Submitted by DünyaDevrimi on
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapamazlar, zaten varolan, verili olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Ölmüş kuşakların bütün gelenekleri, bir kabusmuşçasına çöker yaşayanların beyinleri üzerine.”
Karl Marx, 18. Brumaire
Burjuva solu, veya sermayenin sol kanadı, örgütümüzün en temel ilkelerinde ifade ettiğimiz ve işçi sınıfının çıkarlarını savunmak veya devrimci olmak iddiasında olmalarına rağmen, esasında sermaye düzenine karşı olmadığını düşündüğümüz pek çok eğilime dair kullandığımız bir kavram. Bununla birlikte, ifade etmek için bu kavramı kullandığımız olgunun işçi hareketinde yeni olduğunu söylemek kanımızca mümkün değil. Marx ve Engels'in döneminden beri, devrimci proleter hareket, işçi sınıfı içerisinde, işçilerden yana olduğunu söyleyen fakat aslında hakim düzenin hizmetinde olan eğilimleri teşhir etmiştir. Biz de bu yazımızda burjuva solunun – ve burjuva soluna dair teorik kavramsallaştırmaların – devrimci hareket içerisinde nasıl geliştiğini ifade etmeye çalışacağız.
1. Fransız Devrimi'nden İkinci Enternasyonal'e Radikal Burjuvazi ve Burjuva Sosyalizmi
Siyasette sağ ve sol ayrımı, bilindiği üzere Fransız Devrimi döneminden kalmadır. 1789'un Mayıs ayında kurulan Fransız Genel Meclisi ve Haziran ayında kurulan Fransız Milli Meclisi'nde krallık yanlıları, dini değerleri öne çıkartanlar ve İngiltere benzeri bir anayasal monarşi düzenini savunanlar Meclis Başkanı'nın sağ tarafına oturmuşlardı; monarşinin ortadan kalkmasını, cumhuriyet düzenini savunanlar ve dinin etkisine, hatta dinin kendisine karşı olanlar ise Meclis Başkanı'nın sol tarafına oturacaklardı. 1891'de, Milli Meclis'in yerine Yasama Meclisi geldiği zaman, yenilikçiler meclisin solunda, ılımlılar ortasında oturacaklardı; eski rejimi savunanların meclisin sağındaki boşalmış koltuklarını ise anayasacılar alacaklardı. Fransız Devrimi'nin çalkantılı günlerinde sağ koltuklara monarşinin ortadan kaldırılmasını savunan ama daha sonrasında devrimi ketlemeye çabalayan Girondistler oturacaklardı; onların ölümlerinden sonra ise sağ koltuklar, aşırı-monarşistler meclise dönünceye dek boş kalacaklardı. Sol koltuklarda ise, Jakobenler, Montagnardlar, onların solunda din karşıtı radikal Hébertistler ve nihayet onların da solunda, şehirli emekçilerin, zanaatkarların ve genel olarak fakir kesimlerin desteklediği Enragéler oturmaktaydı. Süregelen yıllarda, o koltuklarda oturan pek çok kişi kellelerini kaybedecek, nihayetinde devrimin ortaya çıkarttığı siyasi gruplardan hiçbiri kalmayacaktı; ama sağ ve sol ayrımı hakim kalacak ve hatta çok geçmeden merkez-sağ, merkez-sol, aşırı-sağ ve aşırı-soldan bahsediliyor olacaktı.
Bu kavramların ortaya çıktığı meclislerde fikirleri temsil edilen sınıflar, çok büyük ölçüde aristokrasi ve burjuvaziydi. Aşırı-sağ kesimi büyük ölçüde aristokrasi oluşturmaktaydı; merkez-sağ kesimde yenilikçi aristokratlar ve muhafazakar ve ılımlı burjuvalar bir aradaydı. Fakat merkez-solda ve hatta aşırı-solun büyük bir kısmında da, burjuvazinin farklı radikallikte fikirleri temsil edilmekteydi. Din karşıtlığında eşi benzerini bulması zor bir noktada olan Hébertistler'in fikirleri dahi, fazlasıyla radikal de olsa nihayetinde burjuva fikirleriydi. Yalnızca isimleri öfkeliler anlamına gelen Enragé grubu ve daha sonra bu grubun izinden giden Eşitler Komplosu dönemin emekçi kesimlerinin çıkarlarını temsil ediyordu. Enragélerin liderlerinden Jacques Roux, 1793'te yazdığı Öfkeliler Manifestosu'nda: “Bir sınıf pervasızca başka bir sınıfı açlığa mahkum edebiliyorsa özgürlük abes bir hayaletten başka bir şey değildir. Zenginler, tekelleriyle istedikleri üzerinde yaşam ve ölüm hükmü veriyorlarsa eşitlik abes bir hayaletten başka bir şey değildir. Karşı-devrim vatandaşların dörtte üçünün gözyaşı dökmeden karşılayamadıkları meta fiyatları üzerinden her gün işleyebiliyorsa, cumhuriyet abes bir hayaletten başka bir şey değildir” diyecekti. Daha sonrasında, Eşitler Komplosu'nun aynı yolu izleyen önderlerinden Gracchus Babeuf ise 1796'da Eşitler Manifestosu'nda “Fransız Devrimi, daha büyük, daha derin ve nihai olacak bir başka devrimin öncülünden başka bir şey değildi” diyecekti. Jacques Roux ve yoldaşları, Girondistlerin ardından radikal burjuva Jakoben hükümetinin ilk hedef aldıklarından olacaklardı. Hem Jakobenlerin lideri ve Devrimci Terör'ün yaratıcısı Maximillien Robespierre'in sağındaki ılımlı burjuva unsurlar, hem de solundaki radikal burjuva unsurların Thermidor komplosunun Robespierre'i devirmesinin ardından ekonomik anlamdaki fazlasıyla ılımlı politikalara karşı çıkan Babeuf ve arkadaşları da öncülleriyle aynı kaderi paylaşacaklardı.
Öte yandan, nasıl genel olarak meclisin solunda ve sağında oturanların kellelerini kaybetmeleri, koltukları boş, terimleri ise anlamsız kılmadıysa, Fransız devrimi sırasında emekçi kesimlerin sınıfsal çıkarlarını ifade edenlerin görüşleri de, öldürülmeleriyle tarih sahnesinden silinmedi. 1848 yılına gelindiğinde, Fransız meclisinin sol kanadında, kendisini demokratik sosyalist olarak ifade eden kişilerin görüşleri hakim olmuştu. Dahası, bu dönemde, sosyalizmi savunanların sayısı artmış, meclis dışında da çeşitli örgütler ortaya çıkmıştı. Fakat daha da önemlisi, savunulan sosyalizmler arasında belirli ayrımlar ve pek çok farklı sosyalist eğilim belirmeye başlamıştı. Bu eğilimler, genelde Roux ve Babuef gibi kişilerinin fikirlerini sürdürmeye çalışan devrimci sosyalistlerle ılımlı sosyalistler arasındaydı. Devrimci sosyalizm, Owen, Fourier, Saint-Simon gibi genel anlamıyla gündelik siyasete apolitik bir biçimde yaklaşan ve proletaryanın potansiyeli olmadığını düşünen ama mevcut düzeni tamamen reddeden ve yeni bir toplum inşa etmek gerektiğini düşünenlerden de etkilenmişti. Bahsettiğimiz devrimci sosyalistler arasında, Paris'te yaşayan Alman göçmenlerinin 1834'te kurduğu ve yukarıdaki tanıma neredeyse harfi harfine uyan Doğrular Birliği'nin iki üyesi, Karl Marx ve Friedrich Engels de vardı. Bu iki militan, çok geçmeden Doğrular Birliği'nin ismini Komünist Birlik yapacaklar ve 1848 devrimleri ve sonrasında yaptıkları çalışmalar ve değerlendirmelerle kendisine sosyalist ismini veren mevcut hareketleri tanımlamaya çalışacaklardı.
Burjuva sosyalizmi kavramını ilk ortaya atan Marx ve Engels olacaktı. Bu eğilimi, Komünist Manifesto'da şu sözlerle tanımlayacaklardı: “Sosyalist burjuvalar, modern toplumun koşullarını isterler ama o koşulların kendisinden kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmaksızın. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve çözecek unsurlar kesilip çıkarılmış olarak isterler. Burjuvazinin olup ama proletaryanın olmamasını dilerler. Burjuvazi kendi egemen olduğu dünyayı elbette ki en iyi dünya olarak görür ve burjuva sosyalizmi bu iç ferahlatıcı tasarımdan aşağı yukarı bütünlüklü sistemler geliştirir. Böylesi bir sistemi gerçekleştirmesini (...) proletaryadan talep ederken, aslında ona yalnızca, bugünkü toplumun içinde kal ama burjuvaziye ilişkin nefret dolu düşüncelerinden arın, demiş olur (...) Serbest ticaret: ama işçi sınıfının çıkarı için. Korumacı gümrük: ama işçi sınıfının çıkarı için. Hapishane reformu: ama işçi sınıfının çıkarı için. Burjuva sosyalizminin son sözü ve gerçekten kastederek sarf ettiği tek sözü budur. Şöyle özetleyebiliriz: burjuva burjuvadır – ama işçi sınıfının çıkarı için!” Esasında Marks ve Engels'in Manifesto'da ortaya koyduğu bu tanım, bugünün burjuva sosyalistlerinin kiminin üstü kapalı biçimde, ama ciddi bir kısmının da esasında açık açık söylediklerinin güzel bir özeti gibidir.
Bununla birlikte, Marx ve Engels'in yaşadığı dönem, devletin burjuvazinin mutlak egemenliğine girmediği, dolayısıyla burjuvazinin toplum üzerinde mutlak bir egemenlik sahibi olamadığı, dolayısıyla da farklı sınıfların kendilerini ifade alanlarının daha kuvvetli olduğu bir dönemdir. Bundan ötürü, bu dönemde Marx ve Engels'in burjuva sosyalizmi olarak tanımladığı eğilimin, diğer eğilimler karşısında belirgin bir yaygınlık veya ciddi bir kurumsallaşma kazanması mümkün olmamıştır. Dolayısıyla Marx ve Engels başka gerici sosyalizm türleri tanımlar. Bunlardan biri, kapitalizme karşı işçileri aristokrasinin yanına çekmeye çalışmış feodal sosyalizmdir fakat en yaygın olanı, ve Marx'ın özellikle dönemin ılımlı ve uzlaşmacı sosyalistlerinin fikirlerinin temelinde gördüğü, küçük-burjuva sosyalizmidir. Dahası, burjuva sosyalizmine bir örnek olarak verilen, sözde 'anarşist' Pierre-Joseph Proudhon'un görüşlerinin Louise Michel gibi kimi destekçileri, Paris Komünü sırasında işçi sınıfının gayesi uğruna ön saflarda çarpışmış ve komünün bir simgesi olabilmişlerdir.
Marx, 1848 Devrimi'nin yenilgisinin ardından mücadelenin derslerini çıkartmak için kaleme aldığı Fransa'da Sınıf Savaşımları eserinde burjuva sosyalizmi, küçük-burjuva sosyalizmi ve komünizm ya da devrimci sosyalizm arasında gördüğü ayrımı şöyle ifade etmektedir:
“Asıl anlamıyla küçük-burjuva sosyalizmi, türünün en iyisi olan sosyalizm, doğal olarak, tıpkı sosyalizm çeşitlerinin her biri gibi, işçilerin ve küçük-burjuvaların bir bölümünü kendi çevresinde toplayan bu burjuva sosyalizminden ayrılır. Sermaye, alacaklı olarak, özellikle bu küçük-burjuva sınıfın yakasını bırakmaz, bu sınıf ise kredi kurumları ister; sermaye, rekabet yoluyla onu ezer, o ise devletten yardım gören ortaklıklar ister; sermaye, bir merkezde yoğunlaşması ile küçük-burjuvazinin belini büker, küçük-burjuvazi ise müterakki vergiler ister, mirasın sınırlandırılmasını ister, büyük işlerin devlet tarafından üstlenmesini ve sermayenin büyümesini zorla engelleyen başka önlemler ister. Kendi sosyalizminin barışçı bir yolla gerçekleşmesini düşlediğinden belki de birkaç günlük bir ikinci Şubat Devrimi'ne razıdır. Sadece önündeki tarihsel süreç, ona, doğal olarak, toplumsal düşünürlerin ister birlikte, ister tek tek türeticiler olarak kafalarında tasarladıkları ya da tasarlamış oldukları sistemlerin uygulaması gibi görünür. Küçük-burjuvalar, böylece, eklektik olurlar ya da ancak, proletarya, henüz, özgür, bağımsız bir tarihsel hareket olacak kadar yeterince gelişmemiş olduğu sürece onun teorik ifadesi olmuş olan doktriner sosyalizmi, mevcut sosyalist sistemleri tutarlar. Demek ki, böylece, hareketin tümünü, onun anlarından birine bağımlı kılan, ortak, toplumsal üretimin yerine, küçük hilelerle ya da büyük duygusallıklarla devrimci sınıf savaşımını bütün gerekleriyle ortadan kaldıran sivrilikleri ile bireysel bir ukalânın kafa eylemini koyan ütopyacı, doktriner sosyalizm bunu yaparken, bugünkü toplumu aslında idealize etmekle ve toplumun gölgesiz, pürüzsüz bir imgesini yaratmakla sınırlı kalan ve kendi ülküsünü toplumsal gerçeğe karşı üstün kılmak isteyen bu doktriner sosyalizm böyle sürerken, proletarya bu sosyalizmi küçük-burjuvaziye bırakırken, ayrı ayrı sistemlerin kendi aralarındaki savaşım, bu sözde sistemlerin herbirini, toplumsal altüst oluşun geçiş noktalarından birinin başka bir geçiş noktasına karşı iddialı bir biçimde tutulması olarak ortaya çıkartırken, proletarya, gitgide devrimci sosyalizmin çevresinde, bizzat burjuvazinin Blanqui adını taktığı komünizmin çevresinde toplanıyor. Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür. ”
1848 sonrası dönemde, yalnızca Fransa veya Batı Avrupa'da değil, dünya genelinde işçi hareketi ve dolayısıyla sosyalist hareket, eşi görülmemiş bir büyüme dönemine girecekti. Hareketin büyümesiyle birlikte ise, yeni meseleler, yeni ikilemler, yeni çözümlemeler ve ister istemez yeni sorunlar ve ayrışmalar ortaya çıkacaktı. Marx, 1871'deki Paris Komünü deneyiminden, Fransa'da İç Savaş eserinde “[İ]şçi sınıfı basitçe mevcut devlet makinesini olduğu gibi alıp ve onu kendi amaçları için kullanamaz” sonucunu çıkartıp ve “devlet iktidarının yıkılmasının” gerekliliği çözümlemesini yaparak, eskiden komünist saflarda görülen kimi eğilimlere yönelik bir eleştirinin de önünü açmış oluyordu. Bu eleştiriden, Fransa'da Sınıf Savaşımları'nda, burjuvazinin komünizme taktığı isim olarak tanımlanan Louis-Auguste Blanqui de nasibini alacaktı. Enternasyonal Marşı'nın yazarı Eugene Pottier'in, mezar taşına yazılması üzerine hakkında “Taş kalpli bir sınıfa karşı, ekmekten mahrum halk uğruna savaşırken; yaşamında dört duvara, ölümünde dört parça çam tahtasına sahip oldu” dediği Blanqui, ömrü boyunca komünizmi ve proletarya diktatörlüğünü savunmuştu fakat ona göre devrim, katı disiplinli bir azınlığın gerçekleştireceği bir darbeydi. Buradan yola çıkarak Engels, 1873'te Blanqui hakkında şunları söyleyecekti: “Blanqui temelde siyasi bir devrimcidir. Yalnızca duygusal olarak, kitlelerin acılarına sempati duyduğu için sosyalisttir, fakat ne sosyalist teorisi ne de belirli pratik sosyal çözüm önerileri vardır. Siyasi faaliyetinde temede bir 'eylem adamı' olmuş, doğru zamanda küçük ve iyi örgütlü bir azınlığın siyasi bir darbe yapıp, başlangıçtaki birkaç ufak başarıyla halk kitlelerini peşine takarak başarılı bir devrim yapabileceğine inanmıştır (...) Blanqui'nin, herhangi bir devrimin ancak ufak bir devrimci azınlık tarafından yapılabileceği varsayımından zorunlu olarak bu eylemin başarısının ardından bir diktatörlük geleceği sonucu çıkar. Fakat bu, tabii ki, bütün bir devrimci sınıfın, proletaryanın değil, devrimi yapmış olan küçük bir azınlığın diktatörlüğü olabilir ki bu azınlık da daha önceden bir ya da birkaç bireyin diktatörlüğü altındadır. Dolayısıyla Blanqui'yi önceki bir kuşağın bir devrimcisi olarak görüyoruz.”
Bu konudan yola çıkarak yaptıkları eleştirilerde, Marx ve Engels, özellikle 1875'te Almanya Sosyalist İşçi Partisi adıyla kurulacak olan ve bugün 1890'da aldığı Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ismiyle bilinen örgütlenme içerisinde, devletçi sosyalist Ferdinand Lassalle'ın takipçilerine karşı eleştirilerinde çok daha ileri gideceklerdi. Bunun tek nedeni Lassalle'ın takipçilerinin, Blanqui'nin aksine önceki bir kuşağa ait olmamaları değildi. Marx ve Engels, Lassalle'ın devletçi görüşlerini sürekli eleştirmiş ve Engels, 1877'de yazdığı Anti-Dühring'te, Lassalle'ın da savunmuş olduğu ve pek çok takipçisinin sosyalizm olarak algıladığı devlet mülkiyetini şöyle tanımlamıştı: “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.” Dahası Blanqui, kendisini her zaman bir proleter olarak görmüştü: fakat Lassalle'ın takipçileri işçi sınıfının kurtuluşunu başka sınıflara bağlıyorlardı. Bunlara karşılık Marx ve Engels, 1879'da, August Bebel ve Wilhelm Liebknech gibi SPD içerisindeki yandaşlarına gönderdikleri mektupta şöyle diyeceklerdi: “Enternasyonal'in kuruluş kongresinde şu savaş narasını ortaya attık: İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmelidir. Dolayısıyla işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar eğitimsiz olduğunu, ve onların büyük ve küçük burjuvazinin iyiliksever üyeleri tarafından kurtarılmaları gerektiğini açıkça söyleyen adamlarla ortak iş yapamayız. Eğer yeni parti organı bu beylerin görüşüne tekabül edecek bir politika benimserse, yani proleter değil burjuva olursa, o zaman yapabileceğimiz tek şey – ne kadar üzülerek de yapsak – bugüne dek ülke dışında temsil ettiğimiz Alman Partisi'ne karşı olduğumuzu ve onunla her türlü dayanışmayı kestiğimizi açıkça duyurmak olur.”
Son olarak, yine aynı metinde Marx ve Engels'in SPD içerisindeki ciddi problemin bir diğer yüzüne, reformizm ve uzlaşmacılık problemine değindiğine tanık olacaktık: “1848'de burjuva demokratları olarak ortaya çıkmış adamlar şimdi kendilerine pekala Sosyal-Demokrat diyebilirler! Nasıl öncekiler için demokratik cumhuriyetin kuruluşu elde edilemez derecede uzaktıysa, şimdikiler için kapitalist düzenin devrilmesi elde edilemeyecek kadar uzak ve dolayısıyla bugünün siyasi pratiğiyle hiçbir alakası yok; istenildiği kadar uzlaşmacılık yapılabilir, taviz verilebilir, iyilikseverlik edilebilir. Aynı durum proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesine de uygulanıyor. Kağıt üzerinde tanınıyor zira onu reddetmek artık mümkün değil, fakat pratikte bir kenara atılıyor, bastırılıyor ya da iğdiş ediliyor. Sosyal-Demokrat Parti işçilerin partisi olmamalı, üzerine burjuvazinin veya, esasında, hiç kimsenin nefretini çekmemeli; bu kuşak için zaten elde edilmeyecek ve burjuvaziyi korkutacağı hesaplanan hırslı hedeflere vurgu yapmak yerine, burjuvazi içerisinde etkin bir propaganda yapmalı, bütün gücünü ve enerjisini eski toplumsal düzene yeni dayanaklar sağlayacak ve belki de nihai kıyameti aşamalı, parçalı ve, mümkün olduğunca barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürecek eğreti küçük burjuva reformlara adamalı.”
Marx ve Engels'in son yıllarında, işçi hareketi ciddi biçimde büyümüş, üyeleri ve destekçileri milyonları bulan sendikalar ve partiler kurmayı başarmıştı. Dönemin koşulları, bu yapıların işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında büyük ilerlemeler sağlamasını mümkün kılıyorlardı, zaten böylesi bir kitleselleşmeyi de bu olgu mümkün kılmıştı. Fakat aynı zamanda bu kurumlar özellikle burjuva ideoloji tarafından ciddi bir biçimde kuşatılmaktalardı. Marx ve Engels yukarıda alıntıladığımız mektuplarında “Fakat eğer Parti liderliği, büyük veya ufak ölçüde böylesi adamların ellerine geçerse, o zaman Parti de daha az iğdiş olmayacaktır, ve bu da onun proleter niteliğinin sonu olacaktır” diyeceklerdi. Bu endişenin geri dönülmeyecek şekilde gerçekleşmesi, tam otuz beş yıl alacaktı.
2. Sendikalizm, Parlamenterizm ve Oportünizm: Burjuva Solunun Kurumlaşması
14 Temmuz 1889 tarihinde, Paris'te İkinci Enternasyonal'in kuruluş kongresi gerçekleşti. 1864'ten 1877'ye kadar varlığını sürdürem Birinci Enternasyonal, çeşitli işçi sendikaları, reformistler, anarşistler, sosyalistler ve komünistlerin birleştiği, dönemin Avrupa'sındaki hemen hemen bütün radikal hareketlerin şu ya da bu şekilde bir noktada temas ettiği bir örgüttü. Birinci Enternasyonal'e kıyasla, İkinci Enternasyonal siyaseten daha yakın unsurların oluşturduğu bir örgüttü. İçinde sosyalizmin kapitalizmin reformlarla iyileştirilmesiyle yavaş yavaş geleceğini düşünenler, sendikalara dayalı kitlesel sosyalist ya da işçi partileri, ve ayrıca kapitalist devletin yıkılmasının bir zorunluluk olduğunu düşünen devrimci proleter unsurlar vardı. Her halükarda, İkinci Enternasyonal'i oluşturan unsurların tamamına şu veya bu şekilde sosyalistti, ve büyük çoğu da kendilerini marksist görmekteydi. Buna rağmen, örgütsel olarak İkinci Enternasyonal, Birinci Enternasyonal'den daha merkezileşmiş bir yapıya sahip değildi, zira İkinci Enternasyonal çökene kadar, ulusal partilerin bir federasyonu olarak kalacaktı ve İkinci Enternasyonal'in Uluslararası Sosyalist Büro'su bir enformasyon bürosu olmanın ötesine gidemeyecek, ulusal partilere yönelik bir bağlayıcılığı olmayacaktı.
İkinci Enternasyonal'in en güçlü partisi, Almanya Sosyal Demokrat Partisiydi. SPD, 1878-1890 arasında, Bismarck'ın sosyalist-karşıtı yasaları nedeniyle yasaklı bir partiydi. Bu dönemde partinin binlerce üyesi hapislere atılıyor, yine binlercesi işsiz bırakılıyor, kara listelere alınıyordu. Yalnızca bir yasa boşluğu sayesinde seçimlere katılabilen SPD, bunun haricinde spor ve müzik kulüpleri gibi zararsız görünen yapılar üzerinden örgütleniyordu. Partinin yayın organı da illegaldi ve İsviçre'den Almanya'ya kaçak sokuluyordu. Öte yandan illegalite koşulları SPD'ye yaramış, 1878'den 1890'a partinin oyları %7'lerden %19'a çıkmış, parti ciddi bir biçimde büyümüş ve güçlenmişti. SPD bir daha hiçbir döneminde, özellikle 1881-90 arası büyüdüğü hızla büyüyemeyecekti. Dolayısıyla SPD'nin 1889'da kurulan İkinci Enternasyonal'in baştacı olması şaşırtıcı değildi. Enternasyonal'in neredeyse bütün diğer partileri SPD'nin yolundan gitmek, kendi ülkelerinin SPD'si olmak istiyorlardı. 1891'de SPD'nin Engels'in etkisiyle Erfurt Programı ile Gotha Programı'nda Lassalle'cılara verilen tavizlerden geri adım atması ve marksist görüşlere daha da yaklaşması Enternasyonal genelinde de marksizmin daha kuvvetle benimsenmesini sağlayacaktı. Engels'in ölümünde sonra ise, 1880'lerde İngiltere'de onunla çalışmış olan Karl Kautsky SPD'nin, dolayısıyla da Enternasyonal'in en önde gelen kuramcısı olacaktı. 1914'e kadar SPD'nin üye sayısı bir milyonu aşmış olacaktı.
Özellikle 1891'de Erfurt Programı'nın kabul edilmesinin ardından, yüzeysel açıdan Engels'in yaşantısının son döneminde SPD ile ilgili endişelerinin temelinin ortadan kalktığını söylemek mümkün olabilirdi fakat ölümünden kısa bir süre önce “Bütün yazılarımda kendimi asla bir sosyal-demokrat olarak nitelendirmiyorum, bir komünist olarak nitelendiriyorum. Marx için olduğu gibi benim için de kavrayışımızı belirtmek için böylesine esnek bir ifade kullanmak imkansız” diyerek kaygılarının ortadan kalkmadığını gösterecekti. Zira, görünüşte Lassalle'cıların ve diğer burjuva sosyalistlerinin görüşleri gitmiş, marksizm benimsenmişti fakat tarihte pek çok noktada olduğu üzere, kapıdan kovulan bacadan girmeyi becerecekti. Bu baca ise, Engels'in müridi ve Enternasyonal'in Papa'sı Kautsky'den başkası değildi. 1902'de Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin yeni taslak programına dair yazdığı bir metinde, Kautsky şunları söyleyecekti: “Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır: modern sosyalizm, bu tabakanın tek tek üyelerinin zihinlerinden kaynaklanmıştır, ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuştur. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç sınıf mücadelesine dışardan verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan bir şey değildir.” Kautsky'nin burada ifade ettiği görüşler, tam da Marx ve Engels'in “ortak iş yapamayız” dediği unsurların ikameci görüşlerinin bir tekrarı gibidir.
Esasında SPD'nin ve İkinci Enternasyonal'in marksizmi, içi boşaltılmış bir kabuk gibiydi ve önderlerinin büyük çoğunun marksist ortodoksiyi savunma, yani marksizmden sapmama iddiaları gerçekten uzaktı. İkinci Enternasyonal'in kitle partilerinin gücünün temelinde sendikalar, pratiğinin temelinde ise seçimler ve parlamenter faaliyet vardı. Devrimci kanadının önemli önderlerinden Rosa Lüksemburg'un 1904'te yazdığı üzere, “sosyal demokrasi işçi sınıfının örgütlülüğüne bağlı değil, işçi sınıfı hareketinin ta kendisi” idi. Dönem kapitalizm için her açıdan bir refah dönemiydi. Hareket büyük kazanımlar elde etmiş, kazanımlar elde ettikçe daha da güçlenmiş ve bu böyle gitmişti. Böylesi bir hareket içerisinden, “nihai hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir” fikrini savunanlar çıkması şaşırtıcı değildi. Erfurt Programı'nın yazarlarından Eduard Bernstein 1890'ların sonlarına doğru bu görüşleri ifade etmeye başladığında, Enternasyonal içerisinde büyük tepki çekmişti. Bernstein, 1898'de yayınlanan ünlü kitabı Evrimci Sosyalizm'e 1909'da yazdığı önsözde: “Nihai bir sosyalizm hedefine inanamam. Fakat sosyalist harekete, toplumu adım adım toprak sahibi bir ticaret oligarşisinin egemenliğinden gerçek bir demokrasiye götürerek kurtuluşlarını sağlayacak emekçi sınıfların ileri yürüyüşüne güçlü bir biçimde inanıyorum” diyerek açıkça ifade edecekti.
Marksizmi revize ettiği için, Bernstein ve takipçileri Enternasyonal içinde revizyonistler olarak anılacaklardı. Öte yandan Bernstein'ın görüşlerini ilk yanıtlayan Rosa Lüksemburg, Bernstein'ın görüşlerini, marksizmi revize etmiş oluşunun ötesinde ele alacaktı. 1900'de yayınlanan Sosyal Reform mu Devrim mi? kitabında Rosa Lüksemburg, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerde işçi hareketi içerisindeki kimi devrimci eğilimlerin düştüğü reformlar ve reformizmi ayıramama hatasını yapmıyor ve dolayısıyla reformizmle beraber reformları da reddetme düşmüyordu. Zira Lüksemburg'a göre “Reformlar için, yani mevcut toplumsal düzenin çerçevesi dahilinde işçilerin koşullarının iyileşmesi için mücadele (...) Sosyal Demokrasiye proleter sınıf mücadelesine müdahil olma ve nihai hedefe yönelik – yani siyasi iktidarın alınmasına ve ücretli emeğin lağvedilmesi için tek aracıdır.” Bernstein'ın oportünizmi ilk ve son kez teorik bir temele oturttuğunu, zira oportünizmin buradan başka gidecek bir yeri olmadığını belirten Lüksemburg, Bernstein'ın argümanlarının marksizmin kimi yalıtılmış tezlerine saldırım, marksizim bütünlüklü olduğu için bunun marksizmi çökerteceğini ummak olduğunu ifade edecek ve kapitalizmin çöküş evresine girmeyeceği savına karşı Engels'in kapitalist toplumun gidişatına yönelik ya sosyalizm ya barbarlık ikilemini ortaya koyacaktı. Öte yandan Lüksemburg daha temel bir çıkarımı oportünizmin kendisinin nereye gittiğine dair yapacaktır: “Bu, oportünist pratiğin temelde marksizmle uzlaştırılamaz olduğunu gösteriyor. Fakat ayrıca oportünizmin genel olarak sosyalizmle (sosyalist hareketle) de uzlaştırılamaz olduğunu, içsel eğiliminin emek hareketini burjuva yollara itelemek olduğunu, proleter sınıf mücadelesini tamamen felç etmek eğiliminde olduğunu kanıtlıyor. Tarihsel olarak bakıldığında, açık ki marksist doktrinle hiçbir alakası yok. Zira, Marx'tan önce ve ondan bağımsız olarak hepsi kendi biçiminde zamanın koşullarına tekabül eden emek hareketleri ve muhtelif sosyalist doktrinler ortaya çıkmıştı. Sosyalizmi ahlaki bir adalet fikriyle, bir üretim biçimiyle değil bir dağıtım biçimiyle mücadele üzerinden temellendirmekten ibaret olan; sınıf mücadelesi kavramını fakirler ve zenginler arasındaki çelişki olarak, kapitalist ekonomide “kooperatif ilkeyi” uygulamak olarak ifade eden teori – ki bütün bu hoş fikirleri Bernstein'ın doktrininde bulabiliriz – ondan önce de vardı. Ve bütün bu teoriler, vakitlerinde, yetersizliklerine rağmen, proleter sınıf mücadelesinin etkin teorileriydi. Proletaryanın sayesinde tarih sahnesine yürümeyi öğrendiği bebek yürüteçleriydi. Fakat sınıf mücadelesinin gelişiminden ve toplumsal koşullarındaki reflekslerinin bu teorilerin terk edilmesini sağlamasının ardından (...) sosyalizm ve marksizm, proletaryanın kurtuluş mücadelesi ve Sosyal Demokrasi aynı oldu. Bu yüzden marksizm-öncesi teorilere dönüş bugün artık proletaryanın çocukluğunun yürüteçlerine dönüşe değil, burjuvazinin kokuşmuş ayakkabılarına dönüşe işaret ediyor.”
Özellikle yeni yüzyılın başından itibaren, oportünist hareket, sosyal demokrasinin devrimci sol kanadının muhalefetine rağmen, Enternasyonal içerisinde ciddi bir güç kazanmaya başlayacaktı. Oportünizme karşı devrimci sol eğilimlerin Enternasyonal içinde ayrı örgütlenmelere gideceği ilk sorun ise, örgütlenme sorununun kendisi olacaktı. 1903'ün Yaz'ında, Bulgaristan Sosyal Demokratik İşçi Partisi içerisinde, Dimitar Blagoev'in başını çektiği dar sosyalistler ile Yanko Sakazov'un başını çektiği geniş sosyalistler ayrıştılar. Esasında ayrışmanın altında yatan eski bir tartışmaydı. Sakazov, partinin yalnızca proleter bir örgüt değil, burjuvazi dahil bütün “üretici” katmanları içeren geniş bir kitle örgütü olmasını savunuyordu ki bu, Blagoev'in devrimci sol kanadı için kabul edilmez bir tutumdu. Yakın bir dönemde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisinde, parti üyesinin kim olacağına dair bir tartışma üzerinden benzer bir ayrışma gerçekleşti. Julius Martov'un “partinin örgütlerinden birinin yönetimi altında düzenli kişisel destek sağlamak” kriterine karşı Vladimir Lenin parti üyesini, “parti programını tanıyan ve onu maddi olarak ve parti örgütlerinden birinin şahsen parçası olarak destekleyen kişi” olarak tanımlıyordu. Menşevik-Bolşevik ayrışmasının temeli bu ayrımdı. Ne Yapmalı'da Lenin'in Kautsky'nin sınıfa dışarıdan bilinç taşınması görüşlerini Menşevikler, Lenin devrimcilerin mücadeleleri desteklemek hariç hiçbir müdahalesi olmadan sınıfın kendi kendine bu bilinci kazanabileceği görüşünü savunan ekonomistlere karşı Kautsky'nin bu görüşlerini kullandığında, itiraz etmek bir yana, Lenin'i desteklemişlerdi. Esasında ayrım, istenilenin SPD tarzı, ufak bir merkezin kitlesel bir çeperi yönettiği bir parti mi, yoksa küçük ama militanların faal katılımıyla canlı bir parti mi olması istendiğiydi.
Fakat İkinci Enternasyonal içerisindeki hiçbir ayrışma ve hiçbir tartışma 4 Ağustos 1914'te, Alman parlamentosundaki SPD grubunun savaş kredilerine olumlu oy vermesiyle alevlenen kadar hararetli olmayacaktı. Oportünizmin içerisindeki bütün gücüne rağmen, İkinci Enternasyonal kuruluşundan beri genel olarak, yer yer çok net olmasa da, proleterya enternasyonalizmini savunmuş ve kimi noktalarda pasifizme kayarak da olsa savaşlara karşı çıkmıştı. Bu yüzden Enternasyonal'in savaş karşıtı tutumu, özellikle devrimci kanat için büyük bir şok olmuştu, hatta Lenin, 1914'te Alman sosyal demokratlarının günlük Vorwarts gazetesinin SPD üyelerinin savaş kredilerine oy verdiğini yazan sayısını görünce, bunun Rus gizli polisinin işçileri yanıltmak için hazırlattığı bir sahte sayı olduğunu zannetmişti. Böyle bir durum nasıl ortaya çıkmıştı? Bunu anlamak için tarihte biraz geriye gidip SPD içerisindeki eski bir tartışmaya bakmamız gerekiyor. Almanya'da sendikaları kuran bizzat SPD olmasına rağmen, 19. Yüzyılın sonlarına doğru sendikalarda bir apolitikleşme yaşanmaya başlamıştı. Bernstein'ın revizyonizmi, SPD'nin önde gelen teorisyenlerince güçlü bir biçimde eleştirilmişti, fakat aslında özellikle sendikalar içerisinde çok güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. İşçi hareketinde nihai hedefin hareket üzerindeki önceliğini reddederek, Bernstein aslında sosyalist partinin işçi hareketi içerisindeki etkinliğine karşı çıkmış ve SPD'yi kendi sendikalarıyla karşı karşıya getirmişti. Rusya'da 1905'te gerçekleşen kitle grevlerinin ardından bu tartışma alevlendi, başta Rosa Lüksemburg olmak üzere devrimci sol kanat, böylesi bir hareketin sendikal hareketin çok zayıf olduğu Rusya'da gerçekleşmesinden dolayı, kitle grevinde ve geleceğin devrimci kalkışmasında sendikaların rolünü sorgulamaya başladı. Fakat Kautsky'nin etrafındaki “merkez”, işçi hareketinin birliğinin ne pahasına olursa korunması uğruna kitle grevi meselesinin sendikaların işi olduğu kararını aldı, dolayısıyla bu çatışma sendikaların zaferiyle bitti. Oysa ki kitle grevi ve kitle grevinin ortaya çıkartmış olduğu işçi konseyleri, proleter devrim nasıl olacak sorusunun anahtarıydılar. Sendikaların apolitik niteliğinin ilanı, sendikal hareketin kapitalist devlete eklemlenmesinin bir hazırlığıydı. Fakat sendikaların böylesi bir yola girişinin olacağı vardı. Sendikalar asla devrimci örgütler olmamışlardı, belli bir dönemin ve belli koşulların örgütleriydiler. Öte yandan, sosyal demokrasinin sendikalar üzerindeki etkisinin bitmesi, sendikaların sosyal demokrasi üzerindeki etkileri bitmemişti. Sosyal demokrasinin temel faaliyeti seçimlere katılmaktı: sendikalar olmadan sosyal demokrasinin güçlü bir seçim faaliyeti yürütebilecek kitle partilerine sahip olması, sendikaların desteği olmadan ise seçimlerde başarı elde etmesi bir hayli zordu – ki savaş koşulları parlamenter alanı iyice kısıtlamıştı. Bütün bunların, savaş çılgınlığının kuvveti, sosyal demokrat saflarda bir çaresizlik ve hayal kırıklığı yaratarak zayıf, yumuşak ve uzlaşmacı olanları yıkıp geçecekti. İkinci Enternasyonal'in neredeyse bütün partileri, tıpkı sendikalar gibi, savaşa karşı çıkmak bir yana, savaşta kendi ülkelerini destekleyecek ve savaş esnasında sosyal barış, yani sınıf mücadelelerinin kesildiğini ilan edeceklerdi. 5 Ağustos sabahı bir Enternasyonal yoktu artık.
İkinci Enternasyonal'in Kautsky gibi kimi önderleri, savaş sırasında enternasyonalist bir tutum alınamamış olmasının böylesi bir tutumun alınamayacağını gösterdiğini ve Enternasyonal'in bir barış dönemi örgütü olduğunu söyleye dursunlar, sosyal demokrasinin devrimci sol kanadı, hareketin yaptığını tanımlamak için ihanetten aşağı bir ifade kullanmayacaktı. 5 Ağustos 1914'te, Alman partisinin durumuna hakim ve böylesi bir ihaneti esasında bekleyen Rosa Lüksemburg sosyal demokrasiyi kokuşmuş bir ceset olarak tanımlayacaktı. Rus partisindeki ayrışmanın Menşeviklerle saf tutmuş ama bu noktada ne Bolşeviklere ne Menşeviklere bağlı olan Leon Troçki, Enternasyonal'in etkin olarak öldüğünü duyuracaktı. Öte yandan enternasyonalist devrimci kanadın büyük bir kısmı, Enternasyonal'in, ihanet eden liderliğin elinden kurtarılmasının hala mümkün olduğunu düşünüyorlardı. 1915'te gerçekleşen savaş karşıtı sosyalist Zimmerwald Konferansı'nın katılımcılarının büyük çoğunluğu da bu görüşü destekleyecekti, ki Lüksemburg ve Troçki gibi devrimciler de yeni bir Enternasyonal inşa etmeye çalışmaktan ziyade, eskisini kazanmaya çalışmak gerektiği görüşündeydi.
Bu ihanetin eski Enternasyonal'i geri dönülmez bir biçimde düşman saflarına ittiğini düşünen azınlığın en ünlü temsilcisi Lenin olacaktı. Daha Ağustos 1914'te kaleme aldığı Avrupa Savaşı'nda Devrimci Sosyal Demokrasinin Görevleri başlıklı bildirgede Lenin şöyle diyecekti: “İkinci Enternasyonal (1889-1914) içerisinde en güçlü ve etkin olup savaş kredilerine oy vermiş ve Prusya Junkerlerinin ve burjuvazinin burjuva-şovenist sözlerini tekrarlamış bir parti olan Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin liderlerinin davranışı sosyalizme tamamen ihanet etmektir (...) İkinci Enternasyonal'in (1889-1914) önderlerinin büyük çoğunun ihaneti, Enternasyonal'in ideolojik ve siyasi iflasını göstermektedir. Bu çöküş temelde, içerisinde burjuva doğası ve tehlikesi bütün ülkelerin devrimci proletaryasının en iyi temsilcilerince uzun yıllardır dillendirilmekte olan küçük-burjuva oportünizminin muzaffer olmasından kaynaklanmıştır. Oportünistler uzun yıllardır sosyalist devrimi inkar ederek ve onun yerine burjuva reformizmini koyarak; sınıf mücadelesini ve onun belli durumlarda engellenemez biçimde iç savaşa evrilmesini reddederek ve sınıf işbirliği vaaz ederek; yurtseverlik ve anavatan savunusu adı altında burjuva şovenizmini savunarak ve çok önce Komünist Enternasyonal'in ortaya koyduğu sosyalizmin temel gerçeğini, işçilerin vatanı olmadığını görmezden gelerek; kendilerini bütün ülkelerin proleterlerinin bütün ülkelerin burjuvalarına karşı devrimci savaşını savunmak yerine duygusal ve cahilce militarizmle mücadeleyle sınırlayarak; burjuva parlamenterizm ve burjuva yasallığının kullanımını fetişleştirip kriz dönemde örgütlenme ve ajitasyonun illegal biçimlerinin elzem olduğunu unutarak İkinci Enternasyonal'in enkazını hazırlıyorlardı (...) Sosyalizm içindeki bu burjuva yönelimi azimle ve geri dönülmez biçimde ortadan kaldırmak geleceğin Enternasyonal'in görevi olmak zorundadır.”
Kısa bir süre içerisinde Lenin'in bu tutumunda yalnız olmadığı ortaya çıkacaktı. 1915 Zimmerwald Konferansı'nda, Lenin ve Bolşeviklerin başını çektiği ve kendisini Zimmerwald Solu olarak adlandıran bir azınlık, Rusya haricinde Letonya, Polonya, İsveç, Norveç, İsviçre ve Almanya'dan delegelerin desteğini kazanacaktı. Zimmerwald Solu'nun 19'a 12 oyla benimsenmeyen bildirge önergesinde şöyle deniliyordu: “Emek önderlerinin büyük çoğunluğu (...) milliyetçilik gözlerini bağlamış, oportünizmi içlerini çürütmüş olduğundan, savaşın başında işçi sınıfını emperyalizme sattılar ve Sosyalizmin ilkelerine ve dolayısıyla proletaryanın gündelik çıkarlarına ihanet ettiler. Sosyal-yurtseverlik ve sosyal-emperyalizm (...) proletarya için emperyalizmin burjuva müritlerinden daha büyük bir tehlikedir, zira Sosyalizm bayrağını kötüye kullanarak bilinçlenmemiş işçileri yanıltabilir. Sosyalist partilerin, ve dahası şimdi sosyal-emperyalist partilerin içindeki Sosyalist muhalefetin görevi, emekçi kitleleri siyasi iktidarın alınması ve toplumun Sosyalist örgütlenmesi için kapitalist hükümetlere karşı devrimci mücadeleye çağırmak ve bu mücadelenin başını çekmektir.”
Troçki, uzun yılların ardından 1914 sonrası döneme dair, Avrupa'daki bütün gerçek enternasyonalistlerin sayısının bir trenin tek vagonuna sığacak kadar az olduğunu söyleyecekti. Birinci Dünya Savaşı başladığında herkes bu savaşın, geçen on yılların diğer savaşları gibi, büyük ölçüde hızlı yaşanıp hızlı biteceğini zannetmişti. Öte yandan savaş bitmek bilmeyecekti adeta. Marx çok uzun yıllar önce, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi önünde bir pranga olduğu zaman, üretim biçiminin bir kriz ve devrim, başka bir ifadeyle bir çöküş evresine girdiğini ifade etmişti. Tarihin o güne dek gördüğü en büyük savaş ile üretici güçlerinin görülmemiş derecede yıkımı, bu dönemin gelmiş olduğunu gözler önüne seriyordu. Dahası kapitalizm devletin ve toplumun tek ve rakipsiz egemen gücü olarak saltanatını ilan etmişti. Dolayısıyla burjuva solunun kurumsallaşması da mümkün olmuştu. Sosyal demokrasi ve sendikalar, ihanetleriyle burjuvazinin kurumlarına dönüşmüşlerdi. Bilimsel sosyalizm savunusuyla tanınan İkinci Enternasyonal'in içindeki tek bilim insanı olan ve Zimmerwald Solu'nu destekleyen Hollandalı devrimci Anton Pannekoek, durumu 1917'nin başında yazdığı Üçüncü Enternasyonal isimli yazısında şöyle ifade edecekti: “İşçi sınıfı hareketi için tarihinde görülmemiş bir felaketin ortasındayız.” Fakat savaşın korkunçluğu uzayıp gittikçe, enternasyonalist devrimcilerin görüşleri işçi sınıfı içerisinde giderek etki kazanmaya başlamıştı. 1917'nin başında dahi, olacakları kimse beklemiyordu ama ortaya çıkmıştı ki proletarya savaştan bıkmış ve kapitalizmin kapısına dayanmıştı.
3. Uluslararası Devrimci Dalga ve Karşı-Devrim
Modern takvime göre 7 Mart, Rus takvimine göre ise 22 Şubat tarihinde, Petrograd'ın en büyük sanayi merkezi olan Putilov demir fabrikasında, patronların ücret artışı talep eden 20,000 işçiye lokavt uygulamaları sonucu tarihin gördüğü en büyük devrimci dalga başlayacaktı. Ertesi gün, 8 Mart Emekçi Kadınlar günü kutlamalarında kadın işçiler sokağa dökülüp fabrika fabrika gezerek on binlerce işçinin Putilov işçilerine katılmalarını sağlayacak, ilerleyen günlerde askerin karşılarına çıkacak ve onları da ayaklanan kitlenin saflarına çekeceklerdi. Ayaklanan kitlenin iki temel talebi, ekmek ve barıştı. On gün içinde, Rusya'da çarlık bitecekti. Fakat Çarlığın bitmesi kitlelerin isteklerine ulaşacakları anlamına gelmiyordu.
Şubat Devrimi sonrasının Rusya'sına 1905 Devrimi sonrası kurulan Duma'da güçlü partilerin kurduğu Geçici Hükümet egemen olacaktı. Geçici Hükümet'in başını çeken iki temel güç, liberal Anayasal Demokrat Parti (Kadetler) ile, içerisinde muhalif bir savaş karşıtı azınlık olsa da, büyük bir kısmı savaşı destekleyerek burjuvazinin saflarına geçmiş olan halkçı Sosyalist Devrimci Parti (Esar(SR)'lar) idi. Sosyalist Devrimci Parti, marksistlerin küçük-burjuva terörizmi adını verdiği romantik silahlı mücadeleci gelenekten geliyordu fakat artık özellikle köylülük arasında büyük güç kazanmış bir kitle partisiydi. Bunun haricinde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Menşevik kanadı da Geçici Hükümetin ufak bir ortağı olacaktı. Menşevikler, özellikle 1905'te sonra, aşamalı devrim tezinden yola çıkarak, Rusya'da bir burjuva demokratik devrim olması gerektiğini savunmuş ve böylesi bir devrimin doğal önderleri olarak gördükleri liberal Anayasal Demokrat Parti ile yakın çalışma yürütmüşlerdi. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, Menşevik Partisi'nin bir kısmı orduya katılırken, Menşevik lider Julius Martov'un başını çektiği bir kesim savaşa karşı çıkmıştı. Şubat devriminin ardından ise Menşevik Partisi'nin büyük çoğunluğu Geçici Hükümete katıldı ve devrimi savunmak adı altında savaşı destekledi. Martov'un sert eleştirilerine maruz kalsalar da, bu kanat artık egemendi ve açık açık devrimci savunmacılığı savunuyordu. Menşevik liderlerden Irakli Tseretelli ve Matyev Skobelev Geçici Hükümet'te bakanlık mertebesindeydiler ve onlar haricinde pek çok Menşevik muhtelif hükümet kurumlarında çalışıyordu. Bu Menşeviklerden bir tanesi de, Lenin'e yönelik bir tutuklama emrinin altına imza atacak Andrey Vyshinsky adlı genç ve başarılı bir avukattı. Öte yandan, Şubat Devrimi yalnızca Geçici Hükümetin iktidarını doğurmamıştı. Ayaklanan işçilerin de bir öz-örgütlülüğü ortaya çıkmıştı. Bu organın işçi Petrograd İşçi Konseyi, veya Sovyeti idi. Bu organ, ilerleyen aylarda Geçici Hükümete rakip bir iktidar merkezi olacak ve bu durum bir ikili iktidar durumu yaratacaktı. Bununla birlikte, başlangıçta Petrograd Sovyeti'nin içinde de Fyodor Dan ve Nikolai Çekidze gibi savaş yanlısı ve Geçici Hükümet'i destekleyen Menşevikler liderleri hakimdi, hatta hükümet yanlısı Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin etkisiyle, Sovyet'in Yürütme Komitesi Mart ayında greve çıkan işçileri açıktan açığa kınayacaktı.
Rusya'daki yeni durum, eski meselenin üzerine yeni bir sorun eklemişti: burjuva demokrasisi mi, proletarya diktatörlüğü mü? Şimdi savaşı ve hükümeti büyük bir şiddetle destekleyen Menşevikler arasında, Şubat Devrimi öncesinde daha ılımlı ve pasifist açılardan olsa da savaşa karşı çıkmış olanların sayısı az değildi – fakat burjuva demokrasisini destekledikleri için şimdi burjuva demokrasisinin sürdürdüğü savaşı da desteklemek zorundaydılar. Rusya'daki bütün siyasi eğilimlerin en radikali olan Bolşevikler dahi bu konuda tamamen net değildiler. Mart başlarında Sibirya'da sürgünden dönen Lev Kamanev, Joseph Stalin ve Matvei Muranov gibi Bolşevik liderler Petrograd Parti örgütünün başına geçince, Bolşeviklerle Menşeviklerlin ülke genelinde birleşmesinin yollarını aramaya başlayacaklardı ki Menşevikler de buna sıcak bakıyorlardı. Ancak Nisan başında Petrograd'a dönen Lenin'in müdahalesiyle Bolşevikler yine savaş-karşıtı ve radikal bir siyaset yürütmeye başlayacaklardı. Aslında sonraki süreçte Bolşevik Partisi'nin programı yerine geçecek olan Nisan Tezlerinde, Lenin yapılması gerekenler arasında şunları sayacaktı: “Geçici hükümet hiç bir şekilde desteklenmemelidir; bütün vaatlerin ve özellikle ilhaklardan vazgeçildiğine ilişkin vaatlerin tamamen yalan olduğu kanıtlarla gösterilmelidir. Bu hükümetten, kapitalistlerin hükümetinden, emperyalistliği bırakmasını 'talep etme' yerine -ki, bu, yığınlar arasına boş hayal tohumları serpmek olduğu için, kabul edilemez- hükümetin maskesinin düşürülmesi”, “İşçi vekilleri sovyetlerinin çoğunluğunda burjuvazinin etkisi altına düşmüş olan ve bu etkiyi proletaryaya yayan halkçı sosyalistlerden sosyalist-devrimcilerden de geçerek, [Menşeviklerin RSDİP'ndeki] Örgütlenme Komitesine (...) kadar, bütün küçük-burjuva oportünist unsurların bloku karşısında, partimizin azınlıkta olduğunun ve şimdilik zayıf bir azınlık oluşturduğununun bilinmesi. İşçi vekilleri sovyetlerinin mümkün olan tek devrimci hükümet olabileceğini, ve bu yüzden, bu hükümet burjuvazinin etkisinde kaldığı sürece, bizim görevimizin, yığınlara sabırla, yöntemle ve direşkenlikle taktiklerindeki yanılgıyı, bu yığınların pratik gereksinmelerini özellikle gözönünde tutarak açıklamaktan başka bir şey olamayacağını bu yığınlara anlatmak”, “Parlamenter bir cumhuriyet değil -çünkü işçi vekilleri sovyetlerinden sonra, buna dönmek, geriye bir adım olurdu- temelden doruğa kadar bütün ülkedeki işçiler, tarım ücretlileri ve köylü temsilcileri sovyetlerinin bir cumhuriyeti. Polisin, ordunun ve memurların kaldırılması”. Parti'nin görevleri arasında ise “Devrimci bir Enternasyonal, sosyal-şovenlere karşı ve 'merkez'e karşı bir Enternasyonal yaratılması girişimi' ve Parti'nin isminin değiştirilmesi vardı. 'Resmi önderleri ('Savaşı sonuna kadar sürdürme yanlısı' [ulusal savunma yanlısı] ve duraksayan 'Kautskiciler' olan resmi önderleri) bütün dünyada sosyalizme ihanet etmiş ve burjuvazinin yanına geçmiş olan 'sosyal-demokrasi' yerine, Komünist Partisi adı” alınmalıydı. Lenin'in bu görüşleri, Bolşevik Partisi içerisindeki Grigory Zinoviev ve Lev Kamanev gibi kimi unsurlar dahil resmi “marksistler”, “Lenin çıldırmış olmalı”, veya “Lenin anarşist oldu” diye yorumlayacaklardı. Öte yandan Lenin'in bütün iktidar sovyetlere noktasındaki bu görüşleri ilerki süreçte başta Bolşevik Partisi'nin Nikolai Bukharin, Alexandra Kollontai, Pavel Dybenko, Inessa Armand, Timofei Sapranov, Gabriel Myasnikov gibi daha radikal unsurları ve Troçki'nin Mahallelerarası örgütü olmak üzere ciddi bir kesimi etrafında toplayacaktı. Bolşeviklerin bu minvaldeki müdahalelerinin, Ekim 1917'de işçi konseylerinin iktidarı almasına katkısı az olmayacaktı.
kim Devrimi, hem dünya devrimci hareketini, hem de uluslararası sınıf hareketini muazzam bir biçimde etkiledi. Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler, asla tek bir ülkede iktidarı almalarının yeterli olacağını düşünmemişlerdi. Marks ve Engels'in günlerinden beri işçi hareketinin devrimci kesimi, her zaman proleter devrimin bir dünya devrimi olacağını savunmuştu. Bolşevikler de farklı değillerdi. Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler de Ekim devrimini bu devrimin, Rus işçi sınıfını ise dünya proletaryasının bir parçası olarak görüyor, ve eğer Rusya'daki devrim yayılmazsa kendilerinin de çok uzun yaşayamayacaklarını tahmin ediyorlardı. Ve Rusya'daki devrimle birlikte, dünya savaşını bir dünya devriminin izlemesi ihtimali bir hayli gerçek görünmeye başlamıştı. Ekim devriminin ardından bir yıl geçmeden, Alman ordusunda isyan başladı. Kitlesel grevlerle desteklenen ayaklanma Birinci Dünya Savaşı'nın da sonu olacaktı. Ekim Devrimi'nin etkisiyle, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ve dünyanın pek çok farklı yerinde, devrimci siyaseti savunanlar bir araya gelmekteydi. Dönemin devrimcilere tarihe tanıklık etmişlerdi: savaşı ve ihaneti, ardından ise devrimi görmüşlerdi. Bütün bu gelişmelerden sonuçlar çıkartılması gerekiyordu. Hollandalı Anton Pannekoek, daha Ekim devriminden önce, ortadaki meseleyi şu şekilde ifade etmişti: “Enternasyonal'in dünya savaşı yüzünden çöküşü yalnızca Enternasyonal hissiyatın milliyetçiliğin gücü karşısında teslim olması değildi. Aynı zamanda onlarca yıldır sosyal demokrasinin ve işçi sınıfı hareketinin bir parçası olmuş taktiklerin, mücadele yöntemlerinin, kısacası bütün düzenin çöküşü anlamına geliyordu. Kapitalizmin erken yükselişi döneminde ortaya çıkmış olup proletaryaya büyük hizmette bulunmuş bilgi ve taktikler, yeni emperyalist gelişim karşısında başarısız oldular.”
İkinci Enternasyonal'in temel taktikleri ve mücadele yöntemleri sendikalizm ve parlamenterizmdi. Şimdi devrimci hareket tam da bunları sorgulamaya başlamıştı. 1918 sonunda Almanya Komünist Partisi'nin (KPD) kuruluş kongresinde delegelerin büyük çoğunluğu, seçimlere ajitasyon için dahi katılınmaması ve sendikaların içerisinde hiçbir çalışma yürütülmemesi kararı aldı. Bu görüşleri fazla aşırı bulan Rosa Lüksemburg bile kongrede sendikalara dair: “Sendikalar artık işçi sınıfı örgütleri değiller; devletin ve burjuva toplumun en sağlam muhafızları olmuşlar. Dolayısıyla buradan yola çıkarak sosyalizasyon mücadelesinin sendikaları yok etme mücadelesini içermesi gerekiyor. Bu konuda hepimiz hemfikiriz” diyecekti. Milli Meclise dair yazdığı bir makalede ise parlamenterizmle ilgili şunları söyleyecekti: “Mevcut proleter devrimden doğacak yeni sosyalist toplumsal düzenin, gerçek görevinin sınıfsal niteliğinin ve bu görevi yerine getireceği siyasi organın sınıfsal niteliğinin simgesi, kent ve kır proletaryasının temsiline dayanan işçi konseyidir. Milli Meclis, burjuva devrimlerinin eskimiş mirasıdır, boş bir kabuktur, 'birleşmiş bir halk' ve burjuva devletinin 'özgürlük, eşitlik, kardeşlik'çi olmasına yönelik küçük-burjuva yanılsamalar döneminin bir getirisidir. Bugün Milli Meclise dönmek, bilinçli veya bilinçsizce devrimi burjuva devrimler tarihsel çağına geri döndürmeye çalışmaktır; böylesi bir şeyi savunanlar ise ya burjuvazinin gizli ajanları, ya da küçük-burjuva ideolojisinin bilinçsiz sözcüleridir (...) Bahane yok, belirsizlik yok – ok yaydan çıkmalı. Dün parlamenter alçaklık bir zayıflıktı, bugün bir belirsizlik, yarın sosyalizme ihanet etmek olacak”. Almanya dışındaki ülkelerdeki devrimcilerin büyük çoğunluğu da benzer noktalara varacaklardı. Bolşevikler ise yeni dönemin belirli değişiklikler getirdiğini kabul etmekle birlikte, sendikalar içinde çalışma yapılabileceğini ve ajitasyon için devrimci parlamenterizm yapılabileceğini, fakat bu noktada bunların ikincil meseleler olduğunu, zira esas meselenin burjuva demokrasisi karşısında proletarya diktatörlüğünü, işçi konseylerinin iktidarı almasını savunmak olduğunu söyleyeceklerdi. 1919'un Mart ayında dünya genelindeki bu devrimci unsurlar Moskova'da bir araya gelerek Komünist Enternasyonal'i kurdular. Lenin kongrede sunduğu Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler'de söyle diyecekti: “Sovyet iktidarının gerçekleşmediği ülkelerde Komünist Partilerin temel görevi: 1. Geniş işçi sınıfı kitlelere burjuva demokrasisi ve parlamenterizm yerine gelmesi gereken yeni proleter demokrasinin siyasi ve pratik gerekliliğinin tarihsel anlamını açıklamak; 2. Sanayinin bütün kollarında, orduda ve donanmada, ve tarım işçileri ve ufak köylülük arasında işçi konseylerini inşa edip yaymaya çalışmak; 3. Konseylerde kendinden emin, bilinçli bir komünist çoğunluk kazanmak”.
Öte yandan Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi dahi belki de çok geçti. Almanya'da Spartaküs Haftası'nın ardından ciddi bir baskı dönemi başlamış, ve KPD'nin en önemli önderlerinden Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht katledilmişlerdi. Almanya'da karşı-devrim bizzat sosyal-demokrasinin eliyle gerçekleştiriliyordu. Sovyet Rusya ve Almanya arasındaki Brest-Litovsk anlaşmasının ardından Doğu Cephesi'nden dönen askerler, SPD tarafından paramiliter karşı devrimci milisler olarak örgütlenmeye teşvik ediyorlardı. Freikorps olarak bilinecek bu birlikler, Nazizmin de temelini oluşturacaklardı. Şüphesiz, burjuvazinin karşı devrimi, devrimci dalgayı bir hamlede bitirmeyi başaramayacaktı, fakat Komünist Enternasyonal'in 1920'nin yazındaki İkinci Kongresi gerçekleştirildiğinde devrimin başlangıçta umulduğu kadar çabuk bir zafer kazanamayacağı da gözler önüne serilmişti. Bolşevikler bu süre içerisinde Alman devrimini kurtarabilmek için Polonya'ya girmişlerdi, ve Kongre'de Kızıl Ordu'nun ilerlemesi günlük olarak büyük bir harita üzerinde delegelere gösteriliyordu. Bu arada bir yandan da Çarlık generallerinden Anayasal Demokratlara, Sosyal Devrimcilerden Menşeviklere ve emperyalist devletlerin askerlerine, Beyaz karşı-devrimcilerle iç savaş da devam etmekteydi. Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi, ilkinden çok daha etkileyici bir havada yapılmaktaydı. Herşeyden önce çok daha fazla ülkeden katılımcılar vardı. Kongrenin şiarı, baş düşman oportünizmdir idi. Bununla birlikte, bir özgüven manzarası resmeden bütün o etkileyiciliğin, heyecanın ve coşkunun altında artan bir çaresizlik hissi vardı. Bu çaresizlik de Bolşevikler içerisindeki en ileri görüşleri değil, en geri görüşleri ortaya çıkartıyordu. Devrimin yayılmasındaki başarısız görüntü karşısında, Bolşevikler Enternasyonal'in partilerini sendikalara ve seçimlere girmeye zorlayacaklardı. Zira Bolşevikler, çaresizliklerinde çözümü Avrupa'daki hareketin kitleselleşmesi olarak görüyorlardı, ancak kitleselleşen bir dünya komünist hareketi Bolşeviklerin giderek belirginleşen yalıtılmışlıklarına bir son verebileceğini düşünüyorlardı. Hareketin nasıl kitleselleşeceğine dair fikirleri ise, sosyal demokrasinin deneyimine dayanıyordu.
Öte yandan Komünist Enternasyonal'in bütün üyeleri, kendilerine dayatılan politikaları kabullenmeye hazır değillerdi. İtalyan Komünist Amadeo Bordiga, 2. Kongre'ye sunduğu Parlamenterizm Üzerine Tezler'de şöyle diyecekti: “[H]areketin esas sorununun iktidarın proletarya tarafından devrimci fethi haline geldiği mevcut durumda, Partinin her politik etkinliği bu hedefe adanmalıdır. Karşıt partilerin her çatışmasının, iktidarın ele geçirilmesi için verilen her kavganın, demokratik mekanizma çerçevesinde, seçim kampanyalarında ve parlamento tartışmalarında oynanması gerektiğine insanları ikna etmeye çalışan yalan ile yani burjuva yalanı ile tam ve kesin bir biçimde kopmak gerekmektedir. Burjuva sınıfı ile yan yana çalışarak, işçileri seçimlere katılmaya çağıran geleneksel yöntemi, proletaryanın sömürücüleriyle aynı parlamenter zeminde belirdiği gösteriyi tam olarak yadsımadan bu hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır (...) Komünist Partiler devrimci marksist yöntemin propagandasını yaparken, çabalarını doğrudan proletarya diktatörlüğü ve işçi konseyleri üzerinden temellendirmez ve burjuva demokrasisi ile tüm bağlarını koparmazlarsa asla tam bir başarı sağlayamazlar.” İngiliz komünist Sylvia Pankurst'ün başını çektiği İngiliz delegeler de kongrede özellikle İngiliz İşçi Partisi'ne katılma fikrine ve parlamenterizme karşı çıkacaklardı. Amerikalı komünist John Reed'in başını çektiği ve İngiliz, Amerikan, Hollandalı, İrlandalı, İspanyol, Hindu ve kimi Fransız delegelerin çektiği grup ise gerici sendikalar içerisinde çalışma yürütülmesi ve sendikaların yıkılması sloganının reddedilmesine karşı çıkacaktı ve Reed kongreye dair yazdığı yazıda açık açık “Bu tezler önümüzdeki kongrede değiştirilmelidirler” diyecekti. Kolonilerde ve geri kalmış ülkelerde milli-demokratik burjuva hareketlerin desteklenmesine yönelik tezlere karşı çıkanların sözcülüğünü ise, İran delegesi Avetis Sultanzade yapacaktı: “Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı saf bir komünist hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir”. Komintern desteği alan Türkiye'de Kemalistlerin, Çin'de ise Çan Kay Şek ve adamlarının komünist işçilere karşı girişeceği katliamlar, Sultanzade'nin ne denli haklı olduğunun bir kanıtı olacaktı. Komünist Enternasyonal'in partilerindeki devrimci militanların ciddi bir kesimi, Bolşeviklerin Enternasyonal'e dayattıkları bu yönelimlerin, Enternasyonal'in içerisinde oportünist eğilimlerin kök salmaya başladığının bir göstergesi olarak görüyordu. Lenin'in kapıdan kovulan sosyal-demokrat politikaların bu şekilde bacadan içeri alınmasına karşı çıkan komünistlere karşı yazdığı Sol-Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı'na dair Hollandalı Anton Pannekoek: “Önemi içeriğinde değil yazarındadır, zira içindeki argümanlar aslında özgün değiller ve büyük ölçüde başkalarınca kullanılmışlar. Yeni olan, şimdi bu argümanları kullananın Lenin olması” diyecekti. Öte yandan, bu değişiklikler kimi unsurların da bir hayli işine gelmekteydi.
Devrim yalıtıldıkça bu eğilimler daha da şiddetlenecekti. Dahası, Rusya'nın içerisinde de durum iyiye gitmiyordu. Daha 1918'de, Rus sol komünistlerinin yayın organında şu kehanetvari uyarı yapılacaktı: “Eğer sopa işçiye kaldırılırsa, kendisini ya başka bir sınıfın etkisi altında ya da sovyet iktidarını elinde tutan başka bir toplumsal gücün ellerinde bulacaktır; o zaman sovyet iktidara proletaryaya karşı başka bir sınıftan (misal köylülük) destek arayacaktır ve böylelikle proletarya diktatörlüğünü yok edecektir. Sosyalizm ve sosyalist örgütlenme ya proletaryanın kendisi tarafından kurulur, ya da hiç kurulmaz; onun kurulan başka bir şey olur: devlet kapitalizmi”. 1921'de o sopa Petrograd ve Kronstadt'ta işçiye kaldırılacak, son nefeslerinde “Yaşasın dünya devrimi” ve hatta “Yaşasın Komünist Enternasyonal” diye bağıran proleterler, Troçki'nin deyimiyle “keklik gibi vurulacaklardı”. Sol komünistler 1918'de devlet kapitalizmi tehlikesine karşı uyarılar yaptıklarında, devlet kapitalizminin iyi bir şey olacağını söyleyen Lenin de, 1922'ye gelindiğinde işlerin istediği gibi gitmediğini fark edecekti. Partinin 11. Kongresinde Lenin şöyle diyordu: “Siz komünistler, siz işçiler, siz proletaryanın devlet yönetimini üzerine almış siyaseten aydınlanmış kesimi, ellerinize aldığınız devleti öyle ayarlamalısınız ki istediğiniz gibi işlemeli (...) İstediğimiz gibi işledi mi? Hayır. Fakat istediğimiz gibi işlemediğini kabul etmeyi reddediyoruz. Nasıl işledi? Makina kendisini kullanan ele itaat etmeyi reddetti. Şoförün değil, bir başkasının istediği yere giden bir araba gibi; sanki onu gizemli, kanunsuz bir el, kim bilir belki bir vurguncunun hatta belki de bir özel kapitalistin, ya da ikisinin de eli kullanıyor. Her halükarda, araba direksiyondakinin istediği doğrultuda gitmiyor, ve sıklıkla bambaşka yönlere gidiyor”. Rus devleti, ülkedeki bütün bürokratik ve burjuva unsurların en elverişli yuvasına dönüşmekteydi. Parti ile devletin bu denli iç içe geçmeleri partiyi de zehirliyordu – Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nde hakim olan oportünizm ise ilerleyen yıllarda Enternasyonal'i Rus dış politikasının bir aracına dönüştürecekti. En nihayetinde, marksizmin, Bolşevik Partisi'nin, Ekim Devrimi'nin ve Komünist Enternasyonal'in savunmuş olduğu herşeye karşı olarak, 1925'te Rus partisinin ve Sovyet Rusya'nın temel programı olarak, dünya devriminin yerine Joseph Stalin'in ortaya attığı tek ülkede sosyalizm kabul edildi. Proletaryanın programı çöpe atılmış, karşı-devrim galip gelmişti.
Gerdûn
Yazının 2. kısmı: https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201207/401/burjuva-solu-nedir-2