartışmayı engelliyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde, Birleşik Krallık'ta, Fransa'da, İspanya'da, Yunanistan'da, Avustralya'da ve diğer tüm ülkelerde, eğer bu örgütlü bölünmeyi durdurmak istiyorsak, eğer gerçekten birleşmek istiyorsak, eğer birbirimize ulaşabilmek, birbirimizin yanında durmak, hareketimizi genişletebilmek istiyorsak, mücadelelerin kontrolünü sendikaların elinden almalıyız. Bunlar bizim mücadelelerimiz, tüm işçi sınıfının mücadeleleri!

Mümkün olan her yerde, hareketin nasıl yürütüleceğine gerçekten karar veren açık, kitlesel, özerk genel toplantılarda bir araya gelmeliyiz. Mücadelenin genel ihtiyaçlarını ve en birleştirici talepleri olabildiğince geniş bir şekilde tartıştığımız; sınıf kardeşlerimizle, en yakın fabrikadaki, hastanedeki, okuldaki ya da idaredeki işçilerle buluşmak üzere kitlesel delegasyonlar halinde yola çıkabileceğimiz genel toplantılar, mücadele meclisleri kurmalıyız.

Her grevin ardında beliren şey devrim hidrasıdır
Yoksullaşma karşısında, küresel ısınma karşısında, polis şiddeti karşısında, ırkçılık karşısında, kadına yönelik şiddet karşısında... Son yıllarda başka türden tepkiler de ortaya çıktı: Fransa'daki "Sarı Yelekliler" gösterileri, "İklim için Gençlik" gibi ekolojik mitingler, "Black Lives Matter" veya "MeToo" gibi protestolar ya da ABD, Fransa veya Birleşik Krallık'taki ayaklanmalar sırasında olduğu gibi öfke kalkışmaları.

Ancak tüm bu eylemler kapitalizmin daha adil, daha eşitlikçi, daha insancıl ve daha yeşil bir biçimini dayatmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle hükümetler ve burjuvazi, tüm bu tepkileri çok kolay istismar edebilir ve tüm bu "vatandaş hareketlerini" desteklemekte tereddüt etmezler. Dahası, sendikalar ve tüm politikacılar, işverenler ve çalışanlar arasında daha iyi bir servet dağılımı ihtiyacını vurgulayarak, işçilerin taleplerini kapitalizmin katı çerçevesiyle sınırlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Görev süresi içerisinde bir grevi ziyaret eden ilk Amerikan Başkanı olan Biden bile "Artık sanayi toparlanıyor, [işçiler] kârı paylaşmalı" dedi.

Ancak proletarya, ekonomik krizin etkilerine, devletler tarafından düzenlenen saldırılara ve savaş ekonomisinin gelişiminin dayattığı fedakarlıklara karşı mücadele ederek, "hak" ve "adalet" talep eden vatandaşlar olarak değil, sömürülenler olarak sömürenlere karşı ve nihayetinde bir sınıf olarak sistemin kendisine karşı ayaklanıyor. Bu nedenle işçi sınıfı mücadelesinin uluslararası dinamiği, içinde kapitalizmin bütününe yönelik kökten bir meydan okumanın tohumlarını taşımaktadır.

Yunanistan'da, 21 Eylül'de çalışma reformuna karşı düzenlenen eylem gününde, eylemciler bu saldırı ile bu yaz ülkeyi kasıp kavuran "doğal" felaketler arasında bağlantıyı kurmuşlardı. Kapitalizm bir yandan gezegeni yok ediyor, kirletiyor, ormansızlaştırıyor, betonlaştırıyor, küresel ısınmayı arttırıyor, toprağı kurutuyor, sellere ve yangınlara neden oluyor. Diğer yandan, eskiden doğayla ilgilenen ve insanları koruyan işleri ortadan kaldırıyor ve Canadair'ler, yani yangın söndürme uçakları yerine savaş uçakları üretmeyi tercih ediyor.

İşçi sınıfı, yaşam ve çalışma koşullarındaki kötüleşmeye karşı mücadele etmenin yanı sıra, bu sistem ve geleceği üzerine çok daha geniş bir düşünme sürecine girmiştir. Birkaç ay önce Fransa'daki gösterilerde, Ukrayna'daki savaşı reddeden, bu savaş ekonomisi adına kemerlerimizi sıkmayı reddeden sloganlar görmeye başladık: İşçiler bu eylemlerde "Savaşa para yok, silaha para yok, para maaşlara, para emekli maaşlarına" şeklinde sloganlar attılar.

Ekonomik kriz, ekolojik kriz ve savaşın barbarlığı, küresel kapitalizmin ölümcül dinamiğinin semptomlarıdır. Biz bu satırları yazarken İsrail ve Gazze halklarının üzerine yağan bombalar ve kurşunlar, Ukrayna'da devam eden katliamlar, kapitalizmin toplumu içine sürüklediği ve tüm insanlığın yaşamını tehdit eden sürekli çöküşün bir başka örneğidir!

Grevlerin sayısının artması iki dünyanın çatıştığını gösteriyor: rekabet ve barbarlığın burjuva dünyası ile dayanışma ve umudun işçi sınıfı dünyası. Mevcut ve gelecekteki mücadelelerimizin derin anlamı budur: sömürünün ya da toplumsal sınıfların olmadığı, savaşın ya da sınırların olmadığı, gezegenin yok oluşa sürüklenmediği ya da kâr arayışının olmadığı başka bir gelecek vaadi.

Enternasyonal Komünist Akım, 8 Ekim 2023

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

EKA’nın Önsözü

Bilan’daki (İtalyan Komünist Partisi’nin Sol Fraksiyonu’nun Fransızca yayın organı) yoldaşlar bu yazıyı yazdığında Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist hükümetler iktidardaydı. Hitler henüz 1933’de Almanya’da iktidara gelmişti. Ama İtalyan Komünist Fraksiyonunun sol kanadını oluşturan yoldaşlar panikleyip, sadece Stalinist veya sosyalist partilerin değil 1920’lerde Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı duran diğer akımlar, örneğin Troçkistlerin kapıldığı gibi, ‘anti-faşizm’ çılgınlığına kapılmadılar. Bilan bu yazıda İspanya İç Savaşında gerçekleşecek olan bir kehanete karşı net ve sağlam bir uyarıda bulunuyordu. İspanya’da burjuvazinin faşist fraksiyonu işçileri ezebildi, çünkü işçiler Franco’nun 18 Temmuz 1936’daki darbesine karşı kendiliğinden silahlanmış olsalar da, kendilerinin sınıf alanından, burjuva cumhuriyete karşı uzlaşmaz mücadele alanından uzaklaştırılmaya, anti-faşist mücadelenin önceliği adına, bütün anti-faşist güçlerin birliği adına göz yumdular.

Bugün durum işçi sınıfının hem faşizm hem de ‘demokratik’ burjuvazinin karşısında tarihinin en ağır yenilgisini aldığı 1930’lardaki gibi değil. Bu dönemde faşizmin Avrupa’daki çeşitli ülkelerde iktidara gelmesini esas mümkün kılan, bunun öncesinde işçi sınıfının yenilmesi olmuştu. Bu yüzden bugün faşizmin kapitalizm açısından politik bir gereklilik olmadığını söyleyebiliriz. İşçi sınıfına dahil olduğunu iddia eden, hatta Troçkistler gibi proleter devrimden yana olduklarını söyleyen çeşitli akımlar ‘faşist tehdit’ karşıtı kampanyalara katılımlarını ancak 1930’lardaki ve bugünkü durum arasındaki farkları tamamen inkar ederek meşrulaştırmaya çalışmakta. Bu anlamda Bilan, devrimcilerin olayları tarihsel bağlamı içinde, özellikle sınıflar arası güç dengesini hesaba katarak analiz etmek zorunda olduğu konusunda ısrar ederken sonuna kadar haklıdır. Bilan bu yazıdaki argümanlarını özellikle Troçkistlere (yazıda 1930’larda kendilerini ‘Bolşevik Leninistler’ olarak tanımlayan Troçkistler) karşı geliştirmiştir. O dönemde Troçkistler henüz işçi sınıfına dahildi ama oportünizmleri onları İkinci Dünya Savaşı'nda burjuva kampına itecekti. Ve Troçkistler tam da anti-faşizm adına işçi hareketinin en temel ilkelerinden birini, enternasyonalizmi ezerek İttifak güçlerinin emperyalizmine destek verdiler. Bununla birlikte Bilan’ın anti-faşist kampanyalara karşı argümanları, faşizmin işçi sınıfına karşı oluşturduğu tehlikeyi ifşası, bugün de tamamen geçerlidir: tarihsel durum değişmiş olsa da işçi sınıfına karşı kullanılan yalanlar, onu sınıf alanından kaydırıp demokratik burjuvazinin kontrolüne itmeye yönelik yalanlar temel olarak hala aynı. Okuyucu Bilan’a saldırmak için kullanılan ‘argümanları’ tanımakta hiç zorluk çekmeyecektir: bunlar bugün bizim anti-faşistlerden, özellikle devrimci olduğunu iddia eden anti-faşistlerden duyduklarımızla tamamen aynı. Bilan’ın metninden sadece bir örnek verelim:

“…proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir?… proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?”

Son olarak, anti-faşizmin ‘işçilerin birliğinin’ bir aracı olduğunu iddia edenlere karşı Bilan proletaryanın ancak kendi sınıf çıkarlarını savunma temelinde birleşebileceğini, bunun da sınıflar arası güç dengeleri nasıl olursa olsun değişmeyeceği cevabını veriyordu: “henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir… İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır.”

Bu yazı yazıldığı dönemde İtalyan Komünist Solu, henüz Alman-Hollanda Komünist Solu gibi sendikalar konusunda net değildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri sendikalar geri dönüşsüz biçimde kapitalist devletin organları haline gelmiştir. Buna rağmen Bilan’ın savunduğu, işçileri kendi sınıf talepleri etrafında birleşmeye çağırma tavrı yine de geçerlidir. Bu tavır burjuvazinin bütün fraksiyonlarının işçi sınıfını o çok değerli metayı, demokrasiyi faşizme veya totalitaryenizme karşı savunmaya çağırdığı bugün de hala geçerlidir.

Bu anlamda, aşağıda yayınladığımız Bilan makalesi önceki sayıda yayınladığımız Lenin’in ‘Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine’ tezleri ile tamamen uyumludur.

 

Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

Devrimin gerilediği mevcut durumda şaşkınlığın önceki dönemlerden daha baskın olması pek muhtemel. Bu bir yandan, proletaryanın savaş sonrasında çetin mücadelelerle fethettiği tüm üslerde (Rus devleti, Üçüncü Enternasyonal) karşı-devrimin gelişmesinin, diğer yandan ise işçilerin bu gelişmelere ideolojik ve devrimci bir direniş cephesiyle karşı koymayı başaramamasının bir sonucudur. İşçiler bu karşı-devrim olgusuna ve kapitalizmin savaş ittifakları kurmaya yönelik vahşi saldırısının bileşimine karşı, mücadeleyle, hatta bazen muazzam bir savaşımla (Avusturya’da olduğu gibi) karşılık verdiler. Lakin bu çarpışmalar, tek kitlesel politik organizasyon olan ve artık dünya karşı-devrimi saflarına geçmiş olan merkezciliğin gücünü sarsmayı başaramadı.

Böylesi bir yenilgi anında şaşkınlık kapitalizmin, işçi devleti ve merkezciliği kendini muhafaza etmek için seferber etmesi; bunları, proletaryanın yenilgisi ve kendi zaferinin sloganlarının sözcüsüne, kitlelerin bilincinin çözülmesinin başat failine dönüştürmek üzere sosyal-demokrasinin hilekâr güçlerince 1914’ten beri zapt edilmiş olan zeminlere yöneltmesinin sonucudur.

Bu yazıda, adına, kendini solda konumlandıran işçilerce bile “anti-faşizm” adı verilen tipik bir şaşkınlık formülünü inceleyeceğiz.

Burada amacımız (anti-faşizmin pek acil şekilde öne sürüldüğü yerler olan) Fransa ve Belçika gibi ülkelerdeki durumu analiz etmek, faşist bir taarruzun kapıda olup olmadığını saptamak olmadığı gibi; faşizmin her ülkeye yayılmasının önünü açan bir perspektif olduğu fikrini de inceleyecek değiliz. Dahası burada, faşizmin ehemmiyetine bağlı teorik sorunları ya da proletaryanın faşist bir taarruz durumunda demokratik kurumlara karşı takınması icap eden tavırlara eğilmeyeceğiz. Tüm bu soruları bilahare başka yazılarda ele alacağız. Anlaşılırlık adına, kendimizi sadece tek bir sorunla kısıtlayacağız: anti-faşizm ve bu reçete etrafında kurulması güya mümkün olan mücadele cephesi.

İlkin yapılması gereken -ya da hiç değilse eskiden öyleydi- sınıf savaşına girişmeden önce hedeflediğimiz amaçları, kullanılacak yöntemleri ve lehimize müdahalede bulunabilecek sınıfsal güçleri tespit etmek. Bu sorunları soyut anlamda “teorik” kılan hiçbir şey yoktur; burada teoriden kastımız, ortada bir “eylem” olduğu sürece herhangi bir program temelinde herhangi bir hareketten herhangi biriyle düşüp kalkan, “teoriye” aldırış etmeyen her türlü unsurdan gelebilecek ucuz eleştirilere açık olmayışlarıdır. Bizim, eylemin öfke patlamalarından ya da bireylerin hüsnüniyetinden değil; durumun kendisinden doğduğunu düşünenlerden olduğumuz ortadadır. Dahası eylem hususunda da, teorik çalışma işçi sınıfını yeni yenilgilere karşı savunmak adına hayatidir. Pek çok militanın sahip olduğu bu teorik çalışmayı hor gören tutumun mahiyetini anlamalıyız, zira gerçekte bu daima devrimci çevreler içerisindeki proleter tavırların (açıktan olmasa da, alttan alta) düşman sosyal-demokrat prensiplerle ikame edilirken, bir yandan da faşizme karşı mücadele “yarışında”, ‘eylem olsun da ne pahasına olursa olsun’ çağrısı yapmaya denk düşer.

Anti-faşizm sorunu hususunda, anti-faşizmin çok sayıdaki taraftarına kılavuzluk eden tek şey teorik çalışmayı hor görmeleri değil; daha geniş bir direniş cephesi inşa etmek için gerekli olan şaşkınlığı yaratıp yaymaya yönelik ahmakça çılgınlıktır. Bir tek müttefiki bile kaçırabilecek ya da herhangi bir mücadele fırsatını kaybettirecek sınırlamalardan kaçınılmalı: Anti-faşizmin sloganı budur. Burada görüyoruz ki herhangi bir mücadele fırsatının kaçırılmaması için, şaşkınlık ve kafa karışıklığı yüceltilip, zaferin bir öğesi gibi sunulmakta. Burada, yarım asırdan uzun zaman önce Marx’ın Weitling’e, cehaletin işçi hareketine hiçbir zaman hiçbir faydası dokunmadığını söyleyişini hatırlamalıyız.

Bugün, mücadelenin hedefini, kullanılacak yöntemleri ya da gerekli programı tespit etmek yerine Marksist stratejinin özü şu şekilde takdim edilmekte (ki Marx bunu cahillik olarak addederdi): bir sıfat benimsemek -ki bugünlerde en çok rastlananı elbette “Leninist” sıfatıdır- ve ardı arkası kesilmez bir biçimde, ve bağlamından tamamıyla kopuk bir şekilde 1917’de Rusya’daki vaziyet ile Kornilov’un Eylül harekâtından bahsetmek. Hey gidi hey! Bir zamanlar devrimcilerin akılları başlarındaydı ve tarihi tecrübeyi analize tabi tutarlardı. O zamanlar, kendi dönemlerindeki vaziyetlerle bu tecrübeler arasında analojiler kurmaya teşebbüs etmeden evvel geçmişle bugün arasında siyasi bir paralel çizmenin mümkün olup olmadığına bakarlardı; fakat o zamanlar geçti artık, bilhassa sadece proleter grupların sözcüklerini seçişlerine genel olarak baktığımız zaman bu anlaşılıyor.

Bize deniyor ki, 1917 Rusya’sındaki sınıf mücadelesi tablosuyla bugün başka ülkelerdeki vaziyet arasında bir karşılaştırma gütmenin anlamı yoktur; keza o zamanki sınıf güçlerindeki dengenin şimdikilere benzeyip benzemediğine bakmanın da. Ekim 1917’deki zafer tarihi bir olgudur, dolayısıyla yapmamız gereken tek şey Rus Bolşeviklerinin taktiklerini kopya etmek, bilhassa da olayları değerlendirme tarzı birbirinden radikal biçimde farklı kavrayışlara dayanan farklı gruplara göre değişebilsin diye adî bir biçimde kopya etmektir.

Bugün kendine “Leninist” diyenler, 1917 Rusya’sında kapitalizmin daha yeni devlet-iktidarını deneyimlemekte olmasına karşın, faşizmin on yıllardır iktidarda olan bir kapitalizmden doğduğu ve 1917 Rusya’sındaki volkanik devrimci durumun bugünkü gerici durumun tam tersi olduğu gerçeğinden zerre kadar rahatsızlık duymamaktadır. Buna karşın, 1917’de olanların bugün olanlarla İtalyan ve Alman tecrübelerinin ciddi bir incelemesine dayanarak kıyaslanması gibi işler onların olağanüstü dinginliklerini sarsmaz bile. Her şeyin yanıtı Kornilov’dur. Biri devrimci diğeri gerici iki farklı durumu birbirine indirgemelerini sağlayan bu politik cambazlığa göre, Mussolini ve Hitler’in zaferlerinin güya tek sorumlusu da komünist partilerin 1917’de Bolşeviklerin uyguladığı klasik taktiklerden sapmış olmasıdır.

***

Anti-faşizme kalsa, politik etmenleri hesaba katmamak gerek. Onunla amaçlanan şey faşist bir saldırı tarafından tehdit edilen herkesi bir tür “tehdit altındakiler sendikası” altında bir araya getirmektir.

Sosyal-demokratlar radikal sosyalistlere, Herriot[1] ve Daladier[2] de faşist bir zafere yenik düşebileceğinden dolayı kendi emniyetlerini gözetip faşist tehdide karşı acil savunma tedbirleri almalarını söyleyecek. Léon Blum[3] daha da ileri giderek Doumergue’i[4], faşizme karşı gözlerini dört açmazsa Brüning’in[5] akıbetine hazır olması konusunda temkinlice ikaz edecek. Merkezcilik “sosyalist tabanı”, veyahut da SFIO[6] (Section française de l’Internationale ouvrière) merkezciliği muhatap alarak, hem sosyalistler hem komünistler faşizmin tehdidi altında olduğundan ötürü birleşik bir cephe kurulmalı diyecek. Nihayet de tepeleri atınca, herhangi bir siyasi hesap olmaksızın, tüm “işçi sınıfı”(?) formasyonları arasında kalıcı bir dayanışma temelinde faşistlerin faaliyetlerine karşı bir mücadele cephesi oluşturmaya hazır olduklarını cümle âleme üst perdeden duyuran Bolşevik-Leninistler olacak.

Tüm bu spekülasyonların altında yatan şeyse basit, hatta doğru olamayacak kadar basittir: Tehlike altında olup, ölümden kaçınma arzusuyla hareket eden herkesi ortak bir anti-faşist cephede toplamak. Lâkin en yüzeyselinden bir analiz bile bu önerinin cennetten düşme basitliğinin arkasında Marksizmin temel savlarından, geçmiş olayların inkarından ve bugünkü olayların öneminin tamamen vazgeçilmesinin saklı olduğunu gösterecektir. Elbette, Herriot’nun 6 Şubat’taki “ayaklanma”dan doğan hükümete katılmakla yanlış yaptığı, oysaki iktidarı faşistlere devreden hükümetin bir parçası olup bilahare onlar tarafından öldürülen Amendola’yı[7] hatırlaması gerektiği kolayca söylenebilir. Alman tecrübesinin gösterdiği üzere Brünning’in “ateşkes”inin faşizmin emellerine fevkalade hizmet ettiği ve bunun karşılığında faşistlerin demokratik partilere acımadığı ortadayken Clermont-Ferrand’daki Radikal Sosyalist partinin “partiler arası ateşkes”e onay vererek kendi canına kastettiğini öne sürmek de yine bir o kadar kolaydır. Nihayet, aynı rahatlıkla, Fransız ve Belçikalı sosyalistlerin Almanya ve Avusturya’daki olaylardan ders çıkarıp kendilerini kaçınılmaz bir ölümden kurtarmak için devrimci bir siyaseti benimsemeleri gerektiği ilân edilerek konu kapatılabilir. Merkezcilerinse o halde -aynı dayanağa göre- Thälmann’ın[8] akıbetinden ve toplama kamplarından öğrenmesi gereken, “dürüst” bir Birleşik Cephe taktiğine ihtiyaç olduğudur, amacı işçi sınıfının mücadelesine yardımcı olmak yerine “sosyalist partiyi yok etmek” olan bir cephe değil: Saint-Denis’deki işçilerin desteğini kullanarak onların merkezciliğe olan tepkilerini ve mücadele arzularını şaşkınlığın çıkmazına sürmek için kullanan sağcı sosyal-demokrat-sevici Doriot’nun talebi budur.

Radikallerin sosyalistlerin ve merkezcilerin kendilerini ve örgütlerini kurtarmak için ne yapmalarının icap ettiğine dair tüm bu kürsüden vaazlerin olayların seyrine bir etkisi olmayacak, zira esas sorunun dönüp dolaşıp geldiği nokta şu: radikallerin, sosyalistlerin ve merkezcilerin nasıl olup da komünistleşebileceği, zira faşizmle ancak proleter devrim mücadelesi cephesine dayalı bir biçimde mücadele edilebilir. Ne kadar vaaz verilirse verilsin, Belçika sosyal demokrasisi kapitalizmi muhafaza etme planlarını yine de yürürlüğe koyacak, her çeşit sınıf çatışmasının altını oymakta tereddüt etmeyecek, bir anlamda sendikaları kapitalizme teslim etmekten geri durmayacaktır. Doumerge Brüning’i taklit edecek, Blum Bauer’in[9], Cachin[10] de Thälmann’ın ayak izlerini takip edecektir.

Tekrar ediyoruz; bu yazının amacı Fransa ya da Belçika’daki durumun, İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişine müsaade eden koşullarla karşılaştırılıp karşılaştırılamayacağını saptamak değildir. Analojimizin amaçladığı şey oldukça farklı iki kapitalist ülkedeki işlevleri açısından Doumerge’in bir Brüning kopyası olduğunu ve bu işlevin -Blum ve Cachin keza- proletaryayı hareketsiz kılmak, onun sınıf bilincini yerle bir etmek ve devlet aygıtının emperyalistler-arası yeni mücadele koşullarına uyarlanabilir kılmak olduğunu göstermektir. Bilhassa Fransa’da, Thiers, Clémencau ve Poincaré tecrübelerinin Doumergue yönetiminde de tekrarlanacağını ve burjuva sosyalist ve radikal-sosyalist güçleri boğmaksızın, kapitalizmin kendi sağcı güçleri etrafında yoğunlaşabilmesinin olduğunu düşünmek için geçerli sebepler mevcuttur.

Demek ki mesele faşizm tehlikesi var diye bir “birleşik anti-faşist cephe” meydana getirmek değildir. Tam tersine, esas gereken, proletaryanın kapitalizme karşı mücadelede hangi tavırlar etrafında güçlerini yoğunlaştırabileceğini tespit etmektir. Meselenin bu şekilde tarif edilmesi kapitalizme karşı mücadele cephesine anti-faşist güçlerin dahil edilmemesi anlamına gelir. Bunun anlamı -paradoksal görünse de- şudur: kapitalizm direksiyonu hepten faşizme doğru kırarsa proletarya için başarının koşulunun işçilerin sınıfsal talepleri ve programının değişmezliği, buna karşılık, hezimetin koşulunun ise proletaryanın anti-faşizm bataklığında çözülüp gitmesi olduğudur.

***

Bireylerin ve toplumsal güçlerin eylemlerini sınıfsal kaygılardan azade belirleyen bir kendini muhafaza etme yasası yoktur: Brüning ve Matteoti[11] onları faşizmden kurtarabilecek yegâne şey de olan proleter devrim yolunu tutsalardı, kendi şahsi çıkarları ve savundukları fikirlerle çelişen biçimde hareket etmiş olurlardı. Bir bireyin yahut da gücün eylemleri, mensubu oldukları sınıfın bir fonksiyonudur. Bu, Fransız siyasetinin şimdiki aktörlerinin neden haleflerinin adımlarını takip etmekten başka bir şey yapmadıklarını, Fransız kapitalizmi faşizme biraz daha kaysa bile neden başka bir şey yapamayacaklarını da açıklıyor.

Temel anti-faşist reçetenin (“tehdit altındakiler sendikası”) tamamıyla tutarsız olduğu böylece ortaya çıkmakta. Dahası, anti-faşist fikirleri incelersek (hiç değilse program düzeyinde) bunların faşizmle kapitalizmin ayrıştırılmasından türediklerini görüyoruz. Doğru, bu hususta bir sosyalisti, bir merkezciyi, ya da bir Bolşevik-Leninisti sorgulasak hepsi faşizmin pekâlâ kapitalizm olduğunu belirteceklerdir. Lâkin hemen sonra sosyalist diyecektir ki: “sosyalizme hazırlanmak için Anayasayı ve Cumhuriyeti savunmalıyız”; merkezciler de işçi sınıfını anti-faşizm etrafında birleştirmenin kapitalizme karşı mücadele etrafında birleştirmekten çok daha kolay olduğunu söyleyecektir; Bolşevik-Leniniste göreyse birlik ve mücadele için, kapitalizm bunları artık işçi sınıfına sağlayamasa bile, demokratik kurumlardan daha iyi bir dayanak olmayacaktır. Böylece ortaya çıkıyor ki, “faşizm kapitalizmdir” genel beyanından yola çıkanlar, ancak kapitalizmle faşizmin ayrıştırılmasından doğabilecek politik sonuçlara varabiliyor.

Geçmiş tecrübe, faşizmle kapitalizm arasında bir ayrım koyma ihtimalini yok edecek bir biçimde göstermiştir ki, kapitalizmin faşizme dönmesi burjuva sınıfı içerisindeki kimi grupların iradelerine değil, tüm bir tarihsel dönemin gereklilikleri ile, burjuva rejiminin kriz ve can çekişmelerine daha az direnebilen devletlerin özgül durumlarına bağlıdır. Tam bir ayrım gözetmek mümkün olduğu ölçüde, İtalya ve Almanya’daki tecrübeler bize göstermektedir ki, kapitalizm faşist bir toplumsal örgütlenmeye meyletmeye mecbur kaldığında, faşist taburlar proletaryanın sınıf örgütlerine yönelen hücum kıtaları vazifesini üstlenir. Bundan sonra, burjuvazinin demokratik siyasi formasyonları, bu kurumların savunusunu demokratik yasalara ve Anayasaya havale etmek gerektiğine proletaryayı ikna etmek amacıyla faşizme karşı olduklarını dile getirir. Liberal ve demokratik güçlerle hemen hemen aynı hatlarda davranan sosyal-demokrasi de proletaryayı, devletin faşistleri kanunlara uymaya zorlamasını, onları silahsızlandırmasını ve hatta yasadışı ilan etmesini esas talepleri haline getirmeye çağırır. Bu üç siyasi gücün eylem hatları tastamam dayanışma içindedir: kökenlerinin bulunduğu yer, kapitalizmin, yeni bir kapitalist toplum örgütlenmesi olarak faşizmi yükseltmeyi hedeflediği her yerde faşizmin zaferine ulaşma gerekliliğidir.

Faşizm kapitalizmin temel gereksinimlerine denk düştüğünden, ona karşı radikal olarak farklı bir cephede mücadele olasılığı bulmak durumundayız. Karşıtlarımız sık sık savlarımızla politik olarak mücadele etmekten çekindiği için onları çarpıtıyor. Örneğin, “anti-faşizmin politik ve programatik muhtevasını sorgulamakla ilgilenmiyoruz, mühim olan Daladier’nin Doumergue’e, onun da Maurras’ya yeğ olduğu, bundan dolayı da Maurras’ya karşı Doumergue’i ya da Doumergue’e karşı Daladier’yi savunmanın çıkarımıza olduğudur. Yahut da koşullara göre Doumergue ve Daladier’den birini savunmak, zira ikisi de Maurras’nın zaferi önünde engeldir ve vazifemiz en ufak çatlağı bile proletaryaya daha güçlü bir konum kazandırmak için kullanmaktır” cevabını almamız için, sadece anti-faşist slogana karşı çıkmamız yeterlidir, zira tecrübe göstermiştir ki anti-faşist güçler, faşizmin zaferi için en az faşist güçlerin kendileri kadar gereklidir. Görünüşe göre, Almanya’daki olaylar –ki önce Prusya, sonra da Hindenburg-Von Schleicher hükümetlerindeki o “çatlaklar” faşizmin yükselişine giden sayısız sıçrama tahtasından başka bir şey değillerdi – yok sayılabilecek, eften püften şeylerdi. Müdahalelerimiz elbette ki anti-Leninist ya da anti-Marksist olmakla suçlanacak: hükümetin sağ, sol ya da faşist olmasına aldırış etmediğimiz söylenecek. Buna gelince, ilk ve son kez şu soruyu sormak isteriz: savaş sonrası durumdaki değişim hesaba katılırsa, proletaryanın ehveni şer bir kapitalist devlet örgütlenmesini seçmesini isteyen karşıtlarımızın tavrı, proletaryaya kapitalist devletin en iyi formuna ulaşma çağrısı yapan Bernstein’ınkiyle aynı değil midir? Belki, bize meselenin hükümetin davasını özümsek olmadığı, amacın basitçe proletaryanın konumunu kapitalizme demokratik bir yönetim biçimi dayatacak denli güçlendirmek olduğu söylenecektir. Ama bu durumda sadece sözcükler değişmiş, içerik ise aynı kalmış olacaktır. Ne de olsa, proletarya şayet burjuvaziye istediği hükümeti dayatacak kadar güçlüyse, neden kendi esas hedefi olan kapitalist devletin yıkımı yerine hükümet değişimiyle yetinsin? Buna karşın, şayet proletarya henüz ayaklanmayı başlatacak kadar güçlü değilse, proletaryayı demokratik bir hükümet için baskı kurmaya yöneltmek onu düşmanın zaferini mümkün kılacak bir yola itmek anlamına gelmez mi?

Sorun kesinlikle “en iyi şeyin seçilmesi” taraftarlarının ortaya koyduğu gibi değildir: proletaryanın devlet sorununa kendi çözümü vardır ama bu kapitalizmin kendi iktidar sorunun onun adına çözmeyi içermez. Mantıken, proletaryanın devrimci mücadelesinin evrimine müsaade eden pek zayıf burjuva hükümetlerin olması açıkça proletaryanın lehinedir; ama yine bir o kadar bariz olan başka birşey de kapitalizmin, eğer bunlar verili bir durumda en iyi savunma hattı olacak ise, sol veya aşırı-sol hükümetlere de yöneleceğidir. 1917-21 arasında burjuva rejimini savunmak için sosyal-demokrasi iktidara geldi, zira proleter devrimin ezilmesini mümkün kılacak tek hükümet biçimi oydu. O koşullarda sağ bir hükümetin işçi kitlelerini isyana sevk edebileceği olasılığı söz konusu idiyse, Marksistlerin gerici bir hükümet önermesi mi daha makuldu? Bu aşırı örneği, proletarya için genel olarak daha iyi ya da daha kötü yönetim biçimi diye bir şey olmadığını göstermek için sunuyoruz. Bu tip kavrayışlar sadece kapitalizm için mevcutturlar ve duruma göre değişirler. Buna karşılık, işçi sınıfının mutlak vazifesi sınıfsal konumları etrafında yeniden birleşerek kapitalizmle savaşmaktır – kapitalizmin faşist, demokratik ya da sosyal-demokrat biçimler alması bu savaşımın gerekliliğini değiştirmez.

Bugünkü duruma dair esas değerlendirmelerden ilki, iktidar sorunun işçi sınıfının doğrudan karşısına çıkmadığı, ve bu durumun en zalim ifadelerinden birinin de faşist taarruzun başlaması ya da demokrasinin olağanüstü hal tipi uygulamalara kaymasıdır. Bundandır ki işçi sınıfının yeniden birleşebileceği temeli belirlememiz gerek. Ve burada Marksistleri tüm kafa bulandırıcılardan ve işçi sınıfı içinde etkin olan Truva atlarından pek ilginç bir kavrayış ayırır. Bize göre, işçilerin yeniden birleşmesi bir nicelik sorunudur: henüz iktidar sorununu gündeme getiremeyeceğinden, proletarya daha kısıtlı, lakin yine sınıfsal hedefler etrafında, kısmi mücadeleleri için yeniden birleşmelidir. Sözde radikallikleri blöften başka bir şey olmayan diğerleriyse proletaryanın sınıfsal özünü, onun her dönem iktidar için mücadele edebileceği iddiasıyla değiştirirler. Bunlar soruyu sınıf anti-faşist bir hükümetin nasıl kurulabileceği sorunu olarak koyar ve böylelikle proletaryayı zayıflatır, sınıfsal sorunu belirsizleştirirler. Proletaryayı anti-faşizm batağı içinde dağıtmaktan taraf olanlar elbette ki ekonomik talepler etrafında birleşip mücadele ederek proleter sınıfın kendisini kurmasına engel olacaktır.

Fransa’da son birkaç ay içinde anti-faşist program, plan ve organizmalarda sıradışı bir filizlenme gerçekleşti. Ne var ki, bu Doumergue’i maaş ve ücretlerde büyük bir kesintiye gitmekten alıkoymadı, ki bu durum Fransız kapitalizminin büyük bir ücret düşüşünün genelleştirmeye kesinlikle niyetli işareti. Anti-faşizme harcanan enerjinin yüzde biri acil ekonomik taleplere dair bir genel grev için sıkı bir işçi sınıfı cephesinin oluşumuna harcansaydı şayet; hem bu baskı tehdidi ortaya çıkmamış olacak, hem de işçi sınıfı tekrar bir araya gelmiş olmaktan ötürü özgüvenini geri kazanmış olacaktı. Dolayısıyla da, işçi sınıfının iktidar sorununu ortaya tekrar atabileceği yeni bir durum doğabilecekti ve bu iktidar da ancak proletarya diktatörlüğü olabilir.

Tüm bu ön değerlendirmelerden çıkarılacak olan, anti-faşizmi mümkün kılacak tek şeyi anti-faşist bir sınıfın varlığına bağlı olduğudur: anti-faşist bir program da böylesi bir sınıfa içkin olan programdan doğabilir. Böyle bir sınıfın varlığını imkansız kılan tek şey Marksizmin temel formülasyonları değil, aynı zamanda Fransa’daki durumun kendisidir. En acil cevaplanması gereken soru, anti-faşizmi daha da sağa kaymaktan alıkoyacak sınırın ne olduğudur: derdi cumhuriyeti savunmak olan Doumergue mi? Fransa’yı faşizmden kurtarmak için “sınıflar arası-ateşkes”e dahil olan Herriot mu? ‘Milli Birlik’ hareketi içinde “sosyalist kanadı” temsil ettiğini iddia eden Marquet mi, yoksa Radikal Parti’nin Jön Türkleri mi, ya da sadece sosyalistler mi? Yahut, cehennemin taşları anti-faşizmden döşendiyse şayet, bizzat şeytan mı? Soruyu somut bir şekilde sormak anti-faşizm reçetesinin sadece şaşkınlığın çıkarına hizmet ettiğini ve işçi sınıfının kesin hezimetini hazırladığını ispatlamakta.

İşçilerin taleplerinde büyük çaplı değişikliklere girişmektense, komünistlerin zaruri görevi işçi sınıfının sınıfsal talepleri ve kendi sınıfsal örgütleri olan sendikalar etrafında yeniden birliğini kurmayı amaçlamaktır. CGT’ye (Confédération Générale du Travail) gelince (ki CGTU, Confédération générale du travail unitaire, hepten merkezciliğin bir uzantısı haline geldiğinden beri bir sendika olmayı bırakmıştır), o da temelden bir dönüşüm sürecinde, toplumu sınıflar-arası bir temelde değiştirme hedefi olan bir başka siyasi parti hâline gelmekte, ki bu da proletaryanın parçalanmasının bir başka karakteristik ifadesi. Böylece anti-faşist ideolojinin, acil talepleri ile işçi sınıfının mücadele birliğini sağlayarak proletaryayı mevcut durumda yeniden birleştirebilecek olan sendikaların dahi ortadan kalkmasına yol açmakta olduğunu görebiliriz. Son olarak, aynı zamanda sendika örgütlerine yaslanma gerekliliğinin, salt sendikaların Fransa’daki nüfuzunun zayıflığı temelinde reddedilemeyecek tarihsel bir olgu olduğunu söylemek istiyoruz. Kendimizi konumlandırdığımız yer formel bir sendika fikri değil, önceden de belirttiğimiz gibi bugün iktidar sorunu ortada olmadığından, kapitalizme karşı mücadele için daha kısıtlı ama yine sınıfsal amaçların hedefe konması gerekliliğidir. Anti-faşizm sadece işçi sınıfının politik ve ekonomik taleplerinin en küçüğünün bile boğulacağı koşulları yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda onun devrimci mücadele şansını da yok ediyor, ve böylelikle işçi sınıfının yarının toplumunu kurmak için devrimci savaşım verebilme kabiliyetini geri kazanamadan kapitalist savaşta av olacağı koşulları da yaratıyor.

 

Dipnotlar

1- Édouard Herriot – 3 Kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış isim, ilk Cartel des Gauches’un lideri.

2- Édouard Daladier – Herriot Hükümeti’ndeki önde gelen Radikal Parti mensuplarından biri, sonraları II. Dünya Savaşı başladığı sırada Başbakanlık görevinde bulunacak.

3- Léon Blum – 3 kez Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanlığı yapmış sosyalist.

4- Gaston Doumergue – Yazının yazıldığı esnada ve daha önceleri Üçüncü Fransız Cumhuriyeti Başbakanı olan Radikal Parti siyasetçisi.

5- Heinrich Brüning – Hitler’in iktidara gelişinden kısa süre önce hem Dışişleri Bakanlığı hem de Şansölyelik yapmış Merkez siyasetçi.

6- SFIO (Section française de l’Internationale ouvrière) – İkinci Enternasyonal’in Fransız seksiyonunu oluşturmak üzere 1905’te kurulan sosyalist parti.

7- Giovanni Amendola – 1924 seçimlerinde liberal koalisyonun başını çekerek başbakan olmaya oynayarak yenilen, 1926’da faşist paramiliterlerce katledilen siyasetçi.

8- Ernst Thälmann – 1925 ile 1933 arası KPD lideri.

9- Gustav Bauer – Ebert başkanlığında Alman şansölyeliği yapmış sosyal demokrat siyasetçisi.

10- Marcel Cachin – 1 Dünya Savaşı’nda şovenist bir sosyal demokrat olup, 1920’de kitlelerin sola kaymasıyla görüşlerini bir anda değiştirip, PCF’nin kurucularından olan Fransız siyasetçi.

11- Giacomo Matteotti – 30 Mayıs 1924’te Faşistlerin seçimlere hile karıştırdığını parlamentoda ilan ettikten 11 gün sonra faşistlerce katledilen İtalyan sosyalist.

Tags: 

Rubric: 

Komünist Sol

Katliamlara Son! Hiçbir Emperyalist Kampa Destek Yok! Pasifist Yanılsamalara Hayır! Yaşasın Proleter enternasyonalizmi!

Ortadoğu'daki mevcut emperyalist katliam, 1914'ten bu yana, yüzyıldan fazla süredir dünya kapitalizminin yarattığı neredeyse sürekli savaş durumunun son veçhesidir.

Bu süreçte milyonlarca savunmasız sivilin katli, soykırımlar, şehirlerin, hatta ülkelerin tümüyle enkaza dönüşmesi, sadece daha fazla ve daha beter katliamların habercisi olmuştur.

Büyüklü küçüklü çeşitli rakip emperyalist güçler tarafından mevcut katliam için önerilen gerekçeler ya da 'çözümler', tıpkı bundan öncekiler gibi, sömürülen işçi sınıfını pasifize etmek, bölmek ve bir ulusal burjuvazi adına diğerine karşı kardeş katliamına hazırlamaya yönelik devasa bir aldatmacadan ibarettir.

Bugün İsrail ve Gazze'de yaşayan insanların üzerine bir ateş ve çelik tufanı yağıyor. Bir tarafta Hamas var, diğer tarafta ise İsrail ordusu. Bunların arasında ise bombalanan, vurulan, infaz edilen ve rehin alınan işçiler. Binlerce kişi çoktan öldü.

Tüm dünyada burjuvazi bizi taraf seçmeye çağırıyor. Bunlardan bir kısmı, İsrail zulmüne karşı Filistin direnişinden yana durmamız gerektiğini, diğerleri ise İsrail'in Filistin terörizmine verdiği karşılıği savunmamız gerektiğini söylüyor. Her biri savaşı meşrulaştırmak için diğerinin barbarlığını kınıyor. İsrail devleti Filistin halkını on yıllardır abluka altında tutarak, taciz ederek, kontrol noktaları ile ve sistematik olarak aşağılayarak baskı uyguluyor. Filistinli örgütler ise bıçaklı saldırılar ve bombalı eylemlerle masum insanları öldürüyor. Her iki taraf da diğerinin kanının dökülmesini istiyor.

Bu ölümcül mantık emperyalist savaşın mantığıdır! Kendi çıkarlarını savunmak için her zaman acımasız bir savaş yürütenler sömürücülerimiz ve onların devletleridir. Ve biz, işçi sınıfı, sömürülenler, her zaman bunun bedelini hayatlarımızla ödüyoruz.

Biz proleterler için seçilecek bir taraf yok, savunacak bir vatanımız, bir ulusumuz yok! Sınırın her iki tarafında da aynı sınıfız! Ne İsrail, ne de Filistin!

Giderek artan bu katliamlara ve bunların arkasında yatan emperyalist çıkarlara karşı ancak birleşik enternasyonal proletarya son verebilir. Zimmerwald Solundan bir avuç komünist tarafından hazırlanan bu eşsiz, enternasyonalist çözümün geçerliliği, devrimci işçi sınıfı mücadelesinin kapitalist rejimi devirdiği ve kendi politik sınıf iktidarını kurduğu Ekim 1917'de Rusya'da doğrulanmıştır. Ekim örneği, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesini sağlayan daha geniş, uluslararası bir devrimci harekete ilham vermiştir.

Bu devrimci dalganın yenilgisinden sağ çıkan ve enternasyonalist ilkenin militan savunusunu sürdüren tek politik akım Komünist Sol olmuştur. 1930’lu yıllarda, Stalinistler, Troçkistler ya da Anarşistler gibi diğer politik akımlar bu çatışmaları kışkırtan emperyalist kamplardan birini desteklemeyi seçerken, Komünist Sol İspanya İç Savaşı ve Çin-Japon savaşı sırasında bu temel işçi sınıfı çizgisini korumuştur. Komünist Sol, İkinci Dünya Savaşı sırasında enternasyonalist ilkeyi korurken, bu diğer akımlar 'faşizm ve anti-faşizm' arasındaki mücadele ve/veya 'Sovyetler' Birliği'nin savunulması kılıfı altında emperyalist katliama katıldılar.

Bugün Komünist Sol'un küçük örgütlü militan güçleri hala bu tavizsiz enternasyonalist tavıra bağlılığını sürdürmektedir, ancak kıt kaynakları, farklı örgütlere bölünmüş olmaları ve bunlar arasında düşmanca, sekter bir ruhun hüküm sürmesi nedeniyle Komünist Sol daha da zayıflamıştır.

İşte bu nedenle, emperyalist barbarlığın yayılması karşısında bu farklı güçler, tüm emperyalist güçlere karşı, sömürücüleri desteklemeye yönelik ulusal savunma çağrılarına karşı, ikiyüzlü 'barış' çağrılarına karşı ve komünist devrime giden proleter sınıf mücadelesi için ortak bir tavır geliştirmelidir.

DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!

Enternasyonal Komünist Akım (EKA)

Internationalist Voice

17.10.2023

---

Bu Çağrının Nedeni Nedir?

Sadece 20 ay önce, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra, EKA tarafından Komünist Sol gruplara benzer bir ortak açıklama yapma çağrısı yapılmıştı. EKA dışında bu bildiriyi imzalayan gruplar (Istituto Onorato Damen, Enternasyonalist Söz, Enternasyonal Komünist Perspektif - Güney Kore) daha sonra kendi pozisyonlarını ve farklılıklarını tartışan Komünist Sol Grupların Tartışma Bülteni’nin iki sayısını hazırladılar ve kamuya açık ortak toplantılar düzenlediler.

Ancak diğer Komünist Sol gruplar, enternasyonalist ilkeleri kabul etmelerine rağmen bu çağrıyı imzalamayı reddettiler (ya da hiç yanıt vermediler). Bugün bu ilkeyi ortaklaşa savunmanın aciliyeti göz önüne alındığında, aşağıda listelenen bu gruplardan bu çağrıyı yeniden gözden geçirmelerini ve imzalamalarını talep ediyoruz.

Ukrayna'ya ilişkin ortak bildirinin imzalanmasına karşı çıkan grupların argümanlardan biri, gruplar arasındaki diğer farklılıkların buna izin vermeyecek kadar büyük olduğuydu. Analiz farklılıkları, teorik sorunlar, siyasi parti anlayışı ve hatta örgütlü militanlık gibi konularda bu önemli farklılıkların varlığını inkar etmiyoruz. Ancak proleter enternasyonalizmi ilkesinin en acil ve temel gereklilikleri, devrimci politik örgütleri farklı kılan sınıf çizgisi, bu ayrımlardan çok daha önemlidir. Dahası bu soruna ilişkin ortak bir açıklama, diğer farklılıkların unutulduğu anlamına gelmez. Aksine, Tartışma Bültenleri bunların tartışılabileceği bir forumun mümkün ve gerekli olduğunu göstermektedir.

Ortak açıklama çağrısına karşı bir başka argüman da enternasyonalist perspektifin işçi sınıfı içinde, sadece Komünist Sol ile sınırlı kalacak bir çağrıdan daha ötede bir pratik etkiye sahip olması gerektiğiydi. Elbette tüm enternasyonalist militan komünist örgütler işçi sınıfı içinde daha fazla etki sahibi olmak ister. Ancak Komünist Sol'un enternasyonalist örgütleri, emperyalist çatışmanın kritik anlarında temel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak birlikte hareket etmeyi bile beceremiyorlarsa, proletaryanın daha geniş kesimleri tarafından ciddiye alınmayı nasıl bekleyebilirler?[1]

Ukrayna'da emperyalist savaşın yeniden patlak vermesinin üzerinden iki yıldan az bir süre geçtikten sonra ve yakın zamanda yeniden alevlenen diğer birçok emperyalist çatışmanın (Sırbistan-Kosova, Azerbaycan-Ermenistan ve Tayvan konusunda ABD ile Çin arasında artan gerilimler) yanı sıra, öncekilerin hepsinden daha tehlikeli ve değişken olan mevcut İsrail-Filistin çatışması, ortak bir enternasyonalist açıklamanın eskisinden daha da acil olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle aşağıda ismi anılan Sol Komünist gruplardan emperyalist savaşa karşı yukarıda yer alan ve gerektiğinde ortak enternasyonalist amaç doğrultusunda değiştirilmeye ya da yeniden formüle edilmeye açık olmak üzere bildiriyi imzalamaya istekli olduklarını göstermelerini doğrudan ve açıkça talep ediyoruz:

EKE (Enternasyonalist Komünist Eğilim)

PCI (Programma Comunista)

PCI (Il Partito Comunista)

PCI (Le Prolétaire, Il Comunista)

IOD (Istituto Onorato Damen)

Komünist Sol’un dışında olup bu çağrıdaki enternasyonalist tavıra katılan diğer grupları da bu çağrıyı desteklediklerini açıklamaya ve yaygınlaştırmaya davet ediyoruz.

1. Bu argümanlara dair derinlemesine bir tartışma için bakınız: "Correspondence on the Joint Statement of groups of the Communist Left on the war in Ukraine".

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

Ne İsrail ne de Filistin! İşçilerin vatanı yoktur!

Cumartesi gününden bu yana İsrail ve Gazze'de yaşayanların üzerine ateş ve çelik yağıyor. Bir tarafta Hamas, diğer tarafta İsrail ordusu. Ortada ise bombalanan, vurulan, infaz edilen ve rehin alınan siviller. Şimdiden binlerce kişi öldü.

Tüm dünyada burjuvazi bizi taraf seçmeye çağırıyor. İsrail baskısına karşı Filistin direnişinden yana, ya da İsrail'in Filistin terörizmine verdiği karşılıktan yana. Her biri savaşı meşrulaştırmak için diğerinin barbarlığını kınıyor. İsrail devleti Filistin halkına on yıllardır abluka, taciz, kontrol noktaları ve aşağılama ile baskı uyguluyor, dolayısıyla intikam meşrudur. Filistinli örgütler ise bıçaklı saldırılar ve bombalı eylemlerle masum insanları öldürüyor. Her iki taraf da diğerinin kanının dökülmesini istiyor.

Bu ölümcül mantık emperyalist savaş mantığıdır! Kendi çıkarlarını savunmak için her zaman acımasız bir savaş yürütenler, bizi sömürenler ve onların devletleridir. Ve biz, sömürülenler, bunun bedelini her zaman hayatlarımızla ödüyoruz.

Biz proleterler için seçilecek bir taraf yok, savunulacak bir vatanımız, bir ulusumuz yok! Sınırın her iki tarafında da sınıf kardeşiyiz! Ne İsrail, ne de Filistin!

Orta Doğu'da savaşın sonu yok

Yirminci yüzyıl, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarının yaşandığı bir yüzyıl oldu ve bunların hiçbiri işçilerin çıkarlarına hizmet etmedi. Milyonlarca işçi sömürenlerin çıkarları uğruna, "anavatanı", "uygarlığı", "demokrasiyi", hatta (bazılarının Stalin'in SSCB'sini ve gulagı betimlediği gibi) "sosyalist anavatanı" savunmak adına öldürülmeye çağrıldı.

Bugün Orta Doğu'da yeni bir savaş yaşanıyor. Her iki tarafta da egemen klikler, ister Yahudi ister Filistinli olsun, sömürülenleri "vatanı savunmaya" çağırıyor. İsrail'de Yahudi işçiler, Yahudi kapitalistler tarafından sömürülürken Filistinli işçiler, Yahudi kapitalistler ya da Arap kapitalistler tarafından sömürülüyor (ve çoğu zaman bu Yahudi kapitalistlerinkinden çok daha vahşi bir şekilde gerçekleştiriliyor, çünkü Filistinli şirketlerde iş hukuku hala eski Osmanlı İmparatorluğu'nun hukukudur).

Yahudi işçiler, 1948'den bu yana maruz kaldıkları beş savaşta burjuvazinin savaş çılgınlığının bedelini çoktan ağır bir şekilde ödediler. Bugün Tsahal (İsrail Savunma Kuvvetleri) üniforması giyenlerin büyükanne ve büyükbabaları, dünya savaşının yerle bir ettiği Avrupa'nın toplama kamplarından ve gettolarından çıkar çıkmaz İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki savaşın içine çekildiler. Ebeveynleriyse 67, 73 ve 82 savaşlarının bedelini kanla ödedi. Bu askerler tek düşünceleri Filistinli çocukları öldürmek olan iğrenç caniler değildir. Onlar, korku ve tiksinti içinde kıvranan, polis gibi davranmaya zorlanan ve kafaları Arapların "barbarlığı" hakkında propagandayla doldurulan, çoğu işçi, askere alınmış gençlerdir.

Filistinli işçiler de çoktan korkunç ve kanlı bir bedel ödemiştir. Liderlerinin başlattığı savaşla 1948'de evlerinden sürülen bu işçiler, hayatlarının büyük bir bölümünü toplama kamplarında geçirmiş, genç yaşta El-Fetih, FHKC ya da Hamas milislerine alınmışlardır.

Filistinlilere yönelik en büyük katliamlar İsrail orduları tarafından değil, Ürdün ve Lübnan gibi Filistinlilerin yerleştirildiği ülkelerin orduları tarafından gerçekleştirilmiştir: Eylül 1970'te ("Kara Eylül") "Küçük Kral" Hüseyin, Filistinlileri topluca imha etmiş, öyle ki bazıları ölümden kaçmak için İsrail'e sığınmıştır. Eylül 1982'de (kuşkusuz Hristiyan ve İsrail'in müttefiki olan) Arap milisler onları Beyrut'taki Sabra ve Şatilla kamplarında katletmiştir.

Milliyetçilik ve din sömürülenler için zehirdir

Bugün, "Filistin vatanı" adına, Arap işçiler bir kez daha İsraillilere karşı seferber ediliyor, ki bunların çoğunluğu İsrailli işçilerden oluşuyor, tıpkı İsraillilerin "vaat edilmiş toprakları" savunmak için öldürülmek istemesi gibi.

İnsanları vahşi canavarlara dönüştürmek için tasarlanmış zihin uyuşturan milliyetçi propaganda, her iki taraftan da tiksindirici bir şekilde akıyor. İsrail ve Arap burjuvazileri yarım yüzyıldan fazla süredir bu propagandayı körüklüyor. İsrailli ve Arap işçilere sürekli olarak atalarının topraklarını savunmaları gerektiği söyleniyor. İsrailliler için toplumun sistematik olarak askerileştirilmesi, onları "iyi askerler" haline getirmek için bir kuşatılmışlık psikozu geliştirdi. Filistinliler içinse, bir yuva bulmak için İsrail'le savaşma arzusu kök saldı. Bunu yapabilmek için de mülteci oldukları Arap ülkelerinin liderleri onları on yıllarca toplama kamplarında, dayanılmaz yaşam koşullarında tuttu.

Milliyetçilik, burjuvazi tarafından icat edilen en kötü ideolojilerden biridir. Burjuvazinin, sömürenler ve sömürülenler arasındaki karşıtlığı maskelemesine, hepsini aynı bayrak altında birleştirmesine, sömürülenlerin sömürenlerin hizmetinde, egemen sınıfın çıkarlarını ve ayrıcalıklarını savunmak için öldürülmesine izin veren ideolojidir.

Savaş, en çılgın fanatizmi yaratan türden dini propaganda zehri eklenerek taçlandırılır. Yahudiler, Süleyman Mabedi'nin Ağlama Duvarı'nı kanlarıyla savunmaya çağrılıyor. Müslümanlarsa, Ömer Camii ve İslam'ın kutsal mekanları için canlarını vermeye. Bugün İsrail ve Filistin'de yaşananlar, 19. yüzyıl devrimcilerinin ifade ettiği gibi, dinin "halkın afyonu" olduğunu açıkça teyit etmektedir. Dinin amacı sömürülenleri ve ezilenleri teselli etmektir. Dünyadaki yaşamları cehennem olanlara, kurtuluşlarını nasıl kazanacaklarını bildikleri takdirde ölümlerinden sonra mutlu olacakları söylenir. Kurtuluşları, fedakarlık, boyun eğme, hatta "kutsal savaş" için hayatlarından vazgeçme ile takas edilir.

Antik ya da Orta Çağ'dan kalma ideoloji ve batıl inançların 21. yüzyılın başında hala insanların hayatlarını feda etmelerine yol açacak şekilde yaygın olarak kullanılıyor olması, dünyanın diğer pek çok bölgesiyle birlikte Orta Doğu'nun da içine sürüklendiği barbarlığın durumu hakkında çok şey söylüyor.

Savaştan büyük güçler sorumludur

Bugün bu bölgenin sömürülen insanlarının binlercesi ölürken, içinde bulundukları cehennemi yaratanlar büyük güçlerin liderleridir. Avrupa burjuvazisi ve özellikle de 1917 tarihli "Balfour Deklarasyonu" ile İngiliz burjuvazisi, bölmek ve fethetmek amacıyla Filistin'de bir "Yahudi yurdu" kurulmasına izin vermiş ve böylece Siyonizmin şovenist ütopyalarını desteklemiştir. Yeni kazandıkları İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, yüz binlerce Orta Avrupa Yahudisinin kamplardan ayrıldıktan ya da geldikleri bölgelerden uzakta dolaştıktan sonra Filistin'e nakledilmelerini sağlayanlar da aynı burjuvalardı. Bu, onları evlerine almak zorunda olmadıkları anlamına geliyordu.

Aynı burjuvalar, önce İngiliz ve Fransız, sonra da Amerikan burjuvazisi, Soğuk Savaş sırasında İsrail Devleti'ne bu bölgede Batı blokunun öncüsü rolünü vermek için onu tepeden tırnağa silahlandırırken, SSCB de Arap müttefiklerini mümkün olduğunca silahlandırdı. Bu büyük "sponsorlar" olmasaydı 1956, 67, 73 ve 82 savaşları gerçekleşemezdi.

Bugün Lübnan, İran ve muhtemelen Rusya burjuvazileri Hamas'ı silahlandırıyor ve destekliyor. Amerika Birleşik Devletleri en büyük uçak gemisini Akdeniz'e gönderdi ve İsrail'e yeni silah sevkiyatları yapacağını duyurdu. Aslında tüm büyük güçler bu savaşa ve bu katliamlara az ya da çok doğrudan katılıyor!

Bu yeni savaş tüm Orta Doğu'yu kaosa sürüklemekle tehdit ediyor! Bu, dünyanın bu köşesini yasa boğan sayısız kanlı çatışmanın sonuncusu değil. Cinayetlerin büyüklüğü barbarlığın yeni bir seviyeye ulaştığını gösteriyor: bir festivalde dans eden gençlerin makineli tüfeklerle biçilmesi, kör bir intikam arzusunu tatmin etmekten başka bir amacı olmayan kadın ve çocukların sokakta yakın mesafeden infaz edilmesi, bütün bir nüfusu yok etmek için yapılan halı bombardımanı, Gazze'de her şeyden, sudan, elektrikten, gazdan ve yiyecekten mahrum bırakılan iki milyon insan... Tüm bu zulümlerin, tüm bu suçların askeri bir mantığı yok! Her iki taraf da en korkunç ve mantıksız öldürücü öfkenin içinde debeleniyor!

Ancak daha da ciddi bir şey var: Pandora'nın kutusu bir daha asla kapanmayacak. Irak, Afganistan, Suriye ve Libya'da olduğu gibi, geriye dönüş, "barışa dönüş" olmayacak. Kapitalizm insanlığın giderek daha geniş kesimlerini savaşa, ölüme ve toplumun çürümesine sürüklüyor. Ukrayna'daki savaş neredeyse iki yıldır devam ediyor ve sonu gelmeyen bir katliama dönüşmüş durumda. Dağlık Karabağ'da da katliamlar devam ediyor. Ve eski Yugoslavya ulusları arasında şimdiden yeni bir savaş tehdidi var. Kapitalizm savaştır!

Savaşa son vermek için kapitalizmin yıkılması gerekir

Tüm ülkelerin işçileri şu ya da bu burjuva kampının yanında yer almayı reddetmelidir. Özellikle de işçi sınıfı olduğunu iddia eden sol ve aşırı sol partilerin "vatan" hakkı arayışlarında "Filistinli kitlelerle dayanışma" göstermelerini isteyen retoriklerine kanmayı reddetmelidirler. Filistin vatanı sömüren sınıfın hizmetinde olan ve aynı kitleleri polisler ve hapishanelerle ezen bir burjuva devletinden başka bir şey olmayacaktır. En ileri kapitalist ülkelerin işçilerinin dayanışması, aralarında sömürenlerin ve sömürülenlerin bulunduğu "İsraillilerle" olmadığı gibi "Filistinlilerle" de değildir. Tıpkı dünyanın diğer tüm ülkelerinde olduğu gibi, dayanışma, maruz kaldıkları tüm beyin yıkamalara rağmen sömürenlerine karşı şimdiden mücadele eden İsrail ve Filistin'in işçileri ve işsizleriyledir. İşçi sınıfının sunabileceği en iyi dayanışma, kesinlikle onların milliyetçi yanılsamalarını teşvik etmek olamaz.

Bu dayanışma, her şeyden önce, tüm savaşların sorumlusu olan kapitalist sisteme karşı mücadelelerini, kendi burjuvazilerine karşı mücadelelerini geliştirmek anlamına gelmektedir.

İşçi sınıfı barışı, kapitalizmi küresel ölçekte yıkarak kazanmak zorundadır ve bugün bu, aşılmaz bir kriz içindeki bir sistem tarafından kendisine yöneltilen ve giderek sertleşen ekonomik saldırılara karşı mücadelelerini sınıfsal bir zeminde geliştirmek anlamına gelmektedir.

Milliyetçiliğe karşı, sömürenlerinizin sizi sürüklemek istediği savaşlara karşı: Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!

ICC, 9 Ekim 2023

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

SAVAŞA KARŞI ENTERNASYONALİST TAVIRLAR

Gazze'deki Hamas yönetimi ile İsrail devleti arasındaki korkunç çatışmalar nedeniyle gerilim her yerde kaynama noktasına ulaşıyor. Her iki kampta da bir histeri atmosferi yükseliyor. Bir yandan Hamas'ın terör saldırısına misilleme olarak Batı Şeria'daki silahlı Yahudi yerleşimciler savaşın ilk haftasında beş Filistinliyi öldürürken, diğer yandan İsrail ordusu Gazze'yi yerle bir etmeye çalışıyor. Böylesi baskıcı bir atmosferde, taraflardan birini ya da diğerini seçmeyi reddeden enternasyonalist yolu izlemek çok zor. Tutarlı bir proleter perspektifi açıkça savunmak cesaret gerektiriyor.

Neyse ki bazı enternasyonalist sesler kendilerini duyuruyor. Geliştirdikleri tüm pozisyonları paylaşmasak bile, bu enternasyonalist örgütlerin savaş karşıtı tutumu uluslararası burjuvazinin yarattığı bu barbarlığın karanlığında bizi aydınlatıyor.

Bu enternasyonalist sesler arasında komünist solun iki örgütü bulunuyor. Bunlardan ilki, "Ortadoğu'daki Son Katliam: Dünya Savaşına Gidişin Bir Adımıdır" açıklamasını yapan Enternasyonalist Komünist Eğilim'dir. İkincisi ise "Gazze'de Savaş, Emperyalist Savaşa Karşı, Devrimci Sınıf Savaşı İçin" başlıklı makalesi ile Il Partito Comunista'dır.

Ancak kapitalizmin Ortadoğu'da işlediği vahşete karşı enternasyonalist bir pozisyon yayınlayan en az iki anarşist grup daha var. Bunlardan ilki "Ne İsrail ne Hamas!" başlıklı bildiriyi yayınlayan Anarşist Komünist Grup'tur. Diğeri ise “Anarcom Network” tarafından yayınlanan, "Ne bir devlet ne de iki devlet! Hiçbir 'Devlet' Sınıfımızın katledilmesine son vermeyecek!" başlıklı bildiridir.

ABD, İngiltere ve diğer hükümetlerin kampanyalarına, burjuva solunun "Filistin davasını" desteklemek için yürüttüğü gürültücü propagandaya rağmen, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki çeşitli örgütler dünya proletaryasının enternasyonalist ilkelerine sadık kalmayı sürdürüyor.

Gelecekte farklı gruplar tarafından benimsenen kimi tavırları inceleyen yazılar yayınlayacağız.

“Dünya Devrimi” (Enternasyonal Komünist Akım’ın İngilizce yayın organı) 14.10.23

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş

Sermaye Solunun Gizli Mirası (1. bölüm): İşçi Sınıfına Yönelik Yanlış Bir Bakış

Sol Komünist devrimci örgütlere zarar veren unsurlardan biri, militanlarının çoğunun daha önce sermayenin sol ve aşırı solundaki parti ya da gruplarından (“Sosyalist” ve “Komünist” partiler, Troçkizm, Maoizm, resmi anarşizm, Syriza ya da Podemos'un sözde "Yeni Sol "u vs) gelmiş olmalarıdır. Hiçbir militanın tam ve hemen bir netliğe kendiliğinden varamayacağı için bu durum kaçınılmazdır. Ancak bu durum, üstesinden gelinmesi zor şu handikapı doğurur: sermaye solcusu örgütlerin siyasi pozisyonlarından (sendikacılık, ulusal savunma ve milliyetçilik, seçimlere katılım, vb.) kopmak mümkündür, ancak bu örgütlerin size bulaştırdığı ve kısmen dayattığı, onlar için bir yaşam biçimi haline gelmiş olan tutum, düşünce kalıpları, tartışma biçimlerinden, davranışlardan, kavramlardan kurtulmak çok daha zordur.

Sermayenin solunun gizli mirası olarak adlandırdığımız bu miras, devrimci örgütlerde yoldaşlar arasındaki gerilimleri körüklemekte, güvensizliğe, rekabete, yıkıcı davranışlara, tartışmaların tıkanmasına yol açmakta, saçma teorik pozisyonlara vb. sebep olmaktadır. Bu durum burjuva ve küçük burjuva ideolojilerinin baskısıyla birleşerek devrimci örgütlere ciddi zararlar verebilir. Bu yazıyla başlattığımız yazı dizisinin amacı, bu baskıcı ağırlığı çözümlemek ve bunlarla mücadele etmektir.

Sermaye solu: "sosyalizm" adına kapitalist politika

EKA, ilk kongresinden (1975) bu yana, kapitalist politikaları uygularken sahte "sosyalizm" iddialarını dillerinden düşürmeyen örgütleri büyük bir sorun olarak ele almıştır. EKA'nın bu kongrede kabul edilen Platformunun 13. maddesinde şu ifadeler yer alır: "Bugün 'sosyalizm', 'demokrasi', 'anti-faşizm', 'ulusal bağımsızlık', 'birleşik cephe' ya da 'ehven-i şer' adına burjuvazinin belirli devletlerini ya da fraksiyonlarını 'koşullu' ya da 'eleştirel' olarak da olsa savunan, politikalarını burjuva seçim oyununa, sendikacılığın işçi sınıfı karşıtı faaliyetlerine ya da özyönetimci yanılsamalara dayandıran tüm parti ve örgütler sermayenin ajanlarıdır. Bu durum özellikle Sosyalist ve Komünist partiler için geçerlidir."

Platformumuz ayrıca, kendilerini bu büyük partilerin "solunda" konumlandıran, genellikle onlara "ateşli eleştiriler" yönelten ve daha "radikal" pozlar takınan gruplar sorununa da odaklanır: "Bütün sözde "devrimci" akımlar, örneğin burjuvazinin tarafına geçmiş partilerin değişik bir biçimi olan Maoizm, komünist partilerin ihanetine proleter bir tepki verdikten sonra benzer bir yozlaşma sürecine giren Troçkizm ve "anti-faşist ittifak" gibi sosyalist ve komünist partilerin savunduğu kimi yaklaşımları yineleyen geleneksel anarşizm aynı saftadırlar: yani Sermayenin safında. Etkilerinin daha az veya söylevlerinin daha radikal olması, programlarının burjuva temellerini değiştirmez, tam aksine onları burjuva partilerinin çığırtkanları, onların yedeği yapar."

Sermayenin solunun ve aşırı solunun rolünü anlamak için, kapitalizmin çöküşüyle birlikte "devlet kapitalizmi yönündeki eğilimin kendisini toplumsal hayatın ve özellikle de idari yapının giderek artan ve sistemli bir biçimde kontrol edilmesiyle gösterdiğini hatırlamak gerekir. Çökmekte olan kapitalizmin devleti, köleci Roma veya sonraki dönemin feodal devletlerinin çöküşünden çok daha büyük ölçüde sivil toplumu kemiren, canavarca, soğuk ve insanlık dışı bir makineye dönüşmüştür."[1]. Bu nitelik, açık diktatöryal tek parti rejimlerinde (Stalinizm, Nazizm, askeri diktatörlükler) olduğu kadar demokratik rejimler için de geçerlidir.

Bu çerçevede siyasi partiler toplumun farklı sınıf ya da katmanlarının temsilcileri değil, görevleri nüfusun tamamını (özellikle de işçi sınıfını) ulusal sermayenin buyruklarına boyun eğdirmek olan devletin totaliter araçlarıdır. Aynı şekilde, bu partiler siyasi ve ekonomik eylemleriyle kayırmacılık ağlarının, baskı gruplarının merkezi haline gelerek kaçınılmaz bir yozlaşmanın üreme alanına dönüşürler.

Demokratik sistemlerde, kapitalist devletin siyasi aygıtı iki kanada bölünmüştür: burjuvazinin klasik fraksiyonlarıyla bağlantılı ve nüfusun en geri katmanlarını kontrol etmekten sorumlu sağ kanat[2] ve esasen işçi sınıfının kontrolüne, bölünmesine ve bilincinin yok edilmesine teslim edilmiş (sendikalar ve bir dizi aşırı sol örgütü de içeren) sol kanat.

Eski işçi partileri neden sermaye solunun partileri haline geldi?

Proletaryanın örgütleri dejenerasyondan muaf değildir. Burjuva ideolojisinin baskısı bu örgütleri içten içe çürütür ve eğer zamanında mücadele edilmezse bu örgütlerin ihanetine ve kapitalist devletle bütünleşmesine yol açan bir oportünizme yol açabilir[3]. Oportünizm bu nihai adımını kapitalist toplum yaşamındaki kritik tarihi olaylar sırasında atar: şimdiye kadarki tarihsel gelişimde böylesi iki kilit an dünya emperyalist savaşı ve proleter devrim olmuştur. Platform metnimizde bu ölümcül aşamaya götüren süreci şöyle açıklamaya çalışıyoruz: “İkinci Enternasyonal’in çoğu başat partisinin oportunizm ve reformizm kangrenine teslim olduğu bir dönemin sonucu olarak, (İkinci Enternasyonal’in ölümüne sebep olan) Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte, sosyal şovenist sağ kanadın liderliği altında burjuvazinin kampına geçen, “ulusal savunma” politikasını benimseyen, ardından da, Almanya 1919’da olduğu gibi proletaryanın infazcısı rolünü üstlenme noktasına gelecek kadar, savaş sonrası devrimci dalgaya açıkça karşı çıkan Sosyalist partilerin durumu budur. Bu partilerin kendi burjuva devletlerine nihai olarak eklemlenmesi Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonraki dönem içerisinde farklı anlarda gerçekleşti; fakat bu süreç son proleter akımlar da sosyalist partilerin saflarından atıldığı, ya da Komünist Enternasyonal'e katılmak üzere bu partilerden ayrıldığı 1920’lerin başında nihai olarak sonlandı. Aynı şekilde, Komünist Partiler de benzer bir oportünist yozlaşma sürecinin ardından kapitalist saflara katıldılar. 1920'lerin ilk yıllarında çoktan başlamış olan bu süreç, Komünist Enternasyonal'in (1928'de "Tek Ülkede Sosyalizm" teorisi kabul edilmesiyle damgalanan) ölümünün ardından, sol fraksiyonların verdiği sert mücadelelere rağmen bunların tasfiyesiyle sürdü. Nihayetinde bu partilerin kapitalist devletle tamamen kaynaşmaları, 1930'ların başında kendi burjuvazilerinin silahlanmasına destek verip "halk cephelerine"katılmalarıyla sonlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında "Direniş" hareketlerinde ve savaşın ardından "ulusal yeniden yapılanma" dönemlerinde aldıkları roller, Komünist Partilerin ulusal sermayenin sadık ajanları ve karşı-devrimin en belirgin biçimlerine dönüştüklerini ispatladı.”.[4] İşçi sınıfı (1914 ile 1939 arasındaki) 25 yıl içerisinde, önce Sosyalist partileri, ardından 1920'lerde Komünist partileri ve son olarak da 1939'dan itibaren İkinci Dünya Savaşı’nın daha da acımasız barbarlığını desteklemiş olan Troçki'nin etrafındaki kümelenmiş Sol Muhalefet gruplarını kaybetti: “1938'de Sol Muhalefet Dördüncü Enternasyonal’e dönüştü. Bu dönüşüm oportünist bir maceraya tekabül ediyordu, çünkü emperyalist savaşa ve dolayısıyla proletaryanın derin bir yenilgisine doğru giden bir durumda dünya partisi kurmak mümkün değildi. Sonuç felaket oldu: 1939-40 yıllarında IV. Enternasyonal olarak adlandırılan gruplar çok çeşitli bahanelerle dünya savaşından yana tavır aldılar. Bu grupların çoğunluğu 'sosyalist anavatan' diye tanımladıkları Rusya’yı destekledi, hatta bunlar arasında bir azınlık (Nazilerin bir uydusu olan) Petain Fransa'sını bile destekledi.

Troçkist örgütlerin bu yozlaşmasına karşı, geriye kalan son enternasyonalist çekirdekler tepki içindeydiler: bunlar arasında özellikle Troçki'nin eşi ve İspanyol kökenli bir devrimci olan Munis bulunmaktaydı. O zamandan beri Troçkist örgütler, genellikle burjuvazinin 'anti-emperyalist' hiziplerine (günümüzün meşhur çavuşu Chavez gibi) karşılık gelen her türlü 'devrimci dava' ile proletaryayı harekete geçirmeye çalışan sermayenin 'radikal' ajanları haline geldiler. Benzer şekilde, seçim sirkinden tiksinmiş işçileri, 'sağın önünü kesmek' bahanesiyle 'Sosyalistlere' 'eleştirel' bir şekilde oy vermeleri için ittiler. Son olarak, 'mücadeleci adaylar' aracılığıyla sendikaları ele geçirme konusuna her zaman büyük bir heves beslediler”[5]

Ne var ki, işçi sınıfı, oportünizm hastalığından etkilenen proleter partiler içinde sol fraksiyonlar yaratmaya muktedirdir. Nitekim 2. Enternasyonal partileri içinde bu rolü Bolşevikler, Rosa Luxemburg akımı, Hollanda Tribunistleri, İtalyan abstentionist fraksiyonunun militanları vb. oynamıştır. Bu fraksiyonlar tarafından yürütülen kavgaların tarihi yeterince iyi bilinmektedir, çünkü onların metinleri ve katkıları 3. Enternasyonal'in oluşumunda somutlaşmıştır.

Zorluklar, hatalar ve nihayet Üçüncü Enternasyonal'in yozlaşmasıyla karşı karşıya kalan proleter tepki, 1919'dan itibaren (büyük zorluklarla ve ne yazık ki çok dağınık bir şekilde) kahramanca ve kararlı bir mücadele yürüten (İtalyan, Hollandalı, Alman, Rus vb.) komünist solunda ifade bulmuştur. Troçki'nin Sol Muhalefeti çok sonra ve çok daha tutarsız bir şekilde ortaya çıktmıştı. 1930'larda komünist sol (özellikle de İtalyan Komünist Solu'nu temsil eden en tutarlı grup olan Bilan) ile Troçki'nin Muhalefeti arasındaki uçurum daha da belirginleşti. Bilan yerelleşmiş emperyalist savaşları küreselleşmiş bir emperyalist savaşa doğru gidişin ifadeleri olarak görürken, Troçki'nin Muhalefeti ulusal kurtuluş ve anti-faşizmin ilerici doğası hakkındaki saçmalıklara karıştı. Bilan, Franco ve Cumhuriyet arasındaki savaş için İspanyol işçilerinin seferber edilmesinin arka planında emperyalist savaşın ideolojik zemininin hazırlandığını ve sermayenin çıkarlarının yattığını görürken, Troçki Fransa'daki 1936 grevleri ve İspanya'daki anti-faşist mücadeleyi devrimin başlangıcı olarak tanımlamıştı... Ancak daha da kötüsü, Bilan için savaş hazırlığında aktif bir ajan olması nedeniyle SSCB'nin desteklenemeyeceği açıktı, ki Bilan henüz SSCB'nin doğası hakkında kesin bir netliğe sahip değildi. Öte yandan Troçki, SSCB'nin "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğuna dair spekülasyonlarıyla, SSCB'yi desteklemek için kapıları ardına kadar açtı, ki bu 1939-1945 yılları arasındaki ikinci dünya kasaplığını desteklemek anlamına geliyordu.

1968'de işçi mücadelesinin yeniden canlanmasına karşı sermayenin aşırı solunun rolü

1968'den bu yana proleter mücadele tüm dünyada yeniden yükselişe geçti. Bu yükselişin en önemli ifadeleri, Fransa'daki Mayıs 68, İtalya'daki "Sıcak Sonbahar", Arjantin'deki "Cordobazo" ve Polonya Ekimi’dir. Bu mücadele yeni bir devrimci kuşak yetiştirdi. Her yerde çok sayıda işçi sınıfı azınlığı ortaya çıktı ve tüm bunlar proletarya için temel bir güç oluşturdu.

Bununla birlikte, bu azınlıkların zayıflatılması ve yok edilmesinde yukarıda bahsettiğimiz Troçkistler, resmi anarşizm[6] ve Maoizm gibi aşırı sol grupların rolünü not etmek önemlidir. Diğerlerinden farklı olarak Maoizmin hiçbir zaman proleter bir akım olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Maoist gruplar, Pekin ve Moskova arasındaki gibi, emperyalist çatışmalardan ve nüfuz savaşlarından etkilenmiş, iki devlet arasındaki kopuş ve Pekin'in 1972'de Amerikan emperyalizmine yakınlaşmasından doğmuştur.

Muazzam bir kafa karışıklığının hüküm sürmesine rağmen, 1970'e doğru dünya çapında, patlak vermekte olan proleter mücadeleyi ilerletmek isteyen, kendilerini devrimden yana, solun geleneksel partilerine (Sosyalist ve Komünist partiler) ve emperyalist savaşa karşı tanımlayan yüz binden fazla militanın ortaya çıktığı tahmin edilebilir. Bu önemli grubun çarpıcı bir çoğunluğu, aşırı sol gruplardan tarafından mas edilmiştir. Bu yazı dizisi ile, bu sindirmeyi sermayenin solunun hangi mekanizmalar aracılığıyla gerçekleştirdiğini ayrıntılı olarak göstermeye çalışacağız. Sadece radikal ve "işçi sınıfı" kavramlarıyla kamufle edilmiş kapitalist programlarını değil, aynı zamanda örgütlenme ve tartışma yöntemlerinden, işleyiş tarzlarından ve ahlaki yaklaşımlarını da eleştireceğiz.

Kesin olan şu ki, işçi sınıfı mücadelesi için geniş çaplı bir öncü inşa etme potansiyelinin yok edilmesinde sermaye solunun etkinliği çok belirleyici olmuştur. Potansiyel militanlar aktivizme, acilciliğe ve aceleciliğe itilmiş, sendikalar, belediyeler, seçim kampanyaları vb. içindeki steril mücadelelere yönlendirilmiştir.

Bunun sonucu zamanla ortaya çıkmıştır:

- Çoğunluk mücadeleyi bırakmış, derin bir hayal kırıklığına uğramış ve işçi sınıfı mücadelesine ve komünizm ihtimaline dair şüpheye düşmüştür; bu kesimin önemli bir kısmı uyuşturucu, alkol ve mutlak bir umutsuzluğa batmıştır;

- Bir azınlık, sendikaların ve sol partilerin çekirdek kuvveti olarak kalmış ve işçi sınıfına yönelik şüpheci ve moral bozucu bir vizyonu yaymaya devam etmiştir;

- Daha müstehzi başka bir azınlık ise sendikalarda ve sol partilerde kişisel kariyer yapmış ve kuşakları içerisindeki bu "muzafferlerin" bir kısmı sağ partilere bile katılmıştır.[7]

Komünist militanların değeri hayatidir ve proletaryanın 1968'deki tarihi uyanışından bu yana militan güçlerinin uğradığı muazzam tükenişin derslerini çıkarmak Bilan, Internationalisme vb. mirasçıları olan mevcut sol komünist gruplar açısından hayati bir görevdir.

İşçi sınıfına dair yanlış bir bakış açısı

Sendikalar, sol ve aşırı sol partiler, yalıtma, bölme ve kafa karıştırma gibi kirli işlerini yürütmek için işçi sınıfına dair yanlış bir vizyonun propagandasını yaparlar. Komünist militanları işleyerek onların düşüncelerini, davranışlarını ve yaklaşımlarını deforme ederler. Dolayısıyla bu durumu tespit etmek ve bununla mücadele etmek hayati önem taşır.

1. Bireysel vatandaşlar toplamı olarak işçi sınıfı tanımı

Sol ve aşırı sol işçileri kapitalizm ile uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunan bir toplumsal sınıf olarak değil, bireylerin toplamı olarak tanımlar. Buna göre işçiler “yurttaşların” “alt” tabakasıdır. Bu nedenle, tekil işçilerin umabileceği tek şey "istikrarlı bir hayat", emekleri için “adil” bir karşılık, "haklarına saygı duyulması" ve saire olabilir.

Böylece sol, işçi sınıfının kapitalist toplum için vazgeçilmez bir sınıf olduğu, çünkü onun emeği olmadan kapitalizmin işleyemeyeceği gerçeğini gizler. Böyle olmakla birlikte işçi sınıfı aynı zamanda toplumdan dışlanmış, onun tüm kurallarına ve yaşamsal normlarına yabancı bir sınıftır; dolayısıyla ancak kapitalist toplumu tepeden tırnağa ortadan kaldırdığında kendini gerçekleştirebilecek bir sınıftır. Bu gerçeklik yerine sol, reformlar ve kapitalist örgütlere katılım yoluyla çıkarlarını tatmin edebilecek bir "entegre sınıf" fikrini öne sürer.

Bu genel görüşle işçi sınıfı amorf, şekilsiz ve sınıflar arası bir "vatandaşlar" yani "halk" kitlesi içerisinde çözülür. Böyle bir bulamaç içinde işçi, kendisini aldatan küçük burjuvaziye, kendisini baskı altına alan polise, kendisini mahkum eden yargıca, kendisine yalan söyleyen politikacılara ve hatta "ilerici burjuvaziye" asimile edilir. Toplumsal sınıflar ve sınıfsal çelişki düşüncesi ortadan kalkarak yerini ulusun yurttaşları, sahte "ulusal topluluk" düşüncesine bırakır.

Sınıf fikri işçi sınıfının zihninden bir kez silindiğinde ise tarihsel bir sınıfın temel nosyonu da ortadan kalkar. Proletarya, farklı kuşak ya da coğrafya ayrımlarının ötesinde, devrimci bir geleceği, kapitalizmin insanlığı yıkıma götüren çelişkilerinin ötesinde ve bunları aşan yeni bir toplumun kurulmasını başarabilecek tarihsel bir sınıftır.

Toplumsal sınıflar, sınıf karşıtlıkları ve tarihsel sınıf gibi hayati ve bilimsel fikirleri bir kenara iten sermayenin solu ve aşırı solu, devrimi siyasi "uzmanların" ve partilerin ellerine bırakılması gereken uhrevi bir amaca indirger. Burjuvazi için ideal olan ancak proletarya için kesinlikle yıkıcı bir kavram olan iktidarın delegasyonu fikrini böyle takdim ederler. Ekonomik gücü elinde tutan sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi, işlerinin idaresini, ulusal sermayenin karmaşık ihtiyaçları çerçevesinde kendine has çıkarları bulunan bürokratik bir katmana, uzmanlaşmış bir politika kadrosuna emanet edebilir.

Ancak hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olan, ekonomik gücü olmayan ama tek gücü bilinci, birliği, dayanışması ve özgüveni olan proletarya için durum farklıdır. Tüm bu faktörler, uzmanlaşmış bir aydınlar ve politikacılar katmanına bel bağladığında hızla çözülür.

Delegasyon fikriyle donanmış sol ve aşırı sol partiler, seçimlere katılımı "sağın önünü almanın" bir yolu olarak savunur, böylece işçilerin saflarında bir sınıfın özerk eylemini baltalayarak onu oy veren bir yurttaş kitlesine dönüştürürler. Buna göre işçilerin her biri "kişisel çıkarlarına" kilitlenmiş bireyci bir kitleden ibarettir. Bu perspektiften bakıldığında, proletaryanın birliği ve öz-örgütlülüğü artık mevcut değildir.

Son olarak, sol ve aşırı sol partiler proletaryanın "başka bir topluma ulaşmak" için kendisini devletin ellerine teslim etmesi gerektiğini savunur. Böylece kapitalistlerin cellatı olan devleti "işçilerin dostu" ya da "müttefiki" gibi sunan bir aldatmacaya girişirler.

2. İşçileri sadece kaybedenler kitlesi olarak gören kaba bir materyalizm

Sol ve sendikalar işçi sınıfına ilişkin kaba materyalist bir anlayışın propagandasını yayarlar. Onlara göre işçiler sadece ailelerini, konforlarını, daha iyi bir arabayı ya da evi düşünen bireylerdir. Böylece işçi sınıfı tüketim kültürü içinde boğulmuş, mücadele gibi bir "idealleri" olmayan, evde oturup futbol izlemeyi ya da arkadaşlarıyla bara gitmeyi tercih eden bir kitle olarak tasavvur edilir. Döngüyü tamamlamak için, işçilerin tüketim harcamalarını ödemek için boğazlarına kadar borca batmış olmaları nedeniyle en ufak bir mücadeleye girişmekten aciz olduklarını ileri sürerler.[8]

Bu ahlaki ikiyüzlülük dersleriyle, maddi bir gereklilik olan işçi mücadelesini bir ideal irade meselesine dönüştürürler, oysa işçi sınıfının nihai amacı olan komünizm, kapitalizmin çözülmez çelişkilerine yanıt sunan maddi bir gerekliliktir[9]. Anlık mücadeleyi devrimci mücadeleden ayırıp birbirine karşı gibi sunan sermaye solcularının söylemine karşı, gerçekte bu ikisi arasında bir bütünlük vardır, çünkü işçi sınıfının mücadelesi Engels'in dediği gibi aynı anda hem ekonomik, hem politik, hem de bir fikirler savaşımıdır.

Sınıfımızı bu birlikten mahrum bırakmak, ekonomik ihtiyaçlar için yapılan mücadeleyi "egoist" ve "materyalist" bir mücadeleye indirgerken, "devrim" fikrini de "şanlı" ve "ahlaki" bir nosyonmuş gibi sunar. Bu tür fikirler, kendilerinin ve yakınlarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmekten utanç ve suçluluk duyan, sadece kendilerini düşünen köle bireyler gibi hissettirilen işçiler için ciddi biçimde demoralize edicidir. Katolik Kilisesi'nin alaycı ve ikiyüzlü çizgisini izleyen bu yanlış yaklaşımlarla, sermayenin solu ve aşırı solu, işçilerin bir sınıf olarak kendilerine olan güvenini sarsmakta ve onları toplumun "en alt" kesimi olarak göstermeye çalışmaktadır.

Bu tutum, işçi sınıfını kaybedenler olarak sunan egemen ideoloji ile de örtüşür. Meşhur "sağduyu", işçilerin başka hiçbir şey için yeterince iyi olmadıkları veya sosyal ölçekte ilerlemek için yeterince çalışmadıkları için işçi olarak kalan bireyler olduğunu söyler. Buna göre, işçiler tembeldir, istekleri yoktur, başarılı olmak istemezler...

Gerçekten de dünyaya dair alt üst olmuş bir bakıştır bu! Emeğiyle toplumsal refahının çoğunu üreten bir sosyal sınıfın, toplumun en kötü unsurlarından oluştuğu varsayılmaktadır. Proletarya toplumun çoğunluğunu oluşturduğuna göre, temelde korkaklardan, kaybedenlerden, herhangi bir motivasyonu olmayan kültürsüz bireylerden oluşuyormuş gibi sunulur. Burjuvazi proletaryayı sadece sömürmekle kalmaz, onunla alay da eder. Milyonlarca insanın emeğiyle geçinen azınlık, işçileri tembel, işe yaramaz, başarısız ve umutsuz olarak görme cüretine sahiptir.

Toplumsal gerçeklik ise bundan radikal biçimde farklıdır: proletaryanın dünya çapındaki ortak emeği kültürel, bilimsel ve aynı zamanda son derece insani bağlar geliştirir. Bu emek dayanışma, güven ve eleştirel bir ruh doğurur. İşçiler toplumu sessizce hareket ettiren esas güçtür, onların emeği üretici güçlerin gelişiminin asıl kaynağıdır.

İşçi sınıfının dışarıdan görünümü önemsiz, pasif ve anonim bir kitle gibi olabilir. Bu görünüm, sömürülen ve devrimci bir sınıf olarak işçi sınıfının yaşadığı çelişkinin sonucudur. Bir yandan işçi sınıfı küresel ortak emeğin sınıfıdır ve bu haliyle kapitalist üretim çarklarının işlemesini sağlar ve toplumu kökten değiştirecek güç ve kapasiteyi elinde bulundurur. Ama öte yandan rekabet, pazar, bölünmüşlüğün ve her koyun kendi bacağından asılır gibi fikirlerin hüküm sürdüğü bir toplumun normal yaşamı, onu her biri başarısızlık ve suçluluk duygularıyla güçsüz, diğerlerinden yalıtılmış, atomize olmuş ve tek başına kendisi için savaşmaya zorlanmış bireyler toplamı olarak parçalar.

Sermayenin solu ve aşırı solu, burjuvazinin geri kalanıyla tam bir devamlılık içinde, işçi sınıfında sadece atomize bireylerden oluşan şekilsiz bir kitle görmemizi istiyor. Bu şekilde, sınıfı demoralize etme ve herhangi bir toplumsal perspektiften dışlama görevleriyle sermayeye ve devlete hizmet ediyorlar.

Burada, başlangıçta söylediğimiz gibi, işçi sınıfının bireylerden oluşan bir toplam olarak sunan kavrayışa geri dönüyoruz. Oysa proletarya bir sınıftır ve kendisini ezen ve atomize eden zincirlerden tutarlı ve özerk bir mücadele ile kurtulmayı başardığı her seferinde bir sınıf olarak hareket eder. Böylece sadece bir sınıfı eylem halinde görmekle kalmayız, aynı zamanda bileşenlerinin her birinin kendisini aktif varlıklara dönüştürdüğünü, mücadele ettiğini, inisiyatif aldığını ve yaratıcılıklarını geliştirdiğini görürüz. Bunu, 1905 ve 1917 Rusya devrimleri gibi sınıf mücadelesinin büyük anlarında gördük. Rosa Luxemburg'un Kitle Grevi, Siyasi Parti ve Sendikalar adlı yapıtında çok net vurguladığı gibi, "Ama devrimci dönemin fırtınası içinde bir proleter de, aciz durumdaki bir aile reisinden, maddi refah bir yana, kendisi için en değerli şeyin, yaşamın bile, mücadelenin idealleriyle kıyaslandığında çok az şey ifade ettiği bir 'devrimci romantiğe' dönüşür.”[10]

Bir sınıf olduğunda, her bir işçinin bireysel gücü özgürleşir, prangalarından kurtulur ve insani potansiyeli gelişir. Bireylerin toplamı olarak ise, her birinin kapasiteleri yok edilir, seyreltilir, insanlığın geneli açısından heba olur. Sermayenin solu ve aşırı solunun işlevi, işçileri zincirleri içinde, yani salt bireyler toplamı olarak tutmaktır.

On dokuzuncu yüzyılın taktikleri üzerine saati durdurulmuş bir sınıf

Genel olarak kapitalizmin yükseliş döneminde ve özellikle de en parlak döneminde (1870-1914), işçi sınıfı hemen devrimci bir yıkım öngörmeksizin kapitalizm çerçevesinde iyileştirmeler ve reformlar için mücadele edebiliyordu. Bu bir yandan büyük kitle örgütlerinin (sosyalist ve işçi partileri, sendikalar, kooperatifler, işçi üniversiteleri, kadın ve gençlik dernekleri vb) oluşturulmasına imkan tanırken, diğer yandan da seçimlere katılım, imza kampanyaları, sendikalar tarafından planlanan grevler vb. taktikleri mümkün kılıyordu.

Bu yöntemler yirminci yüzyılın başında giderek daha yetersiz hale geldi. Bu dönemde devrimcilerin saflarında, bir yanda bu eski yöntemlerin partizanı Kautsky, diğer yanda da 1905 devriminden dersler çıkararak işçi sınıfının yeni bir genel savaş ve ekonomik kriz durumuna, özetle kapitalizmin çöküşüne tekabül eden yeni mücadele yöntemlerine doğru ilerlemesi gerektiğini açıkça gösteren Rosa Luxemburg'un[11] karşı karşıya geldiği yaygın bir tartışma vardı. Yeni mücadele yöntemleri kitlelerin doğrudan eylemine, işçilerin meclisler ve konseyler halinde öz-örgütlenmesine, asgari ve azami program arasındaki eski ayrımın ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Bu yöntemler sendikacılık, reformlar, seçimlere katılım ve parlamenter yol ile çelişiyordu.

Sermayenin solu ve aşırı solunun politik hattı, işçi sınıfını bugünün acil ve tarihsel çıkarlarının savunulmasıyla kökten uyumsuz olan eski yöntemlere sıkıştırmaya odaklanmıştır. İlginç bir şekilde, işçi sınıfını seçimlerde oy kullanma, sendikal eylemler, önceden programlanmış gösteriler vb. ile silahsızlandırmayı ve dağıtmayı amaçlayan tüm rutinleriyle, işçileri pasif ve atomize, sermayenin tüm ihtiyaçlarına disiplinle boyun eğen "iyi, işçi vatandaşlara" indirgeyen mekanizmalarla, kapitalizmin 1890'dan 1910'a kadar olan "altın yıllarında" saati durdurdular: çok çalış, her dört yılda bir oy ver, sendikaların arkasında yürü, kendinden menkul liderleri sorgulama.

Bu politika Sosyalist ve Komünist partiler tarafından utanmazca savunulurken, onların "aşırı sol"daki uzantıları da "eleştirel" dokunuşları ve "radikal" aşırılıklarıyla bu politikayı yeniden üretmekte ve sermaye için bir sınıf olarak işçi sınıfı vizyonunu savunmaktadır; zaman zaman onun ziyafetlerinin altın sofrasından düşen bazı varsayımsal kırıntıları beklerken onun tüm zorunluluklarına boyun eğmek zorunda olan bir sınıf.

C. Mir. 18.12.17

 

2. Sağın klasik partileri (muhafazakar, liberal, vs.) toplumun kontrolündeki paylarını aşırı sağ partiler (faşist, neo-Nazi, sağ popülistler, vs.) aracılığıyla tamamlarlar. İkincisinin doğası daha karmaşıktır; bu konuda bkz. "On the Question of Populism", IR 157.

3. Oportünizmin bir örgütün proleter yaşamına nasıl nüfuz ettiğine ve onu nasıl tahrip ettiğine yakından bakmak için bkz. "1914: how German socialism came to betray the workers", World War I, Special Issue of IR (2014).

4. EKA Platformu 13. madde.

6. Burada, kafa karışıklıklarına rağmen birçok işçi sınıfı pozisyonunu sahiplenen, emperyalist savaşa karşı ve proleter devrimden yana olduklarını açıkça gösteren küçük enternasyonalist anarşist gruplardan bahsetmiyoruz.

7. Bunun çok sayıda örneği var: Avrupa Birliği eski Başkanı Durao Barroso gençliğinde Maoistti; Avrupa Parlamentosu Milletvekili ve Macron'un danışmanı Cohn-Bendit; Fransa eski Başbakanı Lionel Jospin gençliğinde Troçkistti; İngiltere eski İçişleri Bakanı ve devletin baş yorumcusu Jack Straw solcu, "ateşli" bir öğrenci lideriydi.

8. Tüketimin (1920'lerde Amerika Birleşik Devletleri'nde ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra teşvik edilen) işçi sınıfı içindeki protesto ruhunu zayıflatmaya yardımcı olduğunu kabul etmeliyiz, çünkü her bir işçinin hayati ihtiyaçları tüketimin oynadığı rolle deforme edilmekte, ihtiyaçları "her şeyin kredi yoluyla elde edilebileceği" bireysel meselelere dönüştürülmektedir.

11. Bkz.: "Debate sobre la huelgade masas" (texts of Parvus, Mehring, Luxemburg, Kautsky, Vandervelde, Anton Pannekoek).

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (2. bölüm): kapitalizmin hizmetinde olan bir yöntem ve düşünme biçimi

Bu dizinin ilk bölümünde sermayenin solundaki ve aşırı solundaki partilerin kapitalizmi "yeni bir topluma" dönüştürme programlarının, kapitalizmin idealize edilmiş bir yeniden üretiminden başka bir şeye yol açmadığını gördük.[1] Daha kötüsü, bunların sunduğu işçi sınıfı tanımının, onun devrimci doğasını tamamen inkar ettiğini açıkladık.

Bu ikinci makalede, bu partilerin, özellikle de kendilerini "en radikal" olarak görenlerin düşüncelerini ve analiz yöntemlerini inceleyeceğiz.

Program, teori, işleyiş ve ahlak arasındaki bütünlük

İlk makalede, bu mistifikasyoncuların programının sermayeyi savunduğunu ortaya koymuştuk; şimdi başka bir konuyla ilgilenmemiz gerekiyor: bunların düşünce tarzları, üyeler arasındaki ilişkiler, örgütsel yöntemleri, ahlaki bakış açıları, tartışma anlayışları, militanlık vizyonları ve son olarak bu partiler içinde çalışmanın yarattığı bütün deneyim. Sermaye solunun bakış açısından kurtulmak, onların sattıkları politik mistifikasyonları ifşa etmekten çok daha zordur, çünkü bu örgütlerde düşünce koşullandırılmış ve davranışlar zehirlenmiştir, bu da onların örgütsel işleyişini etkiler.

Komünist Sol’un devrimci örgütleri, oldukça kırılgan ve az sayıda militana sahip oldukları için, bu önemli sorunla yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Sol komünistler, sol ve aşırı sol kapitalist örgütlerin programlarını reddettiler. Ancak onların gizli yüzü dediğimiz şey, yani düşünce tarzları, işleyişleri ve davranışları, ahlaki vizyonları, vb. en az programları kadar gericidir, ama bunlar bugüne kadar komünist sol tarafından hafife alındı, yeterince ve radikal bir eleştiriye maruz kalmadı.

Bu nedenle, sermayenin sol ve aşırı sol gruplarının programını teşhir etmek yeterli değildir; aynı zamanda bunların sağ ve aşırı sağ partilerle paylaştıkları gizli örgütsel ve ahlaki yüzlerini de ortaya koymak ve bununla mücadele etmek gerekir.

Devrimci bir örgüt programdan ibaret değildir; Devrimci örgüt program, teori ve düşünce tarzı, ahlaki ve örgütsel işleyişin bütünsel bir sentezidir. Bu unsurlar arasında bir tutarlılık bulunur. "Devrimci örgütün faaliyeti yalnızca üniter bir bütün olarak anlaşılabilir; bileşenleri birbirinden ayrı değil, birbirine bağlıdır. Bunlar: 1) detaylandırılması sürekli bir çaba isteyen ve asla nihai olarak sabitlenmeyen veya tamamlanmayan teorik faaliyet. Bu hem gerekli hem de yeri doldurulamaz bir unsurdur; 2) sınıfın ekonomik ve politik mücadelelerine müdahale etme faaliyeti. Teorinin propaganda ve ajitasyon yoluyla bir mücadele aracına dönüştürülmesi, örgütün esas pratiğidir; 3) organlarının gelişmesini ve güçlendirilmesini, örgütsel kazanımların korunmasını sağlayan örgütsel faaliyetler, ki bunlar olmadan niceliksel büyüme (yeni üyeler) niteliksel bir gelişme sağlayamaz."[2]

Komünizm için mücadelede yalan, iftira ve manevraların kullanılamayacağı açıktır. Bu yüzden yukarıda belirtilen hususlar arasında bir tutarlılık bulunmaktadır. Bunlar komünizmin tüm yaşam biçimini ve toplumsal örgütlenmesini önceden belirler ve asla onunla çelişemez.

"EKA’nın örgütsel işleyişi" başlıklı metinde de belirttiğimiz gibi:

"Örgütlenme sorunu, proletaryanın devrimci perspektifi için esas olan bir dizi temel hususa odaklanır: 1) komünist toplumun temel nitelikleri ve bu toplumun üyeleri arasındaki ilişkiler; 2) komünizmin taşıyıcısı olan bir sınıf olarak proletaryanın varlığı; 3) sınıf bilincinin doğası, sınıf içindeki gelişiminin, derinleşmesinin ve genişlemesinin özellikleri; 4) proletaryanın bilinçlenmesinde komünist örgütün rolü."[3]

Sermayenin solu ve aşırı solu, marksizmin Stalinizm tahrifatçılarının mirasçısıdır

Sermayenin sol ve aşırı sol gruplarının politik birer hokkabaz olduğu söylenebilir. Sermayenin politik pozisyonlarını "proleter" ve "Marksist" bir jargona bulayarak satarlar. Marx, Engels, Lenin ve diğer proleter militanlara söylemek istediklerinin tam tersini söyletirler. Eski militanlarının işçi hareketinin belirli bir anında savunmuş olabilecekleri pozisyonları, mutlak karşıtlarına dönüştürmek için çarpıtıp, kesip biçerek manipüle ederler. Marx, Engels ya da Lenin'den alıntılar yaparak onlara kapitalist sömürünün iyi olduğunu, ulusun en değerli şey olduğunu, emperyalist savaşları desteklemek gerektiğini, devleti velinimetimiz ve koruyucumuz olarak kabul etmemiz gerektiğini vs. söyletirler.

Devletin yıkılması için mücadele etmiş olan Marx, Engels ve Lenin, bu gruplar tarafından bir hokkabazlık numarasıyla devletlerin en coşkulu savunucuları gibi sunulur. Enternasyonalizmin kayıtsız şartsız savaşçıları olan Marx, Engels ve Lenin, "ulusal kurtuluş" şampiyonları ve anavatan savunucuları haline getirilir. Proletaryanın savunma mücadelesini teşvik etmiş olan Marx, Engels ve Lenin, üretimciliğin ve işçilerin sermaye hizmetinde kendilerini feda etmelerinin şampiyonlarına dönüştürülür.

Bu tahrifat çalışmasına öncülük eden Stalinizm oldu[4]. Stalin bizzat bu iğrenç dönüşüme sistematik olarak öncülük etmiştir. Bunu örneklemek için Ante Ciliga'nın “Rusya Bilmecesi” adlı kitabına başvurabiliriz[5]. Ciliga’nın kitabı 1920'lerin ortalarında başlayan bu süreci ayrıntılı olarak anlatmaktadır:

"Sovyet Rusya'da gelişen kendine özgü toplumsal rejim, kendi ideolojisini tüm bilim dallarına aşılamayı başardı. Başka bir deyişle, kendi dünya görüşünü yerleşik bilimle, marksizmin geleneksel ideolojisiyle ve yeni bilimsel keşiflerle birleştirmeye çalıştı" (İspanyolca baskıdan çeviri, sf. 103)

Bunu açıklamak için Ciliga, "Hegel (...) bir olgunun içeriği tamamen dönüştürülürken biçimini koruyabileceğini göstermişti; (...) Lenin de, büyük tarihsel figürlerin kaderinin genellikle ölümlerinden sonra kutsal ikonlara dönüşmek, özgürleştirici fikirlerinin ise yeni bir baskıyı ve yeni bir köleliği haklı çıkarmak için tahrif edildiğini söylememiş miydi?" (sf 109) diye hatırlattı.

Moskova'daki "Komünist Akademi"de görev yaptığı süre boyunca Ciliga, "her yıl müfredatın değiştirildiğini, tarihsel gerçeklerin ve bunlar üzerine yapılan yorumların giderek daha fütursuzca tahrif edildiğini kaydetti. “Bu sadece Rusya'daki devrimci hareketin yakın tarihi ile ilgili olarak değil, aynı zamanda Paris Komünü, 1848 devrimi ve ilk Fransız Devrimi kadar eski olaylarla ilgili olarak da yapıldı. (...) Peki ya Komintern'in tarihi? Her yeni yayın, pek çok açıdan öncekilerden oldukça farklı yeni bir yorum getiriyordu." (sf 100), "Bu tahrifatlar eğitimin tüm dallarında aynı anda yapıldığından, bunların münferit kazalar olmadığı, tarihi, ekonomi politiği ve diğer bilimleri bürokrasinin çıkarlarına ve dünya görüşüne göre dönüştürmeye yönelik sistemli bir çaba olduğu sonucuna vardım (...) Aslında Rusya'da yeni bir okul, Marksizmin bürokratik okulu kuruluyordu." (sf 101)

Bu ve benzeri tahrifatları gerçekleştirmek üzere, sermayenin sol ve aşırı sol partileri üç yöntem kullanırlar:

- devrimciler tarafından yapılan hatalardan faydalanmak;

- daha önceki bir dönemde devrimciler tarafından savunulduğunda doğru olan pozisyonları, karşı-devrimci hale geldiklerinde sanki hala geçerliymiş gibi savunmak;

- bu pozisyonların devrimci boyutunu zararsız bir soyutlamaya indirgeyerek köreltmek.

Devrimcilerin hataları

Marx, Engels, Lenin, Rosa Luxemburg yanılmaz değillerdi. Elbette onlar da hatalar yaptılar.

Mekanik burjuva düşüncesinin aksine, devrimciler açısından hata yapmak çoğu zaman kaçınılmazdır ve bu hatalar, kendisi mutlak olmayıp tarihsel bir karaktere sahip olan hakikate doğru atılmış gerekli adımlar olabilirler. Hegel'e göre hatalar gerçeğin gerekli ve gelişen anlarıdır.

Proletaryanın hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olduğunu ve sömürülen bir sınıf olarak egemen ideolojinin tüm ağırlığı altında ezildiğini göz önünde bulundurduğumuzda bu durum çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla proletarya - ya da en azından onun bir kısmı - düşünmeye, hipotezler formüle etmeye, talepler ileri sürmeye ve kendine hedefler koymaya cesaret ettiğinde, kapitalist sağduyunun dayattığı pasifliğe ve uyuşukluğa karşı yükselir; ama aynı zamanda ciddi yanlış değerlendirmeler yapabilir ve toplumsal evrimin kendisinin ya da sınıf mücadelesi dinamiklerinin çoktan üstesinden geldiği ya da bir kenara attığı fikirleri tekrar kabul edebilir.

Marx ve Engels 1848'de kapitalizmin yerini komünizme bırakacak kadar olgunlaştığını düşünerek, sosyalizm için bir platform görevi görecek bir "ara" kapitalist programı ("sürekli devrim" teorisi) savunmuşlardı.

Ancak eleştirel düşünceleri onları bu spekülasyonu reddetmeye yöneltti ve 1852'de de bu fikri tamamen terk ettiler. Benzer şekilde, bir dönem kapitalist devletin ele geçirilmesi ve devrim için bir kaldıraç olarak kullanılması gerektiğine inanmış olsalar da, Paris Komünü'nün canlı deneyimi onları bu hatadan döndürmüş ve kapitalist devletin yok edilmesi gerektiği sonucuna varmalarına yardımcı olmuştur.

Daha pek çok örnek verebiliriz ama burada göstermek istediğimiz, sol grupların bu hataları karşı-devrimci programları için nasıl gerekçe olarak kullandıklarıdır. Örneğin, Lenin kararlı bir enternasyonalistti, ancak ulusal kurtuluş konusunda yeterince net değildi ve bu konuda ciddi hatalar yaptı. Bu hatalar, Sermaye solu tarafından tarihsel bağlamlarından koparılarak, Lenin’in yürüttüğü enternasyonalist mücadeleden ayrıştırılmakta ve tüm zamanlar için geçerli "yasalar" haline getirilmektedir[6]. Bu hatalar ikiyüzlü bir şekilde sermayenin savunusuna dönüştürülür.

Peki bu tahrifat nasıl mümkün oluyor? Bunun en önemli yollarından biri militanların eleştirel düşünce kapasitelerinin yok edilmesidir. Tutarlı Marksistler bilim ile eleştirel düşünceyi sahiplenme noktasında ortaklaşırlar, yani çeşitli nedenlerle gerçeklikle ve proleter mücadelenin ihtiyaçlarıyla çatışan pozisyonları sorgularlar. Marksizm, dahilerin zihinleri tarafından üretilen ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir dogmalar bütünü değildir; mücadeleci, yaşayan, analitik ve sürekli gelişen bir yöntemdir ve bu nedenle eleştirel düşünce onun için temeldir. Bu eleştirel ruhu bastırmak Stalinist efendileri gibi sol grupların temel görevidir, tıpkı Ciliga'nın Leningrad'daki "Komünist Üniversite"de görev yaptığı dönemde öğrenciler ve geleceğin parti liderleri hakkında söylediği gibi, "eğer bir şey el kitabında yazılı değilse, onlar için yok hükmündeydi. Parti programını sorgulayamazdınız. Manevi yaşam tamamen kontrol altındaydı. (Öğrenciler) onları programın dar ufkunun ötesine geçmeye, meraklarını ve eleştirel duygularını uyandırmaya çalıştığımda sağır kalıyorlardı. Sanki sosyal becerileri körelmiş gibiydi." (sf 98).

Dolayısıyla, solcu grupların (Stalinistlerden Troçkistlere ve birçok anarşiste kadar) savunduğu körü körüne bağlılık karşısında, proleter militanlar ve devrimci gruplar eleştirel düşünceyi, kendi kendilerini eleştirme yeteneklerini canlı tutmak için mücadele etmelidirler; gerçekleri irdelemeye sürekli istekli olmalı ve tarihsel bir analize dayanarak artık geçerli olmayan pozisyonları nasıl yeniden değerlendireceklerini bilmelidirler.

Bir zamanlar doğru olan görüşler bariz yalanlara dönüşebilir

Solcu yöntemin bir diğer özelliği de, önceden doğru olsa da tarihsel olaylar tarafından geçersiz kılınan ya da anlamını yitiren pozisyonları savunmalarıdır. Örneğin Marx ve Engels'in sendikalara verdiği desteği ele alalım. Solculuk, eğer sendikalar Marx ve Engels zamanında proletaryanın organlarıysa, her zaman öyle olmaları gerektiği sonucuna varır. Soyut ve zamansız bir yöntem kullanırlar. Kapitalizmin çöküşüyle birlikte sendikaların proletaryaya karşı burjuva devletinin organları haline geldiği gerçeğini gizlerler.[7]

Solcu pozisyonlardan kopan ama onların skolastik yöntemlerinden kopamayan devrimci militanlar da vardır. Bunlar örneğin, kendilerini sadece sendikalara yönelik solcu pozisyonun tam tersini benimseyerek sınırlarlar: eğer solcu pozisyon sendikaların her zaman işçi sınıfının hizmetinde olduğu yönündeyse, bu devrimci militanlar sendikaların her zaman işçi sınıfına karşı olduğu sonucuna varırlar. Sendikalarla ilgili pozisyonu değişmez, zamansız bir pozisyon haline getirirler, böylece solculuktan kopmuş gibi görünseler de onun tutsağı olarak kalmaya devam ederler.

Aynı durum sosyal demokrasi için de geçerlidir. Bugün var olan 'sosyalist partilerin' 1870'ten 1914'e kadar olan dönemde var olmuş ve sınıfın birliğine, bilincine ve mücadelelerinin gücüne katkıda bulunmuş olan işçi sınıfı partileriyle aynı şeyler olduğunu, hayal etmek zordur. Bu durum karşısında solcular, özellikle de Troçkizm şu sonuca varmaktadır: sosyal demokrat partiler, tüm karşı-devrimci eylemlerine rağmen, her zaman işçi partileri olmuşlardır ve olmaya da devam edeceklerdir.

Ancak aynı şeyi tersinden söyleyen devrimciler de vardır: eğer Troçkistler sosyal demokrat hareketi her zaman işçi sınıfına ait olan ve olacak bir hareket olarak tanımlıyorsa, bunlar da sosyal demokrasinin her zaman kapitalist olduğu sonucuna varırlar. Oportünizmin işçi hareketini etkileyebilen ve partilerini ihanete ve kapitalist devletle bütünleşmeye sürükleyebilen bir hastalık olduğu gerçeğini görmezden gelirler.

Üzerlerinden atamadıkları solcu mirasın tuzağına düşerek, tarihsel ve diyalektik yöntemi skolastik yöntemle değiştirir, diyalektiğin ilkelerinden olan karşıtların birbirine dönüşümü ilkesini, var olan bir şey karşıtı gibi hareket etmek üzere dönüşebileceğini kavrayamazlar. Proleter partiler de, burjuva ideolojisinin ve küçük burjuvazinin ağırlığından kaynaklanan dejenerasyon nedeniyle, kendileriyle taban tabana zıt şeylere dönüştürebilir, kapitalizmin koşulsuz hizmetkârları haline gelebilirler.[8]

Bu sınıf pozisyonlarının tarihsel boyutunu ve bunların formüle edildiği tarihsel süreci reddeden solcu yöntemin başka bir sonucudur. Bu da proleter yöntemin temel bileşenlerinden bir diğerini ortadan kaldırmaktadır. Her işçi kuşağı bir önceki kuşağın omuzları üzerinde durur: sınıf mücadelesinin ve teorik çabanın ürettiği dersler, bir başlangıç noktası olarak hizmet eder ancak bunlar son nokta değildir. Kapitalizmin evrimi ve sınıf mücadelesi deneyimleri, yeni gelişmelerin ya da önceki pozisyonlarda eleştirel düzeltmelerin yapılmasını gerekli kılar. Solculuk, dogmatik ve tarih dışı bir vizyonun propagandasını yaparak eleştirel bir tarihsel sürekliliğin varlığını inkar eder.

17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar burjuva devrimini müjdeleyen düşünürler, feodal idealizmi amansız bir eleştiriye tabi tuttuğu için zamanında devrimci olmuş olan bir materyalizm geliştirdiler. Ancak, başlıca kapitalist ülkelerde iktidar ele geçirildikten sonra burjuva düşüncesi tutucu, dogmatik ve tarih dışı bir hal aldı. Öte yandan proletarya, kendi genlerinde eleştirel ve tarihsel bir düşünceye, ne kadar önemli olursa olsun belirli bir dönemin olaylarına takılıp kalmama ve geçmiş ya da bugün tarafından değil, taşıyıcısı olduğu devrimci geleceğin perspektifi tarafından yönünü belirleme yeteneğine sahiptir. "Felsefe tarihi ve sosyal bilimler tarihi, Marksizmin, dünya uygarlığının uzun gelişim yolunda ortaya çıkmıştır, içe dönük ve kemikleşmiş bir doktrin anlamında 'sekterlik' ile hiçbir ortak yanı yoktur. Aksine, Marx, gelişmiş insanlığın halihazırda ortaya attığı sorulara yanıt vermekte ustaydı. "[9]

Soyutluk tuzağı

Burjuva düşüncesi gibi solcu ideoloji de bir yandan dogmatik ve idealist, diğer yandan relativist ve pragmatiktir. Solcu, sol elini kaldırır ve tüm olası dünyalar ve tüm zamanlar için geçerli evrensel dogmalar mertebesine yükseltilmiş bazı "ilkeler" açıklar. Ama sağ eliyle "taktiksel düşünceler"e başvurarak bu kutsal ilkeleri cebinde tutar, çünkü "koşullar uygun değildir", "işçiler anlamaz", "zamanlama yanlıştır", vs.

Dogmatizm ve taktikçilik birbirine karşıt değildir, bunlar birbirlerini tamamlar. İnsanları seçimlere katılmaya teşvik eden dogma, "kendimizi tanıtmak" veya "sağın önünü kesmek" vb. için "seçimleri kullanma" vb "taktikler" ile tamamlanır. Dolayısıyla dogmatizm teorik bir şey gibi görünse de gerçekte tarihsel evrimin dışında yer alan soyut bir vizyondur. "Taktikler" ise "pratik" ve "somut" görünürler, ancak aslında tutarlı pozisyonlardan üretilmezler, salt uyarlanabilir ve oportünist bir günlük faaliyetten gelen, burjuva düşüncesine özgü kaba ve zihinsel donukluk içeren bir vizyondan türerler.

Bu bizi solcu düşünce yönteminin üçüncü özelliğini anlamaya götürür. Solcu yöntem devrimcilerin doğru pozisyonlarını, devrimci yönlerini köreltmek için bağlamından kopararak soyutlamalara dönüştürmeye ihtiyaç duyar; Lenin'in dediği gibi, onları soyut ve işlemeyen "ilkeler" olarak sunarak sermaye için zararsız hale getirirler. Böylece komünizm, proletarya diktatörlüğü, işçi konseyleri, enternasyonalizm... gibi kavramlar liderlerin hiçbir inanca sahip olmadığı, ancak sadık destekçilerini manipüle etmek için utanmadan kullandıkları retorik bir hezeyan ve alaycı bir laf kalabalığına indirgenir. Ciliga, yukarıda alıntıladığımız kitabında, "komünist bürokrasinin iddia ettiğinin tam tersini yapma, en kötü suçları en ilerici sloganlar ve en etkili cümleler maskesi altında gizleme yeteneğinin" altını çizmiştir (sf 52).

Solcu örgütlerin ilkeleri yoktur. Vizyonları tamamen pragmatiktir ve koşullara göre, yani hizmet ettikleri ulusal sermayenin politik, ekonomik ve ideolojik ihtiyaçlarına göre değişir. İlkeler, parti konferansları ve önemli yıldönümlerinde olduğu gibi koşullara ve belirli anlara uyarlanabilir; militanları suçlamak için "ilkeleri ihlal etmek" bir bahane olarak kullanılır; ayrıca hizipler arasındaki anlaşmazlıklarda silah olarak kullanılır.

Bu "ilkeler" vizyonu, "tüm örgüt için geçerli bir programın varlığına" dayanan devrimci bir örgütün vizyonuyla kökten çelişir. “Bu program, örgütün bir parçası olduğu proletaryanın deneyiminin bir sentezi olduğu için ve sadece anlık bir varoluşa değil, aynı zamanda tarihsel bir geleceğe de sahip olan bir sınıf tarafından üretildiği için, sınıfın hedeflerini ve bunlara ulaşmanın yolunu formüle ederek bu geleceği ifade eder; örgütün sınıf içinde savunması gereken temel pozisyonları bir araya getirir; örgüte katılım için bir temel görevi görür".[10]

Devrimci program örgütün faaliyetlerinin kökeni, teorik çalışmaların ise ilham kaynağı ve eylem için bir teşviktir. Bu nedenle de çok ciddiye alınmalıdır. Solculuktan gelen ve kendini ondan nasıl koparacağını bilemeyen militan, genellikle bilinçsizce, programın sadece göstermelik olduğuna, belli yıl dönümlerinde tekrarlanan basit ifadeler topluluğu olduğuna inanır ve bu yüzden "retorik" şeylerin bırakılmasını ister. Diğer zamanlarda, bir yoldaşına kızdığında ya da merkezi organlar tarafından marjinalleştirildiğini düşündüğünde, amacını anlatmak için programı kullanarak "onları suçlamaya" çalışır.

Bu iki yanlış görüşe karşı, programın proleter bir örgütteki temel işlevinin, tüm militanlar tarafından paylaşılan ve gelişimini ilerletmek için herkesin bağlı olduğu bir analiz aracı olduğunu savunuyoruz; program proleter mücadeleye bir müdahale aracı, proletaryanın devrimci geleceğine etkin bir katkı ve oryantasyondur.

Solculuğun pragmatik ve "dahiyane" safsataları, küresel bir yaklaşımın genelden somuta, soyuttan dolaysıza, teorikten pratiğe geçmesini zorlaştırdığı için çok zarar vericidir. Solcu yöntem, somut ile genel, dolaysız ile tarihsel, yerel ile küresel arasındaki birliğin fiilen gerçekleşmesini engelleyerek proleter düşüncenin bu iki yönünü birleştiren bağı koparır. Eğilim ve baskı tek taraflı düşünme yönündedir. Solcu her gün yerelcidir, ancak resmi tatillerde "enternasyonalist" bir yaklaşım sergiler. Solcu sadece anlık ve pragmatik olanı görür, ama bunu bazı "tarihsel" referanslarla süsler ve "ilkeleri" lafta selamlar. Solcu, soyut bir analiz geliştirmek söz konusu olduğunda acınacak derecede "somuttur" ve somut bir analiz gerektiğinde soyut bir bulanıklığa saplanır.

Solculuğun teorik yönteminin yıkıcı etkileri

Solcu düşüncenin bazı özelliklerini ve komünist militanların konumu üzerindeki etkilerini çok sentetik bir şekilde gördük.

Bunlardan bazılarına daha detaylıca bakabiliriz. Üçüncü Enternasyonal, yalnızca belirli tarihsel koşullar altında anlamlı olan bir formül kullanmıştır: "Her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir".

Bu formül, sınıflar arasındaki güç dengesinin burjuvazinin lehine olması durumunda geçerli değildir. Örneğin Troçki, Fransa'daki 1936 grevlerinin ve Barselona proletaryasının Temmuz 1936'da faşist darbeye karşı verdiği cesur yanıtın "devrimin kapılarını açtığını" savunarak, bu formülü şematik bir şekilde kullanmıştır. Emperyalist savaşa doğru durdurulamayan gidişatı, Rus ve Alman proletaryasının ezilmesini, işçilerin anti-faşizm bayrağı altında toplanmasını dikkate almamıştır. Bu tarihsel ve küresel analizi dışarıda bırakıp, yalnızca "her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir"[11] şeklindeki boş bir reçeteyi uygulamıştır.

Bunun bir başka sonucu da ekonomizmle iç içe geçmiş kaba bir materyalizmdir. Buna göre her şey ekonomi tarafından belirlenir ve bu da en büyük zihinsel dar görüşlülüğü yansıtır. Savaş gibi olgular emperyalist, stratejik ve askeri köklerinden koparılarak en hayali ekonomik açıklamalarla anlaşılmaya çalışılır. Böylece bir mafya çetesi, emperyalizmin barbar bir yan ürünü olan İslam devleti (İŞİD) ve bir petrol şirketi eşdeğer sayılabilir.

Son olarak, solculuğun Marksist teoriyi manipüle etmesinin bir diğer sonucu da, Marxizmin teori uzmanlarının, parlak liderlerin uzmanlık alanı olarak görülmesidir. Bu aydın liderlerin ortaya attığı her şey, teorik gelişimde hiçbir rolü olmayacak olan "tabandaki aktivistler" tarafından harfiyen takip edilmelidir çünkü onların görevi bildiri dağıtmak, gazete satmak, toplantılar için sandalye taşımak, afiş yapıştırmaktır... yani "sevgili liderleri" için insan gücü ya da yem olarak hizmet etmektir.

Bu anlayış solculuk için elzemdir çünkü görevi Marx, Engels, Lenin vb. militanlarınşüncelerini çarpıtmaktır ve bunun için de anlattıklarına sorgusuz sualsiz inanacak militanlara ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir anlayışın devrimci örgütlere sızması zararlı ve yıkıcıdır. Günümüzün devrimci örgütleri "19. yüzyıla kıyasla daha gayrişahsidir ve militan kitlelerine rehberlik eden bir liderler örgütü olmaktan çıkmışlardır. Ünlü liderler ve büyük teorisyenler dönemi sona ermiştir. Teorik gelişim gerçekten kolektif bir görev haline gelmiştir. Milyonlarca 'anonim' proleter savaşçı gibi, örgütün bilinci de bireysel bilincin ortak bir kolektif bilinçle bütünleşmesi ve aşılması yoluyla gelişir."[12]

C Mir, 27.12.17

 

1. Sermayenin solu ve aşırı solu, Komünist Manifesto'nun burjuva sosyalizmine ayırdığı şu pasajla örtüşmektedir: "Onlar, devrimci ve parçalayıcı unsurlarından arındırılmış mevcut toplum durumunu arzulamaktadırlar. Proletaryasız bir burjuvazi istiyorlar. Burjuvazi doğal olarak en üstün olduğu dünyanın içinde en iyisi olduğunu düşünür; ve burjuva sosyalizmi bu rahat anlayışı az ya da çok eksiksiz çeşitli sistemler halinde geliştirir. Proletaryadan böyle bir sistemi hayata geçirmesini ve böylece doğrudan toplumsal Yeni Kudüs'e yürümesini isterken, gerçekte proletaryanın mevcut toplumun sınırları içinde kalmasını, ancak burjuvaziye ilişkin tüm nefret dolu fikirlerini bir kenara atmasını talep eder. (...) Bu, şu cümleyle özetlenebilir: burjuva burjuvadır - işçi sınıfının yararına.".

4. Stalinizm ise 1914'te proletaryaya ihanet eden sosyal demokrasinin kirli işlerinden ilham almıştır. Rosa Luxemburg, Stalinizmi açıkça suçlamıştır: "Marksizmin bugün nerede durduğunu temsilcilerinden görüyorsunuz: Ebert, David ve diğerleri tarafından köleleştirilmiş ve evcilleştirilmiştir. İşte burada, onlarca yıldır saf, gerçek Marksizm olarak yutturulan doktrinin resmi temsilcilerini görüyoruz. Hayır, gerçek Marksizm bizi Scheidemann'ların ve karşı-devrimci politikaların yanına götürmez. Gerçek Marksizm, onu tahrif etmeye çalışanlara karşı mücadele eder." 'Programımız ve Siyasi Durum; Alman Komünist Partisi (Spartaküs Birliği) Kurucu Kongresine Hitap', 31 Aralık 1918, 1 Ocak 1919.

5. Ante (ya da Anton) Ciliga (1898-1992) Hırvat kökenliydi. Yugoslavya Komünist Partisi'ne katıldı ve 1925'ten itibaren Rusya'da yaşadı ve burada SSCB'nin karşı-devrimci yozlaşmasının farkına vardı. Troçki'nin sol kanat muhalefetine katıldı. İlk kez 1930 yılında tutuklanarak Sibirya'ya gönderildi ve nihayet 1935 yılında serbest bırakıldı. Bundan sonra Fransa'ya yerleşti ve burada SSCB'de, Üçüncü Enternasyonal'de ve SBKP'de olan biten her şeyin çok açık bir anlatımını yukarıda alıntılanan kitapta yazdı. Alıntıların çevrildiği İspanyolca PDF versiyonu şu adreste bulunabilir: marxismo.school/files/2017/09/Ciliga.pdf. Daha sonra Ciliga proleter pozisyonlardan giderek uzaklaştı ve özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından demokrasinin savunusuna doğru kaydı.

6. Bu konu üstüne bknz: "Communists and the national question (1900-1920) Part 1" (IR 37, 1983).

9. Lenin, The Three Sources and the Three Component Parts of Marxism (1913).

10. "Report on the structure and functioning of revolutionary organisations",IR. 33 (1983), madde 1.

11. Troçki'nin bu hatası, Troçkizm tarafından her türlü isyan durumunu ve hatta 1959'da Küba'da olduğu gibi gerilla temelli bir darbeyi bile "devrim" olarak tanımlamak için kullanıldı.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (3. bölüm): komünist ilkeleri yadsıyan bir işleyiş

Bu yazı dizisiyle, sermayenin sol ve aşırı sol örgütlerinin (Sosyalistler, Stalinistler, Troçkistler, Maoistler, resmi anarşizm, Syriza, France Insoumise ve Podemos’un “yeni” solu) en az görünen kısmını (gizli yüzünü) açığa çıkarıyoruz. Serinin ilk makalesinde bu örgütlerin savunduklarını iddia ettikleri işçi sınıfını nasıl yadsıdıklarını gördük, ikincisinde yöntemlerini ve düşünce biçimlerini ortaya koyduk. Bu üçüncü makalede, bu partilerin işleyişlerini, iç rejimlerini, işleyişlerinin tüm komünist ilkeleri nasıl yadsıdığını ve bu ilkelere yönündeki gelişimin önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini analiz etmek istiyoruz.

Stalinizm, Troçkizm vb. güçler, örgütlenmeleri ve davranışları açısından proleter konumların tam bir tahrifatını gerçekleştirmişlerdir. Onlar için merkezileşme, her şeye gücü yeten bir bürokrasiye boyun eğmek anlamına gelir ve disiplin de bir kontrol komisyonuna körü körüne boyun eğmektir. Çoğunluk pozisyonları iktidar mücadelelerinden doğar. Manipülatif bir ruhla yürütülen tartışma, rakip çetelerin konumunun yenmek için kullanılan bir silahtır. Benzeri mide bulandırıcı tavırlara sayısız örnek verilebilir.

Şu ya da bu sol örgütte önceden geçirdiği haşin dönemin tesiri altında kalan proleter bir militan da, içerisine katıldığı gerçek bir komünist örgütün tavır ve ilkelerini bu olumsuz deneyimin etkisiyle değerlendirme eğiliminde olabilir.

Sol örgütlerin kışla disiplini

Böylesi bir militana disiplin ihtiyacından bahsettiğimizde, bu ona burjuva solunun bir örgütüne üyeyken yaşadığı kabusu hatırlatabilir.

Bu örgütlerde 'disiplin' 'parti bunu talep ediyor' dendiği için saçma sapan şeylerin savunusu anlamına gelir. Bir gün rakip bir partinin 'burjuva' olduğunu söylemek zorunda kalırlar ve ertesi hafta, liderliğin ittifaklarındaki siyasi değişikliklere göre, bu parti artık dünyanın en proleter partisi olarak kabul edilebilir.

Sermaye solunun örgütlerinde, eğer merkez komitenin politikası yanlışsa, bu yalnızca 'hata yapan' ve 'merkez komitenin kararını doğru uygulamayan' militanların suçu sayılır. Troçki'nin dediği gibi: "Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin yeni yenilgileri kaydeden her kararı, bir yandan her şeyin esasında önceden planlanmış olduğunu ilan ederken, diğer yandan da bunun, kendilerine yukarıdan verilen çizgiyi kavrayamadan yorumlayanların suçu olduğunu ilan ediyordu".[1]

Bu travmatik deneyimlerin geçerek bu partilerden çıkan militanlar, proleter disiplinin burjuvazinin disiplininden kökten farklı ve karşıt bir şey olduğunu anlamayarak bizzat disiplini içgüdüsel olarak reddederler.

Proleter bir örgütte 'disiplin', tüm kararlara saygı duyulmasını ve herkesin bu kararların alınması sürecine katılımı demektir. Bir yandan sorumlu olmak, diğer yandan da kolektifin birey üzerindeki önceliğinin pratik ifadesidir - ancak bu, birey ve kolektifin birbiriyle çatıştığı anlamına gelmez, aksine bunlar aynı birliğin farklı yönlerini ifade eder. Sonuç olarak, devrimci bir örgütte disiplin gönüllü ve bilinçlidir. Bu disiplin körü körüne değildir, ikna olmuş olmayı ve bir perspektif sahibi olmayı gerektirir.

Bunun zıddı olarak, bir burjuva örgütünde disiplin, her şeye gücü yeten bir liderliğe boyun eğmek ve tüm sorumluluğu bu liderliğin yaptıklarına ya da söylediklerine bırakmak anlamına gelir. Bir burjuva örgütünde disiplin 'kolektif' ile birey arasındaki karşıtlığa dayanır. Buradaki 'kolektif', bu örgütlerin kendi özel alanlarında savundukları ulusal sermayenin ve onun devletinin çıkarlarıdır ve bu çıkarlar üyelerinin çıkarlarıyla hiç de örtüşmez. Bu nedenle disiplin ya ihraç edilmeye yol açabilecek kamusal kınama korkusuyla dayatılır; ya da gönüllü olarak üstlenilmişse, bir suçluluk duygusunun veya farklı bireylerin gerçek çıkarlarından doğan çatışmalar üreten soyut bir ön-kabulün meyvesidir.

Proleter disiplin ile burjuva disiplini arasında var olan radikal farkların kavranamayışı, sol ya da solculuktan geçip kendilerini proleter bir örgütte bulan bazı militanların sık sık bir kısır döngüye girmelerine yol açar. Bir zamanlar koyun gibi üstlerinin emirlerine uyarlarken, şimdi proleter bir örgütte tüm disiplini reddeder ve sadece kendi bireyselliklerinin emrettiği disiplini kabul ederler. Kışla disiplininden herkesin istediğini yapabileceği bir disipline, yani bireyciliğin anarşik disiplinine kayarlar. Bu, burjuva partilerinin vahşi ve şiddetli disiplini ile küçük burjuva ve anarşizme özgü bireyci disiplin ("istediğimi yaparım" disiplini) arasında sıkışmış fasit bir döngüdür.

Bütün burjuva örgütlerinde geçerli olan bürokratik merkezileşme

Solculuğun zehrinden etkilenen militanlar arasında tepki yaratan bir başka kavram da Merkezileşme’dir.

Bu militanlar merkezileşmeyi şunlarla ilişkilendirirler:

- Şikayet etmeden boyun eğilmesi gereken her şeye gücü yeten üstlerin varlığı;

- Ezici bir bürokrasi ve kontrol aygıtı piramidi;

- Tüm kişisel inisiyatif ve düşünceden tamamen vazgeçilmesi, bunun yerine liderliğe körü körüne itaat ve kuyrukçuluk;

- Kararların herkesin katılımıyla tartışılarak değil, liderliğin emir ve manevralarıyla alınması.

Aslında burjuva merkeziyetçiliği tam da böyledir. Bunun nedeni, burjuvazi içinde birliğin yalnızca emperyalist savaş ya da proletarya ile karşı karşıya kalındığında var olması; başka anlarda ise farklı burjuva fraksiyonları arasında sürekli bir çıkar çatışması olmasıdır.

Böyle bir karmaşaya düzen getirmek için, 'merkezi organın' otoritesinin irade ya da zor yoluyla dayatılması gerekir. Burjuva merkezileşmesi bu nedenle zorunlu olarak bürokratik ve tepeden inmecidir.

Tüm burjuva partilerinin ve kurumlarının bu genel bürokratikleşmesi, kendilerini işçilerin savunucuları olarak sunan 'işçi' partilerinde ya da solda daha da baskındır.

Burjuvazi siyasi aygıtın bu demir disiplinine boyun eğebilir çünkü en azından kendi işletmelerinde tam ve diktatörce bir güce sahiptir. Ancak solcu ya da aşırı solcu bir örgütte, resmi olarak iddia edilen ile gerçekte olan arasında özenle gizlenmiş bir çelişki bulunur. Bu çelişkiyi çözmek için bir bürokrasiye ve dikey bir merkezileşmeye ihtiyaç vardır.

Sermayenin solundaki partilerde uygulanan burjuva merkezileşme mekanizmalarını anlamak için, bunun esas öncülerinden olan Stalinizme bakabiliriz. Troçki, Lenin'den Sonra Üçüncü Enternasyonal adlı kitabında, Komünist partilerde uygulanan burjuva merkezileşme yöntemlerini analiz eder.

Troçki Stalinizmin, burjuva politikalarını dayatmak için "genelgeleri, gizli ajanları ve gizli yazışmaları vs. olan yasadışı Merkez Komitesi (septemvirat) ile gizli bir topluluğu nasıl benimsediğini” hatırlatır. “Parti aygıtı kendi içerisinde kapalı ve kontrol dışı bir aygıt yaratmıştı. Devletin olağanüstü kaynakları da bu aygıtının emrindeydi çünkü, kitlelere ait olan parti devletin manevra ve entrikalarını kamufle etmeye adanmış bir aygıta dönüştürmüştü.” (aynı kitap)

Çin Komünist Partisi, Çin'deki proletaryanın devrimci girişimlerini silmek ve 1924-28 yılları arasında Rus devletinin emperyalist iştahına hizmet etmek için yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiştir; bunun bir örneği, Kiangsu yerel komitesinin bir tanığı tarafından verilmiştir: "(Merkez Komite) suçlamalara başladı ve İl Komitesinin işe yaramaz olduğunu söyledi; o da taban örgütlerini suçladı ve Bölge Komitesinin kötü olduğunu söyledi. Bölge Komitesi suçlamalarda bulunmaya başladı ve hatalı olanın ilgili yerlerdeki yoldaşlar olduğunu söyledi. Yoldaşlar da kitlelerin yeterince devrimci olmadığını söyleyerek kendilerini savundular" (aynı kitap).

Bürokratik merkezileşme parti üyelerine kariyerist bir zihniyet dayatır; bu zihniyetteki üyeler yukarıdakilere itaat eder ve 'aşağıdakilere' güvenmez ve onları manipüle eder. Bu, Troçki'nin Stalinist Komünist partilerde gördüğü ve 1920'lerde teşhir ettiği modeli izleyen, soldan ve sağdan kapitalizmin tüm partilerinin açık bir özelliğidir: "Bu, manevralar yoluyla, Bolşevik esnekliği yerine, kendi omurgalarının esnekliğini anlayan bütün bir genç akademisyenler takımından oluşmuştur" (aynı kitap).

Bu yöntemlerin sonucu olarak "yükselen katmanlara aynı zamanda belli bir burjuva ruhu, dar bir bencillik ve küçük hesaplar da aşılanmıştır. Başkalarını umursamadan kendilerine bir yer edinme konusunda kararlı bir iradeye, kör ve kendiliğinden bir kariyerizme sahip oldukları görülebilir. Bu noktaya gelmek için hepsinin vicdansız bir uyum sağlama kapasitesini, güçlü olana karşı utanç verici ve dalkavukça bir tavrı kanıtlamaları gerekir. Bu açıdan her jestte, her yüzde gördüğümüz şey budur. Bu, genellikle kaba devrimci ifadelerle dolu tüm eylem ve konuşmalarda bulunabilir."[2]

Proleter örgütlenmeye ait kavramlara gerçek anlamlarını geri kazandırmak

Sosyalist partilerin kapitalist devlete doğru ilk adımlarını ve daha sonra Komünist partilerin sermayenin Stalinist güçlere dönüşmesini beraberinde getiren muazzam felaketten önceki işçi hareketinin kullandığı tüm örgütsel kavramları -eleştirel bir şekilde analiz ederek- geri kazanmak gerekiyor.

Örgütlenme sorunlarına ilişkin proleter pozisyonun, aynı adı taşısalar bile, tahrif edilmiş versiyonlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Proleter hareketin yeni kavramlar icat etmesine gerek yoktur çünkü bu kavramlar zaten ona aittir. Aslında terminolojilerini değiştirenler sermayenin solunda ve aşırı solunda yer alanlardır, bunlar burjuvazinin ahlaki ve örgütsel pozisyonlarını benimseyen 'yenilikçilerdir'. Bu proleter kavramlardan bazılarına ve bunların Stalinizme, solculuğa ve genel olarak herhangi bir burjuva örgütüne nasıl tamamen zıt olduklarına tekrar bakacağız.

Proleter merkezileşme

Merkezileşme, proletarya içinde ve dolayısıyla devrimciler arasında var olan doğal birliğin ifadesidir. Dolayısıyla, proleter bir örgütte merkezileşme en tutarlı işleyiş biçimidir, gönüllü ve bilinçli eylemin sonucudur. Solcu bir örgütte merkezileşme bürokrasi ve manevralar tarafından dayatılırken, farklı çıkarların olmadığı proleter bir politik örgütte birlik merkezileşme ile ifade edilir; bu nedenle bilinçli ve tutarlıdır.

Öte yandan solcu bir örgütte, herhangi bir burjuva örgütünde olduğu gibi, bireylere ve hiziplere bağlı farklı çıkarlar bulunur ve bu farklı çıkarları uzlaştırmak için bir hizbin ya da liderin bürokratik dayatması ya da farklı liderler ya da hizipler arasında bir tür “demokratik arabulucunun” varlığı gereklidir. Her durumda güç mücadeleleri, manevralar, ihanetler, manipülasyon ve itaat örgütün işleyişini "yağlamak" için gereklidir, çünkü aksi takdirde örgüt dağılır ve parçalanır. Öte yandan, proleter bir örgütte "Merkeziyetçilik örgütün yapısı açısından rastlantısal ya da soyut bir ilke değildir. Üniter karakterinin somutlaştırılmasıdır. Bu, onun sınıf içinde pozisyon alan ve hareket eden tek ve aynı örgüt olduğu gerçeğini ifade eder. Örgütün parçaları ile bütün arasındaki çeşitli ilişkilerde, her zaman öncelikli olan bütündür".[3]

Solculuk içinde, bu "sınıf içinde pozisyon alan ve hareket eden tek ve aynı örgüt" ya bir saçmalıktır ya da bir 'merkez komite'nin monolitik ve bürokratik bir dayatmasıdır. Proleter bir örgütte bu onun varoluş koşuludur. Mesele, kolektif bir tartışmadan sonra ve tarihsel deneyime dayalı olarak, proletaryanın önüne onun mücadelesini ileriye götürecek her şeyi koymak ve onu kendisine ait olmayan çıkarlar için mücadeleye itmek üzere aldatmamaktır. Bu nedenle, tavırlarını geliştirmek için tüm örgütün ortak bir çaba göstermesi gerekmektedir.

Solculuk içinde, 'liderliğin' bazen saçma olarak değerlendirilen kararlarıyla karşı karşıya kalan tabandaki militanlar, yerel yapılarda veya yakın buldukları grupların içinde doğru olduğunu düşündükleri pozisyonlara karar vererek kendi başlarının çaresine bakar ve hareket ederler. Bazı durumlarda bu, resmi politika karşısında sağlıklı bir proleter tepkidir. Ancak bu herkesin kendi kafasına göre hareket ettigi yerelci yöntem, proleter bir örgütte tam tersi olumsuz bir etki yapar. Proleter bir örgütte "örgütün şu ya da bu bölümünün, örgütün ya da işçi sınıfının önünde, örgütün yanlış olduğunu düşündüğü pozisyonlar yerine doğru olduğunu düşündüğü pozisyonları ya da tutumları benimseyebileceği anlayışı ters ve olumsuzdur. Bunun nedenleri şunlardır:

  • Eğer örgüt yanlış yöne gidiyorsa, doğru pozisyonu savunduğunu düşünen üyelerin sorumluluğu kendi küçük köşelerinde kendilerini kurtarmak değil, örgütü tekrar doğru yöne çekmeye yardımcı olmak için örgüt içinde mücadele etmektir;

  • Böyle bir anlayış, örgütün bir bölümünün, çalışmalarının şu veya bu yönüyle (yerel veya özel) ilgili olarak kendi konumunu keyfi bir şekilde tüm örgüte empoze etmesine yol açar" (Aynı makale, 3. madde).

Herkesin çabasıyla doğru bir pozisyona ulaşmak üzere örgütün bütün bölümlerinin (ister yerel bir bölüm ister uluslararası bir komisyon olsun) katkı sunması yaklaşımı, devrimci bir örgütte tüm üyeler arasında var olan çıkar birliğinin ifadesidir. Öte yandan, solcu bir örgütte 'taban' ile 'liderlik' arasında bir birlik yoktur. Solcu örgütlerde liderliğin amacı örgütün genel çıkarlarını, yani ulusal sermayenin çıkarlarını savunmaktır, oysa 'taban' her biri farklı yönlere giden üç güç arasında bölünmüştür: proletaryanın çıkarları, örgütün kapitalist çıkarlarının sorumluluğu ya da daha yavan bir ifadeyle partinin farklı bürokratik kademelerinde kariyer yapmak. Bu, militanlar ile merkezi organlar arasındaki muhalefet ve ayrışmanın bir sonucudur.

Bugün devrimci örgüt üyelerinin tüm bunlar hakkında öğrenecekleri çok şey vardır. Merkezi organların “ihanet edeceğinden” şüphe ediyor, genellikle merkezi organların bürokratik yollarla tüm muhalifleri ortadan kaldıracağına dair önyargılı bir tavıra varabiliyorlar. “Merkezi organlar hata yapabilir” şeklinde bir zihinsel mekanizma yayılıyor. Bu tamamen doğrudur. Proleter bir örgütün herhangi bir merkezi organı hata yapabilir. Ancak hataların kendisi ölümcül değildir ve eğer gerçekten hata yapılırsa, örgüt bunları düzeltecek araçlara sahiptir.

Bunu tarihi bir örnekle açıklayabiliriz: Mayıs 1917'de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, Şubat devriminden çıkan Geçici Hükümete eleştirel desteği savunurken bir hata yaptı. Nisan ayında Rusya'ya dönen Lenin, hatayı düzeltmek ve partinin yönelimini yeniden belirlemek için tüm örgütün dahil olduğu bir tartışma başlatmak amacıyla ünlü Nisan Tezlerini sundu.[4]

Bu olayın gösterdiği şey, 'merkezi organların yanılabileceği' şeklindeki ön kabul ile oportünizmin kendini gösterdiği her yerde (militanlar arasında ya da merkezi organ içinde) onunla mücadele etmeye yönelik proleter vizyon arasında var olan uçurumdur. Tüm proleter örgütler burjuva ideolojisinin baskısı altındadır ve bu baskı merkez organları olduğu kadar militanları da etkiler. Bu baskıya karşı mücadele tüm örgütün görevidir.

Proleter politik örgütler kendi hatalarını düzeltmek için tartışma araçları sağlar. Bu dizinin bir başka makalesinde eğilimlerin ve fraksiyonların rolünü göreceğiz. Burada altını çizmek istediğimiz şey, örgütün çoğunluğu ve özellikle de merkezi organları hata yapma eğilimindeyse, azınlıkta kalan yoldaşların, tıpkı Lenin'in 1917'de olağanüstü bir parti konferansı talep etmesi gibi, bu sürüklenmeye karşı mücadele etme araçlarına sahip olduğudur. Özellikle, "örgütün bir azınlığı, önemli bir azınlık haline geldiğinde (örneğin beşte iki) olağanüstü Kongre çağrısında bulunabilir. Genel bir kural olarak, temel sorunları çözme işi Kongre'ye düşer ve Kongre'nin toplanmasını talep eden güçlü bir azınlığın varlığı, örgütte önemli sorunlar olduğunun bir göstergesidir”.[5]

Kongre'nin rolü

Burjuva örgütlerinin kongrelerinde mide bulandırıcı gösteriler hüküm sürer. Hosteslerin ve açık barların olduğu bir gösteri. Liderler gösteriş yapmak ve şakşakçılar eşliğinde söylev vermek ya da televizyona çıkmak için arzı endam ederler. Konuşmalar ilgi uyandırmaz, kongrenin tek amacı kimin örgütün hangi kilit görevlerini üstleneceğini ve kimin görevden alınacağını öğrenmektir. Bu toplantıların büyük çoğunluğu tartışma, açıklama ve pozisyonların savunulmasına değil, parti içindeki farklı “aileler” arasında gücü paylaştırmaktır.

Proleter bir örgüt bundan taban tabana zıt bir şekilde işlemek zorundadır. Proleter bir örgütün merkezileşmesinin çıkış noktası uluslararası kongresidir. Kongre, bir bütün olarak örgütü bir araya getirir ve onun ifadesidir; örgütün tümü, kendisine rehberlik etmesi gereken yönelimlere ve analizlere bağımsız ve egemen bir şekilde karar verir. Kongre tarafından kabul edilen kararlar, merkezi organların çalışma yetkisini tanımlar. Bu organlar üyelerinin planlarına ya da kaprislerine göre keyfi olarak hareket edemez, bunlar faaliyetlerinin başlangıç noktasını kongre kararlarından almalıdır.

Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin 1903 yılındaki İkinci Kongresi Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki meşhur bölünmeye yol açmıştı. Bölünmenin ve örgütün iki partisi arasındaki güçlü tartışmanın ardında yatan gerekçelerden biri, Menşeviklerin kongre kararlarını kabul etmemesiydi. Lenin, Bir adım ileri, iki adım geri adlı kitabında, kendisi de bir burjuva tavrı olan bu sadakatsiz tutumla mücadele etmiştir. Eğer bir kongrenin kararlarına katılmıyorsanız, doğru tutum farklılıkları açıkça ortaya koymak ve açıklığa kavuşturmak için sabırlı bir tartışma yürütmektir.

"Örgütün birliğinin tepe noktası Uluslararası Kongresidir. EKA’nın programı tanımlayan, zenginleştiren ya da düzelten Uluslararası Kongresidir; burada örgütlenme ve işleyiş biçimleri belirlenir, daha net hale getirilir ya da değiştirilir; genel yönelimleri ve analizleri benimsenir; geçmiş faaliyetlerinin bir bilançosu çıkarılır ve gelecekteki çalışmalar için perspektif belirlenir. Bu nedenle bir Kongreye hazırlık tüm örgüt tarafından büyük bir özen ve gayretle ele alınmalıdır. Bu nedenle bir Kongrenin yönelimleri ve kararları, izleyen dönemde örgütün tüm yaşamı için sürekli bir referans noktası olarak hizmet etmelidir." Proleter bir kongrede rakiplere karşı komploların kurulduğu çevreler bulunmaz, mümkün olan en bilinçli şekilde kavrayış geliştirmek ve pozisyon almak için tartışmalar yapılır.

Burjuva örgütlerinde, dedikoduların, rakiplere karşı komploların, manevraların ve entrikaların döndüğü koridorlar kongrenin kalbidir. Koridorlar kongrenin gerçek kararlarının alındığı yerlerdir. Ciliga'nın [Stalinist SBKP için] dediği gibi: "Oturumlar sıkıcıydı, halka açık toplantılar laf kalabalığından ibaretti. Her şeye koridorlarda karar verilirdi".

Proleter bir örgütte 'koridorlar' karar merkezleri olmaktan çıkarılmalı ve militanlar arasında kardeşçe bağların kurulabileceği dinlenme anları haline getirilmelidir. Kongrenin kalbi sadece ve sadece resmi oturumlarda atmalıdır. Burada delegeler kongreye sunulan belgeleri çok dikkatli bir şekilde değerlendirmeli, açıklama talep etmeli ve değişiklikler, eleştiriler ve öneriler formüle etmelidir. Örgütün geleceği söz konusudur çünkü kongre kararları hükümsüz ya da retorik değil, örgüte rehberlik ve yönlendirme görevi görmesi ve faaliyetlerinin temellerine hizmet etmesi gereken bilinçli alınmış mutabakatlardır.

Kongrenin yönelimleri ve kararları organizasyonun tamamını ilgilendirmelidir. Bu hiçbir kararın yanılmaz biçimde doğru olacağı anlamına gelmez. Düzenli uluslararası tartışmalar, düzeltilmesi gereken hatalar olduğu ya da uluslararası durumun gelişiminin göz önüne alınması gereken değişikliklere yol açtığı sonucuna götürebilir. Hatta bu durum olağanüstü bir kongrenin toplanmasına dahi yol açabilir. Bu arada, bu çalışma en geniş ve en derin uluslararası zeminde titizlikle ve ciddiyetle yürütülmelidir. Bunun solcu örgütlerde sürekli olarak yaşanan, kongrede kaybedenlerin intikamlarını, kazananlarla hesaplaşmak için kullandıkları yeni pozisyonlar önererek aldıkları durumla hiçbir ilgisi yoktur.

Merkezi organlar

Proleter bir örgütte kongre, kongreler arasında ve sonrasında örgütün birliğini ve sürekliliğini temsil eden merkezi bir organın yetkilerini tanımlayan yönelimleri belirler. Bir burjuva partisinde, merkezi organ iktidarın bir koludur çünkü örgütü devletin ve ulusal sermayenin ihtiyaçlarına boyun eğdirmek zorundadır. Burjuva partilerinde merkezi organ, örgütün geri kalanından ayrılmış bir elittir ve onu kontrol etmek, denetlemek ve kararlarını ona dayatmak zorundadır. Proleter bir örgütte, merkezi organ bir bütün olarak örgütten ayrı değildir ama onun aktif ve üniter ifadesidir. Merkezi organ, örgütün her şeye gücü yeten ayrıcalıklı bir zirvesi değil, bütünü ifade etmenin ve geliştirmenin bir aracıdır.

"Kimi anlayışların, özellikle de sözde 'Leninist' anlayışların aksine, merkezi organ örgütün bir aracıdır, örgüt merkezi organın aracı değildir. Devrimci örgütlenmenin hiyerarşik ve askeri bir görüşle tanımlanmış piramidinin zirvesi değildir. Örgüt, merkezi bir organ artı militanlardan oluşmaz, tüm bileşen parçalarının birlikte çalıştığı sıkı, birleşik bir ağdır. Merkezi organ daha ziyade organik bir varlığın metabolizmasını koordine eden hücre çekirdeği olarak görülmelidir" ("EKA - Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor", Madde 5).

Seksiyonların rolü

Solcu örgütlerin yapısı hiyerarşiktir. Bu hiyerarşi ulusal liderlikten başlayarak, kendileri de 'cephelere' (işçiler, profesyoneller, entelektüeller, vs.) bölünmüş bölgesel örgütlere ve tüm bunların en altında yer alan hücrelere kadar uzanır. Bu örgütlenme biçimi, 1924'te "işçi sınıfına gitmek" bahanesiyle ünlü "Bolşevikleştirmeyi" dayatan Stalinizmden miras kalmıştır.

Bu demagoji, yerellerdeki tüm militanların kendilerine küresel görevler ve küresel bir bakış sağlamak için bir araya geldiği yerel seksiyonlara dayalı işçi örgütü yapılarının ortadan kaldırılmasını maskelemektedir. Buna karşıt olarak, "Bolşevikleştirme" yapısı, militanları fabrika ya da işletme ile sınırlandırılmış bir çevrede, işe ya da sosyal sektöre göre böler... Bunları görevi tamamen anlık, korporatisttir ve sadece anlık, özel ve yerel sorunların ele alındığı bir darlığa sıkışıp kalırlar. Militanların ufku kapanır ve bunun yerine tarihsel, uluslararası ve teorik bir vizyon anlık, korporatist, yerelci ve tamamen pragmatik olana indirgenir. Bu büyük bir yoksullaşmadır ve liderliğin işleri istediği gibi manipüle etmesine ve dolayısıyla ulusal sermayenin çıkarlarına boyun eğmesine, bunu halkçı ve işçici bir demagojiyle maskelemesine olanak tanır.

Bu meşhur "Bolşevikleştirmenin", yani aslında militanların işyeriyle sınırlı gettolarda atomize edilmesinin gerçek sonuçları Ciliga tarafından çok iyi tanımlanmıştır: "Orada tanıştığım insanlar - Komintern'in kalıcı kadroları - kurumun kendi darlığını ve onu barındıran binanın griliğini cisimleştirmiş gibiydiler. Ne geniş ne de derin bir vizyona sahiptiler ve bağımsız bir düşünce sergilemiyorlardı. Devler bulmayı beklemiş ama cücelerle karşılaşmıştım. Gerçek ustalardan bir şeyler öğrenmeyi ummuş ama dalkavuklar bulmuştum. Fikirlerin tartışılmasının bu mücadelede tamamen ikincil bir rol oynadığını görmek için birkaç parti toplantısına gitmek yeterliydi. Asıl rolü tehdit, gözdağı ve terör oynuyordu".

Militanların izolasyonunu ve teorik cehaletini daha da derinleştirmek için 'merkez komite', kendi disiplinine sıkı sıkıya bağlı ve liderliğin emirlerini ileten bir araç olarak hareket eden sorumlu bir 'siyasi komiserler' ağı belirler.

Devrimci bir örgütün kurması gereken yapı bundan radikal biçimde farklıdır. Yerel seksiyonların temel görevi, tarihsel durumun analizi ve gerekli görülen genel teorik konuların incelenmesinin yanında, bir bütün olarak örgütün sorunlarını da incelemek ve bunlar hakkında görüş bildirmektir. Doğal olarak bu, yerel faaliyetleri ve müdahaleyi, basını ve yoldaşlarla ya da ilgili gruplarla yapılan tartışmaları dışlamaz, aksine bunlara anlam ve vücut verir. Bununla birlikte, seksiyonlar "yerel seksiyonların düzenli toplantılarını da örgütlemeli ve tüm örgütte tartışılan temel sorunları gündeme getirmelidir: bu hiçbir şekilde engellenemez" (aynı makale). Aynı zamanda, "bu amaçla tasarlanan araçlar yoluyla örgüt içinde farklı katkıların mümkün olan en geniş şekilde dolaşıma sokulması" gereklidir. Uluslararası tartışma bültenleri bu tartışmayı yönlendirmek ve tartışmanın tüm seksiyonlara yayılmasını sağlamak için bir araçtır.

C. Mir, 16 Ocak, 2018.

 

1. Lenin’den sonra 3. Enternasyonal

2. Ante Ciliga, The Russian Enigma.

3. "Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor" Madde 3.

4. Bolşevik Parti'nin bu oportünist hataya nasıl düştüğü ve tartışma yoluyla bunu düzeltmeyi nasıl başardığı üzerine bir analiz için bkz: "1917 Nisan Tezleri: Proleter devrimin işaret levhası", International Review, 1997. Ayrıca bakınız: Troçki'nin Rus Devrim Tarihi kitabında bu döneme işaret eden bölümler.

5. "Devrimci örgütün yapısı ve işleyişi üzerine rapor", Madde 6

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (4. bölüm): Onların ahlakı ve bizim ahlakımız

Sermayenin solu ve aşırı solu ile Komünist Sol'un mirasına sahip çıkan küçük örgütler arasındaki radikal farklılıklar (sınıf farklılıkları)[1] üzerine yayınladığımız dizinin bundan önceki üç bölümü şunlara dairdi: (Sermaye solunun) işçi sınıfına ilişkin yanlış vizyonu; kapitalizmin hizmetindeki yöntemleri ile düşünce tarzı; ve komünist ilkelere aykırı örgütsel işleyiş biçimi[2]. Bu dördüncü bölüm, sömürülenleri savunduğunu iddia eden partilerin ahlakı ile bütün gerçek komünist örgütlerin uygulaması gereken proleter ahlakı birbirinden ayıran uçurumu göstermek amacıyla ahlaki soruna ayrılmıştır.

Proletarya kendine has bir ahlaka sahiptir. Bundan hareketle, onun örgütleri de proletaryanın tarihsel mücadelesi ve komünist perspektifiyle tutarlı bir ahlaka sahip olmalıdır. Burjuva örgütlerinde ahlak ve ilke, pragmatizm ve en sefil faydacılık yaygınken, proleter bir örgütte program, işleyiş ve ahlak arasında bir tutarlılık olması zorunludur.

Burjuva örgütleri içinde ahlak

Burjuva partilerinde ne tür bir ahlak hüküm sürer? Basitçe "her şey mübahtır" diyen bir ahlak; manevralar, darbeler, arkadan bıçaklamalar, entrikalar, yalanlar ve en adi ikiyüzlülük. Stalinizm, militanlarından 'proletarya diktatörlüğü', 'sosyalizmin savunulması' vb. adına en iğrenç eylemleri gerçekleştirmelerini talep etmesiyle bize bunun çarpıcı bir örneğini vermektedir. Tıpkı Stalinizm gibi Troçkist gruplar da aynı ahlaki pragmatizmi yüceltmekte ve Troçki'nin Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız adlı kitabında yaptığı teorik hatalara körü körüne ve ilkesizce destek vermektedirler.

'Sosyalist' partiler ise 'dayanışma', 'kapsayıcılık', 'tarihi hafıza', 'siyasi doğruluk' ve 'sağduyu' gibi olumlu duyguların şampiyonları olarak sunulmaktadır.

Tüm bu laf kalabalığı, hükümete geldiklerinde ortaya koydukları eylemlerle kökten çelişir. Bu partiler iktidardayken işçi sınıfına acımasızca saldırır, grevleri sağı aratmayacak bir vahşetle bastırır ve örneğin göçmenlere karşı olduğu gibi saf bir ırkçılığı ifşa eden eylemlere girişirler[3]. İç işleyişlerine gelince, burada da en karmaşık entrikalar, ittifak oyunları ve klan savaşlarından oluşan bir örüntü sergilerler. Sosyalist partiler en sefil sızma taktiklerinde, Truva Atı gibi içeriden yıkma vs. manevralarında uzmandırlar. Benzer şekilde, hem yüksek mevkilerdeki 'dostlarına' hem de sahte ittifaklarla bağ kurmaya çalıştıkları ya da iktidar mevkilerinden uzaklaştırdıkları düşmanlarına dair 'dosyaları' hep ellerinin altında tutarlar.

Genel olarak burjuva partilerinde ve daha özel olarak sol ve aşırı solcu burjuva partilerinde yer almış militanlara hangi ahlaki dertleri taşır?

1. Liderlere körü körüne itaat.

2. Pragmatizm ve menfaatçilik.

3. 'Dava' adına ilkelerin bir kenara bırakılması.

4. Ulusal sermayenin ihtiyaçları söz konusu olduğunda koşulsuz teslimiyet.

5. En temel ahlak kurallarını reddeden eylemlerin gerçekleştirilmesi.

6. Manevralarda uzmanlaşma ve zekice ‘taktikler' yoluyla gerçekleştirilen örtülü entrikalar.[4]

Tüm bunlar, en sefil barbarlığı ve en rezil yanlışları 'en yüksek ahlak' adına, dayanışma, dürüstlük ve adalet adına meşrulaştıran burjuvazinin ikiyüzlü ahlakıdır. Bu bariz bir ahlaksal ikilemdir: bir yanda politikacılar ve liderlerin ahlakı, her türlü kirli işle kendilerini zenginleştirmek, rakiplerinden (parti yoldaşları dahil) kurtulmayı ve en ahlaksız eylemleri yapmayı çekinmeden ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı meşrulaştırır. Ama aynı zamanda, astları, parti üyeleri ve aktivistleri için 'başka bir ahlakı' savunur, daha önce de söylediğimiz gibi, tabandan doğruluk, fedakarlık, itaat vb. göstermesini beklerler.

Ahlak tamamen burjuva ya da dinsel midir?

Sermaye solcuları militanlardaki proleter ahlak içgüdüsünü yok etmek için, tüm ahlakın “burjuva ya da dinsel” olduğu ve buradan hareketle de militanın davranış ve tutumlarını yönlendirmek için yalnızca politik “kaygılara ve yargılara” dayanması gerektiğini savunurlar. Bu argüman şöyle gerekçelendirilir: "Sınıflara bölünmüş tüm toplumlarda egemen ahlakın her zaman egemen sınıfın ahlakı olduğu açıktır; ve bu öyle bir noktaya varmıştır ki, ahlak ve devlet, aynı zamanda ahlak ve din, popüler görüşte neredeyse eşanlamlı hale gelmiştir. Bir bütün olarak toplumun ahlaki duyguları, sömürülen sınıfları baskılarına boyun eğdirmek için statükoyu kutsamak ve sürdürmek amacıyla sömürücü sınıf, devlet ve din tarafından her zaman kullanılmıştır. Egemen sınıfların, vicdan azabı yaratarak emekçi sınıfların direncini kırmak için her zaman kullandıkları 'ahlakçılık' insanlığın en büyük belalarından biridir. Aynı zamanda ahlak egemen sınıfların tüm toplum üzerindeki tahakkümlerini savunmak için kullandıkları en incelikli silahlardan biridir".[5]

Ahlakçılık gerçekten de bizi suçluluk duygusuna iter. Ahlakçılık karnımızı doyurduğumuzda, ihtiyaçlarımız için mücadele ettiğimizde, iyi hissetmek istediğimizde kendimizi suçlu hissetmemize yol açar. Ahlakçılığa göre bu, dışlayıcı ve bencilcedir Dünyada insanlar açlıktan ölürken insan nasıl yemek yemeye cesaret edebilir? Çevre her geçen gün daha da bozulurken insan nasıl su içebilir ve yıkanabilir? Göçmenler sokaklarda uyurken siz nasıl rahat bir yatakta uyuyabilirsiniz?

Bugün burjuvazinin ahlakı, daha ziyade yirminci ve yirmi birinci yüzyılların çürüyen burjuvazisinin ahlakıdır ve işçilere, sahip oldukları asgari geçim kaynaklarının (yaşayacak bir yer, yiyecek, giyecek) ya da gündelik araçların (elektrikli eşyalar, TV ve internet, ücretli tatiller) dünyanın yoksullarından çalınmış küstah lüksler, birer 'ayrıcalık' olduğunu düşündürerek, esasında bunların sömürülenlerin hayatını yeniden üretme araçlarından ibaret olduğu gerçeğini gizler.

Ahlakçılık, toplumsal sorunları bireylerin sorunu gibi sunarak, kapitalizmin dünyada sebep olduğu tüm sorunlar için bizi bireysel bir suç hissine iter. Böylece, örneğin dünyadaki 212 milyon işsiz bireyin her biri tekil olarak kendi işsizliklerinden sorumlu gibi hissetmelidir.

Suçluluk duygusu inancı ve mücadeleciliği yok eder. Bu toplum suçluluk duygusunu bir yaşam biçimi olarak yayar, tekil bireylerin suçlanmasını bireysel rekabetin bir unsuru olarak dayatır, sorunlar için sürekli olarak bireysel sorumlular arar. Bir an suçlu hissedip ardından başkalarını suçlamak bir çelişki değil, her zaman bireysel “hatalar” etrafında dönen insanlık dışı ve bireyci ahlakın farklı veçheleridir. Kapitalist propaganda ve onun parti uzmanları ya da bireyciliğin bir biçimi olarak militanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklanabilecek bu ahlak kavrayışına karşı mücadele, proleter ahlakın merkezi bir meselesidir.

Burjuva ahlakçılığına karşı mücadele bizi genel olarak ahlak kavramını reddetme sonucuna götürmemelidir. Ahlakçılık ile ahlak arasında bir ayrım yapmak zorundayız:

"Proletarya ahlakının Stalinizmin elinde saptırılması, proleter ahlak kavramını terk etmek için yeterli bir gerekçe değildir; aynı şekilde proletarya da komünizm kavramını, SSCB'deki karşı-devrim tarafından çarpıtıldığı ve bozulduğu bahanesiyle reddetmemelidir. Marksizm, insanın toplumsal ahlak tarihinin yalnızca egemen sınıfın ahlakının tarihi olmadığını göstermiştir. Sömürülen sınıfların kendilerine ait etik değerleri vardır ve bu değerler insanlık tarihinde devrimci bir rol oynamıştır. Ahlakın sömürü, devlet ya da din kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur; gelecek sömürünün, devletin ve dinin ötesine geçen bir ahlaka aittir. İşçi hareketindeki ahlak anlayışının, bize solculuk tarafından dayatılan ahlak kavrayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ahlak, Osmanlılar Konstantinopolis’i kuşatmışken meleklerin cinsiyetini tartışan Bizans filozofları misali, 'idealist' ya da skolastik bir sorun değildir. Ahlak, insanlığın toplumsal bir ürünü, toplumsal ilişkilerin temel unsurlarından biridir… Birbirimizle kurduğumuz ilişkilere verdiğimiz biçim ve yönelimin anlamına dair kolektif olarak düzenlenmiş... hem belirlenmiş toplumsal ilişkilerin meyvesi olan hem de aynı sebeple farklı ilişkilerin taşıyıcısı olan bir sınıf olan proletaryaya, toplumsal varoluşumuzu örgütlemenin çok daha yüksek bir biçimi yabancı olabilir mi? Eğer bu soru daha önce ortaya atılmadıysa, bunun nedeni işçi hareketinin, militanlarının çoğunluğunun belirli tartışma kurallarına uyduğu, birbirlerine yoldaş olarak hitap ettiği, birbirleriyle birlikte yaşadığı ve gerektiğinde güven ve dayanışmanın yanı sıra yardım vermeye hazır olduğu uzun ve zengin bir örgütsel yaşam geleneğine dayanmasıdır; başka bir deyişle, dayanışma, güven, insanlığın gerçek yaratıcı kapasitesini ve gerçek bir insan kültürünü taşıyan sınıfın proletarya olmasıdır."

Çifte ahlak

Gerçekte, bireysel burjuva sömürülen çoğunluk için bir ahlak (Nietzsche'nin dediği gibi kölelerin ahlakı) ve egemen sınıf için çok daha 'esnek' ve her türlü vicdan azabından arınmış 'başka bir ahlak' ister. Sermaye için, kârın artmasına ya da iktidarın sürmesine olanak tanıyan her yol (cinayet dahil) mübahtır. Marx'ın dediği gibi, sermaye "pislik ve kan içinde doğdu" ve yayılmasında her türlü araç kullanıldı: katliamlar, kölelik, feodal sınıflarla kirli ittifaklar, devlet tarafından örgütlenmiş suikastler, komplolar... Burjuvazinin ilk ideologlarından birinin Machiavelli olduğunu ve Makyavelizm kelimesinin ahlaki yozlaşmayı ve vicdan yoksunluğunu tanımlamak için kullanıldığını hatırlayalım.[6]

Çifte ahlak, sermayenin ideolojisine ve yöntemlerine en uygun ahlaksal biçimdir. Çifte ahlak, kapitalist üretim ilişkilerinde hüküm süren her koyun kendi bacağından asılır anlayışının aynasıdır, vahşi rekabetin ahlaksal ifadesidir: "Piyasa spekülasyonu yapan herkes bir gün bu spekülasyonun çöküş getireceğini bilir, ama kendisi vurgunu yapıp güvenle bir kenara koyduktan sonra, gelecek çöküşün kendisine dokunmayıp sadece komşularını etkileyeceğini umar. 'Après moi le deluge!' (‘benden sonrası tufan’), her kapitalistin ve tüm kapitalist ulusların sloganı budur".[7]

Proletarya bu çifte ahlakı kesinlikle reddeder. Proletaryanın mücadelesinde kullandığı araçlar amaçlarıyla uyumlu olmalıdır; komünizm için mücadelede yalana, söylentiye, dalavereye, ikiyüzlülüğe, suçluluk duygusuna, şöhret arayışına vb. başvurulamaz. Bu ve benzer tutumlarla kararlılıkla mücadele edilmeli ve bunlar komünist ilkelerle kökten uyumsuz oldukları için reddedilmelidir. Bu 'ahlaki kestirme yollarla' komünizme giden zorlu yolda bir milimetre bile ilerlenmez; tam tersi, kapitalist sisteme ait tavırlar komünizmin yolunu keser; bu sistemin işleyiş yasalarıyla kirlenmeye ve devrimci perspektiften kopmaya yol açar.

EKA için proleter ahlak merkezi bir role sahiptir: "(1982'de kabul edilmiş olan) tüzüğümüzde bu soruna ilişkin persptektifimizin canlı somutlanışı bulunabilir. EKA’nın tüzüğünün neye izin verilip verilmediğini tanımlayan bir kurallar listesi olmadığını, ahlaki değerlerin (özellikle militanlar arasındaki ve örgüte yönelik ilişkilerle ilgili) bütünsel bir tutarlılığını da içeren tutum ve davranışlarımız için bir doğrultu olduğunu her zaman ısrarla savunduk. Bu nedenle örgütümüze üye olmak isteyen herkesten bu değerlerle derin bir mutabakat talep ediyoruz. Tüzüğümüz platformumuzun ayrılmaz bir parçasıdır."

Ahlaki mücadele

Yukarıda sunduğumuz netliğe rağmen proletaryanın ahlaki ölçütlerine dayalı bir örgütsel işleyiş ve yoldaşlar arası ilişkiler geliştirmek kolay bir iş değildir; bu titiz bir mücadele gerektirir. Bugün proletarya ciddi bir kimlik ve kendine güven sorunu yaşamaktadır ve bu durum, kapitalizmin çürümesi[8] olarak adlandırdığımız genel tarihsel bağlamda, yalnızca bir bütün olarak işçi sınıfı içinde değil, aynı zamanda onun devrimci örgütleri içinde de proleter bir ahlakın yaşatılması ve uygulanmasında zorluk yaratmaktadır. Günümüz toplumunun tüm gözeneklerinden yaygın ve ölümcül bir şekilde ilkesizlik, sahtekarlık, güvensizlik ve sinizm sızmaktadır ve bunlar proleter ahlakı sürekli olarak aşındırır.

Kominstleri 'komünizmi' yolunda herşeyi mübah gören bireysel fanatikler gibi sunan Stalinizmin aksine, komünistler her zaman sağlam bir ahlaki tutum sergilemiş[9] ve ahlak sorununun işçi hareketi için önemine işaret etmiştir.[10]

Marksizmin ahlaksal kriterlere bağlı olduğunu kavramayı zorlaştıran bir önyargı daha var. Ütopik Sosyalizmle mücadelesinde Marksizm, komünist pozisyonların ahlaki pozisyonlara değil, kapitalizmin durumunun, sınıflar arasındaki güç dengesinin, tarihsel perspektifin vb. bilimsel bir analizine oturtulması gerektiğini savunmuştur. Ancak bundan Marksizmin ahlaki ilkeleri reddederek yalnızca bilimsel ilkelere dayanması gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır: "Marksizm, insan türünün yükselişinde teorik olmayan faktörlerin katkısının gerekliliğini veya önemini hiçbir zaman inkar etmemiştir. Aksine, bunların vazgeçilmez karakterini ve hatta göreli bağımsızlıklarını her zaman kavramıştır. Bu nedenle, tarihteki bağlantılarını inceleyebilmiş ve birbirlerini tamamlayıcı niteliklerini ortaya koyabilmiştir".

Marksizm (Yunan yazar Kostas Papaioannon'un 1960'larda savunduğu gibi) militanları egemen sınıfa karşı bir satranç oyununda istenildiği gibi yönlendirilen 'Merkez Komite'nin piyonları olarak gören donmuş bir ideoloji değildir. Militanlar, proletaryaya karşı olduğu gibi kendi aralarındaki ve örgütle olan ilişkilerinde de en sıkı ahlaki prensiplerle hareket ederler.

Bu son nokta, çağımızda toplumsal çürümenin devrimci mücadelede ahlakı daha da önemli hale getirdiğini anlamak açısından hayati önem taşımaktadır. "Bugün, 'her koyun kendi bacağından asılır' yaklaşımı, toplumsal dokunun parçalanma eğilimi ve tüm ahlaki değerlerin aşınması karşısında, devrimci militanların - ve daha genel olarak yeni bir militan kuşağının - ahlaki ve etik sorunları açıklığa kavuşturmadan kapitalizmi yıkması mümkün olmayacaktır. Sadece işçi mücadelelerinin bilinçli bir şekilde geliştirilmesi değil, aynı zamanda Marksist hareketin bu konulardaki çalışmalarının yeniden diriltilmesine yönelik özel bir teorik mücadele de insan toplumu için bir ölüm kalım meselesi haline gelmiştir. Bu mücadele yalnızca kapitalizmin çürümüşlüğünün tezahürlerine ve onun ahlaksızlığına karşı proleter direniş için değil, aynı zamanda proletaryanın kendi tarihsel hedefi aracılığıyla insanlığın geleceğine olan güvenini yeniden kazanması için de vazgeçilmezdir."

Bugün devrimci kuşakların karşılaştığı zorluk, bir yanıyla da dayanışma, güven, sadakat, bilinçli işbirliği ve hakikat arayışına dayalı bir proleter ahlakın her zamankinden daha fazla gerekli olmasıdır. Ancak kapitalizmin çöküşü ve çürümesinin tarihsel koşullarının üzerine bir de işçi sınıfının yaşadığı zorluklar eklenince bu daha ütopik, daha zor ve daha anlamsız görünmektedir.

Etik sorunu üzerine yazdığımız metinde de belirttiğimiz gibi: "Çökmekte olan kapitalizmin barbarlığı ve acımasızlığı insan türünün tarihinde emsalsizdir. Auschwitz ve Hiroşima katliamlarından sonra, soykırımlarla, sürekli ve genel bir yıkım karşısında, ahlaki ilerleme olasılığına olan güveni sürdürmenin kolay olmadığı bir gerçek(...) bütün insanların birbirinin kurdu olduğuna yönelik Thomas Hobbes’un ortaya attığı görüş artık genel olarak doğru kabul ediliyor. Buna göre insan temelde yıkıcıdır, yırtıcıdır, bencildir, iflah olmaz biçimde irrasyoneldir ve sosyal davranışları hayvan türlerinin çoğundan daha aşağıdadır".

Bununla birlikte, ahlakın gelişimini zorlaştıran başka bir unsur daha var: Pannekoek'in ‘Anthropogenesis: insanın kökeni üstüne bir çalışma’ adlı kitabında gözlemlediği gibi, doğa bilimleri ve teknoloji ile toplum bilimleri arasındaki uçurum ve toplum bilimlerinin bu ikilikte geri düşmesi: "Doğa bilimleri, insan düşüncesinin, sürekli bir zaferler dizisi içinde, mantığın kavramsal biçimlerini en büyük güçle geliştirdiği alan olarak kabul edilir... Buna karşılık, spektrumun diğer ucunda, eylem ve düşüncenin esas olarak tutku ve dürtüler, keyfilik ve öngörülemezlik, gelenek ve inanç tarafından belirlendiği insan eylemleri ve ilişkileri yer alır... Bir tarafta mükemmellik, diğer tarafta ise kusurluluk olmak üzere burada ortaya çıkan zıtlık, insanın Doğa'nın güçlerini kontrol ettiğini, ancak kendi irade ve tutkularını kontrol edemediğini ifade eder. İnsanın kendi 'doğası' üzerindeki kontrol yoksunluğu onun gelişmeyen hatta gerileyen yönüdür. Toplumun bilimin bu kadar gerisinde kalmasının nedeni de budur. Potansiyel olarak insan Doğa üzerinde hakimiyete sahiptir. Ama buna karşılık kendi doğası üzerinde hakimiyet kuramamıştır".

İnsanlık durumunun bu önemli yönlerine ilişkin mevcut cehalet ve kavrayış yoksunluğu, toplumsal ve ideolojik çürümenin sürekli derinleştirdiği bu olguyla yüzleşmeyi daha da zorlaştırmaktadır: "nihilizmin gelişimi, gençler arasında intiharlar, umutsuzluk (İngiltere'deki isyanlarda yükselen 'geleceği yok' ifadesindeki gibi), 'dazlakları' ve 'holiganları' kışkırtan nefret ve yabancı düşmanlığı, ... Kitlesel bir fenomen haline gelen ve devletlerin ve finans kuruluşlarının yozlaşmasının ifadelerinden olan uyuşturucu tsunamisi, tüm bunlar dünyanın her yerinde gelişiyor ve özellikle de kendilerini türlü sanrılar içinde bulan ve giderek daha da artan ruhsal bunalım ve intihar oranlarıyla gençleri vuruyor... Tarikatların çoğalması, bazı gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere dinsel fanatizmin yeniden hortlaması, bazı 'bilim' dallarında dahi rasyonel, yapıcı ve tutarlı düşüncenin inkarı... 'her koyun kendi bacağından asılır' ideolojisinin yükselişi, marjinalleşme, bireylerin atomize edilmesi, aile ilişkilerinin yok edilmesi, yaşlıların dışlanması, sevginin ve aşkın boğulması ve yerini pornografinin alması".[11]

Amaç ve araç birliği: amaçlar araçları haklı çıkarmaz ilkesi

Kapitalizminin gününü kurtarmak için mevcut anı idare etmeyi hedefleyen (sağ ya da sol) burjuva partilerinin aksine, devrimci örgüt bugün ile proletaryanın komünist geleceği arasında bir noktada konumlanır. Bu amaçla devrimci örgüt yukarıda bahsedilen ve gelecekteki dünya komünist toplumunun temel direkleri olacak ahlaki nitelikleri geliştirir. Bu nitelikler, egemen ideolojinin ve kapitalist çürümenin ağırlığı tarafından sürekli tehdit edilmektedir. Bunları savunmak sürekli bir çaba, yorulmak bilmez bir eleştirel ruh ve uyanıklığın yanı sıra sürekli bir teorik derinleşme çabasını gerektirir.

Devrimci örgütler için bu kültür, hem örgütün dışı (müdahale) hem de içiyle (iç işleyiş) ilişkilerini belirler. Mesele örgütü dünyadan soyutlamak ve kendi kendini yöneten küçük topluluklar içine hapsetmek değildir (ki bu anarşizmin reformist hatasıdır); örgütün kendi içinde bu ilkelerin geliştirilmesi için sürekli bir mücadele verilir. On yedinci yüzyıl Alman şairi Lessing'in dediği gibi: "Hakikatten daha çok sevdiğim tek şey hakikat için mücadele etmektir". Devrimci bir örgütte ilkeler, ilkeler için verilen mücadele kadar önemlidir.

Komünizm için mücadele basit bir propaganda sorununa, gelecekteki toplumun ne olduğunu açıklamaya ve proletaryanın kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden gelmedeki tarihsel rolünü göstermeye vs. indirgenemez. Bu tek taraflı ve yüzeysel bir kavrayış olurdu. Kendisinden önceki üretim biçimlerinin aksine, komünizm proletaryanın dışından ortaya çıkamaz, ancak proletaryanın tam bilinci ve kitlesel öznel katılımıyla ortaya çıkabilir. Devrimci örgütte, komünist ilkelerle tutarlı bir şekilde yaşama mücadelesi daha da belirleyicidir. Komünizm mücadelesi, kıskançlık, yalan, entrika, manipülasyon, hırsızlık, başkalarına karşı şiddet gibi davranışlara karşı sürekli bir uyanıklık ve müdahale olmadan mümkün değildir.

Bordiga, kimi zaman polemiğin ateşi içerisinde yaptığı gibi aşırı bir uca giderek, monarşik bir zeminden hareketle bile komünizme ulaşılabileceğini ileri sürmüştür.

Bordiga’nın işlettiği mantık zincirine göre, önemli olan komünizme ulaşmaktı, ‘bu hedefe giden yol' çok da önemli değildi ve bu amaçla her yöntem kullanılabilirdi. Böyle bir düşünce tarzını kategorik olarak reddediyoruz: komünizme ulaşmak için ona nasıl ulaşılacağını bilmek gerekir, araçlar komünist hedefle uyumlu olmalıdır. "Amaçlar araçları haklı çıkarır" düsturunu körü körüne takip eden Stalinizm ve Troçkizmin pragmatizmine karşı, proletarya ve onun devrimci örgütleri amaçlar ve araçlar, pratik ve teori, eylem ve ilkeler arasında net bir tutarlılık kurmalıdır.

Ahlak ve birey/toplum çatışması

Egemen ahlak, birey ve toplumu birbirinin karşıtı gibi sunarak bunlar arasındaki çatışma etrafında döner. Bu ikiliği çözemez, tersine şiddetlendirir.

Egemen ahlak düzleminde, bir kutupta, bireyin 'kendisi için iyi olanı' başkalarına rağmen de olsa yapmasını savunan, mantıki sonucuna varmış bir bireycilik bulunur. Diğer kutupta ise bireyin 'toplumun çıkarlarına' boyun eğmesinin savunusu bulunur ki burada devletin totaliter tahakkümü saklıdır. Bu ikinci formülün (Stalinistlerin ve Troçkistlerin yaptığı gibi) toplumu anonim ve gayri şahsi bireyler topluluğu olarak tanımlayan veya bireysel feragati ve fedakarlığı norm sayan Kantçı ahlaki zorunluluk (ki Hıristiyan ahlakı da bu eğilimin içinde yer alır) biçiminde iki yönü bulunmaktadır.

Gerçekte bu iki ahlaki kutup birbirine karşıt değildir. Aksine, bunlar kapitalizmin dinamiklerinin iki yönünü yansıttıkları için birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler. Bir tarafta Bentham'ın faydacılığı, kapitalizmin motor gücü olan vahşi rekabetin idealist bir ifadesidir. Burada her birey başkalarını düşünmeksizin kendi refahı için mücadele eder ve bunun 'herkesin iyiliği' için, yani kapitalist sistemin (feodalizme karşı) düzgün işlemesinin 'iyiliği' için olduğu varsayılır, ayrıcalıklara ya da kıyasıya bir rekabette elde edilmemiş herhangi bir konumun otoritesine saygı duyulmaması gerektiği savunulur.

Bu faydacı ve ahlaksız kutbun ikinci bir bileşeni de Darwin’in teorisini deforme ederek türetilmiş olan 'Sosyal Darwinizm' teorisidir. Bu görüşe göre doğal seleksiyon, 'en güçlülerin' kazandığı ve 'zayıfların' elendiği, böylece 'insan türünün ıslahına' izin veren vahşi ve acımasız bir savaşımın sonucudur. Burada Darwin'in materyalist evrim kuramından türetilmiş bir düşünce yoktur[12], tersine 'Sosyal Darwinizm' bu ahlaki vizyonu, sözde bilimsel giysiler giydirerek meşrulaştırır. Sosyal Darwinizmin meşrulaştırmaya çalıştığı gerçek durum kapitalizmin çürümesiyle daha da şiddetlenen herkesin herkese savaşı biçimindeki toplumsal durumdur.

Bu barbarca ahlaki küstahlık karşısında Kant ve diğer teorisyenler, kapitalizmin içinde taşıdığı kaos ve yıkımın sonucunu görebilmiştir. Buradan hareketle, görünüşte kapitalist gerçekliğe karşı gibi duran başka bir ahlaki kutba savrulmuş, “ahlaki zorunluluk” (moral imperative) ilkesini geliştirmişlerdir. Buna göre, toplumsal bütünlüğü koruyabilmek için 'zincirlerinden boşanmış egoizmin dizginlenmesi' zorunludur. Bu rekabetin barbarca boyutlarını 'eleştirel' bir şekilde kabul ederken, yıkıcı aşırılıklarından kaçınmak için ona sınırlar ve kurallar koymaya çalışmaktır. Kapitalizm insanlığın yıkımına yol açar çünkü DNA'sında insanlığın binlerce yıllık varlığı boyunca edindiği toplumsal niteliğin yıkımını taşır. Bu eğilimi frenlemek isteyen Kantçı ahlaki zorunluluk, devletin üstlendiği 'düzenleyici' ve asgari toplumsal bütünlüğün garantörü rolünün idealist bir versiyonundan başka bir şey değildir; bu rol, çökmekte olan kapitalizm altında, kapitalizmin çelişkilerinin dizginlerinden kurtardığı kaos ve kendini yok etme etme eğilimiyle daha da belirginleşmiştir. Kantçı ahlakçılık faydacılığın diğer yüzüdür. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Sosyal Demokrasi içinde 'Kant'a dönüş' sloganı altında gelişen eğilim, Marksist materyalizme saldırmak ve onu yıkmakla yetinmemiş, Kantçı ahlaki zorunlulukla hiçbir ilgisi olmayan proleter ahlaka da saldırmıştır.

Stalinist ve Troçkist gruplar, komünist militan ahlakın, bireyi 'Parti'nin ya da 'Sosyalist anavatan'ın üstün çıkarları uğruna sorgusuz sualsiz kurban etmeyi gerektirdiği fikrini savuna gelmiştir.

Körü körüne teslimiyete ve militanların kendi kendilerini yok etmelerine yol açan bu barbar ahlakın reddeden kimileri burjuva ahlakının diğer ucuna savrulup, küçük burjuvazinin karakteristik özelliği olan bireycilik kültünün aşırılıklarını benimsemiştir ve bunun en belirgin ifadelerinden biri de anarşizmdir.

Toplum ve birey arasındaki çatışmanın üstesinden gelme mücadelesinde proleter ahlak

Proletarya, birey ve toplum arasındaki çatışmanın çözümünü bağrında taşır. Komünist Manifesto'nun belirttiği gibi, komünizmde, "sınıflar ve sınıf karşıtlıklarıyla eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir toplum geçer". Kapitalizm altında dahi, proletaryanın dünya ölçeğindeki ortak emeği, bunun ötesine geçme perspektifini üretir: ortak emek bireysel emeğin toplamından çok daha ileriye gider ama, her birinin katkısı benzersizdir ve ortak emeğin başarısı için vazgeçilmezdir.

Devrimci örgütlerde, birey/toplum ikiliğinin ürettiği gerilimin etkisi bireycilik biçiminde beliriri. Burada kısaca değindiğimiz bu soruna daha önce birçok metinde değinmiştik.[13] Kendisini 'özgür', 'isyankâr' ve 'eleştirel' olarak tanımlayan bu bireycilik, gerçekte kapitalizmin kuluçkaya yatırdığı tüm yıkıcı dürtülerin (rekabet, egoizm, manipülasyon, suçluluk ve intikam ruhu) tutsağıdır ve devrimci örgütlerin yaşayışına ağır bir yük bindirir. Bireyciliğin 'isyanı', 'tüm otoriteye karşı' kör ve aptalca bir kutuplaşmadan öteye gitmez, bu da onu doğrudan örgütsüzlüğün ve yoldaşlar arasındaki gerilimin bir unsuru haline getirir. Son olarak, onun 'eleştirisi' güvensizliğe ve tüm tutarlı düşüncelerin reddine dayanmaktadır ve bireycilik bunların yerine paranoyayı ve önyargıyı koymaktadır. Bu bireycilik, yalnızca proletaryanın değil aynı zamanda devrimci örgütlerin işleyişinin de temel sütunlarından biri olan dayanışmayla taban tabana zıttır.[14]

C. Mir, 1 Mart 2018

 

1. Bu farklılıkların daha küresel bir analizi için İspanyolca makalemize bakınız: "Komünist Sol ile IV Enternasyonal arasındaki farklar nelerdir?"

Ayrıca Fransızca "Devrimci İlkeler ve Devrimci Pratik" ve İngilizce "The Communist Left and the Continuity of Marxism". Ayrıca İngilizce olarak "Komünist Sol'un Uluslararası Konferansları (1976-1980). Proleter çevre için bir deneyimin dersleri" (International Review no. 122, 3. çeyrek 2005).

2. Bu serideki önceki makalelerimize bakın.

3. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SDP), hiçbir ilgisi olmadığını söylediği bu davranışın mükemmel bir örneğini vermektedir - tamamen yalandır. Almanya'da 1918-1923 yılları arasında proletaryanın devrimci girişimlerini bastırarak yüz bin kişinin ölümüne neden olan ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht'in öldürülmesini (1919) emreden SPD idi. Daha yakın zamanda, 2010 yılında Schröder'in Sosyal Demokrat hükümetinin işçilerin yaşam koşullarına acımasızca saldıran, örneğin ayda 400 avroluk önemsiz sözleşmeleri uygulayan eylemleri oldu.

4. Troçki'nin kendisi de bu dalavereler konusunda muğlak bir pozisyona sahipti. Bir yandan, "mülk sahibi, sömürücü, eğitimli egemen sınıflar için, dünya deneyimleri o kadar büyük, sınıf içgüdüleri o kadar güçlü, casusluk araçları o kadar çeşitlidir ki, onları kandırmaya çalışırken, olmadıkları bir şeymiş gibi görünerek, düşmanlar tarafından değil dostlar tarafından tuzağa çekilirler" derken, aynı zamanda, "bu dalavereler yardımcı ikincil değeri, kesinlikle devrimci mücadelenin temel yöntemleriyle ilişkili araçlar olarak kullanılmalıdır" diyebilmiştir (Lenin'den sonra Üçüncü Enternasyonal). Manevranın sadece sınıf düşmanına karşı kullanılabileceği ama asla işçi sınıfına ya da onun devrimci örgütlerine karşı kullanılamayacağı argümanının bu şekilde teorileştirilmesi, Troçkist örgütlerin işçi sınıfına ve kendi militanlarına karşı her türlü manevrayı dalavereyi yardımcı olmuştur.

5. “Marxism and Ethics”, IR 127 and 128 (aksi belirtilmedikçe, alıntılar bu metinden yapılmıştır).

6. “Machiavellianism, the consciousness and unity of the bourgeoisie”, IR. 31, 1982.

7. Marx, Kapital, 1. Cilt, 3. parça, 10. bölüm

8. “Decomposition, the final phase of decadent capitalism”, IR 107, 2001.

9. Bu, ahlak anlayışında farklılıklar olmadığı anlamına gelmez; bazıları Lenin örneğinde olduğu gibi daha faydacı, diğerleri ise Rosa Luxemburg örneğinde olduğu gibi daha tutarlı. Bu derinleştirilmesi gereken bir sorudur.

10. Burada iki örnek verebiliriz: 1839-42 yıllarında Britanya'da proletarya tarihinin en önemli eylemleri gerçekleşmiştir ve bu eylemlerin temel nedeni, proletaryanın bazı kesimlerinde, kendi sınıflarının, erkeklerin, kadınların ve çocukların özellikle tekstil sektöründe maruz kaldığı korkunç sömürü karşısında uyanan öfke ve dehşetti. İkincisi, 1942 yılında Hollanda'da Naziler tarafından Yahudilerin sınır dışı edilmesine karşı patlak veren kendiliğinden grevlerdir.

11. “Decomposition, the ultimate phase of decadent capitalism”, IR 107, 2001.

12. Örneğin, Anton Pannekoek'in "Marksizm ve Darwinizm" başlıklı metnine bakınız (birinci ve ikinci bölümler IR 137 ve 138'de yayınlanmıştır.)

13. “Report on the structure and functioning of the revolutionary organisation”, IR 33, 1982.

14. Bu konuyu proleter mücadelede güven ve dayanışma konulu yönelim metnimizde geniş bir şekilde ele almıştık. Bakınız: IR 111, 2002.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Sermaye Solunun Gizli Mirası (5. bölüm) - Tartışma: burjuvazi için acımasız bir mücadele, proletarya için ise vazgeçilmez bir netleşme aracı

Bu makale, Komünist Sol'un birçok grubu ve militanı için zor olan bir şeyin, sermaye partilerinin (bunlar popülist, faşist, sağ, sol, aşırı sol sermaye partileri olabilir) sadece politik ilkelerinden değil aynı zamanda örgütsel yöntemlerinden, ahlakından ve düşünce biçimlerinden nasıl kopulabileceğine dair öneriler sunduğumuz Sermayenin Solunun Gizli Mirası serisinin son kısmıdır. Bu kopuş kesinlikle gerekli olmakla birlikte bir o kadar da zordur, çünkü insanlığın kurtuluşunun ideolojik düşmanları olan burjuvazi, küçük burjuvazi ve lümpenproletarya ile gündelik olarak bir arada yaşıyoruz. Dizinin bu beşinci makalesinde, hayati bir önem taşıyan tartışma sorununa bakıyoruz[1]

Proletarya: tartışma sınıfı

Proletarya tam da nesnel koşullar tarafından körü körüne harekete itilen ve mücadelesini bilinçsizce yürüten bir sınıf olmadığı için tartışmaya yaşamsal bir ihtiyaç duyar. Proletarya, mücadelesini komünizme giden yoldaki gereklilik ve olasılıkları kavrayarak yürüten bilinçli bir sınıftır. Bu kavrayış, Komünist Parti Manifestosu'nda ortaya konmuş mutlak ve değişmez yasaların kabulüne ya da parlak liderlerin ayrıcalıklı kişiliğine dayanmaz, ancak "işçi sınıfının entelektüel gelişiminin (ortak eylem ve tartışmadan kaynaklanması gereken) bir ürünüdür. Olaylar ve sermayeye karşı mücadelenin iniş çıkışları, başarılarından çok yenilgileri, savaşçıları her derde deva reçetelerin yetersizliğini hissettirebilir ve onları işçilerin kurtuluşunun gerçek koşullarına ilişkin kökten bir kavrayışa götürebilir"[2]

Devrimci proleterler devasa kitle tartışmaları üzerinde yükselir. İşçi sınıfının otonom ve öz-örgütlü eylemi, genç, kadın, ve emekliler dahil, yüzbinlerce işçinin aktif olarak katıldığı tartışmalara dayanır. 1917'deki Rus devrimi, yerellerde, sokaklarda, tramvaylarda binlerce tartışmadan oluşan sürekli bir tartışma atmosferine dayanıyordu... 1917 günleri bize tartışmanın işçi sınıfı için önemini çok iyi gösteren, örneğin sürücü de dahil olmak üzere tramvay yolcularının durup bir konuyu tartışmaya karar vermelerinin sonucunda tıkanan tramvay yolu; ya da bir sokağa açılan bir pencereden seslenen birini, dinlemek ve konuşmak için bir araya gelen yüzlerce insanı toplanması gibi sayısız canlı anektod bırakmıştır.

Benzer şekilde, Mayıs 68’de de kitleler sürekli bir tartışma içerisindeydi. Devletin nasıl yıkılacağının, yeni bir toplumun nasıl yaratılacağının, sendikal sabotajların vs. konuşulduğu Mayıs grevlerindeki işçi tartışmaları ile 1967'de Almanya'da "radikal" Maocular tarafından kontrol edilen ve bir gösterinin nasıl örgütleneceğine karar vermenin üç saat sürdüğü bir öğrenci "meclisi"ndeki tartışmalar arasında bariz bir tezat vardı. "Birbirimizle konuşuyor ve birbirimizi dinliyoruz" Mayıs 68'in en popüler sloganlarından biriydi.

2006 ve 2011 hareketleri (Fransa'da CPE'ye karşı mücadele ve İspanya'da Indignados hareketi[3]) binlerce işçinin, gencin vs. canlı fikir alışverişi ve sınırsızca tartışması üzerine kurulmuştur. İşgal edilen yerlerde, John Reed'in Dünyayı Sarsan On Gün'de altını çizdiği gibi, 1917 Rus devrimi sırasında büyük bir güçle ortaya çıkan bir eylemi hatırlatan "uçan kütüphaneler" örgütlenmişti: "Tüm Rusya okumayı öğrendi ve (ekonomi politik, tarih) okudular çünkü insanlar bilgiye açtı. Cephede, büyük ya da küçük tüm kentlerde, her siyasi fraksiyonun kendi dergisi vardı (hatta bazen birden fazla). Yüzbinlerce broşür binlerce örgüt tarafından dağıtıldı ve orduya, köylere, fabrikalara ve sokaklara yayıldı. Uzun süredir bastırılan öğrenme arzusu devrimle birlikte gerçek bir çılgınlık halini aldı. İlk altı ay içinde sadece Smolny Enstitüsü'nden metin yüklü trenler ve kamyonlar ülkeye yayıldı. Doymak bilmeyen bir Rusya, sıcak kumun deniz suyunu emmesi gibi tüm basılı materyalleri emdi. Ve bunlar peri masalları, tahrif edilmiş tarih, sulandırılmış din ve yozlaşmış ve ucuz romanlar değildi, sosyal, ekonomik ve felsefi teoriler, Tolstoy, Gogol ve Gorki'nin eserleri idi."[4]

Eğer tartışma işçi sınıfının yaşamsal bir uzvu ise, bu devrimci örgütler için daha da merkezi bir önemdedir: "Bordigist bakış açısının aksine, devrimcilerin örgütü 'monolitik' olamaz. Devrimci örgütün içinde anlaşmazlıklar olması, sınıf içinde ortaya çıkan sorunlara hemen uygulanabilecek mükemmel formüle edilmiş yanıtlara sahip olmayan canlı bir organ olduğunun göstergesidir. Marksizm ne bir dogma ne de bir ilmihaldir. O, deneyimleri aracılığıyla ve tarihsel geleceğe yönelik bir bakış açısıyla, inişler ve çıkışlar yoluyla, özgürleşmenin vazgeçilmez önkoşulu olan bir öz-bilince doğru adım adım ilerleyen bir sınıfın teorik aracıdır. Tüm insan düşüncesinde olduğu gibi, proleter bilincin gelişim süreci de doğrusal ya da mekanik bir süreç değil, çelişkili ve eleştirel bir süreçtir: zorunlu olarak tartışmayı ve argümanların karşı karşıya gelmesini gerektirir. Aslında, Bordigistlerin meşhur 'monolitizmi' ya da 'değişmezliği' (Bordigist örgütler ve çeşitli seksiyonları tarafından alınan pozisyonlarda görülebileceği gibi) bir tuzaktır; ya örgüt tamamen sklerotik ve kayıtsızdır ve artık sınıfın yaşamından etkilenmemektedir ya da monolitik değildir ve pozisyonları değişmez değildir."[5]

Gerçekte “tartışmayı” bir savaş alanı olarak görenler "tartışma"dan ne anlıyor?

Burjuva politik partilerinde bulunmuş militanlar, bu örgütlerde "tartışmayı" bir saçmalık ve bariz bir işkence olarak deneyimlemişlerdir. Durduğu yer ne olursa olsun tüm burjuva partilerinde tartışma, Goya'nın Madrid'deki Prado Müzesi'nde bulunan ünlü tablosundaki "sopalı savaş" biçimini alır. Seçim tartışmaları hakaretler, suçlamalar, kirli çamaşırlar, tuzaklar ve ayak oyunlarıyla dolu bir saçmalıktan ibarettir. Bunlar, gerçeğin ve hakikatin hiçbir öneminin olmadığ kapışmalar olarak tasarlanan aşağılama ve hesaplaşma gösterileridir. Tek mesele kimin kazanıp kimin kaybedeceği, kimin hile ve yalanda en yetenekli olduğu, kimin duyguları en sinik biçimde manipüle edebileceğidir.[6]

Burjuva partilerinde "ifade özgürlüğü" göstermeliktir. Bir noktaya kadar bir şeyler söylenebilir ama "liderliğin" egemenliği sorgulanamaz. Bu eşik aşıldığında, çoktan doğrudan partiden atıl(a)madılarsa, kendi adına düşünmeye cüret edenlere karşı bir yalan kampanyası düzenlenir. Böyle uygulamaları, hem partilerin efendileri hem de onların muhalif kurbanları tüm sermaye partilerinde uygular. Bask PSOE'nin liderlerinden Rosa Diez, bu şekilde parti içindeki "yoldaşlarının" muhbirleri tarafından şiddetli bir karalama kampanyasının hedefi olmuştur. Diez liderliği döneminde yürürlükte olan Bask milliyetçiliği ile işbirliği yönelimine uymamış ve karşılığında da partiden ayrılana kadar hayatı tam bir işkenceye dönmüştür. Sonrasında Diaz UYPD'yi kurdu (daha sonra Ciudadanos tarafından ele geçirilen merkezci bir pozisyon tutmaya çalışan parti) ve rakipleri ve muhalifleri Diez’in kendi çöplüğünde ortaya çıktığında ise onlar da aynı kaderi paylaştılar, öyle ki bunlara karşı Diaz Stalin'i kıskandıracak yeni sadist ve sinik taktikler uyguladı.

Burjuva partilerinde genel kural olarak, konu ne kadar karmaşık olursa olsun, tartışmadan kaçınılır. Stalin, tartışmayı yasaklarken Bolşevik Partisi’nin 1921'deki ciddi bir hatasından, Lenin tarafından Kronstadt'a yanlış bir yanıt olarak öne sürülen fraksiyonların yasaklanması kararından faydalanmıştı.[7] Troçkizm de aynı şekilde kendi içindeki tartışmaları engellemekte ve aynı türden dışlama ve baskı yöntemleri uygulamaktadır. Troçkist muhalefet içerisindeki Sol kanadı ihraç etme girişimi, bu dizinin önceki makalelerinde alıntılanan Anton Ciliga'nın kitabında[8] ifade edildiği gibi, Stalinist bir hapishane içerisindeki muhalifler arasında(!)[9] gerçekleşmiştir: "Troçkist 'Kolektif' içindeki ideolojik mücadeleye, birkaç ay boyunca ideolojik sorunları ikinci plana iten örgütsel bir çatışma eklendi. Bu çatışmalar Rus Muhalefetinin psikolojisini ve alışkanlıklarını karakterize etmektedir. Hem sağ hem de merkez, 'Bolşevik militanlara' şu ültimatomu veriyorlardı: ya kendilerini feshederler ve yayınlarını durdururlar ya da Troçkist örgütten ihraç edilirler. Esasında çoğunluk, Troçkist fraksiyon içinde bir alt gruba gerek olmadığını düşünüyordu. Bu 'yekpare fraksiyon' ilkesi temelde Stalin'e partinin bütünü için ilham veren ilkeyle aynıydı".

Bu tür örgütlerin kongrelerinde, birbiriyle uyumsuz önermelerin aynı anda ortaya atılabildiği sıkıcı gösterilerden oluşan sunumları kimse dinlemez. Bunların örgütlediği yerel veya sektörel konferanslar, seminerler vs halkla ilişkiler operasyonlarından başka bir şey olmayan etkinliklerdir.

Bu örgütlerde "tartışma", iktidardaki kliğin tasfiye edilmesi ve yerine yeni bir kliğin geçmesi söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Bunun çeşitli nedenleri olabilir: hizipsel çatışmalar, ulusal çıkarların savunusuna dair ayrışmalar, kötü seçim sonuçları... Böyle anlarda iktidar mücadelesine dönüşen "tartışmalar" patlak verir. Bazı durumlarda "tartışma", bir hizbin dolambaçlı ve çelişkili "tezlerle" öne çıkması ve rakiplerini ("oportünist", "Marksizmin terk edilmesi" vb.) çeşitli sıfatlar ve diğer sofistike bahaneler yoluyla acımasızca suçlamasından ibarettir. "Tartışma" hakaretler, tehditler, kirli çamaşırların ortaya dökülmesi, iftiralar silsilesine dönüşür... Birlik arzusunu ve her şeye rağmen "yoldaş" olan rakibini takdir ettiğini "göstermek" için ara sıra diplomatik uzlaşmalarla noktalanır[10]. Sonunda, çekişen güçler arasında dengenin kurulduğu bir an gelir ve "tartışma" herkesin kendi malı olarak savunduğu bir "görüşler" toplamı haline gelir; bu durum da netleşmeden ziyade kaotik bir fikirler toplamı ya da çelişkili fikirlerin bulamacını sunan "uzlaştırıcı" metinler üretir.[11]

Sonuçta, (aşırı sağdan aşırı sola uzanan siyasi satranç tahtasındaki yerleri ne olursa olsun) burjuva örgütlerindeki "tartışma"nın bir gösteriden ibaret olduğu, kaybedenler için ciddi psikolojik yaralar, kazananlar için ise en acımasız ahlaksal ilkesizliğin sergilendiği kişisel bir yok etme savaşı olduğu görülebilir. Bu iktidar oyunda mazlumlar zaman zaman zalimlere dönüşür. Böyleleri maruz kaldıkları korkunç muameleyi, bir kere iktidara geldiklerinde başkalarına da uygulayabilir.

Proleter tartışmanın ilkeleri ve araçları

Proleter tartışma temelden farklıdır. Proleter örgütler içindeki tartışma, yukarıda burjuva partilerinde gördüğümüzden tamamen farklı ilkelere dayanır.

Proletaryanın sınıf bilinci (yani tarihsel mücadelesinin amaçları ve araçları hakkında kendi geliştirdiği birikim) kendi başına sınırsız ve engelsiz bir tartışma doğurur. Konuya dair bir başka metnimizde de belirttiğimiz gibi, "Bilinç kardeşçe, açık ve uluslararası tartışma olmadan gelişemez Tartışma kültürü, sınıf mücadelesinin bir silahıdır.”[12] Sınıf içinde bilincin gelişmesi için en ileri ve sürekli çabayı ifade eden komünist örgütler, yaşamsal bir unsur olarak tartışmaya ihtiyaç duyarlar. Yukarıda alıntıladığımız metinden devamla: "... (bu) azınlıkların dile getirdiği ilk talepler arasında, bir lüks olarak değil, zorunlu bir ihtiyaç olarak tartışmanın gerekliliği, başkalarını ciddiye alma ve söylediklerini dinleme zorunluluğu vardır; ayrıca süreç sertlikle yürütülmemeli, ahlaksal sınırlar ya da teorisyenlerin otoritesiyle sınırlandırılmamalıdır".

Proleter bir siyasi örgütte tartışma, yukarıda eleştirdiğimiz çirkin yöntemlerin tam tersi olmalıdır. Bu, kazananın ya da kaybedenin olmadığı ve tek zaferin ulaşılan ortak netlik olduğu, gerçeğin ortak zeminini bulma meselesidir. Tartışma argümanlara, hipotezlere, analizlere, şüphelere dayanır... Hatalar, anlamlı sonuçlara götüren yolun bir parçasıdır. Suçlamalar, hakaretler, yoldaşların ya da örgütsel yapıların kişiselleştirilmesi kategorik olarak tartışma sürecinin dışındadır çünkü mesele sözün sahibinin kimliği değil, neyin söylendiğidir.

Anlaşmazlıklar, bir tavrın geliştirilmesi için kaçınılmaz uğraklardır. Bir tavıra ikna olunmadığında ya da bir tavrın yetersiz veya tutarsız olduğu hissedildiğinde bunu ifade etmek “demokratik bir hak” değil bir görevdir. Bir tartışma sırasında pozisyonlar karşı karşıya gelir ve bazen azınlık pozisyonları zamanla çoğunluğun pozisyonu haline gelir. Lenin'in 1917'de Rusya'ya vardığında sunduğu Nisan Tezleri, Merkez Komite tarafından dayatılan oportünist sapmaların hakim olduğu Bolşevik Parti içinde başlangıçta bir azınlık tavrıydı. Tüm militanların katıldığı yoğun bir tartışma sonucunda parti Lenin'in görüşlerinin geçerliliğine ikna olmuş ve bunları benimsemiştir.[13]

Devrimci bir örgüt içinde ifade bulan farklı tavır ve görüşler, mülkiyet hakları onları ifade edenlere ait olan sabit fikirler değildir. Devrimci bir örgütte "görüş ayrılıkları kişisel maddi çıkarların ya da çıkar gruplarının varlığı anlamına gelmez; bunlar sınıfa dair sorunların açıklığa kavuşturulmasına yönelik canlı ve dinamik bir sürecin ifadesidir ve bu nedenle tartışmayı derinleştirerek deneyimin ışığında yeniden özümsenmeye yönelirler." ("Devrimci Örgütün Yapısı ve İşleyişi Hakkında Rapor").

Proleter örgütlerde sorgusuz sualsiz takip edilecek "aydınlanmış zihinler" yoktur. Elbette belirli alanlarda daha gelişkin bir kapasiteye ya da daha büyük bir beceriye sahip yoldaşlar olabilir. Kimi yoldaşlar da elbette bağlılıkları, inançları ve tutkularıyla moral bir saygınlık kazanmış olabilirler. Ancak bunların hiçbiri, şu ya da bu militanı "parlak bir lider", şu ya da bu konuda birisini uzman ya da "büyük bir teorisyen" yapan özel bir ayrıcalıklı statü vermez. İkinci Enternasyonal’in marşında da belirtildiği gibi: "Tanrı, bey, patron, ağa ya da sultan bizleri kurtaramaz! Biz üreticilerin kurtuluşu kendi ellerimizde."

Daha açık bir ifadeyle, atıfta bulunduğumuz önceki metinde belirtildiği gibi, "Örgüt içinde 'saygın' görevler ve 'ikincil' ya da 'daha az saygın görevler gibi bir ayrım yoktur. Hem teorik inceleme çalışmaları hem de pratik görevlerin gerçekleştirilmesi, hem merkezi organlardaki çalışmalar hem de yerel seksiyonların özel çalışmaları örgüt için eşit derecede önemlidir ve hiyerarşik bir ilişkiye sokulamazlar (bu tür hiyerarşileri kuran kapitalizmdir)."

Komünist bir örgütte, sorgusuz sualsiz bağlılığa karşı mücadele etmek gerekir; "net bir militanın" ya da merkezi bir organın pozisyonuna körü körüne hizalamak bir hatadır. Komünist bir örgütte her militan eleştirel bir ruha sahip olmalı, "önderlikten", merkezi organlardan ya da "en ileri militanlardan" gelenler de dahil olmak üzere hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemeli, analiz süzgecinden geçirmelidir. Bu, burjuva partilerinde ve özellikle de onların solcu temsilcilerinde var olan durumun tam tersidir. Solcu örgütlerde körü körüne itaat ve liderlere aşırı saygı normdur; ve aslında bu eğilimler Troçkist Muhalefette de en başından mevcuttu: "Troçki ve Rakovski'nin gündem sorununu ele alan mektupları hapishaneye gizlice sokuluyordu ve bunlar çok çeşitli biçimlerde yorumlanıyordu. Rusya Muhalefetinin liderleri karşısındaki hiyerarşik ve teslimiyetçi ruhu hep şok edici olmuştur. Troçki'nin bir cümlesi ya da bir konuşması dahi kanun sayılıyordu. Dahası, sağ veya sol kanat Troçkistler bunları kendisine göre yorumluyordu. Partide hüküm süren Lenin ve Stalin'e tam teslimiyet Muhalefette de aynı şekilde mevcuttu, ancak muhalefette Lenin ve Troçki hariç herşey reddediliyordu." (Anton Ciliga, Op. Cit., Sayfa 273).

Kimi militanların “uzman” sayıldığı, bunlar bir kez konuştuğunda "daha iyisini kimsenin söyleyemeyeceği" ve ötekilerin sadece not almak ve sessiz kalmakla sınırlandığı şeklindeki kavrayış çok tehlikelidir ve prensip olarak reddedilmelidir.

Bu görüş, sorunlarla yüzleşmek için bazıları hatalı da olsa pek çok yaklaşımın geliştirildiği sarf dinamik bir süreç olan proleter tartışmayı kökten yadsır. Sadece "ürüne" ya da nihai sonuca odaklanıp, onu ortaya çıkaran süreçten sonucu koparmak, sadece soyut ve zamansız değişim değerine odaklanan merkantil mantığa yakın yüzeysel bir görüştür ve teorinin "parlak" liderler tarafından üretildiği önkabülüne dayaınr. Marx böylesi bir yaklaşıma sahip değildi. Wilhem Blos'a 1877'de yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: "İkimiz de (Marx ve Engels) şöhrete zerre kadar önem vermiyoruz. Bunun bir kanıtını vereyim: kişilik kültünden o kadar rahatsızdım ki, Enternasyonal zamanında, çeşitli ülkelerden gelen ve bana kamusal bir paye vermeye yönelik sayısız can sıkıcı durumla karşılaştım, ama bunların hiçbirinin duyulmasına izin vermedim ve ara sıra küçümsemek dışında bunların hiçbirine yanıt vermedim. Engels ve ben gizli komünist cemiyete ilk katıldığımızda, kişisel otoriteyi yücelten her tür batıl inancın Tüzük’ten tamamen silinmesini talep etmiştik."[14]

Bir tartışma sırasında hipotezler ve karşıt pozisyonlar formüle edilir. Bazı tavırlar değişir, bazen hatalar yapılı ve bazı müdahaleler diğerlerinden daha net olabilir; ancak genel sonuç "en ileri görüşlü militandan" gelmez, daha ziyade tartışmaya dahil olan tüm yaklaşımların dinamik ve canlı bir sentezinden türer. Sonunda benimsenen tavır "haklı" olanlarınki değildir ve "haksız" olanlara karşı herhangi bir düşmanlıktan türemez; benimsenen tavır kolektif olarak mevzuların netleşmesine yardımcı olan yeni ve gelişkin bir tavırdır.

Proleter tartışmanın gelişmesinin önündeki engeller

Proleter bir örgüt içinde tartışmanın her zaman kolay olmadığı bir gerçektir. Proleter örgüt bu dünyanın bir parçası olarak egemen ideolojinin ve onun tartışma anlayışının tüm ağırlığını üzerinde taşır. Burjuva toplumuna ait olan “tartışma biçimleri”, yine burjuva toplumuna ait partilerin gösterileri, paçavra medya programları, sosyal ağları, seçim kampanyaları vb. aracılığıyla bize sürekli saldırarak proleter örgütlerin yaşamına da kaçınılmaz olarak sızar. Bu yıkıcı sızmaya karşı sürekli bir mücadele yürütülmelidir. Tartışma kültürü üzerine yukarıda alıntıladığımız metnin de işaret ettiği gibi: "Kapitalizmin doğal eğilimi fikirlerin açıklığa kavuşturulması değil, şiddet, manipülasyon ve (en somut örneği burjuva demokrasisinin seçim sirkinde görülen) çoğunlukların kazanılması olduğu için, bu etkinin proleter örgütlerine sızması her zaman kriz ve yozlaşmanın mikroplarını barındırır. Bolşevik Parti'nin tarihi bunu mükemmel bir şekilde göstermektedir. Parti devrimin öncüsü olduğu süre boyunca, partiye içerisindeki canlı tartışmalar damgasını vurmuştu. Buna karşılık, (1921 Kronstadt katliamından sonra) gerçek fraksiyonların yasaklanması partideki yozlaşmanın en önemli işareti ve aktif faktörü oldu."

Bu metin, Stalinizmin işçi saflarında bıraktığı zehirli mirası ortaya koyarak, önemli bir kısmı politik yaşamlarına Stalinist, Maoist ya da Troçkist örgütlerde başlamış olan komünist militanların şöyle düşündüğünün altını çiziyordu: “Bu militanlar açık tartışmayı 'burjuva liberalizmi' ile eşdeğer görmek üzere, 'iyi bir komünistin' ağzını, aklını ve duygularını ketleyen biri olduğuna inanacak şekilde yetiştirilmişlerdir. Bugün karşı devrimin bu can çekişen kalıntısından kurtulmakta kararlı olan yoldaşlar, bu işin sadece karşı-devrimci pozisyonları reddetmeyi değil aynı zamanda onun zihniyetini de reddetmeyi gerektirdiğini giderek daha iyi anlıyorlar."

Burjuva dünyasının her gözeneğinden sızarak tartışmayı tahrif eden, özellikle kaba Stalinizm ve onun tüm uzantılarının ve ayrıca Troçkistler gibi "açıklık" pozu takınanların zihniyetiyle mücadele etmeliyiz. Bir tavrı savunurken açık ve kararlı olmak gerekir ama bu küstah ve acımasız olmakla eş anlamlı değildir. Bir tartışma tutkulu olabilir ama bu didişken ve saldırgan olmayı içermez. Dosdoğru olmalıyız ama bundan hakaret ve alaycı olmak gerektiği sonucu çıkarılamaz. Uzlaşma ve taviz aramak gerekli değildir ancak bu, sekterlikle ve başkalarının argümanlarını dinlemeyi reddeden bir tavırla karıştırılmamalıdır. Stalinizm ve onun avatarlarının sürdürdüğü kafa karışıklığı ve çarpıtma ortamından açık ve net bir çıkış yolu açmalıyız.

Bireycilik tartışmanın düşmanıdır

Burjuva partilerinin bürokratik kolektivizmi, monolitizmi ve acımasız kısıtlamalarıyla tartışmanın önünde bir engel teşkil etse de, kendisini buna karşıt gibi sunan bireyci tartışma tanımı da esasında aynı ölçüde sağlık bir tartışma önünde engeldir.

Bu bireyci yaklaşım herkesin "kendi şahsi görüşlerine" sahip olduğunu ve bu "görüşlerin" özel bir tür mülkiyet olduğunu varsayar. Bu öncülden hareketle, bir yoldaşın eleştirmek kişisel bir saldırı gibi görülür, çünkü "özel mülkiyetin" dokunulmazlığı ihlal edilmiştir. Şu ya da bu yoldaşın şu ya da bu tavrını eleştirmek, onlardan çalmakla eşdeğer gibi sunulur.

Bu görüş ciddi anlamda yanlıştır. Bilgi, "kişisel makullüğe" ya da tekil bireylerin "şahsi kanaatlerinin" gelişimini getirmez. Düşüncelerimiz, emeğe ve üretici güçlerin gelişimine bağlı tarihsel ve toplumsal bir çabanın parçasıdır. Tekil bireylerin savundukları, ancak kolektif bir düşünce çabasına eleştirel bir şekilde dahil olduğunda "özgün" olur. Proletaryanın düşünüşü, dünya ölçeğindeki tarihsel mücadelesinin ürünüdür; bu mücadele kendisini ekonomik mücadelelerle sınırlamaz, tersine Engels'in dediği gibi, ekonomik, politik ve ideolojik mücadele biçiminde birbirine bağlı üç boyut içerir.

Her proleter siyasi örgüt, Komünist Birlik'ten (1848) Komünist Sol'un mevcut küçük örgütlerine kadar uzanan uzun bir zincirin kritik tarihsel sürekliliğinde birer halkayı oluşturur. Bu tarihsel zincirde, her bir militanın pozisyonları, fikirleri, değerlendirmeleri ve katkıları kendisine yer bulur. Her bir militan bilgiyi daha da genişletmeyi amaçlarken, bunu bireysel bir çaba olarak değil, proletarya örgütlenmesinin bütünü için tavırların ve yönelimlerin netleştirilmesini mümkün olduğunca ileri taşıma amacına yönelik bir çaba olarak görür.

"Herkesin fikri kendine" demek, tartışmanın önünde ciddi bir engel koymaktır ve burjuva partilerinin bürokratik monolitizminin aynadaki yansımasıdır. Herkesin şahsi fikrine özel bir mülk gibi sarıldığı bir tartışmada, sonuç ya galipler ve mağluplar arasında bir çatışma ya da tutarsız ve faydasız fikirlerin eklektik bir toplamının üretilmesi olabilir. Bireycilik netliğin önünde bir engeldir ve monolitik bir partide olduğu gibi, "beğen ya da beğenme, benim fikrim budur" tavrının varlığı, herkesin "kendi fikrini" öne sürdüğü bir ortamda, esasında tartışmanın gelişmediği anlamına gelir.

Uluslararası bir proleter tartışmanın geliştirilmesi için verilecek mücadele

Proleter tartışmanın tarihsel bir doğası vardır; insanlık tarihinde var olan bilimsel ve kültürel tartışmaların en iyilerini bünyesinde toplar: "Temelde tartışma kültürü, insanlığın toplumsal doğasının bir ifadesidir. Özellikle de insan dilininin bir sonucudur. Dilin bir bilgi alışverişi aracı olarak kullanılması, insanlığın pek çok hayvanla paylaştığı bir şeydir. İnsanoğlunu bu düzeyde doğanın geri kalanından ayıran şey, (mantık ve bilimin gelişmesiyle bağlantılı olarak) argümantasyon geliştirme, bu argümanları paylaşma ve (diğer şeylerin yanı sıra sanatın gelişimiyle bağlantılı olarak empati kurma yoluyla) birbirini tanıma kapasitesidir."

Tartışma kültürünün kökleri ilkel komünizme dayanmakla birlikte, Antik Yunan'da kimi hayati sıçramalar gerçekleşmiştir: "Örneğin Engels, Homeros dönemindeki Yunanlıların, ilk Germen kabilelerinin ya da Kuzey Amerika'daki Iroquois'lerin genel meclislerinin rolüne atıfta bulunmakta ve özellikle Iroquois'lerin tartışma kültürünü övmektedir. Tartışma pratik bir ihtiyaca yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Antik Yunanistan'da farklı bilgi kaynaklarının karşılaştırılması yoluyla gelişmiştir. Farklı düşünme biçimleri, araştırma yöntemleri ve bunların sonuçları, üretim yöntemleri, gelenek ve görenekler birbirleriyle karşılaştırılır. Bunların birbiriyle çeliştiği, birbirini doğruladığı ya da tamamladığı görülür. Birbirleriyle mücadeleye girerler ya da birbirlerini desteklerler veya her ikisini birden yaparlar. Mutlak gerçekler karşılaştırma yoluyla göreli hale getirilir".

Örgütün Yapısı ve İşleyişi üzerine metnimiz proleter tartışmanın temel ilkelerini özetlemektedir:

  • "Anlaşmazlıkları dile getiren üyelerle ilgili olarak örgüt tarafından herhangi bir disiplin veya idari tedbir alınamaz: azınlığın örgüt içinde nasıl azınlık olacağını bilmesi gerektiği gibi, çoğunluk da nasıl çoğunluk olacağını bilmeli ve özellikle de kendi tavrının örgütün ortak tavrına dönüşmesini kötüye kullanmamalı ve örneğin azınlık üyelerini benimsemedikleri pozisyonlar için sözcülük yapmaya zorlayarak tartışmayı herhangi bir şekilde yok etmemelidir;
  • Tartışmanın mümkün olduğunca geniş kapsamlı ve açık olması tüm örgütün çıkarınadır (sadece örgütsel bir ayrılığa yol açabilecek ilke farklılıkları düzeyinde bile): hem azınlığa hem de çoğunluğa, birbirlerini kendi analizlerinin geçerliliğine ikna etmek için ellerinden geleni yapmak (tabii ki bu örgütün görevlerini felç etmeden veya zayıflatmadan) veya en azından bu anlaşmazlıkların doğası ve önemi konusunda mümkün olan en belirgin netliğin ortaya çıkmasına izin vermek örgüte düşer.

  • Örgütte devam eden tartışmalar genel olarak tüm proletaryayı ilgilendirdiği ölçüde, dışarıya açık biçimde yürütülmelidir."

Proletarya enternasyonal bir sınıftır ve bu yüzden de enternasyonal ve merkezi biçimde tartışmalıdır. Eğer tartışma bireysel görüşlerin bir toplamı değilse, bir dizi yerel görüşün toplamından da ibaret olamaz. Proletaryanın gücü, kendisini dünya ölçeğinde ifade etmeyi amaçlayan birliği ve bilincindedir.

Enternasyonal tartışma, tüm ülkelerin proleterlerinin katkı ve deneyimlerinin bütünleştirilmesi, proleter mücadeleyi daha güçlü kılan netliği ve küresel perspektifi mümkün kılan şeydir.

C. Mir, 11 Temmuz 2018

 

1. Serinin önceki makalelerine bakınız.

2. Komünist Manifesto'nun 1890 tarihli Almanca baskısına önsöz, Engels.

3. ve 2011 yılında dağıtılan uluslararası broşürümüz "Öfkeden Umuda" ya bakınız.

4. John Reed, “Dünyayı Sarsan On Gün”, birinci bölüm.

5.  IR 33 (Ocak 1982).

6. Bu Konuya dair şu makalemize bakılabilir: "Electoral debate is the opposite of a real debate". 

7. 1921’de Petersburg yakınlarındaki Kronstadt garnizonunda denizciler ve işçiler ayaklandı. Sovyet iktidarı, Rusya'nın proleter kalesinin yozlaşması yönünde çok önemli bir adım anlamına gelen bu hareketi acımasızca bastırdı (bkz. "The lessons of Kronstadt"). Bu olaylardan yanlış bir sonuç çıkararak, artık tam bir oportünist yozlaşma içinde olan Bolşevik Parti, Onuncu Kongresinde parti içindeki fraksiyonları geçici olarak yasaklama kararı aldı.

8. Ural Nehri üzerindeki Verkhneuralsk'ta bir politik "tecrit" merkezi ya da hapishanesi bulunmaktaydı.

9. Ante Ciliga, “The Russian Enigma”.

10. İspanyol muhafazakar Halk Partisi'ndeki (PP) veraset savaşında, altı aday her gün "arkadaş" olduklarını ilan ettiler.

11. Bunun son örneği, ERC'nin (Esquerra Republicana de Catalunya (Katalonya Sol Cumhuriyeti, bağımsızlıkçı bir parti) son parti kongresinin kutlanmasıydı ve bu kongrede liderlik merkezi İspanyol hükümetiyle "uzlaşmacı" bir çizgi dayattı. Ancak tabanın, hem İspanya içinde "özerkliğe" hem de İspanya'dan bağımsızlığa atıfta bulunan "bağımsız" ve "itaatsiz" değişikliklerle müdahalesini "radikalleştirmesine" izin verdi.

12. Bknz. IR 131, 2007.

13. Bknz: “Lenin’in Nisan Tezleri” IR, 89.

14. Bknz. marxists.catbull.com/archive/marx/works/1877/letters/77_11_10.htm.

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası

Seçim Sirki ve Marksizmin Tahrifatçıları

Bu yazı, Türkiye'den yakın bir sempatizanın Türkiye'de yaklaşan seçimlerle ilgili görüşlerini içermektedir. Yoldaşın Türkiye'deki seçim sirkine, özellikle de burjuva siyaset arenasına katılımı "anti-faşizm" ya da "demokrasinin savunulması" adına meşrulaştıran sermaye aşırı solunun tehlikeli rolüne ilişkin kınama ve eleştirilerine tamamen katılıyoruz.

EKA


Sağıyla soluyla tüm siyasetçiler, akademisyenler, STK temsilcileri, şarkıcılar, televizyon yıldızları, kapitalist devleti ayakta tutan tüm kurumlar ve onların ideolojik aygıtlarının çenebazları papağan gibi her mecrada hep aynı şeyleri söylüyorlar: “bu seçim hayatımızın en önemli seçimi”, “çocuklarımızın geleceği pamuk ipliği gibi bu seçim sonucuna bağlı” vs.

Sermaye ve onun silah tekelinin, kitlesel medya ve iletişim araçlarının sadece egemen sınıf ve onun devletinin elinde olduğu bir toplumda “demokrasi” tamamen sahtedir. İnsanların arasındaki toplumsal bağların sosyal etkileşime dayanmadığı, insanların birbirleriyle konuşmadığı, tartışmadığı, birbirlerini dinlemediği, toplumsal kitlesel medya araçları karşısında hipnoz edildiği bir toplumda “hür seçim” tamamen bir aldatmacadır. Daha önceki hiçbir sömürücü sınıf, kendi egemenliğini kitlelerin kendi tercihinin doğal sonucu gibi sunacak böylesi propaganda araçlarına sahip değildi. Bu burjuva demokrasisinin ne kadar da sofistike ve tehlikeli bir sınıf diktatörlüğü biçimi olduğunu gösteriyor. Gerçek kararların gizli toplantılarda, gücü elinde bulunduranların aralarındaki denge ve anlaşmalarda alındığı böylesi bir sistemde meclisin kendisi de ancak bir tartışma sirki olabilir. Burjuva demokrasisinin gerçek yüzü, meclisteki yüzeysel tartışmalarda değil, ancak kapitalist sistemi sorgulamayı aklından geçirenlere yapılan polis baskınlarında görülebilir.

İşçileri parlamento seçimlerinde oy vermeye çağıran tüm partiler aynı temel üzerinde dururlar: ulusal ekonominin savunulması, milliyetçi hislerin sürekli diri tutulması, işçi sınıfından fedakarlık talebi, ve asıl olarak da kapitalizmin sürdürülmesi. Bunu en açık bir şekilde Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki “farklara” bakarak anlayabiliriz. Hem Kılıçdaroğlu hem Erdoğan, Türkiye ulusal sermayesinin çıkarlarını savunma noktasında birleşiyorlar. Bunun en güncel örneğini Finlandiya’nın NATO’ya katılmasına dair yapılan son oylamada görebiliriz; başta CHP olmak üzere bütün muhalefet partileri, ya hükümeti desteklediler ya da hayır oyu vermekten çekindiler. Benzer şekilde, militarist harcamaların arttırılması, mültecileri kendi mide bulandırıcı politikalarına meze yapma (Kılıçdaroğlu’nun, bir seçim vaadi olarak, her mecrada Süriye’li mültecileri ülkelerine geri göndereceğini söylemesi) konularında iki lider aynı hesapları paylaşıyor.

Burjuva fraksiyonları arasındaki gerçek ayrım programatik değil şekilsel düzeydedir

Öte yandan, kadın, ezilen cins ve cinsiyetlerin hakları, Kürt sorununa dair çözümler, azınlıkların konumu, gençlerin ve yaşlıların toplumsal hayata entegrasyonu, iklim krizi gibi toplumsal ve, ve ya bir bütün olarak insanlığı ilgilendiren meselelerde ise bu iki politikacının söylemleri bir seviyede ayrışıyor gibi görünüyor. Ancak tüm bu meseleler kapitalist egemen sınıfın aslında çözmeyi beceremediği, hatta (nasıl ki aile kurumu ve patriyarka dağılmadan kadın özgürleşemez ve heteronormatif ilişki kırılamaz, nasıl ki ulus devlet yok olmadan kürt sorunu çözülemez, nasıl ki kapitalizm yıkılmadan iklim krizi durdurulamaz ise) kendi egemenliğini sarsmadan, yok etmeden hiç bir şekilde çözemeyeceği konular. Dolayısıyla, bu meseleler, daha fazla insanı seçim maskaralığının içine çekmek için, sermaye partilerince alaycı bir şekilde kullanılıyor.

İşin başka bir yanı ise, yasaları koyan, kaldıran, uygulayan, uygulamayan, geri adım atması beklenen ya da yardım beklenen iradenin bizzat sermaye sınıfı, onun koruyucu devleti ve onun politik temsilcilerinin olması, kapitalizm içinde beklenen düzenlemelerin anlık ve sembolik niteliğini göstermektedir. Daha somut örnekler vermek adına, İstanbul Sözleşmesi’ni ve etrafında yürüyen toplumsal tartışmaları ele alalım. Bu sözleşmenin imzaya açıldığı Türkiye’de, sözleşmeyi ilk onaylayanın da sonrasında geri çekenin de aynı Erdoğan hükümeti olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. Yine benzer şekilde, Kürt sorununa dair büyük umutların beslendiği Çözüm Süreci olarak adlandırılan süreci başlatanın da sonrasında bıçak gibi kesenin de yine aynı Erdoğan hükümeti olduğu hatırlanmalıdır. Bu ve benzeri sayısız örnek, egemen sınıfın toplumsal meseleleri kendi politik manevraları için nasıl kullandığına açık örneklerdir. Bugün Kılıçdaroğlu iktidarından beklenen sözde düzenlemelerin, ki benzerleri ve daha fazlası dün Erdoğan hükümetinden bekleniyordu, yarın aynı iktidar ya da başka bir iktidar tarafından, kendi güncel sermaye politikaları gereğince geri alınacağı ya da devletin hantal hukuk mekanizmaları içinde geniş proleter kitlelere ulaşamayarak hiç bir şekilde pratikte uygulanamayacağı defalarca tekrarlanmış tarihsel bir gerçekliktir.

Dolayısıyla, bugün seçimlerde yarışan partiler arasında programatik düzeyde ciddi farklar yoktur. Hepsi aynı sermaye sınıfının şekilsel olarak farklı temsilcileridir. Dahası, bu şekilci ayırımlar giderek daha kültürel ve kimliksel farklılıklar üzerinden belirlenmeye başlıyor. Sermaye partileri giderek bir kültür savaşına, bireysel ve şekilsel tercihlerin politize edildiği çıkışsız bir alana sıkışıyor. Böylesi şekilci ve alaycı ayrımların içinde, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meseleler de hassasiyetlerini kaybederek, sermayenin elinde apolitik çatışma, özellikle de “kimlik mücadelesi” biçiminde yeniden şekilleniyor. Artık sermaye partileri bu toplumsal meselelere salt kadın-erkek, dindar-seküler, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi kimliksel farklılıkların temsiliyeti üzerinden ayrışarak yaklaşıyorlar. Burjuva siyasetinin iflasını en trajikomik bir şekilde iki liderin kendilerini tanımlama ve birbirlerini suçlama şekillerinden görebiliriz. Kılıçdaroğlu kendi Alevi kimliğini ön plana çıkararak Erdoğan’ı yobaz olarak tanımlarken, Erdoğan, dindar kimliğini her zamankinden daha fazla sahiplenerek, Kılıçdaroğlu’nu eşcinsel evliliğin sözcüsü olmakla itham ediyor. Böylesi zavallı söz dalaşlarında, ülke hızla hem toplumsal yozlaşmaya hem de daha da derinleşen ekonomik felakete doğru çaresizce sürükleniyor.

Marksizmin tahrifatçıları olarak solcular

Sermaye partileri salt açıkça kapitalist düzeni savunanlardan oluşmaz. Bugün sermayenin aşırı solundaki (Stalinistler ve Troçkistlerden müesses nizam anarşizmine kadar) örgütlerin ve partilerin de bu seçim sürecine tüm güçleriyle dahil olduklarını görüyoruz. Bu gruplar, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meselelerin çözümü adına, temel hak ve özgürlüklerin korunması adına, “faşizme”, “diktatörlüğe” karşı demokrasinin savunulması, yeniden kazanılması adına sermaye partilerinin arkasına sıralanmış durumdalar. Marksizmin tahrifatçıları olan bu gruplar Lenin’den, Marx’tan alıntılar paylaşarak kendi politik duruşlarının haklılıklarını ve devrimciliğini gösterme yarışındalar.

Tipik bir solcu yöntem olarak, sermayenin solu ve aşırı solu önceden doğru olsa bile tarihsel olaylar tarafından geçersiz kılınan ya da anlamını yitiren pozisyonları savunurlar. Proletaryanın kapitalizmi ortadan kaldırabilme çabasının araçları olarak kullanılmış olan taktikleri sanki bu mücadelenin yükseltimesinin bir aracı olabilirlermiş gibi hayal ederek kutsayıp, kullanılması mutlakmış gibi gösterirler. Örneğin Marx ve Engels'in zamanında sendikalara verdiği desteği alıntılıyarak, sendikaların her zaman proletaryanın organları olduğu sonucuna ulaşırlar. Soyut ve zamansız, dolayısıyla Marksizm dışı bir yöntem kullanarak kapitalizmin çöküş evresine girmesiyle birlikte sendikaların proletaryaya karşı burjuva devletin organları haline geldiği gerçeğini gizlerler.

Hegel bir olgunun içeriği tamamen dönüştürülürken biçimini koruyabileceğini göstermiştir. Bu tam da sermayenin solu ve aşırı solunun marksizmi tahrifat etme şeklidir:

Üzerlerinden atamadıkları solcu mirasın tuzağına düşerek, tarihsel ve diyalektik yöntemi skolastik yöntemle değiştirir, diyalektiğin ilkelerinden olan karşıtların birbirine dönüşümü ilkesini, var olan bir şey karşıtı gibi hareket etmek üzere dönüşebileceğini kavrayamazlar. Proleter partiler de, burjuva ideolojisinin ve küçük burjuvazinin ağırlığından kaynaklanan dejenerasyon nedeniyle, kendileriyle taban tabana zıt şeylere dönüştürebilir, kapitalizmin koşulsuz hizmetkârları haline gelebilirler. ” [1]

Sınıf pozisyonlarının tarihsel boyutunu ve bunların formüle edildiği tarihsel süreci reddeden solcu yöntem işte bu şekilde bugün seçim sirkine dahil olmayı devrimci bir tutum olarak görür ve gösterir.

Peki, devrimciler ne zaman ve nasıl parlamenter seçimlere dahil olmuşlardı?

Burjuvazi Avrupa’da kendi ekonomik hegemonyasını hızla kurarken, politik iktidarı aristokrasiden almayı becerebilecek gücü hemen elde edemedi. Ancak 19. yüzyılın başlamasıyla beraber, burjuvazi hızla gelişen kendi ekonomisinin taleplerini karşılamak, serfliği tamamen ortadan kaldırıp ücretli emeği yaygınlaştırmak için hem aristokrasiye hem de kendi içindeki gerici fraksiyonlarına karşı politik bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. İşte bu yüzyıl, burjuvazinin genel oy hakkı ve parlamenter eylem mücadelesini başlattığı kapitalizmin yükseliş dönemidir. Bu dönemde parlamento, genelde hükümetin yürütme aygıtı içerisinde kümelenmiş aristokratik ve monarşik feodal sınıflara karşı, burjuvazinin güç alanı haline gelmişti. Yasama ve yürütme arasındaki denge ilişkisi burjuva politik düzenine bu dönemin bir mirasıdır. Ekonomik gücü gelişen kapitalizm karşısında zayıflayan feodal unsurlar, yürütmeyi ellerinde tutarken, ekonomik gücü artan burjuvaziye bir taviz olarak parlamento alanını bırakmak zorunda kalmıştı. Burjuva parlamentoları çok dar bir seçmen çevresini temsil etse ve 19. Yüzyıl boyunca neredeyse hiçbir yerde genel oy hakkı söz konusu olmasa da, burjuvazi parlamenter demokrasiyi evrensel bir temsil aracı olarak ideolojisinin başat bir unsuru olarak benimsemiştir.

Öte yandan bu dönemde kapitalizm hala güçlü bir şekilde genişleyen bir sistem olduğu için, onun devrimci bir şekilde yıkılması henüz tarihsel süreçte gündemde değildi. İşçiler tam anlamıyla ne ifade özgürlüğüne ne de örgütlenme hakkına sahipti. Burjuvazinin henüz iktidar için feodalizmle mücadele etmeyi sürdürdüğü, kapitalizmin hem ekonomik hem de politik olarak genişlediği bir dönemde, koşullar işçilerin sistem içinde kendi lehlerine reformlar kazanmalarını mümkün kılıyordu. Bir taraftan sendikaları aracılığıyla ekonomik taleplerinin kavgasını verirken, öte taraftan kendi kitle partileri ile parlamentoda siyasi mücadelelerini yürütebiliyorlardı. Bu Marx ve Engels'in kapitalizmin yükseliş dönemi boyunca proletaryanın parlamenter etkinliklerde bulunması ve seçim kampanyalarında yer alması için (pek çok tehlikeyi içinde barındırmasıyla birlikte) savundukları pozisyondu [2] .

Ne var ki, kapitalizmin dünya pazarı sınırlarına ulaşması, mutlak politik iktidarı ile feodalizmi tarihin karanlıklarına gömmesiyle birlikte, parlamento sadece burjuvazinin canlı bir şekilde mücadele ettiği ilerici bir arena olmaktan çıkmadı aynı zamanda işçi sınıfının reformlar için mücadele ettiği bir kürsü olma görevini de yitirmiş oldu.

Bu durumu Rosa Luxemburg 1904 tarihli "Sosyal Demokrasi ve Parlamentarizm" başlıklı makalesinde şu sözleriyle öngörmüştü: "Parlamentarizm, demokratik gelişmenin, insan türünün ilerlemesinin ve benzeri güzel şeylerin mutlak bir ürünü olmaktan çok uzaktır. O, daha ziyade, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve -bu egemenliğin yalnızca tersi olan- feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel olarak belirlenmiş biçimidir. Burjuva parlamentarizmi ancak burjuvazi ile feodalizm arasındaki çatışma sürdüğü sürece canlı kalacaktır."[3]

20. Yüzyılın başı ile beraber kapitalizm içsel çelişkilerini artık savaşsız çözemez hale gelmişti. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla belirlenen yeni bir tarihsel çağa, kapitalizmin çöküş çağına girilmişti. Bu çağ Lenin’in deyimiyle “Savaşlar ve Devrimler” çağı idi. 1. Dünya Savaşı’nı da sona erdiren, sırasıyla önce Rusya’da muzaffer Ekim devrimi ve ardından Almanya’da gerçekleşen Kasım devrimi proletaryanın doğrudan sermayeyi yok etmeyi denediği yeni tarihsel dönemin ilk işaretleri oldu.

Savaşlar ve devrimler çağında artık politik hayatın ağırlık merkezi tamamen parlamentonun sınırlarının ötesine geçmişti. Amadeo Bordiga tarafından hazırlanıp 1920'de Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nde tartışılmak üzere sunulan tezlerde ifade edildiği gibi “parlamentarizmin ortadan kaldırılması komünist hareketin tarihsel bir görevi haline gelmişti.” [4] Aynı tezlerde şöyle devam ediliyordu: “Komünist Partiler, çalışmalarını doğrudan proletarya diktatörlüğüne ve işçi konseylerine dayandırmaz ve burjuva demokrasisiyle her türlü teması kesmezlerse, devrimci Marksist yöntemi yaymada asla büyük bir başarı elde edemeyeceklerdir.

Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nden günümüze, tarihsel olaylar bu tezlerin doğruluğunu fazlasıyla göstermiştir. Komünist partilerin seçim maskaralığına ve parlamento kürsülerine katılması, işçi sınıfı saflarında tehlikeli kafa karışıklıklarına yol açmıştır. Bugün “devrimci” olduğunu iddia eden her türlü grup önümüzdeki seçime katılarak “devrimci parlamentarizm” geleneğini sürdürdüklerini iddia ediyorlar. Bu sözde devrimcilerin aslında yaptıkları ise geçmiş işçi hareketlerinin hatalarını ya da tarihsel gerçekliği yitirilmiş yöntemlerini kullanarak kendi burjuva politikalarını meşrulaştırmaya çalışmaktır.

Temsili demokrasi tam da burjuva toplumunun yıkılması gereken ilk biçimi iken, bu sözde “sosyalistlerin” parlamenter kurumlara ve seçimlere katılması, kapitalizmin yönetimi için “radikal” ve “sürdürülebilir” alternatifler önermelerinden başka bir şey değildir.

Yine de Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasi” savunulamaz mı?

Marksizm tahrifatçısı solculardan liberallere kadar bir çok sermaye partisinin bu seçim özelinde kullandıkları en temel argümanlardan biri ise Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasinin” savunulamasıdır. Bu yazıda detaylı bir şekilde faşizm nedir tartışması yapmak istemiyoruz, kaldı ki bize göre Erdoğan rejimi bir tür popülizmdir, fakat bu yanılsamanın temel sorunu faşizmin, kapitalizmin normal “medeni” işleyişinin dışında, “gerici” güçlerin iktidara gelmesi olarak görülmesidir.

1920'lerde ve 30'larda Avrupa'da faşist hükümetlerin ortaya çıkışının “görünen” açıklaması da tam olarak budur. Bu hikayeye göre faşizm, burjuvazinin isteklerine rağmen iktidara gelmiştir. Bu hikaye, egemen sınıfın tarihin en trajik ve karanlık olaylarıyla her türlü bağlantıyı inkar etmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda faşizmin ortaya çıktığı gerçek tarihsel koşulları da gizlemektedir.

Gerçekte olan ise, ekonomik krizlerin zorlamasıyla karşı karşıya kalan kapitalizmin, kendi ihtiyaçları doğrultusunda faşist rejimleri ortaya çıkarmasıdır. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, yenilen ya da yoksul bırakılan ülkelerde, egemen sınıfın önündeki tek alternatif, emperyalist pastadan daha fazla pay almaya çalışmak ve yeni bir dünya savaşı için seferber olmaktı. Bunu yapmak için tüm politik gücün devlette toplanması, savaş ekonomisinin ve emeğin militarizasyonunun hızlandırılması ve burjuvazi içindeki çatışmalara son verilmesi gerekiyordu. Mülksüzleştirilmiş küçük burjuvazinin gerici bir ifadesi olmaktan ziyade, faşizm, İtalya'da olduğu gibi Almanya'da da büyük sanayi burjuvazisinin bizzat kendi tercih ettiği bir politikaydı. Dolayısıyla, faşist rejimler, ulusal sermayenin taleplerine doğrudan bir yanıt olarak kurulmuştur.

Ancak ekonomik kriz ve devlet kapitalizminin gerekliliği faşizmin temel koşuluysa da en önemli koşulu değildir. Faşizmin en temel önkoşulu işçi sınıfının yenilgisidir. Faşizmin Birinci Dünya Savaşı'nın yenilen en büyük ülkelerinden Almanya ve İtalya’da ortaya çıkışı ancak 1917-23 dünya devrimci dalgasının yenilgisinden sonra olmuştur. Bu ülkelerde faşizm, işçilerin dostu olarak görünen sol güçlerin devrimci dalgayı fiziksel ve siyasi olarak ezmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır. Burada altını çizmek gerekirse, Almanya'da işçi sınıfının seferberliğini kanlı bir şekilde bastırarak Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'i katleden, gelecekteki Nazi milislerinin embriyosu olan Freicorps'ları kullanarak devrimi katledenler Naziler değil, sosyal demokratlardı. Benzer şekilde İtalya’da da Mussolini'nin hareketi ancak işçi sınıfının yenilgisinden sonra, kendisini finanse eden patronların ve onu cesaretlendiren devletin yardımıyla gelişebilmiştir. Nihayetinde faşizmin iktidarı ele geçirmesini sağlayan şey uluslararası devrimci dalganın yenilgisiydi.

Burjuva ideolojisi, “demokrasi” ile “faşizm” ya da “özgürlük” ile “totalitarizm” arasındaki mücadeleyi 20. yüzyıl tarihinin kilit taşı haline getirmektedir. Bu tamamen bir aldatmacadır, çünkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olanaklara göre bu bayraklardan birine ya da diğerine yönelen yine aynı burjuvazi, yine aynı kapitalist devlettir.

Bu aldatmacanın bedelini insanlık topyekün İkinci Dünya Savaşı ile ödemiştir. Bu savaş, “iyi” demokratlar ile “kötü” faşistler arasında “haklı” bir savaş olarak sunulmuş, anti-faşist birlikteliklerin içinde işçi sınıfı, demokrasi savunusu için seferber edilmiştir [5]. Oysa gerçek, bunun tam tersiydi: faşizmi yaratan, çökmekte olan kapitalizmin gerçek varoluş biçimi olan militarizm ve savaş dürtüsüydü. “Mutlak kötü” olan faşizmin, Stalinizm ile birlikte, son yüzyılda gezegenin dört bir yanında yaşanan tüm dehşetlerin tek sorumlusu olduğu vurgulanırken, “demokrat” tarafın Dresden’de, Hiroşima'da, Vietnam, Körfez ve Afganistan savaşlarında sebep olduğu felaketler görmezden gelindi.

Bugün “barış” ve ekonomik refah safsataları çoktan geride kaldı, bu nedenle egemen sınıf, demokrasinin diktatörlüğe karşı son kale olduğuna dair yanılsamalarla işçileri bir araya getirmeye çalışıyor. İşçi sınıfı için demokratik burjuvazi “ehven-i şer” bile değildir. İnsanlığın geleceği işçi sınıfının elindedir ve önündeki en büyük engellerden biri de egemen sınıfın anti-faşist, anti-totaliter seferberliklerle demokratik devleti savunmak için yürüttüğü ideolojik kampanyalardır. Bugün işçi sınıfının ve onun kapitalizmi yok etme kapasitesinin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, gerçek ya da hayali Erdoğan ya da başkasının “faşizmi” değil, egemen sınıfın demokratik tuzaklarıdır.

Sonsöz

Komünistlerin kapitalist demokrasi, onun seçimleri, ve parlamentoları hakkında geliştirdikleri anlayış, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerine dayanmaktadır. Lenin'in Mart 1919'da Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'ne sunmak için “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü” üzerine geliştirdiği tezler'de açıkça özetlediği gibi "Sosyalizm dönekleri, "genel olarak demokrasi" üzerine eski burjuva saçmalıklarını dillerine dolayarak, Paris Komünü deneyimi ile onun somut derslerini unutuyorlar. Komün hiçbir zaman parlamenter bir kurum olmadı." [6]

Kapitalist demokrasi bir aldatmacadır. Sömürücü egemen sınıfın gerçek gücü, sömürdüğü çoğunluğa seçtirdiği parlamentolarda değil, yönetim kurulu odalarında ve koridorlarında, silahlı kuvvetlerinde, teknokratik ve/ya demokratik maskeleriyle sermayesindedir. Kapitalist krizler karşısında bütün kapitalist hükümetler esas olarak işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına yönelik saldırıları artırmak zorundadır. Mayıs seçimlerinde kim kazanırsa kazansın burjuva devletin temel yönelimi aynı olacak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına saldırılar sürecektir.

İşçi sınıfının, hangi kapitalist politikacının burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün başına geçeceğine karar verilmesine katılması, bunun için seferber edilmesi saçmalıktır. Seçim kabinlerinde atomize olan, yalnızlaşan ve sınıflar arası, biçimsiz bir “yurttaşlar” denizinde boğulan işçi sınıfı, kendi cıkarlarını kapitalist seçimler çerçevesinde gercekleştiremez. İşçi sınıfı kendi çıkarlarını ancak sınıf mücadelesi içerisinde, sınıf bilinci ve kimliğini tavizsiz biçimde geliştirerek, sınıf dayanışma ağlarını örerek savunabilir. İşçi sınıfını kaçınılmaz olarak devletle karşı karşıya getiren bu mücadele, kapitalist devleti ve onun korkunç ekonomik sistemini yok edebilecek tek güçtür. Aksi takdirde, işçi sınıfı tarih sahnesinden silindiğinde, ister sol ister sağ tarafından yönetilsin, kapitalistler her türlü barbarlığı yapmakta sınır tanımayacaklardır.

Kamuran

 

[1] Sermaye Solunun Gizli Mirası (2. bölüm): kapitalizmin hizmetinde olan bir yöntem ve düşünme biçimi

[2] 8. Seçim ve Parlamento Aldatmacası

[3] Social Democracy and Parliamentarism

[4] Debates within the Communist International: Theses on Parliamentarism

[5]  Anti-faşizm: Bir Şaşkınlık Reçetesi (Bilan, 1934)

[6] First Congress of the Communist International

Tags: 

Rubric: 

Seçimler

Yunanistan'da da İşçilerin Mücadele Azmi ve Dayanışma Ruhu Yükseliyor

İklimsel veya endüstriyel felaketlerin birçok kurban bıraktığı çeşitli durumlarda, EKA suçu yerel işçilere veya yapılara, doğa olaylarının “öngörülemezliğine” veya şu ya da bu teknisyenin "sorumsuzluğuna" atan hükümetlerin, politik veya ekonomik yöneticilerin timsah gözyaşlarını sistematik olarak açığa çıkarıp kınamıştır...

Bu tür felaketlerin (sel, toprak kayması, devasa orman yangınları, Cenova’daki gibi köprülerin yıkılması, fabrika yangınları – ki bunların hepsi son yıllarda artmaktadır) gerçekleştiği her durumda burjuvazi sınır tanımaz bir sinizm ve ikiyüzlülük sergiliyor. Her zaman haksız olanı haklı çıkarmak, gerçek sorumluyu bize unutturmak için bir günah keçisi arıyor. Gerçek sorumlu her gözeneğinden katliam ve yıkım akan, ölmekte olan kapitalist sistemin temsilcileri ve savunucularıdır.

Bugün Yunanistan’da iki trenin çarpışmasının ardından hükümet ve demiryolu şirketleri, suçu kendisi de bir hata yaptığını kabul etmiş olan deneyimsiz bir istasyon şefine atmaya çalışıyor.

Ancak, 2018 ve 2021’de Yunanistan’da onlarca ölüme yol açan büyük yangınlar da dahil olmak üzere diğer benzeri dramatik kazalardan farklı olarak, bu sefer 57 kurbanın ölümünün neden olduğu şok ve acı burjuva devletin sınırlarını çizdiği yas törenlerini aştı ve başbakan Miçotakis ile onun hükümeti tarafından “suçlu” ilan edilerek yargılanan istasyon şefinin ötesine yöneldi.

Kazanın kaçınılmaz olduğu fikrini reddeden nüfusun, özellikle de işçi sınıfının büyük öfkesi sokaklarda, Atina’da, Selanik’te, iş yerlerinde ve on binlerce insanın katıldığı eylemlerde patladı. Demiryolu işçilerinin kendiliğinden greviyle birlikte 8 Mart’ta yapılan bir çağrıyı takiben sağlıktan eğitime, denizcilerden, metro işçilerine ve öğrencilere kadar kamu ve özel birçok sektörde grevler gerçekleşti. Bu durum on yılı aşkın bir süredir görülmemiş birşey.

Son 9 aydır Britanya’da ve bugün Fransa’da emeklilik “reformuna” karşı olduğu gibi, Yunanistan’da işçi sınıfı “artık yeter!” diyor.

On yılı aşkın süredir devam eden kemer sıkma politikalarıyla çöken kamu hizmetleri karşısında tüm sokak eylemleriyle iktidara “bu insan hatası değildi, bir kaza değildi, suçtu!” diyor. “Kahrolsun katiller hükümeti!”, “Suç Bakanı Miçotaiks!” sloganları yükseliyor. Miçotakis’in istasyon şefinin “insan hatasını” sorumlu tutan ilk açıklamalarının ardından sıraladığı özürler de, sokaklara dökülen 12.000’den fazla kişiyi daha da celallendirdi.

Yunanistan işçi sınıfı, Fransa’da olduğu gibi, krizin bedelini ödemeyi, ardı arkası gelmez kemer sıkma programlarını ve çalışma süresinin uzatılmasını reddederek, kapitalist sömürünün tüm kurbanlarıyla dayanışmasını ilan ediyor; personal eksikliği, altyapının bakımsızlığı, sürekli kaza yapan otobüs ve trenler, işlemez ya da eksik güvenlik sistemleri, malzeme eksikliği gibi nedenlerle ölüm tuzağına dönüşmüş, dönüşen ulaşım sistemlerinde ölmek istemediğini ilan ediyor. Yunanistanlı bir öğretmen, “bu tren kazansı sadece okyanusta bir damlaydı. Yunanistan’da hiçbir şey çalışmıyor. Eğitim, sağlık, toplu taşıma her şey mahvolmuş durumda. Bu hükümet kamu sektöründeki bu katlanılmaz durumu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyor ama polise ve orduya para harcıyor!” diyor.

Bu, tüm dünyada yaşam ve çalışma koşullarımızı giderek kötüleştiren kapitalist sistemin yarattığı gündelik gerçeklitir!

Bugün Yunanistan'daki işçi sınıfının sergilediği kitlesel mücadele azmi, Fransa'da ve İngiltere'de proletaryanın aylardır muazzam bir öfke ve kararlılık gösteren mücadelelerine eklenebilir.

Devletin ikiyüzlülüğüne karşı, çılgınca kâr arayışıyla özel veya kamu, bütün işletmelerde sermayeye karşı aynı öfke, aynı dayanışma, kapitalist sistemin çürümesinin bedelini hayatıyla ödemeyi reddedenlerin isyanı yükseliyor.

Ekonomik kriz ve devletin beceriksizliği karşısında diğer kitlesel öfke ifadeleriyle süreklilik içinde, Yunanistan'da gördüğümüz de aynı sınıf "refleksidir". Ve yine burada da, bu militanlık seviyesini görmeyeli yıllar olmuştu.

İşçi saflarındaki bu dayanışma "refleksi", yıllarca süren kayıtsızlık ve geri çekilmeden bir kopuştur. Buna bir örnek: 8 Mart'taki grev gününde, grevdeki toplu taşıma işçileri, insanların eylemlere katılabilmeleri için otobüs ve metroyu birkaç saat için çalıştırmaya karar verdiler. Fransa'daki sendikaların önerdiği “ablukaların” aksine, mücadele işte bu şekilde dayanışmayı yaygınlaştırabilir ve hareketin ölçeğini genişletebilir.

Başlangıçta işçilerin kitlesel tepkisi karşısında şaşkına dönen Yunanistan burjuvazisi, elbette bu harekete ve bilinçlenme sürecine sınırlar koymaya çalıştı: Yunanistan burjuvazisi yolsuzluk, kayırmacılık, "yasal" düzenin zayıflaması, Avrupa’nın dayattığı kemer sıkmalara dair yakınıp duruyor ve önümüzdeki seçimlere kitlesel katılım çağrısı yapıyor. Bu çabaların hepsi, kapitalist dünyanın çürümesi gerçeğini ve her yerde olduğu gibi Yunanistan'da da yol açtığı felaketlerdeki sorumluluğunu maskelemeyi hedefliyor.

Ancak bu kitlesel dayanışma hareketinin sonucu ne olursa olsun, zafer şimdiden elde edilmiştir, çünkü bu sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekte dirilişinin bir başka adımıdır.

Stopio, 10.3.23

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Yükselen ve çöken kapitalizmde sanat tarihine doğru notlar

"Marksçı yöntem, yeni sanatın gelişimini tahmin etmek, tüm kaynaklarının izini sürmek, en ilerici eğilimlere yolun eleştirel bir şekilde aydınlatılmasıyla yardımcı olmak için bir fırsat sunar, ancak bundan fazlasını yapmaz. Sanat yolunu kendisi, ve kendi araçlarıyla çizmelidir." (Troçki, Komünistlerin sanata yönelik politikası, 1923)

Kültürün en karmaşık, en hassas ve aynı zamanda en az korunan parçası olan sanat, burjuva toplumunun gerilemesinden ve çürümesinden en çok zarar görendir." (Troçki, Çağımızda Sanat ve Politika, 1938)

Kapitalizmde sanat

Kapitalizmin yükselişi yeni duygularla yeni fikirleri ortaya çıkaran, şimdiye kadar hayal bile edilemeyen üretim güçleriyle beraber, sanatçıların bunları ifade etmeleri için yeni araçlar serbest bırakır. Bu yeni üretim tarzının yerkürenin tüm yüzeyine yayılması ve insan deneyiminin tüm alanlarına nüfuz etmesi, ulusal kültürler ve yerel sabit tarzlar arasındaki engelleri çözerek ilk kez tek bir dünya kültürü yaratır.

Üretimde sürekli devrim yaratarak ve üretkenliği arttırarak kapitalizm aynı zamanda eski, katı toplumsal ilişkileri de yok eder ve sanat da dahil olmak üzere her şeyi bir metaya dönüştürür. Şimdiye kadar doğrudan bir müşteri için üretim yapan 'saygıdeğer' ve 'onurlu' bir zanaatkâr olan sanatçı, giderek daha fazla, ürünleri anonim bir pazara atılan ve rekabet yasalarına tabi tutulan ücretli bir işçiye indirgenir.

Bireysel kapitalistin özel yaşamına bir yatırım ya da süs olarak kullanılmasının ötesinde, kapitalizm, tek itici gücü olan sermaye birikiminden bir sapma olan sanata karşı doğası gereği düşmandır. Dahası, sömürücü bir sistem olarak kapitalizm temelde insanlığın çıkarlarına ve dolayısıyla en iyi sanatın hümanist ideallerine karşıt konumdadır. Sanat bunun ne kadar bilincinde olursa, kapitalist toplumun insanlık dışılığına karşı o kadar fazla protestoya yönelir. Bu şekilde, en iyi sanatçılar kendi dönemlerinin ve sınıfsal kökenlerinin sınırlarını aşarak kapitalizmin suçlarına ve insani trajedilerine karşı güçlü kınamalar yaratabilirler (Goethe, Balzac, Goya).

Kapitalizm ve insanlık arasındaki bu antagonizma, yeni üretim tarzının burjuvazinin feodal mutlakiyetçiliğe karşı devrimci bir mücadeleye giriştiği ilk aşamalarında tam olarak belirgin değildir. En iyi sanat, bu yeni sömürücü sınıfın ilerici ahlaki ve manevi değerlerini yansıtabilir; bu sınıfın enerjisi ve güveni - ve cömert himayesi - kendi egemenliği kurulmadan çok önce Rönesans'ın sanatsal başarılarını mümkün kılar.

Burjuva devrimleri çağında sanat

Burjuva-demokratik devrimler çağında (yak. 1776-1848) sanat hala burjuvazinin devrimci amaçlarını ifade edebilmektedir, ancak kapitalizmin iğrenç gerçekleri çoktan açığa çıkmaya başlamıştır. Romantizm (Blake, Goethe, Goya, Puşkin, Shelley, Turner) bu dönemin çelişkili doğasını yansıtır; sanatta feodal ve aristokratik değerleri reddeder ama aynı zamanda kapitalist sanayileşmenin sanat ve birey üzerindeki acımasız etkilerini tutkuyla protesto eder.

Yeni sömürücü sınıfın 'rasyonalitesine' karşı romantizm, öznel deneyimin, hayal gücünün ve doğanın aşkınlığının gücünü savunur ve ilhamını Orta Çağ'dan, mitolojiden ve halk sanatından alır. Siyaseten sıklıkla gerici, geriye dönük bir biçim alır, ancak enternasyonalist, komünist bir vizyonu ifade eden kesin bir devrimci eğilime de yol açar (Heine, Blake, Byron, Shelley)[1]. Bu eğilimin en derin şiirsel kavrayışları yalnızca Ekspresyonizm ve Sürrealizmin daha sonraki sanatsal fikirlerini değil, aynı zamanda Marksizm ve psikanalizin teorik gelişmelerini de öngörür.

Ne zaman ki iktidara geldiğinde ve proletarya tarih sahnesine çıktığında, burjuvazi ilerici değerlerinden kurtulur ve kendi sınıf egemenliğine yönelik ölümcül bir tehlike olarak tüm devrim fikrini gömer. Bu noktadan itibaren, sanatın gerçekliği anlama ve insanlığın çıkarlarını ifade etme girişimleri kaçınılmaz olarak kapitalist ideolojiyle çatışmaya girer.

Modern burjuva sanatının doğuşu

Burjuva modern sanatının belirleyici karakteristiği, tam da kapitalizmin ilerici gelişiminin koşulları zirveye ulaşırken ortaya çıkmasıdır.

Avrupa'nın en ileri ülkeleri ve Amerika’da 19. yüzyılın ortalarında sanayi kapitalizminin kesin zaferi, bilimler ve felsefede rasyonalist, pozitivist ve materyalist ideolojilerin, sanattaysa realist ya da natüralist yaklaşımların büyümesinde yansıma bulmuştur. Marx ve Engels edebiyatta gerçekçiliği (Flaubert, Balzac, Elliot) dünya sanatının en üstün başarısı olarak görür. Görsel sanatlarda gerçekçilik (Courbet, Millet, Degas) hem klasik sanata hem de romantizmin duygusallığına ve subjektivizmine karşı bir tepkidir; bunun yerine hakikat ve doğruluk hedeflerini tasdik eder ve işçi sınıfı yaşamının o ana değin görmezden gelinen sert gerçekleri de dahil olmak üzere günlük yaşam sahnelerini tasvir eder. Burjuvazi için, kapitalizmdeki yaşamın çirkin gerçeklerini doğru bir şekilde tasvir eden her sanat, tanımı gereği devrimcidir ve reddedilmelidir.

Bu dönem aynı zamanda işçi hareketinin geliştiği bir dönemdir ve bundandır ki gerçekçiliğin işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesiyle açıkça özdeşleşen devrimci bir eğilime yol açması şaşırtıcı değildir. Fransa'daki gerçekçi hareketin lideri Courbet şöyle der: "Ben sadece bir sosyalist değil, aynı zamanda bir demokrat ve cumhuriyetçiyim, devrimin tek kelimeyle bir partizanıyım ve her şeyden önce bir realistim, yani gerçek hakikatin samimi dostuyum."[2]

Empresyonizm (Pissaro, Manet, Degas, Cézanne, Monet) endüstriyel ve kentsel toplumun büyümesine; yeni teknolojik gelişmelere ve bilimsel keşiflere (fotoğrafçılık ve optik), ticaretin küreselleşmesine (Japon baskılarının etkisinde görülür) ve yeni sanat için bir müşteri olarak orta sınıfın büyümesine sanatsal bir yanıttır. Hakikate ve kesinliğe bağlılığını korur ancak hareket ve ışığın öznel algısına odaklanır: "Eski akademik tarz 'işte doğanın tasvir edilmesi gereken kurallar (ya da imgeler)' ve natüralizm 'işte doğa' derken, Empresyonizm 'işte ben doğayı böyle görüyorum' der."[3] Empresyonist temalar ve etkiler müzikte (Debussy, Ravel) ve edebiyatta da (Lawrence, Conrad) görülebilir.

Gerçek anlamda modern bir burjuva sanat hareketi olarak empresyonizm çelişkili bir gelişmedir. Rönesans'ın klasik sanatı, devrimci burjuvazinin vizyonu ve güveninden kaynaklanan temel bir birlik duygusunu ifade ederken, empresyonizm kapitalizmin zaferini ve sanayi toplumunda bireyin atomizasyonunu yansıtır. Kendisini öznel ya da duyusal algıya dayandırarak, buna uygun olarak gerçekliği bir kırkyama olarak temsil eder:

"Dolayısıyla Empresyonizm bir anlamda gerilemenin, dünyanın parçalanmasının ve insansızlaşmasının bir belirtisiydi. Ama aynı zamanda, burjuva kapitalizminin uzun 'kapanış mevsiminde' ... burjuva sanatının görkemli bir doruk noktası, altın bir sonbahar, geç bir hasat, sanatçının elindeki ifade araçlarının muazzam bir zenginleşmesiydi."[4]

Kapitalist yükselişin sonunda sanat

'Belle Époque' ya da 'Yaldızlı Çağ' olarak adlandırılan yaklaşık 1890-1914 yılları arasındaki dönem, kapitalizmin görünüşte en iyimser ve teknolojik olarak en gelişmiş olduğu, özellikle güçlü ekonomik büyümenin sanatsal ve bilimsel gelişmeler (Freud'un bilinçdışı teorisi, kuantum ve görelilik teorisi) için verimli koşullar yarattığı bir dönemdir. Ancak yüzeyin altında bu aynı zamanda, militarizmin ve emperyalist gerilimlerin yükselişiyle, devletin topluma artan müdahalesi ve kitlesel işçi sınıfı mücadeleleriyle iç kemirici bir belirsizlik ve şüphe dönemidir: Hepsi kapitalizmin kalbinde büyüyen bir krizin işaretleri.

Bu dönemde beliren sanatsal akımlar (kübizm, dışavurumculuk, sembolizm) kaçınılmaz olarak bu çelişkileri yansıtır ve hem ilerici burjuva sanatının son bir çiçeklenmesini hem de sonunun ilk belirtilerini ifade eder. En son bilimsel ve felsefi teorilerin etkisini gösteren Kübizm (Picasso, Braque), nesnelerin tek bir bakış açısından tasvirini terk eder, onları birden fazla bakış açısından soyutlanmış biçimde analiz eder, parçalar ve yeniden birleştirir. Dışavurumculuk, fiziksel gerçeklikten ziyade öznel anlamı veya duygusal deneyimi tasvir ederek gerçekçiliği tastamam reddeder. Aynı zamanda edebiyatta (Kafka) ve geleneksel tonalitenin atonalite ve disonansla reddedildiği müzikte (Schoenberg, Webern, Berg) de etkilidir. Sembolizm (Baudelaire, Verlaine) mistisizm ve hayal gücü lehine gerçekçilik ve natüralizme karşı şiirsel bir tepkidir ve daha sonra "ölmekte olan şeylere düşsel bir inziva"[5] olarak tanımlanmıştır.

Burjuva modern sanatı içindeki radikal bir eğilim, kendisini yeni sanatsal değerlere sahip yeni bir ilerici toplumun avangardı olarak görmekte ve sanatın kapitalist toplumun modernleştirilmesinde oynayacağı bir rol olduğunu savunur. Bu 'modernist' avangard, tam da kapitalizmi içeriden reforme etme olanakları sona ermek üzereyken ortaya çıkar. Özellikle İtalya ve Rusya'da 20. yüzyılın başlarında resim, şiir, mimari ve müzikte etkili olan fütürizm (Marinetti, Mayakovsky, Malevich), gençlik, hız, dinamizm ve güç gibi kapitalist ilerlemenin tema ve sembollerini yüceltir. Ancak özellikle Almanya'daki diğer modernist unsurlar, kapitalist 'moderniteye' karşı daha eleştireldir ve burjuva toplumundaki yaşamın yabancılaşmasını ifade eder (Munch'un 'Çığlık'ı).

Burjuva modern sanatının ölümü

Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, bu Modernist avangardı, Marinetti ve İtalyan fütüristler gibi kapitalist ilerlemeyi yücelten ve coşkuyla barbarlığın (ve daha sonra faşizmin) yanında yer alanlar ile Rus fütüristler ve Alman dışavurumcular gibi savaşa karşı çıkan ve proleter hareketle az çok karışık ve kısmi bir şekilde ilişki kurmaya başlayan daha radikal eğilimler olarak ikiye ayırır.

Savaşa bilhassa verilen ilk sanatsal tepki dada'dır. Uluslararası bir savaş karşıtı ve anti-kapitalist hareket olan dada, muharebe meydanlarındaki kıyımı tüm burjuva kültürünün iflasının kanıtı olarak görür. 'Programı' anarşizme yakındır: kültürün yıkılması ve sanatın lağvedilmesi, ve pratiği kaos ve irrasyonaliteyi benimser (gazetelerden kırpılan rastgele bir araya getirilmiş kelimelerden yapılan şiirler vb.) İşçi sınıfının savaş karşıtı mücadelelerine daha yakın olan Berlin dadaistleri (Heartfield, Grosz, Dix, Ernst) daha açık bir şekilde komünist pozisyonlar alır, hatta kendi siyasi partilerini kurar ve Alman devrimini faal olarak desteklerler[6].

Ekim 1917 Rus devrimi, savaş sonrası devrimci dalganın ve modernist avangardın özgürleştirici bir sanat yaratma girişimlerinin doruk noktasıdır. Sovyetlerin iktidarı ele geçirmesini izleyen kısa bir dönem boyunca, çoğu kendisini açıkça devrimle özdeşleştiren büyük bir sanatsal deney ve faaliyet dalgası yaşanır. Genç Sovyet devletinin koruması ve Bolşevik Parti'nin eleştirel desteğiyle, Mayakovski'nin "Sokaklar fırçalarımız, meydanlar paletlerimizdir" sözünden ilham alan Rus avangardının bazı kesimleri (fütüristler, prodüktivistler, konstrüktivistler), sanatı gündelik yaşamı dönüştürmek için kullanmak amacıyla, mimarlık, endüstriyel tasarım, sinema, reklamcılık, mobilya, ambalaj ve kıyafetleri kucaklayan endüstriyel üretim namına 'saf' sanatı terk eder. Kültür ve sanatın geleceği hakkında hararetli tartışmalar yaşanmaktadır. Güçlü nüfuzlu Proletkult hareketi, önceki tüm kültürü reddetme eğiliminde olup yeni bir devrimci, proleter estetik yaratmak isterken, Troçki gibi diğerleri proleter kültür kavramını tamamen reddetmekte ancak yeni bir devrimci sanatın ortaya çıkmasını desteklemekte ve bunun acilen ortaya çıkmasını beklemektedir[7].

1917-1923 yılları arasında kapitalizmi temellerinden sarsan devrimci dalga bağlamında bu gerçek dışı görünmüyor. Dada'nın tüm burjuva kültür ve sanatına kestiği ceza dünya proletaryası tarafından yerine getirilmek üzere gibi görünüyor. Gerek Almanya'da, gerek İngiltere'de, gerek Amerika'da...

Ancak Rus kalesinin tecrit edilmesi ve proletaryanın Avrupa'daki devrimci girişimlerinin yenilgiye uğramasıyla birlikte, Bolşeviklerin modernist deneylere verdiği ilk desteğin yerini, Stalinist karşı-devrim pençesini sıktıkça muhalefetin bastırılması ve artan devlet kontrolü alır. Uluslararası alanda modernizm, Stalinist, faşist (özellikle İtalya'da) ya da sosyal demokrat olsun, gerici devlet kapitalisti rejimler tarafından resmi mimari üslup olarak benimsenerek nihayete erer

Sanat ve kapitalist karşı-devrim

Derinleşen burjuva karşı-devriminde Rus sanatsal avangardı, hayatta kalan komünist muhalefetle temelde aynı seçeneklerle karşı karşıyadır: 'sosyalist gerçekçilik' dayatmasıyla Stalinist totalitarizme boyun eğmek, sessizlik ya da sürgün. Faşizmin yükselişiyle birlikte Avrupalı avangart sanatçılar da giderek daha fazla sürgüne zorlanır ve/veya açıkça muhalif bir politik duruş sergiler.

Sürrealizm (Breton, Aragon, Ernst, Péret, Dali, Miró, Duchamp) dada'dan doğar ama ancak devrim için pratik fırsatlar azalmaya başlarken belirgin bir hareket haline gelir. Stalinizme karşı siyasi muhalefetle [8] yakından ilişkili hale gelen açıkça devrimci bir sanatsal harekettir. Sürrealizm fikirlerini Marksizmin yanı sıra Freudyen psikanalizden de alır ve bilinçdışını özgürleştirmek için serbest çağrışım, rüya analizi, yan yana getirme ve otomatizmin kullanımını vurgular. Derin bir yenilgi döneminde kapitalizm içinde kalıcı bir devrimci sanat pratiğini sürdürme çabası, onu çürümeye ve en nihayetinde geri kazanılmaya [recuperation] eğilimli kılar, ancak sürrealist fikirler görsel sanatlar, edebiyat, film ve müziğin yanı sıra felsefe ve siyasi ve sosyal teori üzerinde büyük bir etkiye sahiptir.

Burjuva karşı devriminin 1930'lardaki zaferiyle – Victor Serge’ün tabiriyle "Yüzyılın gece yarısı" - kapitalist kültürdeki çöküşün tüm klasik semptomlarının tam anlamıyla çiçek açtığını görüyoruz:

"İdeoloji çürür, eski ahlaki değerler tükenir, sanatsal yaratıcılık durgunlaşır ya da statükoya karşıt bir işlev görür, obskürantizm ve felsefi kötümserlik gelişir. [...] Sanat alanında dekadans kendini bilhassa şiddetli bir şekilde göstermiştir [...] Diğer dekadans dönemlerinde olduğu gibi, sanat, geçmiş biçimlerin ebedi bir tekrarı içinde durgunlaşmazsa, mevcut düzene karşı bir duruş sergilemeye çalışır ya da sıklıkla bir dehşet çığlığının ifadesidir."[9]

Çöküş gerçekten özgürleştirici bir sanata duyulan ihtiyacı daha da acil hale getirmektedir, ancak sistemin derinleşen krizi ve bunun burjuva toplumu üzerindeki etkileri, böyle bir sanatın ortaya çıkması için asgari koşulların giderek zayıfladığı anlamına gelirken, sanatın radikal küçük burjuvazideki geleneksel toplumsal tabanı daha da aşınmakta ve işçi sınıfı kitlesinin yaşamından izole edilmektedir.

Bu koşullarda, 'mevcut düzene karşı bir duruş sergilemeye çalışan' sanat kendini giderek daha fazla tecrit edilmiş bulur ya da şu ya da bu gerici siyasi fraksiyon tarafından propaganda olarak kullanılmak üzere geri kazanılır (Picasso'nun 'Guernica'sı). Kapitalist barbarlığa karşı bir dehşet çığlığını ifade eden sanat da benzer şekilde, mezalimin boyutları karşısında giderek daha güçsüz hale gelmektedir: İkinci Dünya Savaşı (1914-18'deki 20 milyona kıyasla çoğu sivil 60 milyondan fazla ölü), Nazi ölüm kampları, Hiroşima ve Nagazaki, Hamburg, Dresden, Stalinizmin kitlesel suçları... Adorno'nun deyişiyle, Auschwitz'den sonra zaten barbar olan bir kültüre daha fazla katkıda bulunmadan şiir yazmak imkânsız hale gelir.

Ancak kapitalist çöküş, üretici güçlerin durduğu anlamına gelmez. Sistem hayatta kalabilmek için üretimde devrim yapmaya ve üretkenliği artırmaya devam etmek zorundadır. Daha ziyade, Marx'ın 'çürüme olarak gelişme' olarak adlandırdığı şeyi giderek daha fazla görürüz. Benzer şekilde sanat alanında da, kısmen yeni teknolojik gelişmelere ve toplumdaki değişimlere yanıt olarak, sanatsal ekollerin ilerleyişini görmeye devam ederiz, ancak bu giderek daha fazla önceki tarzların apansız geri dönüştürülmesi, umut ve umutsuzluk arasında şiddetli ruh hali değişimleri, parçalanma ve her bir ekolün tam gelişimine ulaşmadan parçalanması ve yok olmasıyla karakterize olur. İnsan yaratıcılığı asla sona ermez, ancak kendini giderek daha fazla boğulmuş, kanalize edilmiş, engellenmiş ve yozlaşmış bulur. Hâlen sanatsal gelişmeler (caz) ve yeni teknik ve tarzların ortaya çıkışını görürüz, ancak bu gelişmeler giderek celladıyla randevusundan kaçan ve sadece yamyam misali kendini yiyerek hayatta kalan bir toplumun çürümüşlüğünü yansıtıyor.

Bu durum, 'savaş sonrası patlama' döneminde ortaya çıkan en etkili sanatsal ekol olan (en azından resim ve heykelde) soyut dışavurumculukla örneklendirilebilir. Soyut dışavurumculuk kısmen 1930'ların toplumsal gerçekçiliğinin (Rivera) açık siyasi içeriğine bir tepkidir. Sürrealizm ve Avrupa avangardından etkilenen bu akım, çeşitli derecelerde soyut imgeler yaratmak için bilinçdışı fikir ve duyguların spontane, doğaçlama ya da otomatik tekniklerle ifade edilmesini vurgular (Pollock, Rothko, Newman, Still). İkinci Dünya Savaşı'nın travmasından ve ABD'deki savaş sonrası baskıcı iklimden etkilenen bu akım, açık siyasi içerikten kaçınır ve ilham almak için ilkel sanata, mitolojiye ve mistisizme yönelir. Bunun yanında saf soyutlama arayışı, Soğuk Savaş'ta ABD devletinin, Rus emperyalist rakibinin 'sosyalist gerçekçiliğine' karşı kültürel bir silah olarak soyut dışavurumculuğu teşvik etmesini kolaylaştırır.

Sanat ve 'kültür endüstrisi'

Eğer 20. yüzyılın ortalarında sanat, tüm sınıflı toplumlarda görülen klasik çöküş belirtilerini sergiliyorsa, özellikle 'savaş sonrası patlama' döneminde, sadece sanatın kapitalist toplumda üretilme ve dağıtılma biçimini değil, aynı zamanda işçi sınıfı kitleleri tarafından 'deneyimlenme' biçimini de dönüştüren belirli gelişmeler de vardır. Bu gelişmelerin kümülatif etkisi, devrimci sanatın ortaya çıkış koşullarını daha da zayıflatmak ve hayatta kalan sanatsal avangardın yok oluşunu hızlandırmaktır. Bu gelişmelerin birçoğu bizzat çöküşün belirtileri ya da kapitalizmin kendi tarihsel krizinin çelişkilerini aşma girişimleridir. Bunlar şunları içerir:

- 'kültür endüstrisi'nin gelişmesi ve ürettiği metalara (müzik, filmler, televizyon programları, vs.) seri üretim tekniklerinin ve montaj hattı ilkelerinin uygulanması;

- devlet kapitalizminin ve özellikle de işçi sınıfını daha iyi kontrol etmek ve herhangi bir isyan belirtisini geri kazanmak için sofistike bir ideolojik aygıtın geliştirilmesi;

- savaş sonrası dönemde işçi sınıfı için reel ücretlerdeki göreli artışa ve kitlesel tüketim için artan meta üretimine (ki kısmen kredi genişlemesiyle finanse edilmiştir) dayanan 'tüketim toplumunun' yükselişi;

- pazarlama ve reklamcılık gibi üretken olmayan harcamaların ve faaliyetlerin artması.

Sonuç olarak, tarihte ilk kez kapitalizm, işçi sınıfı kitle halinde tüketimi için ucuza sanatsal metalar (müzik, film vb.) üretebilmekte ve böylece birikim güdüsünden gereksiz bir sapma olarak sanata karşı içsel düşmanlığının üstesinden gelebilmektedir. Bu, sanatsal metaların ideolojik amaçlarla kullanımını, sadece işçilere 'boş zamanlarında' 'eğlence'ye yönelik araçlar sağlayarak emeğin yeniden üretimini sağlamaya yardımcı olmak değil, aynı zamanda herhangi bir sanatsal muhalefet ifadesini geri kazanmak için de büyük ölçüde kolaylaştırır.

Proletarya Mayıs 1968 mücadeleleriyle tarih sahnesine geri döndüğünde, radikal sanat hareketlerinin (Arte Povera) ortaya çıktığını pekala görürüz, ancak beklenebilecek ölçekte değil. Bunun yerine, Avrupa sanatsal avangardının en radikal torunları olan Sitüasyonistler, 'gösteri toplumu'na, yani bürokratik kapitalizmin kültürü metalaştırmasına ve yıkıcı fikirleri geri kazanmak için kitle iletişim araçlarını kullanmasına yönelik eleştirileri ve "hayatın, siyasetin ve sanatın devrimci bir şekilde yeniden düzenlenmesi" için pratik eylem önerileri ile ayırt edilirler. Sitüasyonistler, tam da kapitalizmin tarihsel krizinin geri döndüğü anda bu 'gösterinin' gücünü abartırlar, ancak en radikal sanatsal faaliyetin bile açıkça politik, yani bu dönemde devrimci olmadığı sürece geri kazanılmaktan kaçınamayacağını tespit ederken gerçeğe daha yakınlar.

Sanat ve Çürüme

Kapitalizmin son evresine, yani çürüme evresine girmesiyle birlikte, Troçki'nin ifadesiyle "kölelik üzerine kurulu bir kültürün yıkıntıları altında çürüyen Grek sanatı gibi"[10] kaçınılmaz olarak çürüyecek olan sanatla birlikte tüm insan kültürünün de yok olması pek gerçek bir olasılıktır.

1970'lere gelindiğinde şirketler ve devlet kurumları tarafından desteklenip sübvanse edilmiş ve güvenli bir şekilde müzelere yerleştirilmiş modern sanat, Amerika ve Avrupa'daki resmi devlet kapitalist kültürünün bir parçasıdır. 1989-91'de Rus bloğunun çöküşüne kadar birbirini izleyen işçi sınıfı mücadelesi dalgalarına rağmen sanatın, 1980'lerin sahte ekonomik patlamasıyla hızlanan ve külçe olarak sanata yapılan altına hücum misali spekülatif yatırımları doğuran bir borç patlamasıyla körüklenerek daha da çürüdüğünü görürüz. Piyasanın aşırılıkları, karşı devrimin, savaş sonrası patlamanın ve 'kültür endüstrisinin' yükselişinin başlattığı işi bitirir.

Özellikle 1980'lerden itibaren 'post-modernizm'in ortaya çıkışı, bir anlamda modernizmin bu uzadıkça uzayan ölümünün kaçınılmaz nihai kabulüdür. 'Post-modernizm'in kökleri sol entelijansiyanın kurak bölgelerinde (Derrida ve diğerleri) bir 'demokratikleştirici proje' olarak ortaya çıkmıştır. Sadece sanatın avangard rolünün değil, aynı zamanda tarihin ileriye doğru hareketi türünden her kavramının da terk edilmesini kuramsallaştırır. Bu nedenle 1990'larda 'komünizmin sonu' ve 'tarihin sonu'na dair burjuva ideolojik kampanyalarının tamamına mükemmelen uyarak, yalnızca genel demoralizasyona ve umutsuzluğa katkıda bulunur.

Bu nedenle, çökmekte olan kapitalizmin son aşamasına, çürümeye girmesinden önce bile, sanatın ileri düzeyde çürümesine işaret edebiliriz, yani "tüm ‘sanatsal’ üretimin boşluğu ve yolsuzluğu: edebiyat, müzik, resim, mimari, kaygı, umutsuzluk, tutarlı düşüncenin çöküşü, boşluktan başka bir şey ifade edemiyor..."[11] Aslında bu açıklama yeterince ileri gitmemektedir. Buna, sanatta kendini yok etme, Alman sanatçı Anselm Kiefer'in deyimiyle 'anti-sanat' olma eğiliminin tespitiyle ekleme yapabiliriz. Çürüyen kapitalizmde anti-sanat bile ... sanattır: "Sanatta kendi hücrelerini yok eden bir şey vardır. Damien Hirst büyük bir anti-sanatçıdır. Sothebys'e gidip kendi eserinizi doğrudan satmak sanatı yok etmektir. Ama bunu bu kadar abartılı bir şekilde yapınca, bu kendisi sanat haline geliyor ... bunun çakılmadan [2008] iki gün önce olması daha da iyi oldu."[12]

Kapitalizmin 2007 öncesi spekülatif balonunun bir başka semptomu olarak görünen Hirst gibi 'sanatçı/girişimcilerin' kinik manipülasyonlarının ötesinde, daha temel bir gerçek var. Dışavurumcu şair Rainer Maria Rilke (1875-1926) sanatçıyı "hareketleri hücresinin kısıtlamasıyla bozulan bir dansçı”ya benzetir: “Adımlarında ve kollarının sınırlı salınımında ifade bulamayan şey, yorgunluk içinde dudaklarından dökülür ya da vücudunun yaşanmamış çizgilerini yaralı parmaklarıyla duvarlara kazımak zorunda kalır."[13] Eğer sanatçı gerçekten de hücredeki bir mahkûm gibiyse, o zaman çürüyen kapitalizmde en iyi sanatçılar, kapitalist yaşamın dayanılmaz koşullarına ve gerçek sanatsal ifadenin imkânsızlığına karşı 'kirli protesto'ya [dirty protest, 14] denk eylemlere başvurmaya giderek daha fazla zorlanmaktadır. Ancak görünen o ki, metalaşma ve geri kazanılmadan kaçmak için hücre duvarlarını kendi dışkınızla sıvamanız bile artık yeterli değil. İtalyan sanatçı Manzoni 1961 yılında kendi bokuyla dolu 90 tenekeden oluşan bir eser üretti. Sotheby's 2007 yılında tenekelerden birini 124,000 Euro'ya sattı.

 

[1] Bkz. Heinrich Heine: 'The revolution and the party of the nightingales’.

[2] Proudhon destekçisi olan Courbet, Paris Komünü'ndeki aktif rolü nedeniyle hapsedilmişti.

[3] Culture and Revolution in the Thought of Leon Trotsky, Revolutionary History, vol. 7, No. 2, Porcupine Press, London 1999, s. 102.

[4] Ernst Fischer, The Necessity of Art: A Marxist Approach, Pelican, 1963, s.75. Buna göre, empresyonist Cézanne da bu gerilemenin oldukça farkındaydı. Eski ustaların eserlerine dair şunu söyler: “İstediğiniz detay üzerine eğiliyor olun, sanki tüm melodiyi kafanızda duyabilirsiniz. Bütünden hiçbir şeyi kopartıp çıkaramazsınız. ... Yaptıkları kırkyama bizimki gibi değildi...” (Fischer, s.75).

[5] Edmund Wilson, Axel's Castle, 1931. Sembolistler o dönemde 'dekadanlar' olarak da bilinirlerdi.

[6] 1919 başlarında kurulan ‘Dünya Devrimi için Merkez Dada Konseyi'nin çağrıları şöyleydi“1) Tüm yaratıcı ve aydın erkek ve kadınların radikal Komünizm temelinde enternasyonal birliği; (...) Mülkiyetin acil lağvedilmesi (...) ve herkesin komünal olarak doyurulması (...) Simültaneist şiirin Komünist devlet duası olarak kabul edilmesi.” (Wikipedia).

[7] Troçki, Communist policy toward art, 1923. Proletkult hareketi ve Bolşevik Parti içerisinde kültüre dair tartışmalar için şu seriye bkz. “Communism is not just a nice idea” in International Review nos. 109, 111.

[8] Dali faşizmi desteklerken Aragon gibi kimi sürrealistler de Stalinizmin savunucusu oldular. Önde gelen sürrealistler Troçki ile temas kurdu ve hareket Sol Muhalefet ile oldukça yakınlaştı, fakat öncü sürrealist şair Benjamin Péret gerici siyasi konumları dolayısıyla Troçkist Dördüncü Enternasyonalden 1948'de koparak Munis’in grubuyla çalışmalara başladı.

[9] The Decadence of Capitalism, ICC broşürü.

[10] Troçki, Art and politics in our epoch, 1938.

[11] “Theses on decomposition, the final phase of capitalism’s decadence”, International Review no. 107, 2001. Buna eğitim sisteminin topyekün krizini ve bunun geleneksel sanat becerisi, bilgisi ve teknikleri üzerindeki etkisini de ekleyebiliriz.

[12] Guardian, 9 Aralık 2011.

[13] Alıntının kaynağı: Norman O. Brown, Life against death. The psychoanalytical meaning of history, 1959, s. 66.

[14] Geçici IRA mensubu tutsakların 80'lerin başında gerçekleştirdikleri hapishane protestosu.

Tags: 

Rubric: 

Sanat tarihi

İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya, Meksika, Çin... Her yerde aynı soru: Mücadeleyi nasıl geliştirebiliriz? Hükümetlere nasıl geri adım attırabiliriz?

7 Mart'ta Fransa'da, 8 Mart'ta İtalya'da, 11 Mart'ta İngiltere'de genel grevler ve dev gösteriler gerçekleşti. Öfke her yerde büyüyor ve yayılıyor.

İngiltere'de dokuz aydır tarihi bir grev dalgası yaşanıyor. Yıllarca süren kemer sıkma politikalarına ses çıkarmadan katlandıktan sonra, İngiltere'deki proletarya artık bu fedakarlıkları kabul etmiyor. "Artık Yeter" sloganı yükseliyor. Fransa'da ise, barutu ateşleyen emeklilik yaşının artması girişimi oldu. Milyonlarca insan sokaklara döküldü. Burada yükselen slogan da "ne bir yıl daha fazla, ne bir euro eksik". İspanya'da sağlık sisteminin çökmesine karşı büyük mitingler düzenlendi ve birçok sektörde (temizlik, ulaşım, bilişim vb.) grevler patlak verdi. Gazeteler "La indignación llega de lejos / Öfke yurtdışından yayılıyor" başlıklarını taşıdı. Enflasyonla boğuşan Almanya'da kamu sektörü çalışanları ve onların postacılar, (burjuva basına göre) "Almanya'da daha önce hiç görülmemiş" bir şey olan maaş artışı için greve gittiler. Danimarka'da askeri bütçe artışını finanse etmek için bir resmi tatilin kaldırılmasına karşı grevler ve gösteriler patlak verdi. Portekiz'de öğretmenler, demiryolu işçileri ve sağlık çalışanları da düşük maaşları ve hayat pahalılığını protesto ediyor. Hollanda, Danimarka, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Meksika, Çin… Aynı dayanılmaz ve onursuz yaşam koşulları benzer grevlerle sallanıyor. Buralarda da “Esas zor olan ısınamamak, yemek yiyememek, kendine bakamamak, benzin bulamamak” sloganları yükseliyor.

İşçi Sınıfının Geri Dönüşü

Bütün bu ülkelerde mücadelelerin eşzamanlılı yükselişi bir tesadüf değil. Bunlar sınıfımız içindeki gerçek bir ruhsal değişimin göstergesidir. Otuz yıldır süren teslimiyet ve umutsuzluğun ardından, mücadelelerimizle şunu söylüyoruz: "Artık buna katlanmayacağız. Savaşabiliriz ve savaşmalıyız".

İşçi sınıfında mücadele ruhunun yeniden dirilişi, bir arada durmamıza, dayanışma göstermemize, mücadelemizde gururlu, onurlu ve birleşmiş hissetmemizi sağlıyor. Kafamızda çok basit ama son derece değerli bir fikir filizleniyor: Kaderimiz ortak!

Beyaz yakalı, mavi yakalı ya da kravatlı çalışanlar, işsizler, güvencesiz öğrenciler, emekliler, kamu ve özel tüm sektörlerden, hepimiz kendimizi aynı sömürü koşullarının bir araya getirdiği toplumsal bir güç olarak görmeye başlıyoruz. Aynı sömürüye, aynı kapitalizm krizine, yaşam ve çalışma koşullarımıza yönelik aynı saldırılara maruz kalıyoruz. Aynı mücadelenin içindeyiz. Biz işçi sınıfıyız.

İngiltere'deki grevciler "İşçiler bir arada" diye bağırıyor. Fransa'daki kitle, "Ya birlikte savaşırız ya da sokakta uyuruz" diyor.

Kazanabilir miyiz?

Geçmişteki bazı mücadeleler, hükümetleri geriletmenin, saldırılarını yavaşlatmanın mümkün olduğunu gösteriyor.

1968'de Fransa'daki proletarya, mücadelelerini kontrol altına alarak birleşmişti. 13 Mayıs'ta öğrencilerin maruz kaldığı polis baskısını protesto etmek için yapılan devasa gösterilerin ardından, fabrikalarda ve tüm işyerlerinde yangın gibi yayılan iş bırakma ve genel işçi asambleleri, 9 milyon grevciyle uluslarası işçi hareketi tarihinin en büyük grevini gerçekleştirmişti. İşçi mücadelesinin bu genişleme ve birlik dinamiğiyle karşı karşıya kalan hükümet ve sendikalar, hareketi durdurmak için telaşla bir genel ücret artışı anlaşması imzaladılar.

1980'de Polonya'da gıda fiyatlarının artışı karşısında grevciler, büyük genel kurullarda toplanarak, talep ve eylemleri kendileri kararlaştırarak ve her şeyden önce sürekli mücadeleyi büyütme hedefiyle kavgayı daha da ileri taşıdılar. Bu güç karşısında titreyen sadece Polonya burjuvazisi değil, tüm ülkelerin burjuvazisi oldu.

2006'da Fransa'da, yalnızca birkaç haftalık bir mücadelenin ardından hükümet "Contrat Premiere Embauche" yasasını geri çekti. Bunun nedeni neydi? Burjuvaziyi bu kadar korkutan, ona bu kadar çabuk geri adım attıran neydi? Güvencesiz öğrenciler, üniversitelerde işçilere, işsizlere ve emeklilere açık kitlesel genel toplantılar (asambleler) örgütlediler ve birleştirici bir slogan geliştirdiler: geçici işçi çalıştırmaya ve işsizliğe karşı mücadele. Bu meclisler, tartışmaların yapıldığı ve kararların alındığı hareketin nefes kanalı oldular. Sonuç: her hafta sonu gösteriler giderek daha fazla sektörü bir araya getirdi. İşçiler ve emekliler, "taze ve bayat ekmekler, hepsi aynı salatada" sloganıyla öğrencilere katıldı. Hareketin birleşme eğilimi karşısında, Fransız burjuvazisi ve hükümetinin CPE'yi geri çekmekten başka çaresi yoktu.

Bütün bu hareketlerin ortak noktası, mücadeleyi işçilerin bizzat kendi kontrolleri altında yürütmeleri sayesinde beliren genişleme dinamiğidir!

Bugün, ister ücretli işçi, ister işsiz, ister emekli ya da güvencesiz öğrenciler olalım, mücadelelerimizi doğrudan kendi kontrolümüze almaya cüret edemiyoruz, kendimize ve kolektif gücümüze hâlâ güvenimiz yok. Ama başka bir yol da yok. Sendikaların önerdiği tüm "eylemler" yenilgiye gidiyor. Gözcüler, grevler, gösteriler, ekonomiyi bloke etme... bunlar sendikaların kontrolü altında kaldığı sürece sonuç hep aynı olacaktır. Sendikalar koşullara göre eylemlerinin biçimini değiştirseler de, onların amacı her zaman mücadeleyi nasıl yürüteceğimize dair tartışmayı ve kendi kararlarımızı almamızı engellemek üzere farklı sektörleri bölmek ve izole etmektir.

Birleşik Krallık'ta dokuz aydır sendikalar ne yapıyor? İşçileri dağıtıyorlar: Her gün farklı bir sektör grevde. Her biri kendi köşesinde, her biri ayrı grev hattında. Kitle toplantıları yok, toplu tartışma yok, mücadelede gerçek bir birlik yok. Bu bir strateji hatası değil, kasıtlı bir bölme çabasıdır.

1984-85'te Thatcher hükümeti Birleşik Krallık'ta işçi sınıfının belini kırmayı nasıl başardı? Madencileri diğer sektörlerdeki sınıf kardeşlerinden izole eden sendikaların kirli faaliyetiyle. Sendikalar madencileri uzun ve kısır bir greve kilitlediler. Madenciler bir yılı aşkın bir süre boyunca "ekonomiyi bloke etme" sloganıyla ocakları kapattı. Tek başına ve güçsüz, grevciler güçlerinin ve cesaretlerinin sonuna kadar gittiler. Onların yenilgisini, tüm işçi sınıfı paylaştı! Birleşik Krallık işçileri ancak şimdi, otuz yıl sonra başlarını kaldırıyor. Dolayısıyla bu yenilgi, dünya proletaryasının unutmaması gereken bedeli ağır ödenmiş bir derstir.

Ancak açık, kitlesel ve otonom genel toplantılarda bir araya gelerek, hareketin gidişatına gerçekten karar vererek, tüm sektörler, tüm kuşaklar arasında dayanışma ile ileriye taşınan birleşik ve yaygın bir mücadele yürütebiliriz. Kollektif gücümüzü hissederek birleştiğimiz ve kendimize güvendiğimiz, giderek birleştirici talepleri benimseyebildiğimiz genel toplantılarda. En yakın fabrikada, hastanede, okulda, işletmede sınıf kardeşlerimizle, işçilerle buluşmak için kitlesel temsilciler kurabilen genel toplantılar.

Gerçek zafer mücadelenin kendisidir.

"Kazanabilir miyiz?" Cevap evet, ancak ve ancak mücadelemizi kendi elimize alırsak. Böylece anlık da olsa saldırıları durdurabilir, bir hükümeti geriletebiliriz.

Ama gerçek şu ki, mevcut küresel ekonomik kriz proletaryanın bütün kesimlerini yoksulluğa itecek. Uluslararası pazar ve rekabet arenasında ayakta kalabilmek için her ülkenin burjuvazisi ve hükümeti ister sol, ister sağ veya merkez, ister geleneksel ister popülist olsun, giderek daha dayanılmaz yaşam ve çalışma koşullarını işçilere dayatacak.

Gerçek şu ki, gezegenin dört bir yanında savaş ekonomisinin gelişmesiyle, burjuvazinin talep ettiği "fedakarlıklar" giderek daha dayanılmaz hale gelecek.

Gerçek şu ki, tüm uluslar arasındaki emperyalist çatışma, tüm insanlığı yok oluşa götürebilecek bir yıkım ve kanlı kaos sarmalıdır. Ukrayna'da her gün bir insan seli, bazen 16 veya 18 yaşındakiler, ister Rus ister Batılı olsun, korkunç ölüm makinalarıyla katlediliyor.

Gerçek şu ki, basit grip salgınları bile artık tükenmiş sağlık sistemlerini dize getiriyor.

Gerçek şu ki, kapitalizm gezegeni harap etmeye ve iklimi mahvetmeye, yıkıcı sellere, kuraklıklara ve yangınlara neden olmaya devam edecek.

Gerçek şu ki, milyonlarca insan savaşlardan, kıtlıklardan, iklim felaketlerinden kaçmaya devam edecek ama başka ülkelerin sınırlarındaki dikenli telli engellere çarpacak veya denizlerde boğulacak.

Öyleyse şu soru ortaya çıkıyor: Düşük ücretlere, ağır çalışma koşullarına, şu ya da bu “reforma” karşı mücadele etmenin anlamı nedir? Çünkü mücadelelerimiz, sınıfların ve sömürünün, savaşların ve sınırların olmadığı başka bir dünyanın umudunu bağrında yeşertiyor.

Gerçek zafer mücadelenin kendisidir. Bir kere mücadeleye girmiş, dayanışmamızı geliştirebilmiş olmak zaten bir zaferdir. Birlikte mücadele ederek, ezilmeyi reddederek yarının mücadelelerini hazırlıyor ve yolumuza çıkacak kısmi yenilgilere rağmen yavaş yavaş yeni bir dünyanın koşullarını yaratıyoruz.

Mücadelede içerisinde gelişen dayanışma, rakip şirketlere ve uluslara bölünmüş bu sistemin ölümcül rekabetinin antitezidir.

Nesiller arasında kurduğumuz dayanışma, geleceğin inkar eden bu sistemin yıkım sarmalının antitezidir.

Mücadelemiz, militarizm ve savaş sunağında kurban edilmenin reddini temsil ediyor.

İşçi sınıfının mücadelesi, doğrudan doğruya kapitalizmin ve sömürünün temellerine yönelik bir meydan okumadır.

Her grev, içinde devrimin tohumlarını taşır.

Gelecek, sınıf mücadelesinindir!

Enternasyonal Komünist Akım (25 Şubat 2023)

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

İsrail’de, Gazze’de, Ukrayna’da ve Azerbaycan’da Katliam ve Savaşlar... Kapitalizm Ölüm Saçıyor! Bu Gidişatı Nasıl Durudurabiliriz?

"Dehşet", "katliamlar", "terörizm", "terör", "savaş suçları", "insani felaket", "soykırım"... Dünya basının ön sayfalarını kaplayan bu kelimeler Gazze'deki barbarlığın boyutları hakkında çok şey anlatıyor.

7 Ekim'de Hamas, yaşlı, kadın ve çocuk ayırmaksızın, 1.400 İsrailliyi öldürdü. O günden bu yana İsrail Devleti intikam almak amacıyla toplu katliamlar yapmaktadır. Gazze'ye gece gündüz yağan bombalar şimdiden 4.800'ü çocuk olmak üzere 10.000'den fazla Filistinlinin ölümüne neden oldu. Yıkıntıların arasında hayatta kalanlar ise su, elektrik, gıda ve ilaç dahil, en temel ihtiyaçlardan mahrum durumda. Şu anda iki buçuk milyon Gazzeli açlık ve salgın hastalık tehdidi altında, 400.000'i Gazze Şehrinde esir ve her gün yüzlerce kişi füzelerle öldürülüyor, tanklarla eziliyor, kurşunlarla infaz ediliyor.

Tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi Gazze'de de ölüm her yerde. Marioupol'un Rus ordusu tarafından yerle bir edilmesini, insanların göç etmesini, insanları diri diri gömen siper savaşlarını unutmayalım. Bugüne kadar Ukrayna-Rusya savaşında yaklaşık 500.000 kişinin öldüğü düşünülüyor. Ölenlerin yarısı Rusya diğer tarafı ise Ukrayna’dan. Bütün bir Rus ve Ukraynalı nesli, vatanı savunması adına, ulusal çıkarlar uğruna kurban ediliyor. Dahası da var: Eylül sonunda Dağlık Karabağ'da 100.000 kişi Azerbaycan ordusu ve soykırım tehdidi karşısında kaçmak zorunda kaldı. Yemen'de kimsenin bahsetmediği çatışma 200,000'den fazla can aldı ve 2.3 milyon çocuğu yetersiz beslenmeye mahkum etti. Aynı savaş dehşeti Etiyopya, Myanmar, Haiti, Suriye, Afganistan, Mali, Nijer, Burkina Faso, Somali, Kongo ve Mozambik'te de yaşanıyor... Bunlara ek olarak Sırbistan ile Kosova arasındaki gerilim de yükseliyor.

Tüm bu barbarlığın sorumlusu kim? Bu savaşlar daha ne kadar yayılabilir? Ve hepsinden önemlisi, hangi güç bu savaşa karşı koyabilir?

Tüm Devletler Savaş Suçlusudur

Bu satırlar yazıldığı sırada bütün ülkeler İsrail'e saldırısını "ılımlı hale getirmesi" ya da "askıya alması" çağrısında bulunuyordu. Bir buçuk yıl önce Ukrayna'ya aynı vahşetle saldıran ve 1999'da Çeçenistan'da aynı "terörle mücadele" bahanesiyle 300.000 sivili katleden Rusya ateşkes talep ediyor. Çin barış istediğini söylerken diğer yandan da Uygur nüfusunu yok ediyor ve Tayvan’da yaşayanları büyük bir savaşla tehdit ediyor. Suudi Arabistan ve Arap müttefikleri İsrail'in saldırılarına son vermesini isterken diğer yandan Yemen halkını katlediyor. Türkiye Gazze'ye yönelik saldırıya karşı çıkarken Kürtleri yok etme hayalleri kuruyor. Büyük demokrasilere gelince, onlar da bir yandan "İsrail'in kendini savunma hakkını" desteklediklerini ifade edip, diğer yandan da 1914'ten beri düzenli aralıklarla giriştikleri kitlesel katliamlarda edindikleri uzmanlıkla, "insani ateşkes" ve "uluslararası hukuka saygı" çağrısında bulunuyorlar.

İsrail Devleti "Gazze'nin yok edilmesi meşrudur" diyor, ve buna örnek olarak Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan nükleer bombaları, Dresden ve Hamburg'un bombardımanı için söylenenleri örnek veriyor. ABD’de, Afganistan ve Irak savaşlarını bugün İsrail ile aynı argümanlar ve aynı yöntemlerle yürütmüştü! Tüm devletler savaş suçlusudur! Büyük ya da küçük, zayıf ya da güçlü, savaş kışkırtıcısı ya da ılımlı görünen, bütün devletler, hepsi gerçekte dünya çapındaki emperyalist savaşlarda yer almakta ve hepsi işçi sınıfını kurbanlık koyun olarak görmektedir.

İsrail ve Filistin'in iki bağımsız ve özerk devlet olarak tanınmasını savunan kimi ikiyüzlü sahtekarlar, bunun barış ve çözüm getireceğine inanmamızı istiyor. Filistin Yönetimi, Hamas ve El Fetih bir “Filistin Devletinin” nasıl bir şey olacağının göstermektedir: bu devlet de tıpkı diğerleri gibi işçileri sömürecek, diğerleri gibi kitleleri ezecek, diğerleri gibi savaşacaktır. Gezegende halihazırda 195 "bağımsız ve özerk" devlet bulunuyor. Bunlar, "savunma" için yılda 2.000 milyar dolardan fazla harcıyorlar! Ve 2024 yılında bu savaş bütçelerinin daha da büyümesi bekleniyor.

Güncel Savaşlar ve Askeri Taktik Olarak Yıkım

Peki Birleşmiş Milletler neden bir süre önce "Acil bir insani ateşkese ihtiyacımız var. Otuz gün oldu. Yeter artık. Artık durmalı" diye bir açıklama yaptı? Belli ki, Filistin'in müttefikleri İsrail saldırısının sona ermesini istiyor. İsrail'in müttefikleri, yani "uluslararası hukuka" saygı duyduklarını iddia eden "büyük demokrasiler" ise İsrail ordusunun istediğini yapmasına hiç ses çıkarmadan izin veremezler. İsrail Ordusu’nun katliamları fazlasıyla görünür durumda. Özellikle de "büyük demokrasiler" "Rus saldırganlığına" ve "savaş suçlarına" karşı Ukrayna'ya açık askeri destek verirken bu durum bu devletler için bir sorun oluşturuyor. İki "saldırganlığın" barbarlığının çok benzer görünmesini bu yüzden istemeyiyorlar.

Ancak daha derinde şöyle bir neden yatıyor: devletler kaosun yayılmasını sınırlamaya çalışıyor, çünkü bu bir noktada hepsini etkileyebilir, ve bu çatışma çok fazla yayılması durumunda bütün devletlerin kaybedeceği şeyler var. Hamas saldırısı ve İsrail'in buna verdiği yanıtın ortak noktasını ikisinin de düşmanı tamamen imha etmeye yönelik taktiği oluşturuyor. Ne terörist katliam ne de halı bombardımanı taraflara kalıcı bir zafer getirebilir. Bu savaş Orta Doğu'yu sadece daha da büyük bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine sürüklüyor.

İsrail Gazze'yi yerle bir etmeye ve halkını enkazın altına gömmeye devam ederse, Batı Şeria'nın da alev alması, Hizbullah'ın Lübnan'ı savaşa sürüklemesi ve İran'ın da savaşa dahil olması riski var. Kaosun tüm bölgeye yayılması sadece Amerikan nüfuzuna değil, aynı zamanda değerli yeni “İpek Yolu” bölgeden geçen Çin'in küresel hırslarına da bir darbe olacaktır.

Üçüncü dünya savaşı tehdidi artık herkesin dilinde. Gazeteciler televizyonlarda bunu açıkça tartışıyor. Gerçekte ise mevcut durum çok daha tehlikeli. Artık ortada, 1914-18 ve 1939-45'te ya da Soğuk Savaş boyunca olduğu gibi, kendi içerisinde disipline edilmiş iki blok yok. Çin ve ABD arasındaki ekonomik ve askeri rekabet giderek daha acımasız ve baskıcı hale gelirken, diğer uluslar bu iki devden birinin ya da diğerinin emrine girmiyor, tersine, başlarına buyruk, öngörülemez ve kakofoni içinde kendi oyunlarını oynuyorlar. Rusya, Ukrayna'ya saldırırken Çin’in karşıt yöndeki önerilerini dikkate almadı. İsrail ise Amerikan tavsiyelerine rağmen Gazze'yi eziyor. Bu iki çatışma, tüm insanlığı ölümle tehdit eden tehlikeyi özetliyor: Bu tehlike, tek amacı düşmanı istikrarsızlaştırmak ya da yok etmek olan savaşların çoğalmasıdır. Sonu gelmez, mantıksız ve nihilist bir intikamlar zincirinin salınması; her koyun kendi bacağından asıldığı böyle bir süreç, kontrol edilemez bir kaosa gitmektedir.

Üçüncü bir dünya savaşı için Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Doğu Asya proleterlerinin anavatan adına hayatlarını feda etmeye, bayrak ve ulusal çıkarlar için silahlanmaya ve birbirlerini öldürmeye hazır olmaları gerekiyor ama bugün durum kesinlikle böyle değildir. Ancak mevcut süreç, kitleler orduya alınarak mobilize edilmeden de gelişebilir. 2000'li yılların başından bu yana, gezegenin giderek daha geniş alanları şiddet ve kaosun içine gömüldü: Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Lübnan, Ukrayna, İsrail ve Filistin... Bu kangren yavaş yavaş, ülke ülke, bölge bölge yayılıyor. Kapitalizm için, bu çürümüş ve kokuşmuş sömürü sistemi için mümkün olan tek gelecek budur.

Savaşa son vermek için kapitalizm yıkılmalıdır

Peki biz ne yapabiliriz? Her ülkenin işçileri, sözde olası bir barış, "uluslararası toplumdan", BM'den ya da herhangi bir yağma çetesinden gelecek herhangi bir çözüm konusunda yanılsamaya kapılmamalıdır. Kapitalizm savaştır. 1914'ten bu yana savaşlar neredeyse hiç durmadı, dünyanın bir yerinden diğerine durmadan sıçradı. Önümüzdeki tarihsel dönem, bu ölümcül dinamiğin giderek akıl almaz bir barbarlıkla yayıldığını ve güçlendiğini gösterecek.

Bu nedenle bütün ülkelerin işçileri, Doğu'da, Ortadoğu'da ve diğer her yerde şu ya da bu burjuva kampının yanında yer almayı reddetmelidir. İşçiler, "Saldırı altındaki Ukrayna halkı", "tehdit altındaki Rusya", "şehit edilen Filistinli kitleler", "terörize edilen İsrailliler" ile "dayanışma" göstermelerini isteyen aldatıcı retoriği reddetmelidir... Tüm savaşlarda, sınırların her iki tarafında da, devlet her zaman insanları iyi ile kötü, barbarlık ile uygarlık arasında bir mücadele olduğuna inandırmaya çalışır. Gerçekte, tüm bu savaşlar her zaman rakip uluslar, rakip burjuvaziler arasındaki çatışmalardır. Bunlar her zaman sömürülenlerin sömürücülerinin çıkarı için öldüğü çatışmalardır.

Dolayısıyla işçilerin dayanışması "İsrailliler", "Ukraynalılar" ya da "Ruslar" için olmadığı gibi "Filistinliler" için de değildir, çünkü tüm bu milliyetler arasında sömürenler ve sömürülenler vardır. Dayanışmanın odağı İsrail'in ve Filistin'in, Rusya'nın ve Ukrayna'nın, dünyanın bütün işçileri ve işsizleridir. Gerçek dayanışma, "Barış için" gösteri yaparak değil, bir tarafı diğerine karşı desteklemeyi seçerek değil, ancak savaşın kurbanlarıyla, sivil halkla ve her iki tarafın askerleriyle, kurbanlık koyun olarak savaş sürülen üniformalı proleterlerle olabilir. Dayanışmanın tek yolu, TÜM kapitalist devletleri, bizi şu ya da bu ulusal bayrağın, şu ya da bu savaş davasının arkasında toplanmaya çağıran TÜM partileri, bizi barış ve halklar arasında "iyi ilişkiler" yanılsamasıyla kandıran TÜM partileri tamamen reddetmekten geçmektedir.

Bu dayanışma her şeyden önce tüm savaşların sorumlusu olan kapitalist sisteme karşı mücadelemizi, ulusal burjuvazilere ve onların devletlerine karşı mücadelemizi geliştirmek anlamına gelmektedir.

Tarih, kapitalist savaşa son verebilecek tek gücün, burjuva sınıfının doğrudan düşmanı olan sömürülen sınıf, proletarya olduğunu göstermiştir. Ekim 1917'de Rusya işçileri burjuva devletini devirdiğinde ve Kasım 1918'de Almanya işçileri ve askerleri ayaklandığında durum buydu: proletaryanın bu büyük mücadele hareketleri hükümetleri ateşkesi imzalamaya zorladı. Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren şey devrimci proletaryanın gücüydü! İşçi sınıfı, kapitalizmi dünya ölçeğinde yıkarak her yerde gerçek ve kesin barışı kazanmak zorunda kalacaktır.

Önümüzde uzun bir yol var. Bugün ilk adım, içinden çıkılmaz bir krize sürüklenen bir sistem tarafından bize yöneltilen ve giderek sertleşen ekonomik saldırılara karşı sınıfsal bir zeminde mücadele geliştirmektir. Çünkü yaşam ve çalışma koşullarımızdaki kötüleşmeyi reddederek, bütçenin dengelenmesi, ulusal ekonominin rekabet gücü ya da ordu adına yapılan sürekli fedakarlıkları reddederek, kapitalizmin en temel ilkesine, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı mücadeleye girişmiş oluyoruz.

Bu mücadelelerde birlikte durarak, dayanışmamızı geliştirebilir, tartışabilir, birleşik ve örgütlü olarak gücümüzün farkına varabiliriz. Sınıf mücadelelerinde proletarya, kapitalizmin tam karşıtı olan bir dünyayı bağrında geliştirir: bir yanda, karşılıklı ekonomik ve askeri rekabete boğulmuş uluslara bölünmüş bir dünya ve bunun kendi intiharına doğru gidişi; diğer yanda ise, dünyanın tüm sömürülenlerinin potansiyel birliği. Proletarya bu uzun yolda yürümeye, 2022'de Birleşik Krallık'taki "huzursuzluk yazı" sırasında, 2023'ün başlarında Fransa'da emeklilik reformuna karşı toplumsal hareket sırasında, geçtiğimiz haftalarda ABD'de sağlık ve otomobil sektörlerindeki tarihi grevler sırasında ilk adımlarını atmaya başladı. Bu enternasyonal dinamik, işçiler açısından mücadele ruhunun tarihi geri dönüşüne, yaşam ve çalışma koşullarındaki kalıcı kötüleşmeyi kabul etmeyi reddetmeye ve mücadele eden işçiler olarak sektörler ve nesiller arasında dayanışma gösterme eğiliminin güçlendiğine işaret etmektedir. Gelecekteki hareketler, ekonomik kriz ile savaş arasında, talep edilen ekonomik fedakarlıklar ile askeri bütçeler arasında, köhnemiş küresel kapitalizmin beraberinde getirdiği tüm belalar arasında, birbirini besleyen ekonomik, savaş ve iklim krizleri arasında bağlantı kurmak zorunda kalacaktır.

Milliyetçiliğe karşı, sömürücülerin bizi sürüklemek istediği savaşlara karşı, 1848’in Komünist Manifestosu'nda ifade edilen slogan bugün işçiler için her zamankinden daha günceldir:

"İşçilerin vatanı yoktur!

Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!"

Tek Yol Enternasyonal proletaryanın Sınıf Savaşı!

Enternasyonal Komünist Akım, 7 Kasım 2023

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Savaş