Komünist Sol Nedir?

Bu makale ilk kez Rusya’da Proleter Kürsü adlı yayında basılmıştır.
 
1. 1920’lerin ortasında uluslararası devrimci dalganın yenilgiye uğramasından bu yana, hiçbir terim; sosyalizm, komünizm ve Marksizm’in terimlerinden daha fazla çarpıtılmadı ya da suiistimal edilmedi. Eski Doğu Bloğu Stalinist rejimlerinin veya bugün Çin, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerin, komünizmin ya da Marksizmin temsilcileri oldukları fikri, aşırı sağdan aşırı sola yönetici sınıfın tüm hizipleritarafından kasıtlı olarak sürdürülen bir yalandı: 20.yüzyılın Büyük Yalanı. 1939–45 emperyalist dünya savaşı sırasında yaşanan insanlık tarihinin en büyük katliamı karşısında, Rusya içinde ve dışında işçileri harekete geçirmek üzere “sosyalist anavatanın savunulması” miti ile beraber “anti-faşizm” ve “demokrasinin savunulması” mitleri kullanıldı.

2. Bu muazzam ideolojik çarpıtma yığını, aynı zamanda Marksizmin 20.yüzyıldaki gerçek devamlılığı ve gelişimini anlaşılmaz hale getirir. Marksizmin yanlış savunucuları- Stalinistler, Troçkistler, her türden akademik “marksologlar”, teoriyi güncelleştirdiğini iddia edenler (modernizers) ve felsefeciler- ilgi odağı haline gelirken, Marksizmin gerçek savunucuları, şayet doğrudan baskı altına alınmamış ve susturulmamışlarsa, saha dışına sürülürler. Böylelikle, alakasız mezhepler ve daha çok da yitik dünyanın fosilleri olarak bertaraf edilirler. Bu nedenle, bu yüzyılda Marksizmin gerçek devamlılığını yeniden sağlamak için öncelikle Marksizmin ne olduğunun tanımlanması gerekiyor. İlk kez Komünist Manifesto’da (1848) ifade edildiği haliyle Marksizm, kendisini soyutlanmış dahi düşünürlerin ürünü olarak değil, aksine proletaryanın gerçek hareketinin teorik ifadesi olarak tanımlar. Aslında Marksizm, sadece sömürülen sınıfın birincil ve tarihsel çıkarlarının uzlaşmaz savunuculuğu ile bu sınıfın davasına bağlılığını kanıtlayan, mücadele eden bir teori olabilir. Bu savunma, proletarya enternasyonalizmi gibi temel ve değişmez ilkelere bağlı kalma kapasitesine dayanırken, aynı zamanda işçi sınıfının deneyimiyle doğrudan canlı bir ilişki içinde, Marksist teorinin sürekli zenginleştirilmesini de içerir. Dahası, sınıfın bir ürünü olarak ortak çalışma ve toplu mücadeleyi içeren Marksizmin kendisi, sadece örgütlü birlikler- devrimci fraksiyonlar ve partiler- aracılığıyla gelişebilir. Nitekim Komünist Manifesto da, tarihteki ilk Marksist organizasyon olan Komünist Lig’in programı olarak ortaya çıktı.

3. 19.yüzyıl’da kapitalizm hala genişleyen, yükselen bir sistemken, burjuvazi; siyah aslında beyazmış, kapitalizm de aslında sosyalizmmiş gibi göstererek, yönetiminin sömürüye dayanan doğasını gizlemeye daha az ihtiyaç duyuyordu. Bu tür ideolojik çarpıtmalar, esas olarak kapitalizmin tarihsel çöküşüne özgüdür ve burjuvazinin marksizmi mistifikasyon aracı olarak kullanma çabasıyla belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Ancak kapitalizmin yükseliş döneminde bile, egemen ideolojinin acımasız baskısı, sosyalizmin yanlış versiyonlarını çoğunlukla işçi hareketi içine gizlice sokarak kendini gösteriyordu. Bu nedenle, Komünist Manifesto kendini “feodal” sosyalizmden, “burjuva” ve “küçük burjuva” sosyalizminden ayırmak zorunda kaldı. Yine bu nedenle, Birinci Enternasyonal içindeki fraksiyonlar bir taraftan Bakuninizme, diğer taraftan Lassalcı devlet sosyalizmine karşı çift taraflı mücadele vermek zorunda kaldı.

