Çürüme Üzerine Tezler

Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 kişinin ölümüne yol açan 11 Eylül terörist saldırıları, bunları takip eden yeni savaş gibi, kapitalizmin içine saplandığı barbarlığın yeni ve trajik göstergeleridir. “New York’tan dünyaya; kapitalizm ölüm yayıyor” adlı makalede açıkladığımız gibi, bu barbarlık, 1. Dünya Savaşı ile birlikte çöküş dönemine girmiş olan kapitalizmin, on yıldan fazla bir süredir, temel niteliği toplumun parçalanması ve çürümesi olan çöküş sürecinin daha da ağırlaştırılmış bir formunda olduğu gerçeğinin göstergesidir. Kapitalizmin çöküşünün bu yeni formunun önemini 1980’lerin sonundan beri vurgulamaktayız (Buna dair ilk yazımıza, 1989’un 2. çeyreğinde International Rewiev’ın 57. Sayısında yayımlanan “Kapitalizmin çürümesi” adlı yazıya bakabilirsiniz). 1990’da, Doğu Bloğunun çöküşünün hemen ardından, Rewiev’in 62. Sayısında yayımlanan ”Tezler” ile birlikte analizimizi daha sistematik hale getirdik. Her zamankinden daha güncel olduğuna inandığımız bu yazıyı, burada yeniden basıyoruz. Bu tezler özellikle, dünya çapında devletler-arası çatışmalarda terörizmin gittikçe daha fazla kullanılmasının ve Dünya Ticaret Merkezi saldırılarıyla açıkça gözler önüne serilen, umutsuzluğun, nihilizmin ve dinsel bağnazlığın yükselişinin anlaşılması için bir çerçeve sağlıyorlar. Bu aynı zamanda bugün çürümenin farklı ifadelerinin işçi sınıfı bilincinin gelişmesinin önünde önemli bir engel olduğu gerçeğini de irdeliyor. Bunu, bugün burjuvazinin, özellikle ABD’de ama aynı zamanda diğer ülkelerde de, işçi sınıfını “ulusal birlik” adına susturmak üzere New York saldırılarının yarattığı duygu ve korkuları kullanma biçiminden görebiliriz.
 
Tezler
Bize göre, Emperyalist Doğu Bloğu’nun çöküşü, kapitalizmin çöküş döneminin yeni bir evresine, genel toplumsal dağılma-çürüme dönemine, girdiğini doğruladı. Doğudaki bu olaylardan önce bile, EKA bu dönemi vurgulamaya ve açıklamaya çalışmıştı. Bu gelişmeler ve dünyanın emsalsiz bir istikrarsızlık dönemine girmesi, devrimcilerin, bu olgunun, onun nedenlerinin ve sonuçlarının analizine ve bu yeni tarihsel durumda neyin riskte olduğunun belirtilmesine çok önem vermesini gerekli kılıyor.
 
1) Bütün geçmiş üretim biçimleri birer yükselme ve çöküş döneminde geçtiler. Marksizm açısından, ilk dönem üretim ilişkileri ile toplumun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi arasında bir uyuma karşılık gelirken, ikinci dönemde üretim ilişkilerinin bu gelişmeyi içermek için fazla dar hale gelmesini ifade eder. Bordigistlerin sapkınlıklarının aksine, kapitalizm bu kurala bir istisna oluşturmaz. Bu yüzyılın başından ve özellikle de 1. Dünya Savaşından beri devrimciler, bu üretim biçiminin, çöküş dönemine girmiş olduğunu ortaya koymuşlardır. Ne var ki, kapitalizmin basitçe önceki üretim biçimlerinin yolundan gittiğini söylemekle yetinmek yanlış olurdu. Kapitalizmin çöküşü ile önceki toplumların çöküşü arasındaki temel farkların altını çizmek de ayrıca önemlidir. Gerçekte, onu 20. yüzyılın başından beri izlediğimiz şekliyle kapitalizmin çöküşü, -eğer böyle söylemek mümkünse- aslında bir “ultra-çöküş” dönemidir. Önceki toplumların (feodalizm, Asyatik despotluk) çöküşüyle kıyaslandığında, tamamen farklı bir düzeydedir; çünkü
 
* kapitalizm, tarihte, dünya çapında var olan ve bütün gezegeni kendi yasalarına tabi kılan ilk toplumdur. Dolayısıyla onun çöküşü, bütün insan toplumunu belirler.
 
* geçmiş toplumlarda, eskisinin yerini alacak olan yeni üretim ilişkileri, toplumun içerisinde eskilerinin varlığında gelişebilirken –bu durumda belli bir ölçüde toplumsal çöküşün etkilerini ve ölçeğini sınırlandırmıştır-, kapitalist toplumdan sonra ortaya çıkabilecek olan tek toplum olan komünist toplum, hiçbir şekilde kapitalizm altında gelişemez. Bundan dolayı, burjuva sınıfı şiddet yoluyla alaşağı edilmeden ve kapitalist üretim ilişkilerinin kökü kazınmadan, toplumun yeniden canlanması imkânsızdır.
 
* kapitalizmin çöküşünün kökeninde yatan ekonominin tarihsel krizi, geçmiş toplumlarda olduğu gibi üretim azlığı sorunundan değil, tersine üretim fazlası sorunundan kaynaklanır. Bunun (özellikle üretici güçlerin dev potansiyeli ve dünya çapında var olan vahşi sefalet arasındaki devasa farkta açığa çıkan) etkisi, bütün çöküş içerisindeki toplumlara has olarak, toplumun barbarlığın derinliklerine çekilmesi şeklinde kendisini gösterir; ancak şiddeti geçmişteki örnekleriyle kıyaslanamayacak düzeydedir.
 
* devlet kapitalizmi yönündeki tarihsel eğilim, yani çöküş dönemlerine has bir şekilde devletin aşırı gelişmesi tam biçimine şu şekilde ulaşmıştır; sivil toplumun devlet tarafından bütünüyle yutulması.
 
* askeri mücadele, önceki çöküş dönemlerinde belirleyici olmuşsa da, bunlar kapitalist toplumu şimdiden iki kere harap etmiş olan dünya savaşlarıyla kıyaslanamaz.
 
Son tahlilde, kapitalist toplumunki ile önceki toplumların çöküşü arasındaki kapsam ve derinlik farkı, basitçe bir nicelik sorununa indirgenemez. Çünkü bu niceliğin kendisi, yeni ve farklı bir niteliğe işaret etmektedir. Kapitalizmin çöküşü;
 
* insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan, kıtlığa ve ekonominin sınırlılıklarına tabi olan son sınıflı toplumun çöküşüdür,
 
* Ve aynı zamanda insanlığın varlığına karşı oluşan, bütün insan ırkını yok edebilecek ilk tehdittir.
 
2) Çürümenin unsurları bütün çöküş içerisindeki toplumlarda bulunabilir; örneğin, toplumsal bedenin parçalanması, onun politik, ekonomik ve ideolojik yapılarının çürümesi v.s. Aynı durum, çöküş döneminin başlamasından beri kapitalizm için de geçerlidir. Ne var ki, tıpkı önceki toplumlarınki ile kapitalizmin çöküşü arasındaki farkı ortaya koymak gerektiği gibi, kapitalizmin yüzyıl dönümünden beri taşıdığı çürüme unsurlarıyla, sistemin bugün yaydığı ve sadece daha da kötüye giden genelleşmiş çürüme arasındaki temel ayrımı belirginleştirmek de yaşamsaldır. Bu durumda da, toplumsal çürüme olgusu, katı niceliksel yanından tamamen farklı olarak, öyle bir yaygınlık ve genişliğe ulaşmıştır ki yeni ve farklı bir nitelik almıştır. Bu niteliksel farklılık ise, çöküş içerisindeki kapitalizmin, kendi tarihinin yeni ve son aşamasına girdiğini ortaya koymaktadır.
 
3) Aslında, tıpkı kapitalizmin kendisi farklı tarihsel dönemlerden geçtiği gibi (doğuş-yükseliş-çöküş), kapitalizmin bütün bu dönemlerinin de kendi çeşitli evreleri bulunmaktadır. Örneğin kapitalizmin yükseliş dönemini, birbirini takip eden, serbest pazar, hisse sahipliği, tekel, finansal sermaye, sömürgecilik ve dünya pazarının oluşumu gibi evrelere ayırabiliriz. Benzer şekilde, çöküş döneminin de şöyle bir tarihi vardır; emperyalizm, dünya savaşları, devlet kapitalizmi, sürekli kriz ve bugün çürüme. Kapitalizmin farklı ve birbirini takip eden bu yansımaları, her ne kadar kendi dönemlerinden önce ve sonra varlık göstermiş olsalar bile, her biri kapitalizmin farklı evreleri niteler. Örneğin her ne kadar, ücretli emek, feodalizm ve hatta Asyatik despotluk altında var olduysa da (tıpkı köleliğin ve serfliğin kapitalizm altında var olmaya devam etmesi gibi), ancak kapitalizmde, ücretli emek toplumda hakim bir konuma geçmiştir. Benzer biçimde, emperyalizm, kapitalizmin yükseliş döneminde de var olmuş olsa da, dönemin devrimcileri tarafından kapitalizmin çöküş dönemiyle tanımlanacağı ölçekte, uluslararası ilişkilerde ve genel olarak toplumda belirleyiciliğini ancak çökmüş döneminde kurmuştur.
 
Bu yüzden, kapitalist toplumun çürümesi basitçe devlet kapitalizmi ve sürekli kriz evrelerini kronolojik olarak takip eden bir evre değildir. Kendisinden sonraki dönemlere de damgasını vuran çöküş içerisindeki kapitalizmin çelişkileri ve ifadeleri zaman içerisinde kaybolmak yerine, daha da derinleşerek varlığını sürdürdüğü ölçüde, çürüme dönemi de, tarihsel olarak mahkûm olmuş bir üretim biçiminin 75 yıllık can çekişmesini tamamlayan, ölümcül bir sistemin bütün özelliklerinin birikimi olarak ortaya çıkıyor. Çürüme evresinde, devletlerin emperyalist doğası, dünya savaşı tehdidi, sivil toplumun devlet Molok’u tarafından yutulması ve kapitalist ekonominin sürekli krizi gibi durumlar sadece somut olarak var olmaya devam etmiyorlar, aynı zamanda bir senteze ulaşarak çürüme içerisinde mutlak sonuçlara da varıyorlar. Bu anlamda, çürüme şunların sonucu olarak değerlendirebilir:
 
* temel niteliklerinden biri toplumu inanılmaz bir hızda dönüştürmek olan bir sisteminin (Asyatik despotizmin 100 yılı kapitalizminin yaşamının 10 yılına denk denebilir) çöküş içerisinde olduğu sürenin uzunluğu (70 yıl, yani endüstri devriminden uzun bir süre),
 
* ve bu çöküşün ortaya çıkardığı çelişkilerin birikimi.
 
Çürüme, yüzyılın başından beri, kriz-savaş-yeniden yapılanma-yeni kriz şeklindeki cehennemi bir döngü içerisinde, toplumu ve onun içerisindeki değişik sınıfları sarsan, bütün akıl almaz sarsıntıların nihai kesişme noktasını oluşturuyor:
 
* başlıca ülkelerin önemli bir kısmını kırıp geçiren ve insanlığın tümüne eşi benzeri görülmemiş vahşilikte darbeler vurmuş olan iki emperyalist katliam,
 
* en rezil karşı devrim (Stalinizm ve Faşizm) ile en sinik karşıdevrim (“demokrasi” ve anti-faşizm) içerisinde ölen dünya burjuvazisini titretmiş bir devrimci dalga,
 
*Mutlak sefaletin periyodik olarak geri dönüşü ve işçi sınıfı için, daha önceden ortadan kalktığı sanılan inanılmaz oranlardaki sefalet,
 
* İnsanlık tarihindeki en yaygın ve ölümcül kıtlıklar,
 
* Kapitalist ekonominin 20 yıldır süre giden açık krize dalışı ve burjuvazinin, işçi sınıfını kontrol etmekteki güçsüzlüğü nedeniyle, bu krizi (elbette bir çözüm olmayan) mantıki sonucuna, yani savaşa taşımaktaki güçsüzlüğü.
 
4) Özellikle bu son nokta, tamamen yeni, özel ve öncülü olmayan bir unsur olması nedeniyle çöküş içerisindeki kapitalizmin kendi tarihi içerisinde yeni bir döneme, yani çürüme dönemine, girişini son tahlilde belirlemiştir. İkinci dünya savaşı sonrası yeniden yapılanma döneminin bitmesinin bir sonucu olan, 1960’ların sonunda gelişen açık krizler, bir kere daha tarihsel alternatifin önünü açtılar; dünya savaşı ya da genelleşmiş sınıf savaşımının proleter devrime yönlendirmesi. 1930’ların açık krizlerinin aksine, mevcut krizler işçi sınıfının artık karşı devrimin ağırlığı altında ezilmediği bir dönemde gelişti. İşçi sınıfı tarihsel olarak yeniden kendisini gösterdiği 1968 ve sonrasında, burjuvazinin bir 3. Dünya Savaşı için serbestçe karar alamayacağını ispatladı. Ne var ki, proletarya dünya savaşını engelleyebilecek kadar güçlü olduysa da, şu nedenlerden dolayı kapitalizmi hala alaşağı edemiyordu:
 
* krizlerin geçmişe oranla çok daha düşük bir ritim ile gelişmesi,
 
* karşı-devrimin süresi ve derinliği yüzünden geçmişin örgütleriyle organik bağın kopması nedeniyle, proleter sınıf bilincinin ve politik örgütlerinin gelişiminin engellenmesi.
 
Toplumun iki belirleyici ve antagonist sınıfının birbiri karşısında kendi nihai tepkisini dayatamadığı böylesi bir durumda bile tarih duraklamayacaktır. Üstelik kendisinden önceki toplumsal biçimlerin aksine, kapitalizmde toplumsal hayatın “donması” ya da “durgunlaşması” da pek söz konusu olamaz. Kriz güdümlü kapitalizmin çelişkileri sadece daha da derinleşebileceğine göre, burjuvazinin toplumun geneli için en küçük bir perspektif bile sunamaması ve proletaryanın anlıkta olsa kendi perspektifini ortaya koyamayışı, sadece genelleşmiş bir çürüme durumuna yol açabilir. Kapitalizm şu anda ayakları üzerinde çürümektedir.
 
5) Aslında hiçbir üretim biçimi, egemen olduğu toplumum tümüne bir perspektif sunamadığı durumda, toplumsal uyumu güvence altına alıp, istikrarlı bir zeminde var olmayı sürdüremez, yaşayamaz ya da gelişemez. Ve bu durum, tarihteki en dinamik üretim biçimi olan kapitalizm için özellikle geçerlidir. Kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesi için uygun bir çerçeve sunduğunda, kapitalist toplumun tarihsel gelişim perspektifi insanlığın tümüyle bütünleşebilmekteydi. Bu koşullar altında, egemen sınıfın (özellikle de ulusal) fraksiyonları içerisindeki düşmanlıklara ya da sınıf çelişkilerine rağmen, toplumsal hayatın geneli büyük sarsıntılar geçirmeksizin gelişebilmişti. Ne zaman ki üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engele dönüştüler, o zaman toplumsal hayatın gelişimi önünde de engel haline geldiler ve böylece de toplumun çöküş sürecine girmesine yol açtılar.
 
* “kutsal birlik”, ulus devletin erişimindeki bütün ekonomik, politik, askeri güçlerin, “uygarlığın”, “anavatanın savunulmasına” vs. yönlendirilmesi,
 
* “Bolşevik barbarlık canavarına” karşı, “uygarlığın savunucularının” ve “demokratların birliği”,
 
* Savaşın yol açtığı yıkıntıyı yeniden inşa edebilmek için ekonomik hareketlenme,
 
*Nazi Almanyası’nın “yaşam alanı”nın fethi politikası için ya da diğerlerinin “faşist tehdit”e karşı, ideolojik, politik, ekonomik ve askeri hareketlenmesi.
 
Bütün bu perspektiflerden hiçbirinin, kapitalizmin çelişkilerine “çözüm” olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ne var ki, bunların tümü, burjuvazi için şu “gerçekçi” hedefi içeriyordu; ya sınıf düşmanının, yani proletaryanın tehdidinden kendi sistemini korumak, doğrudan dünya savaşına hazırlanmak ve onu çıkarmak ya da savaş sonrası bir ekonomik yeniden yapılanma. İşçi sınıfının henüz kendisi ve tek “gerçekçi” perspektif olan komünist devrim için kavgaya girişemediği, burjuvazinin ise kısa erimli de olsa kendisine has en küçük bir perspektif ortaya koyamadığı bir tarihsel anda; burjuvazinin çöküş döneminin önceki evrelerinde sahip olduğu, çürüme olgusunu sınırlandırma ve kontrol etme becerisi, krizlerin sürekli darbeleri altında sönümlenir. Bugünün açık kriz durumu işte bu yüzden, 1930’lardaki öncülünden radikal bir biçimde farklıdır. 1930’ların büyük buhranının bir çürüme dönemine yol açmamış olması, basitçe bugünkünün 20 yıl sürmüş olup onun sadece 10 yıl sürmüş olmasıyla açıklanamaz. Her şey bir yana, burjuvazi, o gün için bir “karşılık” verebilmiştir. Elbette, bu “karşılık”, belirginleştiğinde insanlık tarihinin en büyük felaketini getirmiş, neredeyse intihara götürecek düzeyde, inanılmaz ölçüde vahşi olmuştu. Ne var ki, proletaryanın herhangi bir önemli karşı çıkışının yokluğunda, bu, burjuvazinin etrafında toplumun üretici, politik, ideolojik aygıtlarını örgütleyebildiği bir kutup olabilmişti. O güne kıyasla bugün, tam da proletarya böylesi bir “karşılığı” 20 yıldır gerçekleşmekten uzak tutabildiği için, burjuvazi, felakete doğru adım adım yaklaşmak dışında, gelişen krizlere dair hiçbir ortak hedef etrafında, toplumun değişik kesimlerini hatta egemen sınıfınkileri bile, harekete geçirememektedir.
 
6) Dolayısıyla, her ne kadar çürüme evresi, kapitalist çöküşün birbiri ardına gelen çelişkilerinin ve ifadelerinin bir sentezi, sonucu olarak görünüyorsa da;
 
* çürüme evresi tamamen kriz-savaş-yeniden yapılanma-yeni kriz döngüsünün içerisindedir;
 
* çürüme evresi, bütün çöküş dönemlerinin tipik bir unsuru olan ve 20 yıldır açık krizin ağırlaştırıcı unsurlarından biri olan askeri batağın içerisinde sürünmektedir;
 
* bu evre, emperyalist bloklar düzeyinde, özellikle devlet kapitalisti önlemler sayesinde, burjuvazinin (1930’ların krizi sonrasında edindiği) çöküşün ritmini düşürme becerisinin bir sonucudur;
 
* bu evre, aynı zamanda egemen sınıfın iki dünya savaşı esnasında edindiği deneyimlerin sonucu olarak, proletaryanın etkin politik katılımı olmaksızın, dünya çapındaki bir emperyalist cepheleşme macerasından kaçınmasının bir sonucudur;
 
* bu evre son olarak, bugünü işçi sınıfının, hem karşı-devrimin tuzaklarını atlatabilmiş olmasının, hem de yine bu aynı karşı-devrim nedeniyle var olan politik olgunlaşmamışlığın bir sonucudur.
 
Çürüme evresi, temel olarak, öngörülememiş ve eşi benzeri görülmemiş tarihsel koşullar tarafından belirlenir. Bu durum, iki temel sınıfın, her birinin diğerinin kapitalist krize mutlak bir cevap vermesini engelleyerek, karşılıklı olarak birbirlerini “etkisizleştirmelerinin” sonucu olarak oluşan geçici bir “toplumsal pat” durumudur. Dolayısıyla, çürümenin ifadeleri, evriminin koşulları ve sonuçları da ancak bu etken göz önünde bulundurularak kavranabilir.
 
7) Eğer çürümenin esas niteliklerini, bugün belirdikleri şekilleriyle düşünecek olursak; perspektif yokluğunun, hepsinin temel belirleyeni olduğunu görebiliriz;
 
* tarımsal üretimin yıkımı ve büyük tarım alanlarının ekim dışı bırakılmaya zorlanmasıyla birlikte, “Üçüncü Dünya”da kıtlığın hızla artması durumunda,
 
* “Üçüncü Dünya”nın, yüz milyonlarca insanın kanalizasyon faresi gibi yaşamını sürdürmeye zorlandığı, dev bir gecekondu mahallesine
 dönüştürülmesinde,
 
* “üçüncü dünya” için geçerli olan bu olgunun, “gelişmiş” ülkelerin büyük şehirlerinin kalplerinde gelişmesinde; buralarda evsiz ve muhtaçların sayısının sürekli artarken ve yaşam süresi beklentisinin geri kalmış ülkelerdekinden düşük olmasında,
 
* “kaza eseri” felaketlerin artışında (sadece Hindistan ya da Rusya’da değil aynı zamanda Paris ve Londra gibi şehirlerde de uçak, tren ve metroların hareketli tabutlara dönüşmesinde),
 
* insani, toplumsal ya da ekonomik düzeylerde, “doğal” felaketlerin (seller, kuraklıklar, depremler, fırtınalar v.s.) artan yıkıcı etkilerinde, teknolojik gelişmelerin (su bariyerleri, sulama kanalları, deprem ya da fırtınaya dayanıklı binalar gibi) gerekli korunma araçlarını üretmeyi mümkün kılmasına rağmen, bunları üreten fabrikaların kapanması ve buralardaki işçilerin kovulması gibi nedenlerle insanlığın bunlar karşısında gittikçe daha çaresiz kalmasında,
 
* Genel olarak sistemin kendi çöküşünden doğan bütün bu ekonomik ve toplumsal afetlerin ölçeği ve artışı, bu sistemin tam olarak çıkmaz sokakta olduğunu ve dünya nüfusunun çoğunluğu için artan ve akla hayale sığmayan bir barbarlıktan başka bir önerisi olmadığını ortaya koymaktadır. Bu sistemde, her tür ekonomik politika, araştırma ve yatırım, insanlığın geleceği aleyhine, hatta sistemin kendi aleyhine yürütülmektedir.
 
8) Fakat bugün toplumdaki genel perspektif yoksunluğu, özellikle politik ve ideolojik düzeylerde daha da bariz durumda. Sadece şunlara bakmamız yeterli:
 
* politik aygıtın inanılmaz ve başıboş yozluğu, (hükümeti çetelerden ayırt etmenin gittikçe zorlaştığı) Japonya, (sosyalist hükümetin suç ile ilişkisinin ortaya çıktığı) İspanya, ya da (milletvekillerinin kendi basit suçlarını örtmek için çeşitli aflar çıkardıkları) Belçika, İtalya veya Fransa gibi ülkelerde olduğu gibi, birçok ülkedeki skandal sağanağı,
 
* kapitalizmin, geçmişte, çeşitli egemen sınıfın fraksiyonları arasındaki mücadeleleri “düzenlemek” için belirlediği “yasaların” yıkımı pahasına, devletler arası savaşın bir yolu olarak rehine ele geçirmenin veya terörizmin gelişmesi,
 
* suç, güvensizlik ve şehirlerde artan şiddetle birlikte, gittikçe artan sayıda çocuğun şiddetin ve fuhuşun kurbanı olması,
 
* gençler arasında (örneğin Britanya’daki kent isyanlarında ve ünlü Punk sloganı “No Future” -gelecek yok- da kendisini gösteren) nihilizmin, ümitsizliğin, intiharın artması ve nüfusun genelini terörize etme fırsatını hiç kaçırmayan “dazlakları” ya da “fanatikleri” etkileyen nefretin ve yabancı düşmanlığının artması,
 
* devlet ve finansal organizmaların yozlaşmasının önemli bir unsuru olarak, artık kitlesel bir olgu halini alan, gel git dalgaları gibi topluma yayılan uyuşturucu bağımlılığı, özellikle genç insanlar arasında yaygın olup dünyanın her yerinde varlığını kuran bu durumun artık fantezi ve illüzyona kaçıştan çok deliliğe ve intihara yakın duruyor olması,
 
* dini eğilimlerin gelişmiş ülkeleri de içine alarak yeniden güçlenmesi, dinsel cemaatlerin artması, kimi “bilim insanları” arasında bile akılcı, tutarlı düşüncenin reddi, bu olgunun akıl karartıcı reklamlar ve beyinsiz şovlarla medyada egemenliği,
 
* Aynı medyanın, çocuklar için hazırlanan programların bile, şiddet, korku, kan ve katliam gösterisiyle işgali,
 
* Bütün “sanatsal” üretimin içeriksizleşmesi ve çıkar üzerine kurulması: edebiyatın, müziğin, resmin ve mimarinin, anksiyete, ümitsizlik, korku ve endişe dışında bir şey ifade edemeyişi, bunlardaki tutarlı düşüncenin çökmesi, ortaya çıkan boşluk,
 
* “Her koyun kendi bacağından asılır” tavrı; marjinalleşme, bireyin yalnızlaşması, aile ilişkilerinin yıkımı, yaşlı insanların toplumsal hayattan yalıtılması, aşkın, sevginin imhası ve bunların yerini pornografinin alması; medyanın egemenliğinde sporun ticarileşmesi; toplumsal bağ ve dayanışmanın tam yıkımına karşı meşum bir protez olarak dans ve şarkının onun yerine geçen kolektif bir histeriye dönüşmesi.
 
Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir ölçüde, toplumunun bütün gözeneklerini işgal eden bu toplumsal çürümenin bütün işaretleri sadece tek bir şeyi gösterebilir: Bu da, salt burjuva toplumunun altüst olmasının da ötesinde, kısa vadede, hatta hayali bile olsa, en küçük bir tasarı veya perspektiften yoksun bir toplumda, kolektif yaşam ilkesinin kendisinin yıkımıdır.
 
9) Kapitalist toplumun çürümesinin esas nitelikleri arasında, burjuvazinin, politik durumun evrimini kontrol etmek konusunda gittikçe zorlandığı olgusunu da vurgulamamız gerekir. Besbelli ki, bu durum, egemen sınıfın, kendi ekonomik aygıtları yani toplumun alt yapısı, üzerindeki kontrolünü artan oranda kaybetmesinin bir sonucudur. Kapitalist üretim biçiminin kendisini içerisinde kısılmış bulduğu tarihsel çıkmazda, burjuvazinin farklı politikalarının art arda gelen başarısızlıkları, dünya ekonomisinin varoluşunun koşulu haline gelen kalıcı borç batağı, politik aygıtı etkilemektedir. Bu politik aygıtın kendisi ise, burjuvazinin verebileceği tek tarihsel “cevap” olan dünya savaşı doğrultusunda, bütün gücüyle harekete geçmek için gereken “disiplini” ve kabulü topluma ve özellikle de işçi sınıfına dayatmaya muktedir değil. Egemen sınıfta, kendisini sınıf olarak hareket ettirecek (ekonomiyi iteklemek için yapılan gündelik tedbirler ve önlemler dışında) herhangi bir perspektifin yokluğu ve aynı zamanda proletaryanın egemen sınıfın varlığını henüz tehdit etmiyor oluşu, burjuvazi içerisinde ve özellikle de onun politik aygıtlarında bir disiplinsizlik ve “her koyun kendi bacağından asılır” tavrına doğru güçlenen bir eğilim yaratmakta. Bu olgu, özellikle Stalinizmin ve bütün Doğu emperyalist bloğunun çöküşünü anlamamızı sağlamaktadır. Genel olarak bu çöküş, kapitalist dünya ekonomisinin krizinin bir sonucudur. Fakat bunun analizinde Stalinist rejimlerin kökenlerinden kaynaklanan özgünlüklerinin dışarıda bırakılmaması gerekir (bakınız: International Review n.60, “SSCB ve Doğu Bloğu ülkelerindeki ekonomik ve politik kriz üzerine tezler”). Ne var ki, bir dünya savaşı ya da devrim olmadan, tüm bir emperyalist bloğun çöküşünün içten gerçekleştiği bu emsalsiz durumu, analitik çerçevemize bir başka emsalsiz unsuru katmadan tam olarak anlayamayız. Bu olgu, bugün görebildiğimiz toplumun çürüme evresine girişidir. Ekonominin aşırı merkezileşmesi ve tamamen devletleştirilmesi, ekonomik ve politik aygıtlar arasındaki ayrımın belirsizliği, değer yasasını sürekli ve büyük ölçüde ihlali, bütün ekonomik kaynakların savaş üretimine vakfedilmesi Stalinist rejimlerin özellikleriydi ve emperyalist savaş durumuna çok iyi uymaktaydı (sonuçta bu rejimler 2. Dünya Savaşından muzaffer çıkarak oluşmuşlardır). Fakat bu rejimler, aynı zamanda, burjuvazinin sürekli kötüleşen bir ekonomik krizle karşı karşıya kalıp aynı emperyalist savaşın bir benzerini yaratamadığı bir durumda, sert bir biçimde kendi sınırlılıklarıyla karşılaştılar. İşçilerin ve aslında ekonominden sorumlu olanların da, temel kaygısının kafalarına dayanmış silah olduğu savaş döneminde düşünülemez olan, pazar kısıtlamalarının (ki pazarın yeniden kuruluşu, bunları ortadan kaldırmayı hedefler) yokluğu durumunda gelişen, “beni bağlamaz” umursamaz tavrı ile özellikle karşı karşıya kalındı. SSCB ve uydularının, bize bugün devlet içerisindeki tam bir bozgun ve egemen sınıfın kendi politik stratejisi üzerindeki kontrolünü kaybedişi olarak sunduğu gösteri, aslında çürüme evresine has olup, bütün dünya egemen sınıfını etkileyen çok daha genel bir olgudur.
 
10) Burjuvazinin kendi politikalarının kontrolünü kaybetmesi şeklindeki bu genel eğilim, Doğu Bloğunun çöküşündeki temel etkenlerden biriydi. Bu çöküş, şunlardan dolayı sadece eğilimi daha da belirginleştirebilir:
 
* ekonomik krizin ağırlaştırıcı sonuçlarından dolayı,
 
* düşmanının ortadan kalkışının sonucu olarak Batı bloğunun dağılmasından dolayı,
 
* dünya savaşı perspektifinin geçici olarak ortadan kalkışının farklı burjuva fraksiyonları (özellikle ulusal burjuva fraksiyonları, ama aynı zamanda da ulus devletler içerisindeki farklı klikler) arasındaki düşmanlığı körüklemesinden dolayı.
 
Burjuva politik hayatının böylesi istikrarsızlaşması, söz gelimi, burjuvazinin daha istikrarlı fraksiyonlarının eski Doğu Bloğu ülkelerinde gelişen kaosun yayılma ihtimaline ve bunun sonuçta dünyayı tekrar iki emperyalist blokta örgütlemeyi imkânsız kılacağına dair derin kaygısında kendisini ortaya koymuştur. Ekonomik krizin büyümesi kaçınılmaz olarak devletler arası emperyalist düşmanlığı da keskinleştirecektir.
 
Devletler arasında askeri karşı karşıya gelişlerin şiddetlenmesi mevcut duruma içseldir. Buna kıyasla, bu farklı devletleri bir araya getirecek ekonomik, politik ve askeri bir gruplaşma onlar üzerinde bir disiplin gerektireceğinden dolayı, çürüme olgusu bunu gittikçe daha zora sokacaktır. Sermayenin çürümesi, zaten 2. Dünya Savaşı’ndan devralınan bloklar sisteminin ortadan kalkışının kısmi sebebidir. Yeni bir blok sisteminin oluşmasını engelleyerek, çürüme sadece bir dünya savaşı olasılığını azaltmakla kalmayıp, bu perspektifin tümüyle ortadan kalkmasına da yol açabilir.
 
11) Ne var ki, çürümenin toplumsal hayata soktuğu temel dönüşümün bir sonucu olarak kapitalizmin genel perspektifindeki böyle bir değişim olasılığı, bu sistemin proletarya onu alaşağı edemediği takdirde insanlık için ihtiva ettiği sondan sakınabileceği anlamına gelmez. Marks ve Engels bile, toplum için “sosyalizm ya da barbarlık” biçiminde gelişen genel tarihsel perspektifi ortaya koyabilmişlerdi. O zamandan beri, kapitalizmin gelişimi, bu yargıyı tarihsel olarak şu şekillerde daha net ve daha ciddi bir hale soktu:
 
* Birinci Dünya Savaşından önce devrimciler tarafından benimsenip Komünist Enternasyonal’in temellerinden biri haline gelen “savaş veya devrim” şeklinde,
 
* İkinci Dünya Savaşından sonra nükleer silahların ortaya çıkmasıyla dayatılan biçimiyle “komünist devrim ya da insanlığın yok oluşu” şeklinde.
Bugün Doğu Bloğu ortadan kalkmış olsa bile, bu tüyler ürperten öngörü hala geçerli durumda. Fakat bugün netleştirilmesi gereken olgu, eğer insanlık yok olacaksa bunun ya emperyalist bir dünya savaşı ile ya da toplumun çürümesiyle gerçekleşeceğidir. Bu çürümeyi bir tür geçmişe dönüş olarak düşünemeyiz. Her ne kadar çürüme kapitalizmin geçmişine, özellikle de yükseliş dönemine has bazı yönlerin yeniden belirmesine yol açsa da… Örneğin;
 
* dünyanın artık emperyalist bloklara bölünmüş olmaması,
 
* bunun sonucunda da uluslar arasında gerçekleşen (ve özellikle eski Doğu Bloğunda, artması ve derinleşmesi, kesinlikle çürümenin bir ifadesi olan) mücadelelerin artık iki blok arasındaki karşıtlaşmanın safhaları olarak düşünülemeyeceği olgusu gibi,
 
Bu çürüme, kapitalizmin yaşamındaki daha önceki evreye dönüşe yol açmayacaktır. Kapitalizm şu anda, “ikinci çocukluğundaki” bir insan gibi. Olgunluk döneminde edindiği bazı becerilerin kaybıyla ve çocukluğun (kırılganlık, bağımlılık, mantıksallığın zayıflığı gibi) belli özelliklerine dönüşe, çocukluğun dinçliğine dönüş eşlik etmez. Bugün insan uygarlığı bazı kazanımlarını kaybediyor (örneğin, doğa üzerindeki hâkimiyetini). Bu durum, özellikle yükseliş içerisindeki kapitalizmin nitelikleri olan ilerleme ve fetih kapasitesinin yeniden kazanıldığı anlamına gelmiyor. Tarihin ilerleyişi geriye döndürülemez; isminden de anlaşılabileceği gibi, çürüme ancak toplumsal biçimsizleşmeye, iltihaba ve ancak boşluğa doğru götürebilir. Kendi araçlarıyla bırakıldığında, insanlığı dünya savaşının götüreceği kadere sürükleyecektir. En nihayetinde bir termonükleer bomba yağmurunda mı yoksa kirlilik, nükleer enerji santrallerinden kaynaklanan radyo-aktivite, kıtlık, salgın nedeniyle ya da (nükleer silahların da kullanılabileceği) sayısız küçük savaşların katliamında mı yok olacağımız pek bir fark yaratmıyor. Bu iki kıyım biçimi arasındaki tek fark, ilkinin hızlı, ikincisinin ise çok daha yavaş olabileceği ve dolayısıyla çok daha fazla acıya sebebiyet verebileceği.
 
12) Proletaryanın ve onun içerisindeki devrimcilerin, çürümenin toplumun tümü açısından nasıl ölümcül bir tehlike oluşturduğunu kavramaları çok yaşamsal bir gereksinim. Bir dünya savaşı olasılığının gerilemesiyle birlikte, pasifist illüzyonların gelişmesinin olası olduğu bir anda, işçi sınıfı içerisinde kendi konumunu sağlamlaştırarak, dünyanın içinde bulunduğu durumun aşırı ağırlığından saklanmaya çabalayan her türlü eğilimle bütün gücümüzle savaşmalıyız. Çürümenin bir gerçeklik ve aynı zamanda devrime giden yolda bir gereklilik olduğunu düşünmek, özellikle hem yanlış hem de tehlikeli olacaktır.
 
Gereklilik ve gerçekliği birbirine karıştırmamaya çok dikkat etmemiz gerekiyor. Engels, Hegel’in “mantıksal olan her şey gerçek, gerçek olan her şey de mantıksaldır” şeklindeki formülasyonunun ikinci kısmını, gerçek olan ama hiç de mantıksal olmayan Alman monarşisi örneği üzerinden (ki biz de bugün bu Engels’in mantıksal dizgesini Britanya, Hollanda ve Belçika monarşilerini uygulayabiliriz), ağır biçimde eleştirmişti. Bugün çürüme bir gerçeklik, bir olgu. Ama bu, hiç de onun proleter devrimi için bir gereklilik olduğunu ispatlamaz. Böylesi bir yaklaşım, sermayenin çürüme döneminin dışında gerçekleşmiş olan 1917 Ekim devrimini de, onu takip eden devrimci dalgayı da sorgulamayı gerektirecektir. Aslında kapitalizmin çöküşü ile bu çöküşün son ve özel aşaması arasında tam ve net bir ayrım yapabilme zarureti, bu gereklilik ve gerçeklik sorunundan doğuyor. Çünkü kapitalizmin çöküşü, proletaryanın sistemi devirebilmesi için bir gereklilikti. Hâlbuki çöküş döneminin bir proleter devrime yol açmaksızın sürmesinin sonucu olarak, bu özel çürüme evresinin belirmesi, proletaryanın özgürleşmesi yolunda hiçbir zaman bir gereklilik olmadı.
 
Bu anlamda çürüme evresi, emperyalist savaş örneğine benzemektedir. 1914 Savaşı temel bir olguydu ve o dönemin devrimcileri ile işçi sınıfı elbette ki onu hesaba katmak zorundaydılar. Ne var ki bu, onun devrim için gerekli bir koşul olduğu anlamına gelmiyordu. Bu fikri öne sürmüş olanlar sadece Bordigistlerdir. EKA, dünya devriminin patlak vermesi için savaşın özel olarak uygun bir koşul olmaktan ne kadar uzak olduğunu çoktan ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu sorunu kesin olarak çözüme kavuşturmak için sadece Üçüncü Dünya Savaşı perspektifini düşünmemiz yeterlidir.
 
13) Aslında, çürümenin, proletaryanın kendisini tarihsel görevini yerine getirebileceği düzeye getirme becerisi üzerinde nasıl bir tehlike oluşturduğu konusunda özellikle net olmak gerekiyor.
 
Nasıl ki “uygar” dünyanın kalbinde gerçekleşmiş olan emperyalist savaş, “enternasyonal sosyalizmin en iyi güçlerini, bütün proletaryanın öncü kuvvetlerini, savaş alanlarında keserek, sosyalizm perspektifini emperyalist barbarlığın üst üste yığdığı harabeler arasına gömmekle tehdit eden, Avrupa işçi sınıfının ölümcül bir biçimde zayıflamasına yol açabilecek olan bir kan gölü” (Rosa Lüksemburg, Sosyal Demokrasi içerisindeki kriz) idiyse; toplumun sadece daha da derinleşecek olan çürümesi de, gelecek yıllarda proletaryanın en iyi kuvvetlerini ezebilir ve komünizm perspektifini mutlak olarak uyuşturabilir. Bunun nedeni, kapitalizmin kokuştukça çıkardığı zehrin proletarya da dâhil toplumun bütün unsurlarını tesiri altına almasıdır.
 
Kapitalizmin çöküş dönemine girmesinin bir sonucu olan burjuva ideolojisinin zayıflayan cenderesi, devrim için gerekli bir koşul olmasına rağmen, aynı ideoloji çürümeye devam ettikçe, proleter bilincin gelişmesi üzerinde daha da beter bir engel gibi görünmeye başlıyor.
 
Belli ki, ideolojik çürüme ilkin ve öncelikle kapitalist sınıfın kendisini etkilemekte, sonrasında ise bir sınıf olarak özerkliği olmayan küçük burjuvaziye bulaşarak onu da etkilemekte. Hatta diyebiliriz ki, küçük burjuvazi çürüme ile özellikle özdeşleşmektedir, çünkü bu sınıfın kendi geleceği, yani bir sınıf olarak geleceğinin var olmayışı, ideolojik çürümenin başlıca nedenine çok uygundur; yani toplumun geneli için doğrudan herhangi bir perspektifin yokluğuna. Sadece proletarya kendi içerisinde insanlığa yönelik bir perspektifi barındırabilir. Bu anlamda, bu çürümeye karşı en büyük direniş kapasitesi, yine proletaryanın kendi safları arasındadır. Ne var ki, proletarya bu ideolojik çürümeye karşı bağışık değildir ve bunun en önemli nedenlerinden biri de, bu enfeksiyonun ana taşıyıcılarından olan küçük burjuvazi ile yan yana yaşamasıdır. İşçi sınıfının gücünü oluşturan farklı unsurlar, bu ideolojik çürümenin birçok biçimiyle doğrudan karşı karşıya gelmektedirler:
 
* dayanışma ve kolektif eylem, bireysel çıkarı gözetme temelli tavrın yarattığı atomizasyon ile yüz yüze gelmekte,
 
* örgütlenme ihtiyacı, toplumsal çürümeyle, bütün toplumsal yaşamın temelini oluşturan ilişkilerin çözülmesiyle karşı karşıya gelmekte,
 
* proletaryanın geleceğe ve kendi gücüne olan güveninin, toplum içerisinde her yana yayılmış olan ümitsizlik ve nihilizm tarafından sürekli altı oyulmakta,
 
* bilinçlilik, netlik, tutarlı ve bütünlüklü düşünce, teoriye duyulan ilgi dönemimizin özellikleri olan illüzyonlara, uyuşturucuya, cemaatlere ve klanlara, mistisizme, düşüncenin reddi veya yıkımına doğru giden son sürat koşu içerisinde zor zamanlar geçirmektedir.
 
14) Açık ki, durumu ağırlaştıran etkenlerden biri de, genç işçi sınıfı kuşaklarının büyük bir kesiminin, işyerinde, iş ve mücadele içerisindeki yoldaşlarının eşliğinde, işçi sınıfının kolektif yaşamını tecrübe etme fırsatı bile bulamadan, işsizliğin bütün yüküne maruz kalıyor oluşları olgusudur. Aslında, (kendisi ekonomik krizlerin doğrudan bir sonucu olan) işsizlik, her ne kadar çürümenin bir ifadesi değilse bile, işsizliğin etkileri, onu çürümenin önemli bir unsuru yapmaktadır. İşsizlik, genel anlamda, kapitalizmin işçiler için bir gelecek önermediğini göstermeye yardım etse de, bunun yanında sınıfın kimi kesimlerinin “lümpenleşme”sinde güçlü bir etken olmakta ve böylelikle sınıfın bugünkü ve gelecekteki politik kapasitesini zayıflatmaktadır. 1980’ler boyunca işsiz proleterlerin örgütlenmesine ya da hareketine yönelik herhangi bir ciddi çaba gerçekleşmemiş olması bir yana, işsizlikte önemli bir artışa şahit olduk. Karşı-devrimin ortasında, 1930’larda bile, özellikle ABD’de proletaryanın işsizliğe karşı mücadele yöntemleri geliştirebilmiş olması, çürümenin bir sonucu olarak işsizliğin proleter bilincinde yarattığı ağırlığın bir göstergesidir.
 
15) Ne var ki, çürüme, sadece işsizlik ile proleter bilincin gelişmesi üzerinde baskı oluşturmuyor. (Çürüme evresinin ifadeleri olan ve sınıf bilincinde önemli gerilemelere yol açmış olan) Doğu Bloğunun çöküşünü ve Stalinizmin cesedinin ağırlığını bir kenara bıraksak bile, büyük ölçüde çürümenin yarattığı baskı sonucunda, işçi sınıfının, kendi mücadelesinin birleştirilmesi yönünde bir perspektif geliştirmekte çektiği zorluğu –tabii ki bu, sermayenin cepheden saldırılarına karşı verilen mücadelenin dinamikleri içinde de var olan bir sorundur-göz önüne almamız gerekir. Her ne kadar, Marks, Napolyon Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde sınıf mücadelesini incelediği zaman bile, proletaryanın mücadelesini daha yüksek bir düzeye çıkarmakta tereddüt ediyor oluşu onun genel bir niteliğiydiyse de, çürümenin sınıf içerisinde yarattığı özgüven eksikliği ve geleceğe güvenle bakamama nedeniyle daha da derinleşmiştir. Özellikle, bu dönemde, daha belirgin biçimde güçlü olan bireysel çıkarı gözetme ideolojisi, burjuvazinin son yıllarda işçi sınıfının önüne sürdüğü bölücü, bölgeci tuzakların başarısını arttırdı.
1980’ler boyunca, kapitalist toplumun çürümesi, işçi sınıfının bilinçlenme sürecinde bir duraklama yarattı. Bu süreci yavaşlatan diğer unsurları zaten tanımlamıştık:
 
* krizlerin kendi yavaş ritmi,
 
* geçmişin örgütleriyle, 1960’ların sonlarında sınıf kavgasındaki tarihsel toparlanma sürecinde yeniden beliren örgütler arasındaki organik kopukluktan dolayı, sınıfın politik örgütlerinin zayıflığı.
 
Ne var ki, toplumsal çürümenin etkilerini de ayrıca hesaba katmak gerekiyor. Zaman geçtikçe yukarıdaki ilk iki etkenin önemi azalsa da, sonuncusununki artmakta. Bu yüzden, proletaryanın kapitalizmi alaşağı edişi ne kadar gecikirse, çürümenin tehditleri ve tehlikeli etkileri de o kadar artacaktır.
 
16) Aslında, bugün 1970’lerdeki durumun aksine, zamanın artık işçi sınıfından yana olmadığı gerçeğinin altını çizmeliyiz. Toplum sadece bir emperyalist savaş tehdidi altında olduğu sürece, proleter mücadelenin varlığı, tek başına, bu yıkımını önünü tıkamaya yeterliydi. Fakat proletaryanın, burjuvazinin “idealler”ine bağlılığına dayanan emperyalist savaşın aksine, toplumsal çürüme, işçi sınıfını kontrol altına almadan da insanlığı yok edebilir. İşçi mücadeleleri, ekonominin çöküşüne karşı çıksa bile, çürümeyi ertelemek için bu sistem sınırlarında kaldıkları sürece güçsüzdürler. Bundan dolayı da, çürümenin oluşturduğu tehdit (eğer gerçekleşmesinin koşulları var olsaydı ki değil) dünya savaşından daha uzakta görünse de, çok daha aldatıcı ve sinsidir.
 
İşçi sınıfının krizlerin etkisine direnmesi artık yeterli değil; çünkü sadece komünist bir devrim ile çürüme tehdidine direnilebilir. Benzer şekilde, gelecek dönemde proletarya, çürümenin burjuvazi içerisinde yaratacağı zayıflıklardan faydalanmayı da umamaz. Bu dönem esnasında, işçi sınıfı çürümenin kendi saflarında yarattığı zehirli etkilere karşı direnmeyi hedeflemeli ve bunun için de sömürülen bir sınıf olarak çıkarlarını savunmak için kolektif ve dayanışma içerisinde mücadele verme becerisine ve kendi gücüne güvenmelidir (fakat devrimci propaganda, sürekli, toplumsal çürümenin tehlikelerini vurgulamalıdır). Sadece kendi tarihsel perspektifi doğrultusunda, doğrudan ve açıkça silahlanmış proletaryanın saldırı durumunda olduğu devrimci bir dönemde, sınıf, çürümenin belli etkilerini, özellikle de burjuva ideolojisi ve kapitalist iktidarın güçleri üzerine olanları, sermayeye karşı bir kaldıraç olarak kullanabilir.
 
17) Çürüme olgusunun, tarihsel olarak işçi sınıfına ve bütün insanlığa oluşturduğu ciddi tehdidin kavranışı, sınıfı ve özellikle de onun devrimci azınlığını, kaderci bir tavır almaya sürüklememelidir. Bugün, tarihsel perspektif tamamen açık durumdadır. Doğu Bloğunun çöküşünün, işçi sınıfı bilincine vurduğu darbeye rağmen, sınıf, mücadele alanında herhangi bir büyük yenilgi almış değil. Bu anlamda, mücadeleciliği de zarar görmemiş durumda. Dahası, bu unsur, son tahlilde dünyanın içinde bulunduğu durumun gelişimini belirleyecektir. Kapitalist krizin amansızca derinleşmesi de, sınıf mücadelesinin ve sınıfın toplumsal kokuşmuşluğun yaydığı zehre direnme becerisinin önkoşulu olan sınıf bilincinin gelişmesi için temel dürtüyü oluşturuyor. Çürümenin etkilerine karşı verilen kısmi mücadeleler, sınıfın birleşmesinin temelini oluşturamayacak olmalarına rağmen, krizlerin doğrudan etkilerine karşı verilen mücadele hala sınıf gücünün ve birliğinin gelişiminin temeli olmayı sürdürüyor. Bu durumun böyle olmasının nedenleri şunlardır:
 
* Çürümenin farklı etkileri (kirlilik, uyuşturucu, güvensizlik gibi) toplumun değişik katmanlarını aynı anda vurmasına ve sınıf dışı kampanya ve mistifikasyonlar (ekoloji, nükleer karşıtı hareket, ırkçılık karşıtı hareketler gibi) için verimli bir zemin sağlamasına rağmen, krizlerden kaynaklanan ekonomik saldırılar (düşen gerçek ücretler, işten çıkarmalar, artan üretkenlik vs.), doğrudan ve özel olarak proletaryayı vurmaktadır (çünkü bu sınıf artı değeri üretmekte ve kapitalizmi bu alanda karşısına almaktadır).
 
* Özünde üstyapıyı etkileyen toplumsal çürümeden farklı olarak, ekonomik krizler doğrudan bu üstyapının üzerinde durduğu temellere saldırırlar. Bu anlamda, krizler, toplumun tepesine çöreklenen barbarlığı çıplaklaştırır ve böylece, proletaryanın sistemin kimi yönlerini düzeltmek yerine, onu radikal bir şekilde değiştirmesi gerektiğinin farkına varmasını sağlar.
 
Ne var ki, krizler kendi başına, proletaryanın bugün ve gelecekte göğüslemesi gereken bütün sorunları çözemez. İşçi sınıfı, sermayenin saldırılarına, darbe üstüne darbe indirebilir ve sonunda bu barbarca sisteme karşı saldırıya geçip, onu ortadan kaldırabilir. Bu, şunlar sayesinde mümkün olur:
 
* mevcut tarihsel durumda, neyin tehlikede olduğuna ve özellikle de toplumsal çürümenin insanlık üzerinde ne gibi ölümcül tehlikeler taşıdığına dair bir duyarlılık,
 
* proletaryanın sınıf kavgasını sürdürmek, geliştirmek ve birleştirmek yönündeki kararlılığı,
 
* proletaryanın burjuvaziye ait tuzakları aşma yeteneği, -burjuvazi, her ne kadar kendisini çürütmüş olsa da, proletaryanın yoluna türlü tuzaklar döşemekte başarısız değildir.
 
Devrimciler ise, proletaryanın bu kavgasının gelişmesinde etkin bir rol alma sorumluğunu taşımak zorundadırlar.