EKAonline - 2000s

-

EKAonline - 2007

-

Bangladeş Hazır Giyim Ve Tekstil İşçilerinin İsyanı

Bu yazı Enternasyonel Komünist Akım'ın Hindistan'daki yayın organı Komünist Enternasyonalist (Communist Internationalist) tarafından yazılmıştır. Çeviri Kara Kızıl Notlar tarafından yapılmış ve ilk olarak Kara Kızıl Notlar Ekim-Kasım-Aralık 2006 Sayısında basılmıştır.


[13 Haziran 2006]

20 Mayıs ile 6 Haziran 2006 tarihleri arasında Bangladeş'in başkenti Dhaka'nın içinde ve etrafındaki sanayi bölgelerinde yoğunlaşmış olan yaklaşık 1.8 milyon tekstil işçisi bir kitlesel proleter isyanı niteliğine varan muazzam bir eşzamanlı kitlesel vahşi kedi grevleri serisine girişti. Bu dönem boyunca, özellikle de işçilerin isyanının zirvede olduğu 20 ve 24 Mayıs arasında, yaklaşık 4000 fabrikanın işçisi iş bıraktı. Bu işçiler, gettolarından katılan işçilerle birlikte sürekli eylemlerde bulundular ve başkenti diğer büyük sanayi şehirlerine bağlayan yolları kestiler. Bu kitlesel isyanla yüz yüze kalan burjuvazi büyük bir baskı ve sindirme harekâtını devreye soktu. Resmi kaynaklara göre ilk haftada en azından 3 işçi vurularak öldürüldü, 3000'i yaralandı ve birkaç bini tutuklandı.

Her ne kadar 2526 Mayıs'ta burjuvazi işçi isyanının zirve noktasından paramiliter güçleri devreye sokarak ve sendikaların da yardımıyla geriletmeye başlamış olsa da, isyan 6-7 Haziran'a dek sürdü. Farklı İhracat İşleme Bölgeleri (İİB) ve sanayi bölgelerindeki işçiler vahşi kedi grevlerine ve gösterilere devam ettiler - çoğu tekstil fabrikası kapalı kaldı. Devlet fabrikaların ancak düzen tamamen sağlandığında 8 Haziran'dan sonra açılacağını açıkladı.

Bangladeş'teki İşçilerin Barbarca Sömürülmesi - ‘Taşeronlaşma ve Ekonomik Büyüme'nin Gerçek Yüzü

Bangladeş'in durgun ekonomisinin ortasında hazırgiyim sektörü burjuvazinin övündüğü tek sektördür. Bu sektör tümüyle ihracata dönük ve çoğu uluslararası alıcılara çalışan 4400'ün üzerinde birimden oluşmakta. Bazıları uluslararası şirketlere aittir. Hazır giyim fabrikalarının çoğu Dhaka içinde ve etrafında kümelenmiş olan Ghazipor, Savar, Ashulia, Mirpur, Tejgaon, Mohakhali, Uttara, Wari ve Tongi gibi İhracat İşleme Bölgeleri ve sanayi bölgelerinde bulunmakta. Tekstil ve hazır giyim ihracatı 9.3 milyar dolarlık Bangladeş ihracatının %70'ini oluşturuyor.

Sektörde 1.8 milyon işçi çalışmakta ve bunların %90'ı kadın. Tekstil işçileri Bangladeş işgücünün %40'ını oluşturmaktadır. Bangladeş'teki tekstil işçilerinin vahşi biçimde sömürülmesi kapitalizmin merkezi tarafından taşeronlaştırılmış üçüncü dünya ülkelerindeki pek çok sektördeki işçilerin durumu ile benzer. Asgari ücret aylık 900 Takka yani 14 dolar. Bu ücret bile tekstil ve diğer sektör fabrikalarının yarısında ödenmemekte.

Ancak açlık ücretleri vahşi sömürünün tek ifadesi değil. Birkaç yıl önce yasal iş haftası 72 saate uzatıldı, fi ili işgünü ise sık sık 16 saati bulmakta. Tekstil sektöründe haftalık tatil yok - isyanın taleplerinden biri zorunlu haftalık tatil idi. Resmi tatil veya yıllık izin de bulunmamakta. Ayrıca patronlar "yangın ve işyerinin yıkılması gibi işyeri kazalarında ölen işçi sayısının 4000'i bulmasının da gösterdiği gibi, işyeri güvenliğine ilişkin pervasız bir umursamazlık içindeler." (New Age, 24th May 2006).

Görünen o ki burjuvazi bu vahşi sömürü koşullarında sahte temsil olanağını bile çok görmekte, egemen çetelere bağlı olan sendikalar dahil, tekstil fabrikalarında hiç bir sendikanın örgütlenmesine müsaade edilmiyor. "5000 fabrikadan sadece 100'ünde sendika bulunmakta" (New Age, 3rd June 2006.) Burjuvazinin işçileri kontrol etme araçlarından biri olan sendikaların bu yokluğu işçi isyanının gücünde ve şiddetini arttıran önemli bir etken.

Kitlesel Bir İsyanın Kıvılcımları

Haberlerde yer aldığı üzere son birkaç aydır tekstil fabrikalarında kimi işçi mücadeleleri patlak vermekte. Ancak bunlar genelde tekil fabrikalarda yaşanan, tekil patronlara yönelik talepleri olan direnişlerdi. İsyanın kıvılcımı olan Dhaka'daki FS Sweater fabrikasındaki olaylar işçilerin son aylardaki talepleri çerçevesinde sürdürdükleri mücadeleye dayanıyor.

20 Mayıs 2006'da FS Sweater fabrikasında ücret artışı ve daha önceki olaylarda tutuklanan arkadaşlarının salıverilmesi talepleriyle saat 8:00de sitin (iş başında durup iş yapmama) eylemine başladılar. Patron işçileri kilitledi, suyu ve elektriği kesip polisi çağırdı. Polis 11.00'de gelir gelmez özel güvenlik ile birlikte saldırıya geçti ve 12 işçi yaralandı, 6 yaralı tutuklandı. İşçiler bu koşullarda fabrikadan dışarı çıktılar.

Öfkelenen işçiler fabrikanın hemen dışındaki Dhaka Mymensingh otoyolunu kestiler. FS Sweater işçilerine yaşadıkları mahallelerden binlerce başka işçi ve onların aileleri katıldı. İşçiler talepleri için ve polis saldırısına karşı yürüyüşe geçtiler. Polis gelen ek kuvvetlerle silah kullanarak karşılık verdi ve mahallelere girerek işçilere ve ailelerine şiddetle saldırdı. İşçiler ve aileleri karşı saldırarak polisi biraz olsun uzaklaştırdı. Otoyolda trafi k akşama kadar kitli kaldı.

Günün bilânçosu şuydu: Bir işçi polis tarafından FS Sweater fabrikası önünde vurularak öldürüldü ve resmi rakamlara göre 80 işçi kurşunla yaralanmıştı. Yaralı ve öfkeli işçiler mahallerine geri dönerken, polis baskısının ve ölen işçinin yankısı Dhaka'nın işçi semtlerinde kulaktan kulağa yayılmaktaydı. Sonraki gün 21 Mayıs Pazar'dı. O gün hiçbir olay olmadı, ancak polis zulmünün yankısı yayılmaktaydı. Bu noktada burjuvazi Pazartesi ciddi bir olay beklemiyordu ve sendikaları veya polisi kullanarak ya da politik yollardan hiçbir önleyici müdahaleye kalkışmadı. Farklı solcu fraksiyonlar polis saldırısını ‘lanetleyen' bildiriler yayınlamakla meşguldüler.

Birikmiş Öfkenin Şiddetli Patlaması

İşçiler arasında bu isyanı olanaklı kılan ne türden öz örgütlenmeler ve eşgüdüm biçimlerinin örgütlendiğini bilemiyoruz. Ancak bu örgütlülükler son derece basit, esas olarak enformel ve aynı bölgede yaşayan işçiler arasındaymış gibi görünmekte. Dhaka içindeki ve çevresindeki pek çok bölge ve semtteki işçileri birleştiren şey vahşi sömürüye, baskıya ve son polis zulmüne karşı duydukları alev alev yanan öfkeydi. Bu öfkenin derinliği kendisini sonraki birkaç gün boyunca işçiler ve devletin zor güçleri arasında gerçekleşen yaygın çatışmalarda gösterdi. Bu büyük öfke ayrıca birkaç yüz fabrikanın yakılmasın ifadesini buldu.

22 Mayıs 2006 Pazartesi günü hareket Dhaka'nın bir diğer banliyösü olan Savar İİB'nde baş gösterdi. Universal Garments Limited fabrikasının işçileri sabah fabrikanın önünde ödenmeyen ücretlerini talep etmek için toplandı ve fabrikanın özel güvenliği tarafından saldırıya uğradı. Saldırıya uğrayan işçiler dağılmak yerine komşu fabrikalara yöneldiler ve diğer fabrikaların işçilerini desteğe çağırdılar. Başka işçilerle beraber bir fabrikadan öbürüne giderek işçileri kendilerine katılmaları için çağırdılar - bir noktada 20.000'den fazla işçinin bu militan kitleye dâhil oldu. Savar İİB ve New İİB'nde bulunan yüzlerce fabrika öğleden sonraya gelindiğinde greve katılmıştı. Dhaka'nın dışına giden otoyollar kesilmişti. Grevci işçiler kendilerine saldırmak üzere yollanan polise ve paramiliter güçlere karşı saldırılarda bulundular. Devletin zor güçleri Dhaka'nın farklı bölgelerinde işçilere ateş açtı. Yüzlerce işçi kurşunla yaralandı ve ölenler oldu. Yeni ölüm haberleriyle öfkelenen başka bölgelerden işçiler de fabrikalarından sokağa döküldüler.

23 Mayıs'ta Dhaka'nın tüm sanayi bölgeleri genel bir isyan halini alan hareketin sonucunda paralize olmuştu. İşçilerin çoğunluğu çalışmayı bırakıp, polis baskısına son verilmesi, tutuklananların serbest bırakılması, daha yüksek asgari ücret, haftalık izin günü, ekstra iş için fazla mesai ücreti, yıllık izin talepleriyle sokakları doldurdu. Dhaka otoyollarının çoğu bloke edilmişti. Dhaka'nın banliyölerinden ve merkezinden binlerce işçi başkenti felce uğratmıştı. İşçiler ve devlet güçleri arasında pek çok çatışmalar gerçekleşiyor, paramiliter güçler işçilere yer yer ateş açıyordu.

Burjuvazi durumun ciddiyetinin bilincine vardı ve tüm politik ve baskı gücünü seferber etti. Patronlar şehre ordunun müdahale etmesi çağrısı yaptı. 23 Mayıs akşamında Bangladeş Alayları (Sınır Güvenliği Gücü) isyan bölgelerine güçlü ve kalabalık bir şekilde çıkarma gerçekleştirdi. Tekstil işçileri arasında hiçbir varlığı olmayan farklı politik çetelere (BMP, AB, Solcular) ait ‘merkez sendikalar' bir araya getirildiler ve bir talepler listesi oluşturdular. 23 Mayıs akşamı bu ‘sendika koordinasyonu' talepleri açıkladı.

Bangladeş Alayları'nın devreye sokulmasına rağmen 24 Mayıs'ta da işçilerin isyanı sayesinde fabrikalar kapalı, şehir ve banliyöler felç edilmiş şekilde kaldı. Ancak bu kez hükümet patron örgütü BGMEA'yı, yeni uydurulmuş ‘sendika koordinasyonu' ile toplantı yapmaya zorladı. Aynı günün akşamında Çalışma Bakanı bir yanında BGMEA, öbüründe sendika temsilcileri ile patronların işçi isyanının tüm taleplerini kabul ettiğini açıkladı. 3000 Taka'lık asgari ücret, haftalık zorunlu izin ve diğer tatiller, 8 saatlik işgünü ve ekstra çalışma için fazla mesai ücreti talepleri patronlar tarafından kabul edilmişti. Sendika koordinasyonu "şimdi işlerinize dönme zamanı" diye buyurdu. Ancak birkaç gün sonra işçi isyanı geri çekildiğinde BGMEA temsilcileri 24 Mayıs anlaşmasına uymayacaklarını açıkladı.

İşçi isyanının şiddeti 25 Mayıs'tan sonra azalsa da öfkeleri ve isyanları kaynamaya ve patlamaya devam etti. 29 Mayıs ve 4 Haziran arasında işçiler ve devletin güçleri arasında yeni bir taze isyan ve çarpışma yaşandı. Bu yeni grev dalgası 24 Mayıs anlaşmasının uygulanmamasından dolayı patlak verdi. Bu 6 gün boyunca bir işçi öldürüldü, yüzlercesi daha yaralandı. Savar ve diğer İhracat İşleme Bölgeleri yine grevci işçiler tarafından kapatıldı. Bu işletmeler 8 Haziran'da çok daha büyük çaplı paramiliter güçlerin devreye sokulmasıyla açılabildi.

Sendikaların Rolü

Bangladeş burjuvazinin en önemli politik zayıflıklarından biri demokratik aygıtlarının ve dolayısıyla da demokrasi yutturmacasının hassaslığı. Şimdiki başbakan Khalida Zia suikaste uğrayan askeri diktatör Zia Ur Rahman'ın karısı. Bangladeş'in kısa tarihinde başka askeri diktatörler de bulunmakta. Politik işleyişi ana burjuva fraksiyonlar - Khalida Zia'nın Bangladeş Milliyetçi Partisi (BMP) ve Hasina Sheikh'ın Avam Birliği (AB) arasındaki çete savaşlarına, suikastlara, ölümlere ve büyük çaplı bombalamalara gömülmüş durumda. Bu hassaslığın sebebi Çin ve Hindistan arasındaki Bangladeş'i kontrol altına alma mücadelesi. BMP Çin ile AB ise Hindistan ile müttefik.

Devlet yapısının zayıflığı nedeniyle burjuvazi özellikle de tekstil sektöründe bir sendika aygıtı kuramadı. Burjuvazinin bu zayıflığı işçilere kendi isyanlarını geliştirme ve birkaç gün için isyanlarına böylesi bir güç kazandırma imkânı verdi. Ancak burjuvazi durumun arz ettiği tehlikeyi gördüğünde bu isyanı hemen ıslah etmeyi önüne koydu. Derhal fabrikalarda hemen hiçbir varlığı olmayan, resmi ve bürokratik düzeyde bir sendika koordinasyonu kuruldu. Bu koordinasyon ve patronlar arasındaki anlaşma radyo, TV ve gazeteler yoluyla geniş bir şekilde propaganda edildi. Sendikalar işçiler için mücadele veriyormuş gibi gösterildi. ‘Sendika hakkı' talebi ne sürüldü ve ön plana çıkarıldı. Her ne kadar işçiler - isyanın 6 Hazirana dek sürmesinden ve sendikaların isyanı kontrol altına alamamasından anlaşıldığı gibi sendikaların yalanına kolayca kanmasalar da, işçilerin öz örgütlülüklerinin oluşturulmadığı koşullarda sendika yalanları tamamen etkisiz de kalmadı.

Burjuvazinin kendisi önceki dönemde aldığı tedbirlerin - özellikle de sendikalara müsaade etmeyişinin tehlikelerini gördü. Burjuvalar defalarca ‘eğer sendikalar orada olsaydı', ‘eğer işçilerin demokratik haklarına saygı gösterilseydi' işçi hareketinin böylesine patlamayacağını dile getirdiler.

Tekstil İşçileri İsyanının Dersleri

Tekstil işçilerinin bu isyanının Bangladeş işçi sınıfının tarihindeki en büyük ve en militan mücadele olduğuna şüphe yok. Tüm eksiklerine rağmen işçiler vahşi sömürüye karşı kitlesel bir başkaldırı gerçekleştirdiler. Vahşi zulüm karşısında mücadelelerini kahramanca sürdürüp, geliştirebildiler. Bu isyanın patlaması ve tüm baskıya rağmen neredeyse 20 gün boyunca sürmesi, işçi sınıfının kavga vermekteki muhteşem kararlılığını ve iradesini işaret etmektedir. Kapitalist sömürüye karşı işçi sınıfının verdiği mücadeledeki önemli bir atılımdır. Burjuvazinin her yerde bu harekete dair haberlerin yayılmasını önlemeye çalışmasının nedeni budur.

Bangladeş'teki bu deneyim sendikaların fiziksel eksikliğinin yeterli olmadığını göstermekte. Önemli olan şey işçi sınıfının sendikaları bilinçli olarak reddedebilme kapasitesinin gelişmesidir. Bundan da önemli olan ise kendi öz örgütlerini kurma yeteneğinin gelişmesidir. Bangladeş örneğindeki bu anlamdaki gelişim düzeyi henüz başlangıç seviyesindedir. Her ne kadar bu hareket işçilerin polise karşı durmaları sayesinde büyüdüyse de, işçi öz örgütlerinin yokluğunda yer yer bozguncu bir karakter aldı. Bazı zayıflıklar Bangladeş işçi sınıfının deneyimsizliğinden kaynaklandığı açıktır. Ve bu durum dünya işçi hareketinin deneyiminin yaygınlaştırılmasının önemine işaret etmektedir. Komünist solun devrimci örgütlerinin görevi, işçilerin kendi sınıf kimliklerinin ve tarihsel hedeflerinin - yani sadece Bangladeş'teki değil tüm dünyadaki işçi sınıfının kapitalizmin vahşi sömürüsünden kurtulmasının tek yolu olan komünist devrimin bilincine varmalarına yardımcı olmaktır.

EKAonline - 2008

-

1929-2008: Kapitalizm çökmüş bir sistem, Fakat başka bir dünya mümkün: Komünizm!

 (Türkiye'deki kepazeliğe rağmen) Politikacılar ve ekonomistler artık durumun ağırlığını tanımlayabilecek sözleri tüketmiş durumdalar: "uçurumun kıyısında", "Ekonomik bir Pearl Harbor" "bir tsunami geliyor" "finansın 11 Eylül'ü"... Sadece Titanik'e gönderme eksik. Gerçekten ne oluyor? Gerçekleşmekte olan ekonomik fırtına karşısında bir dizi acı veren soru ortaya çıkıyor. 1929 benzeri bir çöküş içerisinde miyiz? İşler buraya nasıl geldi? Kendimizi savunmak için ne yapabiliriz? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Yaşam koşullarımızda vahşi bir gerilemeye doğru

Sonuca dair hiçbir yanılsama olamaz. Bütün gezegen çapında, önümüzdeki aylar, insanlık yaşam koşullarında korku verici bir gerileme ile karşı karşıya kalacak. IMF'nin son raporunda açıkladığına göre, bugünden 2009'un başına kadar 50 ülke kıtlığın vurduğu kasvetli coğrafyalar listesine katılacak. Bunlar arasında birçok Afrika, Latin Amerika, Orta Amerika ve hatta Asya ülkesi bulunuyor. Örneğin Etiyopya'da 12 milyon insan resmi olarak açlıktan ölme sınırında yaşıyor. Sözde yeni kapitalist mucizeler olarak addedilen Hindistan ve Çin'de, yüz milyonlarca işçi vahşi bir sefaletin pençesine düşmek üzere. ABD ve Avrupa'da da nüfusun büyük bir kesimi dayanılmaz bir yoksunlaşmayla karşı karşıya kalıyor.

Bütün iş sektörleri etkilenmiş durumda. Ofislerde, bankalarda, fabrikalarda, hastanelerde, ileri teknoloji sektörlerinde, araba endüstrisinde, inşaatta ve dağıtımda milyonların sokağa atılması gündemde. İşsizlik tavan yapmak üzere! 2008'in başından bu yana sadece ABD'de bir milyona yakın işçi çoktan sokağa atılmış durumda. Ve bu sadece başlangıç. Bu işten çıkarma dalgası, işçi sınıfı ailelerinin barınmasının, gıda bulmasının ve sağlıklarına dikkat edebilmesinin gittikçe zorlaşacağı anlamına geliyor. Bu aynı zamanda bugün kapitalizmin genç insanlara önerebilecek hiçbir geleceği olmadığı anlamına da geliyor.

Dün bize yalan söylemiş olanlar hala yalan söylüyor!

Bu kıyametvari perspektif artık kapitalist dünyanın liderleri, egemen sınıfa hizmet eden politikacılar ve gazeteciler tarafından gizlenemiyor. Bunu nasıl yapacaklardı ki? Dünyanın en önemli bankalarından bazıları çöktü; bunlar ancak devlet tarafından sağlanan yüz milyarlarca dolar, pound ve Euro'lar sayesinde kurtarılabildi. Amerika, Asya ve Avrupa borsaları için sonu gelmeyen bir düşüş söz konusu: Ocak 2008'den beri 25 trilyon dolar kaybettiler ve bu miktar ABD'nin iki yıllık toplam üretimine eşit. Bütün bunlar dünya çapında egemen sınıfı saran gerçek paniği gösteriyor. Eğer bugün borsalar çöküyorsa bunun nedeni sadece bankaların yüz yüze kaldığı felaket durum değil, aynı zamanda kapitalistlerin ekonomik etkinliklerdeki dev bir düşüşten dolayı karlarında baş döndürücü bir azalma olması, işletmelerin art arda batmasını, geçen 40 yılda görülenlerden çok daha kötü bir durgunluk beklemeleri.

Belli başlı dünya liderleri, Bush, Merkel, Brown, Sarkozy, Hu Jianto, bir dizi toplantı ve ‘zirve'de (G4, G7, G8, G16, G40) hasarı önlemek ve en kötüsünün gelmesini engellemek için bir araya geldiler. Kasım ortasında yapılacak ‘kapitalizmi yenilemek için' yine bir zirve gündemde. Ajite olmuş politikacılara denk tek şey TV, radyo ve gazete uzmanlarının azgınlığı... Kriz bir numaralı medya hikâyesi olmuş durumda.

Neden böylesi bir laf bombardımanı var?

Aslında burjuvazi artık daha fazla ekonominin felaket durumunu saklayamadığından, bizi meselenin kapitalizmi değil, bazı ‘aşırılıkları' ve ‘suistimalleri' sorgulama meselesi olduğuna inandırmaya çalışıyor. "Suç spekülatörlerde"! "Suç aç gözlü patronların"! "Suçlu vergi cennetleri"! "Suç ‘neo-liberalizm'in"!

Bu peri masalını bize yutturmak için bütün profesyonel dolandırıcılar harekete geçmeye çağrılıyor. Dün ekonominin sağlıklı olduğunu, bankaların sağlam olduğunu söyleyen aynı ‘uzmanlar' bugün kendilerini TV ekranlarına atıp yeni yalanlar kusuyorlar.  Dün ‘neo-liberalizmin' ÇÖZÜM olduğunu, devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini söyleyenler, artık devletin daha fazla müdahale etmesi gerektiğini söylüyorlar. Daha fazla devlet ve daha fazla ‘ahlak' olursa kapitalizm iyi olacak! Bize satmaya çalıştıkları yalan işte bu!

Kapitalizm krizlerini aşabilir mi?

Gerçek şu ki bugün dünya kapitalizmini kasıp kavuran krizler, 2007 yazında ABD'deki konut balonunun patlamasından kaynaklanmıyor. 40 yıldan fazla bir zamandan beri bir durgunluğu diğeri takip ediyor: 1967, 1974, 1981, 1991, 2001. On yıllardan beri işsizlik sürekli bir salgına dönüştü ve sömürülenler yaşam standartlarına yönelik artan saldırılara maruz kaldı. Neden? Çünkü kapitalizm insan ihtiyaçları için değil, pazar ve kar için üreten bir sistem. Karşılanamayan birçok ihtiyaç var ama bunlar karlı değil: diğer bir deyişle nüfusun büyük çoğunluğu üretilen malları alabilecek araçlardan yoksun. Eğer kapitalizm krizdeyse, eğer yüz milyonlarca ve yakında milyarlarca insan göz yumulamaz bir sefalet ve açlığa itilmişse, bunun nedeni sistemin yeterince üretmemesi değil, satabileceğinden daha fazla mal üretmesidir. Burjuvazi bu sorunun etrafından dönmek için her seferinde sahte bir pazar yaratmaya çalışıyor ve kitlesel kredilere başvuruyor. Bu yüzden ‘iyileşmeler ve düzelmeler' her seferinde karanlık yarınlara yol açıyor, çünkü günün sonunda kredilerin karşılanması, borçların geri ödenmesi gerekiyor.

Bugün gerçekleşen tam da budur. Geçen birkaç yılın bütün ‘olağanüstü büyümesi' tamamen borca dayanıyordu. Dünya ekonomisi kriz üzerinde yaşıyordu ve şimdi faturayı ödeme zamanı geldiğinde her şey iskambil kartlarından kuleler gibi yıkıldı. Kapitalist ekonominin mevcut sarsıntıları, politik liderlerin ‘kötü yönetiminden', ‘tüccarların' spekülasyonundan ya da bankacıların sorumsuz tavırlarından kaynaklanmıyor. Bütün bu insanlar kapitalizmin yasalarını uygulamaktan başka bir şey yapmadılar ve sistemi yıkıntıya çeviren de işte tam bu yasalar. İşte bu yüzden devletler ve onların merkez bankaları tarafından pazarlara enjekte edilen milyarlar hiç fayda etmeyecek. Daha da beteri! Bunlar ateşe körükle gitmek gibi, borcun üstüne borç yığmaktan başka bir şey değil. Burjuvazi bu zavallı ve kısır önlemlerle sadece kendi güçsüzlüğünü gösteriyor. Er ya da geç bu kurtarma planları başarısız olmaya mahkûm. Kapitalist ekonomi için hiçbir gerçek iyileşme mümkün değil. Solun ya da sağın hiçbir politikası, kapitalizmi kurtaramaz çünkü sistem iyileştirilemez, ölümcü bir hastalıktan dolayı can çekişiyor.

Artan sefalete karşı, dayanışma ve sınıf mücadelesi!

Her yerde 1929 krizi ve 1930'ların Büyük Buhranı'yla kıyaslamalar yapıldığını görüyoruz. O dönemlerin manzaraları hala hafızalarda: bitmez tükenmez işsiz kuyrukları, yoksullar için aş evleri, her yerde fabrikaların kapanması. Peki, bugünkü durum aynı mı? Cevap HAYIR. Kapitalizm deneyimlerinden öğrenmiş, vahşi bir çöküşü devlet müdahalesi ve daha iyi bir uluslar arası koordinasyon sayesinde önleyebilmiş olsa bile durum çok daha ciddi.

Fakat başka bir belirleyici fark daha var. 30'ların felaket buhranı İkinci Dünya Savaşına yol açmıştı. Mevcut kriz bir Üçüncü Dünya Savaşıyla biter mi? Savaşa doğru koşmak elbette ki çözümsüz krizlerine karşı burjuvazinin tek çözümü. Ve buna karşı koyabilecek tek güç burjuvazinin ölümcül düşmanı enternasyonal işçi sınıfı. 1930'larda dünya işçi sınıfı, Rusya'da ki 1917 devriminin yalıtılmasının ardından, çok ağır bir yenilgi almış ve kendisinin emperyalist katliama çekilmesine izin vermişti. Fakat 1968'de başlayan büyük mücadelelerden beri bugünün işçi sınıfı, kanını, sömüren sınıf için dökmeye niyetli olmadığını göstermiştir. 40 yıldan beri işçi sınıfı kimi acı yenilgiler almış olsa bile hala ayakta ve özellikle 2003'ten beri bütün dünyada daha büyük ölçüde kavgaya giriyor. Kapitalizmin belirginleşen krizi sadece azgelişmiş ülkelerde değil gelişmiş ülkelerde de yüz milyonlarca işçi için derin yoksunluklar getirecek - işsizlik, sefalet, hatta kıtlık. Fakat bu aynı zamanda sömürülenler arasında bir direniş hareketinin çıkmasını da zorlayacak.

Burjuvazinin ekonomik saldırılarını önlemek, bunların bizi mutlak sefalete itmesini engellemek için bu mücadeleler kesinlikle gerekli. Fakat şurası açık ki, bu mücadeleler bile kapitalizmin kendi krizinin derinlerine batmasını engelleyemez. İşte bu yüzden işçi sınıfının direniş mücadeleleri başka bir ihtiyaca, çok daha önemli bir gereksinime karşılık geliyor. Bunlar sömürülenlerin kendi kolektif güçlerini, dayanışmalarını, insanlığa tek alternatifi sunabilecek bilinçlerini geliştirmesini mümkün kılacak. Bu alternatif kapitalist sistemin yıkımı ve tamamen farklı temelde işleyen bir toplumun onun yerini almasını içeriyor. Bu öyle bir toplum ki, artık sömürüye ve kara, pazar için üretime değil, insan ihtiyacı için üretime dayanacaktır ve ayrıcalıklı bir azınlık tarafından değil, üreticilerin kendileri tarafından örgütlenecektir. Kısacası bu komünist bir toplum olacaktır.

80 yıldır sağıyla soluyla burjuvazinin bütün kesimleri, Doğu Avrupa ve Çin'de hüküm süren rejimleri, aslında devletçi kapitalizmin barbar bir biçiminden başka bir şey olmamalarına rağmen, "komünist" olarak sunmak için elbirliğiyle uğraştılar. Egemenler için bu, sömürülenleri başka bir dünyanın çocukça bir hayal olduğuna ikna etmek, ufukta kapitalizmden başka bir şey olmadığına inandırmak sorunuydu. Fakat artık kapitalizm kendi tarihsel çöküşünü öyle açık ortaya koyuyor ki, işçi sınıfı mücadeleleri gittikçe artan ölçüde komünist toplum perspektifine yönelmek zorunda.

Miadını dolduran kapitalizmin saldırıları karşısında, sömürüye, sefalete ve kapitalist savaşın barbarlığına bir son verebilmek için;

Yaşasın Dünya İşçi Sınıfının Mücadelesi!

Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin!

Enternasyonal Komünist Akım 25.10.2008

Enternasyonalist Komünist Sol

Enternasyonal Komünist Akım: [email protected]

Enternasyonalist Komünist Sol: [email protected]

Almanya’da Sınıf Mücadeleleri

2007'deki Almanya'daki grev günü sayısı, 1993'ten sonraki yılların en yükseğiydi. Bu sayının %70'i geçtiğimiz bahardaki ‘haricileşme' adıyla anılan 50.000 telekom işinin farklı yerlere taşınmasına karşı yapılan grevden geldi. Bütün bunlar çok uzun süredir dinamik bir ekonomi ve toplumsal uyumluluk örneği olarak gösterilen bir ülkede gerçekleşti.

Demiryolu İşçileri Grevi

Bütün bunlar artık geçmişte kaldı. Tam on ay devam ettikten sonra Ocak ayında son bulan demiryolu işçileri grevi bunu açıkça gösteriyor. Son yirmi yılda demiryolu işçisi sayısı yarı yarıya azılmıştı ve çalışma koşulları daha önce hiç olmadığı kadar kötüleşiyordu, ücret son 15 yıldır düştükçe düşüyordu, öyle ki demiryollarında çalışmak artık ülkede en az maaşlı iş olmuştu. Bu son on ay içerisinde Alman demiryolu işçileri her türlü dalaverenin, tehditin ve baskının hedefi oldular.

  • Geçtiğimiz Ağustos ayında Alman mahkemeleri demiryolu grevini yasadışı ilan etti. Hem de Kasım'da makinistlerin ‘süresiz' olarak başlattıkları üç günlük grev, sanki bir mücize eseri, Fransız demiryolu işçileri de greve çıktığı anda mahkemelerce yasallaştırıldı.
  • Sendikalar yasal yöntemler öneren sendikalar ve grevin ardındaki temel kuvvet olarak sunulan korporotist makinist sendikası GDL gibi yasaları çiğnemeye hazır olan daha radikal sendikalar arasındaki iş bölümü aracılığıyla işçilerin cevabının karnınının deşilmesinde önemli bir rol oynadılar.
  • Grev gerçekte, demiryolu işçilerini ‘toplumsal adaletsizliğin' kurbanları olarak gören işçi sınıfına mensup yolcuların büyük çoğunluğunun desteğini kazanmış olmasına rağmen, medya grevin ‘bencil' yapısıyla ilgili devasa bir kampanya başlattı.
  • Alman devleti makinistleri onları grevin kaybettirdiği milyonlarca euroyu ödemeye zorlatmakla tehdit ederek korkutmaya çalıştı.

Bütün bunlara rağmen demiryolu işçileri geri adım atmadılar ve Alman burjuvazisi taviz vermek zorunda kaldı.

Grev ücretlerde %11'lik bir artışla bitti, fakat artış Deutsche Bahn çalışanlarının bütün kategorileri için geçerli değildi. Bu sonuç, işçilerin on ay önce talep ettiği %31'lik artıştan bir hayli kötüydü ve son 19 ay içeisinde yapılan ve içlerinde Şubat 2009'dan itibaren 20.000 makinistin haftalık çalışma saatlerinin 41'den 40'a indirilmesi de bulunan ücret antlaşmaları tarafından çoktan yenip bitirilmişti. Fakat yine de devketin toplumsal baskıyı bir miktar azaltmak uğruna taviz vermeye zorlanılmış olması önemlidir.

Bochum'da Nokia Mücadelesi

Finlandiya kökenli cep telefonu firması Nokia Bochum'da 2300 işçinin çalıştığı sitenin 2008 sonunda kapatılacağını açıkladığında, Almanya'da işçilerin artan militanlığı daha da vurucu bir biçimde gözler önüne serildi. Nokia'nın sitesine bağımlı diğer işler de hesaba katılırsa bu şehirde 4000 kişinin işsiz kalacağı anlamına geliyordu. 16 Ocak'ta, açıklamadan bir gün sonra, işçiler işe gitmeyi reddettiler, yakınlardaki Opel fabrikasında ve Mercedes'teki işçiler, Dortmund'daki Hoechst fabrikasındaki demir-çelik işçileri, Herne'den metal işçileri ve bölgedeki mağden işçileri Nokia fabrikasındaki işçilere destek vermek ve onlarla dayanışmak için fabrika kapısında toplandılar. 22 Ocak'ta 15.000 kişi Nokia işçileriyle dayanışmalarını göstermek için Bochum sokaklarında yürüdü.

Dolayısıyla işçiler geçmiş mücadelelerle bağlar kuruyorlardı. 2004'te Bremen Daimler-Benz fabrikası işçileri, yönetimin emek fazlası sorununa Stuttgart'taki fabrikayla rekabet kartını oynayarak şantaj yapmasına karşı kendiliklerinden greve gitmişlerdi. Birkaç ay sonra, başka otomobil işçileri, bu sefer Bochum'daki Opel fabikasında, aynı tür tehditlere karşı kendiliklerinden greve gitmişlerdi. İşte tam da Nokiya işçileriyle bu tür bir dayanışmanın oluşmasını engellemek için hükümet, bölgesel ve yerel siyasetçiler, kilise, sendikalar ve Alman patron örgütleri Nokia işçilerinin vicdansızlığını kınayan ve olnarı Alman devletini "skandal bir şekilde sömürmekle"  ve sübvansiyonları kendi çıkarlarına kullanmakla suçlayan ulusal çapta büyük bir kampanya başlattılar. Hepsi ellerini yüreklerine koyarak o bütçeleri işleri korumak için önerdiklerini ve bugün dişleriyle ve tırnaklarıyla ‘kendi' işçilerini sadakatsiz patronlara karşı savunacaklarına dair yemin ettiler. Bu lafların ikiyüzlülüğü Almanya'da işçi sınıfının özellike burjuvazinin saldırılarına maruz kaldığı (emeklilik yaşının 67 olması, emek fazlasına dair planlar, ‘Ajanda 2010' planında bütün sosyal haklarda kesintiler) göz önünde bulundurulursa daha da büyüktür.

Perspektif sınıf mücadelesinin gelişimi içindir. Bu gelişme, Almanya gibi merkezi olan ve proleteryanın güçlü bir tarihsel tecrübe taşıdığı bir ülkede bütün kıtadaki işçi mücadeleleri için bir katalizör olacakır. İşte bu yüzden Bochum'da burjuvazi ‘kendi' işçilerinin savunucusu ve koruyucusu kılığına bürünmeye çalışmaktadır. Burjuvazinin amacı, Bochum'da gördüğümüz sınıf dayanışmasının gerçek ifadelerini boğmak ve mücadelelerin yayılmasını engellemektir.

Amerikan Kapitalizminin Batan Gemisi

Amerikan kapitalizmi bir yıldan uzun bir süredir 1929-35 Büyük Buhranından beri görülmemiş ölçülerdeki uzatmalı bir ekonomik kırıklığın içerisinden geçiyor. Sistemin hayatında yeni bir dramatik olay gerçekleşmeden bir ay bile geçmiyor. Borsadaki başaşağı dönen deveranlardan, en itibarlı finansal kurumların art arda çöküşüne kadar, kapitalizmin canlılığına kanıt diye gösterilen dünün sembolleri bir bir düşüyor. Ve işler bu yazdan beri daha da kötüye gidiyor.

Son haftalarda Amerikan kapitalizminin en şaşmaz holiganlarının bile kendine güvenini kıran şiddetlenme ekonomik krizi derinleştirdi. 2007'nin başında kötü ünlü konut balonunun patlamasının başlattığı şey, 70 yılın en büyük finansal felaketine dönüştü. Çökmüş kurumlar yığını gün geçtikçe büyüyor. Bunlar arasında yatırım bankaları Bear Stearns, Merill Lynch ve Lehman Brothers, ev kredisi devleri Freddie Mac ve Fannie Mae, dünyanın en büyük sigorta firması AIG, Amerikan en büyük tasarruf ve borç şirketi Washington Mutual ve ticaret bankasi Wachovia da var, ki bunlar sadece en ünlüleri. Bütün finansal sistem tökezliyor. Hava kapitalizmin çürüyen bedeninden çıkan zehirli dumanla dolu ve bu rezaletin tam ortasında, bize Wall Street etrafındaki multi-trilyonluk gazino ekonomisi niteleyen yüksek bahisli kumar arındırılmış dünyasına bakan bir pencere verilmiş durumda.

Fırtınanın merkezi ABD ekonomisi olsa da, etkileri hızla kendisini dünyanın her yerine yayıyor. Avrupa'da, Rusya'da, Japonya'da, Asya'da ... her yerde finansal sistem patlak veriyor ve yerel detayların neden olduğu farklılıklar hariç, hükümetleri Amerikan deneyimini tekrar ederek finansal sistemi kurtarmak için itişip kakışmaya zorluyor.

Dramatik bir biçimde kötüleşen durum karşısında, "kolektif kapitalist", Devlet, ekonomik krizi idare etmek için elinden geleni yapıyor. Fakat şimdiye kadar bilanço olumsuz. Devlet bir kez daha kan kaybını durdurmayı beceremediğini gösterdi. Ve finansal sistemin sersemletici 700 milyar dolarlık sözde "kapsayıcı kefalet ödemesi" de pekala geçen yıl uygulamaya konan diğer önlemlerle aynı kaderi paylaşabilir.

Finansal krizin ardında kapitalizmin iktisadi krizi var

Bütün burjuva medyası, finansal krizi kapsayan gündemde bir alana çıkma yarışında. Gazete muhabirleri, ekonomi yazarları, TV yorumcuları ve bütün bir ekonomik "uzmanlar" Amerikan finansal sisteminin yüksek tepelerine çarpan fırtınanın renkli tasvirlerini yapmakta birbirlerini geçmeye çalışıyor. Ana mesajları ise yüksek dereceli bir alarm. Egemen görüş finansal sistemin çöküşün eşiğinde olduğu ve -sistemin kanı olan- kredinin herkesin varlığını tehlikeye sokacak derecede kuruduğu. Kısacası Wall Street'te, finansal sistemdeki telaş, artık Main Street'i, gerçek ekonomiyi tehdit ediyor. Wall Street kalabalığının "aşırılık" ve "aç gözlülükleri" ile bu belayı hem kendi başlarına hem de bütün topluma pervasızca yaydığını savunan bir dolu ahlakçı öfke patlamasının ifade edildiğini görüyoruz. Bu suçlamanın pek de uzun olmayan bir zaman önce Wall Street finans sanayinin görünüşte durdurulamaz rekor karlar yapışını ve yatırım bankacılarının, tüccarların, ucuz fon spekülatörlerinin, omurgasız ev kredisi brokerlarının ve sözde işadamı olan bunun gibi bütün parazitlerin müsrif yaşam tarzlarını köle gibi selamlayan aynı medyadan geliyor olması neredeyse komik.

Medyanın söylemediği  (ve asıl işi bilinçli seçim ile ya da kendini kandırmayla bu mistifikasyonu yaymak olduğundan asla söyleyemeyeceği) şey ise mevcut finansal krizin açık ve basit bir şekilde, egemen sınıfın gerçek bir çözümünün olmadığının ve kapitalizmin kendi çelişkilerinden köklenen kronik bir krizin, kapitalizmin ekonomik krizinin bir ifadesi olduğu. Tersine, krizi idare etme iddiası ile öne atılan her çare illeti daha da şiddetlendiriyor. Bunun en açık ifadesi ekonomistlerin resesyon dediği şeyin her seferinde bir öncekinden daha kötü sonuçlar doğurması buna karşın sözde düzelmelerin her seferinde daha da düzmece olması.

40 yıllık ekonomik kriz                                       

Mevcut finansal krize doğrudan yol açan olaylar zinciri artık çok iyi biliniyor. Amerikan burjuvazisi 2001 resesyonundan tıpkı öncekilerden çıktığı gibi çıkmıştı. Bu çıkış ucuz kredi ve gevşek para politikaları uygulayan devlet kapitalisti yöntemlerden başka bir şey içermiyordu. Ve tıpkı diğer "düzelmeler" de olduğu gibi, bu politikalar büyüme yanılsamasını besledi ve en sonunda yeni bir çöküşün koşullarını hazırladılar. Böylece tıpkı internet "devriminin" sonunun 2001'de patlayan dot.com balonu olması gibi, çok övülen emlak piyasası patlaması da mevcut emlak piyasası iflasına dönüştü.

Bu Amerikan ekonomisinin bugün geldiği noktanın temel kısa öyküsüdür; tamamen dağınıklık içerisindeki bir finansal sistem ile birlikte, ödenmeyen mortgage borçlarının durdurulamaz dalgası, ev ipotekleri, sürekli düşen emlak fiyatları, bunlar üzerinde oynanan akıl almaz boyutlardaki finansal kumar bahsinin batması. Burjuvazi ancak henüz resesyonda olduğunu resmen kabul etse de bu, kıyımın ölçeği düşünüldüğünde artık pek de bir şey ifade etmiyor.

Ne var ki bu "temel kısa öykü" gerçeklerin çok zayıf bir ifadesi olabilir ancak. İşin aslı, mevcut finansal krize bu tarihsel boyutları veren, bizzat insanlığın varlığına her anlamda bir tehdit haline gelmiş olan çöküş içerisindeki bu ekonomik sistemin on yıllardır biriken çelişkilerinden başka bir şey değil. Sürekli bir savaş ve ekonomik kriz durumu, buna ek olarak yaşam standartlarının amansızca düşmesi, kronik işsizlik, sınır tanımayan enflasyon ve işçi sınıfı ile nüfusun sömürgen olmayan diğer kesimleri için artan güvensizlik... Bütün bunlar son yüzyılın çoğunda kapitalizmin tarihini oluşturan unsurlardı. Bu sistem öyle bir sistem ki, insanlığı yok edici iki Dünya Savaşına ve mevcut çalkantının da bazen kıyaslandığı dünya çapındaki korkunç krize, Büyük Buhran'a yol açtı.

2. Dünya Savaşından sonraki yeniden yapılanma döneminde verilen geçici aranın ardından, ekonomik krizler bir kez daha ön plana çıkarak, savaş sonrası dönemde kapitalizmin merkez ülkelerinde durumu eski haline getiren ekonomik büyümeye dayanılarak sistemin yardakçıları tarafından öne atılan krizden azade sınırsız bolluk perspektifini darmaduman etti.

1960'ların sonunda başlayan ekonomik bozulmayı, 1970'lerin başında bütün dünya çapındaki ekonomik krizin patlaması izledi ve o zamandan beri de kapitalizmin bedeninin merkezindeki ölümcül bir kanser gibi yavaşça büyümeye devam etti.

ABD ekonomisinin tıpkı 70'lerde olduğu gibi bugün de fırtınanın merkezinde olması rastlantı değil. Ağustos 1971'de Richard Nixon doların altın ile takas edilebilirliğini güvence altına alan Amerikan taahhütlü Breton Woods sisteminden ABD'nin güvencelerini çekmesini sağladı. Halbuki savaş sonrasında finansal ve ticari sisteme istikrar görüntüsünü veren bundan başka bir şey değildi. Amerikan burjuvazisinin bu ters dönüşü, doları hiçbir ekonomik mantığı olmayan dünya para birimi olarak bıraktı ve bugünkü krizde de görülen dünya finansal sisteminin kırılganlığında büyük oranda etkili oldu. Gerçekte dünya ölçeğinde dolanan dolar miktarı, ABD ekonomisinde bulunan miktarı uzak ara geçmiş durumda. Bu abuk durum tek bir kolektif yanılsama üzerinde duruyor. O da ABD'nin güvenilirliğinin abartılmasından başka bir şeye dayanmayan, doların ardında güçlü ABD hükümetinin olduğu fikri. Eğer mevcut ABD finansal çalkalanması küresel finans sistem için bir gerçekçilik sınavı olmazsa hiçbir şey olamaz.

Kapitalist birikimin ihtiyaçlarına görece cevap verebilecek çözücü talebin eksikliği (ki altmışlardan beri kapitalizmin mevcut açık krizinin kökü buradadır) son on yıllarda kapitalizmin ömründeki ikili bir olgu tarafından ortaya konmuş bulunuyor; kredinin yoldan çıkması ve spekülasyonun patlaması.

Üretimini emebilecek etkin bir talebin yokluğuyla karşılaşan kapitalizm, çemberi tamamlamanın yolunu bunu kredi üzerinden vermekte bulmuştur. Bu kredi, bir kar üzerinden makul bir şekilde geri ödenmesi beklenen ekonomik olarak akılcı bir kredi değil (ki bu normal kapitalist uygulamadır ve kapitalizmin gelişiminde çok güçlü bir araç olmuştur), fakat bunun yerine sistemi tarihsel krizinin ağırlığı altında çökmeyi yapay bir biçimde önlemeye çalışmanın bir aracı olan bir kredidir. Son on yıllarda hem (kredi kartları, otomobil borçları, öğrenci kredileri, kişisel krediler, emlak kredileri şeklindeki) bireysel borcun, hem de (bir çok durumda geri ödenmeyen) kamu ve şirket borçlarının vahşice sömürülüşünün ardında yatan neden budur. Kredi-borç mekanizmasının bunca yıl suistimal edilmesinin ardından, finansal sistemin şimdi çatırdıyor olması hiç de sürpriz değil.

Dahası üretim sürecinde küçülen kar oranlarıyla karşı karşıya kalan sermaye dünyayı spekülasyon alanına doğru döndürüyor. Bunun sonucunda rahat odalarındaki tüccarların, ucuz fon menajerlerinin ve diğer uzmanların bilgisayar klavyesine bir dokunuşlarıyla kağıt üzerinde servet yaratıp kaybettikleri görsel bir gazino ekonomisi yaratıyor. Hem bütün bunlar bir üretim biçimi olarak kapitalizmi tanımlayan üretim ve dolaşım sürecinde metaların yaratılması ve satılması gibi bir angaryadan kaçılarak oluyor! Emlak balonunun patlaması ve mevcut finansal çalkantı sayesinde, sözde "gıyabında kredi değiş tokuşu" ya da şimdi radyoaktifleşen "mortgage güvenceleri" gibi hayali şeyler üzerinden dönen yüksek bahisli kumarın dünyasına ender açılan bir pencere belirmiş durumda. Küresel finansal sistemin dağıldığına hiç şüphe yok. Spekülasyon elbette kapitalizmin her zaman bir parçası olmuştur fakat bugün spekülasyona dahil olan sermaye miktarı, bunun ekonominin bütünü üzerindeki ağırlığı, toplumun bütün tabakalarına yayılabilmişlik ölçeğinin (işçi sınıfının gelecekteki yaşamı bile spekülatif şemalar üzerinde duran emeklilik fonu yatırımlarına bağlı durumda) bir eşi benzeri yok ve bu durumun kendisi bile kapitalizmin toplum için anlamlı bir üretim biçimi olabilirliğinin yadsınması.

Şov devam etmeli

ABD hazinesi sekreteri Bay Paulson ve Federal Rezerv başkanı Bay Bernanke, medyanın her sözlerini ve anlık tavır ve haleti ruhiye değişimlerini aktarmasıyla birlikte günün adamları oldular. Obama ve McCain seçim mesajlarını yaymak için milyonlar harcarken bütün bu hizmetler bedavaya, herhalde ABD başkan adayları bundan pek de mutlu olmuyordur!

Belli ki bugün ABD ekonomisinin başındaki bu adamlar şu sıralar epey meşguller. Fakat asıl sorun Devletin neyi başardığı ve önerilen politikalardan ne beklenebileceği.

Emlak balonunun sönmeye başladığının ilk göstergelerinin belirdiği 2007'de burjuvazinin verdiği tepkiden çıkarılabilecek ilk şey, eğer eylemlerine bakacak olursak, ortaya çıkacak olan durumun ağırlığının hiç önemsenmediği olabilir. Emlak balonunun patlaması ve 2007'de finansal sistemdeki çalkantıya karşılık Federal Rezerv klasik parasal manipülasyon politikasıyla, kredi maliyetlerini düşürmek için Federal faiz fonu oranını keskin bir biçimde rekor ölçekte düşürerek ve çökmeye başlayan finans bankaları ve diğer finansal kurumları payandalamak için doğrudan finansal sisteme tonlarca para pompalayarak karşılık verdi. Kendi payına Beyaz Saray ve ABD kongresi de krizin idaresinde geleneksel parasal araçlara başvurdular. 2008'in başında, kaybolan emlak pazarını canlandırmak için tüketiciler için vergi iadesini, sermaye için vergi indirimini ve diğer önlemleri içeren bir  sözde "dürtü paketini" geçirdiler. Bu önlemlerin de resesyondan geri döndüreceğini beklediler. Bernanke şubat ortasındaki neredeyse neşeli tahmininde şöyle diyordu; "Benim temel öngörüme göre, bir süre neredeyse ağır aksak büyümeden sonra, yıl sonuna doğru FED'in ve parasal politikaların etkisini hissetirmesiyle daha güçlü bir büyüme hızına ulaşılacak" (USA Today, 15 Şubat, 2008).

Birkaç gün sonra ABD'deki en büyük beşinci yatırım bankası olan Bear Stearns'in çökmesinden sonra ise, çıtalar yükselecek ve çoktan Wall Street finansal düzlemini tamamen değiştirmiş olan Amerikan ve küresel finansal sistemi titreten mevcut finansal selin öncülleri oluşacaktı.

Amerikan devletinin her köşesinden gelen resmi açıklamalara bakılırsa, burjuvazi bu sefer gerçekten de mevcut durumun sistemine dayattığı tehlikeler karşısında tedirgin durumda ve durumu düzeltmek için devletin ağır toplarını kullanmaya karar verdi. Egemen sınıfın en son üzerinde anlaştığı 700 milyar dolarlık "kapsayıcı" kurtarma programının anlamı bu.

Bu yeni programında ne ölçüde burjuvazinin sisteminin kriziyle baş etme çabalarına yardımı olacağını göreceğiz. Ne var ki, şurası açık ki, bu program işçi sınıfına finansal çöküşün maliyetini ödetme girişiminden başka bir şey değil.

Diğer yandan bu kurtarma özünde kamu borcuyla finanse edileceğinden enflasyonu tetikleyerek ve daha da ileri derecede ekonomik çalkantıya neden olarak kolayca geri tepebilir.

Son olarak Amerikan burjuvazisinin geçen yılki politikalarına dair bir önemli şeyin daha altını çizmek gerekiyor. ABD burjuvazisi bir yandan sözde "serbest pazar" Amerikan ekonomisi söyleminin salt bir ideolojik nitelik taşıdığını gösterirken diğer yandan da devletin ekonomideki belirleyici rolünü ifşa etmiş oldular. Bu rol de devrimcilerin uzun süredir devlet kapitalizmi dediği şeydir.

Peki ya işçi sınıfı bütün bunların neresinde ?!                    

Derinleşen ekonomik kriz karşısında burjuva medyasının topluma mesajı "herkesin aynı gemide olduğu". Evet medya kimi uzman CEO'ları aşırılık ve açgözlülüklerinden sorumlu tutuyor ama HERKESi de bu finansal karışıklıktan az çok sorumlu tutmaktan geri kalmıyor. Buna göre "herkes" borçla çalışan ekonominin ucuz ve kolay kredisinden faydalandıysa aynı şekilde devletin ekonomiyi kurtarma çabasının ardına dizilmeli. Bu saçmalıktan başka bir şey değil. Burjuvazinin kendi çürüyen sisteminin idaresinde işçi sınıfının hiçbir çıkarı olamaz. Gerçek şu ki Amerikan işçi sınıfı burjuvazinin ekonomik sistemini su üstünde tutmak için yaptığı manevralardan hiçbir kazanç sağlamadı. İşçilerin kaypak "Amerikan rüyasından" pay alabilmek için maruz kaldıkları boğucu borçları -kredi kartları, araba borçları, öğrenci kredileri, göklere yükselen emlak kredisi borçları- saymazsak o başka.

Politikacılar ve özellikle soldakiler, işçilerin onların acılarıyla ilgilendiklerine inanmalarını istiyor. Burjuvazinin hem solu hem de sağı bizim artan işsizliğe, azalan ücretlere, sağlık sisteminin boktan durumuna ve çürüyen emeklilik sistemine çözümün seçim sandığında ya da reformda yattığına inanmamızı istiyor. Ne var ki gerçekte burjuvazinin kendi sisteminin krizine hiçbir çözümü yok ve topluma da canice emperyalist savaşlardan ve artan oranda yıkıcı krizlerden başka bir gelecek sunduğu yok.

Acı gerçek şu ki, bütün dünyanın işçileri kapitalizmin krizinin bedelini yıllardır ödüyor. Ve bugün her yönden gelen saldırılar karşısında, kapitalizmin iş ve yaşam koşullarına yönelik saldırganlığı karşısında işçilerin, kendi sınıf mücadelesi alanında mücadele etmekten başka yolu yok. Bu mücadele kapitalist sömürü mantığına karşı savaşmayı gerektiriyor. Savaş ve kriz dolu kapitalist geleceğe karşı işçi sınıfı insani ihtiyaçlara dayanan bir toplum temelindeki kendi perspektifini ortaya koymak zorundadır.

Eduardo Smith

Internationalism (Enternasyonal Komünist Akım ABD Şubesi)

Bülent Ersoy'un Yorumları ve Savaş

 

 

"Eğer çocuk doğurabiliyor olsaydım onu gömmeyi kabul edemezdim"

 

Bülent Ersoy bu yıl 24 Şubat'ta "popstar alaturka" adlı programda, insanların savaşta ölmesine dair duygularını açıkladığında, bu ülkedeki birçok kadın ve erkeğin duygularını da ifade etmiş oldu. Hiçbir ebeveyn çocuklarının eve tabut içerisinde dönmesini istemez. Ancak Ebru Gündeş milliyetçi klişeler üzerinden "şehitlerin ölmediği" lafazanlığı yaparak ve kendi oğlunu askere nasıl göndereceğini anlatarak militarizmi savunmuştu.

 

"Sonra oğlunuzun ölü bedenini elinize alırsınız"

 

Bu noktada hatırlanması gereken Ebru Gündeş'in artık Fatih'ten yoksul bir genç kız olmadığı tersine herkesin tanıdığı ünlü bir pop şarkıcısı ve televizyon yıldızı olduğu. Herkesin bildiği gibi Türkiye'nin güneydoğusundaki savaşta zenginlerin çocukları değil yoksulların çocukları ölüyor. Ebru Hanım'ın bu anlamda söylemek istediği şey kendi oğlunu "bu toprak, bu devlet, bu ülke" için feda etmeye hazır olduğu değil, işçilerin, köylülerin ve kent yoksullarının çocuklarını feda etmeye hazır olduğuydu. Ebru'nun Bülent'e yönelttiği ve onun "tam anlamıyla kadın olmadığı" yönündeki küçük düşürücü lafları da bu çerçevede anlamak gerekiyor. Bu saçmalıklar başkalarının çocuklarının ölmesini izlemeye hazır olanların ikiyüzlülüğünden başka bir şey ifade etmiyor.

 

"Ne söylediğimin farkındayım. İnsanların acı içerisinde öldüğünü görmek istemiyorum ve anneler ne dediğimi anlıyor. Eğer bana karşı bir dava açılırsa da kendimi savunmaya hazırım."

 

Programdan hemen sonra Bülent Hanım medyanın her köşesinden vahşice bir saldırıya maruz kalmıştı. Şu anda, ona karşı "halkı askerlikten soğutma yönünde propaganda yapmak" ile ilgili TCK'nın 138. maddesinden bir dava açılmış durumda ve 3 yıllık bir hapis cezası onu bekliyor olabilir.

 

"Sürekli savaşa devam, savaşa devam diyoruz... Ve çocuklar gidiyor, sonra ise, cenazeler, kanlı gözyaşları ve acı çığlıklar..."

 

Savaş, yirmi beş yıldır sürüyor. 40.000'e yakın insan öldü. Bundan en çok kimin canının yandığı açık ve bu da kesinlikle zenginler değil. Acı çekenler işçiler, köylüler ve kentlerdeki yoksullar. Bülent Hanım'ın çocuklarını savaşa gönderen annelerin ne hissettiğini anladığına dair söylediklerine karşı, programdan hemen sonra burjuva toplumunun bütün kurumları tarafından histerikçe yürütülen kampanyalara gelince... Bu kampanyalar yürütülürken, Türk bankaları rekor kârlar elde ediyordu. Kuzey Irak'ta barbarca bir emperyalist savaş yürütülüyor ve "anavatan"da da işçiler aşağılayıcı asgari ücrete mahkûm ediliyordu. Tüm bunlardan sonra, zenginlerin işçi sınıfı çocukları için timsah gözyaşı dökmesi, gerçekten öfkelendirici ve iğrenç.

 

Sabri

 

Tags: 

Chavez’in Burjuva Devleti Demir-Çelik İşçilerine Saldırdı

Chavez hükümeti - muhalefetin ve sendikaların desteğiyle - Venezuela Demir-Çelik bölgesinde en temel ihtiyaçları için mücadele veren işçilere karşı bir baskı başlattı. Burada Senor Chavez'in ve onun "21. yüzyıl sosyalizmi"nin gerçek yüzünü açıkça görüyoruz.

Burada, Enternasyonal Komünist Akım Venezuela şubesi Internacionalismo'dan yoldaşlarımız tarafından dağıtılan bir bildiriyi basıyoruz. Yoldaşlarımızın Chavezci şantajlara ve baskılara karşı zorlu baskı koşullarında bu eylemi gerçekleştirme çabalarını selamlıyoruz. Proleteryanın mücadelesi uluslararasıdır ve burjuva devletlerinin her türüyle, ister "liberal" olsunlar, ister apaçık diktatörlükler olsunlar, isterse de "sosyalizm" maskesi taksınlar, yüzleşmek durumundadır.

Chavez'in Burjuva Devleti Demir-Çelik İşçilerine Saldırdı

13 aydan uzun süren toplu sözleşme görüşmelerinin ardından koşullar, Ternium-SIDOR demir-çelik işçilerinin canlarına tak etmişti. Aldıkları açlık maaşlarına (Venezuela'da yaşamın en pahalı olduğu bölgelerden birinde asgari ücret civarı bir maaş) ve on yıldan kısa bir süre içerisinde 18 işçinin ölümüne ve düzinelercesinin sakat kalmasına neden olan korkunç çalışma koşullarına karşı büyük bir öfke besleyen işçiler, şirket ücret ve çalışma koşullarına dair taleplerini reddetmesi üzerine birkaç grev faaliyeti yürüttüler.

Medyanın çeşitli kesimleri, şirketin kendisini kurban olarak gösterme kampanyasını yankıladı ve işçilerin isteklerinin şirketin yıllık satışlarının üzerinde olduğunu iddia etti. Bu yalanlar bilgi "karartmasının" bir parçasını oluşturuyorlar ve hem muhalefetin basını hem de resmi basın metal işçilerinin mücadelesinin gerçek nedenlerini saptırmaya çalışıyor. 1990'lardan beri bu işçiler maaşlarda ve çalışma koşullarında kesintilere maruz kalıyorlardı ve yeniden yapılanma programının başlatılması kazanımlarının bölgedeki diğer işçilerden daha az olmasına yol açtı. Metal işçilerinin mücadelesi makul bir yaşam düzeyi ile ilgili. İşçiler, eğer şirketin koşullarını (44 Bolivarlık bir artış şöyle bölünmüştür: ilk başta 20, 2009'da 10 daha, 2010'da 10 daha ve işçilerin performansına göre artı %1.5'luk olası bir zam) kabul ederlerse, yiyecek ve yaşam bedelinin yıllık artışının Venezuella Merkez Bankas'nın pek de güvenilir olmayan iddialarına göre %30'dan daha düşük olmadığı bir ülkede iki yıldan uzun bir süre boyunca maaşlarında ve kazançlarında sefil artışların acısını çekeceklerini biliyiorlar. Hareketin bir başka önemli talebi, (1600 kişilik işgücünün %75''ini oluşturan) sözleşmeli işçileri, onlara daha çok kazanç sağlayacağı için kadrolu yapmak. Dolayısıyla, SIDOR işçilerinin mücadelesi, korkunç çalışma koşullarının yanısıra, bitmez yiyecek fiyatlarında ve genel olarak yaşam pahalılığıyla yüzleşen bölgedeki ve bütün ülkedeki işçilerin mutsuzluğunu ve durumun belirsizliğine karşı huzursuzluğunu ifade ediyor.

Aynı şekilde, şirket, hükümet ve sendikaların temsilcileri arasındaki çatışma da metal işçilerinin canlarına tak etti. Sendikalar sürekli hareketin ilk taleplerini hafifletmeye çabalıyorlar (artık sendika günlük 50 Bolivar "talep ediyor", oysa ki görüşmelerin başında bu rakam 80 Bolivardı). Greve çıkmanın bütün gerekliliklerini yerine getirerek, rezil üçlü (şirket-hükümet-sendika) tarafından kurulmuş kurulmuş yüksek düzey komisyondaki yerlerini aldılar. Bu beyefendiler işçilerin arkasından tartışa dursun, işçiler de demir-çelik fabrikası kapılarında toplandılar ve birkaç defa iş durdurma eylemi gerçekleştirdiler. Bu eylemlerin en önemlisi 12 Mart'ta 80 saat süren ve hareketin radikalleştiğini ifade eden iş durdurma eylemiydi. İşçiler, şirketin ve devletin karşılık vermesi için çok beklemek zorunda kalmadılar: 14 Mart'ta Ulusal Muhafızlar ve polis güçleri acımasız bir şekilde işçileri bastırmak üzere fabrikaya saldırdı, ve 15 işçiyi yaralayıp 53 işçiyi tutukladılar. Bu baskıcı hareketle Chavez hükümetinin maskesi işçilerin gözünde düşmüş oldu: üzerindeki "işçi" üniformasını atıp gerçek üniformasını, ulusal sermayenin çıkarlarını savunma üniformasını üzerine geçirdi. "İşçilerin ve sosyalist" olduğunu iddia eden bu devlet işçilerin kendi talepleri için verdikleri mücadelelere ilk defa saldırmıyor: mesela sadece geçen sene çalışma koşullarını iyileştirmeye çalışan petrol işçilerin maruz kaldığı iğrenç saldırıları hatırlatmamız bile yeterli.

SUTISS sendikası, liderlerinin kendileri de baskılara maruz kalsa da, işçilerin bastırılma çabalarının bir parçası, çünkü görevi hareketin ateşini söndürecek şekilde davranmak. Sendika bir yandan maaş taleplerinin düşürülmesinin pazarlığını yaparken, diğer yandan kendisini hareketin başına koymak istiyor.

Referandum ve millileştirme: hareketin yüzleştiği yeni tehlikeler

İşçilerin ödün vermez tavırları karşısında, burjuvazi yeni bir numara çekmek durumunda kaldı: bu numara her işçiye firmanın önerileriyle hemfikir olup olmadıklarına dair sorular sorulacak bir referandum yapılması fikriydi. Chavist Emek Bakanı (bir Troçkist, veya bir eski Troçkist) tarafından savunulan bu fikir çoktan SUTISS tarafından, çeşitli "koşullar" ile de olsa desteklendi. Sınıfsal içgüdüleri bazı işçileri, sınıfın gerçek gücünün yattığı işçilerin bağımsız toplantılarını el altından çökerterek her işçiyi yaılıtılmış olarak kendisini sandıkta firmaya ve devletten yana veya onlara karşı olarak nitelendirecek "vatandaş"lara çevirmeyi hedefleyen tuzağı reddetmeye yönlendirdi. Bu tuzağa karşı işçiler kendilerini bağımsız toplantıları aracılığıyla ifade etmelidirler.

Harekete karşı kullanılan bir başka tuzak ise sendikaların ve Chavizmin çeşitli "devrimci" kesimlerinin Arjantin sermayesinin temel sahibi olduğu (Venezuella devleti hisselerin %20'sine sahip) SIDOR'u yeniden millileştirme önerisiydi. Bu kampanya mücadele için bir felaket olabilir, zira işçilerin ister Arjantinli ister Venezuelalı olsun, kapitalistlerle yüzleşmekten başka çaresi yoktur. Devletleştirme-millileştirme hiçbir şekilde sömürüyü ortadan kaldırmayacaktır: devlet bürokratı, isterse "işçilerin" yüzüne sahip bile olsa, daima işçilerin maaşlarına ve çalışma koşullarına saldırmak dışında bir seçeneğe sahip olmayacaktır. Sermayenin sol kanadı şirketlerin devletin elinde toplanmasını "sosyalizm"e kısa bir yol olarak sunarken marksizmin temel derslerinden birini gizliyorlar: her devlet ulusal burjuvazinin çıkarlarının bir temsilcisidir ve dolayısıyla proleteryanın düşmanıdır. Chavist burjuvazi bugün kazanabileceği artı değer miktarını arttırmayı amaçlayan, ve "Bolivarcı sosyalizm" adı altında iş yerlerindeki tehlilekeri misyonlar ve birleşik yönetilen şirketler aracılığıyla (Invepal veya Inveval işçilerinin başlarına gelenler gibi) devasa bir şekilde arttırmaktadır.

Bu "Bolivarcı devrimciler" işçilere SIDOR'un uzun yıllardır bir devlet işletmesi olduğunu ve pek çok orayı işleten üst rütbeli devlet bürokratlarına ve onların baskı güçlerine karşı ve işçilerin kendi talepleri için sermayenin fabrikadaki müttefiki olan sendikalara karşı da mücadele etmek zorunda kaldıklarını unutturmak istiyorlar. İşçilerin bu mücadelesi, 70'lerin başındaki ilk Caldera hükümeti, bu işçilerin, işçi sınıfı karşıtı faaliyetleri yüzünden CTV (Confederación de Trabajadores de Venezuela - Venezuela İşçi Konfederasyonu, şu anda burjuva muhalefetine yakın olan bir sendika) donanımlarının bir kısmını yakmalarını da kapsamıştır.

Devlet 1999'dan beri Chavistlerin ellerindedir, fakat sihirli bir şekilde kapitalist niteliğini kaybetmemiştir. Değişen tek şey devletin üzerine "sosyalist" renklerde kıyafetler geçirmesidir; fakat hala sermayenin çıkarlarının emeğin çıkarlarına karşı savunusundaki temel araçtır. Chavez'in işine geldiğinde kendisini bir "Sidorist" veya bir "işçi" olarak sunması, Chavist hükümetin, herdaim daha ve daha derin bir krizin içine batan sömürü sisteminin savunucuları arasında yerini almış olduğu gerçeği ve sınıfsal niteliğine dair kafamızı karıştırmamalıdır. İşçiler "yeniden millileştirme" laflarını yükselten, ve aslında tam birer burjuva gibi yaşayan ve asgari ücretten otuz kat veya ozuz kattan da fazla maaşlar alan bu sözde "devrimciler"e inanacak kadar aptal değildirler.

Tek kazanma yolu: gerçek işçi dayanışması ve nüfusla dayanışma

Bu hareketin başarılı olmasının tek yolu dayanışma aramasıdır. Öncelikle sözleşmeli işçilerle, zira onların kadrolu olması talebi temel dayanışma ifadelerinden biridir; fakat bölgesel ve ulusal düzeyde endürstinin farklı kollarındaki işçilerle dayanışma aramak da daha az önemli değildir, nitekim ister devlet ister özel sektörde çalışalım, hepimiz iktisadi krizin darbelerine hedef oluyoruz. İşsizlerin yüksek yaşam pahalılığından ve devletin çözmekten aciz olduğu barınma gibi sorunlardan etkilendiği Guanya nüfusuyla dayanışmak da önemlidir. Öte yandan bu dayanışma sendika kanalından yürütülemez, çünkü sendikalar mücadeleyi kontrol altında tutmak, feklı endüstriler ve sektörler arasında ayrımlar yaratmak ve son örnekte görüldüğü gibi devlet baskısını tamamlamakta kullanılan temel araçlardır; ve yerel nüfusla gerçekleştirilecek olan dayanışma "komünel konseyler" gibi devletin kendisinin yarattığı toplumsal örgütlerin ellerine de bırakılamaz. Dayanışma, işçilerin kendilerinden, bütün işçilere açık toplantılardan "doğmalıdır".

Metal işçilerinin mücadelesi bizim de mücadelemizdir, çünkü onlar makul ve kaliteli bir hayat için, bütün proleteryanın çıkarları için mücadele etmektedirler. Fakat en büyük kazan, anlık maaş artışları dışında, proleteryanın ellerindeki güce dair bilincinin sendikaların ve devletin toplumsal mutsuzluğu kontrol altında tutmak için yarattığı diğer yapıların dışında gelişmesidir.

Ulusal burjuvazi, Guyana'daki durumun çıkarlarına karşı derin bir tehlike arz ettiğinin farkındadır. Bu bölgede bulunan işçilerin niteliği e geçmiş mücadelelerden edindikleri tecrübeler, onları çok patlayıcı yapmaktadır, ve öte yandan çalışma ve işçilerin yaşam koşullarına karşı saldırıların bir sonucu olarak daha geniş bir emek ve toplumsal mutsuzluk birikimi de mevcuttur. Bu bağlamda, sözde Demir-Çelik bölgesi, 60'larda ve 70'lerde olduğu gibi kendisini ülkedeki işçi mücadelelerinin merkez noktasına çevirme potansiyeline sahiptir.

SIDOR işçileri, sermayenin saldırılarına karşı durabilmek için seçebilecekleri tek yolu, mücadele yolunu seçmişlerdir. Bir yandan bütün nüfustan dayanışma ararken diğer yandan bu kavgayı bölgesel ve ulusal üretimin diğer kollarına yaymak: işte bu Venezuela proleteryasının sermayenin yıkımı ve gerçek bir sosyalist toplumun yaratılması için yapılacak uluslararası mücadeleninin bir parçası yapacak yoldur.

Internacionalismo

Enternasyonal Komünist Akım Venezuela Şubesi

Dubai’deki İşçi Mücadeleleri: Bir Cesaret ve Dayanışma Örneği

Bu yazı ilk kez Enternasyonal Komünist Akım'ın Fransa'daki yayın organı Révolution Internationale'in 385. sayısında basılmıştır.


Kasım ortasında, Dubai işçileri, devasa ve spontene ayaklanmalarının sona ermesinin ardından işlerine geri dönerken, televizyonlar Dubai Kralı Abdullah'ın yeğeni Al Walid ibni Talal'ın şahsi kullanım için satıl adığı Airbus A380'den bahsediyorlardı.

Bu devasa grev hareketiyle ilgili tek bir kelime bile söylenmiyordu! Aşırı sömürüye maruz kalan yüzbinlerce işçinin bu açık isyanına dair tek bir kelime yoktu! Burjuvazi bir kez daha uluslarası basını bir kez daha sınıf mücadele haberlerine karartma uygulamıştı.

Burjuvazinin insanlık dışı sömürüsüne karşı....

Geçtiğimiz senelerde Dubai, herbiri diğerinden daha inanılmaz sayısız gökdelenin mantar gibi bittiği bir inşaa sahası haline gelmişti. Bu Emirlik, burjuvazinin, Orta Doğu'nun doğusundaki ‘ekonomik mucize' simgelerinden biri. Fakat yaldızlı perdelerin arkasında çok farklı bir gerçeklik yatıyor: turistlere ve işadamlarına sunulan gerçeklik değil, ‘mimari rüyalar' için kan ter içinde çalışan işçi sınıfının gerçekliği.

Emirliğin bir milyonluk nüfusunun %80'inden fazlası büyük bir çoğunluğu Hindistan'dan gelen ama aralarında Pakistanlı, Bangladeşli ve Çinlilerin de bulundupu yabancı uyruklu işçiler oluşturuyor. Görünüşe göre Arap işçilerden daha ucuza mal ediliyorlar! İnşaat alanlarını yedi gün yirmi dört saat, neredeyse hiçbir şey karşılığında çalıştırıyorlar. Kazandıkları para ayda 170- 250 YTL civarına denk düşüyor. Prestijli kuleleri ve sarayları inşaa ediyorlar ama şehrin dışında, çöldeki kulubelerde, pek çok kişiyle sıkış tıkış kalmak zorunda oldukları odacıklarda yaşıyorlar. İşe otobüs adı takılmış sığır kamyonlarında götürülüyorlar. Tabii ki bütün bunların yanı sıra ne tıbbi güvenlilikleri ne de emeklilik şansları var... ve bütün direniş tehlikesini ortadan kaldırmak için işveren pasaportlarına ne olur ne olmaz diye el koyuyor. Tabii ki ülkelerinde kalmış olan işçi ailelerine de hiçbir haber verilmiyor. İşçiler onları sadece 2-3 yılda bir görebiliyorlar çünkü yolculuk parasını bulmak çok zor.

Fakat insanlara böyle davranıp sürekli paçayı sıyırmak da mümkün değil.

....proleteryanın devasa mücadelesi

2006 yazında Dubai işçileri çoktan güçlü ve kollektif mücadele verme kaabiliyetlerini göstermişlerdi. Geçmişteki mücadelelerin bastırılmasına rağmen bugün tekrar sömürenlerine ve işkencecilerine karşı durmaya cesaret ettiler. Bu sefalet ve kölelik hayatına karşı birleşerek bu kavgalarla, yürekliliklerini ve olağandışı mücadele isteklerini gösterdiler. Mısır'daki sınıf kardeşleri gibi, bütün riskleri göze alarak mevcut güçlere karşı geldiler. Emirlikte yasak olan ve anında cezalandırılan grevlerin getirdiği riskler arasında çalışma izninin alınması, çalışma yasağı da vardı.

Ve yinede, aylardır maaşları ödenmeyen ve bu durumdan bıkmış olan "4000 inşaat işçisi 27 Ekim Cumartesi günü sokağa çıktı, Jebel Ali endüstri bölgesine giden yolları kapadı ve polise taşlar yağdırdı. Onları işe götürmesi için daha fazla otobüs temin edilmesini, konutların daha az kalabalık olmasını ve onurlarıyla yaşamalarına yetecek kadar maaş istiyorlardı" (Courrier International, 2.11.07). Bu mücadelenin kendilerinin de mücadelesi olduğunun farkına varan farklı işyerlerinde çalışan binlerce işçi de grevcilere katıldı.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, burjuvazi ve devleti sertçe cevap verdi. Unsurprisingly, the bourgeoisie and its state responded violently. Ayaklanmaya karşı yerel çevik kuvvet ekibi, göstericileri panzerlerle su fışkırtarak dağıttı ve pekçoklarını polis araçlarını tıkarak gözaltına aldı. "Bu ‘barbarca davranışı' kınayan Emek bakanı onlara iki seçenekleri olduğunu söyledi: ilki  işlerine dönmek,  ikincisi  sözleşmelerinin iptali, sınır dışı edilmek ve hiçbir tazminat da alamamak. " (https://www.lemaroc.org/economie/article_8622.html). Bu polis baskısına ve hükümetin tehditlerine rağmen, grev hareketi Dubai'deki üç ayrı bölgede yayılmaya devam etti. 5 Kasım'da Associated Press'deki bir cümlede 400,000 işçinin grevde olduğu söyleniyordu!

Ceza ve baskı tehditleri, polis araçlarının zarar gördüğü bahanesiyle savuruluyordu: tabii ki polis araçlarının zarar görmesi burjuva düzeni için bir hayli kabul edilmez bir durum! Fakat en korkunç şiddetten kim sorumluydu? Cevap açık: yüzbinlerce işçinin hayatını tam bir cehenneme çevirenler.

Böyle mücadelelerin perspektifi nedir?

Dubai'de proleterya gücünü ve kararlılığını göstermiştir. Burjuvazi, sadece baskıcı taktiklerini bir kenara bırakarak geçici olarak geri adım atmak durumunda kaldı. Dolayısıyla, hareketi başlatan 4000 Asyalı işçinin kovulduğunu açıklılmasının ardından, "Çarşamba günü hükümetin tonu olayları sakinleştirmeye yönelikti" (AFP). Mücadelenin devasa oluşu yüzünden "Dubai hükümeti biraz esnemek ve bakanlardan ve işverenlerden maaşları gözden geçirmelerini ve bir taban maaş uygulaması başlatmalarını istemek durumunda kaldı "... tabii ki resmi olarak. Fakat gerçekte, burjuvazi saldırılarına devam edecek. Hareketin başını çekenlere karşı yaptırımlar değişmemiş gibi görünüyor. Ve şüphesiz burjuvazi bu durumu sıkıca kontrol etmek ve Dubai'deki acımasız ve korkunç sömürü koşullarını korumak isteyecek.

Öte yandan, yöneten sınıf, işçi sınıfının bu kesiminin, mücadele tecrübesinin yüksek olmamasına rağmen yükselen militanlığını dikkate almak durumunda kaldı. İşte bu yüzden yöneten sınıf başka yollardan da saldırmaya çalışıyor, baskının yanı sıra ideolojik araçları da kullanmak istiyor. Bunu ilk kullanma çabası ise gülünç ve etkisiz oldu. Anlaşmazlıkların çoğalması karşısında,  "otoriteler polis kuvvetleri içinde işçilerin sorunlarını çözmekle görevli  bir birim yarattılar ve işçilere, büyük çoğunluğu maaşların ödenmemesiyle ilgili olan şikayetlerini dile getirmek için ücretsiz olarak arayabilecekleri bir numara verdiler". Şikayetleri doğruca baskı kuvvetlerine yapmak -daha provakatif olunamazdı herhalde!  Fakat hükümetin bundan daha zekice bir taktiği, işyerlerinde gelecek mücadeleleri ‘içerden' kontrol altına almak için sendika kurma çabası oldu.

Buradaki sorun Dubai gibi bir mini-devletteki bir mücadelenin perspektifinden ziyade bu mücadelenin çok daha geniş bir hareketin parçası oluşudur: işçi sınıfının uluslararası mücadelesi. Marks ve Engels 1848'de, Komünist Manifesto'da "İşçilerin vatanı yoktur" demişlerdi. Proleteryanın mevcut mücadelelerin hepsi, kapitalist sömürüye karşı aynı mücadeleler zincirinin parçasıdır. Hindistan'dan Dubai'ye, Mısır'dan Orta Doğu'ya, Afrika'dan Latin Amerika'ya, Avrupa ülkelerinden Kuzey Amerika'ya, işçi mücadelesi yükseliyor. Sınıf mücadelesinin uluslar arası gelişmi, hareket nerede yükseliyorsa orada işçiler için devasa bir cesaret kaynağı. Özellikle Dubai, Bangladeş veya Mısır gibi ülklerde devasa hareketlerin yükselişi, gelişmiş ülkelerdeki işçiler için bir uyarıcı olmalı, ve onların mücadelesi de birikmiş tecrübelerini paylaşarak, mücadelenin nasıl işçilerin kendi ellerine alınacağını, neden sendikalara ve sermayenin soluna bu işi bizim için yapmaları için güvenemeyeceğimizi göstererek mücadelenin sistemin bütününe karşı geliştireceği perspektifi duyurma sorumluluğunu sahiplenmelidir.

Burjuvazi onun basını, mücadele tecrübesinin paylaşılmasını engellemek amacıyla dünyanın heryerinden gelen işçi mücadelesi haberlerini bastırmak için ellerinden geleni yapıyor. Dubai'deki mücadeleler, heryerde işçi sınıfının dünya ekonomik krizinin korkunç etkilerinin acısını çektiğinin ve heryerde işçi sınıfının buna karşı mücadele ve dayanışma silahlarını bilediğinin bir kanıtıdır.

Dünya Devrimi'nin Birinci Sayısı

 

Daha önce siyasi eğilimimizin çıkardığı, Gece Notları ismiyle yayınlanan bülteni takip eden okuyucularımız artık farklı bir isim kullanmamakta olduğumuzu fark etmişlerdir. Gece Notları, ilk yayınımız olması ve arada yayını çeşitli kesintilere uğramış olmasına rağmen sürekli bir gelişim içerisinde olduğu için bizim için bir hayli önemli bir yayındı. Dört sayfalık bir bülten olarak başlamasına rağmen son sayılarda on altı sayfalık bir yayın haline gelen ve daha derinlikli analizler içermeye başlayan yayınımızın gelişimi, doğal olarak eğilimimizin teorik evrimi ve netleşmesiyle paralel bir biçimde ilerledi. Hem yayınımızın gelişimi hem de eğilimimizin teorik alanda ilerlemesi,  yayına başladığımızda kullanılabilir gördüğümüz ismin değişimini gerekli kıldı.

 

Bu aydan itibaren Dünya Devrimi ismiyle aylık bir siyasi gazete olarak yayına devam edeceğimizi duyurmak istiyoruz. Yayınımızın fiziksel özellikleri, olanaklarımızdan dolayı şu aşamada bir değişim göstermeyecek, ve Gece Notları'nı takip edenlerin fark edeceği üzere yayınımızın içeriğinde de son sayılara kıyasla büyük bir değişiklik olmayacak. Bir bakıma Gece Notları ile kaldığımız yerden Dünya Devrimi ile devam edeceğiz. Öte yandan bu isim değişikliğini gerçekleştirmemizin ardında çok önemli iki neden yatmakta.

 

Bu nedenlerden ilki yayınımızın isminin siyasi çizgimizi, teorimizi, perspektifimizi net bir biçimde yansıtan bir isim olmasını istememizdi. Bir isim olarak "Gece Notları", içerisinde derin anlamlar görülebilecek, ve Victor Serge'in ikinci dünya savaşına dair yaptığı 'yüzyılın gece yarısı' betimlemesine bir atıfta bulunması nedeniyle tabii ki siyasi bir isim olsa da, yukarıda açıkladığımız amaçları yerine getirmiyordu. Siyasetimizin ilkelerinin temelinde bir değişiklik olmadı ve aslında şu anda seçmiş olduğumuz isim geçmişteki siyasi anlayşımızın da temelini ifade ediyordu ve bu bağlamda yeni sayılmaz, öte yandan komünist bir örgüt olarak işlevimizde, amaçlarmızda, teorik pozisyonlarımızda, perspektifimizde Gece Notları'nı yayınlamaya ilk başladığımız zaman ve şu an arasındaki netlik farklı, bizi eskiden seçtiğimiz isim yerine daha farklı, siyasetimizi daha net bir şekilde ifade edebilecek bir isim kullanmamız gerektiğini sonucuna varmaya yönlendirdi. İkinci nedenimiz, ve ayrıca Dünya Devrimi ismini seçmemizin nedeni ise, örgütsel olarak uluslararası geleceğimize dair bir doğrultuya girmiş olmamız. Komünist bir örgütün ulusal veya bölgesel olarak varolamayacağı ve yerel olarak faaliyet yürüten komünist militanların kesinlike uluslararsı alanda merkezileşmiş bir komünist örgüte mensup olmaları gerektiğine dair çıkardığımız sonuçlara dayanarak, otuz yılı aşkın bir süredir uluslararsı düzeyde merkezileşmiş örgütlü faaliyet yürüten, şu an itibariyle on dört ülkede şubeleri olan, ve zaten daha önceden de birlikte çalışma yaptığımız ve dayanışma içerisinde olduğumuz Enternasyonal Komünist Akım'ın Türkiye'deki şubesini oluşturmak doğrultusuyla bu örgütün platforumunu tartışmaya başladık. Nasıl devrimcilerin hiçbir çalışmasında sabırsızlığa yer yoksa, yaklaşık bir yıl önce başlayan bu tartışma, netleşme ve EKA'nın bir parçası olma sürecinde de sabırsızlığa yer yok. Sağlam ve organik bir biçimde değil aceleci ve yapay bir biçimde gerçeleşecek bir katılımın hiçbir faydası olmayacaktır, ve bizim uzun soluklu olduğunu bildiğimiz katılım sürecine sabırla ve gerçek bir netlik sağlama amacıyla devam ediyoruz. Öte yandan bu süreç içerisinde de netleşmekteyiz ve faaliyetlerimizi de hem siyasi ilkelerimizi hem de uluslararsı alanda merkezileşmiş bir örgütün gerekliliği konusundaki yaklaşımını paylaştığımız bu örgütün doğrultusuna yaklaştırmamızın faydalı olacağını hissediyoruz. Bu yüzden EKA'nın İngiltere'de World Revolution, Mekiska'da Revolución Mundial, Almanya ve İsviçre'de Weltrevolution ve Hollanda'da Wereld Revolutie isimleriyle çıkan gazetelerinin ismini, kendi yayınımıza vermeyi uygun bulduk. Ayrıca bu vesileyle EKA'nın bir parçası olmak doğrultusunda çalıştığımızı da duyurma olanağını bulduk.

 

Yayınımızın yaygınlığına dair yanılsamamız olmamakla birlikte, okuyucularımızı bilgilendirmek adına neden yayınımızın isminin değiştiğini açıklamak istedik. İsim değişikliğinin çok büyük bir önemi olmasa da bu değişikliğin, ilk zamanlarımıza kıyasla teorik gelişimimizde daha net ve olgunlaşmış bir noktaya geldiğimizi simgelediğini ve bu bakımdan önemli olduğunu düşünüyoruz.

 

EKS

 

 

Tags: 

Ergenekon ve Türkiye Burjuvazisinin Çatışmaları

Burjuvanın kendi siyasal gerilimlerine her zaman olduğu gibi yine ergenekon süreciyle müdahil olmamız bekleniyor. Bir tarafta "derin devlet" adı altında statükocu kemalist yapılanma, diğer tarafta "derin devlet"le mücadele eden "demokrasi" savunucusu siyasal islam, AKP. Bir çok sol yapılanma için, ikisinden birine taraf olmanın "toplumsal muhalefet" açısından hep önemli olduğu düşünülmüştür. Peki komünistler ne yapmalı. Komünistlerin proletaryanın enternasyonel çıkarları için politika yapmaktan başka asli bir görevi yoktur. İşte tam bu nokta da sürecin proletarya açısından değerlendirilmesi gerekir. Böylesi bir tahlil yapılmadığında çok kolayca "gericilikle" mücadele adına cumhuriyet deskteklenip ergenokcular ile aynı noktada buluşulabildiği gibi; demokrasi adına, darbe karşıtı hissiyatı güçlendirmek adına siyasal islam ile yanyana gelinebilir. Fakat asıl mesele hangi tarafın politikasını yapmanın sınıf mücadelesinde proletaryanın çıkarına olduğudur. Aslında uzun uzun analizler yapmaya gerek yok;  her iki tarafın bir şekilde savunusu proletaryanın çıkarına olmadığı gibi, aksine sınıf mücadelesine engel oluşturmaktadır. Böylesi bir durumda taraf olmak komünistlerin burjuva siyasetine eklenmeleri anlamına gelmektedir.

Aslında böyle bir durum komünistlerin mücadele tarihinde sık sık karşılaştıkları bir durumdur diyebiliriz. Bu noktada taraf olma hissiyatını ideoloji ile açıklamak oldukça mümkündür. Çok net olmasına rağmen bu durumun kafa karışıklığı yaratamasındaki asıl mesele aslında demokrasi yanılsamasıdır. Yani, komünist mücadele proletaryanın mücadelesinin bir semptomu olan demokrasiyi yada "demokratik gelişmeleri" proletaryanın mücadelsinden ayırıp, bu semptomu ana sorun olarak görmeye başladığında, taraf tutma ihtiyacı duyacaktır. Demokrasi burjuvazinin tarih sahnesine çıktığından beri en çok vurguladığı ve ideoloji olarak en rahatça kullandığı fikir olsa gerek. Marksizmde, Marx'ın Alman İdeolojisi'nden beri anlatılmaya çalışılan; ideolojinin, sınıf çelişkileri ve onun sonuçları ve sınıf mücadeleleri üzerine kurulan bir gölge oyunu olduğudur. Dolayısıyla, ülkedeki temel sorunları demokrasi ekseni üzerine oturtmak, kaçınılmaz olarak ergenekon gibi bir durumda taraf tutma ihtiyacına dönüşecektir.

Ergenekon için marksist bir analiz yapılması gerekirse; Öncelikle, "ergenekon"da mesele kesinlikle sadece akp'nin kapatılma süreci ve buna kaşrı bir darbe karşıtlığı olmamalı. Resme daha geniş bakarak, sınıfsal bir açıklama getirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu meselenin özellikle, ABD 'nin İran ısrarı ve BOP 'dan bağımsız olamayacağı gibi, Türkiye burjuvazisinin de talebi doğrultusunda gerçekleştiğidir. Burjuvazi açısından iki siyasal tercih bulunuyor: kemalist ve statükocu bir siyasi iktidar ile, liberal, siyasal islamcı bir ikitidar arasındaki tercih. Küresel sermaye ile bütünleşmek ve çıkar ilişkisinde daha çok söz sahibi olmak isteyen burjuvazi açısından, buna engel teşkil edebilecek bazı politik sorunlar var:  Avrupa Birliği, Kürt sorunu,  Kıbrıs sorunu ve tüm bunların yanında İran'a karşı olası bir müdahale ve emperyalizm. Bu bağlamda, kemalist statükocu siyasal tercihin Kürt sorununda ve Kıbrıs konusunda hiç bir çözüm istemediği ortada. Öte yandan, bu tercihin, ABD ve AB'ye karşı olan anti-emperyalist milliyetçi duruşu burjuvaziyi AB konusunda sıkıntıya sokacağı gibi, ekonomik açılım çözümünü doğuda aradığı açıktır. Öte yandan, ABD'nin İran'a olası operasyonu içinde Türkiye'ye ihtiyaç duyacak olması ve ABD'nin de Türkiye'de siyasal tercih olarak AKP'yi benimsemesi önemli durmaktadır. Bu gerilim sürecinde Tüsiad'ın ve de Ordu'nu olaya taraf olmaması ve sessiz kalması da bu durumu netleştirmektedir. İşte bu noktada AKP' ye düşen rol bahsettiğim sorunları kısmen çözmek isteyen burjuvazinin talebidir. Sırtında kambur oluşturmuş Kürt sorununa da, Kıbrıs sorununa da bir açılım getirip önündeki siyasal sorunlardan da kurtulmak istejen bir sermaye mevcut. Bu sorunlara karşı direnç gösterebilecek statükocu siyasal tercih, belirli sınırlarda tasfiye sürecidir, ergenekondur. Tabi bu süreç bu kadar doğrusal ilerlemiyor. AKP müdahalesi bu bağlamda kemalist kanat için karşı hamleler doğurmuştur. Her ne kadar seçilmiş konumlarda hakim olsa da atanmış konuma karşı verdiği tepki elbette sıkıntılı olacaktır. Aslında yine Ergenekon operasyonlarının ve Ümraniye'deki evin basılmasının akp'nin kapatılmasından çok önce olması, hemen arkasında kapatmanın gelmesi bu resmi tamamlamaktadır. Ayrıca, açık bir şekilde önemli belgelerin TSK'dan sızdırılıp medyaya ulaştırılması ve ergenekon operasyonlarının polisin bazı kademelerince bilinmemesini de önemli olarak görüyorum. Ayrıca egemenlerin bu kadar yoğun "işleri" varken, emekçilerin olası (belediye işçilerinin grev girişimi) muhalefetine de çok sert tepki göstereceği açıktır. Öte yandan da burjuvazinin devlet eliyle yakın tarihte işlediği pislikleri göstermelik bir şekilde temizleme durumudur.

Son söz, durum açıkça burjuvazinin toplumdaki demokrasi meşruiyetini kullanarak kendi çıkarlarına uygulamasıdır. Dolayısıyla bu noktada komünistlerin yapacağı tek şey meselenin sınıfsal çelişkilerini açığa vurmak ve taraflardan birinin bir şekilde yanında olmanın proletaryanın enternasyonal çıkarlarına zarar vereceğinin politikasını yapmaktır.

Sınıflar arası barışa, halklar arası savaşa hayır!

Fırat

Tags: 

Fidel Kastro Emekli Oldu: Sorun Binici Değil, Sorun Atın Kendisi!

Dominik Cumhuriyeti'ndeki ‘Enternasyonalist Tartışma Çekirdeği'nden bir yoldaşın yazdığı bu makale elimize geçti. SSCB'nin düşüşünden sonra 20. yüzyılın büyük yalanını devam ettirerek, Stalinist barbarlığı "sosyalizm" olarak sunan ve son yıllarda Chavez'in rejimiyle müttefik olarak bu yalanı onun "21. yüzyıl sosyalizmi" yalanıyla desteklemeye çalışan Küba rejiminin ipliğini pazara çıkaran bu katkıyı selamlıyoruz.

18 Ekim Şubat'ta Küba başkanı Fidel Kastro artık Küba'daki kapitalist devleti yönetmek istemediğini ilan etti. Bu sağ kanat burjuvaziyi, sözcüleri aracılığıyla, komünizmin tamamen bittiğini ve Küba devriminin de sona erdiğini iddia etmeye itti. Tıpkı Doğu Bloğunun düşüşünden sonra yaptıkları gibi, aslında kendilerinin, burjuvazinin ölümünü kutladıklarını bilmeden işçilerin kafalarını karıştırmaya çalışıyorlar. Küba modelinin ortadan kalkmasıyla kaybedecek olan proleterya değil kapitalizmdir. Çitin öte tarafında, çavuşları Hugo Chavez önderliğinde sermayenin sol kanadı bizi devrimin devam ettiğine temin ediyor. İşçi sınıfının kafasını karıştırmayı hedefleyen bu saçmalıkları açığa vurmak için bazı meseleleri açıklaştırmamız gerekli.

Ocak 1959'da, Küba'da gerçek bir sosyal devrim gerçekleşmedi. Gerçekleşen yöneten sınıfın kesimlerinden biri devrilirken bir diğerinin iktidara gelmesi, kırdan gelen Kastro-Guevarist liderlerin yükselişi ve bir darbeyle çavuş Batistaydı indirmesiydi. Bu iktidarın kendisini askeri diktatörlükle ifade eden sermayenin sağ kanadından bir dizi göstermelik reform ve millileştirme yaparak proleter mücadeleyi ve sınıf bilincini yükseltmek bir yana kapitalizmi farklı koşullara uydurmaya çalışan sermayenin sol kanadına geçmesiydi. Aynı şekilde çoğunluğun içinde bulunduğu durumu iyileştirme sözleri de tutulmadı. Pek çok ülkeye öğretmen ve doktor ihraç ettiği göz önünde bulunursa Küba sermayesinin çıkarları doğrultusunda eğitim ve sağlıkta göreceli bir iyileşme olduysa ülkede mevcut olan yarım yüz yıllık dağıtım düzeni temel ihtiyaçların karşılanamadığını gözler önüne seriyor. En az düzeyde bile olsa kaliteli bir şey almak isteyen birisi onu akıl almaz derecede yüksek fiyatlarla turistler için açılmış özel dükkanlar veya kara borsa dışında bulamıyor. Sömüren azınlığın ayrıcalıkları Batista zamanında olduğundan bile daha gösterişli bir şekilde ortadalar: sözde "Komünist" Parti üyeleri, üst düzey askeri yetkililer ve benzeri yüksek mevkilerdeki insanlar her türlü lükse rahatlıkla ulaşabilirlerken çoğunluk yoksunluk ve sefalete mahkum edilmiş durumda.

Küba'da bir devrim olmadı. Rejim el değişti, ve bu iktidar değişikliği parlamenter yollar yerine bir ayaklanma aracılığıyla yapıldı. Fakat kapitalizm hala kapitalizm olmaya devam etti. Yalnız üniforma değiştirerek: zira liberal takım elbiseler yerini sakallı adamların giydiği yeşil asker kıyafetlerine bıraktı.

Olayın başka bir yanı da Bay Kastro'nun sözde "anti-emperyalist"liği. Öncelikle, herhangi bir kapitalist devletin hayatta kalabilmesi için emperyalist olması gereklidir, çünkü dünya emperyalist ormanının ortasında çıkarlarını savunabilmek için kendisini askeri, ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel yollarla desteklemeli, başkalarının kendisine boyun eğmesini sağlamalıdır. Bu yüzden Küba'da ülkenin kaynaklarının büyük çoğunluğu "anti-emperyalizm" sloganı altında Afrika'da (mesela Angola'da) savaşlar yürütmüş güçlü bir orduyu korumaya adanmıştır. Aynı şekilde Küba güçlü propaganda araçları aracılığıyla kendisini "sosyalist bir ülke" olarak sunmuştur. Bu yöntem ve araçlarla, Küba rejimi, ülkenin boyutları yüzünden sınırlı da olsa, ulus-devletin birbirlerine karşı verdiği emperyalist mücadele ortamında kendisine bir dilim koparabilmiştir.

Fidel şüphesiz insanların ABD'ye karşı duyduğu tepkiyi kullanarak bu ülkeyi, kendi ülkesiyle olan çelişkilerden dolayı, devasa bir imparatorluk olarak sunuyor, ama Amerikan emperyalizmini lanetlerken Sovyet emperyalizmini övmekten kaçınmıyordu; şimdi de çavuş Chavez'in Bolivarcı emperyalizmini destekliyor. İyi bir emperyalizm ve kötü bir emperyalizm olduğu fikri, terörizmi bastırmaya adanmış bir terörist fikrinden farklı değildir!

"Küba Devrimi"nin başında (1959-1970), Fidel Kastro'nun kendisi Birleşmiş Milletler'deki ünlü konuşmasında bir komünist olmadığını itiraf etmişti, fakat güçlü komşusu ABD ile bir anlaşma koparma çabaları işe yaramamıştı. Kastro bunun üzerine paltosunu değiştirererek Rus emperyalizmiyle ittifak yaptı. Sonrasında eski Küba "Komünist" Partisi "26 Haziran Hareketi" ile birleşmeye zorlanarak yeni bir "Komünist" Parti kuruldu ve bu parti o zamandan beri tek parti olarak hüküm sürdü.

Küba rejimi bağıra çağıra "anti-emperyalist" olduğunu iddia ederken "emperyalizm" etiketini sadece ABD için kullanıyor. İnsanlık Yanki emperyalizminin vahşetinden bıkmıştır fakat emperyalizmle mücadele sözde "anti-emperyalist" devletler aracılığıyla değil, proletaryanın bağımsız ve enternasyonalist mücadelesiyle yapılır. Bir yanda hukuka ve "hümanizme" hürmet eden "iyi" devletler, bir yandaysa tiranlık, militarizm ve barlık üzerinde tekel kurmuş devletlerin var olması gibi bir durum söz konusu değildir. Kastro ve Bolivarcı Chavez'in iddialarının aksine Emperyalizmle bir devlet aracılığıyla savaşma fikri, terörizme karşı savaşmayı bir teröriste bırakmaktan farksızdır.

Bir başka büyük yalan ise "komünist" fidel veya "sosyalist" Küba yalanıdır. İlk göz önünde bulundurulması gereken gerçek Küba'da artı değerin, ücretli emeğin ve özel mülkiyetin mevcut olduğudur, ve zaten aksi de mümkün değildir çünkü kapitalist bir dünyada sosyalist bir adacık mümkün değildir. Küba'da ücretli-emek ve insanın insanı sömürüsü hala mevcuttur. Klasik anlamda (yani yasal olarak üretim araçlarının sahibi) bir kapitalist sınıf yerine devleti çoğunluğa karşı yöneten bir bürokrasi vardır. Gerçekleşen mülkiyete dair yasal, yani göstermelik bir değişimden ötesi değildir; mülkiyet sahini ünvanı devlete geçmiştir fakat çoğunluk her türlü var oluş aracından mahrumdur ve mülkiyet Kübalı işçiler için hala mülkiyettir, ve hayatta kalmak günlük çalışma düzenini ve patronun dayattığı koşulları kabul etmektir. Tek fark diğer ülkelerde patronun herhangi bir fabrikadan herhangi biri olmak yerine Küba'da devletin kendisi olmasıdır.

Fidel Kastro - ve şimdi Chavez, Morales gibileri - büyük Stalinist yalanı yeniden üretiyorlar: insanları millileştirmelerin sosyalizm yolunda bir adım olduğuna, tek ülkede sosyalizmin sosyalizme doğru bir adım veya sosyalizmin bir biçimi olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Öte yandan gerçekte bütün bunlar ve sözde "sosyalist" ülkelerdeki düzenler sadece kapitalizmin bir yüzü olan devlet kapitalizmidir.

Vladimir

GÜRCİSTAN’DA SAVAŞ: BÜTÜN GÜÇLER SAVAŞI KÖRÜKLÜYOR

Bir kez daha Kafkaslar alevler içinde. Bush ve Putin'in Beijing'de yanyana durup minik kekler yedikleri, göya barışın ve halkların uzlaşmasının simgesi olan Olimpiyat Oyunları açılış seramonisiyle aynı anda Beyaz Saray'ın yardakçısı Gürcü cumhurbaşkan Saakaşvili ve Rus burjuvazisi Gürcistan/Güney Osetya'da korkunç katliamlar yapmaları için askerlerini gönderiyorlardı. Bu savaş iki tarafta da yeni bir ‘etnik temizlik' dalgasına yol açtı ve şu anda tam kurban sayısını kestirmek zor olsa da, bu sayı binleri buluyor gibi gözüküyor ve katledilerin büyük çoğunluğu da siviller.

Kapitalist savaşın barbarlığının yeni bir ifadesi

İki taraf da birbirini savaşı körüklemekle suçluyor ve köşeye sıkıştığı için böyle davranmaya zorlandığını söylüyor. İster Rus, ister Oset, ister Abhaz, isterse Gürcü olsun, köyleri ve şehirleri yıkılan yerel nüfus bütün milliyetçi burjuva kesimlerin rehinesi konumuna gelmiş; hepsi aynı katliamlarla ve zulümlerle yüzleşiyor. İşçiler sömürücüleri arasında seçim yapamazlar. İşçi sınıfının kendi sınıf çıkarları için mücadeleye devam etmesi ve ister "Kafkaslardaki Rus kardeşlerimizi savunalım" ister "Tanrı Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü korusun..." sloganları olsun, bütün milliyetçi sloganları ve savaşı körükleyen sloganları reddetmesi gerekiyor. Bu sloganlar sadece şu veya bu savaşlarında kurban edecek koyun arayan kapitalistler çetesinin çıkarlarına hizmet ediyor.

Rus burjuvazisinin ve onun Osetya'daki ayrılıkçı kesimlerinin bir dizi provakasyonuna karşı, Gürcistan cumhurbaşkanı Saakaşvili pervasızca, hiçbir sonucu olmayacağını düşünerek ufak Güney Osetya bölgesini 7 Ağustos'u 8 Ağustos'a bağlayan gece vahşice işgal etti, uçaklarla desteklenen gürcü askerleri Rus-yanlısı ayrılıkçı bölgenin ‘başkenti' Tşkinvali'yi adeta yok ettiler.

Bu arada Rusya da askerlerini Gürcistan'da ayrılıkçılığın bir diğer merkezi olan Abhazya'ya gönderdi ve Rus güçleri Kodori geçidini alarak doğrudan vahşice ve yoğun olarak pek çok Gürcü kasabasını bombalayarak cevap verdi (bombalanan yerlerin arasında Poti limanı ve orada, Karadeniz'de bulunan ve şu anda harabeye dönmüş deniz üssü ve dahası sakinlerinin çoğunun korkunç hava saldırısından kaçmak durumunda kaldığı Gori şehri de bulunuyordu). Rus tankları hızla Gürcistan topraklarının üçte birini işgal ettiler. Hatta Tiblis'in birkaç düzine kilometre yakınına kadar ilerleyen Rus askerleri Gürcastan başkentini tehdit ediyordu. Ateşkesten birkaç gün sonra bile Rus askerlerinde bir geri çekilme belirtisi olmamıştı. İki tarafta da vahşet ve cinayet görüntüleri vardı. Tşkinvali'nin ve çevresinin bütün nüfusu (30,000 mülteci) savaş bölgesinden kaçmak zorunda kaldı. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu'na göre ülkenin tamamında, korkmuş, herşeylerini kaybetmiş mültecilerin sayısı (çoğunluğu Gori'den olmak üzere)115,000'e ulaştı

Bu savaş çoktandır mayalanıyordu. Her türden yasadışı kaçakçıyla dolu bölgeler olan Güney Osetya ve Abhazya kendi söyledikleri üzere Rus yanlısı ve Rusya'nın içerisinde sürekli kontrol sağlamış bulunduğu cumhuriyetler. Yirmi yıldır, Gürcistan'ın bağımsızlığını ilanından beri burada her türlü gerginlik, çatışma ve cinayet gerçekleşti. Gürcistan'daki Rus azınlıkların saldırgan bir emperyalist politikayı haklı çıkartmak için kullanılması, Almanya'nın sadece Nazizm değil (tabii Sudeten Almanları'nın bahana ederek Çekoslovakya'nın işgali Nazi dönemin emperyalist politikalarından akla gelen önemli bir örnek) bütün 20. yüzyıl boyuncaki politikalarını hatırlatıyor. Le Monde'dan bir uzmanın 10 Ağustos'ta söylediği gibi "Güney Osetya ne bir ülke ne de bir rejim. Sadece eski Rus generalleriyle Osset haydutlarının Gürcistan'la olan çelişkilerden para kazanmak için kurdukları bir çete."

Aşşırı milliyetçiliğe ve askeri maceracılığa sığınmak her zaman burjuvazinin içsel problemlerini çözmekte kullandığı sevdiği bir yöntem olmuştur. Gürcü cumhurbaşkanı 2003'teki seçimlerde eski "Sovyet" lideri Şervardnadze'ye karşı "Kafide Devrim" sırasında %95 oy alarak büyük bir zaferle başa geçmiş olsa da, 2008'de ABD'nin faal desteğine rağmen yeniden seçilmekte zorlanmış, ve dolandırıcılık suçlamaları ve otokratik yönetim biçiminden dolayı itibarı zedelenmişti. Washington'ın bu koşulsuz yandaşı 1991'de kurulduğundan beri ABD'nin baba Bush altında başlattığı Yeni Dünya Düzeni'nin temel üs noktalarından olan bir devleti devralmıştı. Bu büyük ihtimalle son macerası için batı güçlerinden, özellikle ABD'DEN alacağına güvenebileceği desteği gözünde büyütmesine neden oldu. Kendi hesabına Putin'in Rusya'sı Saakaşvili'ye bir tuzak kurdu ve Saakaşvili de bu tuzağa bir güzel düştü ve Moskova'ya kaslarını biraz açma ve Kafkaslar'daki gücünü gösterme fırsatı sundu (ki bu Rus tarafını uzun süredir rahatsız ediyordu); fakat bu temelde Rusya'nın 1991'den beri NATO güçleri tarafından çembere alınmış olduğu gerçeğine bir cevaptı.

Bu çember Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılma talepleriyle Rusya için kabul edilmez bir seviyeye ulaştı. Ve herşeyden önce Rusya Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne yüklenilmiş olan füze savarlara tahammül edemiyor. Ki nedensiz yere de değil bu tepki, zira Rusya bu füze savarları İran'a değil kendisine karşı yapılmış olarak görüyor. Rusya, askeri kuvvetleri Irak ve Afganistan'da kısılmış olan Beyaz Saray'ın ellerinin bağlı olmasından faydalanarak Kafkaslar'da karşı saldırısını başlattı. Saldırı, Rusya'nın Çeçenistan'daki kanlı, vahşi savaşlarda, ciddi bir bedel ödemesine rağmen otoritesini tekrar sağlamlaştırmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti.

Fakat bu savaşın sorumluluğu sadece savaşta doğrudan rol oynayan güçlerin boynunda değil. Gürcistan'ın kaderine dair ikiyüzlü timsah gözyaşları döken emperyalist güçlerin de elleri kanlı ve ister ABD ve iki körfez savaşı olsun, ister 1994'te Rwanda soykırımında oynadığı rolüyle Rwanda olsun ister de 1992'de Balkanlar'daki korkunç savaşı tetikleyen Almanya olsun, batılı emperyalistlerin hiçbiri de masum değil.

Maskeler düşüyor! Soğuk Savaş'ın bitişinin ve eski emperyalist blokların dağılışının dünyaya bir ‘barış ve istikrar dönemi' getirdiğine dair hiçbir işaret olmadığı, ister Afrika'ya, ister Orta Doğu'ya, ister Balkanlara isterse de Kafkaslara bakalım, gün gibi açık. Eski Stalinist imparatorluğun ortadan kalkması sadece yeni emperyalist arzular ve büyüyen bir askeri karmaşa doğurdu. Gürcistan pek çok gücün son yıllarda peşinde koştuğu önemli bir stratejik nokta. Gürcistan Stalinist dönemde, Rus petrolünün Volga ile Urallar arasında basit bir köprüyken, 1989'dan sonra Hazar denizinin zenginliklerini sömürmeye giden kral yoluna dönüştü. Bölgenin ortasında bulunan Gürcistan, Hazar Denizi petrolüne ve Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'daki doğal kaz kaynaklarına giden bir yol ayrımı şimdi; ve 2005'ten bu yana Amerika'lıların doğrudan kontrolü altından 1,800 kilometrelik Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattını barındırıyor, Azeri liman şehri Bakü'yü Tiflis üzerinden Ceyhan'a bağlıyor. Bu boru hattı, Rusya'yı Hazar denizinden petrol getirme konusunda sollamış durumda. Moskova için dünya petrol ve doğal gaz reservlerinin %5'ini barındıran Orta Asya'nın Rusya yerine Avrupaya doğal gaz götürebilecek bir alternatif haline gelmesi ihtimali büyük bir tehdit. Özellikle de Avrupa Birliği Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına paralel olarak 330 kilometrelik Nabucco doğal gaz hattıyla İran ve Azerbaycan'daki doğal gaz sahalarını Türkiye üzerinden Avrupa'ya bağlama hayalleri kurarken tehdit çok daha büyük. Öte yandan yeni başkanı Gazprom'un eski patronlarından Medvedev olan Rusya, Karadeniz'den Avrupa'ya ulaşacak 20 milyar dolarlık devasa bir projeyle karşılık vermeyi planlıyor.

Yeni bir soğuk savaşa doğru mu?

İki eski blok lideri, Rusya ve ABD, bir kere daha birbirleriyle hesaplaşıyorlar, fakat bu defa emperyalistler arası ilişkilerin çerçevesi, farklı bloklar içindeki disiplinin güvenilir düzeyde olduğu soğuk savaş döneminden oldukça farklı. O dönemde bize iki blok arasındaki mücadelenin herşeyden önce ideolojik bir mücadele olduğu: özgürlük ve demokrasi güçlerinin komünizm olarak tanımlanan totaliterliğie karşı savaşı olduğu söyleniyordu. Şimdiyse bir ‘barış ve istikrar dönemi' vaadedenlerin bizi kandırmaya çalıştıklarını görebiliyoruz ve bu güçler arası bu çatışmanın alçak emperyalist çıkarlar için verilen cani bir mücadeleden başka bir şey olmadığı her zaman olduğundan bile daha net.

Bugün uluslar arası ilişkilerde ‘her koyun kendi bacağından' mantığı hakim. Gürcistan'daki ‘ateşkes' sadece Kremlin'in efendilerinin ve Rusya'nın askeri üstünlüğünün zaferini ortaya döküyor. ‘Ateşkes', ayrıca toprak bütünlüğü artık pek de bütün olmayan Gürcistan'ın utanç içersinde Rusya'nın direttiği koşullara yarı-teslim olduğunu ortaya döküyor. Güney Osetya ve Abhazya'da, neredeyse tamamen Ruslardan oluşan ‘barış gücü', Rus işgal güçlerinin Gürcistan topraklarında sürekli olarak konumlanmış olduğunu resmileştiriyor. Rusya askeri avantajını değerlendirerek kendisini Gürcistan'da ‘uluslararsı kamuoyu'nun sızlanmalarının merkezine tekrar koydu.

Bu, Gürcistan'ın patronu olan Amerikan burjuvazisi için yeni ve çarpıcı bir değişim. Gücristan Amerika'ya ödediği bağlılık vergisi (Irak'a ve Afganistan' a gönderilmiş 2,000 asker) ağır olmuş olsa da, Sam Amca ona ahlaki destek ve Rusya'nın eylemlerinin sözlü olarak kınanması dışında hiçbir şey veremedi, parmağını kıpırdatamadı. Bu zayıflığın en önemli yanı Beyaz Saray'ın bu ‘ateşkes'e karşı öncerebilecek hiçbir şeyi olmaması ve Avrupa'nın ‘barış planı'nı yutmak zorunda kalmış olması, ki ABD için daha kötü olan bu planın koşullarının Ruslar tarafından belirlenmiş olması. Daha da utanç verici olan Condoleezza Rice'ın Gürcistan'a gidip Gürcü cumhurbaşkanı'na bütün bunları imzalatmak zorunda kalması. Bütün bunlar Amerika'nın öneminin ve dünyanın en büyük gücü olarak konumunun düşmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Düşüşün bu yeni kanıtı ABD'nin itibarını dünya önünde sadece biraz daha zedeleyebilir, ve tabii ki Polonya ve Ukrayna gibi ABD'nin desteğine dayanan devleter için ciddi bir sıkıntı kaynağı.

ABD zayıflığını gösteredursun, Avrupa ‘her koyun kendi bacağından asılır' mantığını ne kadar ileri götürdüğünü gösteriyor. Amerikalıların felç olmuş olmasına karşı, ‘Avrupa diplomasisi' devreye girdi. Fakat altı çizilmesi gereken bu girişimin sözcüsünün, çoğu zaman sadece kendisi için konuşan ve kısa-vadeli uluslararsı siyasetin dışına çıkmayan AB faal başkanı olan Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy olması. Bir kez daha Sarkozy bu çatışmada bir söz söyleyerek şahsi bir şan ve zafer kazanmak için ortaya atladı. Fakat ünlü ‘Fransız barış planı' (ki Sarkozy bunun büyük bir ulusal diplomatik başarı veya Avrupa diplomatik başarsısı olduğu yanılsamasını korumayı başaramadı) aslında komik bir imgeden başka bir şey değil, ve içeriğinin Rusya'nın dayattığı koşullar olduğu gerçeğini gizleyemiyor bile.

Avrupa, bu durumdan ancak ufak bir kazanç sağlayabilir çünkü içerisinde tamamen karşıt çıkarlar barındırıyor. Polonya ve Baltık devletleri derin bir Rus nefreti besler ve Gürcistan'ın ateşli savunuculuğuna soyunurken ve öte yandan ABD'nin bölgeyi kontrolüne karşı olan Almanya Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının en fazla karşı çıkanlardanken nasıl Avrupa saflarında en ufak bir birlik olabilir ki? Gerçi Angela Merkel takdire şayan bir yüz seksen derecik dönüşle Gürcü cumhurbaşkanına desteğini bildirmekten geri kalmadı, zira Rusya'nın Gürcistan işgal edilmiş topraklarmış gibi davranmasından kaynaklı gözden düşüşü onu buna zorladı. Yine de sonuçta Avrupa her koyunun kendi bacağından asıldığı bir ortam görüntüsünde. Fransa bir yandan ortamın Kara Murat'ını oynarken bir yandan Putin'e hizmetlerini sunarak çizdiği çemberi tamamlıyor, İngiltere hemen temel rakibi Almanya'ya karşı çıkmak için Gürcistan'ı savunmaya soyunuyor.

Rusya'nın elde ettiği kazançlar da bir hayli sınırlı. Şüphesiz, kısa vadede Rusya'nın sadece Kafkaslar'da değil bütün dünyadaki emperyalist konumu güçlendi. Rus donanması bölgedeki denizlerin tartışmasız efendisi konumunda. Fakat, Kafkaslar'daki şimdiki konumunu güçlendirmiş olsa da, bu askeri zafer ABD'yi Avrupa toprağında füze savarlarını kurmaktan alı koyacak çapta bir zafer değil, tam tersi bu zafer Beyaz Saray'ı, Polonya'yla imzalanan füze savar kurma antlaşmasının gösterdiği gibi projeyi hızlandırmaya itiyor. Buna karşı Rus ordu komutanlığının eş kurmaylarından biri Polonya'yı, bir nükleer saldırının ilk hedefi olacağını söyleyerek tehdit etmiş durumda.

Rus emperyalizmi, kendisini Gürcistan'ın geleceğine dair pazarlıklarda söz söyleyebilecek kadar güçlü bir konuma getirmekle, Güney Osetya veya Abhazya'nın bağımsızlığıyla veya Rusya'ya katılmasıyla olduğundan daha fazla ilgili. Fakat özünde, savaş körükleyen saldırganlığının ve Gürcistan'da faaliyete geçirdiği büyük askeri gücünün yaptığı emperyalist rakiplerinin eski korkularını yeniden hortlatmak, ve bu da Rusya'yı diplomatik olarak her zaman olduğundan da daha yalıtılmış bir konuma itiyor.

Hiçbir güç durumu kontrol almayı umabilecek bir konumda değil, ve şu anda gördüğümüz kayan ve değişen ittihaklar emperyalist ilişkilerin tehlikeli bir biçimde istikrarsızlaştığını göstermekte.

Kapitalizm'de barış olamaz

Kesin olan bütün güçlerin, büyük veya küçük, önemli jeostratejik çıkarların toplandığı bölgedeki diplomatik oyunlarda bir rol oynamak istiyor olmasıdır. Bütün güçler bu durumdan sorumludur. Hazar'daki petrol ve doğal gaz ve Orta Asya Türkçe konuşan pekçok ülkenin mevcut olması, Türkiye ve İran rejimlerinin can alıcı çıkarlarının bu bölgeyle alakasını açıkça gösteriyor, fakat aslında bütün dünya alakalı. Böygedeki insanları yem olarak kullanıp birbirlerine kırdırtmak, bölgenin pek çok etnitisenin bir arada yaşadığı bir mozaik olmasından dolayı bir hayli kolay: mesela Osetler Pers kökenlerinden geliyorlar... Şu veya bu gücün, herşey bu kadar bölük pörçükken milliyetçiliği ateşlemesi kolay. Rusya'nın baskıcı bir güç olarak geçmişinin de büyük bir ağırlığı var. Bütün bunlar gelecekte gerçekleşecek daha yaygın emperyalist gerilimlere dair işaretler: Baltık devletlerinin ve özellikle askeri gücü nükleer silahlar barındıran ve Gürcistan'a kıyasla çok daha üst düzey olan Ukrayna'nın huzursuzlandığını görüyoruz.

Savaş bölgeyi istikrarsızlaştırmak riskini yükseltiyor fakat emperyalist güçlerin küresel dengesinde engellenemez sonuçları da var. ‘Barış planı' sadece bir aldatmaca ve içerisinde gelecekte gerçekleşebilecek yeni askeri askeri kışkırtmaların malzemelerini barındırıyor, ve Kafkaslar'dan Orta Doğu'ya bölgede bir dizi barut fıçısını ateşe verme tehlikesini ortaya çıkartıyor .

Dünyanın pek çok farklı alanında büyüyen sayıda yanıcı durumlar görüyoruz: Kafkaslar'da, Kürdistan'da, Pakistan'da, Orta Doğu'da, vb. Emperyalist güçler sadece bu durumların arkasındaki sorunları çözmekten aciz oldukları göstermediler: onların eylemleri sadece çatışmaları daha patlayıcı bir hale getirmeye hizmet ediyor. Bu bir kez daha kapitalizmin, dünya nüfusunun büyüyen bir kısmını rehin alan askeri barbarlıktan ve katliamlardan başka önerecek hiçbir şeyi olmadığını gösteriyor. Gürcistan'dak devam eden kanlı savaş, kapitalizmin dünyaya saçtığı dehşetlerin sadece bir parçası.

Bu durum daha fazla demokrasi isteyerek, insan haklarına daha fazla saygı duyulsun diyerek ve hatta emperyalist eşkıyaların kendiuluslar arası anlaşmalarına uymalarına sağlayarak sonuçlandırılamaz. Savaşın sonunu getirmenin tek yolu kapitalizmin sonunu getirmektir. Ve bu da sadece işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşebilir. İşçilerin tek müttefiki diğer işçilerdir, bütün sınırların ötesindeki, bütün milliyetçi cephelerin gerisindeki işçiler. Dünya işçilerinin Rus, Gürci, Oset ve Abhaz sınıf kardeşleriyle ve dünyadaki bütün savaşların kurbanlarıyla dayanışmalarının tek yolu güçlerini birleştirmeleri ve mücadelelerini düzenin devrilmesine doğru geliştirmeleridir. Burjuvazinin katil milliyetçiliğine karşı işçilerin tek narası Komünist Manifesto'da yazılmış slogan olabilir: "İşçilerin vatanı yoktur! Dünyanın bütün işçileri birleşin!"

EKA

Gürcistan'da Savaş: Bütün Güçler Savaşı Körüklüyor

 

Bir kez daha Kafkaslar alevler içinde. Bush ve Putin'in Beijing'de yanyana durup minik kekler yedikleri, göya barışın ve halkların uzlaşmasının simgesi olan Olimpiyat Oyunları açılış seramonisiyle aynı anda Beyaz Saray'ın yardakçısı Gürcü cumhurbaşkan Saakaşvili ve Rus burjuvazisi Gürcistan/Güney Osetya'da korkunç katliamlar yapmaları için askerlerini gönderiyorlardı. Bu savaş iki tarafta da yeni bir 'etnik temizlik' dalgasına yol açtı ve şu anda tam kurban sayısını kestirmek zor olsa da, bu sayı binleri buluyor gibi gözüküyor ve katledilerin büyük çoğunluğu da siviller.

 

Kapitalist savaşın barbarlığının yeni bir ifadesi

İki taraf da birbirini savaşı körüklemekle suçluyor ve köşeye sıkıştığı için böyle davranmaya zorlandığını söylüyor. İster Rus, ister Oset, ister Abhaz, isterse Gürcü olsun, köyleri ve şehirleri yıkılan yerel nüfus bütün milliyetçi burjuva kesimlerin rehinesi konumuna gelmiş; hepsi aynı katliamlarla ve zulümlerle yüzleşiyor. İşçiler sömürücüleri arasında seçim yapamazlar. İşçi sınıfının kendi sınıf çıkarları için mücadeleye devam etmesi ve ister "Kafkaslardaki Rus kardeşlerimizi savunalım" ister "Tanrı Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü korusun..." sloganları olsun, bütün milliyetçi sloganları ve savaşı körükleyen sloganları reddetmesi gerekiyor. Bu sloganlar sadece şu veya bu savaşlarında kurban edecek koyun arayan kapitalistler çetesinin çıkarlarına hizmet ediyor.

Rus burjuvazisinin ve onun Osetya'daki ayrılıkçı kesimlerinin bir dizi provakasyonuna karşı, Gürcistan cumhurbaşkanı Saakaşvili pervasızca, hiçbir sonucu olmayacağını düşünerek ufak Güney Osetya bölgesini 7 Ağustos'u 8 Ağustos'a bağlayan gece vahşice işgal etti, uçaklarla desteklenen gürcü askerleri Rus-yanlısı ayrılıkçı bölgenin 'başkenti' Tşkinvali'yi adeta yok ettiler.

 

 

Bu arada Rusya da askerlerini Gürcistan'da ayrılıkçılığın bir diğer merkezi olan Abhazya'ya gönderdi ve Rus güçleri Kodori geçidini alarak doğrudan vahşice ve yoğun olarak pek çok Gürcü kasabasını bombalayarak cevap verdi (bombalanan yerlerin arasında Poti limanı ve orada, Karadeniz'de bulunan ve şu anda harabeye dönmüş deniz üssü ve dahası sakinlerinin çoğunun korkunç hava saldırısından kaçmak durumunda kaldığı Gori şehri de bulunuyordu). Rus tankları hızla Gürcistan topraklarının üçte birini işgal ettiler. Hatta Tiblis'in birkaç düzine kilometre yakınına kadar ilerleyen Rus askerleri Gürcastan başkentini tehdit ediyordu. Ateşkesten birkaç gün sonra bile Rus askerlerinde bir geri çekilme belirtisi olmamıştı. İki tarafta da vahşet ve cinayet görüntüleri vardı. Tşkinvali'nin ve çevresinin bütün nüfusu (30,000 mülteci) savaş bölgesinden kaçmak zorunda kaldı. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu'na göre ülkenin tamamında, korkmuş, herşeylerini kaybetmiş mültecilerin sayısı (çoğunluğu Gori'den olmak üzere)115,000'e ulaştı.

Bu savaş çoktandır mayalanıyordu. Her türden yasadışı kaçakçıyla dolu bölgeler olan Güney Osetya ve Abhazya kendi söyledikleri üzere Rus yanlısı ve Rusya'nın içerisinde sürekli kontrol sağlamış bulunduğu cumhuriyetler. Yirmi yıldır, Gürcistan'ın bağımsızlığını ilanından beri burada her türlü gerginlik, çatışma ve cinayet gerçekleşti. Gürcistan'daki Rus azınlıkların saldırgan bir emperyalist politikayı haklı çıkartmak için kullanılması, Almanya'nın sadece Nazizm değil (tabii Sudeten Almanları'nın bahane edilerek Çekoslovakya'nın işgali Nazi dönemin emperyalist politikalarından akla gelen önemli bir örnek) bütün 20. yüzyıl boyuncaki politikalarını hatırlatıyor. Le Monde'dan bir uzmanın 10 Ağustos'ta söylediği gibi "Güney Osetya ne bir ülke ne de bir rejim. Sadece eski Rus generalleriyle Osset haydutlarının Gürcistan'la olan çelişkilerden para kazanmak için kurdukları bir çete." Aşırı milliyetçiliğe ve askeri maceracılığa sığınmak her zaman burjuvazinin içsel problemlerini çözmekte kullandığı sevdiği bir yöntem olmuştur. Gürcü cumhurbaşkanı 2003'teki seçimlerde eski "Sovyet" lideri Şervardnadze'ye karşı "Kafide Devrim" sırasında  %95 oy alarak büyük bir zaferle başa geçmiş olsa da, 2008'de ABD'nin faal desteğine rağmen yeniden seçilmekte zorlanmış, ve dolandırıcılık suçlamaları ve otokratik yönetim biçiminden dolayı itibarı zedelenmişti. Washington'ın bu koşulsuz yandaşı 1991'de kurulduğundan beri ABD'nin baba Bush altında başlattığı Yeni Dünya Düzeni'nin temel üs noktalarından olan bir devleti devralmıştı. Bu büyük ihtimalle son macerası için batı güçlerinden, özellikle ABD'DEN alacağına güvenebileceği desteği gözünde büyütmesine neden oldu. Kendi hesabına Putin'in Rusya'sı Saakaşvili'ye bir tuzak kurdu ve Saakaşvili de bu tuzağa bir güzel düştü ve Moskova'ya kaslarını biraz açma ve Kafkaslar'daki gücünü gösterme fırsatı sundu (ki bu Rus tarafını uzun süredir rahatsız ediyordu); fakat bu temelde Rusya'nın 1991'den beri NATO güçleri tarafından çembere alınmış olduğu gerçeğine bir cevaptı. Bu çember Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılma talepleriyle Rusya için kabul edilmez bir seviyeye ulaştı. Ve herşeyden önce Rusya Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne yüklenilmiş olan füze savarlara tahammül edemiyor. Ki nedensiz yere de değil bu tepki, zira Rusya bu füze savarları İran'a değil kendisine karşı yapılmış olarak görüyor. Rusya, askeri kuvvetleri Irak ve Afganistan'da kısılmış olan Beyaz Saray'ın ellerinin bağlı olmasından faydalanarak Kafkaslar'da karşı saldırısını başlattı. Saldırı, Rusya'nın Çeçenistan'daki kanlı, vahşi savaşlarda, ciddi bir bedel ödemesine rağmen otoritesini tekrar sağlamlaştırmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti. Fakat bu savaşın sorumluluğu sadece savaşta doğrudan rol oynayan güçlerin boynunda değil. Gürcistan'ın kaderine dair ikiyüzlü timsah gözyaşları döken emperyalist güçlerin de elleri kanlı ve ister ABD ve iki körfez savaşı olsun, ister 1994'te Rwanda soykırımında oynadığı rolüyle Rwanda olsun ister de 1992'de Balkanlar'daki korkunç savaşı tetikleyen Almanya olsun, batılı emperyalistlerin hiçbiri de masum değil. 

 

Maskeler düşüyor!  Soğuk Savaş'ın bitişinin ve eski emperyalist blokların dağılışının dünyaya bir 'barış ve istikrar dönemi' getirdiğine dair hiçbir işaret olmadığı, ister Afrika'ya, ister Orta Doğu'ya, ister Balkanlara isterse de Kafkaslara bakalım, gün gibi açık. Eski Stalinist imparatorluğun ortadan kalkması sadece yeni emperyalist arzular ve büyüyen bir askeri karmaşa doğurdu. Gürcistan pek çok gücün son yıllarda peşinde koştuğu önemli bir stratejik nokta. Gürcistan Stalinist dönemde, Rus petrolünün Volga ile Urallar arasında basit bir köprüyken, 1989'dan sonra Hazar denizinin zenginliklerini sömürmeye giden kral yoluna dönüştü. Bölgenin ortasında bulunan Gürcistan, Hazar Denizi petrolüne ve Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'daki doğal kaz kaynaklarına giden bir yol ayrımı şimdi; ve 2005'ten bu yana Amerika'lıların doğrudan kontrolü altından 1,800 kilometrelik Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattını barındırıyor, Azeri liman şehri Bakü'yü Tiflis üzerinden Ceyhan'a bağlıyor. Bu boru hattı, Rusya'yı Hazar denizinden petrol getirme konusunda sollamış durumda. Moskova için dünya petrol ve doğal gaz reservlerinin %5'ini barındıran Orta Asya'nın Rusya yerine Avrupaya doğal gaz götürebilecek bir alternatif haline gelmesi ihtimali büyük bir tehdit. Özellikle de Avrupa Birliği Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına paralel olarak 330 kilometrelik Nabucco doğal gaz hattıyla İran ve Azerbaycan'daki doğal gaz sahalarını Türkiye üzerinden Avrupa'ya bağlama hayalleri kurarken tehdit çok daha büyük. Öte yandan yeni başkanı Gazprom'un eski patronlarından Medvedev olan Rusya, Karadeniz'den Avrupa'ya ulaşacak 20 milyar dolarlık devasa bir projeyle karşılık vermeyi planlıyor.

Yeni bir soğuk savaşa doğru mu?

 

İki eski blok lideri, Rusya ve ABD, bir kere daha birbirleriyle hesaplaşıyorlar, fakat bu defa emperyalistler arası ilişkilerin çerçevesi, farklı bloklar içindeki disiplinin güvenilir düzeyde olduğu soğuk savaş döneminden oldukça farklı. O dönemde bize iki blok arasındaki mücadelenin herşeyden önce ideolojik bir mücadele olduğu: özgürlük ve demokrasi güçlerinin komünizm olarak tanımlanan totaliterliğie karşı savaşı olduğu söyleniyordu. Şimdiyse bir 'barış ve istikrar dönemi' vaadedenlerin bizi kandırmaya çalıştıklarını görebiliyoruz ve bu güçler arası bu çatışmanın alçak emperyalist çıkarlar için verilen cani bir mücadeleden başka bir şey olmadığı her zaman olduğundan bile daha net. Bugün uluslar arası ilişkilerde 'her koyun kendi bacağından' mantığı hakim. Gürcistan'daki 'ateşkes' sadece Kremlin'in efendilerinin ve Rusya'nın askeri üstünlüğünün zaferini ortaya döküyor. 'Ateşkes', ayrıca toprak bütünlüğü artık pek de bütün olmayan Gürcistan'ın utanç içersinde Rusya'nın direttiği koşullara yarı-teslim olduğunu ortaya döküyor. Güney Osetya ve Abhazya'da, neredeyse tamamen Ruslardan oluşan 'barış gücü', Rus işgal güçlerinin Gürcistan topraklarında sürekli olarak konumlanmış olduğunu resmileştiriyor. Rusya askeri avantajını değerlendirerek kendisini Gürcistan'da 'uluslararsı kamuoyu'nun sızlanmalarının merkezine tekrar koydu. Bu, Gürcistan'ın patronu olan Amerikan burjuvazisi için yeni ve çarpıcı bir değişim. Gücristan Amerika'ya ödediği bağlılık vergisi (Irak'a ve Afganistan' a gönderilmiş 2,000 asker) ağır olmuş olsa da, Sam Amca ona ahlaki destek ve Rusya'nın eylemlerinin sözlü olarak kınanması dışında hiçbir şey veremedi, parmağını kıpırdatamadı. Bu zayıflığın en önemli yanı Beyaz Saray'ın bu 'ateşkes'e karşı öncerebilecek hiçbir şeyi olmaması ve Avrupa'nın 'barış planı'nı yutmak zorunda kalmış olması, ki ABD için daha kötü olan bu planın koşullarının Ruslar tarafından belirlenmiş olması. Daha da utanç verici olan Condoleezza Rice'ın Gürcistan'a gidip Gürcü cumhurbaşkanı'na bütün bunları imzalatmak zorunda kalması. Bütün bunlar Amerika'nın öneminin ve dünyanın en büyük gücü olarak konumunun düşmekte olduğunu gözler önüne seriyor. Düşüşün bu yeni kanıtı ABD'nin itibarını dünya önünde sadece biraz daha zedeleyebilir, ve tabii ki Polonya ve Ukrayna gibi ABD'nin desteğine dayanan devleter için ciddi bir sıkıntı kaynağı.

 

 

Avrupa, bu durumdan ancak ufak bir kazanç sağlayabilir çünkü içerisinde tamamen karşıt çıkarlar barındırıyor. Polonya ve Baltık devletleri derin bir Rus nefreti besler ve Gürcistan'ın ateşli savunuculuğuna soyunurken ve öte yandan ABD'nin bölgeyi kontrolüne karşı olan Almanya Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının en fazla karşı çıkanlardanken nasıl Avrupa saflarında en ufak bir birlik olabilir ki? Gerçi Angela Merkel takdire şayan bir yüz seksen derecik dönüşle Gürcü cumhurbaşkanına desteğini bildirmekten geri kalmadı, zira Rusya'nın Gürcistan işgal edilmiş topraklarmış gibi davranmasından kaynaklı gözden düşüşü onu buna zorladı. Yine de sonuçta Avrupa her koyunun kendi bacağından asıldığı bir ortam görüntüsünde. Fransa bir yandan ortamın Kara Murat'ını oynarken bir yandan Putin'e hizmetlerini sunarak çizdiği çemberi tamamlıyor, İngiltere hemen temel rakibi Almanya'ya karşı çıkmak için Gürcistan'ı savunmaya soyunuyor.

Rusya'nın elde ettiği kazançlar da bir hayli sınırlı. Şüphesiz, kısa vadede Rusya'nın sadece Kafkaslar'da değil bütün dünyadaki emperyalist konumu güçlendi. Rus donanması bölgedeki denizlerin tartışmasız efendisi konumunda. Fakat, Kafkaslar'daki şimdiki konumunu güçlendirmiş olsa da, bu askeri zafer ABD'yi Avrupa toprağında füze savarlarını kurmaktan alı koyacak çapta bir zafer değil, tam tersi bu zafer Beyaz Saray'ı, Polonya'yla imzalanan füze savar kurma antlaşmasının gösterdiği gibi projeyi hızlandırmaya itiyor. Buna karşı Rus ordu komutanlığının eş kurmaylarından biri Polonya'yı, bir nükleer saldırının ilk hedefi olacağını söyleyerek tehdit etmiş durumda.

Rus emperyalizmi, kendisini Gürcistan'ın geleceğine dair pazarlıklarda söz söyleyebilecek kadar güçlü bir konuma getirmekle, Güney Osetya veya Abhazya'nın bağımsızlığıyla veya Rusya'ya katılmasıyla olduğundan daha fazla ilgili. Fakat özünde, savaş körükleyen saldırganlığının ve Gürcistan'da faaliyete geçirdiği büyük askeri gücünün yaptığı emperyalist rakiplerinin eski korkularını yeniden hortlatmak, ve bu da Rusya'yı diplomatik olarak her zaman olduğundan da daha yalıtılmış bir konuma itiyor.

 

Hiçbir güç durumu kontrol almayı umabilecek bir konumda değil, ve şu anda gördüğümüz kayan ve değişen ittifaklar, emperyalist ilişkilerin tehlikeli bir biçimde istikrarsızlaştığını göstermekte.

 

 

 

 

Kapitalizm'de barış olamaz                                        

Kesin olan bütün güçlerin, büyük veya küçük, önemli jeostratejik çıkarların toplandığı bölgedeki diplomatik oyunlarda bir rol oynamak istiyor olmasıdır. Bütün güçler bu durumdan sorumludur. Hazar'daki petrol ve doğal gaz ve Orta Asya Türkçe konuşan pekçok ülkenin mevcut olması, Türkiye ve İran rejimlerinin can alıcı çıkarlarının bu bölgeyle alakasını açıkça gösteriyor, fakat aslında bütün dünya alakalı. Böygedeki insanları yem olarak kullanıp birbirlerine kırdırtmak, bölgenin pek çok etnitisenin bir arada yaşadığı bir mozaik olmasından  dolayı bir hayli kolay: mesela Osetler Pers kökenlerinden geliyorlar... Şu veya bu gücün, herşey bu kadar bölük pörçükken milliyetçiliği ateşlemesi kolay. Rusya'nın baskıcı bir güç olarak geçmişinin de büyük bir ağırlığı var. Bütün bunlar gelecekte gerçekleşecek daha yaygın emperyalist gerilimlere dair işaretler: Baltık devletlerinin ve özellikle askeri gücü nükleer silahlar barındıran ve Gürcistan'a kıyasla çok daha üst düzey olan Ukrayna'nın huzursuzlandığını görüyoruz.

Savaş bölgeyi istikrarsızlaştırmak riskini yükseltiyor fakat emperyalist güçlerin küresel dengesinde engellenemez sonuçları da var. 'Barış planı' sadece bir aldatmaca ve içerisinde gelecekte gerçekleşebilecek yeni askeri askeri kışkırtmaların malzemelerini barındırıyor, ve Kafkaslar'dan Orta Doğu'ya bölgede bir dizi barut fıçısını ateşe verme tehlikesini ortaya çıkartıyor .

Dünyanın pek çok farklı alanında büyüyen sayıda yanıcı durumlar görüyoruz: Kafkaslar'da, Kürdistan'da, Pakistan'da, Orta Doğu'da, vb. Emperyalist güçler sadece bu durumların arkasındaki sorunları çözmekten aciz oldukları göstermediler: onların eylemleri sadece çatışmaları daha patlayıcı bir hale getirmeye hizmet ediyor. Bu bir kez daha kapitalizmin, dünya nüfusunun büyüyen bir kısmını rehin alan askeri barbarlıktan ve katliamlardan başka önerecek hiçbir şeyi olmadığını gösteriyor. Gürcistan'dak devam eden kanlı savaş, kapitalizmin dünyaya saçtığı dehşetlerin sadece bir parçası.

 

Bu durum daha fazla demokrasi isteyerek, insan haklarına daha fazla saygı duyulsun diyerek ve hatta emperyalist eşkıyaların kendiuluslar arası anlaşmalarına uymalarına sağlayarak sonuçlandırılamaz. Savaşın sonunu getirmenin tek yolu kapitalizmin sonunu getirmektir. Ve bu da sadece işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşebilir. İşçilerin tek müttefiki diğer işçilerdir, bütün sınırların ötesindeki, bütün milliyetçi cephelerin gerisindeki işçiler. Dünya işçilerinin Rus, Gürci, Oset ve Abhaz sınıf kardeşleriyle ve dünyadaki bütün savaşların kurbanlarıyla dayanışmalarının tek yolu güçlerini birleştirmeleri ve mücadelelerini düzenin devrilmesine doğru geliştirmeleridir. Burjuvazinin katil milliyetçiliğine karşı işçilerin tek narası Komünist Manifesto'da yazılmış slogan olabilir: "İşçilerin vatanı yoktur! Dünyanın bütün işçileri birleşin!"

Enternasyonal Komünist Akım

 

 

Tags: 

Hindistan, Banlgadeş ve Türkiye: Zindan Endüstrinin Dehşeti

Türkiye'de son zamanlarda Tuzla Tershanesi'nde sonu gelmeyen işçi ölümleri gündemdeydi. Kapitalizm hiçbir zaman işçilerin hayatlarına değer vermemiş ve onları ‘üretim gideri' görmüştür fakat çöken kapitalizmin ayakları üzerinde çürümeye başlamasının ve ekonomik krizden bir türlü kurtulamaması çalışma koşullarının gün geçtikçe korkunçlaşmasına, ve daha fazla işçinin bu korkunç koşullara kurban edilmesine yol açmıştır. Burada yayınladığımız yazı bu durumun sadece Türkiye'ye has olmadığı, bütün dünyadaki işçilerin benzer bir şekilde kurban edildiğini göstermektedir.

1984'te Hindistan'ın Bhopal şehrindeki Union Carbide fabrikasındaki patlama sonrası ölen insanları öğrenince dehşete düşmüştük. Üç günde 8000 işçi ölmüştü. İlerleyen haftalarda ve aylarda ise yaralanmalar ve kimyasal zehirlenmelerin etkileri tam 350.000 insanın canına mal olmuştu. Bir "endüstriel zindan kolonisi"ni çalıştırmanın koşulları böylesi korkunç bir katliamdan başka bir şey değildir. Patlama geceleyin işçiler ve aileleri fabrika yakınlarındaki kulubelerde uyurken gerçekleşmişti. O zamanlar da bir işçinin yaşamına değer verilmezdi, fakat o zamandan beri endüstrialistler ister Asya'da, ister Orta Doğu'da ister Afrika'da büyük tehlikelere rağmen üretim yapan ve işçiler için zindan olan pek çok fabrika kurdular.

Bugün Hindistan'da, Bangladeş'te ve Türkiye'de onbinlerce işçi dinlenmeden, artık ‘ölüm siteleri' olarak adlandırılan dev tersanelerde çalışıyorlar. Bu tersanelerdeki üretim tekniği basit ve hepsinde aynı. Gemileri parçalanmaları için tam gaz sahile doğru gönderiyorlar. Bu dev gemiler karaya oturunca yüzlerce işçi elleriyle onların parçalarını ayırmaya girişiyor. En küçük bir koruma veya güvenlik önlemi işçilere çok görülüyor. Bu hurda gemiler tehlikeli, hatta kimi zaman ölüm kimyasallarla dolu, çoğı zaman içlerinde asbest gibi kanserojen maddeler var. Fakat eğer dünyadaki bütün ülkeler gemilerini ölmeye yolluyorsa bunun sebebi tam da tarım ürünlerindeki geçilmez fiyatların sağladığı gaddar koşullar. Uçak gemileri veya ticari donanmaların incileri işte böyle ‘ölüm sitelerinde' son günlerini geçiriyorlar. 1995'te dünyanın enbüyük gemi mezarlıklarından birinde, Hindistan'daki Alang alanında mühendis Maresh Panda çoktan işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını şöyle tabir ediyordu: "Zehirli maddelerle temas ettikleri için deri sorunları ve nefes alma güçlükleri var. Ambarlarda gaz kaçağı olabiliyor ve oraya meşaleyle inmek patlama riski yaratıyor. Toprağa zehirli ürünler bulaşmış durumda. Buna rağmen işçilerin büyük çoğunluğu çıplak ayakla çalışmak zorunda kalıyor ve bu da hastalık ve sakatlık tehlikesini doğuruyor. (...) Bir kulübede yirmi otuz kişi kalıyorlar, kuşetlerde sıkışa tıkışa uyuyorlar, yirmi saat çalıştırılıyorlar". Tersanelerde çalışan işçiler günlük yaşamlarında her türlü dehşetle yüzleşiyor: patlamalar, arkadaşlarının ölmesi veya sakat kalması, kulübelerde uyutulmak, yetersiz yiyecekler ve benzeri pek çok korkunç koşul. Buna rağmen aileler binlerce kilometre yapıp buralarda çalışmaya geliyor, ki bu da dünyadaki bütün işçi sınıfı nüfusunun içerisinde bulunduğu koşulların sefaletini açıkça gözler önüne seriyor.

Birleşik Arap Emirlikleri'nde, Dubai'de, milyonlarca işçi gökdelenler inşa ederken benzer dehşet verici koşullarla yüz yüze. Çin, zamanında Kore'nin yaptığı gibi, milyonlarca işçiyi endüstriyel merkezlere gitmeye zorluyor. Toplamda, dünyada her 2.2 milyon işçi çalışma kazalarının kurbanı oluyor. Fakat Uluslararası Çalışma Organizasyonunun verdiği resmi veriler bu rakamı utanmazca küçülterek gerçeği saklamaya çalışıyor.

İşte bütün bu dehşet verici durum "yükselen ülkelerin" "ekonomik mucizesi"ni gözler önüne seriyor. 1980 ve 1990'da Batı burjuvazisi işçi sınıfını Alman, Japon veya Tayvan "mucizeleri" ile uyutmaya, kandırmaya çalışıyordu. İyi bir ekonomik işleyiş için bu modellerin kopyalanması, özveri ve ciddiyetle şirketler için çalışılması gerektiği söyleniyordu. Bugün önümüzde duran "modeller" ise sadece zindan endüstrinin modelleridir.

Révolution Internationale

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Kafkaslar'da Emperyalist Barbarlık

 

Kafkaslar ateş aldı. Güney Osetya'daka ayrılıkçılara karşı bölgeye giren Saakaşvili'nin ordusu, beklemedikleri bir şekilde Rus tanklarının işgaliyle karşılaştı. Birkaç haftada binlerce kişi hayatını kaybetti, yüzbinlerce kişi evlerinden oldu, mülteciliğe mahkum oldu. İlan edilen ateşkes sonrası, Gürcistan içlerine kadar ilerlemiş Rus ordusu Güney Osetya ve Abhazya'ya gerilemeyi kabul etti.

 

Emperyalist barbarlığın korkunç bir örneğine daha tanık olduk. Bu savaşın bütün tarafları, Güney Osetya'daki sivilleri acımasızca bombalayan Gürcistan'dan, girdiği her yerde yıkıma yol açan Rusya ve şu an itibariyle bile Gürcü azınlığın köylerini yakmakta olan Oset milliyetçilerine kadar, yaşanan korkunç katliamların sorumlularıdır. Onların yanı sıra, ABD'den Avrupa'ya, İran'dan Türkiye'ye bütün emperyalist güçlerin de yaşanlarda sorumluluğu vardır. Bu kanlı savaş, emperyalistler arası mücadelelerde bütün tarafların, bütün güçlerin barbarlıktan başka bir şey getirmediklerini ve işçi sınıfını kendi çıkarları için yine işçileri katletmeye gönderdiğinin açık bir kanıtı olmuştur. Bu savaştaki hiçbir taraf ölen emekçilerin dostu değildir, aksine katilleridir, ve hiçbir tarafı desteklemek işçi sınıfının çıkarlarına değildir.

 

Bu savaşta Türkiye'nin aldığı konuma da değinmek gereklidir. Türkiye, utangaç bir biçimde de olsa, Gürcistan'a sözlü destek veren ABD yanlısı ülkeler arasında yerini almıştır. Bu desteğin en somut örneği ise sözde insani yardım yapmak için Boğazlar'dan Karadeniz'e geçip oradan Gürcistan'a ulaşan savaş gemisinin geçişine izin verilmiş olmasıydı. Rusya'da Türkiye'nin savaş genelindeki tutumu üzerine Türkiye'den giden kamyonların ülkeye girişlerini engelleyerek zaten Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yüzünden takıştığı Türkiye emperyalizmine ekonomik bir darbe vurdu. Öte yandan, AKP hükümetinin Gürcistan'a ve ABD'ye destek verirkenki utangaç tavrı ve AB'nin hazırladığı ve Rusya'nın istediği koşulları ifade eden ateşkes anlaşmasına tam destek vermesi, AB'nin içerisindeki Almanya gibi ABD'ye daha mesafeli  güçlerle olan yakınlığın da devam ettiğinin bir göstergesi.

 

Bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da olan işçi sınıfına oldu. Fakat Rusya'da bu savaşa uzlaşmaz bir şekilde karşı çıkan ve proleterya enternasyonalizmini savunan sesler olması sevindirici. Anarko-sendikalist hareketin içerisinde bulunan KRAS, bütün zorluklara ve tehditler göğüs gererek savaş boyunca cesurca şu görüşleri savundu:  "Bizler 'bizim' hükümetimiz ile birlik ve 'ana vatanı korumanın' bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz."  Enternasyonal Komünist Akım veya Uluslararası Devrimci Parti Bürosu gibi uluslararası enternasyonalist eğilimler de emperyalist savaşa karşı net bir tavır aldılar ve proleterya enternasyonalizmini savundular. Biz de Gürcistan'daki kanlı emperyalist savaşa karşı tavrımızı net bir şekilde ifade ediyoruz ve uluslararsı sol komünist ve proleter eğilimlerin enternasyonalist pozisyonlarını sahipleniyoruz.

 

KAHROLSUN EMPERYALİST SAVAŞ!             

 

YAŞASIN DÜNYA İŞÇİ SINIFININ DAYANIŞMASI!

 

EKS

 

 

Tags: 

Kapitalizm Ne Öneriyor?

İşsizlik

Mevcut kriz yalnızca bir Amerikan krizi değildir. Bu dünya ekonomisinin krizidir ve Türkiye'yi de her yer kadar ilgilendirmektedir. En son resmi rakamlar 2.4 milyon kişinin işsiz olduğunu ve 207,000 işçinin son dönemde işlerini kaybettiğini göstermektedir. Ki bunlar Ağustos sonu açıklanmış rakamlardır. Gerçek istatistikler şu anda çok daha kötü durumdadır, geçtiğimiz haftarda Tuzla'da ve bakacılık sektöründe kitlesel işten çıkartmalar yaşanırken Vestel'in ve ayrıca önemli araba üreticilerinin üretim kollarında çok sayıda insan işten çıkarıldı. Resmi rakamları kabul edersek bile durum bir hayli karanlık gözüküyor, ki gerçek çok daha kötü.

Açlık

Birleşmiş Milletler Gelişim Programı'na göra Türkiye nüfusunun %27'si açlık sınırının altında yaşıyor, %22'si ise günde 2$'dan azla geçiniyor. Tabii ki güçlük çeklen kesim sadece işsizler değil. Öğretmenler arasında yeni yapılmış bir araştırmaya göre öğretmenlerin sadece %45'i temel ihtiyaçlarını karşılayabilirken %70'i bankalara ve kredi kartı şirketlerine borçu vaziyetteler.

Zamlar

Geçtiğimiz üç ay içerisinde YTL dolara kıyasla %29 düştü. Bunun nedeni ABD ekonomisi krizin merkezinde olsa da yatırımcıların paralarını daha 'riskli' pazarlardan çekiyor olmaları. Bu Türkiye'yi de kapsıyor.

İngiliz yatırımcı Bank Goldman Sachs'a göre YTL önümüzdeki üç ay içerisinde 1.85'e gerileyecek. Dünya ekonomisinin uluslararası doğası göz önünde bulundurulduğunda bu ister istemez daha fazla zam anlamına geliyor. Ki bunu dünya yiyecek fiyatlarındaki artışı göz önünde bulundurmadan bu şekilde ifade ediyoruz. 2006'nın başından beri uluslararası pirinç fiyatları %217, buğday fiyatları ise %136 arttı.

Sol Ne Çağrısı Yapıyor?

İş

İşsizlik uçup gitmeyecek. Kriz derinleştikçe, işsizlik sorunu yalnızca kötüleşecek. Mesele yalnızca işsizlik sorununun bir çözümü olmaması da değil. Mesele burjuvazinin bir çözüm istemekten bile aciz olması aynı zamanda. Çözüm, onlara göre işsizliğin ta kendisi! O maaşları düşük tutmanın bir yolu olarak görülüyor.

Birinin krizin bedelini ödemesi lazım, ve burjuazi bu bedeli ödeyenin işçi sınıfı olmasını istiyor. Bu da maaşlar ve yaşam koşullarımıza daha kuvvetli bir biçimde saldırılacağı anlamına geliyor. İşsizlik de bunun bir parçası. İşsiz sayısının yüksel olması, çalışmakta olan işçileri işlerini kaybetme korkusuna yöneltiyor. Bu maaşları düşürmek için bilinçli bir biçimde yürütülen bir stratejinin bir parçası.

Kriz derinleştikçe, enflasyon yıllarına bir dönüş yaşanması ihtimali de artıyor. Kapitalist için enflasyon bir taşla iki kuş vurur. Sadece işçilerin maaşlarını düşürmez, ayrıca insanlara krizden çıkılabileceğine dair belli belirsiz bir umut aşılayarak kafa karışıklığı yaratılmasına katkıda bulunur.

İşsizlik ve enflasyon 'kötü idare edilen' ekonominin sonuçları değildir. Bunlar bilinçli politikalardır. 1960'ların işsizliğin düşük olduğu 'altın yıllarına' bir geri dönüş olması artık kesinlikle imkansızdır.

Barış

'İş' sağlanması ihtimali gibi, barış ihtimaline de iyimser bir gözle bakmak mümkün değildir. Savaş otuz yılı aşkın bir süredir devam etmiştir ve 44,000'i aşkın ölü bizi barışa yaklaştırmamıştır. Sorun insanların barış yapmak istememesi değildir. Sorun kapitalizm için savaşın olayların rasyonal durumu, doğal hali olduğu gerçeğidir. Bölgedeki genel eğilim kitlesel bir barışın hüküm sürmesi yönünde değil, derinleşen kaos ve savaş yönündedir. PKK'nin faaliyetlerinin şiddetlenmesi ve yeni kampanyası beraberinde işçi sınıfı içerisindeki ayrılıkların derinleşmesi ve daha fazla emekçi Kürt-Türk çatışması için seferber olması tehlikesine çok ciddi bir biçimde işaret etmektedir.

Otada bir savaş ihtimali olduğu hiçbir şekilde söylenemez, zira savaşı yürüten tarafların ikisininde barış yapmak gibi bir niyetleri yoktur. 

Demokrasi

Solun çağrısını yaptığı herşeyin içinde en abzürd olanı demokrasi çağrısı olsa gerek. Türkiye demokratik bir ülkedir - ya da demokrasi bugün sahip olduğumuz şeydir. Demokrasi bize savaş, işsizlik, açlık ve zamlar getiren düzendir. İşçi sınıfının 'daha fazla' demokraside bulabileceği, ondan alabileceği hiçbir şey yoktur. Bir devlet ne kadar demokratik olursa olsun, ne zaman gerekli görürse o zaman yasadışı yöntemler kullanmaktan asla çekinmez. İşçiler için gelecek aylarda ve yıllarda can alıcı olacak olan nokta devletin nasıl idare edileceği değil, maaşları ve yaşam koşullarını savunma mücadelesi olacaktır.

İşçi Sınıfı Ne Beklemeli?

Kapitalizm herkese iş de öneremez, barış da öneremez. İşçi sınıfına verebileceği tek şey genelleşmiş kıtlık, işsizlik ve sefalettir. Gelecek kapitalizmin kendi krizinden çıkışın yolunu ararken işçi sınıfına karşı yönelteceği daha da büyük saldırılara gebedir. On yıl öncesinin enflasyon ve develüasyon krizlerine dönüş beklemek akıldışı olmayacaktır. Maaş mücadeleleri, bu kıtlık programlarına karşı direnişin önemli bir kısmı olacaktır. Eğer işçi sınıfı kendi koşullarını savunmaya hazır değilse, açlığın, kıtlığın, sefaletin ve savaşın ciddi bir biçimde derinleşmesinin önünde hiçbir engel olmayacaktır.