4. İkinci Enternasyonal partileri, Marksizm temelinde kuruldu ve bu bağlamda, işçi hareketi içindeki farklı eğilimlerin ittifakı olan Birinci Enternasyonalden hayli ileri bir adımı temsil etti. Ancak bunlar, kapitalizmin muazzam büyüme aşamasında hareket ettikleri için ve işçi sınıfı enerjisinin ana odak noktasını reformlar için mücadele oluşturduğundan, özellikle sosyal demokrat partiler, kapitalist sistemle bütünleşmeye yönelik baskılarla karşı karşıyaydı. Bu baskılar kendilerini bu partiler içinde, Marksizmin kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışına dair öngörüsünün “revize edilmesi” gerektiğini savunan ve devrimci kesintiler olmadan, barış içinde sosyalizme geçilebileceği iddiasındaki reformist akımlar aracılığıyla ifade ettiler.

Bu dönem boyunca –özellikle 1890ların sonu ve 1900lerin başı-Marksizmin devamlılığı, hem temel Marksist ilkelerin savunulmasında en kararlı duruşu benimseyen, hem de kapitalizmin yükseliş dönemi sınırlarına ulaşması nedeniyle proletarya mücadelesi için ortaya çıkan yeni koşulları fark edip göz önünde bulunduran  “sol” akımlar tarafından sağlandı. Sosyal demokrasinin sol kanadının somutlaştığı isimler iyi bilinir: Rusya’da Lenin, Almanya’da Lüksemburg, Hollanda’da Pannekoek, İtalya’da Bordiga. Ancak bu militanların hiçbirinin izolasyon içinde faaliyette bulunmadıklarını göz önünde bulundurmak da ayrıca önemlidir. Oportünist yozlaşma Enternasyonal içinde yayıldıkça, sol akımlar, hem kendi partileri içinde hem de uluslararası boyutta örgütlü fraksiyonlar olarak -Rusya’da Bolşevikler, Hollanda’da Kürsü (de Tribune) grubu ve dahası- çalışmak zorunda kaldılar.

5. 1914’te başlayan emperyalist savaş ve 1917 Rus Devrimi, Marksizmin kapitalizmin kaçınılmaz olarak “sosyal devrim dönemine” gireceği görüşünü doğruladı ve işçi sınıfı hareketinde temel bir ayrımın oluşmasını hızlandırdı. İlk defa olarak, her ikisi de Marks ve Engels’e atıfta bulunan örgütler, kendilerini barikatın farklı taraflarında buldular. Çoğunluğu vaktiyle “reformistlerin” eline geçmiş olan resmi sosyal demokrat partiler, Marks’ın erken dönem yazılarına atıfta bulunarak emperyalist savaşı desteklemiş ve Rusya’nın daha burjuva gelişim aşamasından geçmesi gerektiğini savunarak Ekim Devrimi’ni topa tutmuşlardı. Ancak böyle yaparak, 1914 savaşının silâh altına alınan askerleri ve 1918 karşı devriminin dedektifleri olmuşlar ve geri dönülmez bir şekilde burjuvazinin saflarına geçmişlerdir.

Bu durum, Marksizme bağlılığın, göstermelik demeçler ya da parti etiketleriyle değil bizzat yaşanan pratik ile savunulacağını gösterdi. Emperyalist katliam döneminde proletarya, enternasyonalizm bayrağını tek başına dalgalandıran, Rusya’daki proleter devrimi savunmak için bir araya gelen ve savaşın ardından birçok ülkede patlak veren grev ve ayaklanmalara önderlik eden sol kanat akımlardan mürekkepti. Ayrıca bu akımlar, 1919’da kurulan yeni Komünist Enternasyonal’in de çekirdeğini oluşturuyordu.

6. 1919 yılı, savaş sonrası devrimci dalganın en yüksek olduğu zamana işaret ediyor ve Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresindeki pozisyonlar da bunun, işçi hareketi için en avantajlı zaman olduğunu ortaya koyuyordu: Sosyal-yurtsever hainlerden toptan bir kopuş için, yeni kapitalist çöküş döneminin gerektirdiği kitlesel eylem yöntemleri için, kapitalist devletin imha edilmesi için ve enternasyonal işçi sovyetleri diktatörlüğü için en uygun zaman… Öncesinde var olan partiler içindeki sol fraksiyonların teorik ve pratik katkılarıyla hazırlanan programdaki bu berraklık, devrimci dalganın muazzam gücünü yansıtıyordu. Böylece, iktidarı ele geçirmeye giden yolda yasal sınırlar içinde aşamalı olarak hareket etmeyi öngören Kautsky’nin politikasına karşı, Lüksemburg ve Pannekoek devrimin üzerinde yükseldiği zemin olarak, kitle grevi fikrini geliştirdi. Kautsky’nin parlamenter alıklığına karşı, Pannekoek, Bukharin ve Lenin, Marks’ın burjuva devletini yıkma ve Komün kurma gerekliliği üstündeki ısrarını yeniden canlandırdı ve geliştirdi. Bu teorik gelişmeler, devrimin şafağı sökerken aktif politikanın konusu haline gelmek üzere gerçekleşti.

7. Devrimci dalganın gerilemesi ve Rus devriminin yalıtılması, hem Komünist Enternasyonal’in, hem de Rusya’daki Sovyet iktidarının yozlaşmasına neden oldu. Bolşevik Parti, proletaryanın kendi örgütleri olan Sovyetler, fabrika komiteleri ve kızıl muhafızlarla ters orantılı olarak gelişen bürokratik devlet aygıtına her geçen gün daha çok eklemlendi. Enternasyonal içerisinde kitlesel eylemlerin düşüşte olduğu bir dönemde kitlesel destek kazanma çabaları, parlamentolarda ve sendikalarda çalışma vurgusunu arttırmak, “doğu halklarına” emperyalizme karşı ayaklanma çağrısı yapmak ve her şeyin ötesinde sosyal yurtseverlerin kapitalist doğasına dair yeni kazanılmış netliği çöpe atan Birleşik Cephe politikası gibi oportünist “çözümlerin” ortaya çıkmasına yol açtı.

Fakat nasıl ki İkinci Enternasyonal’de oportünizmin büyümesi, sol kanat akımlardan gelen proleter bir cevabı tetiklediyse, -Pannekoek ve Bordiga gibi pek çoğu eski Enternasyonal’de Marksizmin en iyi savunucuları olan militanları barındıran- komünist solun akımları da Üçüncü Enternasyonal’deki oportünizm eğilimine karşı direndiler. Komünist sol, özünde enternasyonal bir akımdı ve Bulgaristan’dan İngiltere’ye, ABD’den Güney Afrika’ya kadar pek çok ülkede ifade ediliyordu. Fakat komünist solun en önemli temsilcileri, Marksist geleneğin tam da en güçlü olduğu ülkelerde, yani Almanya, İtalya ve Rusya’da konumlanmıştı.

8. Devrimci dalganın yükseldiği anda, Almanya’daki Marksist geleneğin sahip olduğu derinlik, özellikle parlamento ve sendikalar sorununa dair en ileri siyasi görüşlerin ortaya çıkışını sağlamış proleter kitlelerin gerçek hareketinden gelen devasa teşvikle birleşti. Fakat sol komünizm kendi başına ilk kez Alman Komünist Partisi (KPD)’nde ve Enternasyonal’de beliren oportünizmin ilk işaretlerine karşı ortaya çıktı. 1920’de KPD’deki sol muhalefet ilkesiz bir manevrayla ihraç edilince, KAPD (Alman Komünist İşçi Partisi) hareketin başını çekmeye başladı. KAPD, Komünist Enternasyonal liderleri tarafından “çocuksu” ve “anarko-sendikalist” olmakla suçlanmasına rağmen, eski parlamenter ve sendikal taktikleri reddediyor,  fabrika komiteleri ve işçi konseyleri gibi yeni sınıfsal örgüt biçimlerinin bu taktikleri tamamen eskimiş ve anlamsız kıldığını savunuyordu. KAPD’ın sergilediği bu duruş, Bolşevik gelenekle özdeşleşen sosyal demokrasinin eski “kitle partisi” anlayışının açıkça reddini ve yerine programatik olarak net bir çekirdekten oluşan parti anlayışının kabulünü zorunlu kılan, kapitalizmin çöküş dönemine dair tamamen Marksist bir analizden kaynaklanıyordu. Eski sosyal demokratik taktiklere bir geri dönüş karşısında, KAPD’ın bu kazanımları uzlaşmaz bir biçimde savunması onu, Anton Pannekoek ve Herman Gorter’in çalışmaları aracılığıyla, devrimci hareketi Almanya’yla doğrudan bağlantı içinde olan Hollanda örneğinde olduğu gibi, birçok ülkede ifadesini bulan enternasyonal eğilimin merkezi haline getirdi.

Bu durum, 20’lerin başlarında Almanya’daki sol komünizmin önemli zayıflıklarla boğuşmak zorunda kalmadığı anlamına gelmez tabii ki.  Kapitalizmin düşüşünü uzun soluklu bir süreç olmak yerine, nihai bir “ölüm krizi” olarak görme eğilimi, devrimci dalganın gerilediği gerçeğini görmeyi zorlaştırdı ve iradecilik tehlikesine kapı açtı. Buna bağlı olarak, örgütsel sorunlardaki zayıflıklar Komünist Enternasyonal’den olgunlaşmamış, prematüre bir biçimde kopulmasına ve 1922’de de başarısızca yeni bir Enternasyonal oluşturmaya çalışılmasına yol açtı. Zırhındaki bu çatlaklar, onun 1920’lerde başlayacak karşı-devrim akıntısına karşı durmasını engelleyecek ve beraberinde de feci bir parçalanma sürecine girmesine neden olacaktı. Bu süreç çoğu zaman belirli bir siyasi örgütlenmenin gerekliliğini reddeden “konseycilik” ideolojisiyle kuramsallaştırıldı.

9. Öte yandan İtalya’da ise İtalya Komünist Partisi’nde başta çoğunluğa sahip olan komünist sol, özellikle örgütsel sorunda çok netti. Bu netlik, onun salt yozlaşan Enternasyonal’de oportünizme karşı cesurca mücadele vermesini değil, ayrıca devrimci hareketin enkazından sağ çıkmasını sağlayan ve karşı devrim gecesinde Marksist teoriyi geliştiren bir komünist fraksiyon oluşturmasını sağladı.

1920’lerde, burjuva parlamentolarına katılmamaktan yana argümanları, komünist öncü kolunu “kitlesel etki” izlenimi yaratmak için büyük merkezci partilerle birleştirmeye karşı çıkışları ve Birleşik Cephe ile “işçi hükümeti” sloganlarına karşı görüşleri de, Marksist yöntemin derinlikli bir anlayışına dayanmaktaydı.

Aynı durum, İtalyan sol komünistlerinin yeni faşizm olgusuna dair analizleri ve sonuç olarak “demokratik” burjuva partileriyle herhangi bir anti-faşist cephe oluşturmayı reddetmelerinde de geçerliydi. Parti kurucusu Amadeo Bordiga’nın ismi, artık değişemez bir biçimde İtalyan komünist solu tarihinin bu aşamasıyla özdeşleşmiştir. Fakat bu militanın katkılarının devasa önemine rağmen, Bolşevizm Lenin’e ne kadar indirgenebilir ise, İtalyan solu da Bordiga’ya ancak o kadar indirgenebilir; her ikisi de proleter siyasi hareketin organik ürünleridir.

10. Rusya’daki devrimin yalıtılmışlığı, söylediğimiz gibi işçi sınıfı ile sürekli bürokratikleşen devlet aygıtının gün geçtikçe birbirinden uzaklaşmasına neden oldu ki bu uzaklaşmanın en trajik ifadesi Kronştad işçi ve denizcileri tarafından gerçekleştirilen ayaklanmanın, proletaryanın -devletle hep biraz daha bütünleşen- Bolşevik partisi tarafından bastırılmasıydı.

Tam da proleter bir parti olduğu için, Bolşevizm kendi yozlaşmasına karşı çok sayıda içsel tepki doğurdu. 1917’de partinin sol kanadının en önde gelen sözcüsü olan Lenin, özellikle hayatının sonlarına doğru partinin bürokratizme düşüşüne dair bir hayli yerinde eleştiriler yaptı. Aynı şekilde Troçki de, parti içinde proleter demokrasi normlarını yeniden yürürlüğe sokmaya çalışan sol muhalefet temel temsilcisi olarak, sol muhalefetle birlikte Stalinist karşı-devrimin en korkunç ifadelerine, özellikle “tek ülkede sosyalizm” teorisine karşı kavgaya atıldı. Fakat Bolşevizm, proletaryanın öncü kolu olma niteliğini devletle birleşerek büyük ölçüde terk etmişti. Parti içerisindeki en önemli sol kanat akımlar da, devlet aygıtından çok sınıfa yakın durma eğiliminde olan, adları daha az duyulmuş devrimciler tarafından oluşturuldu.

Daha 1919’da, Valerian Ossisinski, Vladimir Smirnov ve Timotei Sapranov’un başını çektiği Demokratik Merkeziyetçilik gurubu, Sovyetlerin “solmakta olduğu”na ve Paris Komünü ilkelerinden her geçen gün daha fazla uzaklaşıldığına dair uyarılar yapmaya başlamıştı. Benzer eleştiriler 1921’de Alexandra Kollontai ve Alexander Shliapnikov’un başını çektiği İşçi Muhalefeti grubu tarafından da yapıldı. Ancak 20’lerde hala etkisini sürdüren ve  İtalyan Solu’nda da benzer bir yaklaşım geliştiren Demokratik Merkeziyetçilik grubu kadar güçlü ve uzun soluklu olmadı. 1923’te Gabriel Myasnikov’un liderliğindeki İşçi Grubu bir manifesto yayınlayarak, o yıl gerçekleşen işçi grevlerinde önemli bir rol oynadı ve bir takım müdahalelerde bulundu. İşçi Grubu’nun görüşleri KAPD’ınkilere yakındı.

Bütün bu gruplar, yalnızca Bolşevik partisi içerisinden çıkmadılar; devrimin asıl ilkelerine dönüş için parti içerisinde savaşmaya devam ettiler. Fakat burjuva karşı-devriminin kuvvetleri, parti içerisinde alan kazandıkça, asıl mesele çeşitli muhalefetlerin bu karşı-devrimin gerçek doğasını görmesi ve onun örgütlü ifadelerine karşı duyulan herhangi bir duygusal sadakatten kurtulunması olmaya başladı. Troçki ile Rus komünist solu arasındaki temel ayrılık işte bu noktada olacaktı: Troçki hayatı boyunca Sovyetler Birliği’nin savunulması, hatta Stalinist partilerin işçi sınıfı doğası kavramlarına bağlı kaldı.  Buna karşı sol komünistler, Troçki’nin pek çok takipçisinin aklını çelen “sol”a döndüler ve Stalinizmin sınıf düşmanının zaferi olduğunu ve yeni bir devrimi gerektirdiğini gördüler.

Bununla birlikte Troçkist muhalefetin en iyi unsurlarının büyük bir kesimi, sözde “uzlaştırılamazlar”, 20’lerin sonu ve 30’ların başında komünist solun görüşlerine kaydılar. Fakat 30’ların sonunda Stalinist terör, bu grupları neredeyse tamamen ortadan kaldırmayı başarmıştı.

11. 1930’lar, Viktor Serge’in sözleriyle “yüzyılın geceyarısı” idi. Devrimci dalganın son kıvılcımları, yani İngiltere’deki 1926 genel grevi ve 1927 Şangay ayaklanması, da sönmüştü. Komünist partiler ulusal savunmanın partileri oldular. Faşist ve Stalinist terör, devrimci hareketin en yüksek noktaya ulaştığı ülkelerde en büyük vahşetiyle hüküm sürüyordu ve bütün kapitalist dünya yeni bir emperyalist kıyıma hazırlanıyordu. Bu koşullar altında varoluşlarını sürdürebilen devrimci azınlıklar sürgün, baskı ve artan yalıtılmışlık koşullarıyla yüzleşmek durumundaydı. Sınıfın bütünü moral bozukluğuna ve burjuvazinin savaş ideolojilerine teslim olduğundan, devrimciler, sınıfın anlık mücadelelerinde yaygın bir etki yapmayı umacak konumda değillerdi.

Troçki’nin bu durumu anlamaktaki başarısızlığı, sol muhalefeti “kitleleri fethetmek” umudu uğruna, sosyal demokrat partilere girişi savunan “Fransız dönüşü”, anti-faşizme teslimiyet gibi örneklerde görüldüğü üzere her geçen gün artan bir oportünizme sürüklüyordu. Troçki’nin kendisinden ziyade Troçkizm adına bu gidişatın nihai sonucu, 1940’larda burjuva savaş aygıtının bir parçası olmak oldu. O zamandan beri Troçkizm, tıpkı sosyal demokrasi ve Stalinizm gibi, kapitalizmin siyasi aygıtının bir parçası oldu ve iddialarının hiçbirisinin Marksizmin devamlılığıyla alakası kalmadı.

12. Bu gidişatın aksine Bilan (Bilanço) dergisindeki İtalyan sol komünist fraksiyon, dönemin gereklerini doğru bir biçimde tanımladı: Öncelikli olarak savaşa doğru gidişata karşı enternasyonalizmin temel ilkelerine ihanet etmemek; sonrasında başta Rus devrimi olmak üzere devrimci dalganın yenilgisinin “bilançosunu” çıkarmak ve sınıf mücadelesinin yeniden doğuşuyla gelecekte ortaya çıkacak olan yeni partilere teorik bir temel sağlayacak dersleri ortaya koymak.

İspanya’daki savaş, zamanın devrimcileri için özellikle zor bir sınavdı, zira birçoğu anti-faşizm sirenlerinin şarkısına kapılarak teslim oldu ve savaşan tarafların her ikisinin de emperyalist olduğunu ve bu savaşın yaklaşan dünya savaşının provası olduğunu göremedi. Öte yandan Bilan, sağlam durarak tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasında iki tarafa da karşı çıkan Lenin’in yaptığı gibi burjuvazinin hem faşist hem de cumhuriyetçi kesimlerine karşı sınıf mücadelesi çağrısı yaptı. Ayrıca, daha sonra Belçika, Fransa ve Meksika’da fraksiyonlar oluşturacak olan bu akımın teorik katkıları da oldukça zengindi ve gerçekten yeri doldurulamaz nitelikteydi.

1917 Rus devriminin proleter niteliğini sorgulamaya hiçbir zaman yeltenmemiş olan Rus devriminin yozlaşması analizi ile; gelecekteki geçiş döneminin sorunlarına dair araştırmalarıyla; ekonomik krize ve kapitalizmin çöküş döneminin kökenlerine dair çalışmalarıyla; Komünist Enternasyonal’in “ulusal kurtuluş” hareketlerine destek verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini reddedişiyle; parti ve fraksiyon teorisini ortaya koyuşuyla; diğer siyasi proleter eğilimlerle kardeşçe fakat bitmek bilmez polemikleriyle; ve bunun yanı sıra pek çok farklı alandaki çalışmalarıyla İtalyan sol komünist fraksiyonu, geleceğin proleter örgütlerinin programatik temelini ortaya koyma görevini şüphesiz ki başarıyla yerine getirdi.

13. Hitler rejimi altında bile bir miktar gizli devrimci faaliyet sürdürülmüş olsa da, Almanya’daki komünist sol gruplarının parçalanması işi, büyük oranda Nazi terörü tarafından tamamlandı. 1930’larda, Alman solunun devrimci görüşleri büyük ölçüde Hollanda’da, Enternasyonal Komünistler Grubu (Gruppe Internationaler Kommunisten - GIK) ve ayrıca ABD’de Paul Mattick’in başını çektiği grup tarafından savunuldu. Bilan gibi Hollanda solu da küresel katliamın yolunu açan yerel emperyalist savaşlar karşısında enternasyonalizme sadık kalarak “demokrasiyi savunmak” söylemleri karşısında direndi.

Aynı zamanda sendika sorunu, kapitalist kokuşma çağındaki işçi örgütlerinin yeni biçimleri, kapitalist krizin maddi kökenleri ve devlet kapitalizmine doğru eğilim konularındaki görüşlerini de geliştirdi. Ayrıca sınıf mücadelesi içerisinde, özellikle işsizlerin hareketine dair önemli bir etkinliği de müdafaa etmeyi başardı. Fakat Rus devriminin yenilgisi, Hollanda Solu’nu ciddi bir biçimde sarsmıştı. Böylelikle Hollanda solu, giderek artan bir biçimde siyasi örgütü, dolayısıyla da kendi rolünü konseyci bir anlayışla yadsımaya başlamıştı. Bunu, Bolşevizmin tamamen reddedilmesi ve Rus devriminin baştan beri burjuva kabul edilip bir kenara bırakılması takip etti. Bu kuramsallaştırmalar, eğilimin gelecekte ortadan kalkacağının kanıtıydı. Hollanda’da sol komünizm, Nazi işgalinden sonra devam etmesine ve ilk başta KAPD’ın parti-yanlısı görüşlerine dönen Spartaküs Komünistler Birliği (Kommunistenbond Spartacus) tarafından sürdürülmesine rağmen, Hollanda solunun örgütsel sorunda anarşizme verdiği tavizler sonraki yıllarda olası bir örgütsel devamlılığı zorlaştırdı. Şu anda bu eğilim tamamen ortadan kalkmak üzere.

14. Diğer yandan İtalyan solu bir çeşit örgütsel devamlılık sağlamayı başardı, ancak karşı-devrimin verdiği zararlar bir bedel ödetecekti. Tam da savaştan önce, İtalyan sol komünist fraksiyonu, dünya savaşının aciliyetini yadsıyan “savaş ekonomisi teorisi” ile bulanacaktı. Fakat çalışmalar, özellikle Fransız sol komünist fraksiyonunun ortaya çıkışıyla devam etti. Savaşın sonunda İtalya’da ciddi proleter mücadelelerin ortaya çıkması, fraksiyon saflarında bir takım kafa karışıklarına yol açtı. Militanların çoğu İtalya’ya döndü ve 20’lerin sonlarından beri siyasi faaliyet göstermeyen Bordiga’yla birlikte, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’ni kurdu. Denilebilir ki bu parti, savaşa karşı çıkmasına rağmen, pek de açık olmayan programatik bir temele ve dönemi yükselen devrimci kavga dönemi olarak değerlendiren hatalı bir analize dayanıyordu.

Fransız sol komünist fraksiyonunun çoğunluğu bu siyasi doğrultuya karşıydı ve karşı devrimin zafer döneminin hala sürdüğü ve dolayısıyla fraksiyonun görevlerinin henüz tamamlanmadığı gerçeğini daha önce gördüler. Bunun üzerine Fransa Komünist Solu (Gauche Communiste de France - GCF) adını alan Fransız sol komünist fraksiyonu,  Bilan’ın ruhunda çalışmalarını sürdürerek, sınıfın anlık mücadelelerine müdahale etme sorumluluğunu yadsımadan, kaynaklarını siyasi ve teorik netleşmeye yoğunlaştırdı ve özellikle devlet kapitalizmi, geçiş dönemi, sendikalar ve parti konularında önemli katkılar yaptı. Böylesi sağlam bir Marksist yöntemi müdafaa etmek İtalyan Solu’nun tipik özelliklerindendi. Diğer yandan Fransa Komünist Solu da, Almanya-Hollanda sol komünistlerinin en iyi katkılarından bazılarını programatik cephanesinin bir parçası haline getirmeyi başardı.

15. Öte yandan 1952’de GCF üçüncü dünya savaşının gelmek üzere olduğu gibi bir yanılgıya kapıldı ve fiili olarak ortadan kalktı. Aynı yıl, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi içerisinde, “Bordigist” eğilim ile faşist dönemde İtalya’da faal bir militan olarak kalan Onarato Damen’in başını çektiği eğilim ayrıştılar. “Bordigist” eğilim, dönemin gerici eğilimine dair anlayışında çok daha netti, fakat marksizmi savunurken sağlam durmak kaygısı ve bu yöndeki çabası, dogmatizme kaymasına neden oldu. “Marksizmin sabitliği”ne dair (yeni!) teorisi, Fraksiyon’un 1930’larda attığı adımları görmezden gelmesine ve pek çok açıdan Komünist Enternasyonal’in “ortodoksluğu”na gerilemesine yol açtı. Bugün kendilerine “Enternasyonal Komünist Partisi” adını veren çeşitli Bordigist gruplar, bu eğilimden gelmektedirler.

Damen eğilimi ise partinin rolü, sendikalar, ulusal kurtuluş ve devlet kapitalizmi gibi hususlarda çok daha net olmasına rağmen, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’nin kuruluşundaki hataların kökenlerine hiçbir zaman inmedi. 1950 ve 1960’larda bu gruplar siyasi olarak durgunlaştı; özellikle Bordigist eğilim kendisini bir sekterlik duvarının arkasında “koruma”ya aldı. Burjuvazi, Marksizmin bütün örgütlü ifadelerini ortadan kaldırmaya ve bugünün devrimci örgütleri ile işçi hareketinin büyük gelenekleri arasındaki hayati bağlantıyı kırmaya hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı.

16. Fakat 1960’ların sonlarında proletarya, Fransa’daki Mayıs 68 genel grevi ve devamında işçi mücadelelerinin bütün dünyada giderek yaygınlaşmasıyla tarih sahnesine yeniden çıktı. Bu yenilenme, komünist görüşleri netleştirmeye çalışan siyasi unsurlardan oluşan yeni bir kuşağı doğurdu. Var olan devrimci gruplara temiz hava ve yeni bir hayat üflerken, nihai olarak sol komünist mirası yenilemek isteyen yeni örgütler üretti. Bu yeni siyasal çevre, ilk başta Bolşevizmin “otoriter” imgesi karşısında konseyci ideolojiden derinden etkilenmiş olsa da, olgunlaştıkça örgüt-karşıtı önyargıları geride bırakmayı başardı ve kendisini bütün bir Marksist geleneğin devamlılığının bir parçası olarak görmeye başladı.

Bugün devrimci çevre içerisinde mevcut olan grupların büyük bir çoğunluğunun, örgütsel mesele ve devrimci geleneğin müdafaası noktalarına güçlü bir vurgu yapan İtalyan sol komünizm geleneğinden gelmeleri şaşırtıcı değildir. Hem Bordigist grupların, hem de Damen eğiliminin katılımıyla daha sonraları oluşturulan Uluslararası Devrimci Parti Bürosu, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’nin mirasçısıdır. Enternasyonal Komünist Akım ise büyük ölçüde Fransa Komünist Solu’ndan gelmektedir.

17. 60’ların sonlarında yaşanan proleter canlanma, iniş-çıkışlarla ve birçok zorlu engelle dolu, dolambaçlı bir yol takip etmiştir. Bu yolda karşılaşılan engellerden en büyüğü, burjuvazinin genellikle komünist sola doğrudan saldırılar biçiminde yürüttüğü ve “komünizmin ölümü” nün çığırtkanlığını yaptığı kampanyalar olmuştur. Öyle ki bu kampanyalar, komünist solun Nazi gaz odalarının varlığını inkâr ettiğini ve bu “inkârcı” dalganın esas kaynağının komünist sol olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir. 

Sonuç olarak bütün bu süreç boyunca yaşanan zorluklar, devrimci çevrenin ilerlediği yol üzerine de pek çok engel koymuş, hem büyümesini hem de birleşmesini engellemiştir.  Fakat tüm bu zayıflıklarına rağmen, günümüzde “sol komünizm” Marksizmin devamı olan tek harekettir ve gelecekte kurulacak olan dünya komünist partisi için de tek “köprü” olma konumundadır. Dolayısıyla, yeni militan unsurların bu dönemde dünyanın her yerinde komünist solun gruplarıyla temasa geçmeleri, onlarla tartışmaları ve en nihayetinde onlarla güçlerini birleştirmeleri önemlidir. Bunu yaparken, başarılı bir devrimin gerçekleşmesinin koşulu olan devrimci partinin inşası sürecine kendi katkılarını da yapmış olacaklardır.