Komünistler ve Ulusal Sorun

1900-1920: Kapitalizmin çöküş döneminin şafağında ulusal sorun tartışması
 
Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”. Marks ve Engels tarafından 1848’de yazılan Komünist Manifesto’nun sonunda bulunan bu çağrı yalnızca coşkulu bir öneri değildir; işçi sınıfının zaferinin en can alıcı koşullarından birini de ifade eder. İşçi sınıfı hareketi, kapitalist sınıfın proletarya üzerindeki hakimiyetinin gelişiminin bir simgesi olan ulusal sınırlara karşı, enternasyonal sınıfsal niteliğini doğar doğmaz ilan etmişti. Fakat 19. yüzyıl kapitalizmi, pre-kapitalist üretim ilişkileriyle ilişkili olarak, henüz gelişim kapasitesinin sonuna ulaşmamıştı. Belirli anlarda ve daha önemlisi belirli koşullarda, komünistler işçi sınıfının burjuvazinin çeşitli kesimlerini destekleme ihtimalini göz önünde bulundurdular, çünkü kapitalizm bir yandan kendisini geliştirirken diğer yandan proleter devrim için gerekli koşulların olgunlaşmasını hızlandırıyordu.
 
Öte yandan 20. yüzyılın başında, kapitalizmin dünyanın her yerine yayılmış olduğunu tasdik eden bir dünya pazarı vardı. Bununla birlikte ulusal hareketlere verilmiş bu devrimci desteğin doğasına dair bir tartışma başladı. Komünistlerin ulusal soruna dair tutumunu incelerken, öncelikle Lenin ve Rosa Lüksemburg arasındaki tartışmaya geri dönerek buradaki görüşleri ve kaygıları inceleyeceğiz.
 
1917-23 yılları arasındaki devrimci dalganın başarısızlığı, Rusya’da karşı devrimin zaferi ve proletaryanın onlarca yıldır çöken kapitalizmin barbarlığına mahkum olması, işçi hareketi içerisinde ulusal soruna dair tam bir netleşmenin gerçekleşmesini engelledi. Bu dönem boyunca, karşı-devrim proleter devrimin içeriğini çarpıtmak için her şeyi yaptı. Bu çabaların en önde geleni 1917-23 yılları arasında sürekli gerçekleşen devrimci dalga ile Rusya’da oluşturulan devlet kapitalizmi arasındaki dönemde gerçekleşti. Bu çaba, devrimci dönemin proletarya enternasyonalizmiyle Rus devlet kapitalizminin ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı’ ve ‘ezilen halkların ulusal kurtuluşu’ adı altında yürüttüğü emperyalist yağma politikaları arasında bir devamlılık varmış gibi gösterilmesiydi. Lenin’in pozisyonları değişmez bir dogmaya dönüştürüldü. Dolayısıyla proletaryanın ulusal hareketleri komünist devrim için bir ‘kaldıraç’ olarak kullanması ihtimali, devrimin geri çekilmesi sırasında kilit ülkelerde kullanılan bir taktik olarak görüldü. Rusya’daki ‘proleter devlet’in savunulması ihtiyacı, devrimcilerin saflarında, belirli bir azınlık karşı çıksa da mutlak doğrular olarak kabul edildi.
 
Bugün devrimci örgütlerin, özellikle Bordigist Enternasyonal Komünist Partisi’nin (EKP Programma Comunista) içerisinde bulunduğu dağınıklık ve kriz şunun altını çiziyor: Komünistler eğer bu önemli noktada burjuva ideolojisinin devasa ağırlığını sırtlanmak istemiyorlarsa, sözde ulusal ‘kurtuluş’ savaşlarına karşı net ve ilkeli bir tavır almalılar. EKP’nin bir kısmının Orta Doğu’daki emperyalistler arası çatışmada enternasyonalizmi terk ederek kapitalist bir güç olan Filistin Kurtuluş Örgütünü eleştirel olarak desteklemesi (ki bu tutum bu grubun EKP’den atılmasını ve bu grubun açıkça milliyetçi ve şovenist bir örgüt oluşturmasıyla sonuçlanmıştır), proletaryanın kapitalizmin çöküş döneminde milliyetçiliğe verdiği her tür tavizin ne derece tehlikeli olduğunu göstermektedir.
 
Bordigistlerin ulusal soruna dair teorik zayıflıklarının temeli, sözde ‘Leninist’ gelenek gibi, Lenin’in Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarında ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ sloganıyla ulusal hareketleri destekleme tavrının savunulmasıdır. Bordigistlerin aksine, Enternasyonal Komünist Akım ise bu nitelikte verilecek desteği emperyalizm çağında reddetmekte. Bu reddediş Rosa Lüksemburg’un Lenin’in yüzyılın başında geliştirdiği fikirlere yönelttiği eleştirilere dayanıyor. Günümüzde, proletaryanın son on yılların tecrübelerinin ışığında Lenin’in değil Lüksemburg’un tutumunun tarih tarafından doğrulandığını ve sonunda gerçekten marksist bir yaklaşım için gerçek bir temel oluştuğunu söyleyebiliriz.
 
Bugün devrimci çevreler içerisinde ortaya çıkan veya hiç değilse sermayenin solundan kısmen kopan pek çok unsur bu konuda hala Lenin’in pozisyonuna karşı Lüksemburg’un tutumunu savunuyor. Komünistlerin sol-kapitalist ideolojinin her yönünden netçe ayrılması önemli olduğu için devrimci hareketin içerisinde 1. Dünya Savaşı’ndan önce ve sonra gerçekleşmiş tartışmaları eleştirel olarak incelediğimiz bu makaleyi yayınlıyoruz. Neden Lüksemburg’un tutumunun kapitalist çöküşün bütün etkilerini ulusal sorun konusunda tutarlı olarak açıkladığını göstermek istiyoruz. Ayrıca Lenin’in geçmişin işçi hareketi içerisinde bir hata olan fakat sermayenin solu tarafından çarpıtılıp kullanılmış olan tutumunu da hak ettiği gibi açıklamayı hedefliyoruz.
 
‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ üzerine Lenin
 
“Marksizm milliyetçilikle uzlaştırılamaz, isterse söz konusu olan milliyetçiliğin ‘en haklı’, ‘en saf’, en rafine ve medeni türü olsun.” (Lenin, Ulusal Soruna Dair Eleştirel Görüşler)
 
Lenin’in ulusal soruna dair tutumunun korkunç bir biçimde çarpıtılması çerçevesinde, öncelikle Lenin’in bir marksist olarak milliyetçi hareketlere verdiği desteğin sağlam bir biçimde Birinci Enternasyonal’de Marks ve Engels’in attığı temellere dayandığını söylemek yerinde olacaktır: Lenin, marksistlerin bütün toplumsal sorunları olduğu gibi ulusal sorunu da:
  • Soyut bir tarihsel ‘ilke’ olarak değil, kesin tarihsel sınırları içerisinde ve;
  • Proletaryanın birliği ve sosyalizm için sınıf mücadelesini güçlendirme ihtiyacı açısından incelemeleri gerektiğini doğrulamıştır.
Yani Lenin bir yandan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı, yani gerekiyorsa burjuvazinin ayrılma ve bağımsız bir kapitalist devlet kurmasını, proletaryanın tanıması gerektiğini savunmuşken, diğer yandan bunun yalnızca sınıf mücadelesinin ve proletaryanın çıkarlarına olduğu zaman desteklenmesi gerektiğini savunuyor, “proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir” diye yazıyordu (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1914).
 
Lenin için kendi kaderini tayin hakkı, proletaryanın demokrasi mücadelesinde eşit haklar ve genel oy hakkı gibi şeylerin bir parçası olarak gerekliydi. Lenin, sorunu Doğu Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da devam etmekte olan burjuva devriminin tamamlanması olarak ortaya koydu. Milliyetçi hareketler tarihsel olarak feodalizm yükselen burjuvazinin elinde yok edilirken ve kapitalist toplumsal ilişkiler dünya geneline yayılırken zorunlu olarak ortaya çıkmışlardı. Lenin’e göre kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin önünü açmak için bu burjuva demokratik milliyetçi hareketler ortaya çıktığında marksistler onları desteklemeli ve mümkün olan en yüksek düzeyde demokrasi, feodal artıkların temizlenmesi ve bütün ulusal baskının ortadan kaldırılması için savaşmalılardı.
 
Bu görev, Çarlık İmparatorluğunda ezilen ulusların kitlelerinin güvenini kazanmak isteyen Rus Bolşevikleri için özel bir öneme sahipti. Lenin ‘Büyük Rus’ milliyetçiliğini demokrasiye ve proletarya mücadelesine karşı temel engel olarak gördü, zira bu düşünce “burjuva olduğundan çok feodaldi” (ibid) : Lenin’e göre küçük ulusların ayrılık hakkını reddetmek, pratikte ezen ulusun ayrıcalıklarını savunmak ve işçileri Büyük Rus burjuvazisinin ve feodal toprak ağalarının politikalarının arkasına dizmek anlamına geliyordu.
 
Fakat yine de Lenin proletaryanın milliyetçi hareketleri desteklemesinin tehlikelerinden haberdardı, çünkü ‘ezilen’ ülkelerde bile proletarya ve burjuvazinin mücadeleleri tamamen birbirlerine karşıydılar:
  • Proletarya, kendi kaderini tayin hakkını yalnızca feodalizm ve mutlakıyetçiliğe karşı burjuva demokrasisinin zaferini hızlandırmak ve sınıf mücadelesi için en demokratik koşulları oluşturmak için destekliyordu;
  • Burjuvazi ise ulusal talepleri kendi ulusu için çıkar elde etmek ve kendi ulusal lükslerini savunmak için yapıyordu. Bu nedenlerden dolayı, Lenin proletaryanın milliyetçiliğe verdiği desteğin “katı bir biçimde bu hareketlerin içerisinde ilerici olan” unsurlarla sınırlı olduğunu vurguluyordu; o burjuvaziyi ancak “koşullu” olarak ve “sadece belirli bir doğrultuda” destekleyebilirdi.
Burjuva devriminin demokrasi için ve ulusal baskıya karşı verilen mücadeleyle tamamlanması açısından, ezilen ulusun burjuvazisine verilen destek yalnızca eğer ezen ulusla bir çatışma varsa verilmeliydi: “Ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız.”  (ibid) Başka bir değişle, burjuva milliyetçisi hareketler yalnızca demokratik içerikleri nedeniyle, yani sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının birliği için en iyi koşulları yaratmaları nedeniyle desteklenmeliydi: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek… kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.” (ibid)
 
Lenin, 1913’te demokrasi mücadelesinin ve kendi kaderini tayin sloganını ortaya atmanın tarihsel sınırlarına dair ise oldukça açıktı. Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimleri çağı 1871’e gelindiğinde kesinlikle bitmişti: “Dolayısıyla, bugünkü Batı Avrupa'nın sosyalistlerinin programlarında, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını aramak, marksizmin alfabesini bile bilmediğini açığa vurmak demektir.” (ibid) Fakat Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva devrimlerinin daha tamamlanmadığı söylenir ve “İşte özellikle Rusya ve ona komşu olan ülkeler, bu dönemden geçmekte oldukları içindir ki, programımıza, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ile ilgili bir madde koymak zorundayız.” (ibid).
 
Başlangıçtan beri kendi kaderini tayin sloganı belirsizliklerle doluydu. Mesela Lenin bu sloganın, proletaryanın hiçbir güvence veremeyeceği bağımsız ve başka bir ulusun ‘pahasına’ olmayacak bir devlet kurma hakkının olumsuz bir talep olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu konuda, kimi çelişkili olan yazıları, sınırları ve beklentileri, bunun her şeyden önce ‘ezen’ uluslardaki sosyalistlerin atması gereken bir slogan olarak ortaya çıkartıldığını göstermekteydi. Fakat Lenin’in kesin olarak tarihsel olan bu yöntemine göre, kökünde bu slogan, dünyanın kapitalizmin hala yayılmakta olduğu alanlarında burjuvazinin feodalizme ve ulusal baskıya karşı demokrasi için savaşabileceği düşüncesine dayanıyordu. Bunun zorunlu sonucu da böylesi bir dönem ortadan kalktığı zaman bu mücadelelerin bütün demokratik içeriğinin ortadan kalkacağı ve proletaryanın tek ilerici görevinin kapitalizme karşı kendi devrimini yapacağıydı.
 
Lüksemburg’un ‘kendi kaderini tayin hakkı’na dair eleştirileri
 
Rosa Lüksemburg’un, Bolşeviklerin ‘ulusların kendi-kaderini tayin hakkı’ sloganına yönelttiği eleştiriler, Batı Avrupa sosyal demokrat partilerindeki sol kanatların İkinci Enternasyonal içerisinde büyüyen oportünizm ve revizyonizm eğilimlerine karşı verdiği mücadelenin ayrılmaz bir parçasıydı.
 
20. yüzyılın ilk zamanlarına gelindiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde devlet kapitalizmine ve emperyalizme doğru yükselen eğilimler görülebiliyordu. Bunun bir sonucu olarak devlet aygıtının sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi işçi sınıfının kalıcı örgütlerini içine çekmeye başladığını gözlemlemek mümkündü. Enternasyonal’in içinde, Bernstein gibi teorisyenler kapitalizmdeki bu yeni gelişimlere eklemlenişi haklı göstermek için, Enternasyonal’in devrimci marksizmini ‘revize’ etmek üzere çalışıyorlardı.
 
Lüksemburg, bu ‘revizyonizm’e karşı en önde savaşan teorisyenlerdendi ve onun altındaki temel nedenlerini ifşa etmek istiyordu.
 
Lüksemburg ulusların kendi kaderini tayin etmesi kavramını güçlü bir biçimde reddetti. Bunu Enternasyonal’in içerisindeki tehlikeli ‘sosyal-yurtsever’ eğilimlerin, sosyalist maskesi altında ve Kautski gibi önde gelen teorisyenler tarafından desteklenen gerici güçlerin bir göstergesi olarak görüyordu.
 
İkinci Enternasyonal’in 1896’da “bütün ulusların eksiksiz kendi kaderini tayin hakkını” tanıyan bildirgesi, Polonya ulusal bağımsızlığına resmi destek sağlamak isteyen Polonya Sosyalist Partisi’nin çabalarının bir sonucuydu. Bu reddedilmişti, fakat Lüksemburg’a göre genel formülün benimsenmesi temel meselelerden, proletaryanın milliyetçi hareketlere verdiği desteğin tarihsel temelinden ve Enternasyonal içerisinde sosyal-yurtseverlikle çarpışma ihtiyacından bahsetmiyor, bu olguları görmezden geliyordu.
Lüksemburg, eleştirilerine Lenin’le aynı temel çerçeveyi kabul ederek başladı:
  • Burjuva-demokratik devriminin Rusya, Asya ve Afrika’da tamamlanması gerekiyordu;
  • Devrim için gerekli koşulların geliştirilmesi uğruna, proletarya kapitalizmin hala feodalizmi yıkmakta olduğu ülkelerde demokratik talepler peşinde koşan milliyetçi hareketleri görmezden gelemezdi;
  • Proletarya doğal olarak bütün baskı türlerinin karşısındaydı. Bu ulusal baskıyı da içeriyordu ve proletaryanın ezilen ulusların cefasına kayıtsız kalması mümkün değildi.
Fakat ilk görevi, Marks’ın Polonya bağımsızlığına dair söylediklerini kendi gerici ulusal yeniden yapılanma planları için kullanan, “Marks’ın bir dönemde söylediği bir şeyi, neticede ‘Marks’ın kendisi’ bir keresinde demiş diye, zamanın etkilemediği, sorgulanamaz, tarihsel olasılıkların dokunmadığı ve ne şüphe ne eleştirilere maruz kalabilecek bir dogmaya dönüştürmek” için uğraşan Polonyalı sosyal-yurtseverlere karşı marksist yaklaşımı savunmak oldu. (1905’te yayınlanan ‘Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket’in önsözü).
 
Marksizmin tarihsel metodolojisinin fosilleştirilmesine karşı Lüksemburg “[Ulusal baskı] sorununun çözümüne dair, somut tarihsel koşulların eleştirel bir biçimde incelenmesi olmaksızın değerli hiçbir katkı yapılamayacağını” doğruluyordu (Uluslararası Kongre’de Polonya Sorunu, 1896). Bu yaklaşıma dayanarak da kendi kaderini tayin sloganına karşı Lüksemburg’un temel argümanları doğuyordu:
  • Ulus devletlerin bağımlı veya bağımsız olması bir ‘hak’ meselesi değil bir güç dengesi meselesidir ve sosyo-ekonomik gelişim ile maddi sınıf çıkarları tarafından belirlenir;
  • Ortaya atılmış slogan ütopik bir slogandır, zira kapitalizm çerçevesinde bütün milliyet, ırk ve etnik köken sorunlarının çözülmesi açıkça imkansızdır;
  • Slogan, proletaryanın günlük mücadelesine pratik bir doğrultu önermeyen ve toplumsal sınırlara ve milliyetçi hareketlerin tarihsel koşullarına dair marksist teoriyi görmezden gelen metafizik bir formüldür. Ayrıca demokratik haklar mücadelesiyle de eşdeğer tutulamaz, zira mesela olgun burjuva toplumlarında olan örgütlenme hakkı gibi yasal var oluş biçimlerini temsil etmemektedir;
  • Proletaryanın tutumu ile en radikal burjuva partilerinin, sahte-sosyalistlerin ve küçük burjuva partilerin tutumu arasına bir ayrım koymamıştır. Hatta aslında eski burjuva milliyetçiliği sloganının farklı bir biçimde ifade edilişidir ve sosyalizmle veya işçi sınıfı politikalarıyla hiçbir özel bağlantısı bulunmamaktadır;
  • Bu slogan işçi hareketinin birleşimine değil parçalanmasına yol açacaktır, çünkü kendi ulusal tutumuna karar vermeyi farklı ezilen uluslardaki proletaryaya bırakmaktadır ve bundan da engellenemez çelişkiler ve çatışmalar doğacaktır.
Lüksemburg’un, büyük ölçüde devlete ve toplumun sınıf doğasına dair temel marksist ilkeleri tekrar ifade ettiği argümanlarının çoğu Lenin tarafından yanıtlanmadı. Lüksemburg, proletaryanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemesi fikrine karşı, Enternasyonal’in 1896’daki bildirgenin bütün ezilen uluslardaki işçilere “enternasyonal sosyal demokrasinin zaferi için bütün dünyanın sınıf bilinçli işçilerinin saflarına katılmaları” çağrısı yapan ikinci kısmını vurguluyordu. (Ulusal Sorun ve Özerklik’de alıntılanmıştır, 1908). Yalnızca bu şekilde enternasyonal sosyalizmin zaferiyle gerçek kendi kaderini tayin uygulamaya geçirilebilirdi.
 
Polonya bağımsızlık mücadelesinde Lüksemburg’un tutumu
 
Lüksemburg’un ulusların kendi kaderini tayin hakkına dair eleştirisi, Polonya’ya yapılan özel bir atıfla geliştirilmişti. Fakat Lüksemburg’un Rusya’dan bağımsızlığa destek vermeyi reddedişindeki nedenlerin, bu soruna dair marksist yaklaşımı ve kapitalizmin yeni koşullarının ulusal sorunun bütününe etkilerini netleştirmesi açısından genel bir önemi vardır.
 
Marks ve Engels aslen Polonya milliyetçiliğine Batı Avrupa’daki burjuva demokratik devrimin çıkarlarını Doğu Avrupa’daki feodal ve mutlakıyetçi rejimlerin Kutsal İttifakı’na karşı savunmak yönündeki devrimci stratejilerinin bir parçası olarak destek verdiler. Hatta Rusya’ya karşı bir savaş çağrısı yapacak kadar ve Polonya’da burjuva demokrasisinin bekçiliğini yapmak için ayaklanmalar çıkmasını savunacak kadar ileri gittiler. Lüksemburg, Polonya milliyetçiliğine verilen bu desteğin, Rusya’da bir devrimci faaliyet işareti ve ne Rusya’da ne de Polonya’da feodalizme karşı mücadele verecek bir proletarya yokken verildiğini hatırlattı: “Marks’ın ve sonrasında Engels’in Rusya ve Polonya’ya dair bakış açısını sosyalist teori ve taktikler değil, Alman demokrasisinin, Batı Avrupa’daki burjuva devrimi içerisinde yanan siyasi buhranı tarafından belirlenmişti”. (Önsöz) 
 
Lüksemburg’un marksist yaklaşımı yeniden doğrulaması kapitalizmin tarihsel gelişiminin analizine dayanıyordu: 19. yüzyılın son yarısında Polonya, “Polonya milliyetçisi hareketlerin ve Polonya soyluluğunun mezarları üzerinde kapitalizmin kendinden geçmiş dansını ve kapitalist zenginleşmeyi” (ibid) deneyimliyordu. Bu da Polonya proletaryasını ve milliyetçiliğe karşı sınıf mücadelesinin çıkarlarını benimseyen bir sosyalist hareketi doğurmuştu. Buna benzer bir gelişme, kendi mücadelesini dayatmaya başlayan bir işçi sınıfının ortaya çıkışıyla Rusya’da da gelişmekteydi. Polonya’da kapitalist gelişim ulusal bağımsızlık ve burjuvazinin çıkarları arasında bir çelişki yaratmıştı. Burjuvazi, eski soyluluğun milliyetçi gayesini, Rus pazarına ihtiyaçları dolayısıyla Polonya ve Rus sermayelerinin daha yakın ilişkisi uğruna reddediyordu. Eğer Polonya bağımsız bir devlet olsaydı bu pazardan bu derece faydalanamayacaktı. Buna dayanarak, Lüksemburg Polonya proletaryasının siyasi görevinin ütopik ve saptırıcı bir bağımsızlık mücadelesinden ziyade, Rus işçileriyle birlikte mutlakıyete karşı ve Polonya ve Rus sermayesine karşı mücadelenin en iyi koşullarını yaratmak için mümkün olan en geniş demokratikleşme için ortak mücadele yürütmek olduğunu savunuyordu.
 
Marks’ın 1848’de Polonya milliyetçiliğine verdiği desteğin Polonya Sosyalist Partisi tarafından hortlatılması, dolayısıyla sosyalizme ihanet etmek anlamına geliyordu. Çünkü bu, sosyalist hareket içerisinde Marks ve Engels’in sözlerini kullanan ama ulusal baskıya karşı proleter alternatife, 1905’te Moskova ve Petrograd’dan Varşova’ya kadar yayılan kitle grevlerinde görünen ortak mücadeleye sırtını dönen gerici bir milliyetçiliğin etkisini gösteriyordu. Polonya’da milliyetçilik “her tür gericilik için bir beden, karşı devrimin doğal bir kalkanı” halini almıştı; Polonya ulusu adı altında grev yapan işçilere saldıran ve onları katleden, sınıfın militanlığına karşı “milli sendikalar” örgütleyen, “yurtsever olmayan” genel grevlere karşı kampanyalar düzenleyen ve sosyalistleri öldürmek için silahlı milliyetçi çeteler kullanan ulusal burjuvazinin elinde bir silaha dönüşmüştü. Lüksemburg şu sonuca varıyordu: “Tarihin incittiği Polonya ulusal fikri bütün gerileme ve düşüş aşamalarından geçti. Siyasi kariyerine romantik, soylu bir isyancı olarak başlayan, enternasyonal devrim tarafından övülen bu fikir şimdi bir ulusal fanatik olarak, Rus mutlakıyetçiliğinin ve emperyalizminin Kara Muhafızlarının bir gönüllüsü olarak son durağa vardı.” (Ulusal Sorun ve Özerklik, 1908) Kapitalizmin gelişiminin getirdiği gerçek değişiklikleri inceleyerek, Lüksemburg ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkına’ dair soyut sözleri ve daha önemlisi Lenin’in demokrasi gayesini ilerletmek ve feodalizmin ortadan kalkışını hızlandırmak için Polonya’nın kendi kaderini tayin hakkını desteklemenin gerekli olduğunu savunan tutumunun arkasındaki mantığı çürütmüştü. Milliyetçiliğin kendisi, nerede birleşik sınıf mücadelesi tehdidiyle karşı karşıya kalsa gerici bir güç halini alıyordu. Polonya’nın özellikleri ne olursa olsun, Lüksemburg’un sonuçlarının, burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin bir sınıf olarak burjuvazi ve proletarya arasında büyüyen çelişkilere yol verdiği bir dönemde, daha genel bir kapsamı olmak zorundaydı.
 
Emperyalizmin yükselişi ve “fetih devletleri”
 
Lüksemburg’un Polonya bağımsızlığını reddedişi, onun emperyalizmin ortaya çıkışı ve ulusal kurtuluş hareketlerinde etkisine dair analizinden ayrılmaz nitelikteydi. Bu Batı Avrupa sosyalist hareketi içerisinde büyük bir mesele olsa da, Lüksemburg’un yorumları 1. Dünya Savaşı’nın başına kadar Lenin tarafından kabul edilmeyecekti. Lüksemburg’a göre kapitalist emperyalizmin yükselişi, ulusal bağımsızlık fikrini tamamen geçmişte bıraktı; eğilim artık bir avuç önde gelen kuvvet tarafından “artan sayıda ülkenin ve halkın, bütün kıtaların bağımsızlığının sürekli olarak yok edilmesi” yönündeydi. Dünya pazarını yayan emperyalizm her türlü ekonomik bağımsızlık kırıntısını yok etmişti: “bu gelişim, sömürgeci politikaların kökünde olduğu kadar kapitalist üretimin de temellerindedir... sömürgecilik zorunlu olarak kapitalizmin gelecekteki ilerlemesiyle birlikte devam edecektir... yalnızca zararsız burjuva ‘barış’ havarileri bugünün devletlerinin bu yoldan gitmeyebileceğine inanabilir” (ibid). Bütün ufak uluslar siyasi yetersizliğe mahkûm edilmişlerdi ve kapitalizm içerisindeki bağımsızlıkları için savaşmaları, uygulandığında kapitalist gelişimin daha eski bir aşamasına dönüş anlamına geliyordu ki bu açıkça ütopikti. Kapitalizmin bu yeni özelliği, Avrupa’daki burjuva devrimlerin modeline uygun ulus devletler değil, dönemin gereksinimlerine daha uygun olan fetih devletleri doğurmuştu. Bu koşullarda ulusal baskı kapitalizmin genelleşmiş ve tamamen içselleşmiş bir özelliği haline geldi ve ulusal baskının, emperyalizmin kendisinin sosyalist devrim tarafından yok edilmeden ortadan kaldırılması imkansız hale geldi. Lenin, ufak ulusların büyüyen bağımlılığını ulusal sorunla alakasız bir mesele olarak görmezden geldi; emperyalizmin veya sömürgeciliğin varlığını reddetmedi fakat ona göre mesele ulusların kendi kaderinin tayin hakkının kendisiydi ve bu konuda Lüksemburg’a karşı Polonya’nın yeniden bağımsızlığına kavuşmasını savunan Kautski’yi destekledi.
 
Emperyalizmin dünya kapitalist düzeninin bir koşulu olarak gelişimi henüz tartışılmaz bir netliğe sahip değildi. Lüksemburg da yalnızca İngiltere, Almanya, Amerika gibi birkaç ‘model’ örneğe işaret edebiliyor ve dünya pazarının hala genişlediğini ve kapitalizmin daha ölümcül krizine girmediğini savunuyordu. Fakat analizinin değeri kapitalizm içerisindeki bazı temel eğilimleri ve onların işçi sınıfına ve ulusal soruna dair sonuçlarını incelemiş olmasıydı: ulusal kurtuluş mücadelelerini reddi, ahlaki veya öznel kaygılara değil, kapitalist birikimin koşullarının değişmiş olmasına dayanıyordu.
 
Devrimcilerin kapitalizmin yükseliş döneminde ‘kendi kaderini tayin hakkı’ konusundaki tutumuna dair bazı sonuçlar
 
Lenin için ulusların kendi kaderini tayini sloganı ikili bir amaca hizmet ediyordu: proletaryanın kapitalist toplum içerisinde verdiği demokrasi mücadelesi içerisinde önemli bir talepti; ve ayrıca Çarlık imparatorluğunda milli şovenizme karşı kullanılacak bir propaganda taktiğiydi. Fakat başından beri bu slogan, kapitalizmin emperyalist evresinin şafağında Bolşeviklerin proletarya enternasyonalizmi savunusunu zedeleyen teorik belirsizlikler ve pratik tehlikeler taşıyordu:
 
-- Demokratik bir slogan olarak tamamen ütopikti. Ulusal bağımsızlığın burjuvazinin herhangi bir kesimi tarafından elde edilmesi haklara değil güç dengelerine bağlıydı ve kapitalist üretim biçiminin evriminin bir sonucuydu. Proletaryanın görevi, öncelikle bir sınıf olarak bağımsızlığını korumak ve burjuvaziye karşı kendi sınıf çıkarlarını savunmaktı.
 
-- Proletaryanın birliğini sağlamak, burjuva ideolojisinin etkilerine karşı mücadelelerinde komünistler için hem Çarlık imparatorluğunda hem de diğer yerlerde şüphesiz bir sorundu. Fakat yalnızca bu sorun sınıf mücadelesinin sağlam tabanında ve 19. yüzyılın sonlarında bile burjuvazinin elinde çok tehlikeli bir silah halini almış milliyetçiliğe taviz vermeden çözülebilirdi.
 
Dahası, Lenin’in ‘ezen’ ve ‘ezilen’ ulus tanımları, kapitalizmin yükselişi döneminde bile yetersizdi. Lüksemburg’un da dünyayı aralarında paylaşan bir avuç “Büyük Güç”ün yükselişine dair aynı tabirleri kullandığı doğruydu fakat bu ‘fetih devletleri’ ona göre yalnızca kapitalizmin tamamının içerisindeki genel bir eğilimin modelleriydi. Lüksemburg’un Polonya milliyetçiliğine dair yazılarının en büyük değerlerinden biri, sözde ezilen uluslarda bile burjuvazinin milliyetçiliği sınıf mücadelesine karşı kullandığını ve büyük emperyalist güçlerin hizmetine çalıştığını göstermesiydi. ‘Ezen’ ve ‘ezilen’ uluslara dair bütün laflar, burjuva ‘ulusunun’ içerisindeki temel sınıf çelişkilerinin gizlenerek soyutlaştırılmasına gider.
 
Bütün bu ‘ulusların kendi kaderini tayin etmesi’ stratejisi Marks ve Engels’ten değil, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde milliyetçilik ve reformizm tarafından aşındırılmış İkinci Enternasyonal’den geliyordu. Lenin’in tutumu sosyal demokratik partilerdeki merkezciler tarafından destekleniyordu. Bu konuda Lenin, Enternasyonal’in sol kanadındaki Lüksemburg’a karşı Kautski’yi, en ‘ortodoks’ teorisyeni destekliyordu. Rusya’daki duruma dayanarak argümanlarını öne süren Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkının her şeyden önce milliyetçiliğe verilen bir taviz olarak benimsendiğini ve sosyal demokrasinin yozlaşmasının köklerine inmek için ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkını’ reddetmek gerektiğini görmeyi başaramadı.
 
Lüksemburg’un tutumunun gerçek önemi, kapitalist üretim biçiminin kalbindeki temel eğilimlerin, özellikle de emperyalist çağda bütün dünya ekonomisinin nasıl bir doğada olacağının işareti olan Avrupa’da emperyalizmin yükselişinin analizine dayanıyor olmasıydı. Buna karşı, Lenin’in pozisyonu, proletaryanın kapitalizmden reformlar kazanmasının artık mümkün olmayacağı ve milliyetçiliğin artık hiçbir şekilde ilerici bir rolü olamayacağı bir dönemin şafağında, dünyanın burjuva devriminin tamamlanmamış olduğu geri kalmış ülkelerindeki deneyimlere ve tecrübelere dayanıyordu. Hızla ortadan kalkan bir tarihsel döneme ait bir stratejiydi ve yeni kapitalist çöküş koşullarında işçi sınıfının ihtiyaçlarına hizmet etmekten acizdi.
 
Emperyalist Savaş Yıllarında Tartışma
 
1914’te savaşın ilan edilmesiyle işçi sınıfı hareketi bir dizi yeni soruyla karşı karşıya kalmıştı. Şimdi biz de komünistlerin bu sorulara ve onların milliyetçi mücadelelere destek konusundaki etkilerine dair yaptıkları tartışmaları inceleyeceğiz.
 
Her zaman sınıfın yüzleştiği gerçekliği analiz etmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmak devrimcilerin özel işlevlerinden biridir. Birinci emperyalist dünya savaşı sırasında ‘Zimmerwald Solu’nun içersindeki fraksiyonlar arasında ulusal kurtuluş mücadelelerine dair tartışmalar yapılıyordu. Bu tartışma sınıf mücadelesinin yüzleştiği koşulları, yeni benzeri görülmemiş küresel kapitalist savaşları, sınırsız emperyalizmi ve devasa devlet kontrolünü anlama ve betimleme yönündeki bu kaygının hayati bir parçasıydı.
 
On yıllar sonra bu tartışma aynı yerde kalmadı, devrimcilerin bu tartışmanın yetersizliklerini ve hatalarını tekrarlamalarına gerek yok. Sınıfın tecrübesi, cevapları yeni sorularla birlikte bizlere sundu. Fakat eğer bugünün siyasi azınlıkları aynı amansız eleştiri ve pratik inceleme ruhunu benimsemez, bunun yerine kapitalizmin yükseliş dönemine uygun sloganlara tutunmayı seçerlerse, temel görevlerinde başarısız olur ve Lenin, Lüksemburg ve sol fraksiyonların bütün metodolojisini reddetmiş olurlar. EKA’yı Lenin’in ulusal soruna dair yaklaşımını ve Rosa Lüksemburg’un katkısını geliştirmeye iten de bu metodoloji olmuştur.
 
Ulusal sorun ve Zimmerwald solu
 
Komünist Manifesto’nun ruhuna ve “İşçilerin vatanı yoktur. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!“  çağrısına sadık kalan devrimciler, savaşa karşı Zimmerwald hareketinde yeniden örgütlendiler. Fakat kısa zaman içerisinde kendilerini bu hareketin içerisinde de, reformist ve pasifist çoğunluğa karşı bir sol kanat olarak örgütlemek zorunda kaldılar. Zimmerwald Solu 1915’te şu temellerde kurulmuştu:
  • Savaş emperyalist bir savaş olma doğasına sahiptir, ‘yurt savunması’ yalanına karşı çıkılmalıdır.
  • Siyasi iktidar için mücadele etmek gereklidir, proleter devrim savaşa verilebilecek tek cevaptır.
  • Bu mücadelenin başında savaşa karşı faal bir mücadele vermek gelir.
 
Sosyal demokrasinin eski asgari programını ve kapitalizm içerisinde reform mücadelesini reddetmiyorlardı. Buna rağmen mücadelenin artık “kapitalizmin bütün toplumsal ve siyasi krizlerini, ayrıca savaşın yol açtığı krizleri keskinleştirmek ve bu mücadelenin kapitalizmin kalesine topyekun saldırıya dönüştürülmesi” için yapılması gerektiğini söylüyorlardı. “Sosyalizm sloganı altındaki bu mücadele, emekçi kitleleri bir halkın diğeri tarafından esir alınmasını savunan sloganlardan etkilenmez kılacaktır” deniliyordu. (Zimmerwald Solunun Taslak Kararnamesi, 1915)
 
Kapitalizmin yükseliş dönemine has olan asgari programa bağlılığa devam edilmesine rağmen, Zimmerwald Solu’nun pozisyonları tarihsel dönem içerisinde ve işçi sınıfı hareketinin kendisinin içerisinde bir kırılmayı ifade ediyordu. Artık düz bir proletaryanın, kapitalist üretim biçiminin yayılmaya devam etmesi çerçevesinde demokrasi mücadelesini ilerletmek için burjuva milliyetçiliğini desteklemesi sorusu yoktu ortada. Proletaryanın ulusal kurtuluşa dair tavrı, emperyalist savaşa ve daha genel olarak de emperyalist kapitalizmin kendisine karşı, doğrudan işçi sınıfının devrimci bir biçimde iktidarı ele geçirmesinin koşullarını sağlamak amacıyla verdiği mücadeleden ayrılmaz bir niteliğe sahipti.
 
Zimmerwald Solu içerisinde Bolşevik Partisi, devrimcilerin ulusal kurtuluş mücadelelerine dair genel tarihsel tutumunu net olarak çoktan ifade etmişti:
 
“1789 ile 1871 arasındaki dönemde gerçekleşen savaşlar gibi gerçek milliyetçi savaşların altında, mutlakıyete ve feodalizme karşı, ulusal baskının ortadan kalkması için ve kapitalist gelişimin ön koşulları olarak ulusal temelde devletlerin yaratılması uğruna verilmiş yavaş ve uzun kitle hareketi mücadeleleri yatmaktadır.
 
Bu dönemde yaratılmış ulusal ideoloji, küçük burjuvazi kitlelerinde ve proletaryanın bir kesiminde derin izler bırakmıştır. Burjuva sofistleri ve bu sofistlerin kuyruğuna takılarak sosyalizme ihanet edenler, bunu mevcut ve tamamen farklı olan emperyalist çağda işçileri bölmek ve sınıfın sorunlarını ve burjuvaziye karşı devrimci mücadelelerini saptırmak için kullanıyorlar.
 
Komünist Manifesto’nun ‘işçilerin vatanı yoktur’ diyen sözleri şu anda her zaman olduğundan bile daha geçerlidir. Yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı uluslararası mücadelesi ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin yolunu açabilir”. (Savaşın Niteliğine Dair Kararname, Bolşevik Partisi 1915 Bern konferansında kabul edilmiştir)
 
Zimmerwald solunun farklı fraksiyonları arasında ulusal sorun üzerine yapılan tartışma işte bu çerçeve içerisinde ele alındı. Temelde bu tartışmanın bir tarafında Batı Avrupa komünistleri, diğer tarafında ise Lenin yer alıyordu. Tartışma ilk olarak, Lenin ve Rosa Lüksemburg arasındaki polemiklerde ortaya konulduğu şekliyle ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na proletaryanın destek verip veremeyeceğine odaklandı. Fakat bu tartışma sonunda kapitalizmin emperyalist evresine, yani çöküş evresine girişinin ortaya attığı iki soruyu daha kapsayacak biçimde genişledi:
  • Proletaryanın (‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı da içeren) bir asgari demokratik haklar programı için mücadele etmesi hala mümkün müydü?
  • Proletaryanın burjuvaziye destek vermesini olanaklı kılan ilerici ulusal savaşlar hala mümkün müydü?
Lenin, kendisiyle özdeşleştirdiği pozisyonlardan dolayı bu iki soruyu da evet diye yanıtlarken, Alman, Hollanda ve Polonya solları, Bolşevik Partisi içerisinde Bukharin ve Piatakov etrafındaki Kommunist grubu ile birlikte hayır yanıtını verdiler. Ulusların kendi kaderini tayini sloganını reddederek kapitalizmin çöküş evresinin getirdiği yeni koşullarda proletaryanın yüzleştiği görevleri açıklamaya çalıştılar. Çöküş evresinde ulusal sorunu kavramakta en başarılı olanlar Rosa Lüksemburg’un savunduğu emperyalizm teorisi etrafında birleşen fraksiyonlardı. Asgari programın Rusya’da ve Doğu Avrupa ve Asya’daki proleter devrimlerde hala önemli rol oynama ihtimali olan unsurlarını bırakmaya gönülsüz olanlar ve eski argümanlarını tekrarlayan Lenin ise bunu başaramayanlardı.
 
‘Demokrasi’ için mücadele etmek hala mümkün mü?
 
Bukharin 1915’te Bolşevik Partisi Bern Konferansı’nda ulusların kendi kaderini tayin hakkına, proleter bir taktik olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştı. Proletaryanın demokrasi mücadelesindeki bir noktayı, tamamını gözden geçirmeye ve sorgulamaya açmadan reddedemeyeceğini ilk söyleyen Lenin olmuştu: eğer kendi kaderini tayin hakkı emperyalist çağda mümkün değilse, diğer demokratik talepler neden mümkün olsundu ki? Lenin sorunu, emperyalizmin ortaya çıkışının reform ve demokrasiyle ilişkisinin nasıl kurulacağı sorusu olarak ortaya attı ve bu noktadan yola çıkarak Bukharin’in görüşünü “emperyalist ekonomizm”, yani siyasi mücadele gereğinin yadsınması ve emperyalizme teslimiyet olarak kınadı.[1]
 
Fakat Bukharin siyasi mücadelenin gerekliliğini hiçbir şekilde reddetmiyordu, onun reddettiği siyasi mücadelenin asgari programa eş görülmesiydi. Bukharin ve Kommunist grubu sorunu, proletaryanın geçmiş yöntemlerinden kesin bir biçimde kopması ve proleter devrimle kapitalizmi yok etmesi ihtiyacına uygun taktikler benimsemesinin gerekliliği olarak ortaya attı. Komünistler eskiden demokrasi için mücadeleden yanayken, artık buna karşıydılar. Bukharin görüşünü daha sonra genişletti ve daha net bir biçimde ifade etti:
 
“...apriori, hareketin özel sloganlarının ve hedeflerinin savaşan proletaryanın, içerisinde çalışma yürütmek zorunda olduğu dönemin niteliğine bağlı olduğu tamamen açıktır. Geçmişteki dönem, bir güç toplama ve devrime hazırlanma dönemiydi. Şimdiki dönem devrimin kendisinin dönemidir ve bu temel farklılık hareketin somut sloganlarında ve hedeflerinde derin farkların oluşmasına yol açmaktadır. Proletarya geçmişte demokrasiyi savunmak durumundaydı çünkü daha kendi diktatörlüğünü gerçek anlamda düşünmekten acizdi... Demokrasi yalnızca proletaryanın daha yüksek bir bilinç düzeyine çıkmasına yardımcı olduğu kadar değerliydi, fakat proletarya sınıf taleplerini ‘demokratik’ bir biçimde sunmak zorundaydı... Ama zorunluluktan yapılan işleri erdemler olarak sunmaya gerek yoktur... kapitalist kaleye doğrudan saldırmanın ve sömürücülerin bastırılmasının zamanı gelmiştir...” (Proletarya Diktatörlüğünün Teorisi, 1919)
 
İlerici burjuva demokrasisi çağı bittiği için ve emperyalizm artık kapitalizmin devam eden varlığının doğasına yerleştiği için; kapitalist ilişkileri kapsamayan anti-emperyalist talepler öne sürmek ütopik ve gericiydi. Emperyalizme verilecek tek yanıt proleter devrimdi:
 
 “Sosyal demokrasi günümüz dış politika alanında ‘asgari’ talepleri savunulmamalı... mevcut kapitalist medeniyet içerisinde ‘kısmi’ görevlerin, ‘ulusların kurtuluşunun’ savunulması, proleter kuvvetleri sorunun gerçek çözümünden saptırmak ve onları ilgili ulusal burjuva gruplarla kaynaşmaya itmek anlamına gelir... ‘Ulusların kendi kaderini tayini’ sloganı öncelikle ütopiktir (kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemez) ve ayrıca yanılgılar saçan zararlı bir slogandır. Bu bağlamda bu sloganın sözde ‘barışçıl kapitalizmin’ var olma ihtimalini varsayan, sorunu yasal olarak mahkemelerde çözme, silahsızlanma vb. sloganlardan hiçbir farkı yoktur.” (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler, 1915)
 
Fakat Bukharin, emperyalist çağda asgari programın reddinde daha da ileri gitti ve proletaryanın kapitalist devleti yok etme ihtiyacını ifade eden taktiklere ihtiyacını gözler önüne serdi. Yükselen kapitalizmde devlet, kapitalist bireyin sömürü yapması için gerekli koşulların mevcut olmasından sorumluydu. Emperyalist çağda ise proletaryayı doğrudan sömüren militarist bir devlet aygıtını ve (tröstler, karteller ve benzeri) birleşik kapitalist yapılarla ve bu yapıların devletle kaynaşmasıyla sermayenin bireysel mülkiyetinden kolektif mülkiyetine geçişini doğurdu. Devlet kapitalizmine doğru bu eğilim, ekonomiden toplumsal hayatın akla gelebilecek bütün alanlarına kadar yayıldı:
 
“Bütün bu örgütler kaynaşma ve egemenlerin tek bir örgütüne dönüştürülme eğilimini taşıyorlar. Bu gelişimin en yeni adımı, özellikle savaş esnasında çok daha belirginleşen bir adım... Böylece her şeyi kucaklayan tek bir örgüt, modern emperyalist korsan devleti, burjuva egemenliğinin gücü her şeye yeten örgütü ortaya çıkıyor... ve eğer sadece en gelişmiş devletler bu aşamaya geçmişlerse, her geçen gün, özellikle savaş devam ettiği sürece, bu daha genel bir gerçek halini alıyor.” (Emperyalist Korsan Devlet, 1915)
 
Bütün burjuvazinin bu birleşik güçleriyle yüzleşebilecek tek kuvvet proletaryanın kitlesel faaliyetleriydi. Bu yeni koşullarda bir devrimci harekete duyulan ihtiyaç, öncelikle devlete karşı temel muhalefetini göstermekti ki bu da her türlü kapitalist ülkeyi desteklemeyi reddetmek anlamına geliyordu.[2]
 
İşte Lenin, asgari programa yapılan bu geniş hücuma ve Batı Avrupa sollarının çoğunun ulusların kendi kaderini tayinini reddedişine karşı 1916’da “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” adlı kitabını yazdı. Nesnel olarak gerici burjuva demokrasisini ve demokratik devleti desteklemek istemeyen Lenin bu yüzden en başından geriye çekilerek savunmacı bir argüman öne sürmek zorunda kaldı. Bu yüzden şu konularda Bukharin’le hemfikir olmak durumundaydı:
  • “Finans sermayesinin gerçek egemenliği siyasi demokrasi alanında yapılacak hiçbir reformla ortadan kaldırılamaz ve ulusların kendi kaderini tayini tamamen ve sadece bu alana aittir (2. Tez)
  • “…emperyalizm altında siyasi demokrasinin bütün temel talepleri yalnızca kısmen ‘uygulanabilir’ taleplerdir ve o zaman da çarpıtılmış ve istisnai olarak uygulanırlar (mesela Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılması)”. (ibid)[3];
  • Gelecekte (Polonya, Hindistan vb) yeni ulusların oluşturulması, Lenin’e göre büyük emperyalist güçler arasındaki siyasi ve stratejik ilişkilerdeki “ufak değişikliklerin” sonucu olarak gerçekleşebilirdi.
Lenin’in görüşü de yeni dönemin doğasının eski reformist mücadele yöntemlerinden kopmayı gerektirdiğinin kabul edilmesine dayanıyordu:
 
“…bu talepler devrimci ve reformist olmayan bir biçimde, burjuva hukukunun dışına çıkarak, onu yıkarak ve kitleleri belirleyici eyleme çekerek, her temel demokratik talebi doğrudan burjuvaziye karşı proletaryanın saldırısına, burjuvaziyi deviren sosyalist devrime götürecek biçimde genişleterek yeniden belirtilmelidir.”  (ibid).
 
Kapitalizm ve emperyalizm yalnız ekonomik devrim ile devrilebilirdi. Yine de: “Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini, ya da bu devrimi gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz.” (ibid).
 
İşte özünde Lenin’in bütün argümanı bundan ibaretti, fakat o zaman ortaya atılan argümanlarda iki tanesi yanıtsız kalmıştı:
  • Burjuva demokrasisinin gerici olduğu emperyalist çağda bu demokrasi mücadelesinin içeriği neydi?
  • Proletarya pratikte militarist ve emperyalist devlet aygıtını desteklemeyi nasıl engelleyebilirdi?
Lenin şüphesiz bu sorunların farkındaydı, fakat onları çözemiyordu. Emperyalizm’in demokrasiyi bir yanılsamaya, kitleler içerisindeki bir ‘isteğe’ dönüştürdüğü konusunda, yani emperyalizmin demokrasiyi yadsımasıyla kitlelerin demokrasi için çabalaması arasında bir çelişki olduğu konusunda hemfikirdi. Lenin’in görüşünün özünde dönüp dolaşıp aşamadığı nokta, işçi sınıfının henüz kapitalist devleti yıkmak için değil, içerisinde çalışmak ve kurumlarını demokratik kazanımlar elde etmek için kullanmak yönünde mücadele etmesi gerektiğiydi. “Proletarya için demokrasi sorununun marksist çözümlemesi, bütün demokratik kurumları burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde, burjuvazinin devrilmesini hazırlamak ve kendi zaferini kesinleştirmek için kullanmasıdır.” (Lenin, Y. Piatakov’a yanıt, 1916)
 
Şubat devriminden önce Lenin, marksistlerin devlete karşı tavrının proletaryanın devlet iktidarını ele geçirip sosyalizmi inşa etmesi olduğu yönündeki fikriyle Kautski ile birlikteydi. Bukharin’in görüşlerini marksist olmamakla ve yarı-anarşist olmakla suçluyor, sosyalistlerin mevcut devlet kurumlarını kullanmaktan yana olduğunu yineliyordu.
 
Fakat 1916’da Bukharin’e vereceği cevabını oluşturma süreci içerisinde, kendi görüşlerini değiştirerek, burjuva devletini yıkmanın gerekli olduğunu söyleyen Marks’ın asıl yazılarına geri döndü ve 1905’te ortaya çıkan işçi sovyetlerinin gerçek öneminin altını çizerek onların proletarya diktatörlüğünün özel şekli ve burjuva devletine alternatif olduğunu vurguladı. Bukharin’e cevap vermek amacıyla başladığı çalışma, sonunda tamamen farklı olarak, ‘Devlet ve Devrim’ adıyla bilinen ve açıkça burjuva devletinin yıkılması çağrısı yapan bir kitap ortaya çıkmıştı.
 
Fakat devlet konusundaki hayati netleşmesine ve devlete dair yeni tutumuna rağmen ve “bütün güç sovyetlere” çağrısının gerçekleştirilmesi için verdiği kararlı pratik mücadeleye rağmen, Lenin hiçbir zaman ‘demokratik devrim’e dair teorik görüşlerini gözden geçirmedi. Dolayısıyla Nisan Tezleri’nde, devlet iktidarının burjuvaziye geçtiği ölçüde “Rusya’daki burjuva-demokratik devrimin tamamlandığı” sonucuna varırken, sovyet iktidarı için mücadele programında proletaryanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını da içeren burjuva demokratik görevleri yerine getirmesini de dâhil etmişti. Bukharin’in ifade ettiği şekliyle Lenin’in ulusal soruna dair görüşleri, hala “devlet-öncesi” kalmıştı. Lenin bu görüşlerini büyük ölçüde proletaryanın gelişmemiş ülkelerdeki durumlarına ve emperyalist çöküş döneminden ziyade kapitalizmin yükseliş dönemine uygun olan modası geçmiş kavramlara dayanıyordu.
 
Ulusal savaşlar hala ilerici mi?
 
Ulusal savaşlar dönemi kesin bir tarihsel dönem – 1789 ile 1871 arası – olduğundan, ilk ortaya atılan soru bu dönemin 1914’te savaşın patlak vermesiyle kesinlikle bitip bitmediğiydi. İkinci soru da savaşın emperyalist ve gerici niteliğinin kesinliği göz önünde bulundurulursa, bunun yeni dönemdeki savaşlara dair genel ve geri dönülmez bir özellik olup olmadığıydı. Yine, Avrupa solu bu soruların ikisine de evet cevabını verirken, Lenin büyük ölçüde hemfikir olmakla birlikte ikisinin de tamamen doğru olduğunu söylemekten çekiniyordu.
 
Bütün mesele şüphesiz emperyalist savaşın ortasında burjuvazinin yurt savunmasına ve vatan için ölmeye dair yalanlarını lanetleyen Zimmerwald Solu için hayati önem taşıyordu. Eğer hala bazı savaşların ilerici ve devrimci olduğu söylenebiliyorsa, o zaman enternasyonalistlerin böylesi durumlarda işçi sınıfına yurtlarını savunma çağrısı yapmaları gerekebilirdi. Fakat Bukharin’in söylediği gibi savaşta bu, sınıf hattı halini almıştı:
 
“Zamanımızda taktiklerin en önemli sorunu, sözde yurt savunması sorunudur. Zira burjuvazinin tamamıyla, bütün proletarya dünyası arasındaki çizgi tam da burada çekilmiştir. Kelimenin kendisi bir aldatmaca içermektedir, çünkü nüfusu anlamında ülkeyi değil, ülkenin devlet örgütünün savunulmasını öngörmektedir.” (Emperyalist Korsan Devlet)
 
Dolayısıyla:
 
“Mevcut zamanda sosyal demokrasinin görevi, sorunun hiçbir şekilde “devlet yanlısı” bir biçimde ortaya konulmadığını (yalnızca devletin ‘dağılışına’ karşı olduğunu söyleyen) varsayan ‘yurt’, ‘ulus’ gibi kavramları reddetmek, bu kavramların tam tersine devlet iktidarına ve bütün kapitalist düzene karşı keskin devrimci bir biçimde ifade edilen bir propaganda yapmaktır”. (Tez 7, Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1915)
 
Bukharin şunu gösterdi: eğer ulusların kendi kaderini tayini sloganı, emperyalist savaş koşullarında somut olarak (yani bağımsızlık ve ayrılma hakkı vererek) uygulanırsa, ‘yurt savunması’ sloganının bir diğer türünden başka hiçbir şey olmazdı. Emperyalist arenada maddi olarak bağımsızlığına yeni kavuşan devletin sınırlarının savunulması gerekli olurdu; yoksa böylesi bir talebin gerçekte ne gibi bir anlamı olabilirdi? Böylece, proletaryanın enternasyonalist güçleri parçalanır ve sınıf mücadelesi milliyetçi bir alana çekilirdi:
 
“Bundan hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında Büyük Güçlerden birinin ezilen bir ulusun ayaklanmasını ve isyanını bastıran hükümetini desteklemeyeceğimiz sonucu doğuyor; fakat aynı zamanda proleter kuvvetleri ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ sloganı altında seferber etmeye de karşıyız. Görevimiz bütün ulusların proletaryasının gücünü (birbirleriyle ortak olarak) sosyalizm için verilecek bir iç savaş, sınıf savaşı sloganı altında ve onları ‘ulusların hakları’ için seferber etmeye çalışan propagandaya karşı seferber etmektir.” (Tez 8, ibid).
 
Kendisini, Junius Kitapçığı’nda “Bugün ulus, emperyalist niyetleri örten bir pelerinden, emperyalist mücadelelerde atılan bir savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşta piyon rolü oynamaya ikna etmek için kullanılan son ideolojik araçtan başka bir şey değildir” diyen Rosa Lüksemburg’un teorisine dayandıran Alman solu, emperyalist çağda ilerici ulusal savaşlar fikrine de açıkça karşı çıktı:
                          
“Emperyalizmin serbest kaldığı çağda, ulusal savaşlar artık mümkün değildir. Ulusal çıkarlar yalnızca emekçi halk kitlelerini ölümcül düşmanlarının, emperyalizmin egemenliği altına teslim etmeye hizmet eder.” (Tez 5, Internationale grubunun Enternasyonal Sosyal Demokrasinin Görevleri Üzerine Tezleri, 1916)
 
Sert yanıtında Lenin mevcut olan yeni dönemin doğasına dair genel sonuçlar çıkartmaktan kaçınıyordu:
  • Dünya savaşının şüphesiz emperyalist niteliği, ulusal savaşların hala mümkün olmadığını göstermiyordu. Tam tersine onlar hem engellenemez hem de ilericiydiler;
  • Yurt savunması iki rakip emperyalist güç arasındaki bir savaşta gerici olmakla birlikte, ‘gerçek’ bir ulusal savaşta sosyalistler ulusal savunma çağrısı yapmaya hiç de karşı değillerdi.
Lenin, kapitalizmin emperyalist evresine girişinin her savaşa gerici bir nitelik yüklediğini kabul edemiyor, her ayrı savaşın somut olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyor ve Avrupa ve Amerika’daki gelişmiş ülkelerin şüphesiz emperyalist doğalarının, bütün kapitalist sistemde Asya ve Afrika’daki geri kalmış ülkelerin bile kurtulamayacağı bir değişiklik getirdiğini kabul etmeyi reddediyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ulusal savaşlar çağı bitmişti, fakat Doğu Avrupa’da ve yarı-sömürge veya sömürge olan ülkelerde sırada hala burjuva devrimleri vardı. Buralarda büyük emperyalist güçlere karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri henüz bir ceset haline gelmemişti ve dolayısıyla yurt savunması bu durumlarda hala ilericiydi. Dahası, Avrupa’da bile, istila edilmiş veya ezilen ufak uluslar için ulusal savaşlar Lenin’e göre imkânsız değildi (fakat muhtemel olmadıklarını da ekliyordu). Belçika’nın Almanya tarafından işgal edildiği varsayımsal bir örnek ortaya attı ve sosyalistlerin ‘ezilen’ Belçika burjuvazisinin bile kendi kaderini tayin ‘hakkını’ savunmaları gerektiğini söyledi.
 
Lenin’in Alman solunun ulusal savaşların imkânsızlığına dair tutarlı argümanını kabul etmekteki tereddüdü temelde, ortaya çıkıp kapitalist sistem içerisinde proletaryanın sömürebileceği bir kriz yaratma ihtimaline sahip her hareketi reddetmemek istemesine yol açan kaygılarındaydı.
 
“Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı savaşımda bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti-emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolünü oynar... Eğer, proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için emperyalizmin şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı bilmezsek, pek zayıf devrimciler oluruz.” (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair Tartışmanın Özeti, 1916)
 
Lenin milliyetçi hareketlerin kaderiyle onların hatırı için değil, yalnızca dünya savaşının ortasında büyük emperyalist güçlerin direncini zayıflatma ihtimallerinden dolayı ilgiliydi ve bu yüzden 1916 İrlanda ayaklanmasını, Afrika’daki sömürge ayaklanmaları ve Hindistan, Singapur gibi yerlerde sömürge askerlerinin isyanlarıyla aynı düzeyde, yani emperyalizmin derinleşen krizinin işaretleri olarak gördü.
 
Bu yaklaşımın tehlikelerine işaret etmek için somut bir örnek olarak 1916 İrlanda milliyetçi ayaklanmasını ele alabiliriz. Lenin için ayaklanma, ezilen ulusların milliyetçi arzularını cesaretlendirmenin emperyalizme karşı mücadelede yalnızca faal ve olumlu bir etmen olacağını savunan görüşlerini destekleyen bir kanıttı. Radek ile Troçki ise, Lenin’in aksine, bunun arkasında gerçek bir destek olmayan umutsuz bir darbe olduğunu ve ulusal kurtuluş savaşları döneminin ölümünü gösterdiğini savunuyorlardı. Lenin “şehir küçük burjuvazisinin bir kesimi ile işçilerin bir kesiminin birlikte sokaklarda savaşması” olarak tanımladığı ayaklanmanın arkasında devasa bir proleter hareket olduğunu savunmuyordu. Asıl mesele, böylesi milliyetçi ayaklanmaların proletaryaya karşı gerçek sınıf doğasının ne olduğu veya başka bir biçimde ifade etmek gerekirse bu hareketlerin “gerçek anti-emperyalist kuvveti olan sosyalist proletaryayı” (Lenin) mı yoksa emperyalist burjuvaziyi mi güçlendirdiğiydi.
 
Lenin tehlikeli bir biçimde böylesi milliyetçi eylemlere anti-kapitalist bir potansiyel atfetti: gerici fantezilerine rağmen Lenin, onların “nesnel olarak sermayeye saldıracaklarını” (ibid) ve proletaryanın yalnızca birleşip onları sosyal devrim sürecini geliştirmeye yönlendirmesi gerektiğini söyledi. Fakat ‘İrlanda Sorunu’nun tarihine detaylı olarak girmeden, bu ayaklanmaya dair Lenin’in fikrini çürüten birkaç olguya yer verebiliriz: 1916 Paskalya ayaklanması, İrlanda proletaryasının zaten savaş öncesi mücadelelerinin kısmi yenilgisiyle zayıflamış mücadelesini milliyetçilikle mühürleyecek, faal olarak işçileri Güney İrlanda Katolik milliyetçiliğinin silahlı mücadelesinin arkasında seferber edecekti. Askeri darbe girişimine işçi kitleleri arasında sempati duyulmuyor olsa da, İngiliz devletinin ayaklanma sonrası uyguladığı kitlesel terör kampanyası onların yönünü şaşırmışlık durumunun tamamlanmasıyla ve onları gerici milliyetçilerin kollarına iterek sermayeye karşı bağımsız sınıf mücadelesinin en küçük örneğinin bile hem İrlanda’daki İngiliz askerleri, hem de İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (Irish Republican Army, IRA) tarafından sistematik olarak bastırılmasıyla sonuçlandı. İrlanda ve İngiliz burjuvazisinin birleşik güçleri karşısında dünya proletaryasının zaten görece zayıflamış ve yalıtılmış olan bu kısmının yenilgisi, temel çıkarları ölümcül düşmanını her zaman yenmek olan dünya emperyalizminin yalnızca güçlenmiş olduğunu ifade ediyor olabilirdi. İrlanda ayaklanması yalnızca şunu kanıtlamıştı: Burjuvazinin bütün kesimleri, sözde ezilen uluslarda olsalar dahi, ayrıcalıklarını borçlu oldukları sömürü sisteminin yok edilmesi tehlikesine karşı her zaman emperyalizmden yana olacaklardır.
 
Gelecekten bakıyor olmanın avantajıyla devrimciler bugün tarihin Lenin’in hatalı, sol fraksiyonların ise, kafa karışıklıklarına rağmen özünde haklı olduğunu kanıtladığı sonucunu çıkartabilirler. İrlanda ayaklanmasının dersi, kapitalizmin çöküş evresinde milliyetçiliğe verilen desteğin doğrudan sınıf mücadelesinin emperyalizmin savaşlarının arkasına atılması demek olduğudur.
 
‘Leninist’lere karşı Lenin
 
Lenin’in bütün milliyetçi ayaklanmaları destekleme konusundaki hevesi, engellenemez bir biçimde burjuvazi tarafından işçi ve köylüleri sayısız defa milliyetçilik ve ‘anti-emperyalizm’ sloganı altında kendi kanlarında boğmak için kullanıldı. Öte yandan, Lenin’in en kötü hataları ile onun takipçileri olduğunu iddia eden proletaryanın Stalinist, Troçkist ve Maocu cellâtlarının ‘en iyi’ pozisyonlarını bir nehir dolusu kan ayırmaktadır. Lenin’in yazılarının asıl eleştirel içeriğini, Enternasyonal Komünist Partisi (EKP Programma Comunista) gibi Bordigist örgütlerden olanlar ve onlar gibi devrimci saflarda kalmalarına rağmen yine de geçmişin hatalarına, ‘ulusal kurtuluş’ adına en gerici kapitalist kesimleri savunma tehlikesine yaklaşacak kadar bağlı kalmayı seçenlerin görüşlerinden de ayrı tutmak gereklidir.
 
Lenin, daima devrimcilerin milliyetçiliği desteklemesinin yarattığı tehlikelerin farkındaydı ve sürekli proletaryanın birliğini ve burjuvazinin bütün güçlerinden bağımsızlığını koruması gerektiğini vurguluyordu; böyle yapması görüşlerini pratikte daha da uygulanması zor ve çelişkili kılma eğiliminde olsa da. Dolayısıyla, devrimcilere emperyalizme karşı bütün ayaklanmaları desteklemek çağrısı yaparken, bu desteğin ancak “gerici bir sınıfın ayaklanması olmaması” koşuluyla verilebileceğini ifade ediyordu. Rosa Lüksemburg gibi solların daha tutarlı bir biçimde öne sürdükleri fikir, büyük emperyalist güçlerin kanlı baskılarına karşı çıkan bütün ayaklanmalarda milliyetçi unsurların, gerçek sınıfsal ayaklanma tehdidini savuşturmak amacıyla her zaman en gerici sınıf, burjuvazi tarafından zerk edildiğiydi. Devrimcilerin milliyetçilik ile sınıf mücadelesi arasında net bir ayırıcı çizgi çekmeleri gerekiyordu, zira emperyalist çağda yalnızca sınıf mücadelesi insanlık için ilerici bir doğrultu ifade ediyordu.
 
Lenin görüşünü sürekli, ister demokratik devlet aygıtına teslim olmak, isterse de ‘ezilen’ uluslardaki burjuvaziye teslim olmak suretiyle sınıf mücadelesini ulusal mücadelenin geri planına atmayı engelleyecek bir biçimde ifade etmeye çalıştı. Ulusal soruna dair marksist tavır zaten her zaman sınıf mücadelesinin önceliğini vurgulamak olmuştu:
 
“Marks, küçük-burjuva demokratlardan farklı olarak, istisnasız bütün demokratik istemleri mutlak bir şey değil, burjuvazinin güdümündeki halk yığınlarının feodalizme karşı savaşımının tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu istemlerin içinde bir teki bile yoktur ki, belirli koşullar altında burjuvazinin elinde işçileri aldatmak için bir araç görevi yerine getirmesin, getiremesin ve fiilen getirmiş olmasın. Siyasal demokrasinin istemlerinden bir tekini bu bakımdan ayırt etmek, özellikle de ulusların kaderlerini tayin etme hakkını ele alıp, geri kalan demokratik istemlerin karşısına dikmek, teoride temel bir yanlıştır. Pratikte proletarya, ancak, cumhuriyet istemi dahil, tüm demokratik istemler uğruna savaşımını, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci savaşıma bağımlı kılarsa, kendi bağımsızlığını koruyabilir.” (5. Tez, 1916)
 
Buradan yola çıkarak Lenin, ulusların kendi kaderini tayinine dair pozisyonunu, somut olarak işçi sınıfının uluslararası birliğini savunma ihtiyacını ve proletaryayı ‘ezen’ ve ‘ezilen’ uluslar olmak üzere iki safa ayıran teorik kavramsallaştırmasına dair devrimcilerin duyduğu büyük endişeyi birleştirecek bir biçimde düzenledi. Bu, ona göre, “en zor ve önemli görev” idi. Dolayısıyla bir yandan ‘ezen’ ulusların proletaryası ‘kendi’ emperyalizmi tarafından ezilen sömürgelerin ve ufak ulusların ayrılma özgürlüğü talep etmek zorundayken;
 
“...ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dahil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar. Bu olmadan, burjuvazinin her türden entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız siyaseti savunulamaz ve işçi sınıfı, öteki ülkelerin işçileriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştiremez.” (4. Tez)
 
Bu gün ulusal kurtuluş hareketlerinin ‘Leninist’ destekçilerinin ağzından bu lafları ne kadar duyabiliyoruz? Lenin bir hayli açıkça, somut örgütsel ifadesiyle birlikte proletaryanın sınıf birliğinin olmaması durumunda, işçi sınıfının düşman sınıfa karşı bağımsızlığını savunamayacağını söylüyordu. Bu durumda sınıf mücadelesi, gerçekte emperyalizmin yalnızca dünya pazarından bir dilim kapma mücadelesi olup, işçileri uğruna kurbanlık koyun gibi savaş mezbahalarına gönderen ulusal mücadelenin arka planına atılırdı. Pratikte bu, Komünist Manifesto’nun en temel parolası olan “İşçilerin vatanı yoktur, dünyanın bütün işçileri, birleşin!” sloganını “Sözde ezilen ulusların işçileri, anavatanınızı savunun!” gibi bir slogana dönüştürürdü.
 
İşte günümüz sol kapitalistleri, Lenin’in görüşlerinin bu çift yönlü unsurunu görmezden gelmeye veya gizlemeye çalışmaktadır. Bu tavır, proletarya enternasyonalizminin savunusunun merkezindedir, zira hala, ne kadar çarpık ve pratik bir biçimde olursa olsun, bütün dünya işçi sınıfının çıkarları açısından olaya bakmaktadır.
 
Lenin diğer yazılarında milliyetçi hareketlere soyut veya eleştirel olmayan bir biçimde yaklaşmayı reddetmiştir: “her demokratik istem kaçınılmaz olarak kötüye kullanılabilir; biz, ne "her türlü" bağımsızlık savaşımını desteklemeye zorunluyuz, ne de "her türlü" cumhuriyet uğruna ya da kilisenin nüfuzuna karşı savaşını.” (Tartışmanın Özeti) Sınıf mücadelesinin genel çıkarları, şu veya bu milliyetçi harekete destekle çelişebilirdi: “Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz...” (ibid)
 
Mesela Lenin, Marks’ın 19. yüzyılda Çek milliyetçiliğini kullanmayı reddedişinden, eğer proleter devrim birkaç büyük Avrupa devletinde galip gelirse, devrimcilerin gericiliğin üsleri olarak hareket eden diğer kapitalist uluslara karşı ‘devrimci savaş’tan yana olmaları, yani o ülkelerin sınırlarından ne tür ulusal kurtuluş mücadeleleri yükselirse yükselsin onları bastırmaktan yana olmaları gerektiği dersini çıkarmıştı.
 
Lenin için milliyetçi hareketlerin sınıf mücadelesine karşı emperyalist güçlerin bir silahı olarak kullanılması bir ihtimal iken, Lüksemburg ve Bukharin için bu kapitalizmin emperyalist evresinin genelleşmiş ve zorunlu bir olgusuydu.
 
Zimmerwald solu içerisindeki tartışmaya dair bazı sonuçlar
 
Temel yöntemlerinin yanı sıra, Zimmerwald Solu içerisindeki tartışmanın bütün katılımcıları, sıkça görmezden gelinen veya ulusal hareketleri destekleme ihtimaline dair tartışmalarda formalite icabı üstün körü değinilen bir konuda kesinlikle hemfikirdiler: yalnızca işçi sınıfının mücadelesi insanlığın ezilen kitlelerine her hangi bir gelecek öneriyordu. Lenin’in en kafası karışık yorumlarında bile çöken kapitalizmin şiddetli proletarya devrimi dışında bir biçimde yok edilebileceği ilan edilmiyordu. Lenin, Bukharin, Lüksemburg ve diğerlerinin ortaya attığı temel kaygı, ulusal mücadelelerin kapitalizmin nihai krizini getirmeye katkıda bulunup bulunamayacağı, yani emperyalizmin çürüyen bütününü zayıflatmaya yardım ederek devrimci mücadelenin çıkarlarına olup olmayacağı, eğer olabilecekse ne derece olabileceğiydi.
 
Tartışmanın temel çerçevesinde yoğun olarak anlaşılmasına rağmen, işçi hareketinin ciddi bir kesimi bu konuda geçmişteki teori ve pratikten tamamen kopmanın daha gerekmediğini, doğru olmayacağını savunuyordu. Lenin’e işçilerin milliyetçi hareketleri desteklemekten dolayı kaybedecekleri bir şey yokmuş gibi geliyordu, zira o hepsinin kapitalizmin yok edilmesi yönünde ilerlediklerini düşünüyordu. Günümüzde, işçilerin milliyetçi kesimlerin elinde katledilişinin sayısız örneğiyle karşı karşıya olan bizlerin elinde, sınıf mücadelesi ve milliyetçiliğin bütün türlerinin hiçbir biçimde birleşemeyeceği sonucunu çıkartarak bu tartışmaya kendi hayati katkımızı yapmamıza imkan verecek miktarda kanıttan çok daha fazlası var. Milliyetçilik, her zaman işçi mücadelesine karşı düşmanın ellerinde bulunan bir silahtır.
 
Cesurca ve kararlılıkla o dönemde gerçekten geçmişten temiz bir biçimde kopmanın gerekliliğini savunan devrimciler, proletaryanın içerisinde yaşadığı ve savaştığı dünyayı anlama çabasının öncü kolunu oluşturuyorlardı. Onların katkıları ve özellikle Rosa Lüksemburg’un bütün emperyalizm meselesine ve kapitalizmin ölümcül krizine dair teorisi, hala daha kapitalizmin çöküş evresinde devrimcilerin yürüteceği çalışmalar için esas köşe taşlarından bir tanesidir.
 
Ulusal soruna dair Lenin’in pozisyonuna gelince, herkesin bildiği üzere bu pozisyon bütün gerici ‘ulusal kurtuluş’ savaşlarını haklı çıkartmak amacıyla burjuvazi tarafından yağmalanmış durumda. Sermayenin solunun, emperyalist savaşlara katılımı marksist yazıları kullanarak haklı çıkartmak amacıyla Lenin’in, zaten kapıdan kovulan burjuva ideolojisinin köşe taşlarından biri haline gelmiş bir unsurunu bacadan içeri almaya olanak tanıyacak kadar zayıflık içeren çalışmalarını kullanması bir kaza değildi.
Şüphesiz Lenin, uğruna çok fazla çalıştığı, hayatını adadığı proleter devrimin yenilgisinin ardından burjuvazinin sözlerini çarpıtışından sorumlu tutulamaz. Lenin’i her zaman sadece marksizmi kendi iktidar mücadelesini haklı çıkartmak için kullanan bir burjuva politikacısı olarak gören anarşistlere ve liberterlere, burjuva karşı-devriminin Lenin’in katıldığı tartışmanın bütün çerçevesini nasıl saptırdığını ve katkısını devrimci marksist içeriğinden arındırmak için savunduğu belli hayati ilkelerin nasıl gizlendiğini ortaya koyarak yanıt verebiliriz.
 
Fakat bunu söylemekle birlikte, Bordigistlerin aksine, geçmişin hatalarına gözlerimizi kapamak gibi bir niyetimiz yok. Yukarıda belirtilen pek çok noktada, Lenin’in o dönemde bu konudaki çalışmalarında mevcut olan pek çok tehlikeli zayıflığı ve belirsizliği, bugün net sınıf ilkelerini savunmak için kesin olarak reddetmek gerektiğini görüyoruz.
 
Devrimci Dalga Yıllarındaki Tartışma ve Günümüz İçin Dersler
 
Son olarak devrimci hareketin en önemli sınanma anını incelemek istiyoruz: Rus işçilerinin 1917’de iktidarı ele geçirmesiyle Komünist Enternasyonal’in 1920’deki İkinci Kongresine; kapitalizmin yok oluşu doğrultusundaki ilk iyimser adımdan, işçi mücadelelerinin yenilgisinin ve Rusya’daki hareketin yozlaşmasının ilk işaretlerinin ortaya çıktığı dönemi incelemek istiyoruz.
 
Bu yıllarda Bolşeviklerin ulusların kendi kaderini tayinine dair hataları uygulamaya konuldu ve müttefik arayışı içerisindeki genç Komünist Enternasyonal, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerine dair oportünist bir doğrultu belirledi. Komünist Enternasyonal bu dönemde hala devrimci bir güç olsa bile burjuva karşı devrimine teslimiyetinin ilk ölümcül adımlarını çoktan atmıştı. Bu durum sadece bugün aynı hatalara düşmemek için devrimci saflardaki pek çok kişinin anlamayı hala başaramadığı bu proleter tecrübenin eleştirisini yapma gerekliliğinin altını çizmektedir.
 
Pratikte ‘kendi kaderini tayin’ hatası
 
1917’de Rusya’da proletarya diktatörlüğünün oluşturulması, somut olarak şu soruyu ortaya attı: hangi sınıf hükmediyor? Dünya çapındaki sovyet iktidarının karşısında, burjuvazi, ulusal arzuları ne olursa olsun, bir sınıf olarak hayatta kalma mücadelesiyle karşı karşıya kalmıştı artık. Eski Çarlık imparatorluğunun en uzak köşelerinde bile, tarihin ortaya attığı mesele sınıfların yüzleşmesiydi – ‘demokratik haklar’ veya ‘burjuva devriminin tamamlanması’ değil. Milliyetçi hareketler, proleter tehlikeyi yok etme mücadelelerinde emperyalist güçlerin piyonları olmuşlardı:
 
Bu sınıf savaşının ortasında, Bolşevikler kısa bir süre içerisinde ulusların kendi kaderini tayininin sınırsız biçimde kabulünün yalnızca karşı devrime hizmet edeceğini fark etmişlerdi: 1917 kadar erken bir tarihte bile, bağımsızlığına kavuşan Ukrayna’ya bu bağımsızlığın yalnızca Fransız emperyalizmiyle ittifak yapması ve proletaryaya karşı savaşması için verildiği gözlemlenebiliyordu. Bolşevik Partisi içerisinde gördüğümüz üzere bu politikaya karşı “Bütün sınırları kaldıralım!” sloganını öne süren, Bukharin ve Piatakov’un başını çektiği ve Dzerzhinsky, Lunacharsky ve diğerlerini içeren güçlü bir muhalefet vardı. Lenin’in etkisi altında ortaya çıkan sonuç, bir uzlaşma oldu: her ülkenin işçi sınıfının kendi kaderini tayin etmesi. Bu yine de politikanın çelişkisini yeteri kadar içeriyordu.
 
Ukrayna’daki Parti’de çoğunluğa sahip olan Piatakov’un etrafındaki grup bu uzlaşmaya karşı çıktı ve ulusal temelde parçalanmaya karşı sınıfsal birliği korumak için Komünist Enternasyonal’deki bütün proleter kuvvetlerin merkezileşmesi çağrısında bulundu. Lenin, o zaman Sol Bolşeviklerin bu argümanıyla dalga geçti, fakat Rus devriminin daha sonra gelişen yozlaşmasını göz önünde bulundurursak, Sol Bolşeviklerin ortaya attığı proletarya enternasyonalizmi vurgusu iki katı hayati öneme sahipti. Lenin onların görüşlerini ‘Büyük Rus şovenizmi’ olarak kınadığında, aslında başlangıç noktaları dünya devriminin çıkarları olması gereken devrimcilerin rolüne dair ulusal bir görüntü ortaya koyuyordu.
 
Bolşevik politikasının felaket getiren etkileri Çarlık imparatorluğunun en gelişmiş kapitalist kesimlerinde en net biçimleriyle kendilerini gösterdi ve Rosa Lüksemburg da pratikte ulusların kendi kaderini tayin uygulamasına karşı (katledilmesinden sonra yayınlanan) saldırısını buralara odakladı. Hem Polonya, hem de Finlandiya’da proleter devrimden korkan bir hayli gelişmiş milliyetçi burjuvaziler vardı. İkisi de bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz var oluşlarını emperyalist güçlerin desteğine dayamışlardı. Ulusların kendi kaderini tayini sloganı altında bu ülkelerin burjuvazileri işçileri ve komünistleri katlettiler, sovyetleri dağıttılar ve bölgelerini emperyalizmin ve gerici beyazların orduları için bir üs olarak kullanıma açtılar.
 
Lüksemburg, bütün bunları savaştan önce Lenin’e karşı yaptığı polemiğin acı bir biçimde doğrulanışı olarak gördü:
 
“Bolşevikler askeri yenilginin Rusya’nın yıkılması ve parçalanmasına dönüşümünden kısmen sorumlular. Dahası Bolşeviklerin kendileri, büyük ölçüde, durumun nesnel zorluklarını politikalarının alnına yerleştirdikleri bir sloganla, sözde halkların kendi kaderini tayin hakkı veya – slogandan gayet açıkça anlaşıldığı üzere Rusya’nın parçalanması – ile keskinleştirdiler... Lenin ve yoldaşları, şüphesiz ‘ayrılma’ noktasına kadar ulusal özgürlüğün savunucuları olarak Finlandiya, Ukrayna, Polonya, Litvanya, Baltık ülkeleri, Kafkas ülkeleri gibi daha birçok ülkeyi Rus devriminin sadık müttefiklerine dönüştüreceklerini düşünmüşlerdi, fakat biz bunun tam tersi bir manzaraya tanık olduk. Ardı ardına bu ‘uluslar’ yeni kazanılmış özgürlüklerini Rus devrimine karşı, onun ölümcül düşmanları olarak Alman emperyalizmiyle müttefik olarak kullandılar ve hatta karşı-devrim bayrağını Rusya’nın kendisinin içine taşımaya teşebbüs ettiler.” (Rus Devrimi)
 
Ulusların kendi kaderini tayininin özellikle 1917’den sonra uygulamaya konuldu. Lenin’in emperyalizmin zayıflamasına katkı yapmak yönündeki asıl niyetleriyle uygulaması sonucu, proleter devrime karşı, burjuvazinin işçi sınıfı mücadelelerini ulusal savaşlara ve kıyımlara aktardığı siperlerin oluşumu arasındaki çelişkiyi gözler önüne serdi. Dolayısıyla bu tecrübenin bilançosu katı bir biçimde olumsuzdur.
 
Üçüncü Enternasyonal’in İlk Kongresi
 
Üçüncü (Komünist) Enternasyonal, 1919’da İlk Kongresi için yaptığı çağrıda kapitalizmin çöküş evresine girişini, “...bütün dünya kapitalist düzeninin dağılma ve çöküş çağı”nın başlangıcını duyurdu.
 
Komünist Enternasyonal, işçi sınıfı için net bir enternasyonal perspektif ortaya koydu: kapitalist düzenin tamamı artık ilerici değildi ve işçi konseyleri veya sovyetlerde örgütlü işçilerin kitlesel eylemleri tarafından yıkılmalıydı. Rusya’da sovyetlerin siyasi iktidarı ele geçirişiyle başlayan dünya devrimi, somut olarak kapitalist devletin yıkılmasının o anın gündeminde olduğunu gösteriyordu.
 
Çalışmalarının ilk yılında, Komünist Enternasyonal, ulusal kurtuluş mücadelelerine veya ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkına’ özel olarak atıfta bulunmadı. Onun yerine, açıkça enternasyonal sınıf mücadelesi ihtiyacını vurguladı. Komünist Enternasyonal emperyalist savaşı ürpertici bir biçimde durduran ve kısa bir süre öncesine kadar birbirleriyle savaşan burjuvaziyi bu proleter tehlikeyi ortadan kaldırma çabalarında birleşmeye zorlayan uluslararası devrimci dalganın doruk noktasında doğmuştu. Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Amerika gibi kapitalist merkezlerdeki sınıf mücadelesi, Enternasyonal’in dünya devriminin ihtiyaçlarını açıklaştırma çabalarını devasa bir biçimde teşvik etmişti ve bu nedenle de Birinci Kongre’nin temel metinleri pek çok açıdan Komünist Enternasyonal’in netliğinin zirvesini ifade etmekteydi.
 
Komünist Enternasyonal’in “bütün dünya proletaryasına” hitaben yazılmış manifestosu, ulusal soruna dair çok geniş ve tarihsel bir tanım ortaya koyarak “Kapitalist gelişime güçlü bir teşvik vermiş olan ulus devlet, artık üretici güçlerin daha fazla gelişimi için çok dar kalmıştır” diyerek başlıyordu. Bu perspektifle, iki özel sorunu ele aldı:
 
-Avrupa’nın yalnızca göstermelik bir bağımsızlığa sahip olan ve savaştan önce emperyalist güçler arasında kesintisiz zıtlaşmalara dayanan ufak, ezilen ulusları. Bu ulusların şimdi kendi emperyalist konumları vardı ve onları ‘ulusal kader tayini’ sloganı altında ezen ve kullanan Batı emperyalizminin verdiği güvencelere dayanıyorlardı: “Ufak halklara yalnızca, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulus devlet engelinden kurtaracak olan proleter devrim tarafından özgürce var oluş fırsatının güvencesi verilebilir.”
 
- Ufak uluslar gibi, emperyalizm için savaşmak üzere savaşa çekilmiş olan sömürgeler. Bu keskin bir biçimde onların büyük güçler için kurban edilecek insan sağlayıcısı rolünü ortaya koydu ve Hindistan, Madagaskar, Çin Hindi gibi yerlerde açık ayaklanmalara yol açtı. Yine, Manifesto şunu vurguladı:
 
“Sömürgelerin kurtuluşu yalnızca büyük şehirlerdeki işçi sınıfının kurtuluşuyla birleşik olarak mümkündür. Yalnızca Annam’ın, Cezayir’in ve Bengal’in işçileri ve köylüleri değil, ayrıca İran’ın ve Ermenistan’ın işçi ve köylüleri de bağımsız var oluş fırsatlarına yalnızca İngiltere ve Fransa işçileri Lloyd George ve Clemenceau’yu devirip devlet iktidarını ellerine aldıklarında kavuşacaklar... Afrika ve Asya’daki sömürgelerdeki köleler! Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün oluşturulduğu vakit, sizin kurtuluşunuzun da vakti olacaktır!”
 
Komünist Enternasyonal’in mesajı ortadaydı. Bütün dünyadaki kitlelerin kurtuluşu, yalnızca proleter devrimin zaferiyle gelebilirdi ki onun anahtarı da en kuvvetli ve deneyimli işçi yoğunluğuna sahip Batı Avrupa kapitalist merkezlerindeki işçi mücadeleleriydi. Kitleler için az gelişmiş ülkelerde ileri giden yol “işçi sovyetleri bayrağı altında, iktidar ve proletarya diktatörlüğü için devrimci mücadele bayrağı altında, Üçüncü Enternasyonal’in bayrağı altında” birleşmekti.
 
Kapitalizmin çöküş evresine girdiğinin kabul edilmesine dayanan bu kısa ifadeler, bugün bile netlik ışıkları olarak parıldamaktalar. Fakat devrimci dönemde proletaryanın ve onun partisinin izleyeceği tutarlı bir stratejiyi temsil etmekten uzaklar. O dönemde ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf doğasına dair hayati sorunu netleştirmek hala gerekliydi, ayrıca işçi sınıfının, proletaryanın dünya burjuvazisine karşı savaşında tarafına çekmesi gereken gelişmemiş ülkelerdeki ezilen kitlelere ve sömürücü olmayan kesimlere dair tutumunu da açıklığa kavuşturmak gerekliydi.
 
Bu sorunlar 1920’de Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi tarafından ele alındı. Fakat bu kongrede, çok daha geniş bir katılımla ve daha derin tartışmaların gerçekleşmesiyle, Rus devriminin derslerinin ve devrimcilerin merkezileşmiş, disiplinli bir örgütünün olması ihtiyacının somutlaştırılması yönünde pek çok ilerlemeye tanık olmuş olsa da, bu kongrede Birinci Kongrede ulaşılan netlikten gerilemenin ilk ciddi işaretlerini, yani genç Komünist Enternasyonal’de oportünizm ve merkezciliğe doğru ilk eğilimleri de gördük. İkinci Kongrenin çalışmalarının bilançosunu çıkarma yönündeki bütün çabalar, devrimci dalga durulmaya başladığında ölümcül olduğu ortaya çıkacak olan bu hatalardan başlamalıdır.
 
Oportünizm, Rusya’daki devrim üssündeki yalıtılmışlık ve yorgunluk koşulları içerisinde köklenmeyi başarmıştı. Birinci Kongre zamanında bile Almanya’daki devrim Liebknecht ve Lüksemburg gibi kişilerin ve onların yanı sıra 20,000’den fazla işçinin katledilmesiyle ciddi bir yara almıştı, fakat yine de hala burjuvaziyi devirme tehlikesini ortaya atan devrimci mücadeleler Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. İkinci Kongre için delegeler toplandığı zamanda ise, güçler dengesi zaten önemli ölçüde burjuvazinin tarafına kaymaya başlamıştı ve Rusya’daki Bolşevikler dünya kapitalizminin hızla yenilmesi yerine uzun vadeli bir kuşatmaya dair ihtimalleri düşünmeye zorlanıyorlardı. Dolayısıyla, Birinci Kongrede vurgu devrimin Batı Avrupa’daki yakınlığı iken, İkinci Kongre şu meseleleri vurguladı:
  • Dünyanın her yerinde sovyet hareketini örgütleme sorunu;
  • Rusya’daki devrimci üssün savunmasını inşa etme ihtiyacı.
Kıtlığın ve iç savaşın sert zorunluluklarını omuzlarında hisseden Bolşevikler, Komünist Enternasyonal’in aslen ortaya koymuş olduğu netlikten feragat etmeye başlamışlardı. Avrupa’da proleter üssüne mümkün olan en yüksek düzeyde destek verebilecek ‘kitle partileri’ inşa etmek amacıyla şüpheli ve hatta aralarında İkinci Enternasyonal’in harabeleri de bulunan apaçık burjuva unsurlarla ittifak yapmışlardı. Az gelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri arasında muhtemel destekçiler bulma aracılığı da bu ışıkta değerlendirilmeli.
 
Bu oportünist doğrultunun kılıfı, Enternasyonal içerisinde sol kanata karşı Lenin’in ünlü ‘Sol-Kanat’ Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitapçığında ilan edilen savaştı. Bununla birlikte, İkinci Kongre’de yaptığı açılış konuşmasında Lenin hala “Oportünizm esas düşmanımızdır... Komünizmin ‘sol’ eğiliminin hatalarının düzeltilmesi, buna kıyasla çok daha kolay olacaktır” vurgusunu yapıyordu. Buna rağmen, sınıf mücadelesinin gerilediği bu dönemde, bu taktik yalnızca daha fazla oportünizme kapıyı açarken onun en uzlaşmaz rakiplerini, sol kanadı zayıflatmıştı. Pannekoek’in anarşist Musham’a yazdığı gibi:
“Kongreyi, tahammülsüz olmaktan değil, fazla tahammüllü olmaktan suçlu görüyoruz. Üçüncü Enternasyonal’in liderlerine bizi dışarıda bıraktıkları için sitem etmiyoruz; onları mümkün olan en fazla sayıda oportünisti aralarına almayı umdukları için kınıyoruz. Eleştirimizde, kendimizle değil, komünizmin taktikleriyle ilgiliyiz; komünistler topluluğundan dışlanmış olduğum gibi ikincil bir sorunu eleştirmiyoruz, Üçüncü Enternasyonal’in Batı Avrupa’da izlediği yanlış ve proletaryaya felaket getiren taktiğe dair birincil sorunu eleştiriyoruz.” (Die Aktion, 19 Mart 1921)
 
Bu söylenilenlerin Komünist Enternasyonal’in ulusal kurtuluşa dair pozisyonuna dair de aynı ölçüde doğru oldukları kanıtlanmıştı.
 
İkinci Kongre: Oportünizm esas düşmanımızdır
 
İkinci Kongrenin benimsediği Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler, ilkeli enternasyonalist pozisyonlarla ve burjuvazinin lanetlenmesi ile az gelişmiş ve geri ülkelerdeki ‘ulusal-devrimci’ hareketlerin desteklenmesini zorlanarak uzlaştırma çabasını ortaya koyuyordu:
 
“Burjuva boyunduruğunu söküp atmaya dönük proleter savaşımın şampiyonu olan komünist partisi, burjuva demokrasisiyle savaşma, onun yanlışlığını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyma şeklindeki temel görevine uygun olarak, siyasetini, ulusal sorunda da, soyut ve biçimsel ilkelere değil, ama birincisi, tarihsel özel durumun ve hepsinin üstünde ekonomik koşulların doğru bir değerlendirmesine dayandırmalıdır. İkincisi, siyasetini, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla genel ulusal çıkar kavramı, yani egemen sınıfın çıkarları, arasında yapılacak açık bir ayrım üzerine oturtmalıdır. Üçüncüsü, küçücük bir zengin ve ileri kapitalist ülkeler azınlığının, dünya nüfusunun geniş çoğunluğunu sömürgesi haline getirmesi ve mali yönden köleleştirmesini, yani finans-kapital ve emperyalizm çağının karakteristik bir özelliğini önemsememeye çalışan burjuva-demokratik yalanları göğüslemek üzere komünist partisi, siyasetini, ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile ezen, sömüren, egemen uluslar arasında aynı biçimde yapılacak açık bir ayrıma dayandırmalıdır.” (İkinci Tez)
 
Bu Komünist Partinin temel görevini burjuva demokrasisine karşı mücadele olarak ortaya koyuyordu. Komünist Enternasyonal’in pek çok başka metninde de bu noktaya değiniliyordu. Bu görüş, marksist yaklaşım için elzemdi. İkinci vurgu ise yalnız burjuvaziye ait olan ‘ulusal çıkarlar’ın reddine dairdi. Komünist Manifesto’nun yalnızca yetmiş yıl önce en derin netlikle duyurduğu üzere, işçilerin savunacak vatanları yoktur. Kapitalist toplumdaki en temel çelişki burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadeledir. Bu tek başına kapitalizmin yıkılması ve komünizmin yaratılması yolundaki devrimci dinamiği sağlamaktadır ve bu tarihsel çıkarlar ayrımını bulandırma yönündeki bütün çabalar, bilinçli olsun olmasın, hakim sınıfın çıkarlarını savunmaktadır.
 
İşte İkinci Tezdeki, dünya emperyalizminin içerisinde bulunduğu durumun -ki bu az gelişmiş ülkelerin çoğunluğunun yüksek düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerin azınlığı tarafından acımasızca yağmalanması idi- basit bir tanımı olan ve çok daha belirsiz bir biçimde yapılmış üçüncü vurguyu bu temelde anlamamız gerekli. ‘Ezilen ülkelerde’ bile proletaryanın savunacağı ‘ulusal çıkarlar’ yoktu. Yurtseverliğe karşı mücadele, işçi hareketinin kırılmaz bir temel ilkesiydi ve dahası bu Tezler sınıf mücadelesinin birincil önemini de vurguluyorlardı:
 
“Bu temel önermelerden çıkarılacak sonuç şu: Komünist Enternasyonalin ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm siyaseti, her şeyden önce bütün ulusların proleterleri ile emekçi yığınların, toprak sahipleri ile burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak devrimci bir savaşım için daha yakından birlik kurmaları esasına dayanmalıdır.” (Dördüncü Tez, bizim vurgumuz)
 
Öte yandan, ezilen ve ezen uluslar arasındaki ayrıma dair vurguda bir belirsizlik vardı. Bu belirsizlik, sonrasında proletaryanın az gelişmiş ülkelerde emperyalizmi ‘zayıflatmak’ uğruna ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri doğrudan desteği haklı çıkartmak için sömürülmüştü. Yani bir yandan Komünist Partiler “önce proleterleri sonra da tüm emekçi nüfusu, burjuvaziye karşı savaşımda birleştirerek, ulusların gerçek eşitliğini güven altına alabilecek tek sistemin sovyet sistemi olduğunu netleştirmeli” idi, fakat diğer yandan da “komünist partilerin bağımlı ve yoksun uluslardaki ve sömürgelerdeki devrimci hareketlere doğrudan doğruya yardım etmeleri” gerekliydi. (Dokuzuncu Tez)
 
Burada bir belirsizlik daha ortaya çıkıyor: Bu ‘devrimci hareketin’ sınıfsal niteliği tam olarak nedir? Bu geri ülkelerdeki yeni gelişen proletaryanın siyasi saflarına yapılmış bir atıf değil midir? Seçilen kelimelere dair tezlerin tamamında gözlemlenebilen rahatsızlık aynı şekilde bazen ‘devrimci kurtuluş’ hareketlerinden bazen ise ‘ulusal kurtuluş’ hareketlerinden bahsedilmesinde de göze çarpmaktadır. Ayrıca bu doğrudan desteğin gerçek biçimi de mevcut olduğu yerlerdeki bireysel Komünist Partilere bırakılmıştır.
 
Onbirinci Tezde, hiç değilse böylesi bir desteğin tehlikelerinin kabul edildiğini görüyoruz. “Geri ülkelerde burjuva-demokratik kurtuluş eğilimlerine komünist bir görünüş verme çabalarına karşı kesinlikle kararlılıkla mücadele etmek gereklidir. Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkaracak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır” uyarısı yapılıyordu.
Buradaki maddi mesele, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin hala ilerici bir niteliğe sahip olup olmadığıydı. Burjuva demokratik devrimleri çağının Afrika, Asya ve Uzak Doğu’da kesin olarak bittiği net olarak anlaşılamamıştı. Savaş sırasında ‘ulusların kendi kaderini tayini’ sloganına karşı çıkan komünistler bile sömürgeler konusunda bir istisna yapıyorlardı. Proletaryanın tecrübesi, dünyanın en uzak köşelerinde bile kapitalizmin yükselişinin sona erdiğini ve sömürgelerin burjuvazisinin bile yalnızca ‘kendi’ proletaryasına karşı dönerek hayatta kalabileceğini henüz kesin olarak ortaya koymamıştı.
 
Fakat İkinci Kongrenin en ciddi başarısızlığı, bu sorunu açık tartışmaya koymamaktı, özellikle az gelişmiş ülkelerden komünistlerin büyük çoğunluğu sömürgelerde bile burjuvaziye en ufak destek verilmesine karşıyken.
 
Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Komisyonu içerisinde Hint komünist Manabendra Nath Roy’un öne sürdüğü ‘Ek Tezler’e dair bir tartışma ortaya çıkmıştı. Roy Lenin’in ve Komünist Enternasyonal çoğunluğunun pek çok görüşünü paylaşmasına rağmen, kapitalist düzeni muhafaza ederken siyasi bağımsızlık elde etmeye çalışan burjuva milliyetçi hareketlerle fakir köylülüğün çıkarları arasındaki büyüyen çelişkinin altını çiziyordu. Roy, Komünist Enternasyonal’in en önemli görevini: “İşçi ve köylülerin, devrime önderlik etmesi için ve sovyet iktidarının sağlanmasına ön ayak olması amacıyla kendi komünist örgütlerini kurması” olarak görüyordu: “Böylece geri ülkelerdeki halk kitlelerine komünizm, kapitalist gelişim ile değil gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın liderliği altında sınıf bilincinin gelişimiyle getirilecekti.” (Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorununa Dair Ek Tezler)
 
Roy’a göre bu, milliyetçi burjuva hareketlerinin egemenliğine karşı bir mücadeleyi içermekteydi.
 
Tezlerinin kanıtı olarak Roy, Hindistan, Mısır, Endonezya ve Çin’deki, proletaryanın büyümesini beraberinde getiren aşırı hızlı sanayileşmeyi örnek veriyordu; Hindistan’da devasa bir grev dalgası gerçekleşmiş, sömürülen kitlelerin milliyetçilerin kontrolü dışında bağımsız bir hareketi gelişmişti.
 
Komisyondaki tartışma, Komünist Enternasyonal’in ilkesel olarak geri ülkelerdeki milliyetçi burjuva hareketlerini desteklemesinin doğru olup olmadığına dairdi. Emperyalist burjuvazinin de faal olarak bu hareketleri kendi gerici amaçları uğruna cesaretlendirdiğine dair de bir miktar anlayış vardı. Lenin Kongreye yaptığı açılış konuşmasında bunu doğrulamıştı:
 
“Sömüren ülkelerin burjuvazisi ile sömürgelerin burjuvazisi arasında belli bir anlaşma ortaya çıktı, öyle ki ezilen ulusların burjuvazisi, sıkça, hatta belki çoğunlukla, emperyalist burjuvaziyle belli bir anlaşma içerisinde, bu demek ki onunla birlikte bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı savaşıyor.” (İkinci Kongre, bizim vurgumuz)
 
Fakat Komisyondaki fikir ayrılığına bulunan ve Roy’un da kabul ettiği ‘çözüm’, ‘burjuva demokratik’ tabirinin yerine ‘ulusal devrimci’ tabirini kullanmak oldu:
 
“Bu konudaki nokta şu ki biz, komünistler olarak, sömürge ülkelerdeki burjuva özgürlük hareketlerini yalnızca bu hareketler gerçekten devrimcilerse ve yalnızca temsilcileri bizim köylülüğü devrimci bir biçimde desteklememize karşı değillerse destek olacağız. Eğer bu iyi değilse, o zaman oradaki komünistlerin reformist burjuvaziye karşı savaşmak görevleri de vardır...” (ibid, bizim vurgumuz)
 
Milliyetçi hareketlere herhangi bir destek vermeye dair Komünist Enternasyonal’deki yüksek düzeydeki huzursuzluk göz önünde bulundurulduğunda, bu bir meseleyi geçiştirme çabasıydı, yani merkezcilikti. Kullanılan terimlerdeki değişiklik gerçek durumla bağlantılı değildi ve yalnızca kapitalizmin çöküş evresine girişinin sunduğu, burjuvazinin ulusal çıkarlarına karşı enternasyonal sınıf mücadelesi ile sınıf mücadelesinin burjuva ve onun karşı-devrimci milliyetçi hareketlerinin geri planına itilmesi arasındaki tarihsel ikilemi bulanıklaştırıyordu. Az gelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine destek ihtimalinin Komünist Enternasyonal’deki merkezci çoğunluk tarafından kabul edilmesi, daha açık oportünizm biçimlerinin yolunu açıyordu.
 
Bakü Kongresi ve oportünizmin sonuçları
 
Bu oportünist eğilim İkinci Kongre ertesinde sertleşti. İkinci Kongresinin hemen ardından Bakü’de Doğu Halkları Kongresi gerçekleştirildi. Bu kongrede Komünist Enternasyonal liderleri burjuva milliyetçisi hareketlere desteklerini yeniden ortaya koydu ve üstüne bir de İngiliz emperyalizmine karşı ‘kutsal cihat’ çağrısı yapacak kadar ileri gittiler.
 
Proletaryanın dünya partisinin izlediği politikalar, artan bir biçimde dünya devriminin çıkarları yerine Sovyet Cumhuriyetinin savunulmasına bağlı çıkarlar tarafından belirlenir hale geliyordu. İkinci Kongre bunun Komünist Enternasyonal için esas doğrultu olduğunu ortaya koymuştu. Bu doğrultuyu izleyen Bakü Kongresi, özellikle Rusya’yı çevreleyen ve İngiliz emperyalizminin etkisini arttırarak Rusya’daki devrimci üsse yeni silahlı müdahalelerde bulunması için yeni sıçrama tahtaları olabilecek ülkelerdeki ulusal azınlıklara hitap ediyordu.
 
Kongredeki hoş konuşmalar, Avrupa proletaryasıyla Doğu’nun köylüleri arasında dayanışma bildirgeleri ve sovyetlere ve devrime duyulan ihtiyaca dair resmi olarak doğru olan pek çok ifade, ayrım yapmadan milliyetçi hareketleri desteklemeye doğru giden oportünizmi gizlemek için yeterli değildi:
 
“Yoldaşlar, Doğu halklarının, onlara büyük fatihlerinin yönetimi altında Avrupa’ya ilerleme ilhamı veren savaş-sever hislerine hitap ediyoruz. Biliyoruz, yoldaşlar, düşmanlarımız diyecekler ki İslam’ın büyük fatih Halife’lerinin anısına hitap ediyoruz. Fakat eminiz ki dün (yani Kongrede – Enternasyonal Bakış) siz hançerlerinizi ve tabancalarınızı fetih hedefleriyle Avrupa’yı bir mezarlığa dönüştürmek için çekmediniz – onları, bütün dünya işçileriyle birlikte yeni bir medeniyet, özgür işçinin medeniyetini yaratmak için çektiniz.” (Radek, Bakü Doğu Halklar Kongresi, New Park, 1977, s. 51-52)
Kongrenin yayınladığı Manifesto, Doğu halklarına “Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında ilk gerçek kutsal cihata”, başka bir değişle “ortak düşman olan İngiliz emperyalizmine” karşı bir cihatakatılmaları yönünde çağrılarla bitiyordu.
O zamanda bile, utanmaz bir şekilde ortaya konan gerici milliyetçilikle proletarya enternasyonalizmini uzlaştırma çabalarına karşı bir tepki vardı. Lenin’in kendisi ‘milliyetçiliği kızıla boyamaya’ karşı uyarılarda bulunmuştu. Roy, Kongre’yi anlamlı bir biçimde daha gerçekleştirilmeden eleştirmiş ve “Zinovyev’in Sirki” olarak adlandırdığı kongreye gitmeyi reddetmişti, Amerikan sol-kanat komünist John Reed de sertçe kongredeki “demagoji ve gösterişi” eleştirmişti.
Öte yandan, bu tepkiler izlenilen oportünist doğrultunun kökenlerini ele almayı başaramadı, ve oportünizmin daha açık ifadeleriyle merkezci bir uzlaşma alanında kaldılar ve bir dizi hatayı barındıran İkinci Kongre Tezlerinin arkasına saklanmaya devam ettiler.
 
1920’de bile bu oportünist doğrultu, Türkiye’de Mustafa Kemal’in milliyetçi burjuva hareketine verilen bir desteği içermekteydi, ki bu destek, onun Sultan’ın dini gücüne destek vermesine rağmen esirgenmiyordu. Bunun Komünist Enternasyonal’in kendi politikasına bile sığdığını söylemek güçtü, fakat neticede Zinovyev “...aynı zamanda İngiliz hükümetine karşı her devrimci mücadeleye yardım etmeye de hazırız” (Kongre, s. 33) demişti. Yalnız bir sene sonra bu, ‘devrimci mücadele’nin lideri, Türkiye Komünist Partisi liderlerini öldürtmüştü. Buna rağmen Komünist Enternasyonal, işçilerin ve komünistlerin katledilmesini görmezden gelerek, sınırlarına yakın bir müttefik arayışı içerisinde 1923’te Batı ile yapılan antlaşmaya kadar bu milliyetçi harekette bir ‘devrimci potansiyel’ görmeye devam etti.
Komünist Enternasyonal’in İran ve Uzak Doğu’daki politikalarının da benzer bir biçimde felaket sonuçları oldu. Bunlar, Mustafa Kemal’e verilen desteğin sonuçlarının bir kaza olmadığının, milliyetçilik ile proleter devrimin kesinlikle bağdaşmaz olduğu yeni kapitalist çöküş evresinin bir ifadesi olduğunun bir kanıtıydı.

Bütün bu oportünizmin sonuçları işçi hareketi için ölümcül oldu. Dünya devrimi derinleşen yenilgisi içerisinde batmaktayken ve Rusya’daki proletarya kıtlık ve savaş tarafından yorulmuş ve tükenmiş vaziyetteyken, Komünist Enternasyonal, zamanla kendilerini Rus sermayesinin yöneticileri konumunda buluvermiş Bolşeviklerin dış politika aracı halini aldı. Ulusal kurtuluş hareketlerine verilen destek, 1920’lerin sonlarına doğru işçi hareketi içerisinde ciddi bir hata olmaktan kapitalist iktidarın emperyalist bir stratejisi olmaya doğru evrildi. Buradaki belirleyici an, Komünist Enternasyonal’in Çin’deki vahşi işçi sınıfı düşmanı eşkıyalardan oluşan Kuomintang’a verdiği destekti. Bu, 1927’deki Şangay işçi ayaklanmasının ihanete uğramasına ve katledilmesine neden olmuştu. Böylesi aleni ihanet eylemleri Komünist Enternasyonal içerisinde neredeyse tamamen egemenlik sağlamış olan Stalinist kesimin artık işçi hareketi içerisindeki oportünist bir akım değil, kapitalist karşı-devrimin doğrudan bir ifadesi olduğunu gösteriyordu.

Yine de bu politikanın kökünün işçi hareketinin hata ve zayıflıklarında yattığı bir gerçektir ve komünistlerin görevi bu kökleri bugün inceleyerek kendilerini olası bir yozlaşma sürecine karşı daha iyi silahlandırmaktır, zira:
“Stalinizm ne gökten indi, ne de yoktan var oldu. Nasıl pire için yorgan yakmak abzürd olacak ise, Stalinizm içerisinde geliştiği ve zafere ulaştığı için Komünist Enternasyonal’i lanetlemek de abzürd olacaktır... Fakat yorganda pire yokmuş gibi yapıp ve yorganın en başından beri tamamen temiz olduğunu söylemek, tıpkı Komünist Enternasyonal’in tarihini iki güzel döneme bölüp ilkine, karşı devrim tarafından keskince bir anda parçalanana kadar temiz, devrimci, lekesiz, hatasız demek gibi daha az abzürd olmayacaktır. Bu arasında hiçbir ilişki olmayan mutlu cennet ve korkunç cehennem imgeleri ile derin ayrılıklar arasında bir devamlılık olan ve gelecek kırılmaların tohumları şimdiden içinde mevcut olan komünist hareketin tarihi gibi gerçek hareketin hiçbir alakası yoktur.” (Introduction to texts of the Mexican Left 1938, International Review 20)
 
İkinci Kongre, işçi hareketinin kendi safları içerisindeki oportünizm ve merkezcilik tehlikelerinin altını çizmişti. Eğer oportünizm yalnızca uluslararası sınıf mücadelesinin derin gerileme ve Rus işçilerinin yalıtılmışlık koşulları içerisinde nihai olarak zafer elde edebildiyse, bu devrimci hareketin zaten mevcut olan bocalamalarında ve tereddütlerinde köklenebilirdi. Bunu da ciddi fikir ayrılıklarıyla dürüstçe yüzleşmek yerine, farklılıkları geçiştirmek için sarfedilen bütün iyi niyetli çabaları hoş sözlerle sömürerek yaptı.
 
Bunlar merkezciliğin tipik özelliklerindendir. İkinci Kongre’de bir örneği, Lenin ve Roy’un Tezleri arasındaki fikir ayrılığını, Kongrenin iki Tezler dizisini de kabul ederek ‘çözmesi’ önersini getiren Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Komisyonu Sekreteri olan Hollandalı Komünist Henk Sneevliet tarafından ortaya konulmuştur. Sneevliet, aslen Lenin’le milliyetçi burjuva hareketlerle geçici ittifaklar yapılması konusunda hemfikirdi. Pratikte Komünist Enternasyonal’in politikasına egemen olacak olan, Roy’un böylesi ittifakları reddedişi değil, bu politika olacaktı.
 
Sneevliet Komintern Yürütme Komitesi’ne atandı ve Uzak Doğu temsilcisi olarak Çin’e gönderildi. Çin milliyetçisi Kuomintang’ın ‘devrimci potansiyeli’ olduğuna kanaat getirerek, Kominst Enternasyonal’in resmi yayın organında şunları yazacaktı:
 
“Eğer kuzey Çin’deki işçilerle faal olarak bağlar oluşturmaya çalışan biz komünistler, başarılı bir biçimde çalışacaksak, milliyetçilerle dostça ilişkiler içerisinde olmalıyız. İkinci Kongre’nin tezleri, yalnızca güneydeki milliyetçi unsurlara (yani Kuomintang’a – Enternasyonal Bakış) faal destek sunarak tam olarak uygulanabilir. Görevimiz devrimci milliyetçi unsurları kendimizle tutup bütün hareketi sola çekmektir.” (Kommunistische Internationale 13 Eylül 1922)
 
Beş yıl sonra, bu aynı ‘devrimci unsurlar’ Şangay sokaklarında komünistlerin ve işçilerin kitlesel bir cinayet ayininde kafalarını kestiler.
Sneevliet’in merkezcilik ve oportünizm tehlikesinin yalnızca tek bir örneği olduğunu belirtmek gereklidir. Onun görüşleri Komünist Enternasyonal’in büyük çoğunluğu tarafından paylaşılmıştır.
 
Bu görüşler, tutumlarını açıkça ifade etmeyi başaramayan sol kanat komünistler tarafından bile az çok paylaşılmıştı. Kendi kaderini tayin sloganına başlangıçta karşı çıkmış olan Bukharin ve Radek, artık çoğunluk görüşünü kabul ediyor gibiydi. Amadeo Bordiga ve Abstensiyonist Komünist Fraksiyon etrafındaki İtalyan Komünist Solu ise, oportünist ‘devrimci parlamentarizm’ taktiğine karşı olmasına rağmen Lenin’in Tezlerini tamamen destekliyordu. Tutumunu Rosa Lüksemburg’un çalışmalarına dayandıran Alman Komünist Solu, bütün sol fraksiyonlar arasında Komünist Enternasyonal’in ulusal kurtuluş mücadelelerine destek politikasının kararlı ve ilkeli bir eleştirisini yapmaya en uygun olanıydı. Fakat içinde Otto Rühle bulunan Alman Komünist İşçi Partisi (Kommunistische Arbeiterpartei Deutschlands, KAPD) heyeti, en azından kısmen konseyci önyargıları nedeniyle bir sunum yapmadılar.
 
Batı Avrupa sollarının Zimmerwald Solu içerisindeki tartışmalarda elde ettikleri teorik kazanımlar, İkinci Kongre tarafından somutlaştırılmadı. Yalnızca 1920’lerin sonlarına doğru hayatta kalabilmiş sol fraksiyonlardan bazıları, özellikle Bilan dergisi etrafında örgütlenen İtalyan Komünist Solu proletaryanın sömürgelerde bile milliyetçi hareketlere destek vermemesi gerektiği sonucuna varacaktı. Bilan için 1927’de Çin’de gerçekleşen kıyım şunu gösteriyordu: “Lenin’in İkinci Kongre’deki Tezleri, içeriği radikal bir biçimde değiştirilerek tamamlanmalı... sömürgelerdeki proletarya... ancak kendisini enternasyonal proletaryaya bağlarsa anti-emperyalist mücadelenin öznesi olabilir...” (Bilan 16, Şubat 1936). Rosa Lüksemburg’un emperyalizm üzerine çalışmaları ile 1917-23 devrimci dalgasının yüksek bir sentezini yapmayı İtalyan ve daha sonra Meksika ve Fransız Komünist Solları başaracaklardı.
 
Günümüz için dersler
 
Komünist Enternasyonal’in hataları, şüphesiz bugün devrimcilerin aynı hataları yapmasına bahane olamaz. Stalinistler Komünist Enternasyonal’i de çoktan yanlarında götürerek karşı-devrimin tarafına geçtiler. Troçkistler için sömürgelerde milliyetçi mücadeleyi destekleme ‘ihtimali’ koşulsuz desteğe dönüştürüldü ve bu da onları ikinci emperyalist dünya savaşına katılmaya götürdü.
 
Proleter saflar içerisinde, yozlaşmış İtalyan Solundan Bordigistler, bir coğrafi alanlar teorisi keşfederek az gelişmiş ülkelerde yaşayan dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için ‘antiemperyalist burjuva-demokratik devriminin’ hala gündemde olduğunu savundular. İkinci Kongre’deki tezleri son noktasına ve virgülüne kadar donduran Bordigistler, Komünist Enternasyonal’in merkezciliğini ve oportünizmini iliklerine kadar devraldılar. Kapitalizmin çöküş evresinde bu işlemez politikaları uygulamaya çalışmanın tehlikeleri sonunda 1981’de baştan aşağı çeşitli milliyetçi hareketlere karşı oportünizme kayan Enternasyonal Komünist Partisi’nin (EKP Programma Comunista) dağılmasıyla kendisini gösterdi.
Son olarak ise Enternasyonalist Komünist Partisi’nin (EKP Battaglia Comunista, İngiltere’den Komünist İşçi Örgütü ile birlikte Uluslararası Devrimci Parti Bürosunu oluşturmuştur) ‘utangaç’ Bordigistlerine getiriyordu. Battaglia Comunista, siyasi proleter safların bir parçası olarak çöküş evresinde ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı bir tavır alıyor. Fakat yine de bu ve buna benzer hayati konularda Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarındaki oportünizm ve merkezcilikten kopmakta zorlandığını gösteriyor. Mesela 1978’de yayınlanan İkinci Komünist Solun Grupları Kongresi hazırlık yazısında Battaglia Comunista İkinci Kongre’nin tutumunun veya Komünist Enternasyonal’in bu konuda o yıllardaki uygulamalarının eleştirisini yapmak yerine Rosa Lüksemburg’a karşı polemiği desteklemeyi yeğliyor! Battaglia’nın gelecekteki partinin “ulusal kurtuluş hareketlerini proleter devrimlere dönüştürmesi” yönündeki imgesi, oportünizm tehlikesini arka kapıdan içeri alıyor. Bu tehlike zaten Battaglia ile Komünist İşçi Örgütü’nün geçmişte bir süreliğine İranlı milliyetçi bir grup olan Komünist Militanlar Birliği (Maoizmden gelen, şimdilerde İran İşçi-Komünist Partisi ismini kullanan bir grup) ile yakınlaşmasında kendisini göstermiştir. Bu ilişkiler “komünist bir tarihi ve geleneği olmayan, geri bir ülkeden militanları yönlendirmeye yardım etmek”  ihtiyacı ile haklı gösterilmiş durumda (Battaglia Komünista’nın Temmuz 1983’te Napoli’de yapılan bir EKA açık toplantısında sunduğu bir belgeden alınmıştır).
Böylesi küçümseyici, patronluk taslayan bir tutum, oportünizmin en korkunç türü için bir bahane olmakla kalmaz, aynı zamanda az gelişmiş ülkelerdeki komünist harekete de bir hakarettir. Battaglia’nın sinmiş bahanelerine rağmen, bu hareket milliyetçi burjuvalara karşı ilkeli bir muhalefet sürdürmüş olduğu zengin ve gururlu bir tarihe sahiptir. Bu tutum şu uyarıyı yapan İran Komünist Partisi militanlarına da bir hakarettir:“Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı arı bir komünist hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir” (Avetis Sultanzade, Komintern İkinci Kongresi)
Bu tutum Hintli Komünist (aslında Meksika Komünist Partisi delegesi olan) Roy’un pozisyonuna; Chang Kuo-Tao gibi, genç Çin Komünist Partisi içerisindeki, Komünist Enternasyonal’in resmi politikası olan milliyetçi Kuomintang’a merkezci girişçiliğine, kararlı bir biçimde karşı çıkan unsurlarına da bir hakarettir.
 
Gorter bir defasında komünist programın “çelik gibi sert, cam gibi berrak” oluşundan bahsetmişti. Battaglia Comunista’nın fazlasıyla yumuşak ve puslu tutumuyla tekrar Komünist Enternasyonal İkinci Kongresiyle aynı alana, içine bir tutam patronluk taslayan şovenizm atılmış bir oportünizm ve merkezcilik alanına geliyoruz. Bu alan, devrimcilerin engellemek için sürekli mücadele etmelerini gerektiren bir alandır. Komünistler arasında ulusal soruna dair geçmiş tartışmaların en canlı kalmış dersi budur.
 
[1] Solun görüşlerine karşı Lenin’in argümanlarının bazılarının bir hali zayıf ve anlamsız olduğunu söylemek gereklidir. Mesela bu argümanlardan bazıları Bukharin ve Piatakov’un savaştan dolayı “depresyona” girdikleri, Hollanda ve Polonya Sollarının ulusların kendi kaderini tayinine karşı çıkışının nedenininse küçük uluslarının tarihinde olduğunu söylüyordu; tabii Lenin’in bu görüşleri, eleştirdiği tutumun, aralarında Alman Solu’nun da bulunduğu Zimmerwald Solu’ndaki Batı Avrupa fraksiyonları arasında neden hakim konum olduğunu açıklayamıyordu.
[2] Bukharin’in burjuva devlet iktidarını ezmeye dair görüşleri ve işçilerinin kitlesel eylemlerine dair vurgusu, savaş esnasında Kommunist grubuyla işbirliği içerisinde olan Pannekoek ve Alman Solu tarafından benimsenmişti. Kautski’ye karşı savaş öncesi polemiğinde Pannekoek “proletaryanın kavgası yalnızca burjuvaziye karşı devlet iktidarını alma kavgası değildir; ayrıca devlet iktidarına karşı bir kavgadır” diyordu. (Kitlesel Eylem ve Devrim, 1911) Proletaryanın burjuva devletinin kanlı baskılarına yanıtı kitle greviydi.
[3] Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılışının, Lenin’in ‘ulusların kendi kaderini tayini’ politikasına dair atıfta bulunabileceği tek somut örnek olduğunu söylemek gereklidir, zira bu olay bu yüzden bu konuyla ilgili olarak sürekli ortaya atılmaktadır. Çok derine inmeden, bu konunun genel bir görüşün temelini oluşturamayacak kadar özel koşullara bağlı olmanın narinliğinden etkileniyordu: bu olay kapitalizmin çöküşünün şafağında, Avrupa’nın kapitalist merkezlerinin dışarısında ve görece ufak bir proletaryası olan bir ülkede gerçekleşmişti. Ek olarak Norveç burjuvazisi her zaman büyük bir siyasi özerkliğe sahip olmuştu ve en nihayetinde resmi bağımsızlığına kavuşması, İsveç burjuvazisinin bunu tanımaya bir hayli hazır olmalarına bağlıydı, zira bu yüzden aslen bir referandumun gerçekleşmesine izin vermişlerdi.