İşçilerin, emekçilerin bir sınıf olarak, sınıf çıkarları için mücadele etmesi bu korkunç dönüye tek alternatifi ortaya koymaktadır. Yalnızca o kara ve savaşa dayalı olmayan, farklı bir toplum ihtimalini önermektedir. Bugün seçim hangi partiye oy verileceğine dair demokratik bir seçim değil, işçi sınıfının kitlesel sınıf mücadelesi ile barbarlığa çöküş arasında yapacağı mücadeledir.

Sabri

Mayıs 68

Kırk yıl önce, 22 Mart 1968'de, Paris'in batı banliyölerinden biri olan Nanterre'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası tarihin önemli olaylarından bir tanesi; basının ve Fransız politikacıların genellikle '68 olayları' diye tabir ettiği olaylar başladı. O gün olanlar, kendi başına sıra dışı değildi. Paris'te bulunan Amerikan Ekspres şubelerine karşı bir saldırıya karıştığı söylenen aşırı sol bir öğrencinin tutuklanmasına karşı bir protesto düzenlenmişti. Onun 300 yoldaşı bir amfide toplantı düzenlediler ve 142'si akşam Üniversite Konsey odasını işgal etmeye karar verdiler. Bu Nanterre öğrencilerinin huzursuzluklarını ilk gösterişleri değildi. Tam bir sene önce zaten öğrenciler ile polis arasında üniversitede yurtlarında kızların yapabildiği ama erkeklere yasak olan serbest dolaşım meselesi üzerinde çatışmalar çıkmıştı. 16 Mart 1967'de, yurtlarda kalan 500 kişinin oluşturduğu bir ARCUN adlı bir gurup pek çok şeyin yanında 21 yaşından büyük öğrencilere bile reşit değil muamelesi yapan üniversite kurallarının yürürlükten kaldırılması çağrısı yapmıştı. Sonrasında, 21 Mart'ta, hükümetin talebi üzerine polis kızlar yurdunu orada bulunmuş olan ve binanın tepesinde barikat kurmuş olan 150 oğlanı tutuklamak amacıyla kuşatmıştı. Fakat ertesi sabah polis kendisini birkaç bin öğrenci tarafından çembere alınmış bulacaktı ve en sonunda öğrenci barikatlarına dokunmadan kaçma emrini alacaktı. Fakat bu olaylar, ve de öğrencilerinin öfkelerinin başka yansımaları, özellikle üniversite reformuna dair 1967 sonbaharında gündeme gelen ‘Fouchet Planı'na karşı tepkiler, kısa ömürlüydü. 22 Mart 1968 tamamen farklı bir olaydı. Bu tarihi izleyen olaylar birkaç hafta sonra savaştan beri en büyük öğrenci hareketine, ve daha önemlisi neredeyse bir ay boyunca 9 milyon işçinin katılımıyla uluslararası işçi hareketinin tarihindeki en büyük greve yol açacaktı.

Komünistler için, şu anda atılan nutukların çoğunun iddialarının aksine, Fransa'daki '68 olaylarını'nın büyük kısmını oluşturan, büyük ve ‘radikal' olmasına rağmen öğrenci ajitasyonu değildi. Hareketin açık ara en önemli ve can alıcı noktası işçilerin greviydi ve bu grevin dikkate değer bir tarihsel önemi oldu. Bu konuya yayınlarımızdaki diğer yazılarda daha sonra değineceğiz. Öte yandan bu yazıyı öğrenci hareketlerini incelemek ve onun önemini belirtmekle sınırlamak istiyoruz.

Mayıs 1968 [1]: Fransa ve Dünya’daki Öğrenci Hareketi

Kırk yıl önce, 22 Mart 1968'de, Paris'in batı banliyölerinden biri olan Nanterre'de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası tarihin önemli olaylarından bir tanesi; basının ve Fransız politikacıların genellikle '68 olayları' diye tabir ettiği olaylar başladı. O gün olanlar, kendi başına sıra dışı değildi. Paris'te bulunan Amerikan Ekspres şubelerine karşı bir saldırıya karıştığı söylenen aşırı sol bir öğrencinin tutuklanmasına karşı bir protesto düzenlenmişti. Onun 300 yoldaşı bir amfide toplantı düzenlediler ve 142'si akşam Üniversite Konsey odasını işgal etmeye karar verdiler. Bu Nanterre öğrencilerinin huzursuzluklarını ilk gösterişleri değildi. Tam bir sene önce zaten öğrenciler ile polis arasında üniversitede yurtlarında kızların yapabildiği ama erkeklere yasak olan serbest dolaşım meselesi üzerinde çatışmalar çıkmıştı. 16 Mart 1967'de, yurtlarda kalan 500 kişinin oluşturduğu bir ARCUN adlı bir gurup pek çok şeyin yanında 21 yaşından büyük öğrencilere bile reşit değil muamelesi yapan üniversite kurallarının yürürlükten kaldırılması çağrısı yapmıştı. Sonrasında, 21 Mart'ta, hükümetin talebi üzerine polis kızlar yurdunu orada bulunmuş olan ve binanın tepesinde barikat kurmuş olan 150 oğlanı tutuklamak amacıyla kuşatmıştı. Fakat ertesi sabah polis kendisini birkaç bin öğrenci tarafından çembere alınmış bulacaktı ve en sonunda öğrenci barikatlarına dokunmadan kaçma emrini alacaktı. Fakat bu olaylar, ve de öğrencilerinin öfkelerinin başka yansımaları, özellikle üniversite reformuna dair 1967 sonbaharında gündeme gelen ‘Fouchet Planı'na karşı tepkiler, kısa ömürlüydü. 22 Mart 1968 tamamen farklı bir olaydı. Bu tarihi izleyen olaylar birkaç hafta sonra savaştan beri en büyük öğrenci hareketine, ve daha önemlisi neredeyse bir ay boyunca 9 milyon işçinin katılımıyla uluslararası işçi hareketinin tarihindeki en büyük greve yol açacaktı.

Komünistler için, şu anda atılan nutukların çoğunun iddialarının aksine, Fransa'daki '68 olaylarını'nın büyük kısmını oluşturan, büyük ve ‘radikal' olmasına rağmen öğrenci ajitasyonu değildi. Hareketin açık ara en önemli ve can alıcı noktası işçilerin greviydi ve bu grevin dikkate değer bir tarihsel önemi oldu. Bu konuya yayınlarımızdaki diğer yazılarda daha sonra değineceğiz. Öte yandan bu yazıyı öğrenci hareketlerini incelemek ve onun önemini belirtmekle sınırlamak istiyoruz.

28 Mart'tan 13 Mayıs 1968'e

Ayrılmadan önce, Konsey odasını işgal etmiş olan 142 kişi, ajitasyonu korumak ve geliştirmek için 22 Mart Hareketi'ni (M22) kurmaya karar verdiler. Bu gayrı-resmi bir hareketti, ve başta Ligue Communiste Revolutionaire (LCR) örgütünden Troçkistleri ve aralarında Daniel Cohn-Bendit'in de olduğu bazı anarşistleri de kapsıyordu, ve Nisan sonunda Union des Jeunesses Communistes Marxistes-Leniniste'den  (UJCML) Maocular de, birkaç hafta içerisinde yanlarında 1200'den fazla kişi getirerek katıldılar. Üniversitenin duvarları "Profesörler: hem siz hem de kültürünüz ihtiyarlamış", "Yaşamamıza izin verin", "Rüyalarınızı gerçeklik olarak kabul edin" gibi posterler ve sloganlarla kaplıydı. M22, Alman öğrencilerin benzer faaliyetlerini izleyerek 29 Mart'ı ‘üniversite eleştrisi' günü ilan etti. Üniversite dekanı üniversiteyi 1 Nisan'a kadar kapamaya karar verdi fakat okul açılınca ajitasyon tekrar başladı. 1000 öğrencinin karşısında, Cohn-Bendid: "Kapitalist sömürünün gelecek kadroları olmayı reddediyoruz" diye duyurdu. Öğretmenlerin çoğu muhafazakar bir tepki içerisinde oldular: 22 Nisan'da, aralarında "solcu"ların da bulunduğu on sekiz profesör "ajitatörlerin maskelerinin düşmesi ve cezalandırılmaları için gerekli önlemlerin alınması ve çalışılması" çağrısı yaptı. Dekan bir dizi baskıcı yöntemi benimseyerek polise kampüste serbeste hüküm sürme hakkı verdi, basın ise "küçük grupların" ve "anarşistlerin" "deliliğine" karşı harekete geçti. Fransız Komünist Partisi'de bu çizgiye düşüyordu: 26 Nisan'da merkez komite üyesi Pierre Juqin, Naterre'de bir toplantı düzenledi ve "Ajitatörler işçi çocuklarının sınavları geçmesini engelliyorlar" dedi. Öte yandan bu lafları ettikten sonra konuşmasını bitirip kaçabilmesi mümkün olmadı. Hümanite'de Komünist Parti'nin 2 numaralı adamı Georges Marchais ise "Bu sahte devrimcilerin maskeleri enerjik bir biçimde düşürülmelidir çünkü olar objektif olarak Gaullist iktidara ve büyük kapitalist tekellere hizmet ediyorlar" yazdı.

Nanterre kampüsünde aşırı soldan öğrencilerle Paris'ten "Bolşi'leri dövmeye gelen" faşist Occident grubu arasındaki kavgalar gittikçe sıklaşıyordu. 2 Mayıs'ta dekan yine üniversiteyi kapatmaya karar verdi, ki bu kararı da polis uyguladı. Nanterre öğrencileri ertesi gün Sorbonne bahçesinde bir toplantı düzenleyerek üniversitenin kapatılmasını ve M22'nin aralarında Cohn-Bendit'in de bulunduğu sekiz üyesine karşı yapılmış disiplin işlemlerini protesto etmeye karar verdiler.

Toplantıda sadece 300 kişi vardı: öğrencilerin büyük çoğunluğu finallere çalışıyordu. Fakat ajitasyona son vermek isteyen hükümet bir darbe vurmaya karar verdi, Latin Kanadı'nı işgal etti ve polis Sorbonne'u kuşattı. Polis üniversiteye girmişti, ki bu yüz yıllardır olmamış bir şeydi. Sorbonne'da kalan öğrenciler engellenmeden okuldan çıkabileceklerine dair garanti almışlardı ama kızlar serbestçe çıkarken erkenler düzenli bir şekilde polis araçlarına götürülüyordu ki öğrenciler de bundan kaçıyorlardı. Bir anda yüzlerce öğrenci Sorbonne'daki meydana toplandı ve polise meydan okudu. Bunun üzerine polis öğrencilerin üzerine biber gazı yağdırmaya başladı: fakat alan öğrenciler tarafından alınmıştı ve öğrencilerin sayısı da gittikçe büyüyordu ve artık polise ve polis arabalarına saldırıyorlardı. Çatışmalar gece boyu dört saat devam etti: 72 polis yaralandı ve 400 gösterici tutuklandı. Bir sonraki gün, polis Sorbonne'u tamamen kuşattı, bu arada öğrenciler hapislere gönderiliyordu. Bu sertlik politikası, ajitasyonu durdurmak bir yana ona devasa ve kitlesel bir güç kazandırdı. 6 Mayıs Pazartesi gününden itibaren Sorbonne'un etrafındaki polislerle çatışmalar M22'nin UNEF'in ve SNESUP (öğretmen sendikası) düzenlediği her biri bir öncekinden büyük olan eylemlerle birleşerek "Sorbonne öğrencilere", "polis Latin Kanadından defol" ve her şeyden önce "yoldaşlarımızı serbest bırakın" diye bağıran 45,000 kişilik devasa bir harekete dönüştü. Üniversite öğrencilerine katılan liseli, öğretmen, işçi ve işsiz sayısı sürekli artıyordu. Eylemler hızla Seine'den taşarak Başkanlık Sarayına yakın olan Champs-Elysees yayıldı. Genelde La Marseillasie veya Last Post'un sözlerinin duyulduğu Arc de Triomphe'da şimdi Enternasyonal marşı yankılanıyordu. Eylemciler farklı bölgelerdeki bazı kasabalarda da zafer kazandılar. Hükümet 10 Mayıs'ta Nanterre'i tekrar açarak bir iyi nitet gösterisi yapmak istedi. O akşam on binlerce eylemci Latin Kanadına, Sorbonne'u kuşatmış polislerin karşısına çıktı. Akşam dokuz sularında bazı eylemciler barikatlar yapmaya başladı. Gece yarısı, üç öğrenci ve üç öğretmenin oluşturduğu bir delegasyon Paris Akademisi rektörüyle görüştüler, fakat rektör Sorbonne'un açılacağı sözünü verirken 3 Mayıs'ta tutuklanan öğrencilere dair bir söz vermedi. Sabah iki civarında, CRS'nin (Fransız çevik kuvvet birimi) başını çektiği polis bol miktar biber gazı attıktan sonra barikatlara saldırdı. Çatışmalar çok şiddetliydi ve iki tarafta da yüzlerce yaralı bıraktı. 500'den fazla gösterici tutuklandı. Latin Kanadında, pek çok kişi eylemcileri evlerine kabul ederek ve onları polisin attıkları biber gazından korumak için sokağa su dökerek eylemcilere sempatilerini gösterdiler. Bütün bu olaylar, ve özellikle baskı güçlerinin vahşeti, yüz binlerce insan tarafından radyodan dakikası dakikasına takip ediliyordu. Sabah saat sekizde radyo bir kasırga vurmuşa dönen Latin Kanadında ‘düzenin hüküm sürdüğünü' ilan ediyordu. 11 Mayıs Cumartesi Paris'te ve bütün Fransa'da öfke devasaydı. Kendiliğinden ülkenin her yerinde sadece öğrencilerin değil başta genç işçiler ve öğrencilerin aileleri olmak üzere farklı kökenlerden yüz binlerce işçinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Yer yerde üniversiteler işgal edildi, sokaklarda ve meydanlarda insanlar tartışmaya ve baskıcı güçleri lanetlemeye başlamıştı.

Bu durumla karşı karşıya kalınca başbakan Georges Pompidou akşam, 13 Mayıs Pazartesi'den itibaren polisin Latin kanadından çekileceğini, Sorbonne'un yeniden açılacağını ve hapisteki öğrencilerin serbest bırakılacağını duyurdu.

Aynı gün, (o zamana kadar ‘solcu' öğrencileri lanetlemekten başka bir şey yapmamış olan ve Komünist Parti'ye yakın olan) CGT dahil bütün sendika merkezleri, ve hatta bazı polis sendikaları bile baskıyı ve hükümet politikasını protesto etmek amacıyla 13 Mayıs'ta bir grev ve gösteri çağrısı yaptı.

13 Mayıs'ta ülkedeki her şehir İkinci Dünya Savaşı'dan beri gerçekleşen en büyük eylemlere sahne oldu. İşçi sınıfı kitlesel bir biçimde öğrencilerin yanında yerini almıştı. Sık kullanılan sloganlardan biri, 13 Mayıs 1958'te iktidarı tekrar almış De Gaulle'e karşı "On yıl, artık yeter!" sloganıydı. Eylemlerden sonra hemen hemen bütün üniversiteler, sadece öğrenciler tarafından değil ama aynı zamanda pek çok genç işçi tarafından işgal edilmişti. Heryerde herkes konuşabiliyordu. Tartışmalar üniversiteler ve baskı konularıyla sınırlı değildi. Çalışma koşulları, sömürü, toplumun geleceği gibi sosyal sorunlar ele alınmaya başlanmıştı.

14 Mayıs'tan da tartışmalar pek çok yerde devam ediyordu. Bir gün öncesinin devasa eylemlerinden ve oradan alınan güç ve cesaretten sonra, hiçbir şey olmamış gibi devam etmek imkansızdı. Nantes'da, Sud-Aviation işçileri, en genç işçilerin başını çektiği spontane bir greve gittiler ve fabrikayı işgal etmeye karar verdiler. İşçi sınıfı dizginleri eline almaya başlamıştı...

Dünya genelinde öğrenci hareketi                  

13 Mayıs 1968'deki devasa eylemleri doğuran olaylar zincirini göz önünde bulundurduğumuz zaman, hareketin büyümesinin nedeninin öğrencilerin eylemlerinden çok yetkililerin baskıcı yöntemleriyle fark etmeden ateşi sürekli körüklemiş olmasından kaynaklandığını görebiliriz. Zaten Fransa'daki öğrenci hareketi, Mayıs 68'deki boyutlara ulaşana kadar, özellikle ABD ve Almanya gibi ülkelere kıyasla çok daha ufak ve güçsüzdü.

Bu dönemin en kitlesel, devasa ve önemli hareketinin gerçekleştiği ülke, en büyük dünya gücü olan Amerika Birleşik Devletlerinden başkası değildi. Hatta öğrenci protestolarının kitlesel bir nitelik kazandığı ilk örnek de Kuzey Kaliforniya'daki Berkeley Üniversitesi'nde gerçekleşmişti. Öğrencileri seferber eden ilk nedenler temelde üniversitelerde Vietnam savaşı ve ırksal ayrımcılığa karşı serbest siyasi tavır koyma yanlısı olan ‘konuşma özgürlüğü hareketi' kaynaklıydı. Burjuvazi öncelikle aşırı bir baskıyla karşılık vermişti ve bir üniversitede otarma eylemi yapan öğrencilerin üzerine polisi salarak 800 kişiyi tutuklamıştı. En sonunda, 1965'in başında, üniversite yetkilileri ABD'deki öğrenci hareketinin temel merkezlerinden olacak üniversitelerde siyasi faaliyet yürütülmesine izin verdiler. Aynı zamanda, Ronald Reagan"Berkley'deki düzensizliği temizlemek" sloganıyla, bütün tahminlere rağmen 1965 sonunda Kaliforniya valiliğine seçilmişti.

Öğrenci harekete hızla kitlesel ve devasa boyutlara ulaştı ve ilerleyen yıllarda ırksal ayrım, kadın haklarının savunulması ve herşeyden önce Vietnam savaşına karşı çıkmak konularında radikalleşti. Bir yandan pek çok genç Amerikan öğrenci savaşa gitmekten kurtulmak için yurtdışına çıkarken, ülkedeki üniversitelerin çoğunluğu savaş karşıtı hareketten etkileniyorlardı. Aynı zamanda büyük şehirlerde siyahların yaşadığı gettolarda büyük isyanlar patlak veriyordu (savaşa gönderilen genç siyahların oranı çok yüksekti). 1968'în 23 Nisan'ından 30 Nisan'a kadar New York'taki Kolombiya üniversitesi, yakındaki siyah gettosu Harlem'de yaşayanların desteğiyle, üniversitenin çeşitli akademik bölümlerinin Pentagon'a yardım edişine karşı öğrenciler tarafından işgal edildi. Bu ABD'deki öğrenci hareketinin en yüksek noktalarından biriydi, ve en şiddetli günleri Ağustos sonunda Chicago'da, Demokratik Parti kurultayı sırasındaki gerçek isyanlar sırasında yaşandı.

Pek çok başka ülkede de bu dönemde öğrenci hareketleri baş gösterdi.

Japonya:  1965'ten itibaren, öğrenciler polise karşı çetin kavgalar örgütleyen Zangakuren liderliği altında Vietnam Savaşı karşıtı eylemler gerçekleştiriyordu. 1968'de "Kanda'yı (Tokyo'nun üniversite kanadı) Latin Kanadına çevirelim" sloganını yükselttiler.

Britanya: bu ülkedeki öğrenci hareketi Fransa veya ABD'de olduğu düzeyde olmasa da onun da Ekim 1966 gibi bir tarihte bile Londra Ekonomi Okulunda öğrencilerin yeni yönetici yöneticinin Rhodesia ve Güney Afrika'daki ırkçı rejimlerle bağlarından dolayı protesto etmesi gibi olaylarda ifade buluyordu. Londra Ekonomi Okulu protestolardan etkilenmeye devam etti, mesela Mart 1967'de disiplin cezalarına karşı beş günlük bir oturma eylemi gerçekleşti ve bu ABD'deki örnekleri kopyalayan deneysel bir ‘özgür üniversite'ye yol açtı. 1967 yılının Aralık ayında Regent Caddesi Polyteknik'te ve Holborn Hukuk ve Ticaret Üniversitesinde kurumların karar verme sürecinde öğrenci temsili talep eden oturma eylemleri gerçekleştirildi. Mayıs ve Haziran 1968'de Essex Üniversitesi, Hornsey Sanat Üniversitesi ve Hull, Bristol ve Keele üniversitelerinde protestolar gerçekleşti ve bu protestolar Cryodan, Birmingham, Liverpool, Guildford üniversitelerinde ve Royal Sanat Üniversitesinde de protestolar tetikledi. En görülmeye değer eylemler ise Vietnam Savaşı'na karşı olan yapılan eylemlerdi: 67 Mart ve Ekim ayında, 68 Mart'ında ve en kitlesel olarak Ekim 1968'de farklı kesimlerden öğrenci ve işçilerin bir araya geldiği eylemlerde polisle çatışmalar ve Londra'daki Grosvenor Meydanı önünde tutuklamalar gerçekleşti.

İtalya: öğrenciler Mart ayında pek çok üniversitede, özellikle Roma'da Vietnam Savaşı'na karşı ve üniversite yetkililerinin politikalarına karşı eylemler yaptılar.

İspanya: Mart ayında Madrid Üniversitesi öğrencilerin Vietnam savaşına ve de Frankocu rejime karşı ajitasyonları nedeniyle ‘süresiz' olarak kapatıldı.

Almanya: Vietnam savaşına karşı öğrenci ajitasyonları 1967'de zaten gelişiyordu ve bu durum Sosyal Demokratlar'dan kopmuş aşırı sol SDS'nin etkisini arttırıyordu. Berlin'de aşırı solun lideri Rudi Dutschke'ye medya kodamanı Axel Springer'in histerik propagandasından etkilenin bir genç tarafından düzenlenen silahlı saldırının ardından bu hareket radikalleşti ve kitlesel bir nitelik kazandı. Dikkatler Fransa'nın üzerine çekilmeden önce, birkaç hafta boyunca Almanya'daki öğrenci hareketi Avrupa'daki ülkelerin çoğuna dokunan bir dayanak noktasıydı.

Bu liste açıkça herşeyi kapsamaktan çok uzak. Kapitalizmin merkezinde bulunmayan ülkeler de 1968 hareketlerinin gidişatından aynı şekilde etkilenmişlerdi (Brezilya ve Türkiye'deki öğrenci hareketleri bu hareketlerden bazılarıydı). Mesela Meksika'da yaz sonunda hükümetin 12 Ekim'deki Olimpiyat Oyunları ‘huzurlu' bir biçimde gerçekleştirilebilsin diye birkaç düzine öğrenciyi ölü, yüzlercesini ise yaralı bırakarak Tlatloco'daki öğrenci eylemine saldırmıştı.

Bu hareketleri nitelendirenin ne olduğu net: herşeyden önce, Vietnam savaşının reddi. Fakat mantıksal olarak Hanoi ve Moskova rejimlerinin müttefiki olan Stalinist partilerin bu hareketlerin Kore Savaşı sırasında olduğu başlarını çekmelerini beklemek mantıklı olacakken, 68'de durum hiçbir şekilde böyle değildi. Tam tersine, bu partilerin eylemlerde hemen hemen hiçbir etkinlikleri olmadı ve çoğu zaman bu hareketlere tamamen karşıydılar.

1960'ların sonundaki öğrenci hareketlerinin temel özelliklerinden bir tanesi budur ve bu özelliği hareketin gerçek önemini göstermektedir. Gelecek sayımızdaki makalemizde bu durumu daha derinlemesine inceleyeceğiz.

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [2]: Fransa ve Dünya’daki Öğrenci Hareketi

Mayıs 68'e dair bu yazının ilk kısmında, hareketin ilk kısmını, öğrenci eylemlerini ele almıştık. Yazıda Fransa'da 22 Mart'tan Mayıs ortasına kadar devam eden öğrenci hareketlerinin, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde, Berkley Üniversitesinde başlayan ve neredeyse bütün Batı ülkelerini etkileyen uluslararası bir hareketin bu ülkedeki ifadesi olduğunu göstermiştik. Dolayısıyla yazının ilk kısmını şöyle diyerek sonuçlandırmıştık: "Bu hareketleri nitelendirenin ne olduğu net: herşeyden önce, Vietnam savaşının reddi. Fakat mantıksal olarak Hanoi ve Moskova rejimlerinin müttefiki olan Stalinist partilerin bu hareketlerin Kore Savaşı sırasında olduğu başlarını çekmelerini beklemek mantıklı olacakken, 68'de durum hiçbir şekilde böyle değildi. Tam tersine, bu partilerin eylemlerde hemen hemen hiçbir etkinlikleri olmadı ve çoğu zaman bu hareketlere tamamen karşıydılar.

1960'ların sonundaki öğrenci hareketlerinin temel özelliklerinden bir tanesi budur ve bu özelliği hareketin gerçek önemini göstermektedir."

Şimdi ise hareketin yukarıda bahsi geçen gerçek önemine değineceğiz. Bunu yapmak için ise şüphesiz öğrenci eylemlerinin temel meselelerini hatırlatmak gerekiyor.

Protestoların nedenleri

Daha önce de vurguladığımız gibi, ABD'nin Vietnam'da yürüttüğü savaşa muhalefet bütün batı ülkelerinde en yaygın ve etkili meseleydi. Bu bağlamda öğrenci ayaklanmasının geliştiği ilk ülkenin ABD olması şüphesiz şans eseri gerçekleşmemiştir. Amerikan gençliği savaş sorunuyla doğrudan yüzleşiyordu, çünkü acil olarak ‘özgür dünyayı' savunmak için yurtdışına gönderiliyorlardı. On binlerce genç Amerikalı hükümetlerinin politikasını canlarıyla ödedi, yüz binlercesi Vietnam'dan yaralı ve sakat döndü, yaşadıkları dehşet milyonlarcasında hiçbir zaman silinmeyecek izler bıraktı. Kendilerini içlerinde buldukları, ve bütün savaşların değişmez bir niteliği olan dehşet dışında pek çok asker şu soruyla yüzleşmek durumunda kaldı: Vietnam'da ne yapıyoruz? Resmi açıklamar askerlerin ‘demokrasiyi', ‘özgür dünyayı' ve ‘medeniyeti' savunmak için orada olduklarını söylüyordu. Fakat yaşadıkları gerçek, bu açıklamaları paramparça etti: korumakla hükümlü oldukları Saigon rejiminin ‘demokrasi' ile alakası yoktu, ve medeni bir yanı da yoktu: bir hayli yozlaşmış bir askeri diktatörlükten başka bir şey değildi bu rejim. Savaş alanındaki Amerikan askerleri, onlardan barbarca davranmaları, fakirleri, silahsız köylüleri, kadınları, çocukları ve yaşlıları terörize etmeleri ve katletmeleri istendiğinde ‘medeniyeti' savunduklarına inanmakta güçlük çekiyorlardı. Fakat savaşın vahşetinden rahatsızlık duyan sadece askerler değildi, bu durum Amerikan gençliğinin büyük bir kısmı için de geçerliydi. Genç erkekler savaşa gitmekten, genç kadınlar eşlerini kaybetmekten korkuyordu, fakat rahatsızlık bunlarla sınırlı da değildi; hergün daha fazla kişi savaştan dönen ‘gaziler' veya sadece televizyon görüntüleri aracılığıyla savaşın ifade ettiği barbarlıktan haberdar oluyorlardı (Vietnam savaşı sırasında ABD medyası o kadar sıkı kontrol edilmiyordu. ABD hükümetinin bu ‘hatasını' 1991 ve 2003 Irak savaşlarında düzeltti). ABD hükümetinin ‘demokrasinin savunusu' konusundaki naralarıyla Vietnam'daki eylemlerinin arasındaki aleni çelişki, yetkililere ve Amerikan burjuvazisinin geleneksel değelerine karşı isyancı hisleri besleyecekti (Böylesi bir durum İkinci Dünya Savaşı'nda görülmemişti: ABD askerleri yine aynı şekilde, özellikle 1944'te Avrupa'nın işgali sırasında cehennemi yaşamışlardı. Öte yandan, yetkililerin Nazi rejiminin barbarlığını ifşa etmeleri sayesinde kurban edilmeleri hem kendilerince hem de toplumun büyük bir kesimince kabul edilmişti). Bu isyan, öncelikle ‘Çiçek Gücü' ve ‘Savaşma Seviş' gibi pasifist ve şiddet-karşıtı sloganlar kullanan  hippy hareketinden gelecekti. Bu bağlamda ciddi bir boyuttaki ilk öğrenci hareketinin San Fransisko'nun banliyolerindeki Berkley Üniversitesinde, hippylerin Mekke'sinde gerçekleşmesi büyük ölçüde şaşırtıcı değildi. Eylemciler tarafından gündeme getirilen mevzular, ve daha önemlisi kullanılan yöntemler Hippy hareketinin etkilerini taşıyordı. Üniversite içerisinde özellikle siyahların toplumsal hakları için ve ordunun kampüste öğrencileri kafalayıp savaşa gönderme çabalarını lanetlemek için siyasi propaganda yapabilmek için ‘konuşma özrgürlüğü' edinme hedefi, ve bu doğrultuda şiddet-karşıtı bir oturma eylemi düzenlenmiş olması bu etkilerin örnekleri sayılabilir. Buna rağmen, diğer ülkelerde, ve özellikle 1968'de Fransa'da da karşılaşacağımız gibi Berkley'in üzerinde kullanılan baskı (800 tutuklama) hareketin ‘radikalleşmesinde' önemli rol oynadı. 1967'de, Abbie Hoffman ve Jerry Rubin tarafından şiddet-karşıtlığından uzaklaşan Uluslararası Gençlik Partisi'nin kurulması ile isyan hareketi kapitalizm karşıtı ‘devrimci' bir perspektif edinmişti. Hareketin yeni ‘kahramanleri' artık Bob Dylan veya Joan Baez değil, (Rubin'in 1964'te Havana'da tanıştığı) Che Guevara gibi kişiliklerdi. Hareketin ideolojisi bulanıktı. Hareket, özgürlük kültü, özellikle cinsel özgürlük ve uyuşturucu kullanımının serbest olması gibi anarşist ögeler taşıyordu , ama aynı zamanda Küba ve Arnavutluk'un örnek ülkeler olarak görülmesi gibi Stalinist ögelere de sahipti. Eylem yöntemleri büyük ölçüde anarşistlerden devşirilmişti. Şiddet-karşıtı eylemlerin yerini alay etme ve provake etme gibi yöntemler almıştı. Dolayısıyla Hoffman-Rubin kanadının ilk eylemlerinden biri New York borsasında sahte banknotlar fırlatıp insanları onları almak için kapışmaya itmekti. Benzer bir biçimde, 68 yazındaki Demokrat Parti kongresinde hareket bir yandan polisle şiddetli bir çatışmaya hazırlanırken diğer yandan da adı Pigasus olan bir domuzu ABD Başkanlığına adayı olarak sunuyordu (Bu hareket yirminci yüzyılın başında içlerinden birinin kıçını seçimde aday gösteren bazı Fransız anarşistlerinin eylemini hatırlatıyordu).

ABD'deki isyan hareketinin temel özelliklerini özetlemek gerekirse, bu hareketin Vietnam'daki savaşa, ırksal ayrımcılığa, cinsler arasındaki eşitsizliğe ve geleneksel Amerikan değerlerine karşı bir protesto hareketi olarak sunulduğu söylenebilir.

Hareketin aktörlerinin büyük çoğunluğu kendilerini burjuvazinin asi çocukları olarak sundular; bu hareketin proleter bir sınıf niteliği yoktu. Harketin ‘teorisyenlerinden' birinin felsefe profesörü Herbert Marcuse olması şaşırtıcı değildi. Marcuse'a göre işçi sınıfı düzen tarafından ‘içselleştirilmişti' ve kapitalizme karşı devrimci kuvvetler ayrımcılığın siyah kurbanları, Üçüncü Dünya köylüleri veya asi entellektüeller arasında bulunabilirdi ancak.

Batı ülkelerinin çoğunda, 60'larda öğrenci dünyasının içerisinde faal olan hareketler veABD'deki hareket arasında güçlü benzerlikler vardı: Vietnam'daki Amerikan işgalinin reddi, genel olarak ve özellikle üniversitelerde otoriteye başkaldırış, geleneksel ahlaka ve özellikle cinsel ahlaka başkaldırış. İşte bu yüzden otoriterliğin simgesi olan stalinist partiler, ABD'nin Vietnam'ı işgalini protesto etseler, ABD'nin Vietnam'daki düşmanlarını destekleseler ve kendilerine ‘anti-kapitalist' deseler de bu hareketler içerisinde yankı bulamadılar. Şüphesiz SSCB'nin imajı 1956 Macar İşçi Ayaklanması'nın bastırılmasıyla bir hayli zedelenmişti ve Brezhnev resminin asılmasını mümkün kılacak görüntüden yoksundu.  1960'ların asileri odalarını daha sunulabilir bir ‘kahraman' olan fakat yine bir Stalinist parti mensubu Ho Chi Minh, daha da romantik bir görüntüsü olan ve ‘egzotik' olma avantajına sahip bir Stalinist partinin mensubu olan Che Guevara veya hem Amerikan stalinist partisinin bir üyesi hem de Che Guevara ne kadar yakışıklı kabul ediliyorsa o kadar güzel olma avantajına sahip siyahi kadın Angela Davis gibi kişilerin posterlerini odalarına asıyorlardı.

Özellikle hem Vietnam karşıtı, hem de ‘özgürlükçü' olan bu biçim özellikle Almanya'da güçlüydü. Bu ülkede hareketin temel sözcüsü olan Rudi Dutschke Doğu Almanya'dan gelmişti ve çok genç bir insan olarak bile Macaristan Ayaklanması'nın bastırılmasına karşı çıkmıştı. Dutschke'nin ideolojik kaynakları (Marcuse'un bir parçası olduğu) Frankfurt Okulu'nun bahsettiği ‘Genç Marx' ve ayrıca Durumcu Enternasyonal (Internationale Situationniste) idi. Alman ‘parlemento-dışı muhalefeti', Mayıs 68'in şafağında, bütün Avrupa'da öğrenci ayaklanmasının temel dayanak noktasıydı.

Duvarlardaki sloganlar

68 Fransa'daki öğrenci harketinin geliştirdiği meseleler ve talepler büyük ölçüde aynıydı. Öte yandan, hareketin gidişatı boyunca Vietnam savaşına dair söylenenler yerlerini Durumculuk, anarşizm, hatta sürrealizmden etkilenmiş, duvarları "duvarlar sözümüzdür" diyerek kapklayan sloganlara bıraktı.

Anarşist temaları şu sloganlarda görebiliyoruz:

  • Yıkma tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür (Bakunin)
  • Yasaklamak yasaktır
  • Özgürlük bütün suçları bastıran bir suçtur
  • Seçimler: ahmaklar için tuzaklar
  • Kabalık devrimin yeni koludur

Bu sloganlar cinsel özgürlük temalı sloganlarla tamamlanıyordu:

  • Birini ve herkesi sevin
  • Zihniniz ne kadar çok açılıyorsa, fermuarınız o kadar çok açılıyordur
  • Ne kadar çok sevişirsem, o kadar çok devrim yapmak istiyorum. Ne kadar çok devrim yaparsam, o kadar çok sevişmek istiyorum.

Durumcu perspektif ise şu sloganlarda görülebilir:

  • Kahrolsun tüketici toplumu
  • Kahrolsun meta toplumu
  • Yabancılaşmayı ortadan kaldırın
  • Asla çalışma
  • Arzularımı gerçeklik olarak kabul ediyorum çünkü arzularımın gerçekliğine inanıyorum
  • Açıktan ölmenin kesinliğinin yerini sıkıntıdan ölme ihtimalinin alacağı bir dünya istemiyoruz
  • Sıkılmak karşı-devrimcidir
  • Zaman öldürmeden yaşa ve engellenmeden oyna
  • Gerçekçi ol, imkansızı iste.

Aynı zamanda kuşak farkı da işlenen bir konuydu. Kuşak farkı ABD ve Almanya'da yaygındı, ve bir hayli kırıcı ve ayırıcı sloganlara yol açıyordu:

  • Koş yoldaş, eski dünya arkanda
  • Gençler sevişir, ihtiyarlar müstehcen jestler yapar

Benzer bir şekilde Fransa'da Mayıs 68'de, barikatlarda şu sloganlar duyuluyordu:

  • Barikatlar sokağı kapiyor ama yolu açıyor
  • Bütün düşüncelerin sonuçu çevik kuvvetin boğazındaki tuğladır
  • Kaldırım taşlarının altında kumsal var

Son olarak dönemde yaygın olan kafa karışıklığı şu sloganlarda açıkça görülebilir

  • Devrimci düşünce yoktur, sadece devrimci eylem vardır
  • Söyleyeceğim bir şey var, ama ne söyleyeceğimi bilemiyorum

60'ların öğrenci hareketinin sınıfsal niteliği

Bu sloganlar, diğer ülkelerde ortaya atılan sloganların büyük çoğunluğu gibi, 60'ların öğrenci hareketinin proleter bir sınıfsal niteliği olmadığını göstermektedir. İtalya ve tabii ki Fransa gibi bazı ülkelerde işçi sınıfının mücadeleleriyle öğrenciler arasında bir köprü kurma çabaları genel durumu değiştirmez. Bu tutum bir yandan işçilere tepeden bakan diğer yandan ise mavi yaka proleterlere, marksist klasikleri yarı sindirmişlerin kahramanlarına hayranlıkla, efsanevi varlıklarmış gibi bakan bir yaklaşımı da beraberinde getirdi.

Özünde 1960'ların öğrenci hareketi küçük burjuva bir sınıfsal niteliğe sahipti, ve en açık göstergelerden biri de ‘yaşamı hemen değiştirme' isteğiydi.

Bu hareketin avant-garde kesiminin şiddetin fetişleştirilmesini de içeren ‘devrimci' radikalliği de yine hareketin küçük burjuva doğasını ortaya koymaktaydı. Ayrıca, 1968'deki öğrencilerin ‘devrimci' kaygılar şüphesiz içten ve iyi niyetli olmakla beraber Üçüncü Dünyacılık (Guevarizm ve Maoculuk) veya anti-faşizm bu hareketin için bir hayli güçlüydü. Hareket devrime dair romantik bir vizyona sahipti, fakat devrimin başını çekecek olan işçi sınıfının gerçek gelişimine dair hiçbir fikir ortada yoktu. Fransa'da ‘devrimci' olduğuna inanan öğrenciler için Mayıs 68 hareketi zaten devrimdi ve her gün tekrar tekrar kurulan barikatlar 1848'in ve 1871 Komünü'nün mirasçılarıydı.

60'lardaki öğrenci hareketinin en önemli meselelerinden biri ‘kuşaklar arası çatışma', yeni kuşakla her türlü eleştiriye maruz kalan aileleri arasındaki çok önemli bölünmeydi. Özellikle yeni kuşağın ailelerinin oluşturduğu kuşağın İkinci Dünya Savaşı'nın neden olduğu açlık hatta kıtlıktan kurtulmak için çok fazla çalışmış olması sadece maddi durumla ilgilenmekle suçlanmalarına neden olmuştu. Buradan da ‘tüketici toplumunun' başarılarına dair fantaziler ve "asla çalışma" gibi sloganlar doğmuştu! Karşı-devrimin bütün gücüne karşı teslim olmuş kuşağın çocukları, anne babalarını konformizm ve kapitalizmin taleplerine boyun eymekle suçluyorlardı. Benzer şekilde, pek çok aile çocuklarının kendilerinden daha iyi hayatları olsun diye yaptıkları fedakarlıkları kabul etmekteki isteksizliklerini anlamıyordu.

Öte yandan, 60'lardaki öğrenci ayaklanmasında gerçek bir ekonomik unsur da mevcuttu. Bu dönemde işsizlik ve iş bulma tehditi şu anki kadar gerçek gözükmüyordu. Dönemin öğrenci gençliğinin temel kaygısı daha önceki üniversite mezunlarıyla aynı statüye sahip olamayacak olmasıydı. Gerçekten de 1968 kuşağı, dönemin sosyologlarının bolca incelediği orta katmanların proleterleşmesi olgusuyluyla ilk defa, ve bir hayli sert bir biçimde karşılaşan kuşak oldu. Bu olgu, üniversite öğrencisi sayısının artışıyla, kriz açıkça kendisini göstermeden birkaç yıl önce başlamıştı. Bu yükseliş sadece ekonomik ihtiyaçlardan değil ama aynı zamanda ailelerin çocuklarına kendilerininkinden daha iyi bir ekonomik durum sağlama isteği ve bunu yapma ihtimalinden de kaynaklanmıştı. Diğer şeylerin yanında, öğrenci nüfusunun ‘kitleselleşmesi' de üniversitelerin temelde üst sınıflara ayrılmış olduğu dönemden kalma otoriter yapıya ve yöntemlere karşı bir tepki oluşmasını sağladı.

Öte yandan, 1964'te başlayan öğrenci hareketinin kapitalizmin bir ‘bolluk' döneminde başadığını kabul etsek bile, bu durum ekonomik durumun ciddi bir biçimde kötüleştiği ve öğrenci gençliğinin tepkisinin güçlendiği 1967 yılında kesinlikle aynı değildi. 1968 hareketinin tepe noktasına çıkmasın anlamamızı sağlayan nedenlerden biri de budur. Neden Mayıs 1968'de dizginleri işçi sınıfının eline aldığını da bu duruma dayanarak açıklamamız mümkündür.

Yazının bir sonraki bölümde bunu inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [3]: İŞÇİ SINIFININ UYANIŞI

Mayıs 68'de gerçekleşen olaylara dair söylenen yalanlara karşı, devrimcilerin gerçeği tekrar ortaya dökmeleri, bu olayların derslerini çıkartmaları ve onların çiçeklerden oluşmuş bir çığın altında gömülmesini engellemeleri gereklidir.

Bundan önce yayınladığımız ve içerisinde '68 Olayları'nın ilk unsuru olan öğrenci ayaklanmasını irdelediğimiz iki makalede bunu yapmayı amaçladık. Şimdi ise hareketin temel unsurunu, yani işçi sınıfı hareketini ele alacağız.

İlk makalede Fransa'daki olayların anlatımını: "14 Mayıs'tan da tartışmalar pek çok yerde devam ediyordu. Bir gün öncesinin devasa eylemlerinden ve oradan alınan güç ve cesaretten sonra, hiçbir şey olmamış gibi devam etmek imkansızdı. Nantes'da, Sud-Aviation işçileri, en genç işçilerin başını çektiği spontane bir greve gittiler ve fabrikayı işgal etmeye karar verdiler" diye sonuçlandırmıştık.

Şimdi hikayeye buradan devam edeceğiz.

Grevin yayılması

Nantes'da hareketi başlatan, öğrencilerle aynı yaşlarda olan genç işçilerdi. Nedenleri bir hayli basitti: "eğer grev bile yapamayan öğrenciler hükümeti geriletebiliyorsa, işçiler de hükümetin geri çekilmesini sağlayabilirler". Kentteki öğrenciler de işçilerle dayanışmak için onların yanına geldiler, ve kardeşlik çağrısıyla grev gözcülerinin arasına karıştılar. Burada Fransız Komünist Partisi ve parti kontrolündeki sendika CGT'nin "patronların ve içişleri bakanlığının maaşa bağladığı solcu provatatörlere karşı" uyarılarının etkisinin zayıflığı da ortaya çıkmıştı.

14 Mayıs akşamında toplam 3100 işçi grevdeydi.

15 Mayıs'ta, hareket Cléon'daki Renault fabrikasına ulaşmıştı, Normandiya'da ve ayrıca bölgedeki iki başka fabrikada topyekün grev, sınırsız işgal, fabrikaya kilitlenmiş patronlar ve fabrika kapılarında kızıl bayraklar vardı. Günün sonunda 11,000 kişi grevdeydi.

16 Mayıs'ta, diğer Renault fabrikaları da harekete katıldılar: Flins'te, Sandouville'de, le Mans'da ve Billancourt'ta kızıl bayraklar dalgalandı. O gece sadece 75,000 işçi grevdeydi ama Renault işçilerinin mücadeleye katılması önemli bir işaretti: Fransa'daki en büyük fabrika (35,000 kişiyle) grevdeydi, ve uzun süredir söylenildriği gibi "Renault hapşurursa Fransa nezle olur"du.

17 Mayıs'ta 215,000 işçi grevdeydi: grev Fransa'nın tamamına, özellikle taşrada yayılmaya başlıyordu. Hareket tamamen kendiliğinden gelişmişti; sendikalar sadece hareketin arkasından izleyebiliyordular. Heryerde genç işçiler en ön saflardaydı. Öğrenciler ve genç işçiler defalarca kardeşleştiler ve dayanıştılılar: genç işçiler öğrencilerin işgal ettiği fakültelere giderek öğrencileri gelip fabrika yemekhanelerinde yemek yemeye davet ettiler.

Özel talepler yoktu ortada. Canına tak etmişlik hissi hakimdi yalnız. Normandiya'da bir fabrikanın duvarlarında "Onurla yaşama zamanı geldi!" yazıyordu. O gün, tabandan gelen baskıdan ve aynı zamanda daha önceki grevlerle daha alakalı olan CFDT'nin gerisinde kalmaktan korkan CGT grevin yayılması çağrısı yaptı. O zamanlarda söylendiği şekliyle ‘sürüye ayak uydurmuştu' CGT. Yapılan çağrı bir gün sonraya kadar bilinmiyordu.

18 Mayıs'ta, öğleden önce, CGT'nin yaptığı çaprı daha duyulmadan bir milyon işçi grevdeydi. Akşama bu sayı 2 milyon olmuştu. 20 Mayıs Pazartesi günü 4 milyon işçi grevdeydi, ve bir gün sonra bu sayı 6 buçuk milyon olmuştu.

22 Mayıs'ta, 8 milyon işçi, süresiz olarak greve çıkmıştı. Bu uluslararası işçi sınıfı hareketi tarihinin en büyük greviydi. Ondan önceki büyük grevlerden, yani bir hafta süren 1926 İngiltere genel grevinden ve Fransa'daki 1936 Mayıs-Haziran grevlerinden çok daha devasaydı.

Bütün sektörler grevin içerisindeydiler: endüstri, ulaşım, posta, telekomünikasyon, eğitim, memuriyet (pek çok bakanlık bile neredeyse felç olmuştu), basın-yayın (ulusal televizyonda grev vardı, işçiler sansürlenmeyi protesto ediyorlardı), araştırma labarotuarları vb. Cenaze kaldırıcıları bile greve çıkmıştılar (Mayıs 68'de ölmek iyi bir fikir değildi!). Hatta profesyonel sporlar bile greve katılmıştı: Fransız Futbol Federasyonu binasının tepesinde kızıl bayrak dalgalanıyordu. Sanatçılar da dışarıda kalmak istememişlerdi: Cannes Festivali yönetmenlerin tavrı nedeniyle yarıda kesilmişti.

Bu dönemde işgal edilmiş fakülteler (ve ayrıca Paris'teki Odeon Tiyatrosu gibi işgal edilmiş diğer kamu binaları) sürekli siyasi tartışmaların yürütüldüğü mekanlar haline geldiler. Pek çok işçi, özellikle (ama sadece değil) genç işçiler bu tartışmaların bir parçası oldular. Toulouse'da, gelecekte Enternasyonal Komünist Akım Fransa şubesinin temellerini atacak olan ufak çekirdek işgal edilmiş JOB fabrikasında işçi konseylerine dair fikirlerini anlatmaya davet edildi. Bu olayın en ilginç yanı ise bu davetin CGT ve Fransız Komünist Partisi militanlarından gelmiş olmasıydı. Fabrikadaki Fransız Komünist Partisi militanları, büyük Sud-Aviation fabrikasından JOG grev gözcülerini ‘desteklemek' için gelen CGT yetkilileriyle, fabrikaya ‘solcuların' girmesi için izin alabilmek amacıyla tam bir saat tartıştılar. Altı saatten daha uzun bir süre, işçiler ve devrimciler, kartonların üzerinde oturup devrimi, işçi sınıfı hareketinin tarihini, sovyetleri ve hatta Fransız Komünist Partisi ve CGT'nin ihanetlerini tartıştılar.

Sokaklarda, kaldırımlarda pek çok tartışma gerçekleşti (Mayıs 68'de hava Fransa'nın her yerinde güzeldi!). Tartışmalar kendiliğinden ortaya çıktı, herkesin söyleyecek bir şeyi vardı (bir slogan ‘Konuşuyoruz ve dinliyoruz' diyordu). Her yerde bir şenlik havası vardı; tabii ki korku ve nefretin tırmandığı zengin mahalleleri hariç.

Fransa'nın her yerinde, hem mahallelerde hem de büyük fabrikaların etrafından ‘Eylem Komiteleri' kuruldu. Bu komitelerin içerisinde mücadelenin nasıl yürütüleceğine dair, devrimci perspektife dair tartışmalar yürütülüyordu. Bu gruplar genellikle solcular veya anarşistler tarafından kuruluyordu fakat bu örgütlerin dışından pek çok kişi de geliyordu. Devlet radyo televizyon istasyonu ORTF'deki Eylem Komitesi, Fransız televizyonlarının ünlü isimlerinden Michel Drucker tarafından kurulmuştu ve bir başka ünlü sima olan Thierry Rolland'ı da barındırıyordu.

Burjuvazinin tepkisi

Bu durumun karşısında, hakim sınıf bir düzensizlik döneminden geçti. Bu düzensizlik burjuvazinin şaşkın ve etkisiz müdahale çabalarında görülebilir.

Dolayısıyla 22 Mayıs'ta sağcıların çoğunlukta olduğu Ulusal Meclis, solun iki hafta önce önerdiği sansür önerisini tartıştı ve reddetti: Fransız cumhuriyetinin resmi kurumları başka bir dünyada yaşıyor gibiydiler. Bu Almanya'da yaşayan Daniel Cohn-Bendit'in ülkeye geri dönmesini yasaklayan devletin aynısıydı. Bu karar sadece öfkeyi arttırmıştı: 24 Mayıs'ta pek çok eylem gerçekleşti, Cohn-Bendit'e konulmuş giriş yasağı protesto ediliyor, eylemciler : "Sınırlar bir bok ifade etmez!" ve "Hepimiz Alman Yahudileriyiz!" sloganlarını atıyorlardı. CGT "maceracılara" ve "provakatörlere" (yani ‘radikal' öğrencilere) karşı söyledikleri pek çok genç işçinin eylemlere gitmesini engellemedi.

Akşam Cumhurbaşkanı General de Gaulle bir konuşma yaptı, konuşmasında Fransızların "katılım" (bir tür sermaye ve emek birliği) konusunda görüşlerini ortaya dökecekleri bir referandum önerdi. Gerçek duruma dair daha habersiz olamazdı. Bu konuşma hükümetin ve burjuvazinin genelinin şaşkınlığını ve içerisinde bulunduğu karmaşa ve panik ortamını ortaya koyuyordu.

In the evening, the President of the Republic, General de Gaulle, gave a speech: he proposed a referendum so that the French could pronounce on "participation" (a sort of capital and labour association). He couldn't have been further from reality. This speech fully revealed the disarray of the government and the bourgeoisie in general. (Konuşmadan bir gün sonra belediye çalışanları böyle bir referandum örgütlemeyi reddedeceklerini açıkladılar. Aynı şekilde yetkililer oy formlarını bastıramıyorlardı: ulusal matbaalarda çalışan işçiler grevdeydiler ve grevde olmayan özel matbaalar basmayı reddetiler: özel matbaa sahipleri işçilerle yeni bir sorun daha istemiyordu.)

Sokaklarda, eylemciler konuşmayı taşıdıkları radyolardan dinlediler, ve daha da öfkelendiler: "Konuşması bize bir hakarettir!" bağırışları yükseliyordu. Gece boyunca Paris'te ve birkaç başka şehirde çatışmalar oldu, barikatlar kuruldu. Pek çok cam kırıldı, bazı arabalar yakıldı ki bunlar kamuoyunun öğrencilere karşı çevrilmesinde rol oynadı. Aslında eylemcilerin arasına Gaullist milislerin veya sivil polislerin ‘olayları karıştırmak' ve toplumu korkutmak için girmiş olması mümkündü. Bazı öğrencilerin barikatlar kurarak ve arabaları, ‘tüketim toplumunun' sembollerini yakarak ‘devrim yaptıklarını' düşündükleri doğrudur. Fakat herşeyden önce bu eylemler eylemcilerin, yani öğrencilerin ve genç işçilerin, yetkililerin tarihin en büyük grevine karşı gülünç ve provakatif tepkisine karşı öfkelerini ifade ediyordu. Düzene karşı bu öfkenin bir ifadesi kapitalizmin simgelerinden Paris Borsası'nın ateşe verilişiydi.

Ancak bir gün sonra burjuvazi sonunda etkili bir şekilde harekete geçti: 25 Mayıs Cumartesi günü Çalışma Bakanlığı sendikalar, patronlar ve hükümet arasındaki pazarlıkları başlattı.

Patronlar pazarlıklar başlar başlamaz, sendikaların hayal ettiğinden çok faha fazlasını vermeye hazır olduklarını gösterdiler: burjuvazinin korkmuş olduğu ortadaydı. Başbakan Pompidou görüşmelere başkanlık etti: Pazar sabahı CGT'nin patronu Seguy ile bir saatlik bir birebir görüşme yaptı: Fransa'daki toplumsal düzenin korunmasından sorumlu iki kişinin, hiçbir tanık olmadan düzeni nasıl tekrar sağlayacaklarını konuşmaları gerekiyordu. (Daha sonra dönemin Toplumsal İşler Devlet Sekreteri olan Chirac'ın da bir tavan arasında CGT'nin iki numarası Krasucki'yle görüştüğü ortaya çıktı).

26/27 Mayıs gecesi "Grenelle Antlaşmaları" sonuçlanmıştı:

  • 1 Haziran'dan itibaren herekes %7, 1 Ekim'den itibaren de %3 zam
  • Asgari ücrette %25'lik bir artış
  • Sağlık hizmetlerine hastanın katkı payının (sosyal güvenliğin ödemediği hastane masrafları) %30'dan %25'e düşürülmesi
  • Firmalarda sendikaların danınması,
  • Özellikle (haftada ortalama 47 saat olan) iş günü süresinin de içerisinde bulunduğu bir dizi meseleye dair pazarlıklar yapılacağına dair belirsiz sözler
  • Hareketin önemi ve gücü göz önünde bulundurulursa bu gerçek bir provakasyondu:
  • %10'luk zam bu dönemde özellikle ciddi olan zam tarafından yiyip bitirilecekti;
  • ücret paketinde enflasyona karşı hiçbir güvence yoktu
  • çalışma saatlerinin azaltılmasına dair "40 saatlık çalışma haftasına doğru ilerlenilecektir" gibi bir ibre dışında hiçbir şey söylenilmemesi (ki 40 saatlik çalışma haftası resmi olarak 1936'da kazanılmıştı!); hükümetin önerdiği çizelgeye göre bunun gerçekleşmesi tam 40 yılı bulacaktı!;
  • sadece en fakir işçiler bir kazanım elde etmişlerdi (ki bu onları işlerine geri göndererek işçi sınıfını bölmek anlamına geliyordu) ve sendikalar sabotajcılıkları nedeniyle cömertçe ödüllendirilmişlerdi.

27 Mayıs'ta "Grenelle Anlaşmaları" kitlesel işçi toplantıları tarafından oy birliğliyle reddedildi.

Renault Billancourt'ta sendikalar televizyon ve radyodan yayınlanacak büyük bir ‘gösteri' düzenlediler: görüşmelerden çıkan CGT patronu Seguy gazetecilere: "İşe dönüş uzak değildir" dedi Billancourt'taki işçilerin bunun bir örneğini göstereceği umuduyla. Fakat 10,000 Bilancourt işçisi şafakta buluşmuş, ve sendika liderleri daha gelmeden hareketi devam ettirme kararı almışlardı.

CGT'nin ‘tarihsel' liderlerinden olan ve 1936'daki görüşmelerde mevcut olan Benoit Frachon "Grenelle antlaşmalarıın milyonlarca işçiye umut bile edemeyecekleri komforu getireceğini" duyurdu: bu sözler işçiler tarafından ölümcül bir sessizlikle karşılandı.

CDFT'den Andre Jeanson öncelikle grevi devam ettirmek yönünde sonuçlanan ilk oylamadan hoşnut olduğunu söyledi ve mücadele işçi öğrenci dayanışmasından bahsederek kitlenin desteğini çekti.

Seguy en sonunda "Genelle'de kazanılanların nesnel bir tutanağını" sundu: ıslıklar ve yuhalamalar dakikalarca sürdü. Seguy bunların üzerine "Duyduğum kadarıyla bunun olmasına izin vermeyeceksiniz" dedi: işçiler onu alkışlıyordu şimdi, fakat yine de kitleden "Bizimle dalga geçiyor" gibi laflar yükseliyordu.

"Genelle Anlaşmalarının" reddedildiğinin en iyi kanıtı ise şuydu: 27 Mayıs'ta grevcilerin sayısı 9 milyona yükseldi.

Aynu gün Paris'teki Charléty Stadyum'unda öğrenci sendikası UNEF, söylemi CGT'tan bir adım daha radikal olan CDFT ve solcu gruplar tarafından çağırısı yapılan büyük bir toplantı düzenlendi. Konuşmalarım söylemi bir hayli devrimciydi: sonuçta amaç CGT ve Fransız Komünist Partisi'ne karşı büyüyen tepkiyi oturmak için bir alan yaratmaktı. Solcuların yanı sıra 50'ler hükümetinin eski patronlarından Mendes-Frace gibi sosyal demokrat politikacılar da mevcuttu. Cohn-Bendit de eylemde kendini gösterdi (gerçi bir gün önce Sorbonne'da zaten görülmüştü).

28 Mayıs'ta sermayenin solunun partileri oyunlarına başladılar.

Sabahleyin Sol Demokrat ve Sosyalist Federasyonu'nun (bu oluşumun içerisinde Sosyalist Parti, Radikal Parti ve çeşitli ufak solcu gruplar bulunuyordu) başkanı François Mitterand bir basın toplantısı düzenledi: bir iktidar boşluğu olduğunu düşünerek Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladı. Öğleden sonra Waldeck-Rochet, Fransız Komünist Partisi'nin patronu, "Komünist katılımlı" bir hükümet kurulması önerisini yaptı: resmi KP için sosyal demokratların durumdan tek başlarına faydalanmalarını önlemek önemliydi. Bir gün sonra, 29 Mayıs'ta, CGT düzenlediği büyük eylemde "halk hükümeti" çağrısı yaptı. Sağcılar hemen "komünist komplo" çıplıkları atmaya başladılar.

Aynı gün General de Gaulle'un ‘ortadan kayboldu'. De Gaulle'un istifa ettiği söylentileri  ortaya atıldı fakat aslında o Almanya'daki işgal güçlerini kontrol eden General Massu'yla, ordunun desteğini teyit etmek üzere görüşmeye gitmişti.

30 Mayıs burjuvazinin durumu kontrol altına alma çabalarında önemli bir gündü. De Gaulle yeni bir konuşma yaptı: "Mevcut koşullarda geri çekilmeyeceğim (...) Bugün itibariyle Ulusal Meclis'i dağıtıyorum..."

Ay zamanda Paris'te, Champs-Élysées'de De Gaulle'u desteklemek için devasa bir eylem gerçekleştirildi. Bu eyleme lüks ve zengin mahallelerinden insanlar ve ayrıca ordu kamyonları sayesinde kırsal kesimden gelenler katıldı. Gelen ‘halk', zenginlerden, yüksek ökçelilerden, burjuvalardan, dini kurumların temsilcilerinden, kibirlerinden geçilmeyen üst düzey bürokratlardan, dükkanlarının penceleri diye ödü kopan esnaftan, Fransız bayrağına yapılan hakaretlere içerlemiş eski askerlerden, Fransa'nın Cezayir'deki işgal gücü veteranlarından, faşist Occident grubunun milislerinden, Vichy Fransa'sına özlemle bakan (ve aslında De Gaulle'dan da tiksinen) yaşlılardan oluşuyordu. Bu koca bir dünya dolusu güzel (!) insan işçi sınıfına karşı duyduğu nefretini kusmak ve ‘düzene sevgisini' haykırmak için oradaydı. Kalabalığın arasında, ‘Özgür Fransa'nın yaşlı veteranlarının yanından "Cohn-Bendit Dachau'ya!" sloganları yükseliyordu.

Fakat ‘düzenin partisi' sadece Champs-Élysées'de eylem yapanlarla sınırlı değildi. Aynı gün CGT de "Grenelle'in kazançlarını iyileştirmek için" şube şube pazarlıklar ve görüşmeler yapılması çağrısında bulundu: hareketi bitirmek için bölme taktiği uygulanıyordu.

İşe dönüş

Bu tarihten itibaren işe dönüşler gerçekleşmeye başladı, fakat yavaşça, zira 6 Haziran'da bile hala altı milyon işçi grevdeydi. İşe dönüşler dağınık bir biçimde gerçekleşti:

  • 31 Mayıs'ta: Lorraine'deki demir çelik ve kuzeydeki dokuma işçileri,
  • 4 Haziran'da: silah imalatı ve sigorta işçileri,
  • 5 Haziranda: elektrik işçileri ve kömür madencileri,
  • 6 Haziran'da: postacılar, telekomünikasyon işçileri, toplu taşıma işçileri (Paris'te, CGT işe dönüşü hızlandırmaya çalıştı: her istasyonda sendika liderleri diğer istasyonları işe döndüğünü duyurdular fakat bu doğru değildi);
  • 7 Haziran'da: ilkokul öğretmenleri;
  • 10 Haziran'da: polis Flins'teki Renault fabrikasına saldırdı ve işgal etti: polisin kovaladığı bir öğrenci Sen nehrine düşerek boğuldu;
  • 11 Haziran'da: CRS (Fransız çevik kuvvet birimi) Sochaux' Peugeot fabrikasına (Fransa'daki ikinci büyük) saldırdı; 2 işçi öldürüldü.

Bu olayların ardından Fransa'da yeni şiddetli gösteriler gerçekleşti: işçiler "Yoldaşlarımızı öldürdüler!" diye haykırıyorlardı. Sochaux'da işçilerin kararlı direnişine karşı CRS fabrikadan çekildi, işçiler 10 gün daha işe dönmediler.

Kızgınlığın grevi ateşini yeniden körükleyeceğinden korkan sendikalar (başlarında CGT) ve başlarında Fransız Komünist Partisiyle solcu partiler, ısrarla işe geri dönüş çağrısı yaptılar "ki seçimler gerçekleştirilip işçi sınıfının zaferi tamamlansın". Resmi KP'nin günlük gazetesi l'Humanité, manşetinde: "Zaferlerinin gücüyle milyonlarca işçi işlerine dönüyor!" yazdı.

Şimdi sendikaların 20 Mayıs'tan beri neden sistematik olarak grev çağırısı yaptıklarını anlaşılıyordu: sendikalar daha az mücadeleci sektörleri işe dönmeye provoke etmek ve diğer sektörlerin molarini bozmak için mücadeleyi kontrol etmek zorundaydı.

Fransız Komünist Partisi'nin patronu Waldeck-Rochet seçim kampanyasında yaptığı konuşmalarda "Komünist Parti düzenin partisidir" diyordu. Ve yavaş yavaş burjuva düzeni geri dönüyordu:

  • 12 Haziran: ortaokul öğretmenleri işlerine geri döndüler;
  • 14 Haziran: Air France (Fransız Havayolları) ve ticaret gemisi işçileri işlerine geri döndüler;
  • 16 Haziran: Sorbonne polis tarafından işgal edildi;
  • 17 Haziran: Renault Billancourt işçileri işlerine geri döndüler;
  • 18 Haziran: de Gaulle OAS'ın hala hapiste olan liderlerini serbest bıraktı;
  • 23 Haziran: seçimlerin ilk turunda sağcılar üstünlük sağladı;
  • 24 Haziran: Citroën Javel fabrikasi işçileri işlerine geri döndüler (Krasucki, CGT'nin iki numarası, kitlesel işçi toplantısında çalışarak işçilere grevi bitirme çağrısı yaptı);
  • 26: Haziran Usinor Dunkirk işçileri işlerine geri döndü;
  • 30 Haziran: seçimlerin ikinci turunda sağ tarihsel bir zafer kazandı.

İşe son geri dönen kollardan biri devlet radyo televizyon istasyonu ORTF idi: bir çok gazeteci hükümetin onlara uyguladığı kısıtlamalara ve dayattığı sansür uygulamalarına geri dönmek istemiyordu. Geri döndükten sonra pek çoğu kovulacaktı. Sonuçta düzen, devletin topluma yayılmasını uygun bulduğu haberlerle topyekün geri döndü.

Böylece tarihin en büyük grevi, CGT ve Fransız KP'sinin iddialarının aksine, bir yenilgiyle sona ermişti. Bu ezici yenilgi hareketi bastıran partilerin ve ‘yetkililerin' daha güçlü bir şekilde geri dönmesiyle perçinlendi. Fakat işçi hareketi çoktandır biliyor ki: "Mücadelenin gerçek meyvesi, anlık sonuçlarında değil, işçilerin daima genişleyen birliğindedir" (Komünist Manifesto). Ayrıca anlık yenilginin ötesinde, 1968'de Fransa'daki işçiler büyük bir zafer kazandılar: kendileri için değil, dünya proleteryası için. İşte bu yazı dizisinin bir sonraki makalesinde Fransa'nın ‘neşelı Mayıs ayının' dünya çapındaki temel etkilerini inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale                                                 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Mayıs 1968 [4]: Fransa’daki genel grevin uluslararası önemi

Medyayı son dönemde işgal eden 1968 Mayıs'ına dair televizyon programları ve kitapların çoğunda Mayıs ayı boyunca Fransa'yı etkileyen öğrenci hareketinin enternasyonal niteliğinin sürekli altı çiziliyor. Daha önceki makalelerimizde de belirttiğimiz gibi, Fransa'da ki öğrenci hareketinin kitlesel olarak gelişen ilk hareket olmadığını herkes biliyor. Aslında bu hareket tabiri caizse 1964 sonbaharında Amerikan üniversitelerinde başlamış hareketin en arka vagonuna atlamış bir hareket. ABD'de başlayan bu hareket batı ülkelerinin çoğunluğunu etkileyerek, diğer Avrupa ülkeleri için bir referans noktasına dönüştüğü Almanya'da 1967'de tepe noktasına ulaşmıştı. Ne var ki 60'ların öğrenci hareketinin enternasyonal karakterinin altını çizerek tatmin olan aynı gazeteci ve tarihçiler bütün dünyada bu dönemde gelişen işçi mücadeleleri hakkında tek bir söz bile söylemiyorlar. Şurası da açık ki Fransa 68 "olaylarının" en önemli yönü olan dev grevi basitçe görmezden de gelemiyorlar. İşçi hareketinin tarihindeki en büyük grevin üstünü kapatmak onlar için bile çok zor bir şey. Fakat bundan bahsettikleri zaman da proletaryanın bu hareketini bir tür "Fransız istisnası" olarak sunmaya çalışıyorlar.

Gerçekte ise, belki de öğrenci hareketinden de fazla enternasyonal hareketin parçası olan şey Fransa'da ki işçi sınıfının bu hareketidir ve bu da ancak enternasyonal bir çerçevede kavranabilir. Bu makalede diğer konular ile birlikte vurgulayacağımız konuda işte budur.

Fransa bir istisna değildi

Mayıs 68'de Fransa'da gerçekleşen öğrenci hareketinden kitlesel bir işçi hareketinin çıkması durumu çok marjinal istisnai durumlar dışında gerçekten de başka hiçbir ülkede mevcut değildi. Öğrencilerin hareketlenmesi, baskıya maruz kalması -ve bu baskının onu beslemesi- ve sonrasında "barikatlar gecesini" (Mayıs 10/11) takiben hükümetin geri çekilmesinin sadece hareketi serbest bırakmayıp aynı zamanda işçi grevlerine soluk verdiği apaçık ortadadır. Bununla birlikte, Fransız proletaryasının böylesi bir harekete giriştiyse bunu "öğrenciler ile aynı şeyleri yapmak için" değil, sınıf içerisinde var olan büyük ve genelleşmiş hoşnutsuzluktan ve böylesi bir kavgaya girişmek için gerekli politik güce sahip olduğundan dolayı yapabilmişti.

Bu gerçek Mayıs 68 ile ilgili kitap ve TV programlarında genellikle gizlenmemiştir. Sonraki döneme damgasını vuracak şekilde işçilerin 1967'den başlayarak önemli mücadelelere giriştiği genelde hatırlanır. Özellikle de, çok sınırlı grevlerin ve sendikaların yaptığı eylem günlerinin hiçbir coşku uyandırmamış olmasına rağmen, bir çok durumda sendikaların bertaraf olduğu ve devlet ile patronların sert baskılarıyla karşılaşan kimi kararlı ve çok sert mücadeleler bu dönemde gerçekleşmişti. Bu yüzden 1967'nin başından itibaren, Bordeaux'ta (Dassault havacılık fabrikasında, Lyonnaise yöresindeki Besançon'da (Rhoda'da ki işgal ve grevde, Berliet'te fabrikanın çevik kuvvet tarafından işgaliyle sonuçlanmasında), Lorraine madenlerinde, Saint-Nazaire askeri tersanelerinde (burada 11 Nisan'da her şeyi felç eden bir genel grev gerçekleşmişti) önemli mücadeleler olmuştu.

İşçi sınıfının Mayıs 68 öncesindeki en önemli kavgalarından birini verdiği yer ise Normandy'de ki Caen oldu. 20 Ocak 1968'de Saviem'deki (taşıma) sendika bir buçuk saatlik bir grev emri vermişti. Fakat bunun yetersiz olduğuna karar veren işçiler 23ünde kendiliğinden işi durdurdular. İki gün sonra, sabahın dördünde çevik kuvvet grev kordonunu dağıttı ve yönetim ile ‘grev kırıcıların' fabrikaya girmesini sağladı. Grevciler kent merkezine gittiler ve burada grevdeki diğer işçiler de onlara katıldı. Sabah sekizde 5000 kişi barışçıl bir biçimde meydanda toplanmış haldeyken, üstlerine ateş açılmak dahil polisin saldırısına uğradılar. 0cak'ın 26'sında, yine kent merkezinde, sabah altıda, 7000 kişi dayanışma için bir araya geldiler. Bu eyleme öğretmenler dahil bütün sektörlerden işçiler ve çok sayıda öğrenci de katıldı. Eylem sonunda polis meydanı boşaltmak için saldırdı fakat işçilerin kararlılığı karşısında şaşırdı. Çatışmalar gece boyunca sürdü ve 200 kişi yaralandı. Hepsi işçi olan altı genç eylemci 15 ile bir ay arasında değişen hapis cezaları aldılar. Fakat bu baskı işçi sınıfının geri çekilmesinden çok daha kararlı bir şekilde ileri çıkmasıyla sonuçlandı. 30 Ocak'ta Caen'de artık 15.000 kişi grevdeydi. 2 Şubat'ta patronlar ve otoriteler baskıyı geri çekmek ve %3-4 zam yapmak zorunda kaldılar. Ertesi gün işbaşı yapılmasına rağmen genç işçilerin inisiyatifiyle başlayıp bir ay boyunca süren iş bırakmalar devam etti.

Şubat 67 Saint-Nazaire ve Ocak 1968 Caen, bütün çalışan nüfusun katıldığı genel grevler tarafından sarsılan tek kentler değildi. Daha az önemli olan Redon (Mart) ya da Honfleur (Nisan) gibi kasabalar için de benzer durumlar söz konusu olmuştu. Tek bir kasabanın bütün sömürülenlerinin katıldığı böylesi kitlesel grevler Mayıs'ın ortasında bütün ülkede olacakların bir provası gibiydi.

Mayıs 1968'in açık mavi bir gökte çakan bir şimşeğe benzediği söylenemez. Öğrenci hareketi yangını başlatmış olsa da zemin çoktan buna hazırdı.

Elbette ‘uzmanlar' özellikle de sosyologlar, bu Fransız ‘istisnasının' nedenlerini bulmak için çok çaba sarf etmiştir. Bunlar özellikle 1960'lar boyunca Fransa'da ki sanayileşmenin artan hızından, bunun nasıl bu eski tarımsal ülkeyi modern bir endüstriyel güce dönüştürdüğünden bahsederler. Bunlara göre bu olgu, çoğunlukla uyum sağlayamamış olan fabrikalardaki çok sayıdaki genç işçinin varlığı ve rolü ile açıklanmaktadır. Bu genç işçiler, sıklıkla kırsal bir çevreden gelmiş, sendikasız ve fabrikanın kışla disiplinine uyum sağlamakta güçlük çeken insanlardır. Aynı zamanda profesyonel sertifikaları olsa da genelde alay kabilinden ücretler almaktadırlar. Bu durum bize hem kavgaya ilk girişenin işçi sınıfının en genç kesimi olduğunu, hem de Mayıs 68'i önceleyen önemli hareketlerin görece geç endüstriyelleşmiş batı Fransa'da geliştiğini anlamakta yardım edebilirler. Ne var ki sosyologların bu açıklamaları Mayıs 68'de mücadeleye neden sadece öğrencilerin girmeyip, her yaştan işçi sınıfının büyük çoğunluğunun da girdiğini açıklamayı başaramaz.

Fransa'da ki Mayıs 68 grevinin enternasyonal önemi

Aslında, Mayıs 68 ölçeğinde ve derinliğindeki bir grevin salt Fransa çerçevesinin çok ötesine geçen çok esaslı nedenleri bulunmaktadır. Eğer bu ülkenin bütün proleterleri kendisini bir genel greve atmışsa bu 1968'de henüz başlangıç aşamasında olan ve salt ‘Fransız' değil bütün dünyayı vuran bir krizin bütün sektörleri vurmaya başlamış olmasındandır. Bu dünya ekonomik krizin (işsizliğin büyümesi, ücretlerin donması, üretim hedeflerinin yoğunlaşması ve sosyal güvenliğe yönelik saldırılar gibi) Fransa'da ki etkileridir ki 1967'den başlayarak işçi sınıfının mücadeleciliğini bize açıklayabilirler.

"Avrupa'nın bütün sanayileşmiş ülkelerinde ve ABD'de işsizlik yükseliyor ve ekonomik öngörüler kasvetli bir hale gelmeye başlıyor. Britanya dengeyi korumak için önlemlerin arttırılmasına gitmişse de, en sonunda 1967'de pound'u devalüe etmek zorunda kaldı ve böylelikle bir dizi ülkedeki devalüasyonu da arkasından çekti. Wilson hükümeti istisnai bir kısıntı programı açıkladı. Bu program kamu harcamalarında büyük azaltmaları, ücretlerde sabitlenmeyi, tüketimde ve ithalde kısıntıları ve ihracatı arttırma çabalarını içermekteydi. 1 Ocak 1968'de alarmı çalıp ekonomik dengeyi korumak için elzem olan sert önlemleri alma sırası (başkan) Johnson'daydı. Mart'da dolardan kaynaklı bir finansal kriz baş gösterdi. Ekonomi basını 1929 krizinin hayaletini gün geçtikçe daha çok uyandıran karamsar bir tona gittikçe daha çok kaydı. Mayıs 1968 dünya ekonomisindeki çöküntü durumuna karşı işçi kitlelerinin en önemli tepkilerinden biri olmanın önemini göstermektedir" ( Revolution Internationale [eski seri] no. 2 Bahar 1969).

Gerçekten de, özel koşullar Fransa'da ki proletaryanın kriz içerisindeki kapitalizmin artan saldırılarına karşı ilk büyük kavgayı vermesine neden olmuştu. Fakat oldukça hızlı bir biçimde işçi sınıfının diğer uluslardaki kesimleri de sıraları geldiğinde mücadeleye katıldılar. Aynı nedenler aynı sonuçları doğurur.

Dünyanın diğer ucunda Arjantin'de, Mayıs 1969'da bugün ‘Cordobazo' olarak hatırlananlar gerçekleşti. Mayıs'ın 29'unda, askeri cuntanın sert saldırıları ve baskısı karşısında işçi mahallelerinde gerçekleşen bir dizi hareketlenmenin ardından, Cordoba'daki işçiler (tanklarla silahlanmış olmalarına rağmen) polis ve ordu güçlerine tamamen üstün geldiler ve (ülkedeki ikinci büyük olan) kentin hakimi durumuna geldiler. Devlet ancak ertesi gün büyük birlikleri çıkartarak ‘düzeni yeniden sağlayabildi'.

Aynı esnada İtalya'da İkinci Dünya Savaşından beri en önemli işçi mücadelesi hareketi oluşmuştu. Grevler ilkin kentin temel fabrikası olan Turin'deki Fiat'tan başlayarak, Turin ve çevre bölgelerdeki diğer fabrikalara doğru yayılarak genişledi. 3 Temmuz 1969'da, kira artışlarına karşı sendikanın düzenlediği bir günlük bir eylemde öğrencilerin de katıldığı bir işçi kafilesi Fiat fabrikasına doğru yöneldi. Bunun üzerine polisle şiddetli çatışmalar patlak verdi. Bunlar pratik olarak bütün gece sürdü ve kentin diğer bölgelerine doğru yayıldı.

Ağustos'un sonundan itibaren işçiler tatilden dönmeye başladığında, grevler yeniden başladı ve bu sefer Fiat'a ek olarak Milan'daki Pirelli'ye (lastik) ve diğer birçok firmaya yayıldı. Ne var ki Mayıs 68'den deneyim kazanan İtalyan burjuvazisi bir yıl önce Fransız burjuvazisi gibi afallamadı. Geniş toplumsal huzursuzluğun genelleşmiş bir karşıtlaşmaya dönüşmesini önlemeye çalışmak için de bu gerekliydi. Bu nedenle burjuvazinin sendika aygıtları toplu sözleşmelerin özellikle çelik, kimya ve inşaat sektörlerinde yenilenme dönemine girilmesinden, mücadeleleri dağıtmaya yönelik manevralar geliştirmek ve işçileri kendi sektörlerinde ‘iyi sözleşmeler' hedefine kilitlemek için faydalandılar. Sendikalar sözde ‘bağlantılı' grevler taktiğini geliştirdiler. Buna göre örneğin bir gün metal sektörü grevde olacak ertesi gün kimya sektörü ve sonraki gün de bu sefer inşaat sektöründe bir günlük grevler yapılacaktı. Kiraların artmasına ve yaşam koşullarına karşı bazı ‘genel grev' çağrıları da yapıldı fakat bunlar bölge hatta kent düzeyinde kaldı. İşyeri düzeyinde ise sendikalar, döngüsel grevleri, bir fabrikanın ardından diğerinde gerçekleşecek grevleri, patronlara mümkün olduğu kadar çok zarar verip işçilerin mümkün olan en az zararla çıkabilmesi söylemi üzerinden savundular. Bir yandan da sendikalar kendilerinden kaçmaya yönelen bir tabanı kontrol edebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Birçok firmada geleneksel sendikalardan bıkmış olan işçiler işyeri temsilcileri seçmişse de, bunlar CGIL, CISL ve UIL adlı üç sendika konfederasyonu tarafından birleşik sendikaların ‘taban örgütleri' olarak sunulan ‘fabrika konseyleri' biçiminde kurumsallaştırıldılar. Sektörlerdeki ‘eylem günleri' ve bölge ya da kent düzeyinde kalan ‘genel grevlerin' arka arkaya geldiği birkaç ay sonra işçilerin mücadeleciliğinin yerini tükenmişlik aldığında Kasım başı ile Aralık sonu arasında başarılı bir biçimde her sektörde toplu sözleşmeler imzalanabildi. Ve hareketin öncüsü olan çelik sektörünü ilgilendirdiğinden, en önemli toplu sözleşme olan sonuncusu imzalanırken, 12 Kasım'da Milan'da bir bankada 16 kişiyi öldüren bir bomba patladı. Saldırı anarşistlerin üstüne atıldı (bu anarşistlerden biri olan Guiseppe Pinelli, Milan'da polis sorgusu sırasında öldü) fakat çok sonraları öğrenildi ki bu olayların kökleri devlet aygıtının kimi sektörlerinin içine kadar gitmekteydi. Burjuva devletinin gizli yapıları, bir yandan işçi sınıfının saflarına kafa karışıklığı yayması için sendikalara yardım ederken diğer yandan da devlet baskısının araçlarını güçlendiriyordu.

İtalya proletaryası 69 sonbaharında harekete geçerken yalnız değildi. Daha az bir ölçüde Alman işçileri de Eylül'de ‘ücret ılımlılaştırması' çerçevesinde sendikalar tarafından imzalanan antlaşmaya karşı patlak veren kendiliğinden grevlerle birlikte mücadeleye atılmıştı. Alman işçilerinden ‘gerçekçi' olmaları bekleniyordu. Çünkü (Alman ekonomisinin savaştan beri ilk kez resesyona girdiği yıl olan) 1967'de gelişmeye başlayan dünya kapitalizminin sıkıntıları, savaş sonrası ‘mucizesini' de etkileyen Alman ekonomisinin gerilemesi söz konusuydu.

Almanya'da proletaryanın bu uyanışı oldukça geçici sürmüş olsa da özellikle önemliydi. Bir yandan Avrupa'nın en önemli ve en çok yoğunlaşmış olan kesimi buradaydı. Ama her şey bir yana, buradaki proletarya dünya işçi sınıfı içerisinde geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük bir önem taşıyacaktır. Ekim 1917'de Rusya'da dünya çapındaki kapitalist egemenlik tehdit edildiğinde, dünya devrimci dalgasının kaderinin düğümlendiği ve belirlendiği yer Almanya olmuştu. 1918 ile 1923 arasında Alman işçilerinin devrimci çabalarının uğradığı yenilgi, tarihin en korkunç karşı-devrimine kapıyı açmış oldu. Ve devrimin en ileri gittiği Rusya ve Almanya'da, bu karşı devrim en derin ve barbar biçimlerini (Stalinizm ve Nazizm) aldı.

Fransa'da ki muazzam Mayıs 68 grevi, ve ardından gelen İtalya Sıcak Sonbahar'ı, proletaryanın bu karşı devrim döneminden çıkmaya başladığının kanıtlarını verdiler. Almanya'daki Eylül 1969 işçi mücadeleleri bu kanıtı ispatladılar. Ve daha kesin bir ispat da Polonya'da Baltık üzerinde 1970-71 kışında, otoritelerin ilkin verdiği kanlı bastırma çabasından (300 ölü) sonra geri çekilmeye ve işçilerin öfkesini çekmiş olan temel mallardaki fiyat artışlarını geri almaya zorlayan mücadeleler tarafından sağlandı. Stalinist rejimler karşı-devrimin en saf ete kemiğe bürünmüş halleriydiler. İşçi sınıfı burada ‘sosyalizm' adına, ‘işçi sınıfının çıkarları' adına gelmiş geçmiş en kötü teröre maruz bırakılmıştı. Polonya işçilerinin ‘sıcak' kışı, karşı devrimin en ağır biçimiyle var olduğu burada, ‘sosyalist' rejimlerde bile, sınıf mücadelesinin tekrar gündemde olduğunu ispatladı.

1968 sonrasında bütün dünya ölçeğinde burjuvazi ve proletarya arasındaki güç dengesindeki bu temel değişimi doğrulayan bütün işçi mücadelelerini burada sayamayız. Sadece iki örnekten daha, İspanya ve Britanya örneklerinden bahsedeceğiz.

Franko rejiminin uyguladığı vahşi baskıya rağmen İspanya'da, işçilerin mücadeleciliği kitlesel bir ölçekte 1974 yılında kendisini gösterdi. Navarre'deki Pamplona kentinde Fransa 68'inde sayılandan bile fazla bir işçi başına grev günü sayısı söz konusuydu. Bütün endüstriyel bölgeleri grevler vurdu (Madrid, Asturias, Bask ülkesi). Fakat ibret verici bir işçi dayanışması örneği göstererek bölgedeki bütün firmalara dokunan grevlerin en büyük yayılmayı gösterdiği yer Barselona'nın yoğun işçi merkezleriydi. Buralarda kimi zaman bir fabrikadaki grev sadece diğer bir greve destek amacıyla gerçekleşmekteydi.

Britanya proletaryasının örneği de, bu ülkede dünyanın en yaşlı proletaryası bulunduğu için ayrıca önemlidir. 1970'ler boyunca bu ülkedeki proleterler sömürüye karşı kitlesel mücadelelere gittiler (1979'daki 29 milyon grev günüyle Britanya işçileri, istatistiksel olarak Fransa 1968'inin işçilerinin ardından ikincidir). Bu kavgacılık Britanya burjuvazisini başbakanını iki kere değiştirmek zorunda bırakmıştır.

Sonuçta, Mayıs 68'in tarihsel önemi bugün bize söylendiği gibi ne ‘Fransa'nın özelliklerinde', ne öğrenci isyanında, ne de ‘ahlaksal devrim'dedir. Bu tarihin önemi, dünya proletaryasının karşı-devrimden çıkması ve sermaye düzenine karşı yeniden kavgayı içeren yeni bir tarihsel döneme girildiğini göstermesidir. Bu dönemde, daha önceden karşı-devrim tarafından sessizliğe itilen ya da yok edilen proletaryanın politik akımları da yeniden gelişecektir. EKA'da bunların arasındadır.

Bir sonraki makalede de bunu inceleyeceğiz.

Fabienne

Révolution Internationale (Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi)

Mayıs 1968 [5]: Devrimci kuvvetlerin enternasyonal dirilişi

Mayıs 68'e dair geçtiğimiz yazımızı şu şekilde bitirmiştik:

"Sonuçta, Mayıs 68'in tarihsel önemi bugün bize söylendiği gibi ne ‘Fransa'nın özelliklerinde', ne öğrenci isyanında, ne de ‘ahlaksal devrimdedir. Bu tarihin önemi, dünya proletaryasının karşı-devrimden çıkması ve sermaye düzenine karşı yeniden kavgayı içeren yeni bir tarihsel döneme girildiğini göstermesidir. Bu dönemde, daha önceden karşı-devrim tarafından sessizliğe itilen ya da yok edilen proletaryanın politik akımları da yeniden gelişecektir. EKA'da bunların arasındadır" (Mayıs 1968 [4]: Fransa'daki genel grevin uluslararası önemi, Dünya Devrimi 2).

Bu makalede bunu inceleyeceğiz.

Karşı devrimin komünist hareketi tahribatı

Yirminci yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında proleterya devasa kavgalar verdi. 1917'de, Rusya'da burjuva iktidarını devirdi. 1918 ile 1923 arasında Avrupa'nın en temel ülkesi Almanya'da aynı amacı gerçekleştirmek için çok sayıda mücadele verdi. Bu devrimci dalga dünyanın İtalya'dan Kanada'ya, Macaristan'dan Çin'e, gelişkin bir işçi sınıfı olan her yerini kasıp kavurdu.

Fakat nihayetinde dünya burjuvazisi işçi sınıfının bu devasa hareketini yalıtmayı başardı ve orada da durmadı. Burjuvazi, sınıf düşmanının üzerine bütün işçi hareketi tarihinde görülmüş en korkunç karşı devrimi saldı. Tam da devrimin en ileri gittiği ülkelerde, Rusya ve Almanya'da Stalinizm ve Nazizim'in iki önemli temsilcisi olduğu bu karşı devrim akla sığmayacak bir barbarlık şekli aldı.

Bu koşullar altında, devrimci dalganın öncü kolunu oluşturmuş olan Komünist Partiler karşı devrimin partilerine dönüştürüldüler.

Sosyalist partiler, 1914'te emperyalist savaş karşısında işçi sınıfına ihanet ettiklerinde, bu ihanet partiler içerisinde proleter prensiplerin savunusunu bırakmamaya kararlı akımların yükselmesine neden oldu: bu akımlar komünist partilerin kuruluşunun temellerini atacaklardı. Bunun ardından, komünist partiler ihanet ettiğinde, gerçek komünist görüşlerin savunusuna sadık sol fraksiyonların ortaya çıkmış olduğunu gördük. Öte yandan, sosyalist partiler içerisinde oportünist eğilime ve ihanete karşı savaşanlar, Rus devriminin ardından yeni bir Enternasyonal kurmalarına olanak tanıyacak kadar güç ve işçi sınıfı içerisinde büyüyen bir etkinlik kazanırken, komünist partilerden gelen sol akımlar için durum bu şekilde gelişmedi, zira karşı devrimin ağırlığı büyümekteydi. Dolayısıyla, başlangıçta Alman ve İtalyan komünist partilerinin militanlarını çoğunluğunu örgütlerken, bu akımlar süre içerisinde sınıfa dair etkinliklerini ve militan kuvvetlerinin büyük bir kısmını yitirdiler, veya Hitler rejimi onları öldürmeden veya son militanları kamplara göndermeden bile Almanya örneğinde olduğu üzere çok sayıda ufak gruba dönüştüler.

Dolayısıyla 1930'larda, Troçki'nin etrafındaki gitgide oportünizm tarafından yenilip bitirilen akım dışında, Hollanda'daki (proleter partinin gerekliliğini reddeden ve ‘Konsey Komünizmini' savunan) Gruppe Internationaler Kommunisten (Enternasyonal Komünist Grup - GIK) veya (Bilan - Bilanço adlı teorik dergiyi çıkartan) İtalyan Komünist Partisi'nin Sol Fraksiyonu gibi devrimci görüşleri savunmaya çalışan örgütlerin militanlarının sayısı yalnızca birkaç düzineydi ve artık işçilerin mücadelesinin gidişatında bir etkileri yoktu.

İlkinin aksine, İkinci Dünya Savaşı proleterya ve burjuvazi arasındaki güçler dengesinin devrilmesiyle sonuçlanmadı, bunun tam tersi gerçekleşti. Tarihsel deneyimden öğrenmiş, ve Stalinist partilerin kıymetli desteğini arkasına almış olan burjuvazi, proleteryanın her tür yeni ayaklanmasını doğmadan boğmaya özen gösteriyordu. Demokratik ‘Kurtuluş' coşkuşunda, komünist solun grupları 1930'larda olduklarından bile daha yalıtılmış haldeydiler. Hollanda'da Kommunistenbund Spartacus (Spartaküs Komünistler Birliği - SKB) GIK'in konseyci pozisyonlarının savunusu devraldı. Bu pozisyonlar SKB'den ayrılan Daad en Gedachte (Eylem ve Düşünce) grubu tarafından da aynı şekilde savunuluyordu. Bu iki grup örgütün ve proleteryanın öncü kolunun rolünü reddeden konseyci görüşleri tarafından kısmen engellenseler de, yoğun bir basım işi yaptılar. Bununla birlikte en büyük engel karşı devrimin ideolojik ağırlığıydı. Aynı şekilde 1945'te, İtalyan Komünist Partisi'nin kurucusu Amadeo Bordiga ile İtalyan Komünist Partisinin Sol Fraksiyonu'nda önemli rol oynamış militan Onotaro Damen ‘in etrafından (Battaglia Comunista - Komünist Kavga , ve Prometeo adlı yayınları olan) Partito Comunist Internazionalista'nın (Enternasyonalist Komünist Partisi - EntKP) kurulması militanlarının beklentilerini karşılamadı. Bu örgüt kurulduğunda 3000 militana sahip olsa da moral bozukluğu ve bölünmeler sonucu sürekli zayıfladı. Bu bölünmelerin en önemlisi 1952'de Amadeo Bordiga'nın etrafında (Programma Comunista - Komünist Program'ı yayınlayan Partito Comunista Internazionale'in (Enternasyonal Komünist Partisi - EKP) kurulmasına yol açandı. Bu bölünmelerin nedeni, 1945'teki örgütsel kuruluşa hakim olan ve 1930'larda Bilan dergisinin elde ettiği teorik kazanımların terk edilmesine dayalı olan kafa karışıklığında yatmaktaydı.

Fransa'da 1945'te Bilan'ın görüşleri çerçevesinde kurulan (fakat Alman ve Hollanda komünist sollarından belirli sayıda programatik görüşü de içselleştirmiş olan) ve 42 sayı Internationalisme adlı dergiyi çıkartan Gauche Communiste de France (GCF - Fransa Komünist Solu), 1952'de ortadan kalktı. Aynı ülkede, Enternasyonal Komünist Partisi'ne bağlı ve le Proletaire'i yayınlayan bir takım unsurların dışında, 1960'lara kadar sınıf ilkelerini savunan bir grup da Socialisme ou Barbarie (SouB) idi. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasında Troçkizm'den kopmuş olan bu grup, süreç içerisinde hızla marksizmi terketti, ki bu da grubu 1966'da dağılışa götürdü.

Farklı ülkelerde çeşitli grupların varlığından da bahsedebiliriz. Fakat 1950'lerde ve 60'ların başında komünist görüşleri savunmaya devam eden akımların durumunun en belirgin özellikleri sayısal açıdan aşırı zayıf olunmasının yanı sıra yayınların gizli niteliği, enternasyonal yalıtılmış durumu ve bir çok siyasi görüşte gerileme yaşanmasıydı. Bu ya grupların basitçe dağılmasına neden oldu ya da özellikle kendisini dünyadaki tek komünist örgüt olarak gören Enternasyonal Komünist Partisi'nin örneğinde olduğu gibi sekter bir gerilemeye yol açtı.

Devrimci görüşlerin yenilenmesi

1968'de Fransa'daki genel grev, sonrasında da işçi sınıfının daha önce bahsettiğimiz çeşitli devasa hareketleri, komünist devrim fikrini pek çok ülkede gündeme getirdi. Stalinizmin kendisini ‘komünist' ve ‘devrimci' olarak sunan yalanı dağılmaya başladı. Bu durum şüphesiz Maocular ve Troçkistler gibi SSCB'yi ‘Sosyalist Anavatan'ın ideallerinden sapmakla suçlayan eğilimlerin işine yaradı. Özellikle Stalinizme karşı mücadele tarihinden dolayı Troçkist hareket 1968'de ikinci gençliğini yaşayarak geçmişte Stalinist partilerin üzerlerine gelen gölgelerinden sıyrıldılar. Troçkist hareketin safları, özellikle Fransa, Belçika ve İngiltere gibi ülkelerde göz alıcı bir biçimde şişti. Fakat bu akım herşeyden önce SSCB'deki sözde ‘işçilerin' kazanımlarının savunusunu yani bu ülkenin hüküm sürdüğü emperyalist kampın savunusunu yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan beri proleter safların bir parçası olmaktan çıkmıştı. Gerçekten de 60'ların sonunda gelişen işçi grevleri, Stalinist parti ve sendikaların işçi sınıfı düşmanı rollerini gözler önüne sermişti. Ayrıca seçim ve demokrasi sirkinin burjuva egemenliğinin araçları olduğunu göstermişlerdi. Bu da dünyanın çeşiti yerlerinde çok sayıda unsurun geçmişte sendikaların ve parlementerizmin rolünü en açık biçimde reddeden ve Stalinizme karşı mücadelede vücut bulmuş olan siyasi akımlara, yani komünist solun akımlarına yöneltti.

Mayıs 68'in ardından Troçki'nin yazıları kitlesel olarak dağıtıldı. Ayrıca Anton Pannekoek, Herman Gorter  (Hollanda Komünist Solunun iki temel teorisyeni) ve Ocak 1919'da öldürülmesinden kısa bir süre önce Bolşevik yoldaşlarını Rusya'daki devrimin karşılaşabileceği tehlikelere dair ilk uyarak Rosa Luksemburg'un yazıları da daha fazla ilgi görmeye başladı.

Komünist solun tecrübelerinden esinlenmiş yeni gruplar ortaya çıkmaya başladı. Gerçekten de Troçkizmin bir tür sol kanat Stalinizme dönüştüğünü anlayan unsurlar İtalyan Solunun görüşlerinden ziyade konseyciliğe evrildiler. Bunun birkaç nedeni vardı. Bir yandan, Stalinist partilerin reddedilmesi yanında komünist parti fikrinin de reddedilmesi anlamına geliyordu; diğer yandan (İtalyan komünist solunun gerçek bir enternasyonal varlığı olan tek kolu olan) Bordigist akım, komünist partinin iktidarı alması ve kendi saflarında ‘monolitizm' gibi İtalyan komünist soluna güveni azaltan görüşleri savunuyordu. Bunun yanı sıra, Bordigistler Mayıs 68'in tarihsel önemini tamamen görmezden gelerek bu hareketi yalnızca bir öğrenci hareketi olarak değerlendirdiler.

Konseycilikten etkilenmiş yeni ortaya çıkmaya başlayadursun, daha önceden mevcut olanlar eşi benzeri görülmemiş bir başarı deneyimliyor ve bir yandan saflarının göz alıcı bir şekilde güçlendiğini görürken diğer yandan kendilerinin bir danışılacak bir kutup olarak hareket etme kaabiliyetini fark ediyorlardı. Bu özellikle 1958'de SouB'dan ayrılmış olan Informations et Correspondances Ourvieres (ICO) adlı grup için geçerliydi. 1969'da bu grup Brüksel'de Daniel Cohn-Bendit, Alman komünist solunun ABD'ye göç etmiş ve burada farklı konseyci dergiler çıkartmış militanı Paul Mattick ve Daade en Gedachte grubunun kilit isimlerinden Cajo Brendel'in katıldığı bir toplantı düzenledi. Fakat ‘örgütlü' konseyciliğin başarısı uzun sürmedi. Sonuçta ICO 1974'te kendisini feshettiğini açıkladı. Hollandalı gruplar ise bir süre sonra kilit militanları çok yaşlandığı veya öldüğü için devam edemez oldular.

İngiltere'de Socialisme ou Barbarie'nin görüşlerinden etkilenmiş olan Solidarity (Dayanışma) adlı grup, ICO'nunkine benzer bir başarının ardından bir bölünme yaşadı ve 1981 parçalandı ve dağıldı (buna rağmen Londra'daki grup 1992'ye kadar bir dergi çıkartmaya devam etti). İskandinavya'da 1968'de ortaya çıkan konseyci gruplar Eylül 1977'de Oslo'da bir konferans örgütlemeyi başardılar, fakat bu çabalar da pek bir yere varmadı.

Son tahlilde, 1970'lerin gidişatında en fazla gelişmiş olan eğilim, kendisini 1970 Temmuz'unda yaşamını yitiren Bordiga'nın görüşlerine bağlamış olan akımdı. Bu akım büyük ölçüde çeşitli solcu örgütleri, özellikle Maocuları vuran krizleri sonucu ortaya çıkmış çok sayıda unsur olmasında faydalandı. 1980'de, Enternasyonal Komünist Partisi, komünist solun uluslararası alanda en önemli ve etkin grubuydu. Fakat Bordigist eğilimin sol kapitalizmin özelliklerini taşıyan unsurlara açılması, 1982'de örgütün parçalanmasına ve bir dizi ufak sekte dönüşmesine neden oldu.

Enternasyonal Komünist Akım'ın Başlangıcı

Aslında komünist solun görüşlerinin yenilenmesinin en önemli uzun vadeli ifadesi bizim örgütümüzün gelişimi oldu (EKA tarihine dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir). Örgütümüzün Fransa'daki temelleri kırk yıl önce, Temmuz 1968'de,  siyasi yaşantısına Venezuella'daki Internacionalismo grubuyla girmiş RV adlı bir yoldaş ile bir yıl önce ufak bir tartışma grubu oluşturmuş unsurların ilk defa ilkelerini duyurmasıyla atıldı. Venezuella'daki Internacionalismo adlı grup ise 1945-1952 yılları arasında Gauche Communiste de France'ın kilit militanlarından olan Marc Chirik tarafından 1964'te kurulmuştu. Marc Chirik militan yaşama 1919'da, ilk önce Filistin Komünist Partisi'nde başlayarak, ardından Fransa Komünist Partisi'nde devam etmiş, sonrasında ise 1938'de Komünist Solun İtalyan Fraksiyonu'na katılmıştı.

Mayıs 1968 genel grevi süresince, tartış grubunun unsurları, İşçi Konseylerinin Kurluşu için Hareket imzalı çeşitli bildiriler yayınladılar ve başka unsurlarla tartışmalara girererek sonunda Eylül 1968'den beri Revolution Internationale'i yayınlayan grubu oluşturdular. Bu grup konseyci hareketin içerisindeki iki farklı grupla bağlantı kurdu ve tartışmaya başladı. Bunlardan bir tanesi l'Organisation conseilliste de Clermont-Ferrand (Clermont-Ferrand Konseyci Örgütü), diğeri ise Marsilya'da örgütlenmiş olan Cahiers du communism de conseils (Konsey Komünizmi Notları) idi.

En sonunda 1972'de bu üç grup bir araya gelerek EKA'nın Fransa şubesi olacak olan örgütü kurmak için birleştiler ve Revolution Internationale'in yeni dizisini çıkartmaya başladılar.

Bu grup, Internacionalismo ve Bilan'ın politikasını devam ettirerek 1968'den sonra ortaya çıkmış farklı gruplarla tartışmalara girişti; bu gruplar arasında en önde geleni ABD'deki Internationalism grubuydu. 1972'de Internationalist komünist solla bağlantılı olduğunu öne süren yirmi gruba bir mektup gönderdi ve bir iletişim ve enternasyonal tartışma ağı kurulması çağrısı yaptı. Revolution Internationale bu insiyatife sıcak yanıt verirken perspektifin uluslarararsı bir konferans örgütlemek olmasını önerdi. Konseyci harekete mensup olan öteki gruplar çağrıya olumlu yanıt verirken, İtalyan solunun geleneğini sahiplenen gruplar ya çağrıya kulak tıkadılar, ya da bu hareketi prematüre olarak değerlendirdiler.

Bu insiyatif temelinde 1973 ve 1974'te İngiltere ve Fransa'da ilk ikisi Solidarity'den, üçüncüsü de Troçkizm'den kopmuş olan üç grubun, World Revolution (Dünya Devrimi), Revolutionary Perspectives (Devrimci Bakışlar) ve Wokrers' Voice'un (İşçilerin Sesi) katıldığı çeşitli toplantılar düzenlendi.

Sonunda, tartışmalar dizisi Ocak 1975'te, aynı siyasi doğrultuya sahip grupların, yani Internacionalismo, Internationalism, Revolution Internationale, World Revolution Rivoluzione Internazionale (İtalya) ve Accion Proletaria'nın (İspanya) Enternasyonal Komünist Akım adı altında birleşme kararı aldığı bir konferans düzenlendi.

EKA bu komünist solun öteki gruplarıyla ilişki ve tartışma inşa etme politikasına devam etme kararı aldı. Bunun üzerine EKA 1977'de (Revolutionary Perspective ile birlikte) Oslo konferansına katıldı ve 1976'da Enternasyonalist Komünist Partisi'nin (Battaglia Comunista) insiyatifinde komünist solun gruplarının uluslararası bir konferansı örgütlenmesi çabasına olumlu yanıt verdi.

1977'de (Milan), 78'de (Paris) ve 80'de (Paris) gerçekleşen üç konferans kökenlerini komünist solda gören gruplarda büyüyen bir ilgi yarattı fakat Battaglia Comunista ve Communist Workers Organization (Komünist İşçiler Örgütü - İngiltere'de Revolutionary Perspectives ve Workers' Voice'un birleşimi sonucu kurulan örgüt) tarafından EKA'yı konferanslardan atmak kararı alınması bu çabanın sona erişini de beraberinde getirdi (bu konferanslara dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir). Bir bağlamda, (1984'te birlikte Uluslararası Devrimci Parti Bürosu'nu oluşturacak olan) Battaglia Comunista ve Komünist İşçiler Örgütü'nün, en azından EKA'ya karşı sekter bir biçimde kapanması, komünist sola proleteryanın Mayıs 68'de yükselişiyle gelen ilk atılımın duraksamaya girdiğini gösteriyordu.

Buna rağmen, işçi sınıfının son yirmi - otuz yıl içerisinde karşılaştığı zorluklara, özellikle Stalinist rejimlerin çöküşünün ardından ‘komünizmin ölümüne' dair yapılan ideolojik kampanyalara rağmen, dünya burjuvazisi işçi sınıfını yenmeyi daha başaramadı. Temelde EKA ve onun yanı sıra UDPB (UDPB'nun EKA'ya kıyasla daha az büyümüş olması temelde sekterliğine ve örgütsel inşasını sağlam yapmasını engelleyen siyasi oportünizmine bağlıdır denilebilir. Bu konuya dair daha detaylı bilgi için şimdilik EKA'nın yabancı dillerdeki internet sitelerine başvurulabilir) tarafından temsil edilen komünist sol akımının hala görüşlerini korumuş olmasında ve şu anda sınıf mücadelelerinin 2003'ten beri yavaşça tekrar yükselmesiyle devrimci bir perspektife dönen unsurların büyük ilgisini deneyimlemesi bunu kanıtlar.

Fabianne                     

Révolution Internationale 

Enternasyonal Komünist Akım Fransa Şubesi

Tags: 

Mısır: Kitle Grevinin Tohumları

Bu yazı ilk kez Enternasyonal Komünist Akım'ın İngiltere'deki yayın organı World Revolution'ın 304. sayısında basılmıştır.


Senenin başında Mısır pek çok sektöre yayılan bir grevle sarsıldı: çimento fabrikalarında, kümes hayvanı çiftliklerinde, madenlerde, otobüs ve demiryollarında, sağlık sektmründe ve herşeyden önce dokuma sektöründeki işçiler hızda düşen gerçek maaşlara ve ödenek kesintilerine karşı bir dizi yasa dışı grev örgtlediler. Bu mücadelelerin militan ve spontene niteliğini, hareketi tetikleyen mücadelenin patlak verdiği Kahire'nin kuzeyindeki Malhalla al-Kubra'nın büyük Misr Eğirme ve Dokuma fabrikasına bakınca kolaylıkla görülebilir. Aşağıdaki alıntı Joel Beinin ve Hossam el-Hamalawy tarafından yazılıp Çevrimiçi Orta Doğu Raporu'nda ve libcom.org internet sitesinde yayınlanmıştır ve fabrikada çalışan Muhammed Attar ve Sayyid Habib adlı iki işçiyle yapılan röportahlara dayanmaktadır.

"Malhalla al-Kubra Misr Eğirme ve Dokuma fabrikasının 24,000 işçisi, 3 Mart 2006'da başbakan Ahmet Nazif'in yıllık ikramiyelerin sabit 100 Mısır lirasından (17$) iki aylık maaş ikramiyesine çevrildiğine dair yayınladığı kararnameyi görünce çok sevindiler. En son 1984'te yıllık ikramiyeler (75 liradan 100 liraya) artmıştı.

‘Kararnameyi okuduk ve fabrikade bilgiyi yaymaya başladık,' diyor Attar. ‘İronik olarak, hükümet yanlısı sendika yetkililerinin bile haberi kendi başarıları olarak sunmalarıydı'. Şöyle devam ediyor ‘Yıllık ikramiyelerin ödendiği Aralık ayı geldiğinde herkes tedirgindi. Kazıklandığımızı fark etmiştik. Bize sadece o eski 100 lirayı önermişlerdi. Daha doğrusu tam rakamı söylemek gerekirse 89 lira, çünkü vergi kesintilerini ihmal etmemişlerdi.'

Havada bir mücadele ruhu vardı. İki gün içinde işçiler protesto olarak maaşlarını reddetmeye başlamışlardı. Sonra, 7 Aralık'ta, sabah vardiyasından binlerce işçi Malhalla'nın Talat Harb meydanında fabrikanın girişinin karşısında toplanmaya başladılar. Çalışma hızı zaten yavaşlamaktaydı, ama üretim giyim üretiminde çalışan 3,000 kadın işçi çalışma yerlerini bırakıp, erkek iş arkadaşlarının hala çalışmakta olduğu eğirne ve dokuma bölümlerine gidene kadar durmadı. Kadın işçiler: ‘Erkekler nerede? Kadınlar burada!' sloganlarıyla içeri daldılar. Utanan erkek işçiler bunun üzerine greve katıldı.

10,000 civarı işçi, kendilerine verilen ikramiye sözleinin tutulması isteyerek ‘İki ay! İki ay!' diye haykırarak meydanda toplandılar. Karalara bürünmüş çevik kuvvet polisi fabrikanın ve şehrin etrafını sardı, fakat protestoyu bastırmak için harekete geçmedi. ‘Ne kadar kalabalık olduğumuzu görünce çok şaşırdılar', diyor Attar. ‘Akşama veya bir sonraki güne dağılmamızı umuyorlardı'. Güvenlik güçlerinden cesaret alan fabrika yönetimi 21 günlük ücret ikramiyesi teklif etti. Fakat Attar'ın gülerek hatırladığı üzere ‘Kadın işçiler neredeyse yönetimden pazarlık için gelen temsilciyi ikiye böleceklerdi'.

Sayyid Habib, akşam olduğunda erkek işçilein kadın işçileri eve gitmeye ikna etmekte çok zorlandığını söylüyor: ‘Kalmak ve burada uyumak istediler. Onları evlerine, ailelerinin yanına gidip sabah dönmeye ikna etmek saatler aldı'. Gülümseyen Attar ekliyor: ‘Kadın işçiler erkeklerden daha militandı. Güvenlik güçleri sürekli onları korkutmaya çalışıp tehditler savurdular ama onlar direndi'.

Sabah namazından önce, çevik kuvvet fabrikanın kapılarından içeri daldı. Attar ve Habib'in de içinde bulunduğu yetmiş işçi kendilerini fabrikaya kilitlemişlerdi. ‘Devlet güvenlik görevlileri bize az kişi olduğumuzu ve dışarı çıkmamızı söylediler' diyor Attar. ‘Ama içeride kaç kişi olduğumuzu bilmiyorlardı. Onlara yalan söyledik, içeride binlerce kişi olduğumuzu söyledik'. Attar ve Habib aceleyle yoldaşlarını uyandırdılar ve işçiler birlikte demir varillere vurarak yüksek ses çıkartmaya başladılar. ‘Şehirdeki herkesi uyandırdık. Cep telefonlarımızda kontör kalmayana kadar dışarıdaki ailelerimizi ve arkadaşlarımızı arayıp pencerelerini açıp güvenlik güçlerinin izlediklerini bilmelerini sağlamalarını istedik. Tanıdığımız bütün işçileri arayıp hemen fabrikaya gelmelerini söyledik.'

O arada polis fabrikanın suyunu ve elektriğini kesmişlerdi. Devlet görevlileri, şehir dışından gelen işçilere fabrikanın elektrik arızası nedeniyle kapandığını söylemek için tren istasyonlarına giditmişlerdi. Fakat oyunları sökmedi.

‘20,00'den fazla işçi geldi' diyor Attar. ‘Devasa bir gösteri yaptık ve patronlarımız için cenazeler sahneledil. Kadın işçiler bize yiyecek ve sigara getirdi ve eyleme katıldılar. Güvenlik müdahale etmeye cesaret edemedi. Yakındaki okullardan ilköğretim ve lise öğrencileri grevcileri desteklemek için sokaklara döküldü'. Fabrika işgalinin dördüncü gününde hükümet yetkilileri 45 günlük ikramiye önerip fabrikanın özelleşmeyeceği konusunda güvence verdiler. Grev durduruldu, hükümet kontrolündeki sendika federasyonu da Misr Eğrime ve Dokuma işçilerinin izinsiz eylemlerinin başarısından dolayı küçük düşmüş oldu." (https://libcom.org/library/egyptian-textile-workers-confront-new-economi...)

Mahalla'daki zafer, pek çok farklı sektördeki işçilerin mücadeleye girmelerine ilham verdi, ve hareketin şiddeti hafiflemiş değildi. Nisan ayında Mahalla işçileri ve devlet arasındaki çatışma tekrar yüzeye çıktı. İşçiler Kahire'ye, Genel Sendika Federasyonu'nun başıyla ücret talepleri pazarlık etmek (!) ve Mahalla fabrikası sendika komintesini Aralık grevi sırasında patronları desteklemekle suçlamak için büyük bir heyet gönderdiler. Devlet güvenlik güçlerinin buna cevabı fabrikayı kuşatma altına almaktı. Buna karşı işçiler greve çıktı ve Ghazl Shebeen and Kafr el-Dawwar adlı iki başka büyük dokuma fabrikası Mahalla'yla dayanışma içinde olduklarını bildirdi. Özellikle Kafr el-Dawwar işçilerinin bildirisi bir hayli ilginçti:

Kafr el-Dawwar İşçileri Ghazl el-Mahalla İşçileriyle Aynı Siperdedir!

Biz, Kafr el-Dawwar'ın dokuma işçileri, sizin, bizimkilerle aynı olan taleplerinizi almanız için sizinle tamamen desteklediğimizi bildiririz. Mahalla işçilerinin heyetinin Kahire'deki Genel Sendika Federasyonu merkezine gitmesini engelleyen güvenlik engellemesini şiddetle lanetliyoruz. Hareketinizi ‘saçmalık' olarak tanımlayan Said el-Gohari'nin Al-Masry Al-Youm'a yaptığı açıklamayı da lanetliyoruz. Size olanları endişeyle izliyor, ve dünden önceki gün giyim-üretim işçilerinin grevi ve ipek fabrikasındaki kısmi grevi desteklediğimizi ilan ediyoruz.

Bilmenizi istiyoruz ki biz Kafr el-Dawwar işçileri ve siz Mahalla işçileriyle aynı yolda yürüyoruz ve ortak bir düşmanımız var. Hareketinizi destekliyoruz çünkü bizim taleplerimizle sizinkiler aynı. Şubat'ın ilk haftasında grevimizin bitiminden beri, fabrika sendika komitemiz grevi başlatan taleplerimizi gerçekleştirmek için uğraşmadı. Fabrika sendika komitemiz çıkarlarımıza zarar verdi ... Sizin maaşlarda yenilik talebinize desteğimizi sunuyoruz. Biz de, sizin gibi, Emek Bakanı'nın taleplerimizi yerine getirip getirmeyeceğini görmek için Nisan sonunu bekliyoruz. Fakat Bakan'a umut bağlamıyoruz, çünkü ne onun ne de fabrika sendika komitesinin herhangi bir şey yaptıklarını görmeik. Taleplerimize ulaşmak için sadece kendimize güveneceğiz.

Dolayısıyla, şunların altını çizmek istiyoruz:

  1. Sizinle aynı gemide yol alıyoruz ve sizinle birlikte aynı yolculuğa devam edeceğiz.
  2. Sizin taleplerinizi tamamen desteklediğimizi ve eğer siz endüstriyel bir eylem yapmaya karar verirseniz, dayanışma eğlemi düzenlemeye hazır olduğumuzu bildiriyoruz.
  3. Suni İpek, El-Bedia Boya ve Misr Kimyasal işçilerini sizin mücadelenizden haber edeceğiz ve dayanışma cephesini yaymak için köprüler yaratacağız. Mücadele zamanlarında bütün işçiler kardeştir.
  4. Devlet sendikalarıyla savaşımızı kazanmak için geniş bir cephe açmamız gereklidir. Bu sendikaları yarın değil bugün devirmeliyiz". (https://egyworkers.blogspot.com/2007/04/blog-post_17.html)

Bu örnek bir bildirge çünkü meslek ve işyeri ayrımlarını aşan gerçek sınıf dayanışmasının temelini, aynı düşana karşı savaşan aynı sınıfın mensupları olma bilincini tamamen gösteriyor. Aynı zamanda devlet sendikalarına karşı mücadele etme ihtiyacına dair çok açık ve net.

Bu dönemde başka yerlerde de mücadele patlak verdi: Giza'daki çöp toplayıcıları şirket bürolarını ücretlerin ödenmemesini protesto etmek için bastılar; Monofiya'da 2,700 dokuma işçisi bir dokuma fabrikasını işgal etti; İskenderiye'de 4,000 tekstil işçisi yönetim bir önceki grevden ücretlerin ödenmesini engellemek isteyince ikinci kez göreve çıktı. Bunların hepsi de yasadışı, resmi olmayan grevlerdi.

Başka hareketi güç kallanarak bastırma denemeleri de oldu. Güvenlik polisi Nagas Hammadi, Helwan ve Mahalla'daki ‘Sendika ve İşçi Hizmetleri Merkezleri'ni kapattı veya kapatmakla tehdit etti. Bu merkezler "bir grev kültürü" yaratmakla suçlanıyordu.

Bu merkezlerin varlığı, açıkça yeni sendikalar kurma çabasına işaret ediyor. Kaçınılmaz olarak, işçilerin sadece açıkça işyeri polisi görevi gördüğü Mısır gibi bir ülkede, en militan işçiler, 1980-82'de Polonya'daki işçilerin yaptığı gibi sorunlarının çözümünün ‘bağımsız' sendikalar olduğu fikrine sıcak bakabilirler. Fakat grevin Mahalla'da örgütlenme biçiminden çok açık bir şekilde çıkan işçilerin meseleyi doğrudan kendi ellerine aldıklarında (doğal olarak yürüyüşler, devasa heyetler ve fabrika kapılarında toplantılar), gücü yeni bir sendika aygıtına verdiklerinden çok daha güçlü olduklarıdı gerçeğidir.

Mısır'da, kitle grevinin tohumları çoktan sadece işçilerin kitlesel ve kendilerinin yaptığı eylemlerinde değil, ama Kafr el-Dawwar işçilerinin bildirgesinde yansıyan sınıfsal bilinç düzeyinin yüksekliğinde de gözle görülebilir vaziyete gelmişlerdir.

Şu an itibariyle bu olaylar ve İsrail'de, rıhtım işçileri, kamu işçileri ve en son öğretmenlerin ücret artışı için yürüttüğü grevler, ve eğitim ücretlerinin artışı yüzünden gösterilerde polisle yüzleşen öğrencilerin mücadelesi, İran'da Bir Mayıs'ta resmi hükümet gösterilerini hükümet-karşıtı sloganlarıyla dağıtan veya yasak izinsiz eylemlere katılan ve ciddi polis baskısıyla karşılaşan binlerce işçinin mücadelesi gibi Orta Doğu'nun emperyalist bölünmelerinin farklı parçalarındaki diğer mücadeleler arasında bilinçli bir bağlantı mevcut değil. Fakat bu hareketlerin işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesiyle dikkat çeken doğal niteliği ayı kaynaktan, sermayenin işçi sınıfını bütün dünya sefalete sürüklemesinden geliyor. Bu bağlamda bu mücadeleler, milliyetçilik, din ve emperyalist savaş duvalarının karşısında işçi sınıfının gelecek enternasyonalist birliğinin tohumlarını taşıyor.

Obama...Yeni Patronla Tanışın: Eskisinin Aynısı

 

İngilizca basında Barack Obama'nın ABD başkanlığına seçilmesine dair bir hayli ciddi bir heyecan oluşmuş gibi gözüküyor. Çeşitli yorumcular bu durumun, Amerika'nın dört yıllık seçim sirklerinden bir diğerinin daha sonu olmaktan ziyade ABD içinde, hatta bütün dünyada çok ciddi bir değişimin simgesi olduğundan bahsediyor. Basının iddialarına göre, sekiz yıllık Bush Amerika'sından sonra ilk Siyahi başkanın seçilmesiyle gerçek bir dönüşüm olmuş, gerçekten radikal değişikliğe dair bir istek ifade edilmiş, bir söz verilmiştir.

Kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyor. Bariz bir biçimde gerçek de değil zaten.

Peki ABD'deki yeni rejimden ne bekleyebiliriz? Öncelikle dış politikaya bakalım. Tabii ki ABD'de Bill Clinton'ın son Demokrat hükümetine bir göz atabiliriz. Bu düşmanlarının üzerine neredeyse ayrımsızca füzeler yağdıran bir hükümetti. Sudan'da tıbbi ürünler üreten fabrikalardan Irak'taki yaşam alanlarına ve Afganistan'a atılan birkaç bombayı unutmak mümkün değil. Tabi ayrıca o dönem insancıl bombardıman olarak nitelendirilen, eski-Yugoslavya'ya yapılan iki hava bombardımanı operyasyonunu da es geçemeyiz. Ayrıca Irak'a karşı yaptırımları uygulamaya devam ederek UNICEF'e göre 500,000 Iraklı çocuğun ölümüne neden olduğunu ve de Bush'un terör kampanyasının ideolojik temelini ilk ortaya atan kişi olduğunu da unutmamak gerekli. 'Devlet destekli terörizm' ve 'haydut devlet' ibrelerini ilk kullanan Clinton'dı. Tabii bir de Haiti'nin işgal edilmiş olması gibi ufak bir mesele var... Fakat Obama'yı partisinin hükümetteki geçmiş faaliyetleri çerçevesinde yargılamak zorunda değiliz. Adamın kendi sözlerine bakmak yeterli olacaktır. Nisan 2007'de, ilk önemli dış politika konuşmasında, Obama "21. yüzyılın ordusunu kurarak yönetmeliyiz... Kara kuvvetlerimizin Orduya 65,000 kişinin, Deniz Piyadelerine ise 27,000 kişinin eklenmesi ile genişletilmesini şiddetli bir biçimde destekliyorum" demişti. Bu 100,000 yeni askeri Obama'nın neden istediğini merak ediyoruz ister istemez... Tabii Fox Haber kanalında geçen ay İran'ı bombalanması ihtimali tartışılırken Obama "askeri seçeneği asla masadan kaldırmayacağını" söylemişti. Ayrıca Başkan Bush'un Obama'ya göre " 'iyi bir savaş' savaşarak doğru tepki verdiği" Afganistan'a 10,000 yeni asker göndermek istiyor. Bu "iyi savaşta" 20,000 ile 60,000 arası sivilin öldüğünü hatırlatmamıza pek gerek yok. Ayrıca Obama Pakistan'ın "terörizme karşı savaşta... doğru savaşalanı" olduğunu söylüyor ve Pakistan'a saldıracağına dair tehditler savuruyor.

Dürüst olmak gerekirse bu onu Vietnam'a giren Kennedy ve Johnson ile Somali, Kosova ve Irak'taki Clinton'a kadarki Demokrat geleneğinin tam merkezine oturtuyor.

Peki Obama ABD işçi sınıfına ne öneriyor? Seçim kampanyasına dair net olan şeylerden bir tanesi, arkaplanda derinleşen krize rağmen iki başkanlık adayının da krizle nasıl başa çıkılacağına dair önerecek bir şey önermemiş olmalarıydı. Bunun nedeni ise ikisinin de önerecek cevapları olmamasıydı. Zaten önerilebilecek bir cevap da yok. Politikacıların yapmayı umabilecekleri tek şey idareli davranma lafları altında işçi sınıfının yaşam koşullarına saldırmak. Krizin ilk kuralı hakim sınıfın onun bedelini işçi sınıfına ödetmeye çalışacak olmasıdır. 'İşçi hakları'na dair bütün laflarına rağmen Obama insanlara "idareli geçinmelerini" söylemek, "tutumluluk" politikaları uygulamak, yani işçi sınıfının yaşam koşullarına ve maaşlarına saldırmak durumunda kalacak. Farklı partilerin ekonomik programlarının sonuçları arasında bir fark olamaz. Hatta ekonomik programlar arasında da bir fark olduğunu söylemek mümkün değil.

Sonuçta Obama'nın önerdiği dışarıda daha fazla savaş, içeride işçi sınıfına karşı daha fazla saldırı. Herşey tamamen aynı kalabilmek için tamamen 'değişmeli'. Yeni patronla tanışın: eskisinin aynısı.

Sabri

Pakistan ve Bhutto suikasti

Benazir Bhutto suikastinden iki hafta sonra, devlet başkanı Müşerref "Pakistan parçalanma sınırında değildir" dedi. Pakistan'ı sekiz yıl boyunca askeri bir diktatör olarak yönettiktn sonra bir anda medeni bir başkanına dönüşen Müşerref, ülkenin parçalanması ihtimaliyle ilgili yorum yapıyordu. Soruyu ‘hayır' diye yanıtlasa da, bize "Pakistan Lübnan değildir" dese de ve BM'nin suikastı incelemesine ihtiyaç duymasa da, yine de ülkenin parçalanması ve Lübnanlaşması ihtimali devlet başkanı tarafından ortaya atıldı.

Suikast, kim gerçekleştirmiş olursa olsun, açık bir şekilde hakim sınıfın siyasetini nasıl yürüttüğünü ve farklılıkları nasıl çözdüğünün bir örneği. Fakat, bu olay bu kadar dramatik koşullar altında gerçekleşmeseydi ve kurbanlarının temeli toplum geneli ve özellikle işçi sınıfı olacak bir karmaşa ortamına yol açmasaydı, burjuvazi için sadece ikincil bir mesele olacaktı.

Daha önce İngiltere'de doksanlarda Major hükümetimde Devlet Savunma Sekreteri olarak görev yapmış İngiliz politikacı ve yorumcu Michael Portillo'nun, cinayeti Pakistan'da Batı'nın politikalarını suikaste uğraması olarak niteleyen yorumu da bir o kadar dramatikti. Peki kimdi bu istikrarlı, ılımlı, demokratik ve "teröre karşı savaş"ta güvenebilir bilir bir Pakistan umudu olarak nitelendirilen kişi? Sindh'li Bhutto feodal hanedanlığının başı ve dolayısıyla Pakistan Halp Partisi'nin lideri, görevi sürdürdüğü iki dönem başarısızlık ve skandallarla son bulan bir eski bir başbakan, ülkeye sadece yolsuzluk suçu affedilince geri dönebilen birisinin demokrasinin kurtarıcısı olması pek muhtemel değildi. Fakat PHP seçimleri kazanacak gibi gözüküyordu ve ABD ve İngiltere onun Müşerref'in zayıflayan otoritesini destekleyeceğini ve batı yanlısı hükümete demokratik bir yüz vereceğini umuyorlardı. Suikastin sonrasında PHP taraftarları bulabildikleri herşeyi yapmaya başladılar, öte yandan sayıları son üç ayda yirmiye intahar bombalamaları da durmadan devam etmekteydi. PHP bu ay ertelenen seçimlerde sempati oyu alabilecek olsa da, parti Benazir Bhutto olmadan oynaması gereken rolü oynayacak sağlamlığa sahip değil ve onun ondokuz yaşındaki oğlu Bilawal'ı başkanlığa, hükümete yatırım bakanlığı yaptığı zamandan kalan takma adıyla "Bay Yüzde On" olarak bilinen Bhutto'nun dul eşi Zadari'yi de başkan vekilliğine getirmekle yetinmek zorunda galdılar. Öteki prestijli muhalefet lideri Pakistan Müslüman Birliği'nden Nawaz Şerif ise Müşerref'le çalışmayacağını açıkladı ve şu anda ABD ile yakın ilişkilere karşı bir kampanya yürütüyor.

Pakistan hiçbir zaman tutarlı bir devlet oluşturamadı

1947'de kurulan Pakistan, Punjabiler, Sindhler, Pakthunlar, Baloch ve Mohajir gibi etnik ve kabilesel rekabetlerinin sadece İslam dininin birleştirdiği bir mozaiğidir. Pakistan devleti hiçbir zaman bu topluluğu gerçekten kontrol etmeyi başaramadı. Federal olarak yönetilen ve mahremiyetlerinin tecavüz edilmesine hiç tahammülleri olmayan kabilelerin kendi cephaneliklerinin bulunduğu kabile alanları, İngiliz yönetiminden beri girilmez nitelikteler. Hatta ordu 2001'de kabile alanlarına girmeye cürret edene kadar, Müşerref en az miktarda da olsa istikrar sağlamak için farklı İslamcı partiler arasında bir antlaşma sağlamaya sağlamaya çalışmıştı: "İslamabad'da bizi desteklerseniz ve kendi bölgelerinizi yönetmekte özgür olursunuz". İstihbarat teşkilatlarıyla İslamcılar arasında net bir çizgi çemek çok zor. Pakistan İstihbarat Teşkilatı (Inter Services Intelligence - ISI) Taliban'ı, Afganistan'da iktidarı alana kadar eğitmiş ve silahlandırmıştı ve şu anda Taliban'la, hatta El Kaide'yle bağları olduğunu varsaymak için her türlü nedene sahibiz.

SSCB 1979'da Afganistan'ı işgal etmeden önce bile, ABD Rusları kanlı bir savaşa çekmek için karşı bir dizi "özgürlük savaşçısı"nı silahlandırmış ve kullanmıştı. Pakistan, ABD'nin emellerinde, o dönemin yanında allahın yanı sıra ABD'nin verdiği Stinger füzeleri de olan (!) Taliban'a ve diğer "özgürlük savaşçıları"na gönderilen para ve silahlar Pakistan istihbarat teşkilatının elinden (kârlı bir biçimde) geçtiği için, önemli bir rol oynadı. SSCB'nin çöküşünün ardından, ABD'nin Afganistan'a pek ilgisi kalmamıştı, fakat 11 Eylül saldırılarından sonra durum radikal olarak değişti ve ABD eski müttefikleri Taliban ve El Kaide'yi avlamaya girişti. Pakistan kendisini imkansız bir durumda bulmuştu. Bir yandan Amerika'nın itibarına ve ordusuna bağlılığı yüzünden İslamcı müttefiklerine karşı dönmek durumda kalmıştı, fakat öte yandan Hindistan'a karşı verdiği bitmeyen savaşta İslamcıları kullanmaya devam etmeye çalışmaktaydı. Pakistan'ın Taliban'la iyi ilişkileri vardı ve Afganistan'a Hindistan'la arasındaki Kaşmir üzerine anlaşmazlıkta elini güçlendirmek için ihtiyacı vardı. Fakat Pakistan, Amerikan işgal planı için hayati önemdeydi ve neticede ABD'yle işbirliğinden başka çare kalmammıştı: Pakistan ordusu elli yıldır ayak basmadığı kabile alanlarına, orada faaliyet gösteren El Kaide'ye karşı savaşmak için girmek zorunda kalmıştı. ABD, Afganistan ve Irak'taki askeri zaferlerinin ardından yüksekten uçarken durum yeterince kötüydü, fakat Amerika iki ülkede de bataklığa saplanınca düşmanları ve rakipleri daha cürretkar bir hale büründüler. Pakistan ve Müşerref ise kendilerini düşen bir süpergüce zincirlenmiş, rahatsız bir konumda buldular. Kabile alanlarında huzursuzluk iyice artmış, çatışmalar Kuzeybatı sınırından turistik bir bölge olan Swat bölgesine yayılmış, 2007 senesinde pek çok kez askerler İslamcılara tek kurşun atmadan teslim olarak Müşerref'i utandırmışlardı. Muhalefet de taban bulmuş, Müşerref'i ordunun başından çekilmeye zorlamış ve olağanüstü hal ilan edilmiş olmasına ve yüksek mahkemenin itirazlarına  muhalefet liderlerinin ülkeye dönmesine izin verilmesini sağlamıştı.

Suikastten sonra Pakistan'da pek çok kişi cinayet emrinin istihbarat teşkilatı hatta Müşerref'in kendisi tarafından verildiğine dair şüphe duydu. Fakat Müşerref'in Bhutto'nun ölümünden nasıl bir çıkar sağladığını görmek zor. Bhutto Pakistan'a Müşerref'in bir rakibinden ziyade bir müttefiki olarak dönmüştü: ikisi de aynı Amerikan yanlısı dış politikayı savunuyorlardı, ve Müşerref İslamcıların desteğini kullansa da herşeyden önce Pakistan'ın sonunun Taliban gibi olmamasını isteyen bir pragmatistti. Müşerref'in bir nebze iç istikrar sağlamak ve ülkenin "demokratik" bir yol izleyeceğine dair ABD'ye güvence vermek muzaffer bir başkan adayı olsa bile Bhutto'ya ihtiyacı vardı.

Öte yandan suikastin, Bhutto'ya hem siyasi nedenlerle hem de onu Afganistan'a kazançlı bir şekilde uyuşturucu ve silah sokma işlerine bir tehdit olarak gördükleri için karşı olan Pakistan istihbaratının Taliban'a yakın unsurlarının işi olması kesinlikle mümkün gözüküyor.

Kesin olarak emin olabileceğimiz tek şey ise Bhutto'nun suikastinin Pakistan'ın hakim sınıfını son istikrar umutlarından birinden mahrum bıraktığı. Bhutto'nun yerine, on dokuz yaşında bir oğlanın sadece onun hanedanlığının varisi olduğu için geçeceği gerçeği durumun ne kadar dengesiz olduğunu ve hakim sınıfın ne kadar az gücünün kaldığını gösteriyor ve Bilawal'ın partisinin üyeleri arasında bu duruma şiddetle karşı çıkanlar olması gerçeği bile PHP'nin parçalanması ihtimalini açıyor. Pek çok ikincil ülke gibi Pakistan'da tek birleştirici güç ordu ve istihbarat örgütü. Eğer bu kurumlar birbirlerini yemeye başlarsa ülke nüfusunun geleceği - parçalanan hakim sınıfın farklı kesimlerinin kullandığı artan şiddetli etnik çatışmalar - hiç de iç açıcı değil.

 

Saatli nükleer bomba

Fakat karanlık gelecek bu kadarla sınırlı kalmıyor. Pakistan, ABD ve bölgedeki İran gibi rakipleri arasındaki, Hindistan ve Çin arasındaki, Rusya ve ABD arasındaki gibi devasa emperyalist gerilimlerin kalbinde bulunuyor ve Pakistan'ın artan zayıfığı ve istikrarsızlığı bütün bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmekten başka bir sonuç getiremez. Pakistan, kendisinden daha büyük olan komşusu Hindistan'la Kaşmir için verdiği ve üç savaşa neden olmuş altmış yıllık bir çatışma devam ediyor. Fakat Çin de, rakibi Hindistan'ın, 1990'da Hindistan'ın ağırlığını dengelemesi için nükleer klübe girmesini sağladığı (ve dolayısıyla 2004'te yeni bir Kaşmir krizi patlak verdiğinde karşı karşıya gelen iki ülkenin de nükleer güçler olmasını sağalayan) müttefiki Pakistan'ın düşüşünden elde edeceği kazançlara seyirci kalamaz. ABD bu çatışmadan hiçbir şey elde etmiyor ve sadece 2004'te yaptığı gibi bunu sınırlamak isteyecektir. Güneydoğu Asya'ya gelirsek, onların çıkarları, Amerika'yla nükleer güç üzerine yaptığı yeni antlaşmalarla Çin'in gücünü kısıtlamak isteyen Hindistan'ınkilerle paralel. Öte yandan şu ana kadar Müşerref'i, bir istikrar gücü olarak destekleyen ABD, Afganistan'daki macerasına ikmal yolları sağlamak için Pakistan'a ihtiyacı var ve Hindistan burjuvazisini hayal kırıklığına uğratarak Pakistan'ı terörist olarak değil terörizme karşı bir müttefik olarak görüyor. Tabii ki Pakistan da, tıpkı ABD, İngiltere ve bütün diğer emperyalizm gibi, yeri geldiğinde, eğer çıkarlarına hizmet ediyorsa terörist faaliyetlerden kaçınmıyor, çıkarlarına karşı olduğunda ise terörizme karşı çıkıyor. Öte yandan, Pakistan'daki istikrarsızlık, Orta Doğu'daki İslamcı grupları tıpkı ABD'nin zorluklarının Müşerref'i zayıflatığ El Kaide'yi ve intahar bombası saldırılarını cesaretlendirdiği gibi cesaretlendiriyor. 

Şu anda ABD Pakistan'ın bir müttefik olarak yetersizliğini nasıl telafi edebileceği sorununa odaklanmış durumda. Batı Pakistan'da El Kaide'ye karşı asker göndermelerini ve hatta kabile liderleriyle doğrudan pazarlık yapmalarını sağlayacak bir antlaşma yaptılar. Müşerref, buna gerek olmadığını ve ABD'nin ulusal bağımsızlığı çiğnemenin bedelini ödeyeciğini söylüyor olabilir, ama antlaşma çoktan imzalandı ve son delillere göre Pakistan ordusu'nun bu konuda ne yapabileceğini kestirmek güç. ABD başkan adayı Barack Obama daha da ileri gitti ve El Kaide kamplarının Pakistan'ın rızasından bağımsız olarak bombalanmasını önerdi. Benzer bir şekilde, ABD şimdi Pakistan'a yardım etmesi için yerine getirilmesi gerekn için koşullar koydu: askeri harcamaları finanse etmeleri Pakistan'ın teröre karşı performansına bağlı olacak.

Başka bir temel endişe ise Pakistan gibi dengesiz bir devletin elinde nükleer silahların bulunmasının yarattığı tehliklerle ilgili. Tabii ki, 20. yüzyıl tarihinin tamamının gösterdiği hiç bir burjuvazinin ellerini bizi emperyalist savaştan ve ellerindeki herhangi bir silahtan koruyacağı konusunda güvenemeyiz ve "Pakistan çoktan kendisinden güçlü bir düşmana karşı nükleer silahlar kullanmaya hazır olduğunu belirtti". (The Guardian 23/5/02). Fakat daha acil bir tehlikeye, Uluslararası Atom Enerji Ajansı'ndan Muhammed El Bardei parmak basıyor ve bu nükleer silahların "Pakistan ve Afganistan'daki aşırıcı grupların eline düşmesi" tehlikesi. El Bardei "30 veya 40 nükleer silaha sahip bir devlette bir karması ve aşırılık sistemi kurulmasından korkuyorum" diyor. Bir başka Amerikan başkan adayı Hillary Clinton  Pakistan'ı, ABD ve belki İngiltere ile birlikte bu silahların sorumluluğunu taşımaya çağırdı. 

Bu arada, sefalet toplumun üzerine yığılıyor. Pakistan hala bir milyondan fazla Afgan mültecinin "evi", 2005 Kaşmir depreminden iki yıl sonra 400,000 kişi hala düzgün barınak olmaksızın yeni bir kışa hazırlanıyor, 600 okul hala inşaa edilmedi, nüfusun çatışmaların kurbanı olduğu bölgelere hergün bir yenisi ekleniyor ve en ‘istikrarlı' şehirlerde bile insanlar çete savaşının ve intahar saldırılarıyla yüzyüze.

Bhutto güya Pakistan'a umut ve demokrasi getirecekti: onun suikasti ve onun ardından gelen olaylar demokratik ve barışçıl bir Pakistan gerçek bir ihtimal olsa da - ki değil, bunun toplumun acılarına son verecemeyeceğini gösterdi. Bunu sadece komünist devrim yapabilir.

Polemik: Boykot Sorunun Çözümü mü, Bir Parçası mı?

 

 

Bu yazının yazılmasının temel sebebi Sanal Molotof adlı tartışma forumunda ortaya konan eleştirilere ve sorulara bir yanıt arama çabasıdır. Yakın zamanda kot taşlama işçilerinin hayatını tehdit eden ölümcül çalışma koşullarına karşı girişilen bu boykot eylemi, "kot taşlama" adlı bir grup tarafından başlatılmıştır. Sanal Molotof adlı internet forumunda tartışmaya yol açan da işte bu grubun kaleme aldığı bir bildiriydi. Bildiride genel olarak devletin işçilerin çalışma koşullarına kayıtsızlığından, dayanışmanın gerekliliğinden bahsediliyordu. Ancak yerimiz dar olduğu için bildirinin sadece son bölümünü yayınlayabiliyoruz. Bu bölümde, işçilerin yaşam standardını düzeltmek için boykotun bir çözüm olduğunu şu sözlerle savunmaktaydı:

                                                             
"Eğer bunu (boykotu) başarabilirsek; Hem bu katillere yaptıklarının bedelinin bir kısmını ödetmiş olacağız, hem de bir daha böyle bir şey yapacak olanlar bir kere değil bin kere daha düşünmek zorunda kalacak."


Bu tartışmaya müdahil olan, bizim militanlarımızın da içerisinde bulunduğu bir eğilim ise temel olarak solun belli bir kesiminin bu boykot çağrısının kapitalist pazar içerisinde kalınarak, işçilerin belli bir kesiminin yaşam standartlarının demokratik yöntemler ile düzeltilebileceği yanılsamasını nasıl da yaydığını ifşa etmeye çalışmıştır. Tartışmaya katılan bütün bireyler bu konudaki insani duyarlılıklar temelinde bir şeyler yapma ihtiyacını açıkça ortaya koymuştur. Fakat bize göre tartışmada asıl eksik bulunan birkaç nokta bulunmaktadır. Bu yüzden bu yazı söz konusu tartışmanın yürütüldüğü proleter politik çevreye bir müdahale olarak kaleme alınmıştır ve her türlü yoldaşça eleştiriye sonuna kadar açıktır.

                                                                                      
Kapitalizmde boykotun tarihine kısa bir bakış


Boykot fikrinin belli bir kapitalist pazar ilişkisini ön gördüğü açıktır. Tarihsel olarak boykot eyleminin kökeni 1880'lerde İrlanda'da toprak kiralayan köylülerin oluşturduğu "Toprak Ligası" tarafından, toprak sahibinin aracısı Charles Boykott'a karşı geliştirilmiştir. Kiracı köylüler şiddetten arınmış bir eylem yapmak için işi boykot etmişler ve sonunda hasat çok yüksek bir maliyet ile toplanabilmiştir. Ne var ki bu ilk boykot eylemi boykot mücadelesine temel karakterini veren biçimi oluşturmamaktadır. Esasen boykot sınıf karakteri taşıyan bir eylem türü değildir ve toplumdaki her hangi bir sınıf tarafından kullanılabilir. Dolayısıyla Boykot'un ilk tarihsel kökeninde feodal ilişkilere karşı girişilen bir mücadelenin olması şaşırtıcı değildir. Boykot eylemi esasen pazar ilişkilerinin etrafında örüldüğü ideolojik çerçeve üzerinden kendi meşruiyetini kurar. Dolayısıyla her zaman meta ilişkisinin ve paranın varlığının bir olumlaması bu eylem tarzının temelinde yatmaktadır. Dolayısıyla boykot çağrısı yapan çeşitli burjuva eğilimleri, insanların sınıfına seslenmez ya da sınıf ayrımlarına işaret etmez. Bu çağrıların temel olarak seslendiği, para sahibi olan yalıtılmış bireylerin kapitalist toplum içerisinde "tek özgür ilişki" alanları olduğu var sayılan alış veriş ilişkisinde başka bir şey tüketmeleridir.

 
Elbette kapitalist meta ilişkilerinin dünyaya yeni yayıldığı kapitalizmin gelişme çağında boykotlar, genellikle ikiyüzlüce gibi görünseler de eski üretim biçimlerinin kalıntılarını silmek için toplumsal bir destek kazanma çabasının işaretlerini taşımışlardır. Örneğin Amerikan İç Savaşında, köleciliği savunan Güneye karşı, Kuzeyliler'in ücretli işin geçerli olduğu bir ortamda uyguladıkları boykot bir anlamda ilerici gözükebilir (ne var ki Kuzeyin köleciliğe karşı net ve tutarlı bir tutumu savaş esnasında bile almadığı, bunu sadece bir propaganda aracı olarak kullandığını belirtmek gerekiyor). Dolayısıyla savaş kapitalizmin gelişme döneminde bile genel olarak devletler arasındaki savaşta bir silah olarak kullanılmıştır.

İşçi Sınıfına mı Yoksa Burjuva Vicdanlara mı Güvenmeli?


Kapitalizmin çöküş dönemine gelindiğinde ise, bütün burjuva fraksiyonlarının emperyalist bir karakter kazanmasıyla ve işçi sınıfına savaştan ve ölümden başka bir şey önerememesiyle birlikte, boykot eylemi de, bütün sınıf karakteri belirsiz eylem türleri gibi, burjuvazinin milliyetçi ideolojilerine kolayca eklemlenmiştir. Örneğin İsrail mallarını boykot eden İslamcılar açısından, hem İsrail işçi sınıfına hem de (ve özellikle) Arap ülkelerindeki işçi sınıfına yönelmiş İslamcı terör meşrudur. Aynı şekilde Türkiye'nin Abdullah Öcalan'ın iadesi için İtalya'ya karşı yürüttüğü boykot eyleminde, Türkiye'nin yürüttüğü terör ve savaş belli ki meşru sayılmıştır.  Dolayısıyla açıkça işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan bütün boykot eylemlerinin karşı-devrimci olduğu barizdir. Kapitalizmin bütün dünya pazarını ele geçirdiği ve emperyalist yıkım yoluyla bunu sürekli yeniden paylaşmaya çalıştığı günümüzde boykot, milliyetçi ideolojinin ahlakçı bir ayak oyununa dönüşmüştür ve bir taktik olarak kitleselleştiği her durumda bu açıkça görülmektedir. Bu noktadan sonra solcuların önerdiği ve örgütlediği boykot eylemlerini ve bunların işçi sınıfına hizmet edip etmediğini kısaca inceleyebiliriz. Ne var ki bu tarz boykotlarda da durum çok farklı değildir. Tarihsel bir örnek olarak, EKS'nin bir militanının da dahil olmuş olduğu 80'lerin sonunda bir yıl süren Times gazetesi matbaası işçilerinin mücadelesi oldukça çarpıcıdır. Bütün matbaa işçilerinin yaşam standartlarına yönelik bir saldırının gerçekleştiği ve yine bütün sektörün dahil olduğu bu mücadele sürecinde, sendika Times gazetesine yönelik bir boykot örgütleyerek işçileri sadece mücadelenin pasif izleyicilerine çevirmekle kalmamış, genel bir işçi dayanışmasının da önüne geçmiştir. Sendikanın bu manevrasının sonucu yenilgi olmuştur. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, doğası gereği izole olmuş bireyleri varsayan boykot eylemi, kazanmak için mücadelesini genişletmesi ve sektörler ötesi kolektif bir nitelik kazanması gereken işçi sınıfı mücadelesine hiç uygun değildir. Bunu desteklemek için işçi hareketi tarihinde sendikaların yaptığı sayısız boykot çağrısı manevrası bulunabilir. Sanal Molotof mesaj panosunda tartışmaya müdahale eden n.c.m.'nin de net bir biçimde işaret ettiği gibi, kapitalist krizin derinliği göz önüne alındığında her hangi bir kısmi boykotun başarılı olması durumu bile, sermayenin başka işçilerin üzerinde daha da hoyratça sömürüsü anlamına gelmektedir. Sınıf hareketinin tarihine, boykotun işçiler lehine kullanıldığı bir örnek aramak için daha da titiz bir şekilde baktığımızda ise, 1. Dünya Savaşı'nı takiben oluşan dünya devrimci dalgasının son çırpınışı, Şangay proletaryasının 1925'te gerçekleştirdiği kitle grevi gözümüze çarpmaktadır. Stalin'in Çin milliyetçiliğiyle geleceği parlak bürokrat Mao aracılığıyla kurduğu ittifakın işçi sınıfını tam olarak ezmesinden iki yıl sonra gerçekleşen Şangay kitle grevi, içerisinde bir sovyetin nüvelerini de taşıması nedeniyle ayrıca önemlidir. Bu grev, 1925'in Mayıs ayında İngiliz sermayesinin yönetimi altındaki bir fabrikadaki bir greve, burjuvazinin bir işçiyi öldürerek karşılık vermesiyle başlamıştır. Kısa bir sürede, her elli işçinin bir temsilciyle katıldığı grev komitesi biçiminde bir Sovyet embriyonu oluşmuş ve işçilerin sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçlarının sağlanması bu komite tarafından yürütülmüştür. Aynı zamanda işçiler İngiliz mallarına aktif bir boykot da uygulamıştır. Ama bu boykot 250.000 işçinin katıldığı bir kitle grevi içerisinde, sermaye düzenini titreten bir süreçte gerçekleşmiştir.
Soruna bu noktada geri dönebiliriz. Burjuvazinin sol kanadının riyakar liderleri, modernistler ve ahlakçılar işçi sınıfını bir özne olarak görmeyebilirler. Gerçekten de, burjuva düzeninin bu cin fikirli reformcularına göre, işçi sınıfı yoktur. Sadece tüketim dışına itilmiş, aşırı bir sefalet içerisinde yaşayan marjinal bir grup ile vicdanlı tüketiciler vardır. Onların da kurtarılması gerekmektedir v.s. Biz komünistlere göre ise işçi sınıfının eylemi, bugün burjuva medyasının da açıkça veryansın ettiği kapitalist toplumun çöküşünün karşısında insanlığın tek alternatifidir. Çöküş içerisinde debelenen, artı değeri askeri ve militarist maceralarda heba eden, ekolojik yıkıma doğru tam hız ilerleyen, gelişmiş ülkelerde işsizliği, "geri" ülkelerde ise sonu ölümle biten kölece bir çalışma düzenini milyarlarca insana dayatan burjuva toplumundan, insanlığın sorunlarına akılcı ve vicdanlı çözümler sunabilmesini beklemek en iyi ihtimalle çocukça bir rüyadır. Bu durumda işçi sınıfının içinde bulunduğu tarihsel durumu göz önüne alan daha radikal çözümlere yönelmesi gerekliliği net bir şekilde görülüyor. Bunun imkansızlığından dem vuran bütün bir burjuva akademikleri, modernistleri, solcuları ve ideologları karşısında ise komünistlerin görevi, işçi sınıfının radikal devrimci eyleminin hala olanaklı olduğunu vurgulamaktır. Komünistler, işçi sınıfının tek tek sektörlerden oluşmayan enternasyonal bir bütün olduğunu, ancak sendikaların ve sol kanat burjuva partilerinin kontrolü dışındaki grevlerin bu radikal dönüşümün yolu olduğunu vurgulamak zorundadırlar. Çünkü ancak böylesi grevler içerisinde sektörel, cinsel ve etnik ayrımların ötesine geçilip, kurulan genel asamblelerde bir bütün olarak işçi sınıfını kapsamaya aday bir iktidarın tohumları yeşerebilir. Çöküş içerisindeki kapitalist toplumda işçilerin mücadele yöntemi, geçmiş devrimlerin ışığında gördüğümüz gibi, bağımsız ve kendiliğinden grevler, kitle grevleri ve işçi konseyleridir. Bunun imkansız olduğunu savunan her tür yaklaşım ise işçi sınıfının tarihsel gücüne karşı bir güvensizliği barındıran ideolojik yaklaşımlardır. Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde gerçekleşen grev ve mücadeleler ise bunun canlı işaretidir.


Temel & Sabri 

Tags: 

RUSYA’DAN KRAS’IN GÜRCİSTAN’DAKİ SAVAŞA DAİR BİLDİRİSİ

Enternasyonal Komünist Akım'ın Önsözü

Burada Gürcistan'daki çatışmaların başından itibaren 2008 Yaz ayında çoğunlukla Rusya'da faal olan KRAS aldı, anarko-sendikalist hareketin içerisindeki ufak bir grubun dağıttığı bir bildiriyi yayınlıyoruz. Örgütlerimiz arasında çeşitli konularda farklılıklar olsa da, EKA ile KRAS arasında yoldaşça bir ilişki mevcut ve bu ilişki ortaklaştığımız enternasyonalist ilkelerden kaynaklanıyor. Okuyucunun göreceği gibi bu bildiri, KRAS'ın özellikle Çeçenistan'daki savaşa dair daha önceki bildirileri gibi, KRAS'ın savunduğu enternasyonalist ilkelerin net bir örneği:

  • Farklı ulusal hükümetlerin, özellikle büyük güçlerin tümüyle kapitalist ve emperyalist amaçlarının ve yapmacı doğalarının lanetlenmesi
  • Bu kapitalist ve emperyalist savaşta taraflardan hiçbirine hiçbir destek verilmemiş olması
  • Savaş halindaki ülkelerin işçilerine sınırların ötesindeki sınıf kardeşleriyle sınıf dayanışmasına girme ve kendi sömürücülerine karşı mücadeleye girişme çağrısı yapılıyor olması

İşte bu nedenlerden dolayı bu bildirinin temel kısımlarını tamamen desteklemekteyiz.

Öte yandan eklemek istediğimiz bir nokta, bildirinin sonunda askerlere hitaben yazılmış sloganlar (komutanların emirlerine itaatsizlik, silahları onlara çevirmek vb.), tarihsel açıdan tamamen doğru olmakla beraber (1917 Rus Devrimi'nde ve 1918 Alman Devrimi'nde uygulanmışlardır), bu sloganların anlık olarak uygulanabilecek bir ihtimal olmaması, çünkü ne bölgede ne de uluslararası düzeyde işçi sınıfı mücadelesi yeterli bir kuvvete ve olgunluğa erişmiş durumda. Günümüz koşullarında, böyle bir tavır askerlerin ifşa olmasına yol açar ve sınıf kardeşlerinin dayanışmasına sırtlarını yaslamaları mümkün olmayacağı için onları en korkunç baskılara maruz bırakır.

Bununla beraber, KRAS'tan yoldaşları enternasyonalizmi uzlaşmaz bir biçimde savundukları için ve birkaç yıldır özellikle zor koşullarda, polis baskısına ve onlarca yıl boyunca hüküm süren Stalinist karşı-devrimin bir sonucu olarak Rusya'daki işçilerin sırtında ağırlığını hissteren yanılsamalara, özellikle milliyetçi yanılsamalara karşı siyasi ceasaretleri için selamlıyoruz.

EKA

(Orijinal Türkçe çeviri www.internationala.org sitesinden alınmıştır, ufak bir düzeltiyle yayınlanmaktadır -EKS)


YENİ KAFKAS SAVAŞINA HAYIR!

Gürcistan ve Güney Osetya arasındaki askeri etkinliklerin patlak vermesi bir taraftan NATO tarafından desteklenen Gürcistan diğer taraftan ise Rus devleti arasında büyük ölçekte bir savaşın çıkması tehdidini oluşturmuştur. Şimdiye kadar çoğunluğu barışçıl kent sakini olmak üzere binlerce insan katledildi ve yaralandı. Şehirler ve yerleşim yerleri yerlebir edilerek yok edildi. Toplum milliyetçi ve şovenist bir histerinin pis sularında akıntıya kapılmış durumdadır.

Devletler arasında her zaman ve her yerde yaşanan çatışmalar olduğu gibi, yeni Kafkas savaşında dürüstlük ve adillik de olamaz - ancak suç olabilir. Yıllardır körüklenen kor askeri bir yangına neden olmaktadır. Gürcistan'daki Saakaşvili rejimi nüfusun 3/2'sinin yoksulluğundan ve ülkenin şimdiye kadar ki en büyük iç huzursuzluklarından sorumludur. Bu her şeyin silinip yok edileceği umuduyla "küçük başarılı bir savaşa" kilitlenme dışında bir yol bulma arzusuna neden olmuştur. Rus hükümeti Kafkas'taki hegemonyasını korumak için azmetmektedir. Bugün zayıfın yanında oluyormuş gibi davranıyor, ancak ikiyüzlülükleri apaçık ortadadır: aslında, Saakashvili sadece Putinci askerlerin 9 yıl önce Çeçenya'da yaptıklarını tekrarlamaktadır. Osetya ve Abazya'nın yöneten çevresi bölgede Rusya'nın özel müttefiki rolünü güçlendirmeyi ve aynı zamanda "ulus fikri" ve "insanları kurtarmanın" test edilmiş meşalesi etrafındaki fakirleştirilmiş nüfusu harekete geçirmeyi amaçlamaktadırlar. ABD liderleri, Avrupa devletleri ve NATO öte yandan, yakıt kaynaklarına ve ticaret yollarını kontrol altında tutabilmek için Kafkasya'daki Rus rakiplerinin etkisini zayıflatmayı düşünmektedirler. Bu yüzden iktidar, petrol ve gaz için mücadelede dünya karşıtlığının son halkasının şahitleri ve kurbanları haline geldik.

Bu kavga Gürcü, Osetyalı, Abaza ve Rus emekçilerine kan ve göz yaşı, sayısız felaket ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyecektir. Kurbanların arkadaşlarına ve ailelerine, tepelerinde çatısız bırakılan ve bu savaşın sonucu olarak geçim kaynaklarından edilen insanlara derin duygularımızı derin üzüntülerimizi ifade ediyoruz.

Bizler "bizim" hükümetimiz ile birlik ve "ana vatanı korumanın" bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz.

Rus, Gürcü, Osetik ve Abaza askerler! Komutanlarınızın emirlerine itaat etmeyin! Silahlarınızı sizi savaşa gönderenlere karşı doğrultun! "Karşınızdaki" askerleri vurmayın - onlarla kardeşleşin: süngüyü yere saplayın!

Geri saflardaki emekçi insanlar! Askeri çabaları sabote edin, savaşa karşı miting ve gösteriler düzenlemek için iş yerlerini terk edin, kendiniz örgütleyin ve savaşa karşı grev yapın!

Savaşa ve yönetici ve zenginler olan organizatörlerine hayır! Cephelerdeki ve hudutların arkasındaki emekçi insanlarla dayanışmaya evet!

Eğitim, Bilim ve Teknik İşçiler Federasyonu, KRAS-IWA

Rusya'dan KRAS'ın Gürcistan'daki Savaşa Dair Bildirisi

SAVAŞA DAİR BİLDİRİSİ

 Enternasyonal Komünist Akım'ın Önsözü

                              

Burada Gürcistan'daki çatışmaların başından itibaren 2008 Yaz ayında çoğunlukla Rusya'da faal olan KRAS aldı, anarko-sendikalist hareketin içerisindeki ufak bir grubun dağıttığı bir bildiriyi yayınlıyoruz. Örgütlerimiz arasında çeşitli konularda farklılıklar olsa da, EKA ile KRAS arasında yoldaşça bir ilişki mevcut ve bu ilişki ortaklaştığımız enternasyonalist ilkelerden kaynaklanıyor. Okuyucunun göreceği gibi bu bildiri, KRAS'ın özellikle Çeçenistan'daki savaşa dair daha önceki bildirileri gibi, KRAS'ın savunduğu enternasyonalist ilkelerin net bir örneği:

 

  • Farklı ulusal hükümetlerin, özellikle büyük güçlerin tümüyle kapitalist ve emperyalist amaçlarının ve yapmacı doğalarının lanetlenmesi
  • Bu kapitalist ve emperyalist savaşta taraflardan hiçbirine hiçbir destek verilmemiş olması
  • Savaş halindaki ülkelerin işçilerine sınırların ötesindeki sınıf kardeşleriyle sınıf dayanışmasına girme ve kendi sömürücülerine karşı mücadeleye girişme çağrısı yapılıyor olması

İşte bu nedenlerden dolayı bu bildirinin temel kısımlarını tamamen desteklemekteyiz.

Öte yandan eklemek istediğimiz bir nokta, bildirinin sonunda askerlere hitaben yazılmış sloganlar (komutanların emirlerine itaatsizlik, silahları onlara çevirmek vb.), tarihsel açıdan tamamen doğru olmakla beraber (1917 Rus Devrimi'nde ve 1918 Alman Devrimi'nde uygulanmışlardır), bu sloganların anlık olarak uygulanabilecek bir ihtimal olmaması, çünkü ne bölgede ne de uluslararası düzeyde işçi sınıfı mücadelesi yeterli bir kuvvete ve olgunluğa erişmiş durumda. Günümüz koşullarında, böyle bir tavır askerlerin ifşa olmasına yol açar ve sınıf kardeşlerinin dayanışmasına sırtlarını yaslamaları mümkün olmayacağı için onları en korkunç baskılara maruz bırakır.

Bununla beraber, KRAS'tan yoldaşları enternasyonalizmi uzlaşmaz bir biçimde savundukları için ve birkaç yıldır özellikle zor koşullarda, polis baskısına ve onlarca yıl boyunca hüküm süren Stalinist karşı-devrimin bir sonucu olarak Rusya'daki işçilerin sırtında ağırlığını hissteren yanılsamalara, özellikle milliyetçi yanılsamalara karşı siyasi ceasaretleri için selamlıyoruz.

EKA

 

 

Tags: 

Rusya: Baskılara Karşı İşçilerin Cesur Mucadelesi

İşçi sınıfına uygulanan baskılar, ister ‘demokratik' ister ‘diktatöryal' olsun bütün kapitalist rejimlerin bir özelliği. Burjuva sınıfı, sömürülenlere toplumsal düzenini dayatmak için terörü kullanıyor. Rusya'daki toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenin doğası işçi sınıfına karşı devlet baskısının sürekliliğinin nedenidir. Bütün ekonomi, önde gelen şirketleri ve bölgesel ve ulusal hükümetleri kontrol eden oligarşik çetelerin elinde. İktisadi yaşamın tek hedefi bu hakim sınıf olan bu mafyaların ceplerini doldurmak. Ya KGB eskisi ya da düpedüz gangster olan patronların ve devlet bürokratlarının çoğu bitmez hizip çatışmalarının kolaylıkla bir anda onları yerlerinden edebileceğinin farkında, bu yüzden mümkün olan en kısa zamanda ceplerine mümkün olan en fazla nakit parayı doldurmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, gerek 2001'de 24 saatten uzun sürecek her türlü grevi yasadışı ilan eden ‘çalışma yasası' gibi yasaları kullanarak, gerek polisin veya silahlı milislerin vahşetini işçilerin üzerine salarak işçi sınıfından elde edebilecekleri kadar fazla kar elde etmeye çabalıyorlar.

İşçilerin cevabına selamlar!

Bu baskılara karşı, işçilerin yükselen kahramanca mücadeleleri, medyanın yarattığı tapılan Putin'in artında mutlulukla birleşmiş nüfus efsanesini paramparça etti. "Eğer Aralık ayı herhangi bir nedenle hatırlanacaksa, seçim kampanyaları veya Kremlin'deki siyasi dolaplar yüzünden değil, işçi mücadelelerinin patlak vermesi nedeniyle hatırlanacaktır." (Moscow Times, 6.12.07).

Geçen bahardan beri ülkeyi doğu sibiryadan kafkaslara, kuzey doğudaki Khanty-Manisyk petrol sahalarını, Ceçenistan'daki inşaat alanlarını, Novogrod'daki bir odun işleme fabrikasını, Tchita'da bir hastanede, Saratov'daki ev temizlik servisleri, Irkutlardaki yemek büfeleri, Togliatti'deki General Motors-Avto VAZ'ın araba fabrikası ve Karelya'daki büyük metal fabrikasını gibi önemli sektörlerdeki mücadeleleri de içeren, on yıldır işçi sınıfı militanlığının ilk önemli yansıması olan bir grev dalgası kasıp kavuruyor. Baskıcı yöntemlerin kullanımının yazın artması mücadeleleri geriletmekte pek başarılı olamadı.

Kasım ayında Karadeniz'deki Tuapse limanındaki rıhtım işçileri (4-7 Kasım arasında), daha sonra da Saint-Petersburg limanındaki rıhtım işçileri (13-17 Kasım arasında) greve çıktı, 26 Ekim'deyse posta işçileri 2001'den sonra ilk kez grev yaptılar, aynı zamanda GouP TIK (enerji sektörü) işçileri de grev yaptı. Makinistler de 1988'den beri ilk defa patronları grev yapmakla tehdit ettiler. "Rusya'da gelişen büyük grevler dalgası yavaşlamadı. Bir işyerinden diğerine, işçilerin yürüttüğü ablukalar aracılığıyla başarılı iş durdurma eylemleri gerçekleşti ve şu anda faal işyerleri de grev tehditi altında... Rejimin yasama meclisi seçimleri kampanyasının yürütüldüğü 2007 sonbaharı ‘proleter bilincin' güçlü bir şekilde yükselişine sahne oldu." (Vremia Novostiei, Courrier International no 892'den alıntılanmıştır).

Şu anda grevler belirli işyerlerine veya bölgelere sınırla kalmışsa da, bu grevler işçi sınıfının yaşam standarlarının hızla kötüleşmesine verdiği cevabı göstermektedir. Toplumdaki tahammül edilemez eşitsizlikler, işçilerin büyük çoğu günde üç öğün yemek bulamazken oligarkların ve şirket yöneticilerinin içinde yaşadığı aşırı lüks hoşnuzsuzluğu şiddetlendiriyor. Herşeyin ötesinde, eğer ücret meselesi bu mücadelelerin kalbindeyse bunun nedeni yiyecek fiyatlarının %70 artmasına ve kışın da bir %50 daha artmasının beklenmesine neden olan enflasyonun dramatik artışının ücretleri yiyip bitiriyor olması.

Bu durum karşında Rusya Bağımsız Sendikalar Federasyonu, eski Sovyet konfederyonuun devlet yanlısı ve her türlü mücadeleye karşıt varisi proleter mücadeleyi hakim sınıfın çıkarlarına uygun bir biçimde kısıtlayamayacak kadar gözden düştü. Hatta "işçilerin hareketinin en enerjik düşmanı" (Moscow Times, 29.11.07) olarak görülüyor. Bu yüzden, batıdaki sendikaların yardımıyla, Rus burjuvazisinin bir kesimi işçilerin ‘özgür' ve ‘sınıf mücadeleci' sendikaların var olabileceğine dair yanılsamalarını sömürmeye çalışarak RPLBJ demiryolu sendikası, Zachita Truda federasyonu, Bölgeler Arası Otomobil İşçileri Sendikası gibi Ford sendika komitesinin insiyatifiyle kurulmuş sendikaları ve büyük işyerlerindeki bağımsız sendikarları yeniden örgütlemeye çalışıyor.

Bölgeler Arası Otomobil İşçileri Sendikasını Saint-Petersburg Ford fabrikasında Kasım-Aralık aylarınca süren grevde ve 2200 işçinin %30 ücret artışı almasıyla sonuçlanan grevde iş başında gördük. Bu mücadele Rusya'daki işçi mücadele üzerindeki karartmanın kırılmasına yardımcı oldu.

Yönetim ilk olarak çevik kuvvetin (OMON) desteğiyle yapılacak bir lokavt önerdi. Sendikanın ittiği yüzlerce işçi, en küçük bir pazarlığı reddeeden işverene karşı ‘direnmekten' başka bir perspektiften yoksun olarak hergün fabrika kapılarında grev gözcülüğü yaptılar. Bir ay sonra, grevin havası bitiyordu ve yorgun işçiler hiçbir şey kazanamadan yönetimin grev bitmeden pazarlık yok koşuluna uyarak işlerine geri döndüler.

İşçileri ‘kendi' fabrikalarında yalıtarak ve başka sektörlerden gelecek dayanışmayı destek mesajları ve maddi destekle sınırlayarak, bağımsız sendikalar işçilerin üzerine bu ağır yenilgiyi getirdiler.

İşçi sınıfının onlarca yıldır edindiği bütün tecrübeler sendikalizmin hiçbir türünün işçi sınıfının çıkarlarına işlemediğini, sendikalizmin hakim sınıfın bir silahı olduğunu gösteriyor. Sendikalar, kapitalist devletin, görevi sınıf mücadelesinin birlik, dayanışma, yayılma ve gelecekte enternasyonal alana taşınma ihtiyatçlarını tıkamak olan organlarıdır. İşçi sınıfı için önemli olan yeni sendikaların inşaa edilmesi değilkdir. İşçi sınıfının geleceği, kendi gücüne ve mücadeleyi kitle toplantıları gibi organlar aracılığıyla kontrol etmek ve mücadeleyi işçi sınıfının farklı kesimlerine yaymak gibi kendi mücadele yöntemlerine güvenini geliştirmesindedir.

Savaş ve Perspektifler

 

 

1984 ile 2008 arasında TSK ile PKK arasında devam eden savaşta, TSK kaynaklarına göre 32,000 PKK'li, 6,482 asker ve 5,560 sivil hayatını kaybetti. Savaş süresince dört binden fazla köy yakıldı, yüz binlerce insan evlerinden oldu, binlerce insan hala hapishanelerde tutulmakta. Hem Türk, hem de Kürt burjuvazisinin kimi kesimlerinin yorulmadan attıkları komik "demokratik çözüm" naraları ise daha kanlı kıyımların bizi beklemekte olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gizleyemiyor. Dünya genelinde barbarlığın, ekonomik kriz ile çifte su verilmiş derin karanlığı ilerlerken, Türkiye ve Ortadoğu burjuvazisi de bu karanlığı daha da derinleştirme yolunda ilerliyor.

                                                                     

Türk Burjuvazisinin Perspektifi

                                                                  

"Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye'de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin." - Recep Tayyip Erdoğan

 

Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde hem Kürt hem de Türk liberal burjuva kesimini heyecanlandırmış, 2005'te Diyarbakır'da yaptığı konuşmada "Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur; bu konuda devlet olarak yanlışlarımız vardır" gibi bir ifade kullanarak liberal burjuva aydınlarının boş "demokratik çözüm" umutlarını alevlendirmişti. Bununla birlikte bir yandan devletin eli kanlı, fakat bir o kadar da işlevini yitirmiş 'Ergenekon'cu kanadını tasfiye edip diğer yandan da orduya kimi durumlarda kafa tutar gibi gözükerek ve de bürokrasinin kilit noktalarını eski Kemalist elitlerin elinden alarak bir "değişim" getiriyor izlenimini ortaya koymuştu. Fakat aslında bu görüntünün altında, burjuvazinin liberal olarak tanımlayabileceğimiz kanadının her zamanki çizgisinin devamından başka mevcut olan tek değişiklik, bu kanadın bürokraside kilit mevkileri ele geçirmeye yükleniyor olmasıydı. Bunun dışında bir yenilik yoktu, aynı eğilimin Erdoğan'dan önceki temsilcileri de benzer liberal çözüm fikirlerini ortaya koymuşlardı. Turgut Özal'ın Kürt burjuvazisinin 'asi' kesimini orta vadede yasal siyasetin içine çekme amaçlı planında, Süleyman Demirel'in başbakanken "Kürt realitesi"nden bahsedip "Paris Şartı ve evrensel insan haklarına dayalı yeni anayasa" fikrini öne atışında, Tansu Çiller'in Bask modelinden övgüyle bahsedişinde, liberal kesimin "çözüm" umutlarını görmek mümkündür. Öte yandan "demokrat" kesimde oluşan heves, Erdoğan'dan önceki örneklerde gördüğümüz üzere, bu kesimin kursağında kaldı; özellikle Çiller döneminde "demokratik" sloganların ardından gelen barbarlık dalgası, en iğrenç milliyetçi galeyanlar ile Kürt işçi sınıfına karşı korkunç bir devlet terörünün uygulanmasını getirmişti.

 

AKP iktidarı, aslında liberal açılımlarının kaymağını belki de önceki benzeri iktidarlardan fazla yedi ve içi doldurulmamış "çözüm" naralarıyla savaştan bıkmış Türk ve Kürt emekçilerinin bir kısmının desteğini kazanmayı başardı - ki Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu şehirlerde oylarının DTP'nin oylarına yakınlığı da bunun bir göstergesiydi. Fakat burjuva düzeninin tamamını savaşa sürükleyen kapitalist çürüme ortamında, hiçbir burjuva kesiminin süregelen savaşlara gerçekten çözüm önerme kapasitesi yoktur. Bu yüzden şiddetlenen çatışma ortamında, aslında önünü  kesmeye çalışan askeri ve sivil bürokratlara ve Kemalist milliyetçi eğilimlere karşı koltuk mücadelesinde kısa vadeli bir zafer kazanmış olan AKP'nin orduyla arasındaki, Irak'ın işgal edildiği dönemde bile korunan mesafenin yerini, tam da AKP'nin geçici olarak alt ettiği kesimin açıktan açığa şövenist sloganları aldı. Son olarak gördüğümüz "pompalı tüfek" olayında AKP'nin tutumu bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Olayların ülkenin her yerinde dehşet verici bir iç savaşa gitmesi ihtimalini getiren durum şu şekilde oluştu: İstanbul'da eylem yapan Kürt göstericilere bir 'vatandaş' pompalı tüfekle ateş etti, bu olayın ardından Tayyip Erdoğan bu 'vatandaş'ı desteklemek amaçlı bir açıklama yapma gereği duydu. Tayyip Erdoğan'ın neden bu 'vatandaş'ı savunma gereği duyduğu üzerine biraz düşününce, akla hayli korkutucu bir geleceğe dair ihtimaller geliyor.

 

 

Türk burjuvazisinin bütün kesimleri, süregelen savaşın önünde durabilecek bir perspektife sahip olmaktan acizler. Savaşın iki tarafta da yarattığı, savaştan geçinen kemikleşmiş kesimler çatışmaların sürmesini isterken, "demokratik çözüm" önerisiyle ortaya çıkan liberal kesimler, sürekli kendilerini savaş gündemine daha fazla çekilmiş buluyorlar. TSK'nın PKK ile savaşını bitirebilecek tek şey, başka bir ülkeyle, daha fazla felaket ve barbarlık getirecek bir savaşa girmek olabilir. Eğer böyle bir şey olmazsa, mevcut savaş derinleşmeye, olduğundan çok daha korkunç bir iç savaş haline evrilmeye devam edecektir. Zira derinleşen ekonomik kriz ve en aşırı milliyetçi ve şövenist eğilimleri azdıran toplumsal çürüme, hakim sınıfın bütün kesimlerini, daha fazla barbarlık getirecek olan savaşlara itiyor. Mevcut durumda da Türk burjuvasinin milliyetçi söylemleri güçlendirerek, onlarca yıldır devam eden savaşta işçi sınıfının yeni evlatlarını da ölüme gitmeye seferber etmeye çalışacağını söylemek mümkün. AKP hükümeti de, hakim sınıfın bürokratik kesimine karşı konumunu güçlendirdikten sonra, tekrar bu kesimin sloganlarıyla kanlı çatışmalara doğru yürüyor.

 

Türkiye burjuvazisinin perspektifinin ortaya attığı sorunun aslında bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle aynı olduğu söylenebilir. Bu sorun, burjuvazinin bir kesiminin iddia ettiği gibi daha fazla "demokrasi ve özgürlükler" olmaması ve Avrupa Birliği'ne giremeyiş sorunu değil; bir başka kesiminin iddia ettiği gibi "laikliğin" tasfiye edilmesi ve "Cumhuriyet'in kazanımlarının" geri alınması veya bağımsızlık eksikliği sorunu hiç değil: bu sorun ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

Kürt Emekçilerine Karşı Ulusal Baskı ve Kürt Milliyetçiliği

 

"Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin kökünü de ben temizleyeceğim" - Koçgiri Ayaklanması'nı bastırmakla görevli Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa

 

"Oluk gibi kan akıtıldı, her taraf cesetlerle doldu." -Dersim İsyanı'nın bastırılmasına katılmış bir asker

 

"Biz cumhuriyetin ilkelerine bağlıyız, cumhuriyeti reddetmiyoruz. Gelin bu cumhuriyeti demokratikleştirelim diyoruz. Cumhuriyetin demokratikleşmeye ihtiyacı var. Aksi halde devlet batar, iflas eder." -Abdullah Öcalan

 

Türk burjuvazisinin ardından, TSK'nın karşısında duran PKK'nin ve mecliste temsil edilen Kürt burjuvazisinin savaşın gidişatına dair perspektifini incelemek yerinde olacaktır. Fakat PKK ve Kürt burjuvazisinin perspektifini ele alabilmek için, PKK'nin karşı olduğunu iddia ettiği ve ideolojik temelini üzerine kurduğu ulusal baskı meselesine ve Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskı ile Kürt milliyetçiliğinin ilişkisine tarihsel olarak kısaca değinmek gereklidir .

 

 

Her şeyden önce hiçbir şekilde inkar edilemez olan gerçek, Kürt emekçilerinin ulusal baskıya tabi tutuldukları ve geçtiğimiz yüzyılda bu baskının kimi dönemlerde soykırıma varacak derecede korkunç boyutlara ulaştığıdır. Türkiye Cumhuriyet'inin ilk yıllarında, ağzı ve pençeleri Ermenilerin ve Rumların kanına bulanmış Türk burjuvazisi, dini temalı ve toprak ağalarının yönettiği milliyetçi isyanları bastırmak kisvesi altında korkunç katliamlara girişir. 1925'teki Şeyh Sait ayaklanmasının ardından, yaklaşık 80,000 insanın, korkunç şekillerde öldürüldüğü söylenmektedir, Ağrı ayaklanmasının ardından ise 15,000 kişi katledilecektir. Bu örneklerin en çarpıcısı ise Dersim ayaklanmasının bastırılmasıdır: Sadece Munzur Çayı'nda 50,000 kişinin öldürüldüğü olayda, resmi kaynaklara göre 70,000'den fazla insan katledilirken, çeşitli  kaynaklar bu rakamın 300,000'e kadar çıktığını söylemektedir. Celal Bayar 1938'de TBMM'de "Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır" demiştir. Sadece 1938'e kadar isyanların bastırılmasında ve zorunlu göçlerde bu şekilde katledilenlerin sayısının 800,000'e yaklaştığı iddia edilmektedir. Ulusal baskı daha sonra da devam etmiştir. Türkiye devleti, PKK'yle mücadele kisvesi altında sistematik bir biçimde binlerce köyü yakmış, yüz binlerce emekçiyi evlerinden etmiştir. Ulusal baskı öyle bir noktaya gelmiştir ki toplumun kemikleşmiş bir parçası olmuş ve aslında devletin kontrolünden de çıkmıştır.

 

 

Doğası gereği burjuva bir eğilim olan Kürt milliyetçiliği, her zaman Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskıdan beslenmiştir. Fakat aslında emekçilere karşı uygulanan ulusal baskının önünde durmak hiçbir zaman Kürt milliyetçisi eğilimlerin gündeminde olmamıştır. Bu ilişkinin en çarpıcı örneği, 300,000 emekçinin akıl almaz derecede iğrenç bir biçimde katledildiği Halepçe Al-Anfal operasyonu sırada, Barzani ve Talabani'nin Kürt milliyetçisi peşmergelerinin tutumlarıdır. Irak ordusu Halepçe'ye öldürücü gazları salarken, milliyetçi peşmergeler, suratlarında gaz maskeleri, şehri kuşatmış ve ödeme yapabilen zenginlerin  çıkışına izin verirken, emekçilerin ve fakir kesimlerin şehirden çıkmalarını engelleyerek onları acımasızca ölüme mahkum etmiştir. Bu eğilimler bugün de aynı işçi düşmanı tutumlarını sürdürüyor ve işçi grevlerini, işçileri vurmak suretiyle bastırıyor.

 

 

 

'Emek' yanlısı olma iddiasındaki PKK'nin de ulusal baskıya gerçekten karşı çıkmadığı bu eğilimin kimi liderlerinin değişik zamanlarda verdikleri "Cumhuriyet", ABD, AB, Suriye, vb. devletler ile Barzani ve Talabani yanlısı demeçlerinden veya konumlarından anlaşılıyor aslında. Kapitalizmin çöküş evresinde, küçük emperyalist burjuva devletler gibi bütün ulusal kurtuluş hareketleri de yalnızca çeşitli devletlerin şu veya bu şekilde desteğini aldığı sürece, silahlı olarak faal bir güç biçiminde var olabilmiştir. PKK de, TSK gibi kendi çıkarları için emekçi çocuklarını ölmeye ve başka emekçi çocuklarını öldürmeye gönderen ve yeri geldiği zaman temsil ettiğini iddia ettiği ulusal kökene sahip kişilere şiddet uygulamaktan çekinmeyen bir eğilimdir ve Kürt işçilerinin sorunlarına hiçbir çözüm önermemektedir.

                                                                                                                 

PKK'nin ve Kürt Burjuvazisinin Perspektifi

 

"Ben ülkemi severim. Annem de Türk'tü. Eğer bir hizmet gerekirse yaparız (...) Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkanım varsa ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim." -Abdullah Öcalan

 

Mevcut savaş durumunu biraz daha net bir biçimde ortaya koymak için PKK ve Kürt burjuvazisinin bugünkü perspektifini de analiz etmek gereklidir. Aslında karşı cephedeki sorunun aynısını paylaşmaktadır bu kesim de. İçinde bulunduğu durum yüzünden dağa çıkmak zorunda kalan binlerce genç emekçinin bombalanmasından bir süre sonra, hapishanede Abdullah Öcalan'ın kötü muamele görmesi nedeniyle sert eylemler örgütlenmesi, PKK 10. Kongre'sinin "Önder Apo'nun özgürleştirilmesini önümüzdeki sürecin tek ve en temel görevi olarak belirlemiş, bütün çalışmalarını, karar ve değerlendirmelerini bu hedefe kilitleme temelinde yapmış" olması ortaya, tanrılaştırılan bir kişiliğin etrafında şiddeti artan bir savaş perspektifi koymanın yanı sıra, 'Kürt hareketi' olarak adlandırılan hareketin içerisindeki sınıfsal farklılıkları da gözler önüne sermektedir: Dağlarda savaşan, ölmeye gönderilen 'önemsiz' işçi çocukları, şehirlerde polisin önüne sürülen, dayak yiyen, göz altına alınan hapsedilen, işkence gören 'önemsiz' emekçi destekçiler ve de 'kıymetli' önderler... Türkiye Cumhuriyeti'nin hakim sınıfı ile Kürt hareketinin hakim sınıfı aynı hamurdan yapılmıştır.

 


 

Tıpkı Türk burjuvazisi gibi Kürt burjuvazisinin bir kesimi de çıkarları doğrudan savaşın devamına bağlanmış olan kesimin aksine arada sırada savaşa "demokratik çözüm" gibi kavramlar öne atar. Burjuvazinin bütün kesimlerinin savaşa sürüklendiği durumu, nasıl Tayyip Erdoğan'ın "aklını başına getirdiyse", Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmayı uman kanadının da "aklını başına getirdi". Milletvekili Emine Ayna'nın şu sözleri bu bağlamda anlamlıdır: "Biz, yüzümüzü AKP'ye döndüğümüz için halkımız da yüzünü AKP'ye döndü. 22 Temmuz seçimlerinin ardından özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, dönüp bize Meclis'te 'PKK terör örgütüdür demedikçe' konuşmaya hakkınız yoktur demesiyle biz kendimize geldik. O zaman fark ettik, o zaman yanlışımızı gördük." Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmak isteyen kesimi de, şu sıralarda , ceketinin önünü ilikleyerek MHP'li Devlet Bahçeli ile el sıkışmış olan eski lideri gibi savaş naraları atıyor. Bunun yanı sıra Kürt burjuvazisinin bütün kesimlerinin ortaya sürdüğü "önderliği özgürleştirme" sloganı, Türk burjuvazisinin "terörü yok etme" sloganından daha içi dolu bir slogan da değil; iki slogan da işçi sınıfına 'savaşı bitirmek' için daha fazla savaştan başka bir şey vaat edilmediğinin göstergesi. Kürt burjuvazisinin perspektifi de Türk burjuvazisiyle ve bütün dünya hakim sınıflarıyla aynı sorunu ortaya atıyor: Bu, ne demokratik çözüm olmaması ve Türk burjuvazisiyle uzlaşılamaması sorunu, ne de 'bağımsız' bir Kürdistan'ın kurulamaması sorunu. Bu:  Ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

İşçi Sınıfının Perspektifi

 

Derinleşen savaş ve barbarlık ortamında ne Türk ne de Kürt burjuvazisinin gidişata çözüm üretebilme durumu vardır. Çözümleyici olmak bir yana, barbarlığın körüklenmesini önlemeyi bile başarabilmekten aciz durumdalar. Türkiye'de TSK ile PKK arasındaki savaşın şiddetlenmesi, yalnızca Türk ve Kürt işçi sınıfı için değil, bütün Ortadoğu işçi sınıfının konumunu kötüleştirecek ve bütün dünya işçi sınıfının boğuşmak durumunda kaldığı barbarlığa katkıda bulunacaktır. Hem Türk hem de Kürt burjuvazisinin perspektifinde savaş var ve bu da hem Türk hem de Kürt işçi sınıfının geleceğinde daha fazla ölümler olacağı anlamına geliyor. Burjuvazinin kesimlerinin hepsi, krizin getirdiği zorluklar çerçevesinde ve savaş makinelerini beslemek uğruna işçi sınıfından evlatlarını ve ekmeklerini istemek zorunda kalacaklar.

 

Barbarlığın gidişatında burjuvazinin çaresiz katkısı ve işçilerin çekeceği sıkıntılar göz önünde bulundurulursa, kanlı savaşları ortadan kaldırabilecek perspektifin yalnızca proleteryanın sınıf savaşı olduğunu görmek zor değil. Savaşı körükleyen iki tarafa karşı, Türk ve Kürt işçilerinin çıkarları, dünya proleteryasıyla enternasyonalist temelde birleşerek bütün dünyadaki hakim sınıflara karşı mücadeleyi zorunlu kılıyor. Böylesi bir sınıfsal dayanışmanın inşaası süreci, yalnızca savaşa karşı bir mücadeleyi değil, aynı zamanda Kürt emekçilere karşı uygulanan ulusal temelli baskının parçalanmasını da zorunlu olarak içinde barındıracaktır; bu nedenle o sorunun da tek çözümüdür.

 

Burjuvazinin bütün kesimlerinin dünyaya dayattığı barbarlığı engelleyebilecek, akan kanı durdurabilecek tek güç, perspektifi enternasyonal sınıf birliği ve mücadelesi olan işçi sınıfıdır.

 

Cihan

 

Tarihimizi ya kendimiz belirleyeceğiz ya da tarih biz olmadan belirlenecek

Aşağıdaki bildiri elimize libcom adlı bir internet forumu yoluyla ulaştı. Bildiride sözü geçen işgal şu anda bitmiş ve olayların arka planıyla ilgili bilgimiz çok sınırlı olmasına rağmen bu bildiriyi olabildiğince yaygın bir şekilde dağıtmak için yeterince önemli bulduk. GSEE (Yunan Genel Emek Konfederasyonu) Yunanistan'da ki ulusal sendikanın kısaltılmış adıdır.


Tarihimizi ya kendimiz belirleyeceğiz ya da tarih biz olmadan belirlenecek.

Biz kol emekçileri, işçiler, işsizler, geçici işçiler, vatandaş ya da göçmenleriz. Bizler pasif TV izleyicileri değiliz. Alexandros Grigoropoulos'un cumartesi gecesi katledilmesinden beri tüm gösterilere, polisle yaşanan çatışmalara, şehir merkezinin ve mahallelerin işgaline katıldık. Zaman zaman çalışmayı ve günlük yükümlülüklerimizi öğrencilerle, üniversite öğrencileriyle ve kavgadaki diğer proleterlerle sokakları ele geçirmek için bırakmak zorundaydık.
GSEE binasını işgal etmeye de şu nedenlerle karar verdik;

  • Bu binayı işçilerin özgür ifade ve buluşma merkezine dönüştürmek için.
  • TV ekranlarından işçiler çatışmaların mağduru olarak sunulurken ve Yunanistan ve tüm dünyadaki kapitalist kriz, medya ve onların patronları tarafından 'doğa güçlerinin işi' gibi sunulan sayısız işten çıkarmalara yol açarken, işçilerin çatışmalarda olmadığını, yaşananların 500 "maskelinin", "holiganın" çıkardığı olaylardan ibaret olduğunu iddia eden medya çığırtkanlığı kaynaklı miti ve diğer masalları çürütmek için,
  • Sendika bürokrasisinin ayaklanmanın baltalanmasındaki rolünü eleştirmek ve açığa çıkarmak için. GSEE ve tüm sendika mekanizması, on yıllardır mücadeleleri baltalamak, bizim emeğimizi üç beş kırıntıya pazarlamak, sömürü ve ücretli kölelik sistemini ebedileştirmek için  sendika bürokrasisini. GSEE'nin geçen çarşamba günü sergilediği duruş oldukça açık: GSEE, grevcilerin önceden belirlenmiş gösterilerini iptal etti. Bir yandan insanların isyan virüsünden etkilenmesinden korkan, diğer yandan da insanların meydandan çabucak dağıtılacağından emin olarak sendika, etkinliği Sintagma meydanı'ndaki kısa bir toplanmaya yönlendirmekle yetindi.
  • (Ayaklanma tarafından yaratılan toplumsal alan gibi) Bizim sendika primlerimizle kurulan bu binayı, bu alanı ilk kez olsun işçilere açmak, hep dışında tutulduğumuz bu alanı açmak için. Tüm bu yıllar boyunca her türden kurtarıcıya güvendik ve sonunda şerefimizi kaybettik. İşçiler olarak artık sorumluluklarımızı almalı ve umutlarımızı akıl hocalarına, 'yetkili' temsilcilere vermeyi bırakmalıyız. Bir araya gelmek, birleşmek, karar vermek ve eylemek için kendi sesimizi kazanmalıyız. Süre giden saldırılara karşı; Tek yol kolektif 'taban' direnişinin oluşturulması.
  • İş yerlerinde öz-örgütlülük ve dayanışma fikrini, mücadele komitelerini, kolektif taban yöntemini yaymak, bürokrat sendikacıları ortadan kaldırmak için.

Yıllardır yoksulluğumuzu, satılmışlığımızı, işyerindeki şiddeti yutkunduk durduk. İş kazası olarak adlandırılan sakat kalmaları ve ölümlerimizi saymaya alışkın hale geldik. Öldürülen göçmenleri -sınıf kardeşlerimizi- görmezden gelmeye alıştırıldık. Artık hayallerde kalmış olan ücretlerimizi, vergi geri ödemesini ve emekliliğimizi güvence altına alma kaygısıyla yaşamaktan bıktık.
Hayatlarımızı patronların ve sendika temsilcilerinin ellerine teslim etmemek için mücadele ediyoruz, aynı şekilde hiçbir tutuklu isyancıyı devletin ve yargı mekanizmasının eline terk etmeyeceğiz.
Gözaltılar hemen serbest bırakılsın!
Tutuklananlara ceza verilmesin!

Genel işçi grevinin öz-örgütlenmesi için mücadeleye!
KURTARILMIŞ GSEE BİNASI İŞÇİ MECLİSİ
17 aralık 2008, çarşamba
İsyancı İşçilerin Genel Meclisi


İşgal edilen binadaki pankartta yazılanlar;

İş "Kazalarında"

Soğukkanlı cinayetlerde,

Devlet-Sermaye öldürür!

Cezalandırmalara Hayır!

Tutuklananlar derhal serbest bırakılsın!

GENEL GREV

İşçilerin öz-örgütlülüğü

Patronların mezarı olacaktır.

İsyancı İşçilerin Genel Meclisi

Tibet: Hem insan hakları hem devlet baskısı emperyalist çıkarlara hizmet ediyor

Çin devletinin Tibet nüfusuna karşı korkunç davranışı üzerine gerçekleşen protestolar, Olimpik meşalenin geçişinin peşini yakıldığı andan itibaren bırakmadı. 21 Haziran'da meşale Tibet'in başkenti Lhasa'ya ulaştığında bu protestoların en uç noktasına ulaşması olası gözüküyor.

Mart ayında Tibet'teki gösteriler büyük bir hengameye dönüştü. Bu hengamede, Çin hükümetine göre 19 kişi Tibet'li güruhların kurbanı olurken, sürgündeki Tibet hükümetine göre büyük çoğu güvenlik güçlerinin kurbanı olmak üzere 140 kişi öldü. Önemli bir Tibet nüfusunun barındığı başka bölgelerde de hengamelerin çıktığı kaydedildi.

Çin hükümeti sürgündeki Tibetli Budist lider Dalai Lama'yı şiddete teşvik ettiği gerekçesiyle suçladı. Tibet'teki Komünist Parti Sekreteri "Dalai Lama'nın cüppelere bürünmüş bir kurt, bir insan yüzü ve bir hayvanın yüreğine sahip bir canavar" olduğunu söyledi. Guangming Daily adlı gazete ise "Dalai Lama ve destekçileri, eski Tibet'in feodal serf sahiplerinin temsilcileri, elli yıldır Tibet halkı için hiçbir iyi şey yapmamıştır" dedi. Çin devletinin baskılarının ‘ayrılıkçı'ların ABD tarafından desteklendiğinde ısrar eden ve Dalai Lama'nın CIA için çalıştığında, ve Beijing Olimpiyatların kullanarak basında yer bulmayı ve Çin'in onurunu ve istikrarını zedelemeyi amaçladığında ısrar eden solcu destekçileri bölgede bir ‘ulusal kurtuluş' mücadelesi olduğunu reddediyorlar.

Buna karşı, Özgür Tibet Kampanyası "Çin'in 1950'de 40,000 kişiyle Tibet'i istila etmesi haksız bir saldırıydı. [...] 1950'den beri 1.2 miyon Tibetlinin Çinliler tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor [...] Çinlilerin Tibet'e akın etmesi ulusal ekonomiyi istikrarsızlaştırdı" diyor ve şu anda orada "5 ila 5.5 milyon Çinle ve 4.5 Milyon Tibetli"  olduğunu söylüyor. Öte yandan "Hint hükümetine göre Tibet bölgesinde üç tane nükleer füze sahası ve tahmin edilen 300,000 asker bulunuyor". Bu kampanya Richard Gere'nin 1993 Oskar ödüllerindeki konuşmasından Harrison Ford'a, Sharon Stona'dan U2 ve REM gibi müzik gruplarına kadar Batı'nın ünlüleri tarafından da büyük destek görüyor.

Ünlü liberal budistlerin arasında, burada gerçekten bir ulusal bağımsızlık mücadelesi gören solcular da var. Klifçi-Troçkist Sosyalist İşçi Partisi'nin İngiltere'de yayınlanan Socialist Worker (Sosyalist İşçi, 22/3/8) adlı gazete "Tibet'te bu hafta gördüğümüz hengame, yağmalar ve protestolar on yıllardır süre gelen ulusal baskının bir ürünüdür" diyor. Sosyalist İşçi Partisi "ekonomik büyüme pek çok Tibetliyi ıskaladı. Çin halkı ve diğer etnik azınlıklar yeni yaratılan işlerin büyük çoğunluğunu kaptılar" diyerek hayalkırıklığını dile getiriyor. Bu sözler ‘dışarıdan geldiler ve işlerimizi kaptılar' düşünce okulunu çağırıştırıyor...

Farklı propaganda argümanlarının bir kısmı gerçeklik tarafından doğrulanmış durumda. Çin'in Tibet'i işgalinin uzun yıllar süren bir barbarlık olduğuna dair hiçbir şüphe yok. Aynı şekilde, Çin'in devirdiği Dalai Lamacı rejimin yüzyıllardan gelen bir sömürücü rejime dayandığı da bir o kadar gerçek. Ve Çin'in büyüyen emperyalist hırslarını kısmak isteyen bütün emperyalist kuvvetlerin ayrılıkçı ve muhalif hareketleri cesaretlendirmek isteyeceği de daha az yanlış değil. Dalai Lama'yı CIA'nın besleyip beslemediği buradaki önemli mesele değil. Amerikan emperyalizmi pek çok defa rakim emperyalist güçlere karşı insan hakları kartını oynadı: Soğuk Savaş dönemi ve SSCB ve Doğu Avrupa'daki rejimlerin ABD'nin hedefi olduğu döneme bakmak bunun kanıtını görmek için yeterlidir. Hint hükümetinin bölgesel rakibi olan Çin emperyalizmi tehlikesinden dolayı Tibet'ten gözünü ayırmıyor olması da dikkate değerdir.

Fransa Cumhurbaşkanı'nın en son İngiltere Ziyaretinde İngiltere Başbakanı Gordon Brown olimpiyatları boykot etmeye sıcak bakmazken Sarkozy'nin bu ihtimali gözden çıkartmaması birinin diğerinden daha ‘insancıl' oluşundan değil, fakat emperyalist çıkarlarını savunma çabalarının farklı yönleridir. ‘İnsan hakları'nın savunulması ve ‘ulusal baskı'ya muhalefet, tarihin en kana susamış hakim sınıfının standart silahlarıdır. Barış isteklerinden konuştuklarında, savaş hazırlıklarına dikkat etmek gereklidir.

World Revolution

Enternasyonal Komünist Akım Britanya Şubesi

Türkiye: Barbarlığın Karanlığı

 

Kriz

                        

Sermaye medyası her gün uluslar arası finansal krizin kapitalizmin sonu olup olmadığına dair naifçe açık oturumlar ve köşe yazılarıyla bir gürültü yayadursun, dünya işçi sınıfı bu krizin etkilerini uzun süredir yaşamakta. Henüz 1980'lerden başlayarak biriken bu borç sarmalının kökeninde dünya pazarının aşırı doymuş olması durumu yatıyor. Üretilen malların çokluğunda bunların satılamayışı kapitalistleri daha 1970'lerden itibaren hayali önlemler almaya itti. Bu önlemlerden biri 1980'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlayan iş sürecinin düzensizleştirilmesiydi. "İşçi sınıfının" yok oluşu diye duyurulan düzensizleşme aslında kitlesel işten çıkarılmalar ve ücretlerin yarı-zamanlı çalışma veya sanayi bölgelerinde ya da tuzla da olduğu gibi yarı-zamanlı güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaştırılmasıydı. Bunu Türkiye'de gerçekleştirebilmek ve işçi sınıfının direncini kırabilmek için devletin bir "darbe" yapması gerekmişti. Ne var ki bu da sorunu çözmeyince işçi sınıfını krediler verilerek onların sürekli tüketime teşvik edilmesi süreci başladı. Son zamanlarda iyice çığrından çıkmış olan bu kredilerin alınması için burjuvazi elinden gelen her türlü kolaylığı sağlıyordu. Bunun için devletin bilinçli uyguladığı enflasyonist politikalardan bile vazgeçilmişti. Ne var ki işçilerin gerçek ücretlerindeki her hangi bir artışın yokluğunda bu kredilerin anlamı sermayedarların "her şey yolunda" diyerek acı gerçeği geçiştirmesinden başka bir şey değildi. İşte şimdi R.T.E.'nin tabiriyle "bize vurmayacak" olan kriz Türkiye sermayesini böylesine derinden vurmaya hazırlanıyor ve bütün patronların dünya çapındaki rakiplerinin durumunun görüp tir tir titremesine neden oluyor.

 

Tehdit

                                                                        

Nasıl ki Türkiye burjuvazi işçi sınıfını Çin'de olduğu gibi tam bir sefalete ve açlığa itip tamamen ihracata yönelik Çin benzeri bir üretime ya da kredilerle şişirilmiş bir balon ekonomiye geçmekte kararsızlık içindeyse politik taktikler bakımından da bütünüyle hedefsiz ve perspektifsiz durumda. Açık ki iki ucu da çıkmaz sokak olan bu iktisadi "çözümler" gibi Kıbrıs sorunundan AB'ye, Kürt "sorunundan" türban "sorununa" ve demokrasiye, Türkiye patronları ve bürokrasisi tam bir kafa karışıklığı ve çözümsüzlük içerisinde.

 

Örneğin bugün türk ve kürt işçileri için emperyalist barbarlığın yansımasının en can alıcı olduğu "etnik" sorunda bunu görebiliyoruz. Devlet PKK'nın uzlaşmaya açık olduğu 1999 sonrası dönemde kendi iç kliklerinin ve yozlaşmış, tamamıyla çürümüş askeri bürokrasisine laf geçiremediği gibi toplumu emperyalist bir barbarlığa sürükleyerek yeni bir dehşeti yaratmaktan da acizdi. Irak savaşıyla birlikte egemen sınıfın bu zayıflığı kendisini iyice gösterdi ve ne açık savaş ne de "barış" yönünde atılabilecek her hangi bir adım atamadı. Diğer yandan benzer bir ayrım Kürt patronları içerisinde de yaşandı.

Ne var ki bu devletin tavır almadaki bu zayıflığı liberallerin yaydığı pasifist yanılsamaları güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı gibi işçi sınıfı açısından ideolojik olmaktan çok öteye giden sıkıntılar yarattı. Daha bu ay (Ekim) Adıyaman'da, işsiz Türk proleterlerinin asgari ücretle sefalet düzeyinde yaşayan kürt işçilere milliyetçi sloganlarla ve allahuekberlerle, türk bayrakları ellerinde saldırmaları bunun en net göstergesi. Bunun gibi sayısız örnek devletin ve patronların zaafında toplumun giderek daha da yozlaşması ve çürümesi ve sonuçta işçi dayanışmasının genelleşmesinin önünde ciddi engeller yaratmaktadır.

 

Bu noktada soru devletin ve patronların bu zayıflık ve perspektifsizliğinin kökeninde ne yattığıdır. Bu soruya ancak sınıflar arasında dünya çapında geçerli olan güç dengeleri ve bunların tarihsel dönüşümü çerçevesinde bir yanıt verilebilir. 1990'lar da Rusya'da ki cani devlet kapitalizminin iflası asla kapitalist sahtekarların ve sözde "özgürlükçülerin" iddia ettiği gibi Marxsizmin ya da "komünizmin" çöküşü değildi. Bu çöküş devlet kapitalizminin bu sert biçiminin çeyrek yüzyıldan beri süren dünya ekonomik krizi karşısında çöküşüydü. Ne var ki bu çöküş bütün dünya emperyalist ilişkileri açısından onarılmaz bir krizi de beraberinde getirdi.


 

Artık "demokratik" ve "sosyalist" kutuplar dağıldığından emperyalist bloklar içerisinde devletler arasındaki ittifakı koruyacak bir hedef kalmamıştı. Bundan sonra sadece İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük kapitalist devletler değil bir çok "üçüncü dünya" ülkesi ve hatta türlü ulusal kurtuluş hareketleri eski efendilerine ters çıkarları savunabilmeye başladılar. Türkiye burjuvazisi de bu durumu derinden yaşadı ve Irak savaşında tezkereye onay çıkmamasında olduğu gibi eski büyük birader ABD'nin "demokratik haçlı seferinden" kendini ayırmasında bu belirginlik kazandı.

 

Ne var ki bu "ulusal bağımsızlıkçı" (!) tavır Türkiye patronlarını sadece daha derin bir krize ve kaosa itti. Sermayenin ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal hedefsizliği 1980 sonrası toplumsal dejenerasyondan kürt sorunundaki kronik çözümsüzlüğe kadar bir çok sorunda kendisini gösterdi. Koskoca bir işçi kuşağı (malum 1980 kuşağı) içerisinden büyük bir nüfus daha hiç iş yaşamı ve kolektif dayanışmayla tanışamadan kronik bir işsizlik ve çok düşük ücretli iş sonra yine işsizlik döngüsüne hapsoldu. Bu da abuk sabuk akıl dışı tarikatların hızla büyümesinden, tamamen hedefsiz bir öfke korku sarmalına hapsolmuş milliyetçi paranoyayı besledi. Devletin kendi çürümüşlüğü ise, ordu içerisinde özellikle de güney doğuda gelişen ve uyuşturucu-silah ticareti gibi yollarla semiren neredeyse yarı feodal kesimlerin belirmesi olgusunda iyiden iyiye kendisini gösterdi. Kendi payına Kürt ulusal kurtuluş hareketi de Türkiye işçi sınıfının soruna bakış açısını görmezden hatta onu hiç politik hesaplarına katmayarak giriştiği askeri mücadelesinde aynı çözümsüz yaklaşımı izlemektedir. Milliyetçi histerinin bu denli güçlü olduğu bir ortamda enternasyonalist dayanışmanın kurulmasını imkansızlaştıran saldırılar, sadece Kürt ve Türk masum işçi çocuklarının ölümüyle değil, Türk devletinin artan ve kendisini meşrulaştıran saldırılarıyla birlikte gelmektedir. Sorunun salt demokratik ya da silahlı bir çözümünün olduğuna inanan bir kesimden artık bir şey beklenemez. Cephedeki Türk askerleri silahlarını kendi patronlarına ve generallerine doğrultmadan bitmeyerek genişleyecek olan bu kanlı cehennem ancak işçilerin kendi sınıf alanlarında, sınıf dayanışmasını ulusal bağlarına karşı genişletmesiyle mümkün olabilir.

 

Dolayısıyla sermayenin ve devletin krizi her anlamda toplumsal çürüme olarak işçi sınıfının saflarına sızdı ve sinmeye başladı. Bugün işçi sınıfının karşılaştığı bu tehdit -toplumsal çürüme ve milliyetçi/dinci/Kemalist/liberal v.s. histeriler- günden güne birikerek yüzyılın başında ve ortasında dünya işçi sınıfının maruz kaldığı emperyalist savaş tehdidinin boyutlarına erişmektedir. Çünkü bizzat sınıf dayanışmasının önünde ciddi ve ölümcü bir engel olarak durmaktadır. Bu kriz her yandan gelen ekonomik, politik ve askeri tehditlerle büyümekte ve devletin temellerini çürüttükçe onu her an işçi sınıfının üzerine yıkılmaya daha da eğilimli hale getirmekte.

 Direnç                                                                              

                                                                                                

Ne var ki bu hiç de ümitsiz olmayı gerektirmiyor. İşçi sınıfı nasıl 1. Dünya Savaşını kendi sınıf alanında mücadele ederek, emperyalist savaşı devrimci iç savaşa çevirerek bitirmeyi başarmış ve Rusya'da dünyanın ilk devrimini gerçekleştirmeyi başarmışsa bugün de devletin ve patronların çürüyen yükünü sırtından atmaya muktedirdir. Bunun işaretleri bütün dünyada mevcut. Çin'den Almanya'ya, Mısır'dan Bangladeş'e kadar dünyanın her yerinde işçi sınıfı yeniden mücadeleye sarılıyor ve krizin de derinleşmesiyle birlikte önünde açılan fırsatları değerlendirmek için daha kararlı ve deneyimli hale geliyor. Türkiye'de de kanlı operasyonun arifesinde onca milliyetçi histeriye rağmen gelişen Telekom grevinde, Novamed veya birkaç yıl önce gerçekleşen Çorum mücadelelerine, işçi sınıfının belli farklı kesimleri mücadeleye atılmaya istekli ve kararlı görünüyorlar.

 

Ne var ki bu kesimlerin önünde çok ciddi ve büyük engeller bulunuyor. Bunun en başında sermayenin çeşitli kesimlerinin yaydığı kafa bulandırıcı mistifikasyonlar bulunuyor. Şimdi bunlardan birkaçını incelemeye çalışalım.

 

Bu ideolojik manipülasyonlardan ilkini demokrasi söylemi oluşturuyor. Sermayenin çanak yalayıcıları için demokrasi öyle sihirli bir değnek ki, kürt sorunundan, çevresel-ekolojik yıkıma, işçi "haklarından" -ama asla ücretler değil- sözde "türban" sorununa bir çok konunun çözümünü bu oluşturuyor. Sermayenin bu eski göz bağının yeniden mecliste Ufuk Uras ve dışarıda troçkistlerden sol-liberallere çeşitli çevreler tarafından uyandırılmasının nedeninin burjuvazinin politik çözümsüzlüğü olduğuna yukarıda değinmiştik. Dolayısıyla bu engel işçi sınıfının militan mücadelesine ikame edilip kapitalist toplumun her anlamda yaşadığı krize sınıflar üstü bir çözüm olarak sunuldukça sınıf mücadelesinin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Devletin krizi derinleştikçe demokrasi yalanı azalacağına azıtıyor ve proleter politik çevrenin içerisindeki bir çok insana sızmaya devam ediyor. Dahası bu yalanın içerikteki belirsizliği onun her tür sorun karşısında önceden hazır ve geçerliliği kendinden menkul bir tür belirsiz formülasyonlar dizisi olarak belirmesini engellemiyor. Öz-yönetimden, anadilde eğitime, anayasal krizden türban sorununa sınıf "körü" bu "çözümler" sadece kapitalist toplumun krizini gizlemeye yarıyor.

 

 

 

İşçi sınıfının karşılaştığı diğer bir engeliyse sendikalar oluşturuyor. Kar oranlarının işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının ölüm derecesinde zorlandığı birçok geri sektörde bu koşulları düzeltme yönündeki işçi sınıfı inisyatiflerinin tek şansı bu sektörlerin doğası gereği yaygın ve geniş bir dayanışmadan geçmesine rağmen sendikaların bunları nasılda tekil işletmeler düzeyine hapsetmek için manevralar yaptığını son yıllardaki grevler boyunca gördük. Tek tek mücadelelerin bu yolla zamansızca patlaması ve sendikal bürokrasinin içsel kavgalarında araç olarak kullanılması sonucu işçilerin enerjisi kimi zaman aylar süren tüketici mücadeleler sonucunda harcanıyor ve bu zaman zaman radikal söylemler arkasına gizlenerek yapılıyor.

 

Sendikalar işçi sınıfının daha örgütlü ve deneyimli olduğu memur ve işçi kesimlerinde de benzer taktikleri uygulamaktan geri kalmıyor. Örneğin uzun bir mücadele deneyimi ve kararlılığına sahip olan memur kesiminde her toplu sözleşme döneminde çeşitli sendikalar aralarındaki iş bölümü gereği önce işçileri bölüp sonra da onların kararlılığını sınamak için hedefsiz ve tüketici eylemler ile sınıfı bir kere daha bölüyorlar.

 

Buna karşılık bu gün Türk ve Kürt emekçilerinin asıl direnç noktasını gerçek anlamıyla enternasyonalist bir dayanışmadan başka bir şey oluşturmuyor. Sınıfın güçlerinin böylesine dağınık, bölük pörçük ve yorgun tutulması için yapılan sendika, sol parti ve sekter ideolojik ayrıştırmalara karşı, en örgütlü ve kararlı olan kesimlerde bir bilincin ve dayanışmanın yavaş yavaş gelişmesi gerekiyor ve bunun gelişmeye başladığı görülüyor. Bunun yolu da sanayi işçilerinin, serbest sanayi bölgelerinde çalışan emekçilerin ve memurların, ortak grev asamblelerinde bir araya gelebileceği bir mücadele sürecinden geçiyor. Bu süreç ise belli ki hemen gelişmeyecek. Dahası bu kimi yenilgilerin sınıfın bilincinde birikmesini bile gerektirebilir. Sendikal manevraların kısmen harcadığı Telekom grevi buna iyi bir örnek. Ama sonuçta işçilerin öne çıkıp kitlesel olarak mücadele edebileceğini gösteren bu tarz örnekler şüphesiz ki krizin derinleşmesiyle birlikte artabilecektir. Sermayenin işçilerin yaşam koşullarını her hangi bir tutarlı ideolojik mazeret sunmaktan aciz bir biçimde düşürdüğü mevcut kriz koşullarında bu güneşin her gün doğması kadar geçerli bir beklenti olacaktır. Sorun, bunların genel hedef ve doğrultusunun genelleşmiş bir sınıf dayanışması kurabilmesi, Kürt-Türk düşmanlığını aşması ve işsizleri peşine takabilmesi ve nihai olarak da dünya proletaryasının mücadelesiyle birleşebilmesindedir.

 Hedef                                                        

 

Ne var ki bu perspektifin gelişmesinde sınıfın içerisinden çıkmış olan politikleşmiş işçi çevrelerine önemli bir görev düşüyor. Çünkü böylesi bir dayanışmanın kurulabilmesi ve sendikalar ya da demokrasi ilüzyonu gibi engellerin aşılabilmesi için bu çevrenin netliği ve bir anlamda da öncülüğü gerekiyor. Kitlesel mücadele dönemlerinde örgütlü bir politik müdahalenin önemini yıl dönümünde olduğumuz Rus Devrimi çok net bir biçimde göstermektedir. Toplumsal yıkımın ve kapitalist ekonomik iktidar aygıtlarının insanlığı sürüklediği çöküşün derinliği düşünüldüğünde bu çaba tıpkı 1. Dünya Savaşındaki enternasyonalist çekirdeklerin gösterdiği çaba kadar değerli ve gerekli hale gelmiştir. İşçi sınıfı mücadele içerisine girdiği her seferinde yorumcu veya izleyici konumunda kalmak politikleşmiş işçilerin kaderi değildir. Bunlar örgütlü ve militan bir faaliyet yoluyla kendi tartışmalarından ve işçilerin geçmiş deneyimlerinin derslerinden çıkardıkları sonuçları sınıfın geneline yaygınlaştırabilir ve tartışabilirler. Bu tartışma da şüphesiz işçi sınıfının önündeki engellerin aşılmasında altın değeri taşıyacaktır. Dolayısıyla enternasyonalist ve sınıf mücadeleci çizgisinden vazgeçmeyen politik işçi grupları ve bireylerinin şimdiden bu tartışmayı örgütsel sorunu da merkeze alarak yürütmesinin yaşamsallığını görmek gerekmektedir. Bir diğer noktada bunu artarak belirginlişmekte olan dünyanın her yerinde gelişen politik işçi çevreleriyle birlikte yürütmek. Enternasyonalist ilkenin olmazsa olmazı olan böylesi bir tartışma enternasyonalist bir komünist müdahalenin de temelini oluşturacaktır.

 

Dolayısıyla; 3. Enternasyonalin ve Rosa Luxemburg'un çağrısı halen geçerli ve acil; YA SOSYALİZM YA BARBARLIK. Ya kapitalist barbarlık içerisinde yok oluş ya da işçi sınıfının dünya çapındaki komünist devrimi.

Temel 

 

Tags: 

Yeni Kafkas Savaşına Hayır!

Gürcistan ve Güney Osetya arasındaki askeri etkinliklerin patlak vermesi bir taraftan NATO tarafından desteklenen Gürcistan diğer taraftan ise Rus devleti arasında büyük ölçekte bir savaşın çıkması tehdidini oluşturmuştur. Şimdiye kadar çoğunluğu barışçıl kent sakini olmak üzere binlerce insan katledildi ve yaralandı. Şehirler ve yerleşim yerleri yerlebir edilerek yok edildi. Toplum milliyetçi ve şovenist bir histerinin pis sularında akıntıya kapılmış durumdadır.

Devletler arasında her zaman ve her yerde yaşanan çatışmalar olduğu gibi, yeni Kafkas savaşında dürüstlük ve adillik de olamaz - ancak suç olabilir. Yıllardır körüklenen kor askeri bir yangına neden olmaktadır. Gürcistan'daki Saakaşvili rejimi nüfusun 3/2'sinin yoksulluğundan ve ülkenin şimdiye kadar ki en büyük iç huzursuzluklarından sorumludur. Bu her şeyin silinip yok edileceği umuduyla "küçük başarılı bir savaşa" kilitlenme dışında bir yol bulma arzusuna neden olmuştur. Rus hükümeti Kafkas'taki hegemonyasını korumak için azmetmektedir. Bugün zayıfın yanında oluyormuş gibi davranıyor, ancak ikiyüzlülükleri apaçık ortadadır: aslında, Saakashvili sadece Putinci askerlerin 9 yıl önce Çeçenya'da yaptıklarını tekrarlamaktadır. Osetya ve Abazya'nın yöneten çevresi bölgede Rusya'nın özel müttefiki rolünü güçlendirmeyi ve aynı zamanda "ulus fikri" ve "insanları kurtarmanın" test edilmiş meşalesi etrafındaki fakirleştirilmiş nüfusu harekete geçirmeyi amaçlamaktadırlar. ABD liderleri, Avrupa devletleri ve NATO öte yandan, yakıt kaynaklarına ve ticaret yollarını kontrol altında tutabilmek için Kafkasya'daki Rus rakiplerinin etkisini zayıflatmayı düşünmektedirler. Bu yüzden iktidar, petrol ve gaz için mücadelede dünya karşıtlığının son halkasının şahitleri ve kurbanları haline geldik.

 

Bu kavga Gürcü, Osetyalı, Abaza ve Rus emekçilerine kan ve göz yaşı, sayısız felaket ve yoksulluktan başka bir şey getirmeyecektir. Kurbanların arkadaşlarına ve ailelerine, tepelerinde çatısız bırakılan ve bu savaşın sonucu olarak geçim kaynaklarından edilen insanlara derin duygularımızı derin üzüntülerimizi ifade ediyoruz.

Bizler "bizim" hükümetimiz ile birlik ve "ana vatanı korumanın" bayrağını dalgalandırmayı talep eden milliyetçi demogojinin etkisi altında kalmamalıyız. Basit insanların esas düşmanı diğer milliyetlerden veya hudutların diğer tarafındaki fakir insanlar değildir. Onların düşmanları tüm kanun koyucular ve patronlar, başkan ve başbakanlar, iş adamları ve iktidarı ve zenginliği arttırma amacı için savaşları yöneten generallerdi. Bizler Rusya, Osetya, Abazya ve Gürcistan'daki emekçi insanları milliyetçiliğin ve vatanseverliğin yemini yutmamaya ve öfkeyi sınırların her iki tarafındaki yöneticiler ve zenginler üzerine çevirmeye çağırıyoruz.

Rus, Gürcü, Osetik ve Abaza askerler! Komutanlarınızın emirlerine itaat etmeyin! Silahlarınızı sizi savaşa gönderenlere karşı doğrultun! "Karşınızdaki" askerleri vurmayın - onlarla kardeşleşin: süngüyü yere saplayın!

Geri saflardaki emekçi insanlar! Askeri çabaları sabote edin, savaşa karşı miting ve gösteriler düzenlemek için iş yerlerini terk edin, kendiniz örgütleyin ve savaşa karşı grev yapın!

Savaşa ve yönetici ve zenginler olan organizatörlerine hayır! Cephelerdeki ve hudutların arkasındaki emekçi insanlarla dayanışmaya evet!

KRAS-IWA

 

 

Tags: 

EKAonline - 2009

Bir gün yeter mi?

 

Kriz yine bir kabus gibi çöktü üzerimize. Krizin 'teğet geçtiği' iddia edilen Türkiye'de resmi rakamlara göre işsizlik %15,5 gibi rekor bir orana ulaştı ki gerçek durumun çok daha kötü olduğunu herkes biliyor. Kamu sektöründe ise %2.5+%2.5'luk zamla devlet emekçilere enflasyonun bir hayli altı bir miktar vererek aslında bir maaş kesintisi yaptı. Krizin etkileri diğer ülkelerde de benzer şekilde: Nüfusun %35'inin saatlik 3,25 TL veya daha az para ile geçindiği Çin'de, hükümete göre krizin 'geri dönüş'ünün ardından on iki milyondan fazla kişi işsiz kaldı. ABD'de geçtiğimiz sene 2,6 milyon insan işsiz kaldı ve bu sene, bu rakama iki milyon kişi daha eklendi.

 

Kapitalizm aslında şu anda yeni bir krize girmiş değil. 1960'ların sonundan beri teklemeye başlayan ekonomi, kredi ve borçlarla ayakta durmaya çalışıyordu. Çünkü biz emekçilerin emeği o kadar üretken hale gelmiş ve o kadar bolluk yaratıyordu ki artık pazarda bollaşan malların değeri yok pahasına düşmek zorundaydı. Bunun karşısında sermaye, yoktan para var ederek yani spekülasyonla, çok düşük faizli kredilerle dünyayı geri ödenemeyecek miktarda borca boğdu. Bugünkü sorun ise bu borçların asla geri ödenemeyecek olması.

 

Kriz karşısında burjuvalar 'hepimizin sıkı çalışması gerek' diyor. Fakat kastettikleri aslında şu: 'işçi sınıfının sıkı çalışması gerek'! İşte bu yüzden bugün grev yapıyoruz. Yaptığımızın bir "uyarı grevi" olduğunu söylüyorlar. Açlığımıza, çalışma koşullarımıza, işsizlik tehlikesine, kısaca krizin ve düzenin sırtımıza bindirdiği herşeye olan tepkimizi bir güne sığdırmaya çalışıyorlar. Bizleri, bizi sömürenlerin bayrağı altında toplanmaya çağırıyorlar. Mücadelemizi bir güne hapsediyorlar. Başka bir ihtimal, başka bir yol yok mudur?

 

Aralık 2008'de Yunanistan Olanları Biliyor Musunuz?

 

Yunanistan'da anarşist bir gencin polis tarafından öldürülmesinden sonra işçiler ve öğrenciler tarafından bir dizi grev ve işgal gerçekleştirildi. En önemlisi işçiler ve öğrenciler kendileri için hareket ettiler ve kendi mücadelelerini kontrol etmek için kitle toplantıları gerçekleştirdiler, kitle meclisleri oluşturdular. Burada işçilerin yaptığı en önemli eylem onların mücadelelerini lanetleyen devlet güdümlü sendika konfederasyonunun binalarını işgal etmek oldu. Buraları bütün işçilerin birbirleriyle tartışabileceği ve mücadele içerisindeki dayanışmayı kurabilecekleri özörgütlenme zeminine dönüştürdüler. Çünkü Yunanistan'daki işçiler kendilerine şunu sordular; Yıllardır aidat ödediğimiz sendikalar neden şimdi bize hiçbir şey yapmamamızı söylüyorlar? Neden sendikalar onları sadece hiçbir sonuç vermeyen 'demokratik' eylemlere yöneltmekle yetiniyordu? İşçilere göre bunun cevabı net ve açıktı. Yaşam koşullarının ve yaşam standartlarının korunması için onları umursamayan sendikalara değil kendi kitlesel güçlerine ve kitle grevlerine güvenmeleri gerekiyordu. İşçiler işgal ettikleri sendika binasından şu duyuruyu yaptılar:

 

"Tüm bu yıllar boyunca her türden kurtarıcıya güvendik ve sonunda şerefimizi kaybettik. İşçiler olarak artık sorumluluklarımızı almalı ve umutlarımızı akıl hocalarına, 'yetkili' temsilcilere vermeyi bırakmalıyız. Bir araya gelmek, birleşmek, karar vermek ve eylemek için kendi sesimizi kazanmalıyız. Süre giden saldırılara karşı; Tek yol kolektif 'taban' direnişinin oluşturulması."

 

Bangladeş ve Çin'de Olanları Biliyor Musunuz?

 

Bangladeş'te 2006'da binlerce işçinin ayaklanması belirli sanayi bölgelerini vurmuştu. Fakat bu sefer, işçiler çok daha kitlesel ve sert hareket ettiler. Ülkenin tekstil endüstrisinin merkezindeki fakir bir kent olan) Narayanganj'da ki bir Rupashi kazak fabrikasında işçilerin öfkesi en sonunda patladı ve patrona fiziksel olarak yöneldi. "Ertesi gün Rupashi işçileri işe geldiklerinde fabrikanın kapanmış ve sürgülenmiş olduğunu gördüler. Bunun ardından işçiler sömürüye karşı sloganlar eşliğinde sırayla kentteki diğer fabrikalara gitmeye karar verdiler. Fabrika güvenliği ile çatışmalar yaşandı. Fabrikalarını saran güvenlik çitlerini bir araya gelmek ve orduya karşı koymak için açmakta tereddüt etmediler.

 

Mart'ın başından beri, Kuzey Doğu Çin'de ki binlerce işçi hoşnutsuzluklarını sokakta göstererek, yan ödemelerinin verilmesini ve temsilcilerinin serbest bırakılmasını istemekteler. Ekonomik krizin çok ağır vurduğu Mançurya sanayi havzasının kalbindeki Daqinq ve Liaoyang kentlerinde eylemler gerçekleşti. Bu kentler etrafındaki devlet endüstrileri doğrudan ya da dolaylı olarak on kişiden dokuzunu çalıştırıyor. Fakat bu ağır sanayi tesislerinin üretimi düşüyor ve işsizlik artıyor. Isıtma ödeneklerinin kaldırılacağı ve işini kaybeden işçilerin artık her hangi bir sosyal güvenlikten yararlanamayacağı duyurulduğu Mart'ın başından beri, 30.000'e varan binlerce Daqing işçisi her gün sokaklarda eylem yapıyor. 1960'ların efsanevi proleter kahramanının adının taşıyan "Demir Adam" meydanında toplandılar. Patronları olan devlet işletmesi Çin Petrolleri Merkez Binası önünde gecelediler. Patronlarının pencerelerinin altından 'bizler demir insanlarız' diyerek bağırdılar. Liaoyang'da da benzer nedenler işçileri soğuğa ve kum fırtınalarına göğüs gererek, on binler olarak yerel hükümet merkezinin önünde protesto yapmaya itti. Yılın ilk üç ayı boyunca, işten atmaların ve göçmen işçilerin geldikleri bölgelere zorla geri gönderilmesi fırlamasıyla birlikte Çin'de 58.000 'kitle olayı' meydana geldi. Hükümetin kendisi bile grevler, sokak gösterileri, işgaller ve diğer kitlesel mücadele biçimlerinin gerçekleştiğini kabul ediyor. Eğer bu eğilim yıl boyunca sürerse, 2006'da ki 90.000 ve 2008'de ki 120.000 'kitlesel olay'a kıyasla 2009 yılı 230.000'den fazla 'kitlesel olayla' bütün eski rakamları geride bırakacak.

 

İspanya ve İngiltere'de Olanları Biliyor Musunuz?

 

Nisan ayının sonunda Vigo, İspanya'da metal işçileri, mücadelelerine 2006'da kaldıkları yerden devam ettiler. Üç yıl önce sokaklarda genel meclisler, kitle toplantıları düzenleyip şehrin bütün çalışan nüfusunu yanlarına çekmeyi başararak örnek bir mücadele veren Vigo işçilerinin karşısında bu defa daha hazır bir sendika vardı, sendikanın silahları daha keskindi: boş ve tartışmasız geçen genel meclisler, bir turist gemisinin önünü kapatmaya çalışmak gibi kısır eylemler... Grevciler bütün bu tuzakları atlatmayı başaramamışsa da, mücadelenin gerekliliğinin kazanılan bilinci bir grevci işçi tarafından şu şekilde ifade ediliyordu: "Çok kötü gidiyor. Ya savaşırız, ya ölürüz." Dahası, Vigo metal işçilerinin grevi ülke genelinde yankı buldu, Langreo'daki Vesusius fabrikası işçileri de greve çıktı. Alicante şehrinde, daha önceki aylardaki işçi mücadelelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmış olan Alicante Sağlık ve Sosyal Hizmetler İşçileri Meclisi ise, iki grevle dayanışmak için bir mesaj gönderdi. Bu mesajda şöyle diyorlardı:

 

"Mücadelemiz evrildikçe, temel öneme sahip olduğunu düşündüğümüz şu mütevazi sonuçlara vardık: Mücadele meclislerimiz, komitelerimiz, seferberliklerimiz üzerinden, bizler tarafından yürütülmeli, ve işçi sınıfının yaşadığı gerçeklerden uzak olan aracılara ve profesyönellere her zaman şüphe ile bakmalıyız; Mücadelemizin direnme şansı olmasının tek yolu mücadelenin yayılmasından ve öteki işçilerle birlik olmaktan geçiyor. Ancak çalıştığımız şirketlerin veya sektörlerin sınırlarını aşmak ve başka yoldaşlarımızın mücadelelerini paylaşmak bizi başarıya götürebilir. Zira, eğer devletin, mülk sahiplerinin, patronların ve sendikaların gücü bizi bölüyor, yalıtıyor ve yabancılaştırıyorsa; işçi sınıfının gücü birliğimiz, dayanışmamız ve iletişim yolumuz olur."

 

İngiltere'de ise sene başında Lindsey rafinerisindeki inşaat işçileri, yasadışı bir greve gittiler. Bu mücadele, başlangıçta "İngiliz işyerlerine İngiliz işçiler" sloganının ifade ettiği, ciddi bir milliyetçilikten muzdaripti, zira hakim sınıf bu milliyetçi fikirleri aynı sitede çalışan İtalyan ve Portekizli işçilere karşı kullanmayı hedefliyordu. Fakat bir anda işçilerin İtalyanca, Portekizce ve İngilizce "Dünyanın bütün işçileri, birleşin!" pankartları açarak bu işçileri mücadeye çağırması ve Plymoth'da çalışan Polonyalı inşaat işçilerinin greve katılması hakim sınıfın eteklerini tutuşturdu. Farklı ülkelerden işçilerin arasında gerilimlerin artmış olacağı bir yenilgi yerine, Lindsey'deki işçiler 101 ek iş yaratılmasını sağladı, İtalyan ve Portekizli işçilerin hiçbiri işlerini kaybetmedi, hiçbir işçinin işten çıkartılmayacağı garantisi verildi ve en önemlisi işçiler birleşmiş olarak işe geri döndüler. Yazın, Total 51 işçiyi işten çıkartınca, bir öncekinden çok daha sağlam başlayan  yeni bir yasadışı grev dalgası ülke çapında pek çok rafineriye, güç istasyonuna fabrikaya ve nükleer santrallere yayıldı. Son günlerde ise İngiltere postacıların, kamu emekçilerinin ve ulaşım işçilerinin grevleri ile çalkalanmakta.

 

Mücadelemizi Kendi Ellerimize Alabiliriz!

 

Dünyanın pek çok yerinden işçi kardeşlerimiz, krize ve bu kriz düzenine karşı ortak mücadeyi kendi ellerine almaya başlıyorlar. Biz de mücadelemizi kendi ellerimze alabiliriz! İliklerimizi emen bu düzene karşı mücadelemizi bürokratların, ağaların yürütmesine izin verirsek; onlar gel dediğinde gelir, git dediğinde gidersek kaybederiz. Ne zaman grev yapacağımıza, ne zaman yaptığımız grevi sonlandıracağımıza da kendimiz karar vermeliyiz. Gücümüz yalnızca öz-gücümüzde, öz-örgütlülüğümüzde, birbirimizle gerçek dayanışmamızdadır.

 

Mücadelelerimizi ellerimize almamız için her birlikte tartışmamız gereklidir. Bunun için tüm sendikalardan ve sendikasız, işgüvenceli veya işgüvencesiz, her sektör ve işyerlerinden bütün işçilere açık ve herkesin ne yapılacağını birlikte tartışabileceği kitle toplantıları düzenlemeliyiz. Grev komitelerimizi de yine kitlesel toplantılarımız aracılığıyla hepbirlikte biz seçmeliyiz. Mücadelemize işsizleri, ev hanımlarını, proleter ailelerden gelen ve geleceği ücret köleliği olan öğrencileri de çekmeye çalışmalıyız. Bir sınıf olarak ne kadar bütünleşirsek, hakim sınıfın her aracı kullanarak bize dayattığı yalıtışmışlığı ne kadar kırarsak, mücadelemizin dizginlerini hep beraber ne kadar elimize alırsak, o kadar güçlü oluruz, zafere o derece yaklaşırız.

 

BU DÜZEN DEĞİŞMELİ!

 

YAŞASIN İŞÇİ SINIFININ ÖZ-ÖRGÜTLÜLÜĞÜ!       YAŞASIN PROLETERYA ENTERNASYONALİZMİ!

 

 

Tags: 

Yunanistan'daki Öğrenci Hareketi ile Dayanışma

Günümüzdeki proleterleşmiş genç kuşağın Yunanistan’da gerçleştirdiği öfke ve ayaklanma patlaması hiçbir şekilde yalıtılmış veya istisnevi bir olay değildir. Bu kökenleri kapitalizmin dünya çapındaki krizinde ve proleterler ile burjuvazinin ve devlet terörünün gerçek yüzünü açığa çıkartan burjuvazi arasındaki yüzleşmede olan bir olaydır. Fransa’da genç kuşağın 2006’da CPE yasasına, 2007’de ise üniversitelerde LRU ‘reformuna’ karşı, sınıfsal tabanda, yani üniversite ve lise öğrencilerinin gelecekte karşılaşacakları sömürü koşullarına karşı isyan eden proleterler olarak verdiği mücadelenin doğrudan devamıdır. Bütün temel Avrupa ülkelerindeki burjuvazinin tamamı bu durumu gayet iyi anlamıştır ve krizin derinleşmesiyle benzer sosyal patlamaların yayılarak devam etmesine dair korkularını itiraf etmiştir. Dahası, üniversite öğrencilerinin ve herşeyden önce lise öğrencilerinin protestolarının enternasyonal niteliği ve militanlığı zaten çok güçlü bir biçimde ifade edilmiştir.

İtalya’da 25 Ekim ve 14 Kasım’da “krizin bedelini ödemek istemiyoruz” sloganı altında eğitim sektöründe bütçe kesintileri içermesi nedeniyle 87,000 geçici öğretmenin ve ABA’da (temel IT servis şirketi) çalışan 45,000 öğretmenin sözleşmesinin yenilenmemesini ve üniversitelere verilen maddi desteğin azaltılmasını öngören Geimini kararnamesine karşı devasa eylemler yapıldı.

12 Kasım’da Almanya’da 120,000 lise öğrencisi ülkedeki önemli şehirlerde sokaklara döküldü. Öğrenciler Berlin’de ve Hannover’de “kapitalizm krizdir” sloganlarıyla yerel parlamentoları kuşattılar.

İspanya’da 13 Kasım’da yüz binlerce öğrenci 70’ten fazla şehirde lise ve üniversitelerde reform kapsamı altında fakültelerin özelleştirilmesini ve işletmelerde eğitim kurslarının sayısının arttırılmasını öngören yeni Avrupa kararnamesine (Bolonya kararnamesi) karşı eylemler düzenledi.

Bu mücadelelere katılanların çoğu Yunan öğrencilerin mücadelesinde kendi yansımalarını gördüler. Yunan öğrencilere uygulanan baskıların ardından pek çok ülkede dayanışma eylemleri ve yürüyüşleri düzenlendi, ki bu dayanışma eylemlerinin bazıları da bir hayli şiddetli bir baskıya maruz kaldı.

Devletin aynı uygulamalarına karşı bu derecede bir seferberlik gerçekleşmiş olması hiç de şaşırtıcı değil. Avrupa’da eğitim sisteminde gerçekleştirilen reformlar, genç işçi sınıfı kuşaklarını kısıtlanmış bir geleceğe ve genelleşmiş güvencesiz işlere veya işsizliğe alıştırma çabasıdır.

Kriz içerisindeki kapitalizmin yarattığı bu işsizlik duvarına, bu belirsizlik denizine karşı yeni eğitimli proleter kuşağın ayaklanması, aynı zamanda bütün kuşaklardan proleterlerden de sempati topluyor.

Azınlığın uyguladığı şiddet mi sömürü ve devlet terörüne karşı kitlesel mücadele mi?

Sermayenin yalancı propagandasının uşağı olan medya, 15 yaşındaki Alexis Andreas Grigoropoulos’un 6 Aralık’ta polis cinayetine kurban gitmesinin ardından Yunanistan’da gerçekleşen olayların gerçekliğini sürekli çarpıtmak çabasında. Polisle olan çatışmaları, rahatı yerinde ailelerden gelen bir avuç anarşist ve ultra-sol öğrencinin veya marjinal provokatörlerin eylemleri olarak sunmaya çalışıyorlar. Polisle şiddetli çatışmaların ve yüzleri kapalı yağmacıların butiklerin ve bankaların camlarını kırarken veya dükkanları yağmalarken çekilmiş resimlerini her yere yaymaya çalışıyorlar.

Aynı çarpıtma yöntemini 2006’da Fransa’da gerçekleşen ve bir sene önce banliyölerdeki ayaklanmaya benzetilen CPE-karşıtı eylemlerde de görmüştük. Yine aynı iğrenç yöntem 2007’de Fransa’da LRU karşıtı mücadelede yer alan öğrencilere karşı kullanılmış, öğrenciler “terörist” olmakla suçlanmış, onlara “Kızıl Khmerler” denilmişti!

Fakat olayların kalbi Yunan ‘Latin Kanadında’, yani Exarcheia’da gerçekleşse de bu yalanın bugün inandırıcı olması zor: nasıl ülkenin bütün önemli şehirlerine, Chios ve Samos gibi Yunan adalarına ve hatta Girit’te bulunan ve ülkenin en turistik şehirlerinden olan Corfu ve Heraklion’a sıçrayan bu ayaklanma ateşi birkaç anarşist ve provokatörün işi olabilir sadece?

Öfkenin nedenleri

Yunanistan’da geleceğine dair endişe duyan genç proleter kitlenin tamamının hoşnutsuzluğunun patlamasını yaratacak bütün koşullar mevcuttu. Geleceğin getireceği sıkıntılardan duyulan rahatsızlık ise kapitalizmin şu anki kuşağı sürüklediği çıkmaz sokağın yoğun bir ifadesi: “600 euro kuşağı” denilen kuşak çalışma hayatına girince dolandırıldığını hissediyor. Öğrencilerin çoğu yaşamlarını sürdürebilmek ve aynı zamanda okumaya devam edebilmek için çalışmak durumunda, bu işlerin çoğu ise kayıtsız ve düşük ücretli işler; işlere biraz daha fazla para ödendiği zamanlarda bile, emekleri kayıt dışı kalınca sosyal yardımlara erişimleri de sınırlanmış oluyor. Genelde çalışan öğrencilerin hiçbir sosyal güvencesi yok, mesai saatleri dışında çalışılan zaman için ücret ödenmiyor, bu yüzden gençler ailelerinin evini 35 yaşına kadar terk edemiyorlar zira taşınmayı karşılamalarına durumları müsaade etmiyor. Yunanistan’daki işsizlerin %23’ünü gençler oluşturuyor (15-24 yaş arasındakiler için resmi işsizlik yüzdesi %25.2). Fransa’da yayınlanan bir makale duruma dair şöyle bir tespit yapıyor: “bu öğrenciler hiçbir şekilde korunduklarını hissetmiyorlar; polis onlara ateş ediyor, eğitim sistemi onları hapsediyor, iş koşulları onlara geçiriyor, hükümet ise onlara yalan söylüyor”. Böylece gençliğin işsizliği ve iş hayatına girişte yaşadıkları zorluklar bir rahatsızlık, öfke ve genelleşmiş güvensizlik havası yaratmış oluyor. Dünya ekonomik krizi yeni bir devasa işten çıkarma dalgası getirecek. 2009’da Yunanistan’da 100,000 kişinin işten çıkartılması bekleniyor ki bu işsizliğin %5 artması demek. Aynı zamanda işçilerin %40’ı 1,000 Euro’dan daha az kazanıyorlar ve Yunanistan açlık sınırında yaşayan işçi oranının 27 AB ülkesi arasında %14 ile en yüksek olduğu ülke.

Sokaklara dökülenler yalnızca öğrenciler değil, düşük ücret alan öğretmenler ve benzer sorunlar yaşayan ve aynı sefaletle boğuşan öteki maaşlı çalışanlar da aynı ayaklanma ruhunun bir parçası oldular. En acı kısmının 15 yaşında bir çocuğun katledilmesi olan, harekete karşı uygulanan vahşice şiddet yalnızca dayanışma ve sosyal hoşnutsuzluk hislerini körükledi. Bir öğrencinin söylediği üzere, pek çok çocuğun anne babası olaydan derinden etkilendiler, şoke oldular ve öfkelendiler: “Ailelerimiz çocuklarının sokakta öylece, bir anda, bir polis kurşunuyla öldürülüvereceğini anladılar”. Aileler, çocuklarının kendi yaşadıkları koşullarda yaşamalarına olanak tanımayan, çürüyen bir toplumda yaşadıklarını fark ediyorlar. Pek çok eylemde şiddetli dayakları ve tutuklamaları, gerçek mermilerin ateşlenmesini ve Yunan çevik kuvvet polisinin (MAT) uyguladığı terörü gözlemlediler.

Politeknik Üniversitesini işgal edenlerin temel odak noktaları devlet terörünü lanetlemek oldu, fakat baskının vahşetine karşı aynı öfkeyi “gençliğe kurşun, bankalara para” gibi sloganlarda da görebiliyoruz. Daha net olarak, hareketin parçaları şöyle diyorlar: “İşimiz yok, paramız yok, devlet krizden iflas etmiş ve bütün bunlara dair tek yapılan polise daha fazla silah vermek.”

Bu öfke yeni değil: Yunan öğrencileri daha Haziran 2006’da üniversitelerdeki reforma ve maddi olarak en kötü durumdaki öğrencilerin okuldan atılmasına yol açacak olan özelleştirmelere karşı zaten eylem yapıyorlardı. Nüfus 2007’de 67 kişinin ölümüne yol açan orman yangınlarına dair hükümetin beceriksizliğine ve yetersizliğine dair öfkesini de dile getirmişti: hükümet hala evlerini veya başka eşyalarını kaybedenlere hiçbir karşılık ödemedi. Fakat her şeyden önce 2008’de ücretli çalışanlar emeklilik sistemi reformuna karşı kitlesel olarak mücadele etmiş, iki ayda iki günlük genel grevler gerçekleştirilmiş ve bir milyonu aşkın emekçi en saldırıya açık işlerde emekli maaşlarının bastırılması ve işçilerin emeklilik yaşının 50 olması isteklerine yönelik tehditlere karşı eylem yapmıştı.

İşçilerin öfkesi karşısında, 10 Aralık’ta sendikaların kontrolündeki genel grev hareketin önünü kesmeyi hedefliyordu; bir yandan da muhalefet, en önde Sosyalist ve Komünist partiler, mevcut hükümetin istifası ve yeni seçimler yapılması çağrısı yapıyordu. Fakat bu önlemlerin hiçbiri, sol partilerin bütün manevralarına ve sendikaların hareketin yayılmasına yönelik dinamiği kırma çabalarına rağmen, öfkeyi farklı yerlere yönlendirmeyi ve hareketi durdurmayı başaramadı ve bütün burjuvazinin gençleri işçi sınıfının diğer kesimlerinden, onları polisle steril çatışmalara itmeye çalışarak yalıtma çabaları başarılı olmadı. Bütün bu günler ve gecelerde, çatışmalar durmadı, copları, biber gazlarıyla polislerin şiddetli saldırıları, çok sayıda kişinin dövülmesine ve tutuklanmasına yol açtı.

Genç işçiler kuşağı dibine kadar yozlaşmış siyasi aygıtlara dair düş kırıklığı ve tiksinti hissini en net biçimde ifade ediyor. Savaşın bitişinden beri iktidar, şu anda sağda Karamanlis hanedanlığı, solda ise Papandreu hanedanlığı tarafından sırayla paylaşılıyor olmak üzere üç ailede; ve tabii ki her tür skandal mevcut. 2004’te, Sosyalistlerin boğazlarına kadar entrikalara battığı bir dönemin ardından muhafazakarlar iktidara geldiler. Eylemcilerin çoğu sendika aygıtlarını da tamamen inandırıcılıklarını yitirmiş kurumlar olarak görüyorlar: “Para fetişizmi toplumu ele geçirdi. Gençlik ruhsuz ve vizyonsuzolan bu toplumdan kopmak istiyor”. Bugün krizin gelişimi ile bu proleterler kuşağı yalnızca kemiklerinde hissettiği kapitalist sömürüye karşı değil, ayrıca kolektif bir mücadelenin gerekliliğine dair de bir bilinç geliştirmiş durumda ki bunu kendiliğinden ortaya konulan sınıf yöntemleri ve sınıf dayanışmasında görebiliyoruz. Çaresizliğe gömülmek yerine hareket kendine güvenini, farklı bir geleceğin taşıyıcısı olarak içerisinde buluyor, bütün gücünü çevresindeki çürümüş topluma karşı ayaklanmak için kullanıyor. Eylemciler bu yüzden hareketlerine dair gururla “biz geçmişin kasvetli görüntüsünün suratına çarpan geleceğin bir resmiyiz” diyorlar. Bugünkü durum Mayıs 68’i andırırken neler olup bittiğinin farkındalığı Mayıs 68’i de aşıyor.

Hareketin radikalleşmesi

16 Aralık’ta öğrenciler devlet televizyonu NET’in stüdyolarından bir tanesinin bir kısmını ele geçirmeyi başararak “Televizyon izlemeyi bırakın – herkes sokaklara!” yazan afişlerle televizyona çıktılar ve bir çağrı yayınladılar: “Devlet öldürüyor. Sessizliğiniz onları silahlandırıyor. Bütün kamuya açık binalar işgal edilsin!” Atina’da çevik kuvvet polisinin merkez üssüne saldırı düzenlendi ve devriye araçlarından bir tanesi yakıldı. Bu eylemler kısa süre içerisinde hükümet tarafından ve ayrıca Yunan Komünist Partisi, KKE tarafından “demokrasiyi devirme çabası” olarak lanetlendi.

17 Aralık’ta Atina’da ülkedeki temel sendika konfederasyonunun, GSEE’nin merkezi olan bina kendilerini “isyancı işçiler” olarak nitelendiren proleterler tarafından işgal edildi ve bütün proleterleri burayı bütün ücretli çalışanlara, öğrencilere ve işsizlere açık genel kitle toplantılarının düzenlendiği bir yer yapma çağrısı yaptı. Akropol’de bir sonraki gün bir kitle gösterisi düzenlenmesi için devasa bir pankart asıldı. O akşam elli kadar sendika bürokratı ve onların yaverleri sendika binasını tekrar kontrol altına almak için işçilere saldırdılar, fakat yine bütün işçilere ve öğrencilere açık toplantılar ve tartışmalara yuva olmuş Ekonomi Üniversitesinden ‘dayanışma’ sloganları atan çoğu anarşist öğrencilerin desteğe gelmesiyle bürokratlar ve yaverleri kaçmak durumunda kaldılar. Arnavut göçmenler birliği de diğerlerinin yanına, hareketle dayanıştıklarını belirten “bu günler bizim de günlerimiz!” yazısıyla katıldı. 18 Aralık’tan itibaren sürekli süresi belirsiz genel grev çağrısı yapıldı. Sendikalar aynı gün kamu sektöründe üç saatlik grev çağrısı yapmak durumunda kaldılar.

18 Aralık sabahı 16 yaşındaki bir başka lise öğrencisi, Atina’nın banliyölerindeki okulunda bir oturma eylemine katılmakta iken bir kurşunla yaralandı. Aynı gün pek çok radyo ve TV stüdyoları, özellikle Tripoli, Chania ve Selanik’te eylemciler tarafından işgal edildi. Patras’ta ticaret odası binası işgal edildi ve polisle yeni çatışmalar yaşandı. Atina’daki devasa eylem şiddetle bastırılırken polis ilk defa felç edici gaz ve sağır edici ses bombaları gibi yeni silahlara başvurdu. Ekonomi üniversitesinde “Ayaklanmış Kızlar” imzalı devlet terörünü kınayan bir bildiri yayınlandı. Hareket, biraz kafası karışık bir biçimde de olsa, coğrafi sınırlarının farkına vardı: bu yüzden şevkle Fransa’da, Berlin’de Roma’da, Moskova’da, Montreal’de, New York’ta ve daha pek çok yerde gerçekleşen uluslararası dayanışma eylemlerini selamladı ve “bu destek bizim için çok önemli” dedi. Politeknik Üniversitesi’ni işgal edenler 20 Aralık için “devlet cinayetlerine karşı enternasyonal eylem günü” çağrısı yaptılar; fakat Yunanistan’daki bu proleter ayaklanmanın yalıtılmışlığını yenmek için tek yol uluslararası düzeyde dayanışmanın ve sınıf mücadelesinin gelişmesidir.

Iannis

 

 

Tags: 

"Krize Karşı" 15 Şubat Mitinginin Ardindan

TEK ÇÖZÜM İŞÇİ SINIFININ BAĞIMSIZ BİRLEŞİK MÜCADELESİ

15 Şubat gününde İstanbul’da, Kadıköy’de Türk-İş, DİSK, KESK, TMMOB, TTB, TÜRMOB, TÜDEF ve Çiftçi Sen tarafından düzenlenen “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz” mitingi gerçekleşti. Yaklaşık 40,000 kişinin katıldığı tahmin edilen eyleme, temelde Türk-İş ile Birleşik Metal arasında kıvılcımlanan çatışma damgasını vurdu. Sendikaların sözde, işçilerin çıkarlarını savunmak için düzenlediği bu eylem alanına bol miktarda Türk bayrağı ve Türk-İş’in yanı sıra İşçi Partisi’nden Tuncay Özkancılara çeşit çeşit işçi sınıfı karşıtı milliyetçi eğilim renk katıyordu. Öte yandan çıkan sıkıntıların temel noktası Türk-İş bürokratlarının, tabanlarına ergenekon davasından hapse alınmış bulunan ve milyonlarca dolarlık mal varlığıyla “işçi sınıfının şanlı önderi” olan Türk Metal İş başkanı Mustafa Özbek’in posterlerini taşıtmaları ve "Özbek Nerede Biz Oradayız", "Özbek Seninle Ölüme De Gideriz" gibi sloganlar attırmalarında yatıyordu. Durumun arka planındaysa Mustafa Özbek’in başkanı olduğu Türk Metal İş sendikasının bürokratlarının Birleşik Metal sendikasındaki işçilere karşı yöneltmekte oldukları saldırılar vardı. Hal böyle olunca, Türk-İş’e karşı oluşmuş ciddi tepkiler, eylem alanında güçlü bir yankı buldu. Konuşmakta olan Türk – İş başkanı uzun süre yuhlanırken, eylemcileri susturmak isteyen DİSK ve KESK bürokratları da tepki gördüler. Hatta bir noktada tepki öylesi bir noktaya geldi ki eylem alanından, sendika bürokratlarının konuşma yaptığı kürsüye tahta sopalar yağmaya başladı, ki bu Türkiye işçi sınıfının sendika bürokratlarına yakındaki en uygun nesneyi fırlatma geleneğinin silinmediğini de göstermiş oldu. Kürsüdeki sendika bürokratlarının ise üzerlerine adeta yağan sopalara, yere düşenleri alıp işçilere geri fırlatarak karşılık vermeleri de ilginç bir görüntü oluşturdu.

Bununla birlikte böylesi bir çelişkinin ortaya çıkmış oluşunu, Türkiye işçi sınıfının sendikal bürokrasinin etkisinden kurtulmaya başlıyor oluşununun bir işareti olarak algılamak doğru olmayacaktır. Zira ortadaki çelişki temelde aynı işkolundaki iki sendikanın rekabetinden kaynaklanmaktadır, ve de olaylara baktığımız zaman sendika bürokratlarının üzerine sopalar yağmış olmasının yanı sıra Türk-İş ve Birleşik Metal arasındaki çelişkinin, bu sendikalara üye işçileri birbirlerine düşürdüğü, fiziki olarak kavga ettikleri gerçeği de ortadadır. Bu da ne yazık ki Türk Metal İş ile Birleşik Metal sendikalarının, ve tabii daha genel olarak Türk-İş ve DİSK’in işçi sınıfını bölme görevini yerine getirmekte hala büyük bir sıkıntı çekmemekte olduğunu, belirli sendika bürokratlarına karşı tepkiler olsa da işçilerin hala başka sendika bürokratlarının etkisi altında olduklarını göstermektedir.

Eylemin bir bilançosu çıkartılırsa şu söylenebilir: işçilerin bazıları sendika bürokratlarına karşı tepkili olsalar da sendikaların gücü ne yazık ki hala yerindedir ve işçi sınıfının mücadelesine karşı sendikaların olumsuz etkisi devam etmektedir. Eyleme gelen işçilerin sayısı ve hisleri krize ve kendilerine karşı saldırılara karşı işçi sınıfının mücadele etmek istediği gerçeğini ifade etse de, işçi sınıfının sendikaların hepsinin etkinliğinden sıyrılmaya başlamadan, böylesi bir mücadeleyi yürütmek için bir yol bulamayacağı gerçeği bu eylem ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Neticede sendikalar işçilere birbirleriyle çatışmaktan ve birkaç saatlik bir eylem yapıp evlerine yollamaktan başka bir şey önermemektedirler. Peki o zaman krize karşı işçi sınıfı nasıl mücadele etmelidir? 15 Şubat eyleminin gösterdiği bir şey varsa bunun tek yolunun bütün işçilerin burjuvazinin ve onun bir parçası olan sendika bürokratlarının etkisinden bağımsız, ve de tamamen birleşik bir mücadele yürütmesi olduğudur. En son olarak Yunanistan ve İspanya örneklerinde gördüğümüz kitle toplantıları, genel asembleler gibi, işçilerin sendikal yapıları karşılarına alarak kendi öz-örgütlerini oluşturma çabalarının, aslında Türkiye’deki işçi sınıfının gelecekte yürüteceği mücadelelere de ışık tutmakta olduğunu, bir perspektif sunduğunu söylemek doğru olur.

Meryem

1. Mayis proletaryanın uluslararası dayanişma günüdür

“Sessizliğimizin bugün boğduğunuz seslerden daha kuvvetli olacağı gün gelecek…”

1886 yılında, Haymarket ayaklanmasının ardından öldürülen anarşist işçilerden August Spies asılmadan hemen önce bu sözleri söylemişti. Yüz yıldan uzun bir süredir, dünya işçi sınıfı, sekiz saatlik iş günü için gerçekleşen Haymarket ayaklanmasının ardından katledilen işçilerin anısını, 1 Mayıs’ı proletaryanın uluslararası dayanışma gününe dönüştürerek yaşatmaktadır.

Bununla birlikte yüz yılı aşkın bu süre içerisinde çok şey değişti. Mesela, Haymarket ayaklanması yaşandığında işçi sınıfının, o dönemde bile çoğu zaman bürokratikleşme eğilimi gösterse de örgütleri olan sendikaların doğası… Kapitalist düzenin miadını doldurarak çürüyen, yozlaşan, insanlığı barbarlığa sürükleyen bir düzene dönüşmesinin ardından kapitalist devlet, düzenin varoluşunu sürdürmesini sağlayabilmek için toplumun her alanına nüfus eden bir canavara dönüştü. Devletin zaten bürokratikleşme eğilimi gösteren sendikaları kapsaması hiç de zor olmadı. Sendikaların 1. Dünya Savaşı’nda ‘kendi’ devletlerini desteklemeleri bu durumun ilk açık ifadesiydi. Zaten kapitalizm koşulları işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yüksek olduğu dönemler haricinde, kalıcı olacak genel işçi örgütlenmelerini de imkânsız kılmıştı. Bugüne geldiğimizde ise 1 Mayıs’ı tatil ilan eden bir devlet ile onun bu kararı ‘demokrasi mücadelesi’ içerisinde bir ‘kazanım’ olarak alkışlayan ve 1 Mayıs’ı yıllardır bir ‘bayram’ olarak ‘kutlayan’ sendikalarını görüyoruz. Sendika bürokratlarının ve ayrıca burjuva solunun ‘demokrasi mücadelesi’ çerçevesindeki Taksim ısrarı binlerce proleter militanı polis vahşetine teslim etmektedir. 1 Mayıs ne bir tatil günü, ne bir bayram ne de bir demokrasi mücadelesi günüdür. 1 Mayıs’ın örtülen anlamı onun işçi sınıfının uluslararası dayanışma günü olmasıdır.

Bu 1 Mayıs 2008’de patlak veren ve bütün dünyayı kasıp kavuran kriz ortamında gerçekleşiyor ve içinde bulunduğumuz bu durum, 1 Mayıs’ın gerçek anlamını, proletaryanın uluslararası dayanışmasını iki katı hayati kılıyor. Nüfusun %35’inin saatlik 3,25 TL veya daha az para ile geçindiği Çin’de, hükümete göre krizin ‘geri dönüş’ünün ardından on iki milyondan fazla kişi işsiz kaldı. ABD’de geçtiğimiz sene 2,6 milyon insan işsiz kaldı ve bu sene, bu rakama iki milyon kişi daha eklendi. Krizin ‘teğet geçtiği’ iddia edilen Türkiye’de ise resmi rakamlara göre işsizlik %15,5 gibi rekor bir orana ulaştı ki gerçek durumun çok daha kötü olduğunu herkes biliyor. Kapitalizm aslında şu anda yeni bir krize girmiş değil. 1960’ların sonundan beri teklemeye başlayan ekonomi, kredi ve borçlarla ayakta durmaya çalışıyordu. Bugünkü sorun ise bu borçların asla geri ödenemeyecek olması. Burjuvazinin krize karşı yapabileceği tek şey de daha fazla katliam, savaş ve barbarlık. 1929 krizinden sonra İkinci Dünya Savaşı’nın geldiğini hatırlayalım.

Kriz karşısında burjuvalar ‘hepimizin sıkı çalışması gerek’ diyor. Fakat kastettikleri aslında şu: ‘işçi sınıfının sıkı çalışması gerek’! Krizden canı yanacak olan bizleriz ve bu durumu değiştirebilecek olan da yine bizleriz. Son yıllarda sınıf mücadelesinde bir yükseliş olduğu aşikâr. Krizin derinleşmesinin sınıf mücadelelerini arttıracağını söyleyebiliriz. Özellikle Yunanistan, Fransa ve Çin’de olanlar bize bunu gösterdi. Yunanistan’da anarşist bir gencin polis tarafından öldürülmesinden sonra işçiler ve öğrenciler tarafından bir dizi grev ve işgal gerçekleştirildi. En önemlisi işçiler ve öğrenciler kendileri için hareket ettiler ve kendi mücadelelerini kontrol etmek için kitle meclisleri oluşturdular. Fransa’da bir milyondan fazla işçi kitlesel bir genel grev gerçekleştirerek sokaklara döküldü. Çin’deki durumu takip etmek, bu ülkedeki basının niteliğinden dolayı daha zor fakat gelen bilgilere göre ülkenin her yerinde bir dizi mücadele gerçekleşmekte. Fakat sınıf mücadeleleri tabii ki sadece bu ülkelerle sınırlı değil. Martinique, La Reunion, Guadeloupe gibi uzak ve ufak ülkelerde bile devasa grevler gerçekleşti. Asıl önemli olan ise bu mücadeleler arasında uluslararası bağlar kurmak ve bunları yaygınlaştırmaktır.

Çöken kapitalizm altında işçilerin yaşam standartları ve çalışma koşullarına dair verdiği mücadele, siyasi mücadeleden ayrılamaz. Zira kapitalizm içerisinde bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının hayatında genel, kalıcı ve anlamlı bir iyileşme sağlayabilmekten acizdir ve bu yüzden de proletaryanın yaşam ve çalışma koşulları için verdiği uluslararası mücadelenin içerisinde komünizm filizlenecektir.

YAŞASIN PROLETARYA ENTERNASYONALİZMİ!

YAŞASIN DÜNYA DEVRİMİ!

 

Tags: 

84-85 İngiltere Madenciler Grevi


İngiltere'de, Mart 1984'te başlayıp Mart 1985'e kadar süren büyük madenci grevinin üzerinden 25 yıl geçti. Yaklaşık 120.000 işçi, bir yıl boyunca grevdeydi. Bugün bu deneyimin tarihin soyut akademik bir parçası olarak değil; işçi sınıfı ve komünistler için grevin kendisinden dersler çıkarma ve içinde bulunduğumuz tarihsel koşulları anlama fırsatı olarak ele alınması gerekiyor.


Tarihsel bağlamı içinde ele alacak olursak, Madenci Grevi, 1979'da İran'da, 1980'de Polonya'da, kitle grevleri biçiminde gelişen sınıf mücadelesinin yenilgiye uğramasının hemen ardından ortaya çıktı. 1979 kışında, İngiltere'de de, basın tarafından genellikle ‘Hoşnutsuzluk Kışı' olarak anılan büyük bir grev dalgası vardı. 29.474.000 işgünü kaybına neden olan bu büyük grev, hükümetin %5'lik ücret artışını yürürlüğe koymasına bir tepki olarak ortaya çıktı. Grevin sınırlarını ise, Ford Motors fabrikasında çalışan 17.000 işçi, %17'lik artış kazanarak yıktı. Bu kazanımla birlikte grev yayılmaya başladı.


Çöpler sokaklarda birikmeye başlamıştı, ölüler gömülmeden kalıyor, fabrikalar çalışmıyordu ve hastaneler sadece işçilerin acil olduğunu düşündüğü hastalara bakıyordu. Grevin bu kadar yaygınlaşması sonucunda James Callaghan'ın İşçi Partisi Hükümeti yıkıldı.
Sonraki seçimlerde sağ kanat Muhafazakâr Parti, dehşete düşmüş orta sınıfın korkularına oynadı ve Margaret Thatcher başbakan olarak seçildi. Bugün büyük bir politikacı olarak anılan Thatcher'ın başbakanlıktaki ilk dönemi kötü başlamıştı. Hükümete gelmeden önce, işçi sınıfının ve özellikle 1974 yılında, hükümetlerini devirmeleri nedeniyle partisi için bir nefret odağı olan maden işçilerinin gücünü kıracağına söz vermişti. Thatcher, daha başbakanlığının ilk döneminde, sözünü tutmak üzere harekete geçti ve 30.000 kişiyi işten çıkaracak bir düzenleme sundu. Bu düzenlemeye karşı çıkan, 50.000 demiryolu işçisi sendika onayı olmadan greve çıktı. Thatcher hükümeti ise tükürdüğünü yalayarak geri adım atmak zorunda kaldı. 1981 yılında, ülke tekrar kargaşa içindeydi. Tüm ülkede gençler, polis vahşetine karşı sokaklara dökülmüştü. Bu isyan tüm yaz boyunca devam etti. 10 açlık grevcisinin ölümünün ardından ise, Kuzey İrlanda'yı da mücadele alevleri sarmıştı.


Arjantin'de ise enflasyon %600'e ulaşmıştı ve sınıf mücadelesinin ortaya çıkması an meselesiydi. Bu durum yöneticileri korkutuyordu. Askeri cunta sınıf mücadelesini engellemek, enflasyonla mücadele etmek ve ülkenin uluslararası alanda kaybettiği itibarı kurtarmak amacıyla, İngiltere'ye ait, toplamda 3.000'den az nüfusu olan Falkland adalarını işgal etmeye karar verdi.
İngiltere'nin savaşa girmeyeceğini düşünen Arjantinli generaller büyük bir yanılgı içindeydiler.
Savaş, tam da Thatcher ve partisinin ihtiyaç duyduğu şeydi. Bayraklar çekildi, donanmalar gönderildi. (Bizim çocuklarımız vatan uğruna savaşırken,) grevde olan hemşireler, vatansever olmamakla suçlandı. 74 günlük savaşın ardından, 907 cesedin üstünde İngiliz bayrağı tekrar göndere çekildi. Bu zafer, Thatcher'ın bir sonraki seçimleri kaybedip, başarısız bir politikacı olarak sahneden çekilmesini engelledi. Dış tehdidi yenilgiye uğratan Thatcher ve Muhafazakâr Parti için sıra içerde nifak tohumları ekenlere yani işçi sınıfına gelmişti. Devlet çıkacağı öngörülen madenci grevi için kömür stoklayarak hazırlandı.


Ulusal Kömür İşletmesi'nin 74'deki grevin ardından yapılan anlaşmayı bozarak, 20 madenin kapatılacağını ve 20.000 işçinin işten çıkarılacağını duyurmasının ardından, 5 Mart'ta maden işçileri greve çıktı. İşçiler grevi diğer maden ocaklarına gezici grev gözcüleri aracılığıyla taşıdı ve bir hafta içinde sendika, sadece Yorkshire'da da olsa grevi legalleştirmek zorunda kaldı. Aynı zamanda sözde sol kanat sendika yetkilileri grev gözcülerinden grevi bitirmelerini istedi, polisle çatıştıkları için onları suçladı. Grevin ikinci haftasının ortasında, Madenciler Sendikası lideri Arthur Scargill, tansiyonun düşürülmesinden bahsederken, neredeyse 196.000 işgücünün yarısı greve katılmıştı.


Grev yayılmaya devam ederken devlet elindeki silahların tümünü işçilere doğrulttu. Polis paramiliter bir güç olarak kullanıldı. Gezici grev gözcülerinin faaliyet yürütebileceği tüm alanları abluka altına alarak, gezici grev gözcülerini durdurdu. Gözcü hattına ve grevcilerin yaşadığı köylere saldırdı. Mahkemelerde de gezici grev gözcülüğünün yasadışı olduğu ilan edildi. Soldan sağa tüm partilerden politikacılar grevcilere saldırdı. Sağ, işçi sınıfına karşı duyduğu açık nefretle saldırırken, sol da sınıfın kullandığı şiddeti kınadı. Medyanın işçilerin ne kadar anti demokratik olduğuna dair yürüttüğü propaganda ise bu saldırıların arka planını oluşturdu.


Elbette bunların hiçbiri sürpriz değildi, olması beklenen, öngörülebilir olaylardı ancak işçileri asıl şaşırtan "kendi" sendikalarının grevi yenilgiye götürüşüydü. Maden işçileri arasındaki temel bölünmelerden biri Nottinghamshire ve Kuzey Wales gibi bölgelerde işçilerinin çoğunun grevi desteklememesiydi. Fakat grevin ilk haftalarında, Ulusal Maden İşçileri Sendikası gezici grev gözcülüğünü durdurmadan önce, grevdeki işçiler yoldaşlarını bu bölgelere gönderip, buralardaki işçilerle iletişim kurabiliyorlardı. Grevdeki işçilerin gidip doğrudan diğer işçilerle görüşmesi ve dayanışma içine girmek istemeleri, bürokratik sendika manevralarına ters düşüyordu. Sendika bu uygulamaya son vermeye yönelik çalışmalar yaptı ve başarılı oldu. Sendika ve sınıf arasındaki çatışmanın bir diğer örneği de, polisin büyük çapta varlığına ve sendikanın talimatlarına karşı, 300 grev gözcüsünün Harworth maden ocağını kapatmasıydı. Gezici grev gözcüleri sendika tarafından durdurulduktan sonra, sendika yetkilileri için üzerinde diledikleri gibi oynayabilecekleri bir alan oluşmuştu. Böylelikle grevi engellemek amacıyla, grev için referandum yapılması ve ardından ret oyu için yürütecekleri kampanyayı hazırlayabileceklerdi.


Maden işçilerini kendi aralarında böldükten sonra sıra şimdi onları sınıfın geri kalanından soyutlamaya gelmişti. İşçi sınıfı içersinde, madencilere karşı yaygın bir sempati olmasına rağmen, demiryolu işçileri, liman işçileri ve denizciler madencilerle dayanışma eylemi olarak, grev kırıcı nitelikte olduğunu düşündükleri kömür taşıma işini reddetmelerine rağmen Sendika Kongresi liderleri sadece grevi desteklememekle kalmayıp, hükümete grevi yenilgiye uğratmasını sağlayacak bilgiler sızdırdılar. Scargill bunu "Zafere çok yakınken, ihanete uğradık" diyerek açıkça ifade etti. Zaten işçilerin sendikadan dayanışma eylemleri örgütleyeceğini beklemeleri yanlış olurdu. 25.000 liman çalışanı çok benzer talepler öne sürdüklerinde bile, sendikalar umutsuzca grevlerin birleşmesini engellemeye ve işçilerin parçalanmış hallerini muhafaza etmeye çalıştı.


Yazın ortalarında, sendika hükümet üzerindeki baskıyı arttırmaya karar verdi ve demir işçilerini işten çıkarmaya karar verdi. Aslında bu demir işinin kendisi sendikanın işçilerin kömürü ilk etapta kullanmalarına izin vermesi nedeniyle devam ediyordu. Stratejinin değişmesi, işçilerin sendikanın izin verdiği miktarda kömürden fazlasını kullanmalarıyla bağlantılıydı. 18 Haziran'da madenciler Orgreave Biritanya Çelik Fabrikası'na gittiler.

Birçok açıdan bu olay, Birmingham yakınlarındaki kok kömürü ambarında, 1972 grevinde gerçekleşen olayı anımsatıyordu. Grevdeki işçilerin ambarı kapatması onların etkili bir şekilde kazanmalarını sağlamıştı. Bu sefer ise 6.000 işçi 8.000 polisle karşı karşıya geldi ve çıkan büyük çatışmada polis tarafından dövüldüler. 1984 Orgreave ile 1972 Saltely arasında önemli bir fark vardı. İlk olarak grevdeki madencilerin ardından 100.000 kadar mühendis ve Birmingham şehrinden işçiler de dayanışmak amacıyla greve katılmıştı. Sadece greve katılan işçi sayısının büyüklüğü değil, bu grevinin genel greve dönüşme ihtimali taşıması da devleti korkutmuştu.


Burjuvazi işçi sınıfını nasıl gördüğünü gizleme gereği duymamış, tavrını açıkça ortaya koymuştu. Orgreavedeki olaylardan bahsederken, Thatcher "sadece Falkland adalarındaki düşmanlarla değil, tüm düşmanlarla mücadele etmek zorundayız. Mücadele etmesi çok daha zor olan ve özgürlük için çok daha büyük tehlike oluşturan iç tehdide karşı her zaman tetikte olmalıyız" demişti. Buradan da anladığımız üzere yöneticilerimiz için işçi sınıfı, diğer devletlere göre çok daha büyük bir tehlike oluşturuyor.


Orgrave'de yaşanan olaylara rağmen, Temmuz ve Ağustos'ta, liman işçileri mücadeleye katıldığında, Ekim'de maden mühendisleri 24 saatliğine greve çıktığında, grevi kazanma şansı hala vardı. Thatcher'ın daha sonra ifade ettiği gibi, şayet bu olsaydı, hükümet yenildiğini kabul etmek zorunda kalacaktı. Kışa gelindiğinde ise, maden işçilerinin yenileceği çok daha açık hale gelmişti. Grevi destekleyenler gittikçe azalıyor ve binlerce işçi grevi bırakıp işe dönüyordu. Martın başında kitlesel olarak işe dönüşler başladığında işçilerin sadece %60'ı hala grevdeydi. Bu yıl içinde, işçi sınıfına genel saldırılar oldu. Farklı sektörlerdeki işçiler, liman işçileri, feribot kaptanları, bir yıldır grevde olan matbaacılar izole edildi ve grevlerinde yenildi. Postacılar ve Telekom işçilerinin büyük çaptaki grevleri ise yenilgiye uğramadı. Fakat alınan yenilgiler ve özellikle madencilerin grevinin yenilgiye uğraması işçi sınıfı için büyük bir yıkım oldu, tekrar ayağa kalkması için 15 yıl geçmesi gerekti. Tüm dünyanın işçileri İngiltere'deki mücadeleyi izliyor ve madencilerin militanlığından ve kavgasından ilham alıyordu. Bu nedenle, İngiltere'deki yenilginin uluslararası bir etkisi oldu. Maden işçilerinin kendisi de büyük bir yenilgi almıştı. İngiltere'deki maden ocaklarının büyük bir kısmı kapatıldı ve geriye ancak birkaç bin maden işçisi kaldı.


2003 yılından beri ise, tüm dünyada, işçi sınıfı mücadelesi bir canlanma içinde. Böylesi bir canlanma için çok uzun süre geçmesi gerekti ki bu da bize 80'lerde alınan yenilginin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının artık var olmadığını iddia eden ve ona elveda demeye can atan sözde Marxist entelektüellere rağmen, son birkaç yıldır işçi sınıfı mücadelesinin tüm dünyada yeniden canlandığına tanık olduk. İngiltere madenciler grevinin bize öğrettiği en önemli noktalar sendikaların mücadele içersindeki karşı devrimci konumları, izole olmuş işçilerin zayıflığı, işçilerin kendi mücadelelerinin kontrolünü kendi ellerine almaları gerektiği, diğer işçilerle doğrudan kendilerinin kurduğu ilişkinin mücadeleyi yaygınlaştırmada ne kadar önemli olduğu oldu. Tüm bu dersler, sınıf için paha biçilmez değere sahip.


Patrick

Tags: 

Atina'da Sendika Genel Merkezi İşgal Edildi

ATİNA’DA SENDİKA GENEL MERKEZİ İŞGAL EDİLDİ

Aşağıdaki bildiri elimize libcom adlı bir internet forumu yoluyla ulaştı. Bildiride sözü geçen işgal şu anda bitmiş ve olayların arka planıyla ilgili bilgimiz çok sınırlı olmasına rağmen bu bildiriyi olabildiğince yaygın bir şekilde dağıtmak için yeterince önemli bulduk. GSEE (Yunan Genel Emek Konfederasyonu) Yunanistan'daki ulusal sendikanın kısaltılmış adıdır.

Tarihimizi ya kendimiz belirleyeceğiz ya da tarih biz olmadan belirlenecek

Biz kol emekçileri, işçiler, işsizler, geçici işçiler, vatandaş ya da göçmenleriz. Bizler pasif TV izleyicileri değiliz. Alexandros Grigoropoulos'un cumartesi gecesi katledilmesinden beri tüm gösterilere, polisle yaşanan çatışmalara, şehir merkezinin ve mahallelerin işgaline katıldık. Zaman zaman çalışmayı ve günlük yükümlülüklerimizi öğrencilerle, üniversite öğrencileriyle ve kavgadaki diğer proleterlerle sokakları ele geçirmek için bırakmak zorundaydık. GSEE binasını işgal etmeye de şu nedenlerle karar verdik; • Bu binayı işçilerin özgür ifade ve buluşma merkezine dönüştürmek için,

• TV ekranlarından işçiler çatışmaların mağduru olarak sunulurken ve Yunanistan ve tüm dünyadaki kapitalist kriz, medya ve onların patronları tarafından 'doğa güçlerinin işi' gibi sunulan sayısız işten çıkarmalara yol açarken, işçilerin çatışmalarda olmadığını, yaşananların 500 "maskelinin", "holiganın" çıkardığı olaylardan ibaret olduğunu iddia eden medya çığırtkanlığı kaynaklı miti ve diğer masalları çürütmek için,

• Sendika bürokrasisinin ayaklanmanın baltalanmasındaki rolünü eleştirmek ve açığa çıkarmak için. GSEE ve tüm sendika mekanizması, on yıllardır mücadeleleri baltalamaktadır, bizim emeğimizi üç beş kırıntıya pazarlamaktadır, sömürü ve ücretli kölelik sistemini ebedileştirmektedir

GSEE'nin geçen çarşamba günü sergilediği duruş oldukça açık: GSEE, grevcilerin önceden belirlenmiş gösterilerini iptal etti. Bir yandan insanların isyan virüsünden etkilenmesinden korkan, diğer yandan da insanların meydandan çabucak dağıtılacağından emin olan sendika, etkinliği Sintagma meydanı'ndaki kısa bir toplanmaya yönlendirmekle yetindi.

• (Ayaklanma tarafından yaratılan toplumsal alan gibi) Bizim sendika primlerimizle kurulan bu binayı, bu alanı ilk kez olsun işçilere açmak, hep dışında tutulduğumuz bu alanı açmak için. Tüm bu yıllar boyunca her türden kurtarıcıya güvendik ve sonunda şerefimizi kaybettik. İşçiler olarak artık sorumluluklarımızı almalı ve umutlarımızı akıl hocalarına, 'yetkili' temsilcilere vermeyi bırakmalıyız. Bir araya gelmek, birleşmek, karar vermek ve eylemek için kendi sesimizi kazanmalıyız. Süre giden saldırılara karşı; Tek yol kolektif 'taban' direnişinin oluşturulması.

• İş yerlerinde öz-örgütlülük ve dayanışma fikrini, mücadele komitelerini, kolektif taban yöntemini yaymak, bürokrat sendikacıları ortadan kaldırmak için.

 

Yıllardır yoksulluğumuzu, satılmışlığımızı, işyerindeki şiddeti yutkunduk durduk. İş kazası olarak adlandırılan sakat kalmaları ve ölümlerimizi saymaya alışkın hale geldik. Öldürülen göçmenleri -sınıf kardeşlerimizi- görmezden gelmeye alıştırıldık. Artık hayallerde kalmış olan ücretlerimizi, vergi geri ödemesini ve emekliliğimizi güvence altına alma kaygısıyla yaşamaktan bıktık. Hayatlarımızı patronların ve sendika temsilcilerinin ellerine teslim etmemek için mücadele ediyoruz, aynı şekilde hiçbir tutuklu isyancıyı devletin ve yargı mekanizmasının eline terk etmeyeceğiz.

Gözaltılar hemen serbest bırakılsın!

Tutuklananlara ceza verilmesin!

Genel işçi grevinin öz-örgütlenmesi için mücadeleye!

KURTARILMIŞ GSEE BİNASI İŞÇİ MECLİSİ

17 Aralık 2008, Çarşamba

İsyancı İşçilerin Genel Meclisi

İşgal edilen binadaki pankartta yazılanlar; İş "Kazalarında" Soğukkanlı cinayetlerde, Devlet-Sermaye öldürür! Cezalandırmalara Hayır! Tutuklananlar derhal serbest bırakılsın! GENEL GREV İşçilerin öz-örgütlülüğü Patronların mezarı olacaktır. İsyancı İşçilerin Genel Meclisi

Bangladeş ve Çin'de Kitlesel Mücadeleler

Dünyanın her yanında işçi sınıfı gittikçe daha dayanılmaz hale gelen sömürü ve sefalet koşullarına maruz bırakılıyor. Ve burjuvazinin riyakarca "gelişmekte olan ülkeler" dediği ülkelerde işçilere davardan farklı davranılmıyor.
Fakat birkaç yıldır işte bu ücretli köleler gittikçe artan bir direniş içerisindeler. Mısır'da, Dubai'de ya da Vietnam'da mayalanan ve her seferinde on binlerce işçinin katıldığı ayaklanmalar ara sıra patlak veriyor.
Bu mücadelelerin varlıkları dünyanın geri kalanında ya zar zor duyuluyor ya da görmezden geliniyor. Burjuva medyası bunlar karşı tam bir örtbas etme çabası güdüyor: bu yoğun grevler veya militan işçilere uygulanan korkunç baskıların haberleri bu koyu karartmayı ender olarak delebiliyor.
Medya Bangladeş ve Çin'de gerçekleşen son kitlesel mücadelelere dair de bu sessizliği korumuştur.
Bangladeş: Tekstil İşçileri Mücadelede
Bangladeş'in tekstil işçileri vahşi koşullarda yaşıyorlar ve dünyadaki en düşük ücreti, saatlik 0.22 dolar alıyorlar. Nüfusun çoğunluğunun en ağır yoksunluğu yaşadığı Hindistan'da bile ücretler bunun iki katı (saati 0.44 dolar). Ve buna rağmen Bangladeş'te ki durum gittikçe kötüleşiyor; kimi fabrikalarda bu sefil ücretler ödenmiyor bile!
Bu yüzden aylardır süren bu çile ve fedakarlık sonrasında işçilerin kitlesel ve sert tepkisi de, bu insanlık dışı muameleye denk oldu. 10 Mayıs'ta, (ülkenin tekstil endüstrisinin merkezindeki fakir bir kent olan) Narayanganj'da ki bir Rupashi kazak fabrikasında işçilerin öfkesi en sonunda patladı ve patrona fiziksel olarak yöneldi. "Ertesi gün Rupashi işçileri işe geldiklerinde fabrikanın kapanmış ve sürgülenmiş olduğunu gördüler. Bunun ardından işçiler sömürüye karşı sloganlar eşliğinde sırayla kentteki diğer fabrikalara gitmeye karar verdiler. Fabrika güvenliği ile çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar hızla saman alevi gibi yayıldılar: 20.000 işçi onlarca tekstil fabrikasını balyalarca pamuğu parçalayarak yaktı" (‘Des Nouvelles du Front', dndf.org).
2006'da binlerce işçinin ayaklanması belirli sanayi bölgelerini vurmuştu. Fakat bu sefer, işçiler çok daha kitlesel ve sert hareket ettiler. Fabrikalarını saran güvenlik çitlerini bir araya gelmek ve orduya karşı koymak için açmakta tereddüt etmediler ve bunun sonucunda kimi çok kanlı sokak çatışmaları oldu. Etraflı dikenli tellerle sarılı ve sürekli silahlı muhafızlarca korunan bu bölgelerin toplama kamplarından neredeyse hiç farkı yok. Bu 20.000 işçi orduya ve fabrikalara saldırırken işte onlara işkence eden bu makineleri yok etme ve hayatları pahasına gardiyanlarıyla karşı karşıya gelme arzusuyla hareket ettiler.
Çin'de de İşçiler Krizin Etkilerini Karşı Savaşıyorlar
Son 15 yıldır Çin yeni bir kapitalizm cenneti olarak sunuluyor. Eğer ekonomi politiğin üst düzey yalancılarına inanacak olursak Orta Krallık ekonomik krizden etkilenmemiş durumda. Bir de bunun üstüne Çin'in dünya ekonomisini resesyondan çıkarmaya öncülük edeceği söyleniyor! Elbette gerçek bundan çok başka ve burada da işçi sınıfı krizin ilk mağduru durumunda. Örneğin; "sadece Daquin'de 88.000 işçi son iki yılda işinden atıldı". (ibid. Daquin Heilongjianf eyaletindeki bir milyon nüfuslu bir kenttir). Ülkenin tümünde, 30 milyon kadar (şehirden şehre iş bulmak için gezen) göçmen işçi geçen yıl işini kaybetti.
Fakat mücadelecilik adım adım yükselmekte. Çin Komünist Partisi tarafından uygulanan amansız baskıya rağmen işçiler artık hayvan gibi davranılmaya gittikçe daha az tahammül ediyorlar. Mart'ın başından beri, "Kuzey Doğu Çin'de ki binlerce işçi hoşnutsuzluklarını sokakta göstererek, yan ödemelerinin verilmesini ve temsilcilerinin serbest bırakılmasını istediler . Ekonomik krizin çok ağır vurduğu Mançurya sanayi havzasının kalbindeki Daqinq ve Liaoyang kentlerinde eylemler gerçekleşti. Bu kentler etrafındaki devlet endüstrileri doğrudan ya da dolaylı olarak on kişiden dokuzunu çalıştırıyor. Fakat bu ağır sanayi tesislerinin üretimi düşüyor ve işsizlik artıyor. Isıtma ödeneklerinin kaldırılacağı ve işini kaybeden işçilerin artık her hangi bir sosyal güvenlikten yararlanamayacağı duyurulduğu Mart'ın başından beri, 30.000'e varan binlerce Daqing işçisi her gün sokaklarda eylem yapıyor. 1960'ların efsanevi proleter kahramanının adının taşıyan "Demir Adam" meydanında toplandılar. Patronları olan devlet işletmesi Çin Petrolleri Merkez Binası önünde gecelediler. Patronlarının pencerelerinin altından ‘bizler demir insanlarız' diyerek bağırdılar. Liaoyang'da da benzer nedenler işçileri soğuğa ve kum fırtınalarına göğüs gererek, on binler olarak yerel hükümet merkezinin önünde protesto yapmaya itti." (ibid.)
Bu mücadele dalgası, ekonomik kriz karşısında Çin işçi sınıfının militanlığının genel yükselişinin tipik örnekleridir. "yılın ilk üç ayı boyunca, işten atmaların ve göçmen işçilerin geldikleri bölgelere zorla geri gönderilmesi fırlamasıyla birlikte Çin'de 58.000 ‘kitle olayı' meydana geldi. Hükümetin kendisi bile grevler, sokak gösterileri, işgaller ve diğer kitlesel mücadele biçimlerinin gerçekleştiğini kabul etmektedir. Bu istatistiklerin kaynağı merkezi Hong Kong'da bulunan, kıta Çin'in de ki politik istikrarı araştırmakla uğraşan bir firmadır. Eğer bu eğilim yıl boyunca sürerse, 2006'da ki 90.000 ve 2008'de ki 120.000 ‘kitlesel olay'a kıyasla 2009 yılı 230.000'den fazla ‘kitlesel olayla' bütün eski rakamları geride bırakacaktır" (ibid)
Vietnam'dan Dubai'ye, Çin'den Bangladeş'e gittikçe kitleselleşen ve sertleşen mücadelelere şahit olmaktayız. Bu noktada beliren soru şudur; bu mücadelelerin geleceği ne? Buna cevap verebilmek için bunları enternasyonal bir sürecin, proletaryanın bütün dünyada sınıf mücadelesi alanına aşamalı dönüşünün bir parçası olarak görmeliyiz.
‘Gelişmekte' olan ülkelerdeki işçilerin militanlığı, grevlerin kitlesel doğası ve vahşice baskılar karşısında işçilerin cesareti, diğer ülkelerdeki işçilere ilham vermelidir ve verebilir.
Fakat Bangladeş'te olduğu gibi, bunları fabrikaları yıkmaya ya da bir kan banyosunda ölmek dışında bir perspektif olmadan baskı güçleriyle karşılaşmaya iten çaresizlik, aynı zamanda bu işçilerin dünya proletaryasının en eski müfrezelerinin köklü deneyimlerini kazanmak için merkezi ülkelerdeki Avrupa ve ABD'de ki işçilerin mücadelesine ne denli ihtiyaç duyduklarını da göstermektedir.
Bu mücadelelerin bir yankı bulabilmesi için, bu işçilerin kavga ruhunun diğerlerine cesaret verebilmesi için, burjuvazinin dayattığı sessizlik duvarının kırılması ve her önemli mücadeleye azami enternasyonal duyulurluk sağlanması yaşamsal bir önemdedir.
Map 1/7/9 --- EKA'nın İngiltere yayını, World Revolution'dan, sayı; 326

EKA’nın Türkiye ve Filipinler’deki yeni şubelerine merhaba

EKA'nın son kongreleri sırasında, Komünist Sol'un tavırlarına doğru bir yönelim içerisinde olan birey ve grupların belirmesine yönelik uluslararası bir eğilime işaret etmiş ve hem bu sürecin öneminin, hem de bunun örgütümüze yüklediği sorumluluğun altını çizmiştik:

"16. Kongrenin çalışmalarının esas önceliği, özellikle de devrimci politik bir perspektif arayışı içerisinde unsurlardan oluşan yeni bir kuşakla karşı karşıya olduğumuz şu durumda,  sınıf mücadelesinin yükselişini ve bunun örgütümüze yüklediği sorumlulukları incelemektir." [1]

"Sınıf içerisinde hâlihazırda gelişmekte olan netleşme çabasının, sadece mücadeleler başladığında aktif bir biçimde müdahale ederek değil, aynı zamanda mücadeleye katılmaya çalışan grup ve unsurların gelişmesine katkı sunarak etkin bir biçimde rol almak, devrimci örgütlerin ve özellikle de EKA'nın sorumluluğudur". [2]

"Kongre (...) komünist sol'un tavırlarını savunmak doğrultusunda çalışan grup ve unsurlara yönelik politikamızın çok olumlu bir bilânçosunu çıkarmıştır (...) bu politikanın en olumlu yanı, şüphesiz, bu gruplardan dördünün kongremize katılmasından da görülebileceği gibi, devrimci tavırlar üzerine kurulmuş diğer gruplar ile bağlar kurma ve geliştirme kapasitemizdir".[3]

Bu minvalde son uluslar arası kongremizde, çeyrek yüzyıllık bir zamandan beri ilk kez, açıkça enternasyonalist sınıf tavırları üzerinde duran farklı grupların (Brezilya'dan OPOP, Kore'den SPA, Türkiye'den EKS ve Filipinlerden -fiziksel olarak gelememiş olsa da- Internasyonalismo[4]) delegasyonlarını ağırlayabildik. Bu kongreden beri dünyanın diğer yerlerindeki özellikle de Peru, Ekvator ve Santa Domingo'da açık toplantılar yaptığımız Latin Amerika'da ki, grup ve unsurlar ile bağlantılar ve tartışmalar devam etti. [5]  EKS ve Internasyonalismo'da ki yoldaşlarla tartışmalarımız, onların tavırlarımıza artan ölçüde katılmalarıyla, EKA'ya katılmak yolunda adaylıklarını koymalarıyla sonuçlandı. Bir süredir bu tartışmalar, genel hatları sitemizdeki "EKA'ya Nasıl Katılınılır?" [6] adlı yazıda tanımlanan genel hatlar çerçevesindeki bir bütünleşme süreci çerçevesinde yürütülmekteydi.

Bunun sonucunda yoldaşlar bu süreç boyunca Platformumuz üzerine derinlikli tartışmalar yürüttüler ve tartışmalarının gidişatına dair bizi sürekli bilgilendirdiler. EKA'nın bir çok delegesi onları bulundukları yerlerde ziyaret ederek onlarla tartıştı ve kendi paylarına yoldaşların tam militan bağlılıklarını ve örgütsel ilkelerimizle bağlılıklarının netliğini kendi gözleriyle görebildiler. Dolayısıyla, bu tartışmaların sonucunda, EKA'nın merkezi organı son genel toplantısında, iki grubu da örgütümüzün yeni şubeleri olarak entegre etme kararı alabildi.

EKA'nın birçok şubesi Avrupa [7] veya Amerika [8] kıtalarında bulunmaktadır, ve şu ana kadar bu iki kıta dışında temellenmiş olan tek şube Hindistan'da ki idi. Bu nedenle bu iki yeni şubenin örgütümüze katılması EKA'nın coğrafi yayılımını büyük ölçüde genişletmiş bulunuyor.

Filipinler, dünyanın yakın zamanda hızlı bir endüstriyel büyüme kaydettiği ve bunun sonucunda -dünya çapındaki 8 milyonluk Filipinli göçmen işçi nüfusu bir yana- artan sayıda işçinin bulunduğu bir bölgesinde bulunan büyük bir ülke. Son yıllarda, bu büyüme kapitalizmin "ikinci bahar"ını yaşadığı yollu birçok yanılsamayı besledi; Bugün ise tersine "gelişmekte" olan ülkelerin gelişmekte olan krizin yıkıcı etkisinde kurtulmakta "eski" kapitalist ülkelerden daha fazla şansı olmadığı açıklaşmış durumda. Bu anlamda kapitalizmin çelişkileri yeni dönemde bu bölgede de şiddetli bir biçimde keskinleşecek ve bu da kaçınılmaz bir biçimde toplumsal hareketleri ortaya çıkmaya zorlayacaktır. Bu hareketlerde 2007 baharında şahit olduğumuz gibi sadece açlık isyanları ile sınırlı kalmayacak ve işçi sınıfının mücadelelerini de içerecektir.

Türkiye'de bir şubenin kurulması da EKA'nın Asya'da ki varlığını, özellikle de bu günün emperyalist gerilimlerinin en ciddi patlama noktalarından biri olan bir bölgede yani Orta Doğu'da ki varlığını güçlendirecektir. Gerçektende, EKS'deki yoldaşlar, geçen yıl Türk burjuvazisinin kuzey Irak'ta ki askeri manevralarını ifşa eden bildirileriyle çoktandır müdahalelerini yürütmeye çalışmaktadırlar.

EKA, Batı Avrupa ülkelerindeki proletaryanın belirleyici rolünde ısrar ettiği için, işçi mücadelelerinin ve devrimci perspektifin gelişimine dair "Avrupa-merkezci" bir bakış açısına sahip olmakla birçok sefer suçlanmıştır:

"Proleter mücadele sermayenin iktisadi kalbini vuruncaya kadar,

-- İktisadi bir cordon sanitaire [karantina] kurmak imkansız hale geldiğinde, etkilenecek olanlar en zengin ekonomiler olacağından;

-- Politik bir cordon sanitaire kurmak artık etkisizleşecektir çünkü en güçlü burjuvaziyi karşısına alan en gelişmiş proletarya olacaktır; ancak bundan sonra mücadele dünya devrimi yangınının işaretini verecektir (...)

Proletarya kapitalist canavarı ancak onu kalbinden ve kafasından vurarak alaşağı edebilir.

Yüzyıllardır, tarih kapitalist dünyanın kalbini ve kafasını Batı Avrupa'ya yerleştirmiş bulunuyor. Dünya devrimi ilk adımlarını kapitalizmin ilk adımlarını attığı yerde atacaktır. Burada devrimin yukarıda sayılan koşulları, en gelişmiş biçimleri içerisinde bulunabilir (...)

"Bu nedenle sadece proletaryanın en uzun mücadele deneyimine sahip olduğu, on yıllardır en gelişkin biçimlerindeki "işçi sınıfından yana" olduğunu iddia eden aldatmacalarla karşı karşıya kaldığı, Batı Avrupa'da, devrim yolundaki mücadele için vazgeçilmez olan politik bilincin tam gelişimi söz konusu olabilir." [9]

Örgütümüz "Avrupa-Merkezcilik" eleştirilerine de çoktan cevap vermiştir:

"Bu ifadeler hiç bir şekilde "Avrupa-merkezcilik" değildir. En büyük deneyime sahip olan en eski proletaryayı geliştiren, Avrupa'da gelişen burjuva dünyanın kendisidir."

Her şey bir yana, biz her zaman devrimcilerin kapitalizmin çeperindeki ülkelerde oynayacağı yaşamsal görevin önemi üzerinde ısrar ettik:

Bu [Yaklaşım] dünyanın diğer yerlerindeki sınıf mücadelesinin veya devrimcilerin etkinliklerinin anlamsız olduğu anlamına gelmez. İşçi sınıfı tek bir sınıftır. Sınıf mücadelesi, emek ve sermayenin karşı karşıya geldiği her yerde mevcuttur. Bu mücadelenin farklı ifadelerinin dersleri nereden çıkarılmış olursa olsun bütün sınıf için geçerlidir. Özellikle de çeperdeki ülkelerdeki mücadelenin deneyimi, merkezdeki ülkelerde yürüyen mücadeleyi etkileyecektir. Devrim dünya çapında olacaktır ve bütün ülkeleri içerecektir. Sınıfın devrimci akımları proletaryanın burjuvaziyle kavgaya giriştiği her yerde yani bütün dünya çapında değerlidir".

Bu durum Türkiye ve Filipinler gibi ülkeler için açık bir biçimde geçerlidir.

Bu ülkelerde komünist fikirleri savunma mücadelesi gerçektende zor. Bu mücadelenin egemen sınıfın işçi sınıfı mücadelesinin ve bilincinin gelişmesini engellemek için kullandığı klasik yanılsamaları (demokratik ve seçimsel yanılsamalar, işçi mücadelelerinin sendika aygıtıyla sabote edilmesi ve milliyetçilik zindanı) karşısına alması gerekiyor. Fakat bunun da ötesinde, işçi sınıfının ve devrimcilerin mücadelesinin doğrudan ve derhal sadece hükümetin resmi baskı güçlerini değil aynı zamanda devlete karşı olan, ama basitçe kapitalizmi başka bir maske altından da olsa savundukları için, vahşilikte ve vicdansızlıkta devletinkine tamamen denk olan, Türkiye'de PKK ya da Filipinlerde ki çeşitli gerilla örgütlerini de karşısına alması gerekiyor. Bu durum EKA'nın bu yeni iki şubenin etkinliklerini Avrupa ve Kuzey Amerika'dakilerden daha tehlikeli kılıyor.

EKA'ya katılımından önce, Filipin şubesi kendi internet sitesinde çoktandır Tagalog dilinde (ülkenin resmi dili) olduğu gibi İngilizcede de (Filipinlerde yaygınca konuşulan) yayın yapmaktaydı. Mevcut koşullar yoldaşların sürekli bir basılı yayını sürdürmelerini (kimi zaman çıkan bildiriler dışında) imkansız kılıyor ve internet sitemizde bu yüzden orada tavırlarımızı yaymanın esas aracı olacak.

Türkiye şubesi yayını Dünya Devrimi'ni basmaya devam edecek ve bu yayın artık Türkiye'de EKA'nın yayını haline gelecek.

International Review'ın 122. sayısında şöyle yazmıştık: "komünist tavırlara ve örgütümüze doğru yönelen yoldaşları selamlıyoruz. Onlara şöyle diyoruz: "İyi bir seçim yaptınız. Kendinizi proleter devrim için mücadeleye bütünleştirmeyi hedefliyorsanız tek olası seçim de budur. Fakat bu seçimlerin en kolayı değil: çok fazla hızlı başarınız olmayacak, elde ettiğiniz sonuçlar umutlarınıza denk olmadığı zaman hüsrana uğramamayı öğrenmeniz, sabırlı ve kararlı olmanız gerekecek. Ama yalnız olmayacaksınız: EKA'nın militanları sizin yanınızda olacak ve onlar sizin tavrınızın onlara verdiği sorumluluğun bilincinde olacaklar. Onların iradesi, 16. kongrede de ifade edildiği gibi, bu sorumluluklara layık olmak yönündedir." (EKA 16. Kongresi). Bu kelimeler, Komünist Sol'un tavırlarının savunma işini üzerine almaya karar vermiş bütün unsurlara ve gruplara yöneliktir. Ve elbette ilk olarak da örgütümüze yeni katılan iki yeni şube için öncelikle geçerlidirler.

İki yeni şubeye ve onları kuran yoldaşlara, EKA kalpten ve kardeşçe selamlarını iletir.


[1] International Review n°122

[2] International Review n°130, "Resolution on the international situation".

[3] International Review n°130, "The proletarian camp reinforced worldwide"

[4] OPOP: Oposição Operária (İşçi Muhalefeti), SPA: Sosyalist Politik İttifak, EKS: Enternasyonalist Komünist Sol ; Internasyonalismo (Enternasyonalizm).

[5] Sitemizdeki şu yazılara bakabilirsiniz: "Internationalist debate in the Dominican Republic", "Reunión Pública de la CCI en Perú: Hacia la construcción de un medio de debate y clarificación" and "Reunion pública de la CCI en Ecuador: un momento del debate internacionalista".

[6] EKA bize katılmak isteyen yeni unsurları her zaman heyecanla selamlamıştır. (...)akat heyecanımız Troçkist örgütler gibi sadece sayıca artmak uğruna yeni üye aldığımızı göstermez. (...)Yaklaşımımız, belirsiz, oportünist bir temelde prematüre bir şekilde üye almak değildir.(...) EKA oda-kahvaltı veren bir pansiyon değil ve yeni üyeler peşinde koşmakla ilgilenmiyor.

Fakat hayallere de kapılmıyoruz. Bu yüzden ‘EKA'ya nasıl katılabiliriz?' sorusunu soran yoldaşlar EKA'nın bir parçası olmanın zaman alacağını anlamalı. Adaylığını sunan her yoldaş sabırlı olmaya hazır olmalı. Katılma süreci militan adayının görüşlerinin ne kadar derin olduğunu anlaması anlamına gelir, bu yüzden militan olma kararı hafife alınmamalıdır. Ayrıca bu adayın militan olma isteğinin başarısızlıkla veya moral bozukluğuyla sonuçlanmaması için ona verebileceğimiz en iyi garantidir.

[7] Almanya, Belçika, İspanya, Fransa, Britanya, Italya, Hollanda, İsveç, İsviçre.

[8] ABD, Meksika, Brezilya, Venezüella.

[9] International Review n°31, "The proletariat of Western Europe at the centre of the generalization of the class struggle"

Tags: 

Edirne-giyim grevi

Arka kapakta yayınladığımız yazı Edirne-Giyim fabrikasında Türk-İş tarafından gerçekleştirilen bir grev üzerine yazılan bir değerlendirmedir. Örgütümüze üye olmasa da sendikalar konusunda bize çok benzer yaklaşımlara sahip olan, Edirne'den "işsiz-öğrenci" bir yoldaş tarafından yazılmıştır. Bu değerlendirme Bursa'daki "Sınıf(sız)" adlı bağımsız bir işçi bülteninin 4. Sayısında da yayınlanmıştır (bu sayının elimizdeki bir pdf örneğini edinmek isteyenler [email protected] adresine bu konuda mail atabilirler). Bize göre işçi sınıfının ilk bakışta böyle küçük ve tekil görünen deneyimlerini yaygın bir şekilde tartışma ve bunlardan dersler çıkarmanın önemi çok açık. Her ne kadar yoldaşın bahsettiği durum sendikaların işçi sınıfının bilincini ve dayanışmasını baltalamak için her gün uyguladığı yöntemlerin tipik bir örneği olsa da bunları ortaya koymak, sendikaların sınıf mücadelesini gelecekte sabote etmek için nasıl yöntemler kullanabileceğinin açık bir göstergesidir. Burjuvazinin sol kanadından örgütlerin de sendikalizme dair yaydığı illüzyonlar da düşünüldüğünde bu deneyimlerin tartışılmasının yaşamsallığı daha da açıklaşacaktır. Yazıda da açık bir şekilde ortaya konduğu gibi, burjuvazi en küçük ve yerel iş yerlerinden en tepedeki bürokratik komplolara kadar, derinleşmekte olan kriz karşısında açıkça olmasa da alttan alta kendi savaş pozisyonunu almaya başlamış durumda. Burjuvazinin bu yeni konumlanışı, sürekli bir işsizlik tehdidini, güvencesiz ve ağırlaştırılmış çalışma koşullarını, hatta yer yer açıkça ücret düşürmeleri içermekte. Ne var ki bu durum egemen sınıfın mevcut ideolojik ve politik çürümüşlüğü ölçüsünde gürültüsüz patırtısız, pürüzsüz bir süreç olarak gelişmiyor. Egemen sınıfın işçi sınıfı içerisindeki geleneksel truva atı, soğuk savaştan kalma Türk-İş bu süreçte zor durumda kalan sendikaların başında gelmekte. Bir yandan işçi sınıfının yaşam koşullarının kötüleşmesi karşısında sessiz kalmasını ya da mücadelelerini dağıtıp yanlış yönlendirmesini sağlamaya çalışırken, diğer yandan da burjuvazinin kendi yasalarına bile uymayan çalışma koşullarının parçası olan sendikasızlaştırma sürecini desteklemenin verdiği çelişkide sıkışıp kalması aşağılık Türk-İş sendikasının içinde bulunduğu tipik bir çelişkiyi oluşturuyor. 1980'lerden beri burjuva düzeninin çürümesinin bir parçası olan bu açık yozluk ve tutarsızlık karşısında Türk-İş, işçileri mücadeleye çekmektense (hakkını verelim işçileri mücadele içerisinde yalıtma becerisini Türk-İş hiç bir zaman DİSK ya da KESK kadar geliştirememiştir) kendini yok etmeyi yeğlemektedir. Ama bunu yaparken de tabandaki militan işçileri anlamsız ve ümitsiz mücadelelerde patronlara gözdağı vermekten de elbette bir an olsun geri durmamaktadır. Eh çürümüş rezil Türk-İş kendisi batarken işçileri de batırmak konusunda uzman olduğunu her zaman ispatlamış bir sendikadır. Ne var ki Edirne'den işsiz bir proleterin yazdığı bu yazı artık işçi sınıfının en azından politik azınlığında devletin ve onun sendika ayağının hamlelerine karşı gelişen artan bir bilincin ifadesi olmakta. Bu nedenle yoldaşın bu eleştirisini hiç tereddüt etmeden yayınlamak bizim için büyük bir umut işaretidir.

Son olarak yoldaşın yazısında da vurgulandığı gibi, işçi sınıfı mücadelesine dair altının kalın bir şekilde çizilmesi gerektiğini düşündüğümüz bir nokta daha var. Burjuvazinin sol kanadından türlü Stalinist ya da Troçkist örgütün iddialarının aksine, işçi sınıfını örgütleyen şey sendikalar değildir. Sendikalar tam tersine işçi sınıfını önce iş yerinde (sektörler üzerinden ve sendikalı sendikasız olarak), sonra da siyasi ve konfederatif ayrımlar üzerinden bölmekteler. İşçi sınıfının birliği ise en temelde onun sınıf çıkarlarından doğan mücadelesinin aktif, canlı ve gerçek seyrinde, dinamik olarak yaratılır ve ifadesini sınıf içerisinden herkese açık genel asamblelerde, geri çağrılabilir işçi delegelerinden oluşan grev komitelerinde ve nihai olarak da işçi konseylerinde ifadesini bulur. Sendikaların bu tuzağından kurtulabilmek için bu alternatifi gözden kaçırmamak ve onların bizi itmeye çalıştığı sözde "grev"lerin doğasını açık etmek komünistlerin en öncelikli görevlerinden biridir.

EKA 

Tags: 

El Tutuşa Tutuşa

 

 

Ne kadar çok elimiz varmış meğer
İlkin, senin elinle tutuşan benimki
Sonra çocuklarınki
Gençlerinki
Tekel işçilerininki
Sonra, ellerin elleri...
Ne kadar çok elimiz oldu, baksana
Tutuşa tutuşa
Bir orman yangını gibi

 

 

 

Tekel işçilerinin onurlu mücadelesi ilk ayını dolduruyor. Geçtiğimiz ayı, bütün zorluklara, yıldırma çabalarına, işçileri evlerine döndürmek için oynanan oyunlara, soğuğa, ayaza, yağmura, çamura rağmen Ankara sokaklarında, direnerek, dayanarak, savaşarak geçirdiler.  Tekel işçileri, gösterdikleri kararlılık ve mücadele azmi ile bütün Türkiye işçi sınıfının başını çekmektedirler. Bugün onların karşısında durdukları saldırılar, sermaye düzeninin sadece kendilerine değil, bütün işçi sınıfına yönelttiği  saldırılarıdır.

 

Tekel işçilerinin Türkiye'de sınıf mücadelesinin başını çekmelerini mümkün kılan yalnızca Ankara'da kalmakta, baskılara direnmekteki kararlı direnişleri olmadı. Bu kararlılıkla beraber, işçi sınıfının tamamına  bu mücadelenin bütün emekçilerin mücadelesi olduğunu anlatma ve mücadeleyi genişletmek için ellerinden geleni yapma iradeleri olmuştur. Geçtiğimiz ay içerisinde, itfayecilerden doktorlara, öğretmenlerden mühendislere mücadele iradesi gösteren bütün çalışanların "Tekel işçisi yalnız değildir" dediklerine tanık olduk. Bütün ayak oyunlarının, baştan savuşturmaların, bir ve iki saatlik "grev"lerin ardından, sonunda Türk-İş'i, geniş işçi sınıfı kitlelerini bir günlüğüne Tekel işçileri ile buluşturacak bir eylem yapılmasına razı eden de bu kararlılık olmuştur.

 

Doğrudur, özellikle bugün "Tekel işçisi yalnız değildir". Öte yandan, Tekel mücadelesini kendi mücadelesi olarak gören, bu mücadelenin zaferini isteyen bütün emekçilerin sorması gereken soru şudur: peki ya yarın ne olacak? Bugün tekel işçilerinin ellerini kavramış emekçiler yarına bırakmış mı olacaklar tuttukları o elleri? Bir gün Tekel işçilerinin, işçi sınıfının zaferi için yeterli olacak mı? Eğer bu gün, başı ve sonu belli bir gün ise, günün sonunda herkesin evlerine döneceği biliniyorsa, şunu söylemek zorundayız ki bir gün kazanım için yeterli olmayacaktır.

 

Patronlar ve onların devleti, Tekel mücadelesinden, Tekel işçilerinin gösterdiği kararlılıktan korkmaktadırlar. Bu korkunun altında Tekel işçilerine yaptıkları saldırının, aslında işçi sınıfının geneline karşı yapmakta oldukları saldırının bir parçası olduğunun bilincinde olmaları yatmaktadır. Patronlar Tekel işçilerinden korkmaktadırlar, çünkü tekel işçilerinin yaktığı ateşin, aynı saldırılarla karşı karşıya olan bütün işçi sınıfı tarafından, bir orman yangını gibi yayılabileceğinin bilincindedirler. İşte bu yüzden Tekel işçilerinin zaferi, işçi sınıfının tamamının zaferi olacaktır. İşte bu yüzden Tekel mücadelesinin zaferi, sınıfımızın genelinin bu mücadeleye sahip çıkmasına bağlıdır.

 

Tekel işçilerinin yaktığı ateşi, emekçiler ancak kendileri yayabilirler. Gerek Türk-İş, gerek diğer sendikalar, işçilerin mücadeleyi genelleştirme çabalarının yanında değil karşısında olacaklardır. Zira farkındadırlar ki mücadelelerini kendi ellerine alarak kitleselleştiren işçilerin yaktığı bu ateş, patronlarla birlikte kendilerini de yakacaktır.

 

KURTULUŞ İŞÇİ SINIFININ KENDİ ESERİ OLACAKTIR!

 

YAŞASIN SINIF DAYANIŞMASI!

 

 

 

 

Tags: 

Enternasyonalist Komünist Sol Kendisini Feshederek; Enternasyonal Komünist Akım'a Katıldı

Dünya Devrimi’nin Eylül 2008 tarihli birinci sayısında şöyle yazmıştık: “...Dünya Devrimi ismini seçmemizin nedeni ise, örgütsel olarak uluslararası geleceğimize dair bir doğrultuya girmiş olmamız. Komünist bir örgütün ulusal veya bölgesel olarak varolamayacağı ve yerel olarak faaliyet yürüten komünist militanların kesinlike uluslararsı alanda merkezileşmiş bir komünist örgüte mensup olmaları gerektiğine dair çıkardığımız sonuçlara dayanarak, otuz yılı aşkın bir süredir uluslararsı düzeyde merkezileşmiş örgütlü faaliyet yürüten, şu an itibariyle on dört ülkede şubeleri olan, ve zaten daha önceden de birlikte çalışma yaptığımız ve dayanışma içerisinde olduğumuz Enternasyonal Komünist Akım’ın Türkiye’deki şubesini oluşturmak doğrultusuyla bu örgütün platforumunu tartışmaya başladık. Nasıl devrimcilerin hiçbir çalışmasında sabırsızlığa yer yoksa, yaklaşık bir yıl önce başlayan bu tartışma, netleşme ve EKA’nın bir parçası olma sürecinde de sabırsızlığa yer yok. Sağlam ve organik bir biçimde değil aceleci ve yapay bir biçimde gerçeleşecek bir katılımın hiçbir faydası olmayacaktır, ve bizim uzun soluklu olduğunu bildiğimiz katılım sürecine sabırla ve gerçek bir netlik sağlama amacıyla devam ediyoruz. Öte yandan bu süreç içerisinde de netleşmekteyiz ve faaliyetlerimizi de hem siyasi ilkelerimizi hem de uluslararsı alanda merkezileşmiş bir örgütün gerekliliği konusundaki yaklaşımını paylaştığımız bu örgütün doğrultusuna yaklaştırmamızın faydalı olacağını hissediyoruz. Bu yüzden EKA’nın İngiltere’de World Revolution, Mekiska’da Revolución Mundial, Almanya ve İsviçre’de Weltrevolution ve Hollanda’da Wereld Revolutie isimleriyle çıkan gazetelerinin ismini, kendi yayınımıza vermeyi uygun bulduk. Ayrıca bu vesileyle EKA’nın bir parçası olmak doğrultusunda çalıştığımızı da duyurmak olanağını bulduk.” Okuyucularımıza sabırla yürütülen derinlikli tartışmalar sonucu Enternasyonal Komünist Akım’ın bir parçası olduğumuzu ve Enternasyonalist Komünist Sol adlı grubumuzu dağıtarak Türkiye’de Enteransyonal Komünist Akım’ın Dünya Devrimi isimli şubesini oluşturduğumuzu büyük bir mutluluk ile duyurmak istiyoruz. Böylece artık elinizdeki yayın, yalnızca bu ülkedeki az sayıda militanın çıkardığı bir yayın olmaktan çıkarak uluslararası düzeyde merkezileşmiş bir örgütün yayını olma niteliğine ulaştı. Örgütümüz de artık bütün dünya ölçeğinde programatik ilkelerimiz, yani platformumuz temelinde birleşmiş tek bir örgüttür, bir dünya örgütüdür, ve bu merkeziyetçilik biçimiyle farklı ulusal örgütlerin birbirinden doğru düzgün haberdar olmadığı uluslararası çatı yapılanmalarından ayrılır. Enternasyonalist Komünist Sol adlı örgütü oluşturan militanların EKA’ya katılma yönünde karar alması da uluslararası düzeyde yalıtılmış bir durum değildir. Bu minvalde örgütümüzün son uluslararası kongresinde, çeyrek yüzyıllık bir zamandan beri ilk kez, açıkça enternasyonalist sınıf tavırları üzerinde duran farklı grupların (Türkiye’den Enternasyonalist Komünist Sol’un yanı sıra, Brezilya’dan OPOP, Kore’den SPA, Filipinler’den –fiziksel olarak gelememiş olsa da- Internasyonalismo ) delegasyonlarını ağırlandı. Bu kongreden beri dünyanın diğer yerlerindeki özellikle de Peru, Ekvator ve Santa Domingo’da, açık toplantılar yaptığımız Latin Amerika’daki, grup ve unsurlar ile bağlantılar ve tartışmalar devam etti. Aynı perspektif doğrultusunda Filipinler’deki Internasyonalismo adlı grubun militanları da, Türkiye’den EKA’ya katılmış olan bizler gibi derinlikli ve sabırlı bir tartışma sürecinden geçerek bizimle aynı zamanda EKA’nın bir parçası olarak örgütümüzün bu çok önemli ülkedeki şubesini oluşturdular. Enternasyonal Komünist Akım’ın yeni iki şube kazanmış olmasının, sınıf mücadelelerinde gerçekleşen yükselişin ivmesinin artışı ile birlikte, yalnızca bir başlangıç olmasını umuyoruz.

Enternasyonalist komünistlerin latin amerika toplantısı

Aşağıda, 8 Latin Amerika ülkesinden 7 grup ve örgütün, yakın zamanda gerçekleştirdikleri bir enternasyonalist toplantıdan ortak olarak çıkardıkları bir bildiriyi yayınlıyoruz.
Bir yıldan fazla süredir planlanmakta olan bu toplantı, (Brezilya'da ki OPOP - İşçi Muhalefeti ve EKA hariç) büyük çoğunluğu 3 yıl önce var olmayan bu grupların ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur. İkinci olarak, bu toplantı, katılımcılarının yalıtılmışlıklarını kırıp ortak bir çalışma geliştirme yönünde ortak iradeleri olmasaydı mümkün olamazdı.
Bu çabanın temeli katılımcıların proleter kampı burjuvazininkinden ayıran çizgiler üzerindeki (ortak bildiride de ifade edilen) ortak anlayışlarıdır.
Bu toplantının temel etkinliği kaçınılmaz olarak katılımcılar arasında var olan ortaklık ve ayrılıkları belirginleştiren bir politik tartışma yapmak ve bu ayrılıkları daha da netleştirmeyi mümkün kılacak olan gelecekteki tartışmaların çerçevesini belirlemek olmuştur.
Bu toplantının enternasyonal sınıf mücadelesinin mevcut durumu ve kapitalizmi sarsan mevcut krizin doğası üzerine bu önemli tartışmayı yürütme becerisini içten bir şekilde selamlıyoruz. Bu tartışmanın devam etmesinin verimli sonuçlara gebe olduğuna dair güvenimiz tam.
Bu toplantının, dünya çapında ortaya çıkan ve kapitalizmin insanlığa dayattığı ölümcül duruma karşı proleter ve enternasyonalist bir cevap arayan yoldaşlara, kolektiflere ve gruplara, varlığı, açık tartışmaları ve müdahaleleriyle enternasyonal bir kılavuz noktası inşa etme yolunda küçük bir adım olduğunun bilincindeyiz.
Geçmişin deneyimlerini taşıyan (örneğin 30 yıl önce gerçekleştirilen Komünist Solun Enternasyonal Konferanslarını ) yoldaşlar için bu konferans geçmiştekilerin gösterdiği kimi hatalarının aşılmasını temsil etmektedir. Bu önceki konferanslar Afganistan savaşının ortaya koyduğu ölümcül tehdit karşısında ortak bir tavır geliştirmeyi başaramamasına rağmen, bugün, bu yeni konferans, kapitalizmin krizi karşısında açıkça proleter tavırları savunan katılımcıların benimsediği ortak bir bildiri üretmiştir.
Bildirinin, Amerika kıtası çapında kabaran ve dünya çapında yanılsamalar yayan kapitalizmin "sol" alternatiflerini, sağlam bir şekilde ifşa edişinin altını çizmek isteriz. Amerika kıtası, ABD'de ki Obama olgusundan, Arjantin'de ki Patagonya'ya kadar yoksulu, işçiyi ve dışlanmışı savunduğunu iddia edip, kendisini "sosyal", "insani" bir kapitalizmin alternatifi olarak sunan ya da en "radikal" versiyonları (Venezuela'da ki Chavez, Bolivya'da Morales ve Ekvador'da Correa) "21. Yüzyılin sosyalizmini" temsil eder pozlar takınan hükümetlerle kaplanmış durumda.
Bize göre bu hileler ve cambazlıklar karşısında, devlet kapitalizminin, milliyetçiliğin ve sömürünün katmerleşmesinin bu "yeni peygamberleri" karşısında, enternasyonal dayanışma, sınıfın uzlaşmaz mücadelesi ve dünya devrimi için kavga yolunda tavırlar geliştiren ve tartışma açan yeni bir birleşik, yoldaşça ve kolektif enternasyonal kutbun belirmesi yolunda çok büyük bir önem taşımaktadır. EKA 26. 4. 2009
------------------------------------------------------------------
Aşağıdaki bildiri, enternasyonalist toplantıda kabul edilen ortak tavırları içermektedir. Yakın bir gelecekte, toplantı sırasındaki tartışmaların bir sentezini ve farklı katılımcıların toplantı hazırlığında ortaya koydukları katkıları da yayınlayacağız.
Ortak Tavırlar
Gerçek komünizm için yani sınıfsız, sefaletsiz ve savaşsız bir toplum için mücadele, dünya çapındaki [politik] azınlıklar içerisinde artan bir ilgi uyandırmaktadır. Mart 2009'da Enternasyonal Komünist Akım ve Oposicao Operaria (OPOP) inisiyatifle, kıta çapındaki çeşitli grup, çevre ve bireylerin katılımıyla ve kendisini enternasyonalist ve proleter ilkelere dayandıran bir Latin Amerika Enternasyonalist Tartışma Toplantısı gerçekleştirilmiş olması bunun kanıtıdır. EKA ve OPOP'un yanında şu gruplar bu toplantıya katılmıştır:
• Grupo de Lucha Proletaria (Peru)
• Anarres (Brezilya)
• Liga por la Emancipación de la Clase Obrera (Kosta Rica and Nikaragua)
• Núcleo de Discusión Internacionalista de la República Dominicana
• Grupo de Discusión Internacionalista de Ecuador
Keza Peru ve Brezilya'dan yoldaşlar da bu toplantı çalışmasına katıldılar. Diğer ülkelerden yoldaşlar da katılma niyeti belirtmiş, fakat maddi ya da bürokratik engeller nedeniyle katılamamışlardır. Bütün katılımcılar konferansa katılım ilkelerini,1970 ve 1980'lerde ki komünist solun gruplarının konferanslarının bir devamı olarak kabul etmiştir. Bunlar şunlardır;
1. Ekim 1917 devriminin ve Komünist Enternasyonal'in proleter niteliğinin kabulü ile birlikte, bu deneyimlerin proletaryanın yeni devrimci girişimlerine yol gösterecek eleştirel bir bilançoya tabi tutulması.
2. Bugün dünyada "yozlaşmış" bile olsa her hangi bir işçi hükümetinin ya da her hangi bir sosyalist rejimin olduğu fikrinin çekincesiz bir şekilde reddi; benzer biçimde kendilerini "21. Yüzyıl sosyalizmi" ideolojisi ile cilalayanlar gibi, her tür devlet kapitalizminin reddi.
3. Sosyalist ve Komünist Partilerin ve onların yardakçılarının sermayenin partileri olarak ifşa edilmesi.
4. Burjuva demokrasisinin ve parlamento ile seçim süreçlerinin kullanımının, burjuvazinin proleter mücadelelerini, bunları demokrasi ile diktatörlük veya faşizm ile antifaşizm arasında bir tercih yapmaya zorlayarak zapt etmesinin ve yoldan çıkarmasının silahları olarak kullanmasından dolayı kategorik olarak reddi.
5. Enternasyonalist devrimcilerin, proleter devriminin zaferi için vazgeçilemez bir kol olan, proletaryanın öncüsünün enternasyonal bir örgütünü kurma yolunda ilerlemesi gerekliliğinin savunusu.
6. İşçi konseylerinin rolünün, proleter iktidarının organları olduğu gibi, işçi sınıfının diğer sınıflar ve toplumsal katmanlar karşısındaki özerkliğinin de organları olarak savunusu.
Tartışmalar için belirlenmiş olan gündem maddeleri:
1. Proletaryanın rolü ve mevcut durumu; sınıflar arasındaki güçler dengesi.
2. Kapitalizmin (içerisinde mevcut mücadelelerin gelişeceği) durumu ve kapitalizmin çöküşü kavramı ve/veya kapitalizmin yapısal krizleri üzerine daha genel bir tartışma.
3. Sistemden kaynaklanan büyüyen ekolojik yıkım. Zaman darlığı yüzünden bunu tartışmak mümkün olmadıysa da, bu tartışmanın internet üzerinden yürütülmesi üzerinde netleşilmiştir.
İlk noktaya dair, sınıf mücadelesinin mevcut durumunun analizin ortaya koymak üzere Latin Amerika'dan örnekler kullanılmıştır. Buna karşılık müdahalelerin çoğunluğunun kaygısı, bunları proletaryanın daha geniş enternasyonal mücadelesinin bir parçası olarak görmek olmuştur. Bu çerçevede toplantı, Latin Amerika'da ki birçok ülkede işbaşında olan farklı "sol" hükümetleri, proletaryanın ve onun mücadelesinin ölümcül düşmanları olarak kararlılıkla ifşa etmekte ortaklaşmıştır. Ayrıca bu hükümetleri "eleştirel" de olsa destekleyen bütün politik eğilimler de ifşa edilmiştir. Benzer şekilde, toplantı, bu hükümetler tarafından işçi mücadelelerinin suçlu gibi gösterilmesini kınamış ve işçi sınıfının yasal ya da demokratik yöntemlere dair hiçbir yanılsamaya kapılmaması gerektiği, sadece kendi otonom mücadelesine güvenebileceği noktasında ısrarla durmuştur. Bu kınama özellikle şu hükümetlerle ilgilidir;
• Arjantin'de Kirchner,
• Bolivya'da Morales,
• Brezilya'da Lula,
• Ekvador'da Correa,
• Nikaragua'da Ortega,
• Ve özellikede sözde "21. Yüzyıl sosyalizmi" bu ülkedeki proleter mücadelesini engellemek ve bastırmaktan ve de diğer ülkelerdeki işçileri kandırmaktan başka hiç bir amacı olmayan dev bir yalan olan, Venezüella'da ki Chavez.
İkinci noktaya dair; bütün katılımcılar kapitalizminin mevcut krizinin ağırlığı ve bunun gelişiminin teorik ve tarihsel bir perspektiften daha derin bir kavranışının geliştirilmesinin gerekliliği üzerinde uzlaşmıştır. Aşağıdaki noktalar üzerinde uzlaşıyla şu sonuçlara varılmıştır.
• Bu toplantının gerçekleştirilmesi sınıf mücadelesinin ve proletarya içerisinde enternasyonal düzeyde devrimci bilincin gelişimi yönündeki mevcut eğilimin bir ifadesidir.
• Kapitalizmin krizinin mevcut ağırlaşması, işçi mücadelesinin gelişmesi yönündeki bu eğilimi daha da güçlendirmekten başka bir şey yapamaz. Bu durum da proletarya içerisinde devrimci tavırların savunusunu çok daha gerekli hale getirmektedir.
Bu anlamda bütün katılımcılar, bu toplantıda ifadesini bulan çabayı, enternasyonal proletaryanın mücadelesinde etkin bir katılım oluşturmak hedefiyle sürdürmenin gerekliliğine inanmaktadır.
Daha somut olarak, bu çabanın ilk ifadesi olması için aşağıdakilerin gerçekleştirilmesi kararlanılmıştır:
- Toplantıya katılan grupların kolektif sorumluluğu altında İspanyolca ve Portekizce bir internet sitesi açılması. Benzer şekilde internet sitesinin içeriği temelinde İspanyolca bir broşür basılmasının mümkün olduğu önerilmiştir;
- Bu sitede şunlar yayınlanacaktır: mevcut tavırları içeren bir bildiri (aynı zamanda katılan grupların kendi sitelerinde de yayınlanacaktır); bu toplantı için hazırlanan katkılar; gerçekleşen çeşitli tartışma tutanaklarının bir sentezi; toplantıda mevcut olan bütün grup ve unsurlarla birlikte, bu toplantıya hayat vermiş olan ilkeleri ve kaygıları paylaşan bütün diğer grupların ve yoldaşların bütün katkıları.
Bu kaygılar arasında toplantı, devrimciler arasında yoldaşça ve açık tartışma gerekliliğinin ve sekterliğin bütün biçimlerinin reddinin altını özellikle çizmiştir.

Ereğli’de olanları biliyor musunuz?

Ereğli’de Olanları Biliyor musunuz?

Geçen hafta içinde yaşadığımız krizde milyonlarca işçinin yaşadığı durumun bir örneği Ereğli’de de gerçekleşti. Ereğli’deki bir fabrikanın patronu kriz dolayısıyla düşen karlarını telafi etmek için işçilerin bir kısmının ekmeğini ellerinden almaya karar verdi. Bunun üzerine sendika patronu fabrika patronuna daha karlı bir teklifle gitti. Buna göre işçilerin ücretinden yüzde 35’lik bir kesinti yaparsa patron, hem işçi kovmak zorunda kalmayacak, hem de krizin bedelini işçilere ödetebilecekti. İşçiler ise bu durum karşısında sessiz kalmadılar ve sendika binasına doğru bir protesto yürüyüşü yaptılar. İşte 1 Mayıs’a girerken sadece Türkiye değil bütün dünyada da işçi sınıfının durumu Ereğli’deki işçilerle aynı. Kriz karşısında karları düşen ve işçi çıkararak toplumu daha yoksullaştırarak içlerinde bulundukları borç batağından kurtulmaya çalışan patronlar her yerde devletçi çözümlere, işçi düşmanı sendikalara ve sözde solcu ideologlara sarılıyorlar. Peki, bu krizin doğası nedir?

Kapitalizm aslında şu anda yeni bir krize girmiş değil. 1960’ların sonundan beri teklemeye başlayan ekonomi, kredi ve borçlarla ayakta durmaya çalışıyordu. Çünkü biz emekçilerin emeği o kadar üretken hale gelmiş ve o kadar bolluk yaratıyordu ki artık pazarda bollaşan malların değeri yok pahasına düşmek zorundaydı. Bunun karşısında sermaye, yoktan para var ederek yani spekülasyonla, çok düşük faizli kredilerle dünyayı geri ödenemeyecek miktarda borca boğdu. Bugünkü sorun ise bu borçların asla geri ödenemeyecek olması.

İşte şimdi tam da bu yüzden kapitalistler işçi sınıfının onlara geri veremeyecekleri borçları alabilmek için yalvar yakar devlete başvuruyorlar. Çünkü ancak devlet işçi sınıfının yaşam standartlarını bu derece düşürüp onu bu derece dilencileştirip yine onun bu sefalete boyun eğebilecek şiddet araçlarına sahiptir. Bunun örneklerini bütün dünya çapında bulabiliriz.

Nüfusun %35’inin saatlik 3,25 TL veya daha az para ile geçindiği Çin’de, hükümete göre krizin ‘geri dönüş’ünün ardından on iki milyondan fazla kişi işsiz kaldı. ABD’de geçtiğimiz sene 2,6 milyon insan işsiz kaldı ve bu sene, bu rakama iki milyon kişi daha eklendi. Krizin ‘teğet geçtiği’ iddia edilen Türkiye’de ise resmi rakamlara göre işsizlik %15,5 gibi rekor bir orana ulaştı ki gerçek durumun çok daha kötü olduğunu herkes biliyor. Kriz karşısında burjuvalar ‘hepimizin sıkı çalışması gerek’ diyor. Fakat kastettikleri aslında şu: ‘işçi sınıfının sıkı çalışması gerek’!

Peki, işçi sınıfı içine düşürüldüğü bu duruma nasıl cevap verebilir? Bunun cevabını ancak işçi kardeşlerinin dünya çapında yürüttüğü mücadele örneklerinde arayabilir.

Aralık’ta Yunanistan’da Ne Oldu?

Yunanistan’da anarşist bir gencin polis tarafından öldürülmesinden sonra işçiler ve öğrenciler tarafından bir dizi grev ve işgal gerçekleştirildi. En önemlisi işçiler ve öğrenciler kendileri için hareket ettiler ve kendi mücadelelerini kontrol etmek için kitle meclisleri oluşturdular. Burada işçilerin yaptığı en önemli eylem onların mücadelelerini lanetleyen devlet güdümlü sendika konfederasyonunun binalarını işgal etmek oldu. Buraları bütün işçilerin birbirleriyle tartışabileceği ve mücadele içerisindeki dayanışmayı kurabilecekleri özörgütlenme zeminine dönüştürdüler. Çünkü Yunanistan’daki işçiler kendilerine şunu sordular; Yıllardır aidat ödediğimiz sendikalar neden şimdi bize hiçbir şey yapmamamızı söylüyorlar? Neden sendikalar onları sadece hiçbir sonuç vermeyen ‘demokratik’ eylemlere yöneltmekle yetiniyordu? İşçilere göre bunun cevabı net ve açıktı. Yaşam koşullarının ve yaşam standartlarının korunması için onları umursamayan sendikalara değil kendi kitlesel güçlerine ve kitle grevlerine güvenmeleri gerekiyordu. İşçiler işgal ettikleri sendika binasından şu duyuruyu yaptılar;

“Tüm bu yıllar boyunca her türden kurtarıcıya güvendik ve sonunda şerefimizi kaybettik. İşçiler olarak artık sorumluluklarımızı almalı ve umutlarımızı akıl hocalarına, 'yetkili' temsilcilere vermeyi bırakmalıyız. Bir araya gelmek, birleşmek, karar vermek ve eylemek için kendi sesimizi kazanmalıyız. Süre giden saldırılara karşı; Tek yol kolektif 'taban' direnişinin oluşturulması.”

İşte bize göre 1 Mayıs’ın gerçek anlamı budur. Sermayenin dünya çapında gerçekleştirdiği saldırılara karşı, bizler de dünya çapındaki sınıf kardeşlerimizle birlikte dayanışarak ve onların deneyimlerinden faydalanıp güç alarak kendi mücadelemizi kendi elimize almalıyız.

YAŞASIN PROLETARYA ENTERNASYONALİZMİ! YAŞASIN DÜNYA DEVRİMİ!

Tags: 

GENEL GREV Mİ? KİTLE GREVİ Mİ?

Türkiye son günlerde işçi sınıfının eylemleri ile çalkalanmakta. 25 Kasım'da gerçekleşen genel grevin ardından demiryolu işçileri, itfaiyeciler, sağlık emekçileri çeşitli eylemler, grevler ve mücadeleler gerçekleştirdi. Fakat son günlerde gerçekleşen işçi eylemlerinin içerisinde en fazla önce çıkan Tekel işçilerinin kararlı mücadelesi oldu. Türkiye'nin her köşesinden gelen Tekel işçileri, günlerdir Ankara sokaklarında yaptıkları eylemlerle 4-C zulmüne karşı çıkıyorlar. Polisin, hükümetin ve basının bütün saldırılarına karşı kararlılıkla ayakta duran Tekel işçileri, genel grev çağrıları yapmaya başladılar. Bütün işçilerin katılacağı kitlesel bir grevi, patronların kâbusu olabilecek bir grevi gündeme taşıdılar. Bugün Tekel işçileri, onurla Türkiye işçi sınıfının başını çekiyorlar, yıllardır uykuda olan sınıfımızı esasında bütün dünya emekçilerinin mücadelesiyle buluşturmaya uğraşıyorlar.

 

Tekel işçileri, sınıfımızın ancak birlikte mücadele edersek kazanabileceğinin farkındalar. Mücadelelerini, sendikanın değil kendilerinin, kendi elleriyle, hep birlikte ve yalnız kendilerine güvenerek bu noktaya getirdiklerinin farkındalar. Sendikanın kendilerine destek çıkmadığının, onları sahiplenmediğinin farkındalar. Eğer kendileri mücadeleye atılmasa, sendikanın hiçbir şey yapmayacağının farkındalar. Düzenin partilerinin hepsinin aynı olduğunun, hepsinin işçi düşmanı olduğunun farkındalar. Hükümetin onları ezmek, muhalefetin ise onları kendi siyasi emellerine alet etmek istediğinin farkındalar. Tekel işçileri, emekçinin emekçiden başka dostu olmadığını gördükleri için sınıfımızın geri kalanının da mücadeleye katılmasını istiyorlar. Tekel işçilerinin gündeme taşıdığı genel grev şiarının altında işte bu bilinç vardır.

 

Sınıfımızın geneli Tekel işçilerine nasıl destek olabilir? Tekel işçileri sınıfımızın genelinin mücadeleye katılması için ne yapabilir?

 

Bu soruların cevabı, Tekel mücadelesini bugüne getiren, işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alma, kendi kararlarını hep birlikte kendileri vermedeki kararlılığındadır.

 

Nasıl Tekel işçileri mücadelelerini ellerine alarak bu noktaya getirmiş ise, mücadeleyi yayma çabalarını da kendi ellerine almalılar. Tekel işçilerinin mücadelesi, sendikaların ilan ettiği bir "genel grev" ile sınıfın geneline yayılmayacaktır. Sınıfımızın geneli, fiili olarak mücadeleye atılmadan sendikaların ilan edecekleri bir "genel grev"in süresi ancak bir ile yirmi dört saat arasında kalacaktır. Sınıf mücadelesinin ihtiyaç duyduğu böylesi bir "genel grev" değil, bir kitle grevidir. Sınıfımızın geri kalanı ile bağlar kurmalı, onları ziyaret edip dayanışmaya, mücadeleye çağırmalıdır. Öncelikle de sınıfımızın son dönemde mücadele içerisinde olan ve Tekel işçileri gibi şiddetli baskılara maruz kalan demiryolu işçileri, itfaiyeciler gibi kesimleriyle ilişkiler kurmak, dayanışmak çok önemli. Sınıfımızın tamamına Tekel mücadelesinin dersleri aktarılmalı ve bu mücadelenin bütün Türkiye hatta bütün dünya işçi sınıfının mücadelesi olduğu anlatılmalıdır.

 

Sınıfımızın geri kalanının Tekel mücadelesinin önemini kavramış kesimleri de kendi işkollarında Tekel işçilerine destek çıkmalı, dayanışmalı, onların yanında durmalıdır. Tekel işçilerinin mücadelesinin ortaya koyduğu, emekçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alması ruhunun bütün işyerlerine yayılması için çalışılmalıdır. Bir sonraki adımlar ise, ortak mücadelemizi nasıl ileri götürebileceğimizi konuşabileceğimiz ortak ve kitlesel işçi toplantıları gerçekleştirmemiz olacaktır. Bu işçi toplantıları, mücadelemiz güçlendikçe kitlesel işçi meclislerine, işçilerin kendi ellerinde olan grev komitelerine ve hatta bütün işçi sınıfının öz-örgütleri olacak işçi konseylerine gidebilirler. Kitle grevine giden bu yolda, işsizlerin, emeklilerin, ev kadınlarının, öğrencilerin, yani sınıfımızın şu anda çalışmayan kesimlerinin de mücadeleye kazanılması, büyük bir önem taşımaktadır. Bahsi geçenler bir takım hayaller, boş konuşmalar değillerdir. Aksine sınıfımızın kendi tarihinden, kendi mücadelesinden çıkan organlardır. Bu bugün birilerinin kitle grevi çağrısı yapmasıyla değil ancak ve ancak sınıfımızın mücadelesini  doğrudan kendi kontrolüne alıp genelleştirmesi ve kitleselleştirmesi ile mümkündür.

 

Tekel işçilerinin mücadelesinin genelleşmesine en fazla katkı sunabilecek şeylerden biri, mücadelenin taleplerinin sınıfımızın bütününün taleplerini içerecek nitelik kazanması olacaktır. 4-C politikasına karşı çıkmak, bütün işçilerin ücretlerinde yapılacak kesintilere karşı çıkmaktır. Polisin saldırılarına karşı çıkmak, bütün emekçilere karşı polis terörüne karşı çıkmaktır. Geri dönün çağrılarına karşı çıkmak, bütün işçileri mücadeleye çağırmaktır. Tekel mücadelesi, bu gerçeği ifade edebilirse, bütün işçi sınıfının mücadelesi olduğunu sınıfımız geneline kavratabilirse, genelleşmenin, kitleselleşmenin de önünü açmış olur. Tekel işçileri genel sınıf taleplerini ifade ettikçe, hem sınıfımızın genel mücadelesi, hem de Tekel mücadelesi güçlenecektir.

 

Tekel işçileri, son yıllarda Mısır'dan Yunanistan'a, Bangladeş'ten İspanya'ya, İngiltere'den Çin'e dünyayı sarsan kitle grevinin tohumlarını ellerinde tutmaktadırlar. Tekel işçilerinin onurlu ve dik duruşu bütün işçi sınıfına yol göstermektedir. Tekel işçileri, hepimize kendi ihtiyaçlarımız ve yaşam koşullarımız için mücadele edebileceğimizi ve her şeye rağmen mücadelemizi kendi ellerimize alabileceğimizi göstermiştir.

 

YAŞASIN ONURLU TEKEL İŞÇİLERİ!

YAŞASIN SINIF DAYANIŞMASI!

YAŞASIN KİTLE GREVİ!

 

 

 

Tags: 

Gazze'deki Katliam; Milliyetçilik ve İşçi Sınıfı

Dünyanın heryerinde insanlar Gazze'de İsrail tarafından gerçekleştirilen katliamlara dair dehşete düştüklerini ve tiksinti duyduklarını gösterdiler. Bu yazının amacı olayın bu yanının  detaylarına girmek olmasa da, 1200'den fazla Filistinliye karşı 13 İsraillinin hayatını kaybetmiş olması açıkça bunun iki eşit güç arasında bir mücadele değil, basitçe bir katliam olduğunu gösteriyor.

Bu, komünistlerin böyle çatışmaları nasıl değerlendirdiğine bakarken aklımızda bulundurmamız gereken önemli bir nokta.

Bazı ülkelerde İsrail'in sözde "nefs-i müdafasına" destek olsa ve hatta katliamları destekleyen bazı eylemler bile gerçekleşmiş olsa da, heryerde katliamlara karşı yapılan eylemler çok daha büyüktü, Şam'da, Madrid'de, Kahire'de, İstanbul'da hatta İsrail'de yüzbinlerce kişinin katıldığı eylemler gerçekleşti. Dünya genelinde görülüyor ki devletlerin çoğu İsrail'in saldırısını kınamayı reddettiyse de veya hatta desteklediyse bile açık destek vermekten herkes kaçındı. "İslam dünyası" olarak tasfir edilen yerlerde en belirgin örneği Suriye'de olmak üzere çoğu kez saldırıları kınayan eylemler doğrudan devlet tarafından düzenlendi. Türkiye'de de Cumhurbaşkanı Gül'ün nasılsa "İsrail'in Gazze'yi bombalaması Türkiye Cumhuriyetine saygısızlıktır" gibi bir yorum yapmayı başarabilmesi ve Tayyip'in bir anlık da olsa ikincil bir uluslararası medya yıldızı olmayı başarması gibi durumlar gördük. Hem Arap ülkelerinin çoğunda, hem de Türkiye'de, toplumdaki bütün siyasi güçler bu mesele etrafında birleşmişti.

Böyle bir "ulusal birlik" ortaya çıktığında, devrimcilerin sormaları gereken ilk soru, burada hangi sınıfın çıkarlarının temsil edildiği. Cevabın işçi sınıfının çıkarları olmadığını kesinlikle biliyoruz.Şüphesiz hakim sınıfın iki yüzlülüğü herkesin görebileceği nitelikte. Sol örgütlerin bazılarının argümanları ise çok daha güç fark edilir durumdalar. Netice onların geldiği pozisyonu Filistin ulusal kurtuluşunu ve özellikle Hamas'ı desteklemek oluyor. Bu örgütlerin büyük çoğu Hamas'ın gerici, işçi sınıfı düşmanı olduğundan haberdarlar. Hatta bazıları Eylül 2006'da Hamas'ın öğretmenlere ve kamu sektöründeki grevlere karşı saldırılarını bile hatırlıyor. Fakat yine de sosyalistlerin İsrail'e karşı mücadele eden ve Filistin halkını koruyabilecek tek güç olduğunu iddia ettikleri Hamas'ı desteklemeleri gerektiğini söylüyorlar.

Fakat ortadaki veriler bunları kolaylıkla yadsıyor. Ölüm miktarı, Hamas'ın Filistin halkını korumaktan tamamen aciz olduğunu gözler önüne seriyor. Solun savunduğu Filistin mücadelesi efsanesi, "cesur ulusal güçlerin" "siyonist İsrail rejimine" karşı galip geleceği yönündeki görüş ve onun propaganda araçları ulusal bayrakların, ölü çocukların ve ellerinde tüfekler olan güzel genç kadınların resimleri. Yani neredeyse bütün yaklaşımın hiçbir sıkıntısı yok diyeceğiz, fakat şöyle tek bir sorun var ki o da bütün bunların gerçeklikle en ufak bir alakasının bile olmayışı.

Filistin ulusal hareketi asla İsrail'i tek başına yıkmayı başaramayacak. Bu yazının başında verilen ölü sayısı bu gerçeği çok sertçe gözler önüne seriyor; zira ölen her İsrailliye karşı neredeyse yüz kadar Filistinli ölmüş. Enternasyonalist görüşü, yani patronların savaşında hiçbir tarafa destek vermemeyi savunan komünistlere, solcular tarafından mücadelenin tamamen eşitsiz olduğu ve Hamas'ı desteklememenin emperyalistleri desteklemek olduğu söylendi. Şüphesiz tarafların eşitsiz olduğu doğru. Fakat kazanması sürpriz olacak tarafı desteklemek, mesela Hacettepe-Fenerbahçe arasındaki bir futbol maçında mantıklı olsa da, gerçekten siyasi bir analiz olduğu söylenemez.

Bugün emperyalizm yalnızca ABD ve onun müttefiklerinin emperyalizmi değildir. Emperyalizm şimdi bir dünya düzenidir. Emperyalist ülkeler Yalnızca ABD, İngiltere ve Fransa değil. Rusya ve Çin'in de emperyalist çıkarları var, çok daha küçük olan Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden de - ve bu güçler arasındaki çeşitli ulusal azınlıkların çıkarları, bir satranç tahtasındaki piyonlara denk düşüyor. Kürt örneği bu konuda verilebilir. Çeşitli Kürt milliyetçisi örgütler geçmişte yerel veya büyük güçlerle ittifak yapmışlardı, Suriye'nin PKK'ye verdiği destek de bu doğrultuda görülebilir. Mevcut dönemde ulusal kurtuluş hareketleri farklı güçlerin arasındaki mücadelenin araçları olmaktan ileri gitmiyorlar, Filistin örneğinde ise mücadele Suriye ve İran'a karşı İsrail biçiminde ortaya konuyor.

Durumun gerçekliğine dair açık olalım, şu anda bir Filistin zaferi ihtimali yok. Umulabilecek en ‘iyi' ihtimal, Bantustanlara apartit Güney Afrika'sında verilen ‘vatan' gibi bir koşul, yani Filistin polisinin İsrail düzenini koruduğu bir koşul. Şu anda İsrail ve onu destekleyen ABD'nin askeri bir yenilgisi mümkün değil, böyle birşeyin olması imkansız.

Böylesi bir yenilginin gelmesinin tek ihtimali, küresel güç dengelerinde ciddi bir değişiklik olması ve ABD'nin Orta Doğu'daki tahtından kovulması. Bunun için ise Amerikan egemenliğine yeni bir gücün veya güçler koalisyonunun meydan okuması gerekiyor. Belki gelecekte Çin veya eski gücüne kavuşmış bir Rusya bunu gerçekleştirebilir, fakat şu anda mümkün gözükmüyor.

Peki böyle bir şey olması ne anlama gelir? Emperyalist dengelerin değişimi barışçıl yollardan olabilen bir şey değil. En azından bu vekil orduların dünyanın heryerinde birbirleriyle kapıştıkları soğuk savaş günlerindeki gibi bir iktidar mücadelesine dönüş anlamına gelir. En kötü ihtimalle ise genelleşmiş bir savaş anlamına gelir. Orta Doğu'da ise neredeyse kesinlikle bölgeyi adım adım barbarlığa gömen ulusal/etnik/dini çatışmaların ölümcül döngülerinin artmaya devam etmesi anlamına gelir. Gazze'de Filistinlilerin zafer kazanması yeni katliamlar demektir, yalnızca bu defa katleden Araplar, katledilen ise Yahudiler olur.

...Peki ya Filistin işçi sınıfı? Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihi bize onları neyin beklediğini yerinde bir biçimde gösteriyor. Vahşi milliyetçi hareketlerin işçi sınıfını ve o hareketin daha fazla şey isteyen sosyalist destekçilerini katletmek gibi bir huyu vardır. Şangay'da 1927'de binlerce işçinin ve komünistin katledilmesi en iyi bilinen örneklerden olsa da, burada Mustafa Süphi ve TKP önderlerinin katledilmesinden Irak'ta Kürt milliyetçileinin grev yapan çimento fabrikası işçilerini kurşuna dizmesine kadar giden uzun bir tarihin parçasıdır.

Komünistlerin ve devrimcilerin görevi mücadelede zayıf tarafı desteklemek değildir. İşçileri patronları uğruna ölmeye seferber etmek de değildir. Biz başka bir geleneğin sürdürücüleriyiz çünkü.

Bu ulusal çıkarları değil sınıfsal çıkarları öncelik kabul eden bir gelenek. Lenin'in ve Birinci Dünya Savaşı'na son veren devrimci ayaklanmaların geleneği.

O zaman olduğu gibi bugün de işçilerin vatanı yoktur diyen bir gelenek.

Sabri

Tags: 

Gazze: Savaş Mağdurlarıyla Dayanışmak Bütün Sömürücülere Karşı Sınıf Savaşı Yürütmek Demektir

Gazze ekonomisini iki yıl boyunca -gıda ve yakıt aktarımını engellemek, ihracatı durdurmak ve işçilerin sınırın öte yanına geçip İsrail'de iş aramalarını engellemek yoluyla- boğarak, çaresiz Filistinlilerin Mısır sınırını aşarak kaçmaya çalıştığı, bütün Gazze'yi, tam bir tutsak kampına çevirdikten sonra Israil savaş aygıtı bu yoğun nüfuslu yoksul bölgeyi , açık bir biçimde bir hava bombardımanının bütün barbarlığına tabi tutuyor. Yüzlerce insan şimdiden öldürüldü ve çoktan tükenen hastaneler bitmez tükenmez yaralı seliyle baş edemiyor. İsrail'in sivil kayıpları sınırlandırmaya çalıştığı iddiaları, bütün "askeri" hedeflerin bir yığın evin yanında olduğu bir durumda meşum bir yalandan ibaret. Camiler ve İslam üniversitesinin açıkça hedef seçildiği bir durumda, sivil ile askeri hedefler arasındaki ayrım tamamen anlamsızlaşıyor. Sonuç çok açık: çoğu çocuk olan siviller öldürüldü ya da sakat bırakıldı, daha da fazlası bitmek bilmez saldırılar nedeniyle terörize oldu. Bu satırlar yazıldığı sırada İsrail başbakanı Ehud Olmert'te bir yandan bu saldırının ilk aşama olduğunu açıklıyordu. Tanklar sınırda bekliyor ve tam bir işgal ihtimali hala mevcut (4.1.2008 günü itibariyle İsrail birlikleri karadan işgali başlatmış durumda). -ABD'de ki Bush idaresinin de desteğini alan- İsrail'in bu gaddarlık için mazereti, Hamas'ın sözde ateşkese rağmen İsrailli sivillere roket atmayı bırakmamış olması. İki yıl önce de güney Lübnan'ı işgal etmek için aynı argümanlar kullanılmıştı. Ve şu da bir gerçek ki hem Hizbullah hem de Hamas Filistin ve Lübnan nüfusunun arkasına saklanıyor ve onları aşağılıkça İsrail intikamına açık bırakıp, bir kaç İsrail'li sivilin öldürülmesini İsrail'in askeri işgaline bir ‘direniş'miş gibi yansıtıyor. Fakat İsrail'in tepkisi tam anlamıyla işgalci bir gücün yapabileceği şey oluyor: bir silahlı savaşçı azınlığının etkinliği karşısında bütün nüfusu cezalandırmak. Bunu Hamas'ın Gazze idaresinin kontrolünü El Fetih'in elinden alması karşısında, ekonomik abluka yoluyla yaptılar. Bunu Lübnan'da yaptılar ve bugün'de Gazze'yi bombalıyarak yapıyorlar. Bu, sivillerin hem kalkan hem de hedef olarak kullanıldığı ve neredeyse istisnasız biçimde üniformalı askerlerden çok daha fazla sayılarda öldükleri emperyalist savaşların barbar mantığıdır. Ve bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi, insanlara çektirilen acılar, evlerin, hastanelerin ve okulların sebepsizce yıkımı, sadece gelecekteki yıkım döngüleri için zemini düzlemekten başka bir sonuç vermiyor.


 

 

İsrail'in açıkladığı hedef Hamas'ı ezmek ve Gazze'de daha "ılımlı" bir Filistin liderliğine kapıyı açmak olsa da, eski İsrail gizli servis subayları bile bu yaklaşımın faydasızlığını görebiliyor. Eski Mossad subayı Yossi Alpher, ekonomik ambargodan bahsederken şöyle diyor; "Gazze'nin ekonomik olarak ambargoya tabi tutulması istenilen politik sonuçların hiçbirini doğurmadı. Bu durum Filistinlileri Hamas'ı karşılarına almaya itmekten ziyade tam ters etki yaratmıştır. Bu sadece işe yaramaz bir toplu cezalandırmadır." Bu hava saldırıları için çok daha geçerlidir. Bir İsrail tarihçisi Tom Segev'in belirttiği gibi "İsrail her zaman Filistinli sivillere acı çektirmenin onları ulusal liderlerine karşı isyan ettireceğine inanmıştır. Bu varsayım sürekli olarak yanlışlanmıştır" (iki alıntı da 30.12.08 tarihli The Guardian'dan). Lübnan'da Hamas 2006'daki İsrail saldırılarından güçlenerek çıktı. Gazze saldırısı da Hamas için aynı sonucu doğurabilir. Fakat güçlensin ya da güçlenmesin Hamas hiç şüphe yok ki İsrail'li sivillere karşı roketlerle olmasada, tekrar intihar bombacılarıyla daha da artan saldırılarıyla karşılık verecektir. "Şiddet Sarmalı" Kapitalizmin Çürüdüğünü Gösteriyor Papa ya da BM genel sekreteri Ban Ki-Moon gibi "kaygılı" dünya liderleri sıklıkla İsrail'inki gibi eylemlerin nasıl da sadece Orta Doğu'da milliyetçi öfkeyi alevlendirip "şiddet sarmalı"nı döndürdüğünden bahsedip duruyorlar. Bütün bunlar doğru olmasına doğru. İsrail/Filistin'de ki bütün bu terörizm ve devlet şiddeti döngüsü, toplumları ve iki taraftaki savaşçıları gaddarlaştırıyor ve yeni fanatikler ve "şehitler" nesilleri yaratıyor. Fakat Vatikan ve BM bize bu etnik nefret cehennemine düşüşün her yerde derin çöküş içerisindeki bir toplumsal sistemin ürünü olduğunu söyleyemiyor. Sunni ve Şii'lerin birbirinin gırtlağına yapıştığı Irak'ta, Sırpların Arnavutlar ve Hırvatlarla savaştığı Balkanlar da, Hindu'ların Müslüman'lara karşı konumlandığı Hindistan/Pakistan'da, ya da vahşi etnik ayrılıkların sayılamayacak kadar çok olduğu Afrika'daki sayısız savaşlarda hep aynı durum söz konusu. Bu çatışmaların dünya çapında patlaması insanlığa hiç bir gelecek öneremeyen bir toplumun ifadesi. Emperyalist rakiplerin bir diğeri bunu söylemediği taktirde, bize anlatılmayan bir başka şey de bu insancıl, düşünceli, demokratik dünya güçlerinin bu çatışmaları bizzat körüklediği. İngiltere'de basın, 1994'de Rwanda'da Fransa'nın Hutu çetelerine verdiği destek konusunda sessiz kalmamıştı. Orta Doğu'da Amerika'nın İsrail'e, İran ve Suriye'nin ise Hizbullah ve Hamas'a arka çıktığı açık fakat, Fransa, Almanya, Rusya ve diğer güçlerin daha "adilane" rolü hiçte daha az çıkarcı değil.

 

Orta Doğu'daki çatışmanın kendisine has yönleri ve nedenleri olsa da, bu sadece tehlikeli bir biçimde kontrolden çıkmış küresel kapitalist çerçeve içerisinde anlaşılabilir. Gezegenin her yanında artan savaşlar, kontrolden çıkmış ekonomik krizler ve hızla büyüyen çevresel felaketler bu gerçeğin kanıtları. Fakat kapitalizm bize hiç bir barış ve refah ümidi önermese de dünyada hala bir umut kaynağı var. Bu da sömürülen sınıfın sistemin vahşetine karşı isyanıdır. Bu isyan son haftalarda Avrupa'da, özellikle de İtalya, Fransa, Almanya ve hepsinden öte Yunanistan'daki genç proleterlerin hareketlerinde ifadesini bulmuştur. Bu hareketler doğaları gereği sınıf dayanışması ihtiyacını, bütün ulusal ve etnik ayrımların aşılması ihtiyacını ortaya atmış hareketlerdir. Her ne kadar hala olgunlaşmamış olsalar da bu hareketler dünyanın sömürülen sınıf içerisindeki ayrımlardan dolayı en çok yıkıma uğradığı yerler için en nihayetinde bir örnek oluşturmaktadırlar. Bu bir ütopya değildir.

 

Geçen bir kaç yılda Gazze'deki kamu sektörü işçilerinin ücretlerinin ödenmemesine karşı greve gittiği  zamanla hemen hemen aynı zamanlarda, İsrail'in ağır savaş ekonomisinin doğrudan bir ürünü olan yoksullaşmaya karşı İsrail kamu sektörü işçileri de greve gitmiştir. Bu hareketler birbirlerinin pek az farkındadır, fakat yinede emperyalist zıtlaşmanın iki yanındaki işçiler arasındaki maddi bir çıkar birliğini göstermektedirler. Kapitalizmin savaş bölgelerindeki ıstırap içerisinde yaşayan toplumlarla dayanışmak demek, ABD ya da İsrail gibi açıkça daha saldırgan güçler karşısında "kötünün iyisi"ni seçmek ya da Hamas ve Hizbullah gibi "daha zayıf" kapitalist çeteleri desteklemek demek değildir. Hamas kendisinin bir burjuva gücü olduğunu Filistinli işçileri ezerken göstermiştir. Hamas, kamu sektörü grevlerini "ulusal çıkarlara" karşı diyerek mahkum edip, El Fetih ile birlikte Gazze nüfusunu bölgenin kontrolü için ölümcül bir fraksiyon kavgasına maruz bıraktığında, bu yönünü açıkça sergilemiştir.Emperyalist savaş içerisinde sıkışıp kalanlarla dayanışmak savaşan kampların ikisini de reddetmek ve dünyanın bütün egemenlerine ve sömürücülerine karşı sınıf mücadelesini geliştirmekle olur.

 

EKA

 

 

 

 

Gazze: Savaş Mağdurlarıyla Dayanışmak Demek Bütün Sömürücülere Karşı Sınıf Savaşı Yürütmek Demektir

Gazze ekonomisini iki yıl boyunca -gıda ve yakıt aktarımını engellemek, ihracatı durdurmak ve işçilerin sınırın öte yanına geçip İsrail'de iş aramalarını engellemek yoluyla- boğarak, çaresiz Filistinlilerin Mısır sınırını aşarak kaçmaya çalıştığı, bütün Gazze'yi, tam bir tutsak kampına çevirdikten sonra Israil savaş aygıtı bu yoğun nüfuslu yoksul bölgeyi , açık bir biçimde bir hava bombardımanının bütün barbarlığına tabi tutuyor. Yüzlerce insan şimdiden öldürüldü ve çoktan tükenen hastaneler bitmez tükenmez yaralı seliyle baş edemiyor. İsrail'in sivil kayıpları sınırlandırmaya çalıştığı iddiaları, bütün "askeri" hedeflerin bir yığın evin yanında olduğu bir durumda meşum bir yalandan ibaret. Camiler ve İslam üniversitesinin açıkça hedef seçildiği bir durumda, sivil ile askeri hedefler arasındaki ayrım tamamen anlamsızlaşıyor. Sonuç çok açık: çoğu çocuk olan siviller öldürüldü ya da sakat bırakıldı, daha da fazlası bitmek bilmez saldırılar nedeniyle terörize oldu. Bu satırlar yazıldığı sırada İsrail başbakanı Ehud Olmert'te bir yandan bu saldırının ilk aşama olduğunu açıklıyordu. Tanklar sınırda bekliyor ve tam bir işgal ihtimali hala mevcut (4.1.2008 günü itibariyle İsrail birlikleri karadan işgali başlatmış durumda).

-ABD'de ki Bush idaresinin de desteğini alan- İsrail'in bu gaddarlık için mazereti, Hamas'ın sözde ateşkese rağmen İsrailli sivillere roket atmayı bırakmamış olması. İki yıl önce de güney Lübnan'ı işgal etmek için aynı argümanlar kullanılmıştı. Ve şu da bir gerçek ki hem Hizbullah hem de Hamas Filistin ve Lübnan nüfusunun arkasına saklanıyor ve onları aşağılıkça İsrail intikamına açık bırakıp, bir kaç İsrail'li sivilin öldürülmesini İsrail'in askeri işgaline bir ‘direniş'miş gibi yansıtıyor. Fakat İsrail'in tepkisi tam anlamıyla işgalci bir gücün yapabileceği şey oluyor; bir silahlı savaşçı azınlığının etkinliği karşısında bütün nüfusu cezalandırmak. Bunu Hamas'ın Gazze idaresinin kontrolünü El Fetih'in elinden alması karşısında, ekonomik abluka yoluyla yaptılar. Bunu Lübnan'da yaptılar ve bugün'de Gazze'yi bombalıyarak yapıyorlar. Bu, sivillerin hem kalkan hem de hedef olarak kullanıldığı ve neredeyse istisnasız biçimde üniformalı askerlerden çok daha fazla sayılarda öldükleri emperyalist savaşların barbar mantığıdır.

Ve bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi, insanlara çektirilen acılar, evlerin, hastanelerin ve okulların sebepsizce yıkımı, sadece gelecekteki yıkım döngüleri için zemini düzlemekten başka bir sonuç vermiyor. İsrail'in açıkladığı hedef Hamas'ı ezmek ve Gazze'de daha "ılımlı" bir Filistin liderliğine kapıyı açmak olsa da, eski İsrail gizli servis subayları bile bu yaklaşımın faydasızlığını görebiliyor. Eski Mossad subayı Yossi Alpher, ekonomik ambargodan bahsederken şöyle diyor; "Gazze'nin ekonomik olarak ambargoya tabi tutulması istenilen politik sonuçların hiçbirini doğurmadı. Bu durum Filistinlileri Hamas'ı karşılarına almaya itmekten ziyade tam ters etki yaratmıştır. Bu sadece işe yaramaz bir toplu cezalandırmadır." Bu hava saldırıları için çok daha geçerlidir. Bir İsrail tarihçisi Tom Segev'in belirttiği gibi "İsrail her zaman Filistinli sivillere acı çektirmenin onları ulusal liderlerine karşı isyan ettireceğine inanmıştır. Bu varsayım sürekli olarak yanlışlanmıştır" (iki alıntı da 30.12.08 tarihli The Guardian'dan). Lübnan'da Hamas 2006'da ki İsrail saldırılarından güçlenerek çıktı. Gazze saldırısıda Hamas için aynı sonucu doğurabilir. Fakat güçlensin ya da güçlenmesin Hamas hiç şüphe yok ki İsrail'li sivillere karşı roketlerle olmasada, tekrar intihar bombacılarıyla daha da artan saldırılarıyla karşılık verecektir.

"Şiddet Sarmalı" Kapitalizmin Çürüdüğünü Gösteriyor

Papa ya da BM genel sekreteri Ban Ki-Moon gibi "kaygılı" dünya liderleri sıklıkla İsrail'in ki gibi eylemlerin nasıl da sadece Orta Doğu'da milliyetçi öfkeyi alevlendirip "şiddet sarmalı"nı döndürdüğünden bahsedip duruyorlar. Bütün bunlar doğru olmasına doğru. İsrail/Filistin'de ki bütün bu terörizm ve devlet şiddeti döngüsü, toplumları ve iki taraftaki savaşçıları gaddarlaştırıyor ve yeni fanatikler ve "şehitler" nesilleri yaratıyor. Fakat Vatikan ve BM bize bu etnik nefret cehennemine düşüşün her yerde derin çöküş içerisindeki bir toplumsal sistemin ürünü olduğunu söyleyemiyor. Sunni ve Şii'lerin birbirinin gırtlağına yapıştığı Irak'ta, Sırpların Arnavutlar ve Hırvatlarla savaştığı Balkanlar da, Hindu'ların Müslüman'lara karşı konumlandığı Hindistan/Pakistan'da, ya da vahşi etnik ayrılıkların sayılamayacak kadar çok olduğu Afrika'da ki sayısız savaşlarda hep aynı durum söz konusu. Bu çatışmaların dünya çapında patlaması insanlığa hiç bir gelecek öneremeyen bir toplumun ifadesi.

Ve, eğer emperyalist rakiplerin bir diğeri bunu söylemediği taktirde, bize anlatılmayan bir başka şey de bu insancıl, düşünceli, demokratik dünya güçlerinin bu çatışmaları bizzat körüklediği. İngiltere'de basın, 1994'de Rwanda'da Fransa'nın Hutu çetelerine verdiği destek konusunda sessiz kalmamıştı. Orta Doğu'da Amerika'nın İsrail'e, İran ve Suriye'nin ise Hizbullah ve Hamas'a arka çıktığı açık fakat, Fransa, Almanya, Rusya ve diğer güçlerin daha "adilane" rolü hiçte daha az çıkarcı değil.

Orta Doğu'da ki çatışmanın kendisine has yönleri ve nedenleri olsa da, bu sadece tehlikeli bir biçimde kontrolden çıkmış küresel kapitalist çerçeve içerisinde anlaşılabilir. Gezegenin her yanında artan savaşlar, kontrolden çıkmış ekonomik krizler ve hızla büyüyen çevresel felaketler bu gerçeğin kanıtları. Fakat kapitalizm bize hiç bir barış ve refah ümidi önermese de dünyada hala bir umut kaynağı var. Bu da sömürülen sınıfın sistemin vahşetine karşı isyanıdır. Bu isyan son haftalarda Avrupa'da, özellikle de İtalya, Fransa, Almanya ve hepsinden öte Yunanistan'daki genç proleterlerin hareketlerinde ifadesini bulmuştur. Bu hareketler doğaları gereği sınıf dayanışması ihtiyacını, bütün ulusal ve etnik ayrımların aşılması ihtiyacını ortaya atmış hareketlerdir. Her ne kadar hala olgunlaşmamış olsalarda bu hareketler dünyanın sömürülen sınıf içerisindeki ayrımlardan dolayı en çok yıkıma uğradığı yerler için en nihayetinde bir örnek oluşturmaktadırlar. Bu bir ütopya değildir. Geçen bir kaç yılda Gazze'de ki kamu sektörü işçileri ücretlerinin ödenmemesine karşı greve gittiği hemen hemen aynı zamanlarda, İsrail'in ağır savaş ekonomisinin doğrudan bir ürünü olan yoksullaşmaya karşı İsrail kamu sektörü işçileri de greve gitmiştir. Bu hareketler birbirlerinin pek az farkındadır, fakat yinede emperyalist zıtlaşmanın iki yanındaki işçiler arasındaki maddi bir çıkar birliğini göstermektedirler.

Kapitalizmin savaş bölgelerindeki ıstırap içerisinde yaşayan toplumlarla dayanışmak demek, ABD ya da İsrail gibi açıkça daha saldırgan güçler karşısında "kötünün iyisi"ni seçmek ya da Hamas ve Hizbullah gibi "daha zayıf" kapitalist çeteleri desteklemek demek değildir. Hamas kendisinin bir burjuva gücü olduğunu Filistinli işçileri ezerken göstermiştir. Hamas, kamu sektörü grevlerini "ulusal çıkarlara" karşı diyerek mahkum edip, El Fetih ile birlikte Gazze nüfusunu bölgenin kontrolü için ölümcül bir fraksiyon kavgasına maruz bıraktığında, bu yönünü açıkça sergilemiştir.Emperyalist savaş içerisinde sıkışıp kalanlarla dayanışmak savaşan kampların ikisini de reddetmek ve dünyanın bütün egemenlerine ve sömürücülerine karşı sınıf mücadelesini geliştirmekle olur.

Tags: 

Osmanlı İmparatorluğu'nda İşçi Hareketi, Sendikalar ve Sosyalizm

Bu yazıyla birlikte, Türkiye’deki sendikaların ve sendikalizmin tarihine dair bir yazı dizisine başlıyoruz. Bu yazı dizisini hazırlarkenki amacımız, sendikaların ortaya çıkışını, kapitalizmin geçirdiği dönemsel değişikliklerden etkilenişini ve sendikal kurumların nasıl burjuvazinin silahlarına ve bugün gördüğümüz karşı-devrimci işleve sahip devlet kurumlarına dönüştüğünü, tarihsel bir çerçeve ile açıklamaktır. Bu bağlamda yazı dizimizi Osmanlı İmparatorluğu dönemindem başlatmayı uygun bulduk, zira hem Türkiye’deki işçi sınıfı hareketleri bu dönemde başladığı, hem de Türkiye’deki hakim burjuva siyasi rejiminin kökenleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini yöneten İttihat ve Terakki Partisi’nde olduğu için hikayemiz pek çok açıdan burada başlamaktadır. Bunun yanısıra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işçi hareketinin, sendikaların ve sosyalist yapıların, tarihsel siyasi gelişimler göz önünde bulundurularak incelenmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezinde kapitalist olmayan bir üretim ilişkisinin hakim olduğu ve burjuva devrimini Kemalist milliyetçi hareketin gerçekleştirdiği efsanesinin saçmalığını ortaya koymak açısından da bir önem taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sanayileşme, Kapitalizm ve İlk İşçi Mücadeleleri

 Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin doğuşunun ve kapitalizmin Osmanlı topraklarında yayılmaya başlayışının temelinde, şaşırtıcı olmayan bir biçimde kapitalist Batı ile olan ilişkiler vardır. Yine şaşırtıcı olmayan bir biçimde kapitalist ilişkileri Osmanlı toplumuna ilk sokanlar, Batı ile ilişkileri daha yakın olan ve toplumun önemli bir kesimini oluşturan gayrimüslim kesimdir. Gayrimüslim burjuvazinin gelişimi özellikle başlangıçta Batı sermayesine, ticaretine ve himayesine doğrudan bağlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Gayrimüslimler arasından çıkan kapitalizm öncesi dönemin tüccarları ve esnafları, bu kesimin ciddi bir parçası olmasalar da, işlerini büyüterek, zenginliklerin topraktan ve toprağın işlenişinden kaynaklandığı bir ortamda kapitalist sermaye birikimi gerçekleştirmeye başlayarak giderek artan bir önem kazandılar.[1]

 Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, gayrimüslim burjuvazinin ortaya çıkan ve öncelikle gayrimüslim toplum içerisinde kendisini gösteren bu sosyal egemenlik durumu, bilinçsel ve ideolojik bakımdan da kendisini gösterdi. Gayrimüslim burjuvazi, köylere kadar uzanan okullar kurarak burada pozitif bilimler, ayrıca liberalizm ve milli ideolojiler gibi yeni burjuva fikirleri yaydı, köyden kente göç yoğunlaştıkça kentlerde oluşmuş olan fabrikalardaki iş gücünü oluşturacak işçi sınıfı meydana gelmeye başladı. Böylece şehirlerde sanayileşme ve kapitalist ilişkiler başlarken, hem kırsalda hem de şehirlerde ilk defa burjuva ideolojisi yayılmaya başlamış oluyordu. Fakat Osmanlı devleti, kendi düzenine ve dünya görüşüne tamamen aykırı gördüğü bu gelişmelerden hoşnut değildi ve bir hayli baskıcı bir yaklaşım benimsedi, bu baskı koşulları da gelişen burjuvazinin ideolojisinin özellikle milliyetçi yanını körükleyerek Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk ulusal kurtuluş mücadelelerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Gayrimüslim burjuvazinin belirli bölgelerde Rumlar gibi kimi kesimleri kendi burjuva devletlerini kurmayı başarırken, çoğunlukla Ermeniler gibi farklı kesimleri, Rumların aksine nüfusta çok yoğun oldukları özel bir bölge olmadığı için, bütün önemlerine rağmen bunu başaramadılar. Bu bağlamda gayrimüslimlerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sanayi burjuvazisi olma önemi devam etti. Ayrıca bu yükselen gücün siyasi etkisi de Osmanlı İmparatorluğu siyasetine etki etmeye başladı. Hem gayrimüslim burjuvazi, hem de onu destekleyen Batı kapitalizmi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki baskılar karşısında çeşitli reformlar yapılmasını istemekteydiler.[2]

  Fakat bu güçlerin, şaşırtıcı bir biçimde benzer isteklere sahip, beklenmeyen bir ‘müttefiki’ daha vardı. Bu müttefik ise Osmanlı devlet bürokrasisi idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son birkaç yüzyılda, diğer devletlerle rekabet etmedeki başarısızlığı sonucunda, devlet bürokrasisi içerisinde Batı ülkeleriyle rekabet edebilmek için yalnızca gelişmiş silahlar değil, ayrıca teknoloji, burjuva idari yöntemleri, sanayi ve bilime gerek olduğu yönünde düşünceler filizlenmeye başlamıştı. Bu bağlamda tarihsel olarak bir hayli ilginç bir biçimde, eski rejimi sembolize eden devletin tabanı mevcut koşullar dahilinde radikalleşmeye ve eski rejime karşı toplumun kapitalistleşmesini, ve hatta modern burjuva demokratik devlet modeline geçilmesini savunmaya başladı. Bu durum da Osmanlı devleti içerisinde de kapitalist ilişkilerin, nüveler halinde olsa da ortaya çıkmaya başlamasına da bir bakıma yol açıyordu.[3] Bu genel durumun ciddiyetini gösteren etkileri Yunanistan’ın kurulması (1929) ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yönetenlerin mevcut iç ve dış dinamikler doğrultusunda ilk tarihsel öneme sahip taviz sayılabilecek Tanzimat Fermanı (1939) ile ortaya çıkmaya başladı. Bütün bunlar Osmanlı toplumunda kapitalist ilişkilerin, temelde iki koldan (gayrimüslim sermaye ve devlet bürokrasisi) hızla ilerlemekte olduğunu göstermekteydi. Ayrıca 1830’lardan itibaren Müslüman kesimde de özel sanayi zanaatin yerini almaya başlamıştı.[4]

 Kaçınılmaz olarak, toplumda ortaya çıkan kapitalist ilişkiler kısa süre içerisinde proleterleşmiş binlerce kişinin ortaya koyacağı sınıfsal mücadeleleri de beraberinde getirdi. 1800’lerden itibaren ortaya çıkmakta olan fabrikalarda protestoların yanı sıra yüksek olan vergilere karşı da İmparatorluğun çeşitli yörelerinde protestolar gerçekleştirildi. Fakat işçi hareketinin Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk yaygın biçimi, ilk fabrikalarda yapılmaya başlayan makineleri kırmak gibi sabotaj yöntemleriydi, bu tür eylemler, grevler 20. yüzyıla yaklaşırken yaygınlaşmaya başladıkça, ona kıyasla daha etkisiz oldukları için terkedildiler, fakat o zamana kadar devam ettiler. Hükümetin bu tür eylemlere karşı tavrı ise bir hayli baskıcı idi. Osmanlı Devleti’nde şu ana kadar araştırmalar sonucunda saptanmış ilk grev 1863’te Ereğli kömür madenlerinde örgütlendi. Fakat grevler mevcut kayıtlara göre 1870’lerin başında yaygınlaşmaya başladılar. 1872’de tersanede çalışmak için getirilmiş İngiliz işçilerin bir günlük grev yapmasının ardından, Şubat ayında Beyoğlu telgrafhanesi işçileri greve çıktılar. Nisan ayında ise Haydarpaşa-İzmit demiryolunda işçiler greve çıktılar. Bu dönemde sanayi artık iyice gelişmmekteydi, ve bu gelişim için İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerden pek çok uzman ve işçi getirtilmişti. Özellikle Haydarpaşa-İzmit demiryolu grevinde, bu işkolunda çalışan bütün işçiler birlikte harekete geçtiler. Bu durum, mücadele deneyimi daha az olan yerli işçilerin, Avrupa’dan gelmiş işçilerle iyi ilişkiler kurmasını, görüş alışverişi yapmasını ve Avrupa işçi sınıfının deneyimleri ve tecrübelerine dair birinci elden bilgi edinebilmesini mümkün kıldı. O dönemde işçilerin çeşitli mahallelerde birlikte oturmaları ve nüfusun çok yoğun olmaması da, bu deneyim ve kazanımların mahalleden mahalleye, kahveden kahveye yayılmasına olanak tanımış oldu. Ocak 1873’te yüzlerce yerli Hristiyan ve Müslüman Kasımpaşa tershane işçileri, birlikte bir hafta grev yaptılar. 1875’te bu defa bini aşkın yerli ve yabancı işçi yine birlikte, korkunç sömürü koşullarına karşı greve gittiler.[5] Bütün bu tecrübelerle birlikte, daha önce ortaya çıkmamış olan işçi sınıfının ilk örgütlenmeleri de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayacaktı artık.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İşçi Örgütlenmelerinin Ortaya Çıkışı ve Siyasi Durum

 1876 Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbinde önemli işçi eylemlerinin gerçekleştiği bir sene oldu. Bu işçi eylemleri de, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi sayılacak yerlerde ilk işçi örgütlenmelerinin, grev komiteleri biçiminde ortaya çıkışını gördü. [6]

 

Tabii ki gayrimuslim işçiler aslında daha önce özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da bulunan topraklarında çeşitli örgütlenmeler ortaya çıkartmışlardı, fakat bu yapılar genelde etnik bazda yapılmaktaydı.[7] 1880’li yıllarda işçiler Batı’daki işçi hareketinin deneyimlerinden esinlenerek çeşitli sendikal yapılar veya yardım sandıkları oluşturmaya çalışsılar da bu çabalar Abdülhamit tarafından bastırıldı.[8] Grevler de, 1886’ya kadar azalarak devam etmekle birlikte, bu tarihin ardından Sultan II. Abdulhamit’in 1878’den itibaren iyice belirginleşmiş baskılarının bir sonucu olarak artık büyük ölçüde yapılmaz oldu. Bu durgunluk dönemi tam yirmi dört yıl sürecek olsa da 1902’den sonra Osmanlı işçi sınıfı tekrar büyük bir mücadele dalgası ortaya koyacaktı.[9]

 Fakat bu baskı dönemi, kitlesel işçi eylemlerini bir nevi sekteye uğratmış olsa da, 1872 ile 1886 arasındaki işçi mücadelelerinin deneyimlerine sahip olan bir kesimin, Abdulhamit baskısı altında bu deneyimleri radikalleşerek içselleştirmelerine de sahne oldu. 1894 veya 1895’te, İstanbul Tophane savaş sanayisi fabrikaları işçileri tarafından Amele-i Osmanlı Cemiyeti (Osmanlı İşçi Topluluğu) isimli bir örgüt kuruldu. Bu örgüt gizli bir örgüttü ve hem işçileri örgütlemeyi hedeflerken aynı zamanda onları Abdulhamit’e karşı ayaklanmaya teşvik etmeye çalışıyordu. Bu örgütlenmenin liderleri bir yıllık bir faaliyetin ardından ciddi bir tehdit olarak algılanarak tutuklandılar, yapılanma dağıtıldı. Örgütün kurucuları 1901-2’de İstanbul’a geri dönerek örgütü yeniden canlandırmaya çalıştılar. Bu çabalar büyük bir ilgiyle karşılaşmış ve örgütün yeniden yapılanması amacıyla pek çok tartışma toplantısı düzenlenmiş olsa da, devlet baskıları örgüt kurucularını tekrar mahpus ederken örgütü yeniden çökertti. [10] Amele-i Osmanlı Cemiyeti, çeşitli kaynaklara göre Paris Komünü’nünden ciddi bir biçimde etkilenmişti ve Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sundaki fikirleri yaymak amacındaydı.[11] Bu radikal, yarı-siyasi yarı-sendikal gelenek pek çok açıdan hem Osmanlı İmparatorluğu’nun en son döneminde ortaya çıkacak olan işçi örgütlerinden, hem de Kemalist harekete karşı çıkacak olan işçilerin örgütleniş biçimine kadar işçi hareketine damgasını vuracaktı. Yine 1894’te, Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Romanya’lı sosyalistler de benzer bir niteliğe sahip bir yapılanma kurmak amacı ile – fakat Fransa’da sürgündeyken –  “Balkan Konfederasyonu Ligası” adlı bir örgüt kurdular.[12] Bu yapılanmanın ardılları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki işçi hareketinde çok önemli bir rol oynayacaklardı.

 Abdülhamit döneminin baskısı hiç şüphesiz mücadele eden işçi sınıfına olduğu kadar, sosyal alanda artık tamamen ilişkilerini egemen kılmış olan devletteki bürokratik burjuvazi ile gayrimüslim burjuvazinin, hükümet yönetimindeki çürümüş sultanlık rejiminden yediği ciddi siyasi darbelerdi. Baskılar devlet kademeleri içerisinde, özellikle ordu içerisindeki bürokratik devlet burjuvazisinin çıkarlarını ifade eden, ve daha önce aynı kesimin Birinci Meşrutiyet ile mücadelesinin bayrağı olan Yeni Osmanlılar’ın ardılı olan İttihat ve Terakki Fırkasını ve ayrıca radikal milliyetçi gayrimüslim siyasi hareketleri de güçlendirmişti. Aynı zamanda İttihat ve Terakki partisinden kopmuş olan ve zayıf müslüman Osmanlı özel sermayesinin çıkarlarını ve siyasetini temsil ettiği söylenebilecek olan Adem-i Merkeziyetçiler (“Merkeziyetçilik Karşıtları”, liberaller) daha az miktarda olsa da güçlenmişti. Osmanlı devletinin tepesindeki ufak hakim monarşiye karşı çıkarları o an için ortak olan bu kesimlerin ittifakı 1907’de düzenlenen II. Jön Türk Kongresine İttihat ve Terakki Fırkası, Adem-i Merkeziyetçiler ve radikal milliyetçi Ermeni Taşnaksutyun Partisi’nin bir araya gelmesiyle gözler önüne serildi.[13] Bu birliktelik büyük olaylara gebeydi.

 

1908, Kapitalizmin Çöküş Dönemi Arifesinde İşçi Hareketi ve Sosyalizm

 Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908’de gerçekleşen olaylar, hem bir dönemin sonunu, hem de 1908-1913 arasında gerçekleşecek olan, ve galibinin eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu topraklarda günümüze dek hüküm sürmesiyle sonuçlanacak olan bir kapışmanın başlangıcını simgeliyorlardı. 1908 olayının yönlendirenlerin temsil ettiği üretim ilişkisi, aslında Osmanlı toplumunda sosyal bazda egemendi, fakat devlet iktidarı başka, eski bir sınıfın elindeydi ve bu sınıf sosyal egemenliğini kaybetmiş olmak karşısında elinde kalmış son kaleyi, yani devlet iktidarını da kaybetmemek için baskıcı yöntemlere başvurmuş, bu da uzun vadede istenilenin tam tersi bir etki yaratarak Osmanlı burjuvazisinin neredeyse tamamı için birleşerek devletin tepesinde bulunan bu geleneksel sınıfı etkisiz hale getirmeyi zorunlu kılmıştı.[14]

 Aslında 1908’e giden bir süreçti. İşçi sınıfı, Abdülhamit dönemi baskılarına rağmen 1902’de tekrar sınıfsal mücadelelerine başlamıştı. 1908’e kadar, özellikle 1904-1906 arasında, başta Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında bulunan Kavala, Manastır, Vodenli, Üsküp gibi şehirlerde binlerce işçinin katıldığı grevler gerçekleşti. Bu grev dalgasının Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki topraklarında gerçekleşmiş olması da pek şaşırtıcı bir durum değildi, zira burası bürokratik burjuvazinin İttihatçı hareketinin de gayrimüslim sermayenin ve örgütlerinin de güçlü olduğu, sanayileşmiş bir yerdi ve pek çok açıdan İmparatorluğun en gelişmiş kesimiydi. Bu grevler dalgası anlık bir patlama olmaktan ziyade otuz yıldır devam eden baskıcı Abdülhamit yönetimine, ağır ve zorlu ekonomik koşullara ve tarımsal üretimdeki sıkıntılara ve kıtlıklara karşı işçi sınıfının hoşnutsuzluğunun, çeşitli makamlara yapılan çaresiz başvuruların sonuç vermemasinin bir ifadesiydi.[15] Grevlerin gerçekleşmesine neden olan en temel mesele, ekonomik sıkıntılardan dolayı hem devletin hem de özel işletmelerin işçilerin maaşlarını ödeyememeleriydi. Bu grevlerin ilginç fakat aslında şaşırtıcı olmayan yanı ise çoğunlukla gayrimüslümlerin elinde bulunan özel işletmelerde oldukları kadar, kamu sektöründe de gerçekleştirilmeleriydi.[16] Kamu emekçilerinin greve gitmekte olması Osmanlı devlet yapısının sınıfsal niteliğini net bir biçimde ortaya koyuyordu. Bu dönemde işçi mücadelelerinin yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki şehirlerinde işçi örgütleri ortaya çıkıp güçlenmeye başlamıştı.[17]

 Bununla birlikte 1908 olayı işçi sınıfının mücadelesine inanılmaz bir etki yaptı, ve işçi sınıfının büyük bir kesiminin uzun yıllarca Abdülhamit rejimi altında yaşamaktan dolayı birikmiş olan hoşnutsuzluğu adeta patladı. 1908 Temmuz’undan itibaren, Selanik’ten İstanbul’a, İzmir’den Beyrut’a, Aydın’dan Bağdat’a, Kavala’dan Şam’a, onlarca şehirde yüzden fazla grev gerçekleşti. Aralık’a kadar devam eden bu olaylarda Osmanlı koşulları da göz önünde bulundurulmalı. Devasa grev dalgasına sadece Temmuz ile Ekim arasında yüz bine yakın, belki de yüz bini aşkın sayıda işçi katıldı.[18] Troçki, 1908 olaylarında işçi sınıfına dair şöyle yazacaktı:

 “Türk endüstrisi söylediğimiz gibi çok zayıf. Sultan rejimi yalnızca ülkenin ekonomik kuruluşlarını aşındırmakla kalmadı, proletaryanın gelişmesi korkusuyla fabrikaların yapılmasına da bile bile engel oldu. Ama aynı zamanda, rejimi bu tehlikeye karşı tamamen korumanın olanaksız olduğu da ortaya çıktı. Türk devriminin ilk haftalarına, fırınlarda, matbaalarda, tekstilde, toplu taşımacılıkta, tütün imalatında çalışanların, demiryolu ve liman işçilerinin grevleri damgasını vurdu.

Avusturyalı marşandizlerin boykotu için, Türkiye’nin henüz çok genç olan ve bu kampanyada kararlı bir rol üstlenen proletaryası (özellikle liman işçilerini) esin kaynağı olacak ve onları harekete geçirecekti. Peki, yeni rejim işçi sınıfının politik uyanışını nasıl karşıladı? Grevleri zor kullanarak engellemeyi öngören bir yasayla. “Jöntürkler”in programında, çalışanların lehine alınacak önlemlere ilişkin tek bir sözcük yer almadı. Ama Türk proletaryasını bir “quantité négligeable” (“önemsiz nicelik”, orijinal metinde Fransızca) olarak değerlendirmek, ciddi sürprizlerle karşılaşma riskine girmek anlamına geliyor. Bir sınıfın önemi hiçbir zaman yalnızca sayısıyla değerlendirilmez. Günümüzde proletaryanın gücü, sayıca çok az da olsa, ülkenin yoğunlaşmış üreteci gücünü ve en önemli iletişim araçlarının denetimini ellerinde tutması olgusundadır.

 “Jön Türkler” Partisi, bu basit kapitalist ekonomi politik olgunun karşısında, gerçekliğe sertçe çarpacaktır.”[19]

 Gerçekten de bu denli güçlü bir mücadelenin ciddi etkileri olmayacağını düşünmek mantıklı olmazdı. Hem burjuvazinin önemleri açısından, hem de işçi sınıfı güçlerinin çıkarttığı dersler açısından 1908 olaylarının ardından gerçekleşen grev dalgasının çok ciddi etkileri oldu. Herşeyden önce bu grev dalgası işçilerin 1908 olayının başında gelen İttihat ve Terakki Fırkasına ve bu olayların farklı temel siyasi aktörlerine duydukları güvenin sarsılmasına neden oldu. Gerçekleşen grev dalgası, hem yerli hem de yabancı sermaye çevrelerinde ciddi bir şaşkınlık, huzursuzluk ve korku yaratmıştı, hele grevlere müslüman kesimden sayılan işçilerin de gayrimüslim işçiler kadar kitlesel bir biçimde katılmış olması daha da korkutucuydu. Burjuvazinin bütün kesimleri, hem İttihat ve Terakki partisinin ifade ettiği devlet sermayesi ve yeni yeni oluşan bodur müslüman kesimden sermaye, hem gayrimüslim sermayesi, hem de yabancı sermaye, işçi sınıfına karşı önlemler alınması gerektiği konusunda birleşiyorlardı. Öncelikle bütün bu kesimler ortaklaşarak Tatil-i Eşgal Kanun-u Mavakkati adlı kanunu çıkartarak grev ve sendikaları yasakladılar. Ayrıca işçi sınıfı içerisinde yayılmaya başlamış olan sosyalizm düşüncesine karşı da ideolojik mücadele şiddetlendi. Daha sonra Türkiye’de sınıfların olmadığını iddia edecek olan Kemalist propagandanın ardılı olacak bir biçimde, burjuvazi Osmanlı’daki işçiler arasında sosyalizmin yayılamayacağını, yayılmaması gerektiğini söyleyerek, Avrupa’dan farklı koşulları olduğunu iddia etti.[20]

 1908 olaylarının işçi hareketi için bir diğer önemli etkisi de işçi hareketinin hem bu deneyimleri hem de geçmiş deneyimleri içselleştirmesi, ve bu bağlamda işçiler arasında mücadelenin siyasal niteliğinin, yani sosyalist fikirlerin güçlenmesi, sosyalistlerin fikirlerinin de netleşmesiydi. Aslında hem İkinci Enternasyonal hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda etkin olan Avram Benayora gibi çeşitli sosyalistler ilkin 1908 olaylarını desteklerken, 1908’i inceleyen Troçki ve Rakovsky gibi sol sosyalistler, İkinci Enternasyonal’den ve Benayora gibi sosyalistlerden daha temkinli yaklaşmalarına rağmen, olayları tereddütsüzce bir devrim olarak nitelendirmişti. Troçki ve Rakovsky’den çok daha temkinli yaklaşan Lenin bile, 1908 olaylarının 19. yüzyıldaki burjuva devrimlerinden niteliksel bir farkı olduğunu ortaya koymasına, çok kısa bir süre içerisinde grevcilerin, olayların temel siyasi mimarlarıyla karşı karşıya gelişlerinden haberdar olduğu için olayların 19. yüzyıldaki devrimlerin aksine bir “halk ayaklanması” niteliğine sahip olduğunu vurgulmasına rağmen, yine de olayların, gerçekleştikten iki hafta sonra söylediği üzere  “yarım kalmış” bir devrim olduğunu söyler.

Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu

Fakat özellikle Osmanlı’daki sosyalist hareket kısa süre içerisinde, işçilerin tecrübesinin etkisiyle gerekli dersleri çıkartır. 1909’de Selanik’te biri çoğu Bulgar diğeri çoğu Yahudi işçilerce oluşturulmuş iki tane sosyalist grubun birleşmesiyle, Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu oluşturuldu. Selanik merkezli örgüt, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nden esinlenmiş bir biçimde, federatif bir örgütlenme benimsemişti ve Selanik’teki dört etnik grubu temsilen Yahudi, Bulgar, Rum ve Türk şubeleri vardı.

  Federatif yapıya dair bütün kafa karışıklarına rağmen bu örgüt Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı etnik kökenlerden işçilerin bir arada bulunduğu ilk örgüttü ve ayrıca enternasyonalist bir örgüttü. Örgüt dört dilde, Ladino, Bulgarca, Yunanca ve Türkçe yayın yapıyordu fakat en etkin yayını Osmanlı Yahudilerinin dili olan Ladino dilindeki Solidaridad Obradera (İşçi Dayanışması) idi. Bu örgütün liderlerinden Avram Benayora, monarşinin son çırpınışı sayılabilecek 31 Mart Ayaklanmasına karşı gönderilen 1909’daki Hareket Ordusu’na bile katılmıştı fakat sosyalist-karşıtı yasalar ve Benayora dahil önemli kişilerin hapsedilmesi örgütü kısa süre içerisinde  radikal bir noktaya çekti.[21] Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu hem enternasyonalist sosyalist bir siyasi örgüttü, hem de içerisinde farklı etnik kökenlerden işçileri birleştiren pek çok sendika vardı, geniş işçi kesimlerinin bir parçası olduğu kitlesel ve güçlü  bir örgüttü. Bu bağlamda Amele-i Osmanlı Cemiyeti’ne benzer bir nitelik taşıyordu, fakat çok daha etkin ve geniş bir yapılanmaydı. Bu örgütlenme Osmanlı seçimlerinde Meclis-i Mebusan’a sosyalist delegeler göndermeyi bile başarmıştı ki bu delegelerin parlementer faaliyetleri temelde işçiler ve sosyalistler üzerindeki baskıcı uygulamalara ve yasalara karşı çıkmak çerçevesindeydi. Benyora’ya göre, Selanik ve İstanbul merkezli olmasına rağmen İzmir, Zonguldak, Manastır gibi şehirlerde de örgütlü olan Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu’nun 1910’a gelindiğinde bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde 125.000 ile 150.000 arası üyesi vardı.[22] Hem kitlesel niteliği, hem de siyasal niteliği göz önünde bulundursa Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu bir devrimci sendika idi, ki daha önce daha ufak bir biçimde geliyorum demiş olan bu gelenek 1917 sonrasında devrimci dalganın Türkiye’de, işçi sınıfının Kemalizme karşı mücadelesinde Kızıl Sendikalar’ın ortaya çıkışında da izlerini sürdürecekti.

Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu kadar büyük bir önem taşımasa da İstanbul siyasi çevrelerinde aldığı tutumlarla dikkat çeken Osmanlı Sosyalist Fırkasına da değinmek gereklidir. Eylül 1910’da İstanbul’da kurulan ve İştirak gazetesini çıkartan Osmanlı Sosyalist Fırkası, hiçbir zaman Sosyalist İşçi Federasyonu’nunkine yakın bir güce ulaşmamasına, ve oportünizme ve reformizme Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu’ndan çok daha yakın olmasına rağmen ilk yıllarında hem İttihat ve Terakki’ye, hem de onlara karşı çıkan Hürriyet ve İtilaf Fırkası benzeri burjuva kesimlerine de “metelik vermeden”, “gözünü budaktan sakınmayan” bir muhalefet yürütmüştü. Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın yayınları bu cesurca muhalefet yüzünden defalarca kapandı ve birkaç yıl içerisinde parti dağıldı. Fakat bu örgütün en önemli lideri olan Hüseyin Hilmi, savaş sonrasında gönderildiği sürgünden dönüp Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan çok daha etkin olacak, fakat etkisi Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın aksine zararlı olacak olan, artık karşı-devrimci olduğu gün gibi ortada olan İkinci Enternasyonal çizgisindeki Türkiye Sosyalist Fırkası’nı kuracaktı. [23]

Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu sonraki yıllarda örgütlenmesine devam etti, bu yapılanma çevresinde pek çok sosyalist klüp, dernek vb. de kuruldu. Bu örgüt aynı zamanda Balkan sosyalist hareketi ile yakın ilişkiler içerisindeydi ve Balkan Sosyal Demokrat Kongrelerinde yer aldı. 1912’de patlak veren Balkan savaşında bölgedeki bütün sosyalistler enternasyonalist bir tutum takındı. İtalyan komünist solunun liderlerinden olacak olan, şu anda ise İtalyan Sosyalist Partisi’nin enternasyonalist sol kanadının ateşli liderlerinden olan Amadeo Bordiga, şöyle yazacaktı bu savaşa dair: “Savaşa karşı çıkan Bulgar ve Sırp yoldaşların kahramanca tavrını alkışlıyoruz ... Sosyalizm fetih savaşları ile bağımsızlık savaşları arasında niteliksel bir ayrım yapmadan bütün savaşlara karşı çıkmalıdır ... Hırslı düşleri uğruna bunca gencin katledilmesine yol açanları daha büyük bir medeniyet adına lanetliyoruz! Suç ne kadar vahşi olursa olsun, burjuvazinin hadımağaları onun kahramanlığını ve geleneğini yücelteceklerdir!” yazıyordu.[24] Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu’nun enternasyonalist geleneği, bu örgütten gelenlerin 1914’te başlayan emperyalist savaşa karşı çıkışıyla kendisini gösterdi.

 

Siyasi gelişmeler Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu’nu parçalarken, özellikle bu örgütün Balkanlar’daki bileşenleri, sendikal niteliklerini bir ölçüde kaybederek farklı unsurlarla Balkan Sosyal Demokrat İşçi Federasyonu’nu oluşturarak “kahrolsun savaş, yaşasın enternasyonalist sosyalizm” gibi sloganlar öne attılar[25]. Daha sonra bu örgüt Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi Balkan ülkelerindeki Komünist Parti’lerin temelini oluşturmaya gidecekti. İstanbul’da bu örgütten kalanlar ise Beynelmilel İşçiler İttihadı (Enternasyonal İşçiler Birliği) adlı örgütü oluşturacak ve bu örgüt aracılığıyla uluslararası devrimci dalga sırasında Kızıl Sendikaların, dolayısıyla da Türkiye Komünist Partisi’nin çok önemli bir unsuru olacaklardı.

Yazı dizimizin bir sonraki yazısında devrimci dalga dönemindeki işçi hareketini ve Kızıl Sendikaları ele alacağız.

meryem

 


[1]  “Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1783

[2]  “Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1784

[3]  “Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1785

[4] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1796

[5] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1797, 1798, 1800

[6] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1802, 1804

[7] Aytekin, E. Atilla. “The Ottoman-Turkish Labour Movement and International Solidarity: A Hundred Years Ago, A Hundred Years Later”. Middle East Technical University, Ankara, Binghamton University, SUNY, Binghamton, NY. 2002. s. 4

[8] Küpeli, Yusuf. “Türkiye proletaryasının tarih sahnesine çıkışı, Mütareke  yıllarına  dek örgütlenme ve mücadele deneyimleri, İştirakçi Hilmi, Mustafa Suphi, İttehat ve Terakki ve diğerleri  üzerine kısa notlar”. https://www.sinbad.nu/tcprolet.htm

[9] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1813                        

[10] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1816

[11] Küpeli, Yusuf. “Türkiye proletaryasının tarih sahnesine çıkışı, Mütareke  yıllarına  dek örgütlenme ve mücadele deneyimleri, İştirakçi Hilmi, Mustafa Suphi, İttehat ve Terakki ve diğerleri  üzerine kısa notlar”. https://www.sinbad.nu/tcprolet.htm

[12] Koutsalis, Vangelis. “Internationalism as an Alternative Political Strategy in the Modern History of Balkans”. Yunanistan Sosyal Forumu, Selanik 2003 http://www.okde.org/keimena/vag_kout_balkan_inter_0603_en.htm

[13] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1820

[14] Bir hayli önemli bir konu olmasına rağmen, konudan sapmamak için 1908 olayının niteliğinin incelenmesinin detaylarına burada girmemeyi uygun buluyoruz.

[15] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1813

[16] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1814

[17] “Tanzimat ve Batılılaşma.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1814

[18] “Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1836

[19] Troçki, Leon. “Yeni Türkiye (1908 Devriminin Ardından)”. Kievskaya Mysl, sayı 3, 3 Ocak 1909. https://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=19001

[20] “Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1837

[21] “Avraam Benayora”. Wikipedia. 17:33. 26 Şubat 2008. https://en.wikipedia.org/wiki/Avraam_Benaroya

[22] “Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1837

[23] “Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi.” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1841

[24] Bordiga, Amadeo. “The Balkan War”. L’Avanguardia 1.12.1912 https://www.sinistra.net/lib/upt/comlef/cote/cotesdadae.html

[25] Rakovsky, Christian. Bulletin Of The Social-Democratic Workers Federation Of The Balkans. No.1, 1915 https://www.marxistsfr.org/archive/rakovsky/1915/07/x01.htm

 

 

Parlamentarizm üzerine tezler

Aşağıda yayınladığımız parlamentarizm üzerine tezler, 1921’de kurulacak olan İtalya Komünist Partisi’nin çekirdeğini oluşturmuş olan İtalya Sosyalist Partisi içerisindeki parlamentarizm karşıtı komünist fraksiyon adına Amadeo Bordiga tarafından kaleme alınmıştır. Bu tezler Komünist Enternasyonal’in 1920’deki İkinci Kongresi’ne tartışılması için sunulmuştur. O dönemde KE içerisinde komünistlerin parlamento seçimlerine girip, kazandıkları takdirde parlamento içerisinde çalışma yapıp yapmaması gerektiği üzerine büyük tartışmalar çıkmıştır. Lenin, Troçki ve diğerleri tarafından çoğunluğun pozisyonu “devrimci parlamentarizm”i savunmaktadır; bu fikre göre devrimciler parlamento forumunu kapitalizmin çökmüşlüğünü duyurabilecekleri ve komünist devrimi savunabilecekleri bir “tribün” gibi kullanabileceklerdir. (aralarında İtalya’da Bordiga’nın fraksiyonun, Almanya’da KAPD’nin, Britanya’da Silvia Pankhust’ün grubunun bulunduğu) Sol komünistler ise parlamentolarda faaliyet yürütme döneminin kapandığını savunmuşlardır. Buna göre, proleter devriminin doğrudan gündemde olduğu yeni dönemde, egemen sınıf parlamenter “demokrasi”yi işçi konseyi iktidarı için verilen işçi mücadelesinin karşısında bir araç olarak kullanmaktadır; Eğer komünist partiler parlamenter “gevezelik” ve seçim maskaralığının içerisine girerlerse, işçi sınıfı saflarında çok tehlikeli kafa karışıklıklarını yayabilir. Bize göre tarih bu ikinci görüşün doğruluğunu kesin bir şekilde kanıtlayan örneklerle fazlasıyla doludur. Fakat bu tartışmayı gelecek sayılarımızda yayınlayacağımız makalelerde inceleyeceğiz. Bugün de, “devrimci” olduğunu iddia edip, geçtiğimiz seçimlerde olduğu gibi şu veya bu şekilde seçimlere girerek “devrimci parlamentarizm” geleneğini sahiplendiğini iddia eden ya da seçimleri bir tür propaganda aracı olarak kullandığını savunan çeşitli gruplar mevcut. Hâlbuki bu tamamen bir yalandan ibaret. Seçim üzerine yazımızda da incelemeye çalıştığımız gibi, bu sözde sosyalistlerin kapitalizmle hiçbir dertleri yok ve tek önerdikleri onun idaresine “radikal” alternatifler sunmaktan ibaret. Bugün eski devrimci parlamentarizm taktiğini samimi bir şekilde savunan bir komünist grup ile karşılaşmak neredeyse imkânsız. Fakat tam da bugünün sözde devrimcileri kendi burjuva politikalarını aklamak adına, geçmişin işçi hareketinin hatalarından faydalandığı için, sol komünistlerin tezleri 1920’de olduğu kadar geçerlidir.

Temel

1. Parlamentarizm kapitalist düzene özgü olan politik temsil biçimidir. Devrimci Marxistlerin parlamentarizme ve burjuva demokrasisine yönelik ilkeli eleştirileri, seçimlerde devletin temsili organları için bütün sınıflardan her yurttaşa verilmiş olan oy hakkının, devlet aygıtının bütün hükümetlerinin egemen kapitalist sınıfın çıkarlarını savunma komitesine dönüşmesini ve devletin kendisini burjuvazinin proleter devrimine karşı mücadelesinin tarihsel organı olarak örgütlemesini engelleyemeyeceği genel sonucuna götürür.

2. Komünistler işçi sınıfının her hangi bir parlamenter çoğunluk elde etme yoluyla iktidarı alabilme olasılığının asla olmadığını savunurlar. İşçi sınıfını iktidar hedefine ancak silahlı devrimci mücadele taşıyabilir. Komünist iktisadi yapılanmanın başlangıç noktasını oluşturan iktidarın proletarya tarafından fethi, demokratik organların şiddetli ve dikkatli yıkımına ve onların yerine proleter iktidar organlarının yani işçi konseylerinin konmasına götürür. Bu yolla sömürücü sınıfın bütün politik hakları ellerinden alınır ve sınıfsal temsile dayanan bir hükümet sistemi olan proletarya diktatörlüğü kurulmuş olur. Parlamentarizmin yıkımı bu anlamda komünist hareketin tarihsel bir hedefidir. Dahası, burjuva toplumunun, kapitalist mülkiyetten bile önce ilk yıkılması gereken formu tam da temsili demokrasidir.

3. Aynı durum, teorik olarak devlet organlarının karşıtı olarak konulmaması gereken yerel hükümet kurumları (örn. Belediyeler) için de geçerlidir. Gerçekte bunların işleyişi burjuvazinin devlet aygıtının aynısıdır. Bunlar da benzer biçimde devrimci proletarya tarafından yok edilmeli ve yerlerine işçi temsilcilerinin yerel Sovyetleri konulmalıdır.

4. Mevcut durumda, devrimi maddi ve zihinsel olarak ilerletirken komünistlerin görevi, her şeyden önce, hain eski sosyal demokrat liderler yüzünden yayılmış olan illüzyon ve ön yargılardan, proletaryayı özgürleştirmektir. Kitlelerin alışkanlık ve düşüncelerinde ve aynı zamanda eski sosyalist partilerde köklenmesine neden olacak kadar uzun bir süredir demokratik bir düzenle yönetilmekte olan ülkelerde bu görev özel bir önem arz eder ve devrimin hazırlanmasının sorunları arasında ilk sırayı alır.

5. İktidarın proletarya tarafından fethi fikrinin hala çok uzakta olduğu bir dönemde ve henüz ortada proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirilmesi ve devrim için doğrudan hazırlanma sorununun olmadığı bir zamanda; seçimler katılım ve parlamenter etkinlik, propaganda, ajitasyon ve eleştiri için büyük olanaklar sunmuş olabilir. Diğer bir açıdan, burjuvazinin henüz ortaya çıkmış olduğu ve yeni kurumları yaratmakta olduğu ülkelerde, hala oluşma aşamasında olan temsili organlara komünistlerin katılımı, proletaryanın son zaferi için ve devrimin olumlu sonuçlanmasını getirmek için olayların gidişatında önemli bir etki yapabilir.

6. Dünya savaşının bitmesiyle ve bunun burjuvazinin toplumsal örgütlenmesi için doğurduğu sonuçlarla açılan mevcut tarihsel dönemde (buna iktidarın işçi sınıfı tarafından fethi fikrinin ilk gerçekleşmesi olarak Rus devrimi, sosyal demokrasinin hainlerine karşıt olarak yeni Enternasyonalin kurulması eşlik etmiştir), demokratik düzenin uzun zaman önce girdiği ülkelerde, parlamentarizmi komünizmin devrimci davası için kullanma olanağı kalmamıştır. Proletaryanın diktatörlüğü için de nihai mücadelenin hazırlanması için de propagandanın netleşmesi, komünistlerin işçilerin payına seçimleri boykot etme yönünde propaganda yürütmelerini gerektirir.

7. Bu tarihsel koşullar altında, yani hareketin esas sorununun iktidarın proletarya tarafından devrimci fethi haline geldiği mevcut durumda, Partinin her politik etkinliği bu hedefe adanmalıdır. Karşıt partilerin her çatışmasının, iktidarın ele geçirilmesi için verilen her kavganın, demokratik mekanizma çerçevesinde, seçim kampanyalarında ve parlamento tartışmalarında oynanması gerektiğine insanları ikna etmeye çalışan yalan ile yani burjuva yalanı ile tam ve kesin bir biçimde kopmak gerekmektedir. Burjuva sınıfı ile yan yana çalışarak, işçileri seçimlere katılmaya çağıran geleneksel yöntemi, proletaryanın sömürücüleriyle aynı parlamenter zeminde belirdiği gösteriyi tam olarak yadsımadan bu hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır.

8. Eski sosyal demokrat partilerin aşırı parlamenter pratiği, bütün politik eylemin seçim kampanyaları ve parlamenter etkinlikten ibaret olduğu şeklinde tehlikeli bir kavrayışı yaymıştır. Diğer yandan proletaryada bu ihanete karşı duyulan tiksinti, partinin etkinliğinin ve politik eylemin bütün önemini yadsıyan sendikalist ve anarşist eğilimler için verimli bir zemin hazırladı. Bu nedenle Komünist Partiler devrimci Marxist yöntemin propagandasını yaparken, çabalarını doğrudan proletarya diktatörlüğü ve işçi konseyleri üzerinden temellendirmez ve burjuva demokrasisi ile tüm bağlarını koparmazlarsa asla tam bir başarı sağlayamazlar.

9. Pratikte seçim kampanyalarına ve sonuçlarına atfedilen abartılmış önem, bunlara partinin bütün güçlerini ve insanlarını, yayınını ve ekonomik kaynaklarını uzun bir dönem için ayırması gerçeği, bir yandan toplantılardaki-eylemlerdeki bütün konuşmaların bu hedefe yönelmesi ve buna karşıt olarak ortaya konan teorik ifadeler kullanılması anlamına gelir, ki bu durum seçimin komünist hedeflere ulaşılmasını sağlayan esas eylem olduğu inancını güçlendirir. Diğer yandan ise bu durum parti örgütlenmesine legal ve illegal devrimci çalışmanın gerekleriyle tam bir çelişki içinde olan teknik bir nitelik vererek her tür devrimci örgüt çalışmasından ve örgütlenme hazırlığından neredeyse tam bir çekilmeye götürür.

10. Komünist Enternasyonal’e bir çoğunluk kararıyla katılmış olan partiler göz önüne alındığında, bunların seçim kampanyalarına bundan sonra da katılmaları, ayıklanmamaları, Komünist Enternasyonal’in tarihsel rolünü sürdürmesini imkansız kılacak sosyal demokrat unsurların elenmesi gerekliliğinin önüne geçecektir.

11. Parlamentolarda ve diğer demokratik organlarda vücut bulan tartışmaların gerçek niteliği, karşıt partilerin bir eleştirisinin ötesine geçip parlamentarizm ilkesine karşı propaganda yapma, parlamenter yapının sınırlarını aşan eylemler yapma olanağını dışlar. Tam da bu yüzden, seçim sürecinin bütün formalitelerine uymayı reddederek konuşma hakkı sağlayan bir temsiliyet elde etmek imkânsızdır. Parlamenter mücadele içerisinde başarı ancak bu kurumun üzerinde durduğu ilkeleri herkesin kullanabileceği bir silahı kullanabilme yeteneğiyle ve yasalardaki inceliklerden faydalanma yoluyla elde edilebilebilir. Nitekim seçim kampanyalarında elde edilebilecek başarının ölçüsü de giderek elde edilen oylar ve sandalyeler haline gelecektir. Komünist Partilerin parlamentarist pratiğe tamamen farklı bir nitelik kazandırma yönündeki bütün çabaları da basitçe bu pösteki sayma çabasına kurban edilecek olan enerjinin iflasına götürecektir. Komünist devrim davası ise tek cümleyle kapitalist sömürü düzenine karşı doğrudan eylemi gerektirir.

A. Bordiga, 1920

Tags: 

Resmi kölelik

TEŞVİK VE İSTİHDAM PAKETİ

Başbakan Erdoğan, 4 Haziran'da açıkladığı Teşvik ve İstihdam paketinin kriz ortamını fırsata çevirmek ve rekabet gücünü artırmak amacıyla yürürlüğe koyulduğunu bu sistemden faydalanacak yatırımların en kısa sürede hayata geçirilmesinin hedeflendiğini belirtti.

Teşvik paketinin ana hatlarına baktığımızda, bu paketle Türkiye'nin gelişmişlik düzeyine göre 4 bölgeye ayrıldığını, kara taşıtı, tekstil, konfeksiyon, deri sektörü, madencilik, tıbbi aletler, ilaç, elektronik hava aracı, makine imalatı, demiryolu, liman, transit boru hattı taşımacılığı ve kimya sektörleri olmak üzere 12 sektördeki büyük yatırımların desteklendiğini görüyoruz. Büyük yatırımlar kurum ve gelir vergisi indiriminde farklı uygulamalara tabi olacak. Yatırım yapılan bölgeye göre değişmek üzere yatırımcılar 2 yıldan 7 yıla kadar işveren primini ödemeyecek. Yine yatırım yapılan bölgeye göre, yatırımcıların kullandıkları TL kredi faizinin 3 ila 5 puanı, döviz kredi faizinin 1 ila 2 puanı Hazine tarafından karşılanacak. 2010 yılı sonuna kadar birinci ve ikinci bölgeden üçüncü ve dördüncü bölgeye taşınacak firmaların en az 50 istihdam sağlamak koşuluyla 5 yıl süreyle SSK işveren primi Hazine tarafından karşılanacak, bu firmalara kurumlar vergisi yüzde 20 yerine yüzde 5 olarak uygulanacak ve nakliye masrafları da devlet tarafından karşılanacak. Paket aynı zamanda gelir ve kurumlar vergisi indirimi, yatırım yeri tahsisi, KDV istisnası, faiz desteği ve gümrük vergisi muafiyetini de kapsıyor.

İstihdam paketi ile ise yaklaşık 500 bin kişiye mesleki uygulamalı ve girişimcilik eğitimi veya doğrudan istihdam imkânı oluşturulacağı iddia ediliyor. İstihdam paketine baktığımızda işsizlere toplum yararına yapılacak işler yoluyla 6 aya kadar iş imkânı sunulduğunu, böylece okul ve sağlık kuruluşlarının bakım ve onarımı, çevre düzenlemesi ve erozyon kontrolü gibi toplum yararına işlerde çalışmak üzere 120.000 işsizin istihdamının planlandığını görüyoruz. İstihdam piyasasının önemli bir eksiği olarak görülen vasıflı işgücünün geliştirilmesi için mesleki beceriler kazandıran kurslar aracılığıyla 200.000 işsizin mesleki beceriler kazanıp istihdam edilmesi planlanıyor. 10.000 işsize ise girişimcilik eğitimi verilerek ve eğitim danışmanlığı sağlanarak, işsiz vatandaşların kendi işlerini kurmalarına destek olunacağı ifade ediliyor.

Lise ve lise üstü eğitim almış 100.000 işsiz gencin ise stajyer olarak işe alınması sağlanarak deneyim kazanması ve iş bulmalarının önünün açılması hedefleniyor. Bu kapsamda özel sektörde staj yapacak gençlere 6 ay boyunca destek sağlanacağı ve başvurdukları takdirde yararlanma sürelerinin 6 aya kadar uzatılacağı taahhüt ediliyor. Geçici iş kurma yetkisi verilecek Özel İstihdam Büroları ise burada aracı kurum rolü oynuyor. Geçici işçiler sosyal güvenlik ve ücret haklarını, Özel İstihdam Bürolarından karşılayacaklar. İşverenler ise bu bürolardan sağlanacak işçilerin hizmetinden geçici olarak sözleşme karşılığında yararlanabilecek. Erdoğan'ın istihdam paketinden beklentisini "işsizlerimizin bir an önce işe dönmeleri ve işgücü piyasasına yeni katılanların işe kavuşma imkânlarını arttırması" şeklinde ifade ediyor. Kamu kaynaklarının işsizler için en verimli şekilde harcanmasının sağlanacağı belirtiliyor. Bu paketlerin ne anlama geldiğine bakmakta fayda var. İçinde bulunduğumuz kriz, devleti bir takım önlemler almaya itti ve bu pakette bu önlemlerin bir parçası. Bu politikaları anlamaya çalışırken devletin işlevi ve sınıf üzerindeki etkisi olmak üzere iki kanalda inceleme yapabiliriz.

Açık ki, büyük oranlarda işsizlik ve yaşam standartlarımızdaki düşüşle kendini açıkça ortaya koyan bir yoksullaşma içindeyiz. Bu koşulların varlığı, işçi sınıfını koşulların kendisini, nedenlerini ve mevcut düzeni sorgulamaya itebilir. Bu da devlet için arzu edilebilir bir durum değil. Sorgulama devletin ve sistemin meşruiyetini sarsacak ciddi bir tehlike oluşturabilir ve sınıf mücadelesinin gelişmesine temel hazırlayabilir. Meşruiyetin sarsılmasından ve sınıf mücadelesinin ortaya çıkmasından duyulan bir korku, devleti bir takım önlemler almaya itiyor. Sınıfa bir takım vaatlerde bulunarak onu sistemin sınırları içinde tutmaya ve politik istikrarın sarsılmasını engellemeye çalışıyor. Bu paketle ortaya çıkan istihdam yaratma, işsizlere sahip çıkma retoriğinin böyle bir ideolojik boyutu da var. Tüm bu istihdam retoriğinin yanı sıra devletin önemli bir aktör olarak ekonominin içinde yer aldığını görüyoruz. Teşvik paketi ile vergi indirimi, yatırım yeri tahsisi, kredi ve faiz indirimi, prim indirimi gibi politikalarla sermayeye doğrudan kaynak aktarmayı planladığını, İstihdam paketinde ise maddi destek gibi kavramlar arkasında sermayedarın işçi maliyetinin bir kısmının devlet tarafından üstlenildiğini geçici ve güvencesiz işçi çalıştırmanın devlet tarafından düzenlendiğini görüyoruz. Güvencesiz çalışma koşullarının hayata geçirilmesinde de Özel İstihdam Büroları kilit rol oynuyor. Bu büroların iş sözleşmesi yapacağı işçiyi başka bir işverene 18 ay süreyle "geçici işçi" olarak kiralaması düzenleniyor. Bu durumda işçi iş sözleşmesi değil, kiralanma sözleşmesi yapmış oluyor. İşçi kiralandığında ise sözleşme Özel İstihdam Büroları ile kiralayan işveren arasında yapılıyor ve işverenin işçiye karşı hiçbir sorumluluğu olmuyor. Burada işçinin çalışma koşullarına dair direniş yollarının açıkça kapatılmaya çalışıldığını ve güvencesiz, geçici iş koşullarının yaygınlaştırılmasının amaçlandığını görüyoruz. Geçici işçilikle ilgili önceden var olan sınırlandırmalar ortadan kaldırılıp ve geçici işçi çalıştırılması 18 aya kadar uzatılması planlanırken bu yolla da düşük ücretli, güvencesiz, esnek işgücü yaratılması hedefleniyor. Sermayedarın işçi ücretleri maliyetini de düşürmeyi amaçladığını görebiliyoruz. Diğer yandan kaynak aktarımının yeni yatırım ve yeni istihdam yaratılmasına yönelik olduğu söylense de iç ve dış talebin bu kadar daraldığı, kapasite kullanım oranlarının düştüğü koşullarda bunun gerçekleşmeyeceği aşikâr. Tüm bu önlemlerin ardından mevcut yatırımların yerleri değişecek ve hâlihazırda çalışmakta olan işçilerin devlet tarafından maddi destek verilen ya da Özel İstihdam Bürolarından kiralanacak düşük maliyetli geçici işçilerle değiştirilecek. Meselenin yeni yatırımlar yapılması değil daha ziyade kaynak aktarımı ve işçi ücretlerinin düşürülmesi yoluyla sermayenin maliyetinin düşürülmesi ve kar oranlarının arttırılması olduğu görülüyor. Burjuvazinin bu paketler karşısındaki tutumu önlemlerin karakterini anlamakta çok yardımcı olabilir. Örneğin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonun (TİSK) 3 Kasım 2008 tarihli "Küresel Krize Karşı Alınması Gereken Tedbirler" başlıklı raporunda da "İş Kanunu'nda değişiklik yapılarak özellikle yeni istihdam imkânı sağlayacak ‘özel istihdam büroları aracılığıyla dönemsel çalışma' yasalaştırılmalı" şeklindeki talebinin harfiyen uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. İstanbul Ticaret Odası (İTO) ise 4 yıl boyumca hükümete sundukları talepleri büyük oranda içeren bir paket olduğunu, bu tedbirlerin krizi fırsata dönüştürebilecek güçte olduğunu ifade etti ve Türkiye İhracat Meclisi Başkanı Büyükekşi devlet ve özel sektör arsında yaşanan bu işbirliğinin ilerisi için büyük umut verdiğini belirtti.
Devletin sermaye emek ilişkisinin içinde, o ilişkiyi düzenleyen ve onu yeniden üreten bir unsur olarak var olduğunu görüyoruz. Fakat uzmanlar tarafından iddia edildiğinin aksine devletin toplumun hayatının tümüne müdahale eden bir güç olarak varlığı yani devlet kapitalizmi uygulaması geçmişte var olan ve bugün tekrar ortaya çıkmış yeni bir durum değil. Buradaki karışıklığın temel sebebi uzmanlarla bizim bu kavramı kullanışı arasındaki farktan kaynaklıyor. Sistemin uzmanları, devlet kapitalizmi politikalarını, açık ekonomik kriz ya da savaş dönemlerinde devletin ekonomiye doğrudan müdahale ettiği ekonomik politikalarla özdeşleştiriyor. 70'lerden başlayıp bugüne gelen serbest piyasa ekonomisinin ve piyasanın gizli elinin egemenliğinin yerini bugün 45-70 arasında olduğu gibi devlet kapitalizminin aldığını öne sürüyorlar.

Ancak devlet kapitalizmi hükümetin uygulayıp uygulamamayı seçebileceği bir ekonomi politikası değildir. Aksine çöküş döneminde, kapitalizmin içsel çelişkilerinin sermaye birikiminin önünde engel olmaya başladığı koşullarda, düzenleyici bir güç olarak devletin müdahalesine gereksinim duyan sistemin aldığı tarihsel yeni biçimdir. Bu dönemde ekonomik krizlerin parçalayıcı etkisine karşı durabilecek ve emperyalist devletler alanında ulusal çıkarları savunabilecek tek güç devletti. I. Dünya savaşında savaş içindeki ülkelerin üretim süreçlerini kontrol altına alıp, toplumun tüm gücünü savaşa kanalize etmesi ile devlet ilk defa böyle bir aktör olarak ortaya çıktı. Fakat devlet kapitalizmi sadece savaş süresince ya da krizin patlak verdiği zamanlarda uygulanan bir ekonomi politikası değildir.

Çöküş döneminde, devlet sürekli toplumsal ilişkilerin tümünü kendi bünyesinde toplama eğilimi içinde oldu. Ekonomik olarak bunun anlamı metaların üretim ve dağıtımının kontrolü iken, politik olarak anlamı ise politik gücün tümünün toplumsal hayatın tümünü kontrol edebileceği şekilde bürokrasinin elinde toplanması oldu. Toplumsal muhalefetin iç edilmesi devlet kapitalizminin en önemli özelliklerinden biridir. Önceki dönemden kalan kitle örgütlerinin, partilerin ve sendikaların devletle bütünleşmesi sonucunda, işçi sınıfı muhalefeti bastırıldı. Bu temel karakterlerine rağmen devlet kapitalizmi ülkenin ya da konjonktürün tarihsel özgünlükleri içinde farklı biçimler alabilir. Sözde sosyalist Rusya ve Doğu Bloğu ülkeleri, bugün Çin, 3. Dünya ülkelerinde görülen darbeler ve serbest piyasa ekonomisi söylemine rağmen Batı Demokrasileri devlet kapitalizmi biçiminin örneğidir çünkü devlet kapitalizmi bir seçim meselesi değil kapitalizmin aldığı tarihsel biçimdir.

Bu çerçevede bakıldığında keynezyen politikaların sadece devlet kapitalizminin uygulama biçimlerinden biri olduğu, kendisi olmadığı anlaşılabilir. Hem keynezyen politikalar hem de neoliberal politikalar devlet kapitalizminin farklı uygulanma biçimleridir. Tarihsel olarak baktığımızda 70'lerde uygulanan keynezyen politika, ekonomiye doğrudan devletin müdahale etmesi temelinde devletin borçlanması idi. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan kontrolden çıkmış enflasyon piyasayı istikrarsızlaştırarak uluslararası ticareti sekteye uğratma eğilimindeydi. 80'lerde devletin enflasyonu düşürmeyi hedefleyen ekonomi politikalarının sonucu olarak neoliberalizm ortaya çıktı. Yani neoliberalizm, genel kanının aksine piyasanın içinden kendiliğinden çıkmadı. Bizzat devlet politikalarının sonucu ve ürünü olarak ortaya çıktı. Bu anlamda neoliberalizmin devletin ekonomiden çekilmesi ve piyasayı kendi işleyişine bırakması ile tanımlanması en iyi ihtimalle büyük bir yanlıştır. Bugün devlet ekonomide belki de hiç olmadığı kadar baskın: dünya ticaretini düzenliyor, faiz oranlarını, gümrük tarifelerini belirliyor. Gayri Safi Milli Hâsılanın büyük bir kısmını oluşturan kamu harcamaları ile hala temel ekonomik aktör. Önemli bir rolü oynamadığı ekonomik, politik ya da sosyal bir alandan söz etmek mümkün değil. Başka bir deyişle devlet hayatın tüm alanlarına nüfuz etmiş durumda.

Bu krizin sebebi neoliberal politikalar olmadığı gibi çözümü de keynezyen politikalar değil. Keynezyen ya da neoliberal devlet kapitalizmi sistemin krizine bir çözüm oluşturmaz. Aksine sistemin krizde olduğunun bir ifadesidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin, toplumsal üretici güçler için bir engel haline geldiğinin göstergesidir. Devlet kapitalisti politikaları, I. Dünya savaşından itibaren uygulanıyor fakat sorunu çözemiyor ancak erteleyip derinleştiriyor. (Örneğin devlet kapitalizmi politikaları 30'lardaki krizin ardından hafifletici ve erteleyici bir önlem olarak kullanıldı ama her geçen yıl uzun erimli krizin derinleşip II. Dünya Savaşının patlak vermesine neden oldu.) Bu anlamda içinde bulunduğumuz kriz de genelde öne sürüldüğü gibi 2008'in sonunda başlamadı. 60'larda başlayan ve tüm iyileştirme çabalarına rağmen gittikçe kötüleşen ekonomik krizin patlak verdiği anlardan biri. Bu durum devlet kapitalizminin krize bir çözüm olmadığını, aksine krizin bir ifadesi olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye özelinde devlet kapitalisti önlemlerin bir örneği Teşvik ve İstihdam Paketleri fakat bu önlemlerin çözüm getirmesi mümkün değil. Bu paketlerin işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğine baktığımızda, bu paketle işsizlerin çeşitli kategorilere ayrılıp buna göre düzenlemeye tabi tutulduğunu görüyoruz. Vasıflı ve vasıfsız işçiler için getirilen bu düzenlemelerin ortak keseni güvencesiz çalışma koşullarının ve asgari ücretin altında çalıştırmanın yaygınlaştırılacak olması. Çalışma koşullarının sınıfın geneli için kötüleştiğinin görebiliyoruz. İşçi sınıfının geneline yönelik saldırılar, krizin derinleştiğinin, devlet kapitalizminin kendisinin de krize girdiğinin, burjuvazinin hareket alanın kalmadığının bir ifadesi. Sınıfın geneline yönelik bu saldırıya burjuvazinin yaptığı ayrımlar üzerinden baktığımızda, bu durumun vasıfsız işçiler için basbayağı kısa süreli iş sözleşmesi olarak, vasıflı genç işçiler içinse staj olarak düzenlendiğini görüyoruz. Devletin maddi destek vereceği işçilerin şu anda çalışmakta olan işçilerle değiştirileceğini görmek hiç zor değil. Bu koşullar altında çalışanların büyük bir kısmı için her altı ayın sonunda işsizler ordusuna dahil olma ihtimali var bu da iki kategori arasında sürekli bir dolaşım olacağını anlamına geliyor. Yani işsizlerle çalışanlar arsında net bir çizgi kalmadı. İşsizler artık toplumun en yoksul tamamıyla izole edilmiş kesimini oluşturmuyor. Krizin derinleşmesiyle, işçilerin ve işsizlerin mahkûm edildiği koşullar ortaklaşıyor ve bu sefalete karşı dayanışma kurulması ihtimalini yaratıyor.

 

Burjuvazinin sınıfı bölme çabalarına rağmen kriz sınıfın genelinin yaşam standartlarına ve çalışma koşullarına saldırıyor, sefaleti ve yoksulluğu genelleştiriyor. Bu anlamda krizin sınıfın yaşam koşullarını aynılaştırmasının, kimse için ayrıcalıklı bir durumun olmadığını göstermesinin ve sistemin çelişkili doğasını netleştirmesinin önemli olduğu söylenebilir. Ancak sınıfın aniden krizle yüzleşmesi hemen tepki verebileceği anlamına da gelmez. Böylesi durumlarda işsizlikle savaşmak için yeteri kadar güçlü olmadığını düşünüp korkuya kapılabilir. Krizin her koşulda sınıf mücadelesine doğrudan yol açacağını söylemek doğru olmaz, bu ilişki içinde genel olarak sınıfın ne kadar güçlü olduğu oldukça önemli. Yenilgiye uğradığı ve yenilginin etkilerini üzerinden atamadığı dönemlerde tepki geliştirmesi güçleşebilir. Ancak bugün işçi sınıfı dünyanın her yerinde krizin etkileriyle yüzleşiyor ve birçok yerde bu etkilere karşı mücadele ediyor. Önemli olan bunların yaygınlaşması ve enternasyonalist bir karaktere bürünmesi.
Sonuç olarak, Teşvik ve İstihdam paketinin krize karşı devlet kapitalisti bir önlem olduğunu biliyoruz. Ancak bu politikaların uygulanması sistem için yeni bir durum değil. Neo-liberal ya da Keynezyen devlet kapitalisti politikaların farklı türleri I. Dünya savaşından beri uygulanıyor. Bugünü farklı kılan ise şimdiye kadar kullanmış olduğu araçların borçlanma ve para politikası gibi artık kendilerinin sorunun bir parçası haline gelmiş olması nedeniyle devletin müdahale alanının daralmış olması. Fakat bu devlet kapitalisti politikaların bir zamanlar başarılı olduğu ama şimdi kıllanılamadığı anlamına gelmiyor. Çöküş döneminde, yani 20. ve 21. yy boyunca devlet kapitalizmi politikaları politik rejimi ne olursa olsun tüm devletler tarafından uygulandı fakat bu politikalar sorunu çözmedi sadece erteledi ve büyüttü. Buna paralel olarak unutmamamız gereken şey bu krizin 2008'in sonunda başlamadığı. 40 yıllık ekonomik düşüş boyunca her on yılda bir, bir kriz patlak verdi ve bugün yine yeni bir krizin patlak verdiğini görüyoruz. 60'ların sonunda başlayan ekonomik bunalıma bir türlü çözüm bulunamadı. Bir şekilde geçiştirildi ve belli aralıklarla fakat gittikçe derinleşerek yeniden ortaya çıktı. Bu anlamda 60'larda uygulanan devlet kapitalisti politikalar sistemin krizine bir çözüm olmadı. Krize karşı uygulanan her önlem bir sonraki krizin temelini oluşturdu ve onu derinleştirdi. Fakat kapitalizm ne kendi kendine yok olacak ne de burjuvazi çözümsüzlüğünü kabullenip iktidarı kendiliğinden terk edecek. Yüzyıldan sonra, sefaletin ve felaketlerin ardından tüm uygulanma biçimleriyle devlet kapitalisti ekonomi politikalarının sadece sorunu derinleştirdiğini biliyoruz. Şimdi krizden çıkmak için bulunacak çarelere dair bir umudumuz yok. Bizim yaşam standartlarımızı, çalışma koşullarımızı iyileştirmeyecekler sadece daha fazla yoksulluk ve eziyete neden olacaklar. Bundan sonrası için çok daha büyük saldırılara hazırlıklı olmalıyız. Biliyoruz ki burjuvazinin bir çözümü yok. Toplumu gittikçe daha yıkıcı krizlere ve emperyalist savaşlara sürüklemekten başka bir önerisi yok.

Bu koşullarda, krize çözüm olduğunu, kapitalizmin "insani" yönünün devreye gireceğini düşünmek, burjuvaziden medet ummak bir hayal. Gerçekçi olan ise proletaryanın kendine güvenini yeniden kazanmak için gösterdiği çabaya dahil olmak sınıfın çürümüş sisteme devrimci bir alternatif geliştirmesini sağlayacak tartışmalara, mücadelelere ve kendi öz örgütlenmelerini oluşturma çabasına katılmak ve tüm bunları enternasyonalist perspektifle güçlendirmeye çalışmak. Unutmayalım ki bizi bu sefaletten ve barbarlıktan ancak sınıf kardeşlerimizle dayanışma içinde girdiğimiz mücadele kurtarabilir.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!

Kardelen

 

Tags: 

Tekel İşçisinden Şeker İşçisine Mektup

 

Emekçi, onurlu Şeker İşçisi kardeşlerimiz,
Bugün Tekel İşçisinin vermiş olduğu onurlu mücadele tüm emekçilerin, hakları elinden alınanlar için tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı tepmemek adına siz emekçi kardeşlerimizi de bu onurlu mücadelenin içinde görmek bizi daha çok sevindirir ve güçlendirir.
Ardakaşlar özellikle şunu belirtmek istiyorum ki şu an sendikacılar sizlere "Biz bu işi çözeriz" diye umut vaat edebilirler. Ama biz de aynı süreçten geçtiğimiz için şunu çok iyi biliyoruz ki onlar tuzu kuru ve hiçbir hayat endişesi olmayan insanlar. Ama emeği elinden alınacak , hakları gaspedilecek olan sizlersiniz. Bugün bu mücadelede yer almazsanız yarın sizin için çok geç olabilir. Sonuçta siz olmazsanız da bu mücadele zaferle sonuçlanacak, bundan herhangi bir kuşku ve endişemiz yoktur. Çünkü şunu iyi biliyoruz ki emekçiler tek vücut olunca başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Bu duygularla bütün Tekel İşçileri adına sizi saygı ve tüm içtenliğimle selamlıyorum.

Batman'dan TEKEL İŞÇİSİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tags: 

Uluslararası devrimci dalga'nın yansımaları

İŞÇİ HAREKETİ VE KIZIL SENDİKALAR


Türkiye'de işçi hareketinin, sendikalizmin ve sendikaların tarihini incelemek çerçevesinde Dünya Devrimi'nin geçtiğimiz sayısında başladığımız yazı dizisine bu sayıda devam ediyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki işçi hareketini, sendikaları ve sosyalizmi anlatan ilk yazımızı şu şekilde bitirmiştik:

"Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun enternasyonalist geleneği, bu örgütten gelenlerin 1914'te başlayan emperyalist savaşa karşı çıkışıyla kendisini gösterdi. Siyasi gelişmeler Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nu parçalarken, özellikle bu örgütün Balkanlar'daki bileşenleri, sendikal niteliklerini bir ölçüde kaybederek farklı unsurlarla Balkan Sosyal Demokrat İşçi Federasyonu'nu oluşturarak "kahrolsun savaş, yaşasın enternasyonalist sosyalizm" gibi sloganlar öne attılar. Daha sonra bu örgüt Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi Balkan ülkelerindeki Komünist Parti'lerin temelini oluşturmaya gidecekti. İstanbul'da bu örgütten kalanlar ise Beynelmilel İşçiler İttihadı (Enternasyonal İşçiler Birliği) adlı örgütü oluşturacak ve bu örgüt aracılığıyla uluslararası devrimci dalga sırasında Kızıl Sendikaların, dolayısıyla da Türkiye Komünist Partisi'nin çok önemli bir unsuru olacaklardı."

Hikâyemize buradan devam edeceğiz.

Sermayenin ‘Türkleştirilmesi' ve Birinci Dünya Savaşı Sırasında Türk Burjuvazisi

1908-1913 arasındaki yıllar, Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisinde devlet burjuvazisinin çeşitli siyasi güçlerinin birbirleriyle kapıştığı bir dönemdi. 31 Mart 1909'da II. Abdülhamit ve halifelik yanlısı ayaklanmanın, Hareket Ordusu tarafından bastırılmasının ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesinin ardından Osmanlı hanedanlığının iktidarı kâğıt üzerinde devam etse de aslında son bulmuştu. Fakat ortada mücadele içerisinde olan farklı güçler vardı. En çetin savaş ise devlet ve ordu bürokrasisi içerisinde, İttihat ve Terakki Partisi ile Halaskar Zabitan örgütü arasında idi. Halaskar Zabitan örgütü, iktidarı kısa bir süre elinde tutmayı başarsa da Balkan Savaşı yenilgisinin ardından, aralarında İttihat ve Terakki patisinin yeni liderlerinden tarihe Enver Paşa olarak geçecek İsmail Enver ve tarihe Talat Paşa olarak geçecek Mehmed Talat'ın da bulunduğu bir grup İttihatçı Bab-ı Ali binasını basarak kabineyi şiddetli bir biçimde dağıttı. Ardından ittihatçılar kısa süre içerisinde İstanbul'u ele geçirerek Osmanlı İmparatorluğu'nun başına geçtiler. Bu dönemden savaşın sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu Üç Paşalar olarak bilinen Savaş Bakanı İsmail Enver, İçişleri Bakanı Mehmed Talat ve tarihe Cemal Paşa olarak geçecek Donanma Bakanı Ahmed Cemal tarafından yönetilecekti.

Devlet burjuvazisinin iç çelişkilerini çözmüş ve iktidarı ele geçirmiş olan İsmail Enver gibi yeni İttihatçılar, hem ekonomik hem de siyasi nedenlerden, daha Osmanlıcı ve liberal olduğu söylenebilecek olan eski İttihatçıların ideolojisinden Türkçü bir ideolojiye kaymaya başladı. Siyasi düzlemde, Osmanlıcı ideoloji Balkan Savaşları'nın ardından büyük ölçüde çökmüştü. Yeni İttihatçılar hem bu durumun, hem de Avrupa'da revaçta olan milliyetçilik düşüncesinin gücünün farkındaydılar. Fakat en can alıcı mesele şuydu ki devletin zirvesinde artık eski hâkim sınıfın değil, burjuvazinin devlet kesiminin temsilcileri oturuyordu.

Bu durum devlet burjuvazisi ile gayrimüslim sanayi ve ticaret burjuvazisi arasındaki zorunlu ittifakın sonu anlamına geliyordu. İttihatçılar yönetimi ele geçirmişlerdi ve devleti, özel sermayesi, ordusu ve ideolojisiyle bütünlüklü bir kapitalist rejim inşa etmek istiyorlardı. Bunun için "[h]ükümet, askeriye ve kamu hizmetinde ücretli istihdamın sınırlı gelirlerine mahkûm edilmek yerine, zanaat, ticaret ve sanayi alanlarında sınırsız zenginlik imkânları sunan yeni ufuklara" açılmak zorundaydı. İttihatçıların istedikleri bütünlüklü rejim için, kendilerini de kapsayacak tek uygun ideoloji Türkçülüktü ve bu ideolojiyi barındıracak bir rejimde gayrimüslim burjuvazi ile uzlaşmaya yer olamazdı. İttihatçılar en vahşice şiddeti uygulayarak da olsa gayrimüslim burjuvaziyi yok edecek, ellerindeki her şeyi alacaklardı. İttihatçı Doktor Nazım Bey, ortadaki ideolojiyi şu şekilde ifade edecekti: "Bu toprakta Türklerin, sadece Türklerin yaşamasını ve ona tamamen sahip olmasını istiyoruz. Milliyeti yahut dini ne olursa olsun, Türk olmayanlar kahrolsun" Çok kısa zamanda İttihatçıların istedikleri rejimi kurabilmek için ne kadar fazla insanın kanını akıtacaklarını bütün dünya görecekti.

Bütün bu iç meseleler devam ederken Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenler ilk başta bir kararsızlık içerisindeydiler. Fakat Osmanlı İmparatorluğu, son dönemde Alman emperyalizmi ile fazlasıyla yakınlaşmıştı ve dolayısıyla hem İngiltere'den hem de Fransa'dan uzaklaşmış olduğu söylenebilirdi. Fakat itilaf devletlerinin arasında Osmanlı İmparatorluğu'nu iten güçler arasında en önemlisi, Osmanlı'nın neredeyse yüz yıldır sert ve kötü ilişkiler içerisinde olduğu Rusya idi. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu savaşı sürdürmek için ciddi bir desteğe ihtiyaç duyacaktı ve itilaf devletleri böyle bir destek vermek istemiyorlardı. Bütün bunlar Osmanlı İmparatorluğu'nun itilaf devletleri arasında yer almasını imkânsız kıldı. Almanya Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi tarafında istiyordu zira yeni cepheler açılmasına ihtiyacı vardı. Ayrıca Osmanlı yetkilileri ile doğrudan İstanbul'a gelen Doğu Ekspresi'ni oradan Alman uzmanların yardımı ile Anadolu üzerinden Bağdat'a kadar uzatmak gibi bir fikir vardı. Almanya Orta Doğu'ya daha rahat bir biçimde ulaşmak, hatta Hindistan'daki pazarlara ulaşarak İngiltere'ye sıkıntı yaratmak istiyordu. Bütün bu nedenlerden dolayı Osmanlı İmparatorluğu Almanya'nın yanında savaşa girdi. Fakat bütün bu gerekçelerle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nu bu savaşa sürükleyen temel gerekçe emperyalist bir gerekçeydi. Osmanlı ekonomisi, dünya kapitalist ekonomisinin bütün yaralarını hissediyordu, dolayısıyla ciddi bir boğulma durumu içerisindeydi. Ekonomik sıkıntıların bu denli ağır hissetmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenler de bu savaşın 17. Yüzyıl devlet sınırlarına ulaşmak için bir fırsat olduğu, hatta bu savaş aracılığıyla Osmanlı'nın Orta Asya'ya bile yayılabileceği gibi "çözüm" fikirleri ortaya attı. Oysa gerek cephelerde, gerekse başta Ermeniler olmak üzere gayrimüslimlere karşı gerçekleştirilen soykırımla Osmanlı tarihinin en kanlı, en vahşi, en barbarca savaşı olan bu savaş, imparatorluğun sonu olacaktı.

1918-1919: 1. Dünya Savaşı Sonrası İlk Proleter Tepkiler, Kemalizmin Yükselişi

Birinci dünya savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sosyalist işçi hareketi ciddi bir biçimde fiziksel olarak parçalanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu kökenli savaşa karşı çıkan enternasyonalist sosyalist işçiler olsa da, bu kararlı tutum örgütlü bir biçimde ortaya konulamadı, dolayısıyla savaş Avrupa ülkelerinin çoğunun aksine güçlü bir komünist hareket doğurmadı. Savaş sırasında gelişen savaş karşıtı proleter tepkiler de, büyük ölçüde askerlerin ordudan firar etmesi biçimde gerçekleşiyordu. Fakat Erzincan ve civarında, Osmanlı sınırlarının geri kalanındaki durumdan farklı bir dinamik gerçekleşti. Devrimci Rus askerleri, kendi içlerindeki Bolşeviklerin ciddi etkisiyle burada yaşayan Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler arasında ciddi bir tartışma yaratmışlardı.

Ekim devrimi ertesinde buradaki askerler bölgeden çekilirken, Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler, Rus sınıf kardeşlerini kurdukları işçi konseyi (Erzincan Şurası) ve şehirdeki yönetim binalarına çektikleri kızıl bayraklar ile uğurluyorlardı.

Kısa zamanda bu hareket Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'a yayıldı. Kurulan konsey hükümeti Ocak 1918'de Osmanlı Ordusu tarafından bastırılana kadar yaşadı. Ne yazık ki hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlı olan bu tarihsel deneyim, bugün Türkiye devletinin egemenliği altında bulunan bu coğrafyada ortaya çıkmış ilk ve şu ana dek tek işçi konseyleri deneyimi olması bakımından büyük bir önem taşımakta.

İşte İttihatçı subay Mustafa Kemal'in tarih sahnesine çıkışı da, anlamlı bir biçimde Erzincan ve çevresinde yaşanan olaylar ile alakalı idi. Mustafa Kemal'in, ulusal kurtuluş mitolojisinde her şeyin başlangıcı sayılan Samsun'a çıkışı İngiliz emperyalizminin oraya bir Osmanlı komutanı göndermek istemesi nedeniyle gerçekleşmişti. İngiliz emperyalizminin bunu yapmasının nedeni ise, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelemesi ve alınması gereken önlemler varsa bunların alınmasını istemeleriydi. Mustafa Kemal, Osmanlı Ordusu için çalışmayı bırakıp yerel milliyetçi hareketleri kendi elinde toplamaya başladığında, batı burjuvazisi zaten Türkiye'nin hakim sınıfının bir kanadını destekliyor, elinde tutuyordu. Kemalist hareketin başındakiler, başka bir deyişle yönetici kadrolar, ya ordudan ya da Osmanlı'nın son döneminde imparatorluğu yönetmiş olan İttihat ve Terakki Partisi'nden geliyorlardı. Bu bağlamda yükselen Kemalist hareket temelde İttihatçıların ifade ettiği, Osmanlı İmparatorluğu'nu son dönemde yöneten devlet burjuvazisinin hareketiydi. Ayrıca hareketin başındaki Mustafa Kemal'in İsmail Enver gibi İttihatçı liderlerle olan sıkıntılarına ve İttihatçı karşıtı görünmesine karşın hareketin devam ettirdiği İttihatçıların eski planlarının kısmen gözden geçirilmiş yeni bir sürümü olmanın ötesine geçmiyordu.

1919-1922: Türkiye Sosyalist Partisi'nin Yükselişi ve Düşüşü

1920'de, büyük çoğunluğu İstanbul'da gerçekleşecek olan yeni bir işçi hareketleri dalgası başladı. Bu dönemde hareket 1919'da İstanbul merkezli olan ve eski Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kurucusu Hüseyin Hilmi'nin kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası ve onun etrafındaki işçi örgütlenmelerinin etkisi altındaydı. 1910'larda cesur bir sosyalist muhalefet yaparak dikkat çeken Hüseyin Hilmi, artık farklı bir dünyadaydı ve farklı bir saf belirlemişti. Bu saf karşı-devrimci İkinci Enternasyonal partilerinin safıydı. Mayıs-Haziran 1920'de İstanbul'da tabakhane, tersane ve tramvay işçileri greve çıktılar ve büyük kazanımlar elde ettiler. Bu grevde etkin olan Türkiye Sosyalist Fırkası, grev sonrası güçlenmeye başladı. Aralık 1920 Ankara, Yozgat ve Tokat'ta, Nisan 1921'de ise İstanbul'da öğretmenler ücretlerini aylardır alamadıkları için grev yaptılar fakat TSF'nin bu grevlere ciddi bir etkisi olmadı. 1 Mayıs 1921'de İşçiler İstanbul'da 1920'deki yürüyüşe kıyasla bir hayli kitlesel eylemler düzenledi, neredeyse İstanbul'da çalışanların hepsi o gün eylemlere katılmak için iş bıraktı. Eylemlerde TSF'nin büyük etkisi vardı. Bununla beraber TSF karşı-devrim saflarına geçmiş Avrupa sosyal demokrasisinin bütün olumsuz özelliklerini taşıyordu. 1922'de yayınlanan "Maskeler Aşağı" adlı yazıda, Türkiye Komünist Partisi'nin sol kanadından militanlar Hüseyin Hilmi ve arkadaşlarının davranışlarını şu şekilde anlatmaktaydı: "İşçi Arkadaşlar! Sizlere her zaman söylemiştik: Sosyalist ve işçi dostu görünerek türlü kurnazlık ve oyunlarıyla işçi teşkilatlarının başına geçmeyi başaran kâhyalara, efendilere, beylere inanmayınız. Bu serserilerin amacı sizin sırtınızdan geçinmek, külah kapmak için sizi patronlara, hükümetlere satmaktır. Siz yoldaşlar, ilk zamanlar işçi sınıfının tek dostu olan komünistlerin sözlerinin önemini anlamadınız ve bu serserilerin yalan ve oyunlarına kapıldınız. Çünkü patron ve kapitalistlerin zulüm ve hükmü altında o kadar çok eziliyordunuz ki -denize düşenin yılana sarıldığı gibi- ayaklar altında çiğnenen haklarınızı savunacaklarını vaat eden bu kurnaz politikacıların rehberliklerini kabul ettiniz. Onlara güvendiniz ve henüz acemi olduğunuz için işleri onlara bıraktınız. Onlar ne istedilerse yaptınız. Para lazım dediler, maaşınızdan kesitini verdiniz. Grev yap dediler, çoluğunuzla çocuğunuzla aç kaldınız, işinizi kaybetmek hatta öldürülmek tehlikelerini göze aldınız ve yaptınız. Örgütünüz, partiniz için hiçbir maddi ve manevi fedakârlığı yapmaktan çekinmediniz. Fakat neticede ne oldu? Haklarınızdan hangisini kazandınız ve bu gün ne halde duruyorsunuz? (...)Bir zamanlar dört binden fazla işçiyi toplayan ve sırf bu birlik sayesinde patronlar tayfasına örgütünün gücüyle isteklerini kabul ettirmeyi başaran Türkiye Sosyalist Partisi'ni, değişmez lideri Hilmi Efendi ve ayaktakımı ne hale getirdiler? Binlerce üretim aracını elinin altında bulunduran reji, fırın, liman, kömür işçileri toplulukları ve diğer bütün işçi örgütleri bugüne kadar patronlara karşı neden taleplerini kabul ettirememişlerdir?


Çünkü bütün bu cemiyetler gerçek birer işçi örgütü olmaktan uzaktırlar. Çünkü bu örgütleri, işçilerin çıkarlarına tamamen yabancı olan, komünizmden kesinlikle haberi olmayan çıkarcı adamlar idare etmiştir. Çünkü bu adamların amaçları patron ve kapitalistlere karşı mücadele edebilecek kuvvetli işçi örgütleri meydana getirmek değildir. Bunların tek düşündükleri oyunlarla külah yapmak, işçilerin sırtından geçinmek, tıpkı kapitalistler gibi siz işçileri, kurnazlıkla, sosyalistlik maskesi altında, soymak ve ezmek, bunu yapabilmek için de sizi cahil bırakmak, örgütün işlerine karıştırmamak ve size gerçek kurtuluş yolunu göstermek isteyenleri yalanlar ve iftiralarla lekelemektir. İtiraf edelim ki bu hainler amaçlarına ulaştılar. Fakat şüphesiz yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bu serserilerin de çok geçmeden yalanları ortaya çıktı, maskeleri yüzlerinden düştü. Fakat bu zamana kadar sizler ne fırsatlar kaybettiniz, ne kadar kurbanlar verdiniz... Evet, bütün yalancı sosyalistlerin, Hilmi'lerin, Şakir'lerin, Rıza'ların, Ethem Ruhi'lerin ve bütün diğer çıkarcıların hainlikleri meydana çıktı. Ne oldukları anlaşıldı. Fakat şunu da biliniz ki, Türkiye işçisi bütün bu dost görünümlü düşmanlarından tamamen kurtulmuş değildir. İşçiler aynı tuzağa tekrar düşmemek için geçmişin acı deneyimlerinden ders çıkarmalıdır."

Nitekim 1922 baharında Türkiye Sosyalist Fırkası kontrolünde İstanbul'da bir tramvay işçileri grevi gerçekleşmişti. Bu grev çok ciddi bir biçimde yenilgiye uğradı. İstanbul tramvay işçileri grevinin yenilgisi, TSF'nin gücünün ve itibarının kırılmasına ve partinin hızla düşüşe geçmesine yol açtı. Sosyalist Fırkası bir daha asla eski gücüne kavuşamazken tabanını hızla yeni güç kazanmaya başlayan Komünist Partisi'ne kaptırmaya başladı, hatta TSF'nin Anadolu'daki şubelerinin çoğu şube olarak Komünist Parti'ye katıldılar. Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'da Kasım ayında bir gece yarısı vurularak öldürülmesi ile birlikte TSF'nin macerası tamamen sona ermiş oldu.

Kızıl Sendikalar, İşçi Kongreleri: Kemalist Rejim Karşıtı Devrimci Sınıf Mücadelesi

Türkiye Sosyalist Fırkası'nın kısa süren yükseliş ve düşüşü sırasında başka bir hareket yavaş yavaş yükselmeye başlıyordu. Yükselen hareket komünist hareketti ve bu hareket ciddi bir devrimci sınıf hareketi ile birlikte gelişmekteydi. Yaklaşmakta olan dalga 1922 1 Mayıs'ında görülebiliyordu. Bu yıl İstanbul ve Ankara'da güçlü 1 Mayıs gösterileri düzenlendi, işçiler "Ulus yok, işçiler ve burjuvalar var!" ve "Yaşasın işçi konseyleri!" sloganlarını attılar. TSF'nin etkisinin kırıldığı bu eylemde kolaylıkla görülüyordu. Sol kanat komünist işçilerin ve devrimcilerin etkinliğinin arttığı ve işçilerin devrimci sloganlar ortaya koyduğu ortadaydı. Türkiye Komünist Partisi'nin gelişimi ile Kemalist rejim karşıtı devrimci sınıf mücadelesi birbirinden ayrılamayacak konular olsa da burada komünist hareketin tarihine derinlemesine girmemeyi uygun bulduk. Bu konu ile ilgilenen okuyucularımızı, bu yıllardaki komünist hareketin ve Kemalizme karşı komünist mücadelenin derinlikli bir incelemesini yapmaya çalışan 1920-1927: Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat isimli kitapçığa yönlendirmek isteriz.

Bu dönemde gelişen devrimci sınıf hareketine gelirsek, bu hareketin iki koldan geliştiğini söyleyebiliriz. Bu kollardan ilki 1920'de kurulan Beynelmilel İşçiler İttihadı'dır (Enternasyonal İşçiler Birliği). Bu örgüt, Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun İstanbul'daki mirasçısıydı ve bu tabandan gelen insanlar tarafından 1920'de kurulmuştu. Bu işçi örgütünün çoğunluğunu Rum, Ermeni ve Yahudi işçiler oluşturuyordu, fakat içerisinde Müslüman kökenden gelenler de vardı. Bu örgütün en önde gelen militanı, daha sonra TKP'nin sol kanadının ve bu kanadın partinin başına geçen Aydınlıkçılara karşı ortaya koyacağı muhalefetin önemli isimlerinden olacak olan, Yahudi kökenli Rolland Ginzberg'di. Bu örgüt ilk kurulduğu andan itibaren işgal altındaki İstanbul'da, hem işgal güçlerine hem Kemalistlere karşı enternasyonalist bir tutum alacak, dolayısıyla Kemalist milliyetçileri destekleyen Aydınlıkçılar ile sıkça çatışacaktı.

Devrimci işçi hareketinin geliştiği diğer kol ise Anadolu'da kurulan "Kızıl Sendikalar"dı. Kemalist burjuvazinin 1921'in başında komünistlere karşı yürüttüğü saldırılardan beri büyüyen ve netleşen Türkiye Komünist Partisi'nin sol kanadı, en sonunda Kemalist burjuvaziye karşı koyabilecek güce ve konuma erişmişti. İşçi mücadelesine çok önem veren sol kanat, sendika konusunda Almanya'daki KAPD'ınkine (Kommunistische Arbeiterpartei Deutschlands - Almanya Komünist İşçi Partisi, Almanya Komünist Partisi'nden çoğunlukta olmalarına rağmen atılan sol komünistlerin kurduğu parti) benzer bir tutum alarak, Türkiye'de var olan bütün sendikaları burjuvaziye hizmet ettikleri gerekçesiyle reddetti ve alternatif olarak Türkiye Komünist Partisi tarafından kurulan yasadışı "Kızıl Sendikalar"ı işçi organları olarak öne çıkardı.

Bu doğrultuda 5 Ekim 1922 tarihinde Anadolu'nun o sıralarda en işlek işçi merkezi olan Çukurova'ya giden komünistler, bölgedeki şehirlerden gelen işçilerle beraber gizli işçi kongreleri düzenlediler. Kongreler polis baskınlarına karşı geceleri yapılmak zorundaydı.
Binlerce işçinin temsil edildiği kongrelerde işçi delegeler Kemalist hükümete destek verilmemesi kararını aldılar. Kongrelerde konuşan işçiler "İşçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olmalıdır. Öz çıkarları uğruna bugün savaşmakta olan genç Türk proletaryası, yalnızca birliği, yalnızca dünya emekçileriyle dayanışması sayesinde zafere ulaşabileceğini iyi bilmelidir. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz' ve ‘İşçi sınıfının vatanı yoktur çünkü o her yerde sömürülmektedir' sloganları Türkiye işçi sınıfının da sloganları olmalıdır." ,"Ulusal burjuvaziye karşı yiğitçe savaşa atılmalı, uyguladığı zorbalığın ve yol açtığı sakatlıkların hesabını sormalıyız." gibi radikal demeçler verdiler. TKP'nin etkisi Çukurova bölgesi dışında Ankara, İstanbul ve Eskişehir demiryolu işçileri arasında, dokumacılar, tütüncüler ve genellikle Aydınlık çevresinin merkezi olmasına rağmen sol kanatın hızla gelişmekte olduğu İstanbul'un yanı sıra, İzmir, Ankara, Samsun sanayi bölgelerinde büyümeye başladı. Bütün bu çalışmaların meyvesi, Anadolu Kızıl Sendikalar'ının kısa sürede güçlenişini ifade ediyordu.

Güçlenen iki ayrı sınıf organının olması, ister istemez birleşme konusunu gündeme getirdi. Zaten hem Anadolu Kızıl Sendikaları hem de Beynelmilel İşçiler İttihadı, siyasi örgütlenme, yarı sendika olmak bakımından Amele-i Osmanlı Cemiyeti (Osmanlı İşçi Topluluğu) ve Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu'nun geleneğini sürdürüyorlardı ve bu yapılanmaların siyasi görüşleri bir hayli yakındı. Dolayısıyla 12 Aralık 1922'de İstanbul'daki Rum, Ermeni, Yahudi ve Müslüman kökenli işçilerin birlikte oluşturduğu Beynelmilel İşçiler İttihadı ile Anadolu Kızıl Sendikaları temsilcileri toplanarak birleşme kararı aldılar. Bu birleşme sırasında Beynelmilel İşçiler İttihadı'nın 10,000 civarı üyesi vardı. Anadolu Kızıl Sendikaları ise altı bin demiryolu işçisi, bin metal işçisi, sekiz yüz rıhtım işçisi, bin iki yüz tekstil işçisi ile dokuz bin kişilik bir örgüttü, ve ayrıca tütün işçileri ve halı üretiminde çalışan işçilerin bu örgüte bağlı yardımlaşma cemiyetleri vardı. Ortak olarak Kızıl Sendikalar isminin kullanılması kararlaştırıldı. Artık böylece bölgedeki farklı etnik gruplardan işçileri örgütlemeyi başarmış, enternasyonalist, devrimci ve güçlü bir işçi örgütü vardı. Bu birleşimin ardından ciddi sınıf mücadeleleri gerçekleşti. 1923'ün 1 Mayıs'ında Türkiye'nin önemli şehirlerinde, başta İstanbul tütün işçileri olmak üzere pek çok işçi greve gitti ve aralarında komünist militanların da bulunduğu işçiler "Bütün Dünya İşçileri, Birleşiniz" yazılı bayraklarla, Enternasyonal marşını söyleyerek kutlama gösterileri düzenledi. 1923'ün Temmuz'u ile Kasım'ı arasında ise 1908 grev dalgasından beri en büyük grev dalgası gerçekleşti. Temmuz-Ağustos aylarında Zonguldak maden işçileri, İzmir incir toplama işçileri, Aydın demiryolu hattı işçileri, İstanbul matbaa işçileri ve Bomonti bira fabrikası işçileri başta olmak üzere pek çok işçi greve çıktı. Ekim-Kasım aylarında ise Doğu Trenleri Şirketi, İstanbul tramvay işçileri, Terkos işçileri ve Dolmabahçe gazhanesinde çalışan işçiler grev dalgasına katıldılar. Grevlerin temel talepleri ücretlerin yükseltilmesi ve iş koşullarının iyileştirilmesiydi. Komünist işçiler özellikle Doğu Trenleri Şirketi ve İstanbul matbaa işçileri grevlerinde çok önemli roller oynadılar. Grev dalgasına yaklaşık otuz iki bin işçi katıldı. Grev dalgasının hemen ardından Kasım 1923'te, Türkiye Komünist Partisi'nin hapisten yeni çıkmış önemli militanlarının da aktif katılımıyla İstanbul'da iki yüz elli delegeyle on binlerce işçinin temsil edildiği bir işçi kongresi yapıldı.

Eğer tarih bu noktada durdurulabilseydi, gelecek için çok umut verici bir tablo görmek mümkün olurdu: komünistlerin artan etkinliği, çok güçlü devrimci Kızıl Sendikalar, çok büyük ve aylar süren bir grev dalgası ve ardından gerçekleştirilen, greve katılanlardan bile fazla işçinin temsil edildiği bir işçi kongresi... Eğer tarihi bu noktada durdurup buradan geleceğe bakabilseydik, işçi konseylerinin, Erzincan'da bastırılmalarından yalnızca dört yıl sonra çok daha güçlü bir biçimde tekrar ortaya çıkmasının çok da uzak olmadığını söylerdik. Fakat tarih bu noktada durmadı. Aslında bu nokta sınıf mücadelesinin ulaştığı en yüksek nokta olacaktı ve uluslararası devrimci dalganın sönümlenmesiyle paralel bir biçimde Türkiye'deki işçi hareketi sönümlenmeye başlayacaktı. 1924'te düzenlenen 1 Mayıs çok şey anlatıyordu. Ağır baskılara rağmen işçiler pek çok şehirde büyük gösteriler düzenlediler. Fakat Kemalist rejim iktidarını iyice pekiştirmişti ve sönümlenmekte olan işçi sınıfı hareketine açıktan ve kitlesel olarak saldırmaktan çekinmedi. Pek çok işçi ve komünist militan polis tarafından tutuklandı. Bu eylemin ardından Kemalist rejim 1 Mayıs kutlamalarını yasaklayacaktı. Kısa bir süre sonra TKP'nin kendisi, bu defa Rusya'da hâkim gelmiş Stalinist karşı-devrimin saldırısına maruz kalacak, partinin liderliği ezici çoğunluğu bulunan sol kanattan bürokratik manevralar ile alınıp Aydınlıkçılara verilecekti. Kızıl Sendika'lar daha önce de belirttiğimiz gibi temelde TKP'nin organlarıydı ve TKP içerisindeki meseleler Kemalist rejime bu yapılanmaya karşı, onu çökertecek nitelikte bir saldırı yapma olanağı verdi.


Öte yandan Kızıl Sendikalar'ın bu denli kolayca çökertilebilmesinin temel nedeninin TKP'nin içerisindeki sıkıntılar olduğunu söylemek doğru olmaz. Aslında sorun çok daha derinlerdeydi. Osmanlı İmparatorluğu'nda gelişen ve Kızıl Sendikalar'a benzer bir örgütlenme olduğu söylenebilecek olan Osmanlı Sosyalist İşçi Federasyonu yalnızca Osmanlı içerisinde daha uzun vadeli bir varoluş sürdürmemiş, aynı zamanda farklı ulusal kökenlerden işçileri enternasyonalist bir tabanda birleştirişiyle, militan mücadeleleriyle ve onu oluşturan unsurların daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun eskiden hükmettiği yerlerde komünist hareketin gelişimine katkı sağlayarak gurur verici bir devamlılık sağlayışıyla dönemin sosyal demokrasisinin en renkli, en takdire değer örgütlerinden biri olmuştu. Fakat Kızıl Sendikalar, benzer bir örgütlenme olmasına rağmen pek çok açıdan farklı koşulların hüküm sürdüğü bir dönemde faaliyet gösteriyordu. Bu dönemin koşullarında, işçi sınıfı mücadelesinin güçlü, komünist fikirlerin işçi sınıfı içerisinde etkin olduğu bir zamanda Kızıl Sendikalar gibi bir örgütlenme mümkündü. Fakat işçi sınıfı mücadelesinin sönümlenmeye başlaması ile böylesi bir yapının önünde iki seçenek kalıyordu: ya burjuva devletin bir parçası olarak davaya ihanet etmek, ya da devrimci çizgiyi koruyarak saldırılara uğramak ve çökertilmek. Kızıl Senikalar ikinci yolu seçmişti. Kapitalizmin girdiği yeni dönemde, yani çöküş döneminde, emperyalizm evresinde gerçekten işçi sınıfının olan kalıcı sendikal organlar mümkün değildi. Sendikalar ya devletin, burjuvazinin sendikaları olacaktı, ya da hiç var olmayacaklardı.

Bu minvalde yazı dizimizin bir sonraki yazısında Türk-İş'in kuruluşuna giden süreçte tek parti diktatörlüğü dönemindeki işçi mücadelelerini ve devletin sendikalara bakışının gelişimini inceleyeceğiz.

Gerdûn

 

Tags: 

İsrail'den Enternasyonalist Bir Ses!

Bu yazı ilkin İsrail Indymedia’da ve Libcom.org sitesinde yayınlandı. Ciddi bir biçimde azınlıkta olmasına rağmen, İsrail’in Gazze saldırısı ile birlikte İsrail/Filistin’i kasıp kavuran yurtsever savaş dalgasına karşı çıkmak isteyen İsrail’li bir yoldaş tarafından yazıldı. Bu yoldaşın bu yazıyı yazma kararı, Libcom sitesinden (aralarında Libcom kolektifi ve Enternasyonal Komünist Akım’ın İngiltere ve Türkiye’den militanları da olan) çeşitli yazarların bu yoldaşa destek vermesi, dayanışmalarını ifade etmesi ve onu yazıyı yazmak için cesaretlendirmeye çalışmasının etkisiyle gerçekleşti. Bu, Orta Doğu’da şu anda egemen olan habis milliyetçiliğe bir muhalefetin gelişimine yapılmış alçakgönüllü fakat çok önemli katkıdır.

 

BAYRAK NE DEMEKTİR?

İsrail’in Gazze Saldırısının ardından Batı Şeria’daki şu anki duruma dair enternasyonalist bir perspektif geliştirme çabası:

İsrail’deki pek çok insan 3 Ocak 2009’da gerçekleşen protestoya dair örgütçülerin Anayasa Mahkemesine gidip eylemde bir Filistin bayrağı taşımalarına izin verilip verilmeyeceğini soruşlarını hatırlayacak.

Ben, herkesin herhangi bir zaman herhangi bir bayrağı taşıyabilmesi, veya hiç bayrak taşımayabilmesinden yanayım. Fakat bir Filistin (eski FKÖ) bayrağının hangi amaca hizmet edeceğinin sorgulanması gerekli.

Bu protesto iddia edildiği üzere Gazze’ye yapılmış saldırının durdurulmasını hedefliyor. Peki bir Filistin bayrağının bununla ne ilgisi var? Buna şöyle bir cevap verilebilir: “Filistin direnişine verilen desteği simgeliyor”. O zaman da şu soru akla geliyor: Hangi Filistin direnişi? Gazze’deki mantıklı Filistinliler bombalanan yerlerden kaçmak isteyeceklerdir, bombalanmaya direnmek değil. Bombalanmaya direnmek ne demek ki? Saldıran uçaklara el sallamak mı demek?

Nasıl İsrail bayrağı İsrail milliyetçiliğini temsil ediyorsa, Filistin bayrağı da Filistin milliyetçiliğini temsil ediyor. Şimdi, bunu okuyan kişilerin çoğu İsrail milliyetçiliğini haklı olarak şiddetle, baskıyla ve kapitalistlerin ülkedeki egemenliğini saklayan ince bir çarşafla eş göreceklerdir. Aynı durum neden Filistin milliyetçiliği için geçerli değil? Şu anda bile, Batı Şeria’daki Filistinliler şiddetle bastırılıyor ve kısıtlanıyorlar, aynı savaşı protesto etmek isteyen Filistinliler. Neden? Çünkü Filistin Otoritesi eleştiri duymak istemiyor ve tek varoluş gayesinden, İşgal edilmiş bölgelerde İsrail egemenliğinin taşeronu olmaktan vazgeçmeye hiç niyeti yok.

Yalnızca aylar önce, şu anda sığınıklarda ve güvenli barınaklarda saklanıp “kendi” halklarına direniş mesajları gönderen Hamas liderleri öğretmenlere maaşlarını ödemeyi reddediyor, Filistin sendikalarına saldırıyor, el-Fetih’ten rakipleriyle savaşları çerçevesinde sokaklarda masum Filistinlileri katlediyor, rastgele sivil hedeflere roketler gönderiyorlardı. Canla başla çalışan veya işsiz Filistinlilerin hayat koşullarını iyileştirme çabalarının hep karşısına çıkıyorlardı.

İsrail milliyetçiliğinin vahşice Gazze’yi bombalamasını protesto ederken, Filistin milliyetçiliğinin yalnızca daha güçsüz olduğunu, daha az vahşi olmadığını hatırlamamız gerekli. Ne yazık ki bu bayrak sadece bir ideal olarak milliyetçiliğin eline oynuyor, ve hükümetin çelişkileri “düşmana” verilen destek olarak otomatik bir biçimde savuşturmasının yolunu açıyor.

Tabii ki biraz daha derine inersek, bu fiyaskonun gerçekleşmesinin nedenleri ortada. İsrail Komünist Partisi’nin cephe örgütü Hadaş tarafından örgütlenen bu protesto partinin seçim kampanyasının başlamasından bir gün önce yapıldı. Ve Hadaş’ın Yeşil Hat üzerindeki Filistin milliyetçisi tabanını, seçimlerde Al-Tajuma’dan Laik Milliyetçilere ve Müslüman Hareketine karşı seçim gücünü müdafaa etmek için tatmin etmesi lazım. Bu da yine milliyetçiliğin eline ve doğal olarak kapitalistlerin eline oynuyor.

Bu yalnızca şiddet döngülerinin tekrarlanmasına yol açar. Bu döngüler gözlerimizi karartıyor; gerçek meseleye, yani bizim değil kendi çıkarları için birilerinin bizi ölmeye ve birbirimizi öldürmeye gönderdiği gerçeğine odaklanmamızı engelliyor. Bu durum kara bulutlar gibi olan bütün milliyetçiliklerin aslında ne olduğu görülmeden bitmeyecektir. Bu hem İsrailliler hem de Filistinliler için böyledir. Milliyetçiliğin kör düğümünü çözün, ve herkes için daha iyi yaşamlar yoluna koyulalım.

 (Yazının İsrail Indymedia’da yayınlanan hali EKA’nın Gazze’deki duruma dair yazısına verilen link ile bitmişti )

 

 

Tags: 

“Edirne giyim" de biracayip "grev" ve dersler

SENDİKALAR YIKILMADAN İŞÇİLER ÖZGÜRLEŞEMEYECEK! Edirne'de Kapıkule yolu üzerine kurulu bulunan Edirne Giyim fabrikasında iki haftadır sürmekte olan bir grev gerçekleşmekte. Ancak elbette bu “grev” bildiğimiz grevlerden epey bir farklılık taşımakta. Şöyle ki; yaklaşık bin işçinin çalıştığı fabrikada yalnızca 4 işyeri temsilcisi greve çıkmış bulunmakta. İlk bakışta işçi sınıfının kendi örgütlülüğünü korumaya dönük ve sınıfın ihtiyaçlarından doğan bir grevmiş gibi görünse de aslında karşımıza çıkan bu acayip “grev”in hiç de sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıyla ilgili bir grev olmadığı dikkatli bakan herkesin görebileceği kadar açık bir gerçeklik olmakta. Peki, kimin “grev”i bu? İsterseniz sürece yakından bakalım. Edirne giyim de yaklaşık olarak 1000 işçi çalışmakta. Fabrikada Türk-İş'e bağlı Teksif sendikası örgütlü. Belirtelim ki fabrika Edirne'de Teksifin tek örgütlülüğü. Fabrika patronu burada örgütlülüğü yok etmek için ilk olarak taşeron yoluna ve ardından da çeşitli vaatler ile işçileri sendikadan istifa ettirme yoluna başvurmuş. Ki zaten grevin sanki burada işçilerin örgütlülüğünü korumasına dönükmüş yanılsamasını yaratan şey de bu gerçeklik. İşte bu sürecin sonunda 1000 kişilik fabrikada örgütlü bulunan işçi sayısı 200’ün altına düşmüş bulunmakta. Peki, süreç bu biçimi ile işlerken sendika ne yapmıştır? Kapalı kapılar ardında yapılan bilmediğimiz pazarlıkları bir kenara koyarsak koca bir hiç! Ve bu hiç tabir yerindeyse yumurtanın kapıya dayanması ile birlikte sendika bürokratlarının ekmek derdine düşerek can havliyle fabrikada “grev” kararı almaları ile yeni bir aşamaya gelmiştir. Niye mi grev kararı almıştır sendikacılar? Çünkü yetkiyi kaybedeceklerdir ve bu da Edirne’deki şubenin kapanması, sendikacılarımızın işsiz kalması sonucunu doğuracaktır. Görmekteyiz ki bunun işçi sınıfının mücadelesi ile uzak-yakın bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yetkiyi kaybetmemek için yapılan ve yalnızca 4 işyeri temsilcisi ile yürütülen “grev”in fabrika patronunu nasıl engelleyeceğini varın siz düşünün. Bu da göstermektedir ki, bugün artık mevcut sendikaların hepsi de, bir yalan sarmalı. Haklarımızı savunuyormuş palavraları ile aslında ücretli kölelik düzeninin tepemize daha bir çöküp bizi bu yaşananların kaçınılmazlığına inandırmaktan başka bir amaca hizmet etmemektedir. Bu anlamıyla sorun apaçık bir şekilde ortadadır ve bu sorundan kurtuluş yolumuz da bellidir: Bürokrasi ile gerici sendikaları yıkıp işçi sınıfının öz-örgütlenmelerini inşa etmek! Ücretli kölelik düzeninden kurtulmanın ve bizim olanı almanın başkaca yolu da yoktur! Sınıfa karşı sınıf! Özgürlük savaşan işçilerle gelecek! Edirne’den bir işsiz-öğrenci

Tags: