Dünya Kadınlar Günü: Kadının Ezilmişliği Sorununu Yalnızca Komünist Toplum Çözebilir

8 Mart’ta tüm feminist gruplar, çeşitli sol gruplarda (özellikle Sosyalist Parti’de) temsil edilen radikal küçük burjuvazinin tam desteği ile Dünya Kadınlar Günü’nü bir kez daha andı. İşçi kadınların mücadelesiyle özdeşleştirilen bugün bir kez daha saptırılacak ve dev bir demokratik ve reformist karnavala dönüştürülecektir. Tıpkı İşçi Bayramı (1 Mayıs) gibi, 8 Mart da burjuvaziye kazandırıldı ve devlet kapitalizminin bir kurumu haline geldi.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1887), anahân toplumların sona ermesinin ve ataerkil toplumun yükselişinin kadını “erkeğin proleteri” haline geldiğini onaylayarak, kadınların ezilmişliğini zaten kınamıştı. Auguste Bebel, Kadın ve Sosyalizm (1891) adlı eserinde, kadın durumuna ilişkin derin bir tarihsel incelemeyle Engels’in çalışmalarını sürdürdü.

19. yüzyılın sonundan itibaren, “kadın sorunu”, tüm insanlığın kurtuluşu için yürütülen işçi sınıfı mücadelesiyle yakından ilişkili hale geldi. Kadın işçilerin maruz kaldığı yoksulluk ve sömürü koşulları, onları yirminci yüzyılın başında kaçınılmaz olarak proleter mücadelenin öncüsü haline getirdi.

Yirminci yüzyıl işçi hareketi içinde kadınların mücadelesi.

8 Mart’ın kökeni, New York’ta 8 Mart 1857'de gerçekleşen ve polis tarafından bastırılan tekstil işçilerinin eylemlerine dayanıyor (Amerikan işçi hareketi arşivinde olaya dair herhangi bir kayıt bulunmadığı halde).

Sosyalist kadınların uluslararası hareketi, Almanya’da Clara Zetkin’in [1] etkisi altında işçi sınıfının ana partisi SPD’de ortaya çıktı: Zetkin, 1890'da Rosa Luxemburg’un desteğiyle kapitalizmin devrimci yıkımını ve yerine dünya komünist toplumunun getirilmesini savunan Die Gleichheit (Eşitlik) dergisini kurdu. Dünyanın her yerinde, hem Batı Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde, kadın işçiler kendi sömürü koşullarına karşı harekete geçmeye başlıyorlardı. İşgününün azaltılmasını, erkeklerle aynı ücretleri almayı, çocuk işçiliğinin kaldırılmasını ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini talep ettiler. Bu ekonomik taleplerin yanı sıra, siyasi talepleri de, özellikle kadınların oy kullanma hakkını, gündeme getirdiler (bu siyasi talep daha sonra ‘süfrajetler’ olarak bilinen burjuva kadın hareketine daldırılacak ve onunla karıştırılacaktır.)

Ancak özellikle 1907'den itibaren, Birinci Dünya Savaşı’nın habercileriyle karşılaşan kadın işçiler ve sosyalistler, kendilerini kapitalist barbarlığa karşı mücadelenin öncüsü olarak bulacaklardı.

Aynı yılın 17 Ağustos’unda Clara Zetkin, Kadın Sosyalist Enternasyonal’in Stuttgart’taki ilk konferansını duyurdu. Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin her yerinden 58 delege katıldı ve kadınların oy kullanma hakkına ilişkin karar aldı. Aynı karar, bu konferansı takip eden SPD’nin Stuttgart kongresinde de alındı. Kadınların ücretlerinin aynı işi yapan erkek işçilerin yarısı kadar olduğu dönemde birçok kadın örgütü vardı ve bunların büyük çoğunluğu yüzyılın başında tüm işçi mücadelelerine aktif olarak dahil olmuştu.

1908 ve 1909'da New York’ta kadın tekstil işçilerinin kitlesel eylemleri vardı. Talepleri “ekmek ve güller” (güller sadece hayatta kalmanın ötesinde yaşam koşullarında iyileşmeyi sembolize ediyordu), çocuk işçiliğinin kaldırılması ve daha iyi ücretlerdi.

1910'da Kadın Sosyalist Enternasyonal barış için bir çağrı başlattı. 8 Mart 1911 Dünya Kadınlar Günü’nde tüm Avrupa’da bir milyon kadın eylem yaptı. Birkaç gün sonra 25 Mart’ta New York’taki Triangle tekstil fabrikasında çıkan yangında 140'tan fazla kadın işçi güvenlik önlemlerinin olmaması nedeniyle hayatını kaybetti. Bu dram, kadınların sömürü koşullarına ve parlamentoda siyasi bir sese sahip olmamalarına karşı isyanını daha da alevlendirecekti. 1913'te dünyanın her yerinde kadınlar oy kullanma hakkını talep ediyordu. Britanya’da burjuva “süfrajetler” de daha radikal bir duruş benimsiyorlardı.

Ama özellikle Çarlık Rusya’sında kadınların mücadelesi tüm işçi sınıfının devrimci hareketine ivme kazandıracaktı. 1912 ile 1914 arasında Rus kadın işçiler gizli toplantılar düzenlediler ve emperyalist katliamlara karşı olduklarını ilan ettiler. Savaş patlak verdikten sonra Avrupa’nın her yerinden kadınlar onlara katılacaktı.

1915'te Fransız ordusunun cephedeki açık saldırısı korkunç bir katliam başlattı: 350.000 asker siperlerde katledildi. Kadınlar, ulusal ekonomiyi ayakta tutmak zorunda kaldıkları için artan sömürüye maruz kaldılar. Savaşa karşı tepkiler patlamaya başladı ve ilk seferber olan kadınlar oldu. 8 Mart 1915'te Alexandra Kollontai [2] Oslo yakınlarındaki Christiana’da savaşa karşı kadınlar eylemi düzenledi. Clara Zetkin yeni bir Uluslararası Kadınlar Konferansı çağrısında bulundu. Bu, savaşa karşı çıkan herkesi yeniden toplayan Zimmerwald Konferansı’nın bir başlangıcıydı. 15 Nisan 1915'te 12 farklı ülkeden 1136 kadın La Haye’de toplandı.

Almanya’da, özellikle 1916'dan itibaren, Batı işçi hareketinin en büyük iki kadın figürlerinden olan Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg, Alman Komünist Partisi KPD’nin kuruluşunda belirleyici bir rol oynayacaklardı. Amerika Birleşik Devletleri’nde anarşist militan (ve Amerikan Komünist Partisi’nin kurucu üyesi gazeteci John Reed’in arkadaşı) Emma Goldman, emperyalist savaşa karşı sert bir mücadele yürüttü. Goldman, “Birleşik Devletler’deki en tehlikeli kadın” olarak kabul edildi ve 1917'de Rusya’ya sürgün edilmeden önce hapse girecekti.

Rusya’da, proletaryanın devrime giden muzaffer yürüyüşüne önderlik edecek olan kadın işçiler oldu. 8 Mart’ta (Miladi takvimde 23 Şubat) Petrograd’daki tekstil fabrikalarında çalışan kadın işçiler kendiliğinden greve çıktı ve sokaklara döküldü. “Ekmek ve barış” talep ettiler. Oğullarının ve kocalarının cepheden çağrılması için çağrıda bulundular. “Talimatlarımıza aldırış etmeden, birkaç fabrikanın kadın işçileri greve gitti ve mühendislik işçilerine desteklerini istemek için delegasyonlar gönderdiler… Bunun devrimin ilk günü olabileceği tek bir işçinin bile aklına gelmedi.” (Rus Devriminin Tarihi, Troçki). Böylece, Rus Devrimi’nin kıvılcımı olan ‘ekmek ve barış’ sloganı Petrograd’ın kadın işçileri tarafından başlatıldı ve Putilov fabrikalarından işçilerin ve tüm işçi sınıfının harekete katılmasına yol açtı.

Kadın Hareketinin Burjuva Demokrasisine Kazandırılması

12 Kasım 1918'de, Ateşkes’i imzaladıktan sonraki gün, Alman burjuvazisinin kadınlara oy kullanma hakkı vermesi bir kumar değildi. Sosyalist kadınların uluslararası hareketinin doğduğu, 20. yüzyılın başında işçi hareketinin en büyük kadın figürlerinin, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’in militan olduğu ülkede, parlamentonun işçi sınıfı için boş kabuk haline geldiği bir dönemde, egemen sınıfın oy hakkını bahşederek kadınların devrimci ruhunu kırmaya çalışması şaşırtıcı değildi. Kapitalizmin kendi çöküş dönemine girmesiyle reformlar ve oy hakkı için mücadele etmek kullanışlı değildi, mücadele yalnızca kapitalist düzeni yıkmak için olmalıydı.

Komünist Enternasyonal’in 1919'da ilan ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı tarihin yeni bir dönemini başlattı: “savaşlar ve devrimler dönemini.”

1920'lerin başından itibaren, kadın hareketi proleter mücadele süreciyle benzer bir yol izledi; bir geri çekilme sürecine girdi ve hızla kapitalist devletin içine çekildi. Proleter hareketten giderek daha farklı ve ayrı, sınıflar arası uzlaşmacı bir hareket haline gelecekti. Kadının ezilmişliği sorunu, imalathane ve fabrikalarda kadınların sömürülmesinin koşullarından bağımsız olarak gündeme getirilerek, sömürü ve kâr arayışına dayalı bir toplumda kadınların gerçekten özgürleşebileceği yanılsaması yaratılıyordu. 1920'lerin başından itibaren kadın “kurtuluş” hareketi dikkatini, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, doğum kontrolü ve kürtaj hakları üzerinde yoğunlaştırmaya başladı.

Almanya’da 1920'lerin ortalarından itibaren kadın hareketi, Nazizme karşı mücadele alanına doğru hızla rayından çıktı.

Diğer Avrupa ülkelerinde, özellikle Fransa ve İspanya’da, kadınlar milyonlarca proleterin İkinci Dünya Savaşı’na alınmasına yol açacak bir ideoloji olan anti-faşizme kapılırken, oy kullanma hakkını talep etmeye devam ettiler.

Kadın hareketi, Fransa’daki UFCS (Union Féminine Civique et Sociale) ve kadınları bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisine karşı değil, faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele etmeye çağıran Katolik kadın örgütleri gibi kapitalist devletin her türlü aracı tarafından çok hızlı bir şekilde kazanıldı.

Fransa’da kadınların oy kullanma hakkı hâlâ kanunda yer almasa da, Léon Blum kadınları ilk kez hükümete dahil etti. 4 Haziran 1936'da üç kadın devlet müsteşarlığına atandı (Cécile Brunschwig, Irène Joliot-Curie ve Suzanne Lacore). Sol kanat kapitalist partilerin, çok sayıda kadını Halk Cephesi bayrağının arkasında seferber etmesine ve onları İkinci Dünya Savaşı hazırlıklarına dahil etmesine izin veren bu hareket, ‘radikal’ bir hareket olarak sunuldu.

İşgal sırasında, özellikle Fransız Komünist Partisi (PCF) Stalinistlerinin bayrağının arkasında, çok sayıda kadın Direniş’e katıldı. De Gaulle nihayetinde 23 Mart 1944'te oy kullanma hakkı vererek onların ‘cesaretlerini’ ve ‘vatanseverliklerini’ ödüllendirecekti, böylece sağ veya sol kanattan kendi sömürücülerini seçebileceklerdi.

Bununla birlikte, tam kadınlar Fransa’da oy kullanma hakkını elde ettiği sırada, mide bulandıran şovenizmiyle PCF, Paris’in Kurtuluşu’nda göklere çıkarılıyordu. 1945'te düşmanla (“boche” [Alman askerleri]) cinsel ilişki kurma suçunu işleyen kadınların saçları tıraş edildi. Üç Renkli’yi (Fransız bayrağı) lekelemekle ve düşmanla ‘iş birliği yapmakla’ suçlandılar. Halkın önünde yürüyüşe zorlandılar ve halkın alayına maruz bırakıldılar.

Feminizm: Cinsiyetçi ve Gerici Bir İdeoloji

1970'lerin başında kadın hareketi artık işçi hareketinin herhangi bir niteliğine sahip değildi. Kadın Kurtuluş Hareketi feminizmin yeni sesiydi ve kadınların siyasi partilere katılmasını içeren her fikri reddetti. “Şovenizm karşıtlığı” adına, erkeklerin toplantıların çoğuna katılmaları yasaklandı. Hareket kendisini “özerk” olarak adlandırdı ve kadınların kapitalist sistem tarafından değil, genel olarak erkekler tarafından baskılandığı yanılgısını güçlendirdi. Feministlerin erkeklerle aynı ‘hakları’ talep etmenin ötesinde, erkekleri düşmanları, baskılarının gerçek kaynağı olarak görmeleri vasıtasıyla cinsiyetçi bir bakış açısına katkıda bulundular. Pek çok “feminist”, kadınların baskılarının ekonomik temellerini biraz olsun düşünmeden, kadınların “cinsel özgürlüğü” için Don Kişotvari bir mücadele üstlendiler. Feminist hareket, işçi hareketi içindeki kadın mücadelesi geleneğinden kesin olarak kopmuştu. Küçük burjuvazinin, tarihsel perspektifi olmayan gerici bir ideolojisi haline gelmişti ve 68 Mayıs sokaklarında çiçek açmıştı. Ve feministlerin amblem olarak leylak rengini seçmeleri tesadüf değil, 20. yüzyılın başlarında süfrajetler de aynı rengi kullanıyordu. 1975'te feminist hareket, polis baskısına maruz kalmadan bedenlerini “özgürce” satmaya (erkeklerin cinsel yoksunluklarından geçinmeye) devam etme hakkını talep eden fahişeleri de bünyesine kattı.

Sermayenin Hizmetinde Bir Maskeli Balo

1977'de Birleşmiş Milletler, Dünya Kadınlar Günü’nü resmen tanıdı ve her ülkeyi bu günü ‘kadın hakları ve uluslararası barış’ kutlamalarına adamaya davet eden bir karar aldı. “Barış” konusuna gelirsek, Birleşmiş Milletler denen emperyalist haydutların sığınağından sunulan yüce “çözümlerin” neye hizmet ettiğini göstermek için büyük demokratik güçlerin himayesi altında gerçekleştirilen sayısız katliama atıfta bulunmak yeterlidir. Kadın hakları için uluslararası güne baktığımızda ise, bu günün işçi sınıfından kadınları aldatmak için bir maskaralık ve onları kapitalist sınıf tarafından sömürülen işçiler olarak mücadelelerinden saptırmaktan başka bir şey olmadığını görürüz.

Fransa’da Başkan Mitterrand ile sol (özellikle de Sosyalist Parti-PS), feminist ideolojinin ana savunucusu haline geldi. 1982 yılında Mauroy hükümeti altında, Kadın Hakları Bakanlığı’yla beraber, 8 Mart burjuva demokratik devletin kurumu haline geldi.

O zamandan beri, sermaye solunun her fraksiyonu, işçi kadınların genel bir kadın kitlesi içinde eritilmesini ve sınıf çıkarlarının ayrımı yapılmadan, toplumun her tabaka ve sınıfından kadınlarla iş birliği yapabilecekleri kampanyalara katılmalarını amaçlayan çeşitli feminist kurumların oluşumuna katkıda bulundular.

Bugünün seçim kampanyaları (ABD başkan adayı Hillary Clinton ile, Fransa’daki Ségolène Royal’in ardından) bizi kandırarak, hükümetin başında kadınların olmasının işçi sınıfına yönelik acımasız saldırılara son verebileceğine inanmamızı istiyor. Ayrıca, bir kadın devlet başkanının daha az barbarca savaş anlamına geleceğine inanmamızı istiyor: bir “kadın” erkeklerden daha az “şiddete eğilimli”, daha “insancıl” ve daha “barışçıl” olacaktır.

Bütün bu gevezelikler aldatmacadan başka bir şey değil. Kapitalist tahakküm bir cinsiyet sorunu değil, toplumsal sınıf sorunu. Burjuva kadınları devletin kontrolünü ele geçirdiklerinde, erkek selefleriyle tamamen aynı kapitalist politikaları uygularlar. Hepsi, siyasi mahkum statüsü talep eden 10 IRA açlık grevcisinin aynı anda ölmesine izin vermesi ve 1982'deki Falkland Savaşı’ndaki liderliğiyle hatırlanan Demir Leydi Margaret Thatcher’ın adımlarını takip eder. Hepsi aynı şeyleri yapar, Sarkozy’nin ortakları, Michèle Alliot-Marie, Rachida Dati, Valérie Pécresse, Fadela Amara ve diğerleri gibi. Burjuvazi, ulusal ekonomisinin yönetiminde cinsiyetler arasında herhangi bir fark görmez. Ve patronlar örgütünün patronu Laurence Parisot, kendisinden önce “stronger sex’ten [daha güçlü cinsiyet]” öncüllerinin yaptığı gibi, burjuvazi için iyi bir iş çıkarıyor.

1917'de, Ekim Devrimi’nden hemen önce, Lenin şunları yazmıştı:

“Ezen sınıflar, büyük devrimcileri sağlıklarında durmadan oradan oraya sürmüş, öğretilerinin karşısına en vahşi düşmanlık, en kudurgan nefret ve en kaba yalan ve karalama kampanyalarıyla dikilmişti. Ölümlerinden sonra, onları zararsız putlara çevirmek, deyim yerindeyse evliyalaştırmak ve ezilen sınıfları “avutmak” için ve bu sınıfları aldatmak amacıyla adlarını bir ölçüde halelerle süslerken, aynı zamanda devrimci öğretiyi içeriğinden yoksun bırakma, devrimci uçlarını köreltme ve onu bayağılaştırma girişimlerinde bulunulur.” (Devlet ve Devrim)

Devrimcilerin başına gelenler 1 Mayıs’ın da başına geldi. Ve 1 Mayıs’ın başına geldiği gibi 8 Mart’ın (dünya kadınlar günü) da başına geldi.

Egemen sınıf olarak burjuvazinin en tehlikeli silahlarından biri, geçmişte işçi sınıfına ait olan sembolleri ona karşı olarak kullanmak üzere kendisine kazandırma kapasitesidir. Nitekim, sendikalar ve işçi partilerine olduğu gibi, 1 Mayıs ve Dünya Kadınlar Günü’ne olan da buydu.

Tarih öncesinin sonundan beri kadınlar her zaman baskıya uğramıştır. Ancak bu baskı kapitalizm altında ortadan kaldırılamaz. Kadınlara bu perspektifi ancak dünya komünist toplumunun gelişi sunabilir. Kadınlar ancak tüm insanlığı özgürleştirmek için işçi sınıfının genel hareketine aktif olarak katılarak kendilerini özgürleştirebilirler.

Sylvestre (12/02/08)

[1] 1887 doğumlu Clara Zetkin, İkinci Enternasyonal’in kuruluşunda aktif olarak yer aldı. Partisi SPD’yi çürüten oportünizmle karşı karşıya kalan Clara Zetkin, arkadaşı Rosa Luxemburg ile, partinin sol kanadıyla birleşti. Birinci Dünya Savaşı’na karşı olan devrimci harekete katıldı. 1915'te, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in yanında Spartakist Birliğinin kurucu üyesiydi. Fransız Komünist Partisi kurulduğunda Tours Kongresi’nde Komünist Enternasyonal’in bir temsilcisiydi.

[2] 1872 doğumlu Alexandra Kollontaï, 1917'de Bolşevik Parti’nin en üst düzey kadın figürlerinden biriydi. 1903'teki Rus Sosyal Demokrasi Kongresi’nin ardından Menşevik Parti’ye katılarak, 1914'ten itibaren savaşa karşı savaştı ve 1915’te Lenin’in partisine yeniden katıldı. Rus Devrimi’ne katıldı ve Ekim Devrimi’nden sonra hükümette rol alan dünyadaki ilk kadın oldu. Onun faaliyeti ve devrimci işçi kadın hareketi sayesinde Rusya’da oy hakkı ve eşit ücret, 1920'de kürtaj hakkı kazanıldı. Alexandra Kollontaï, 1918'den itibaren Bolşevik Parti’nin gidişatına gittikçe daha fazla karşı çıktı ve 1920'de İşçi Muhalefeti adlı bir iç fraksiyonun kuruluşunda yer aldı.

Rubric: