EKA tarafından tarihinde gönderildi
Marksizm ve Emperyalizm
“Ulusal Kurtuluş” mücadelelerinin dünyanın her yanına yayılmasıyla, kapitalist devletler arasındaki yerel savaşların gittikçe artması ve 2 büyük emperyalist bloğun son bir nihai karşıtlaşmaya hazırlanmasıyla – ki bütün bu olgular da kapitalist dünya ekonomisinin durdurulamaz çürüyüşünün ifadesidir- birlikte, devrimcilerin, emperyalizmin ne anlama geldiğine dair net bir kavrayış geliştirmeleri gittikçe daha büyük bir gereksinim haline geliyor. Son 70 yılda, marksistler emperyalist bir çöküş dönemi içerisinde olduğumuzu kavradılar ve proletaryanın sınıf mücadelesi açısından emperyalist dönemin bütün sonuçlarını çıkarmaya çalıştılar. Fakat – özellikle 1920’lerde proletaryanın üzerine çöreklenen karşı devrimin başlamasıyla birlikte- emperyalizmi tanımlamak ve anlamak için gösterilen teorik çaba, neredeyse hiç zorlanmamış olan galip burjuva ideolojisi tarafından ciddi şekilde engellendi. Bu yolla da bizzat dünya emperyalizmi kavramının anlamı çarpıtıldı ve altı boşaltıldı. Bu kafa bulandırma çabası bir çok cepheden yürütüldü; büyük güçlerin kolonilerini bırakmalarıyla ya da, Britanya’nın imparatorluktan “İngiliz Milletler Topluluğu”na geçişiyle, emperyalizmin bittiğini söyleyen geleneksel burjuvaziden, “üçüncü dünya”, “kalkınma çalışmaları”, kolonilerdeki ulusal kalkışma gibi dağ gibi yığılıp duran okunmaz literatür kütlesini üretmek için birbiriyle yarışan sosyolog, iktisatçı ve diğer akademisyenlere. Fakat hepsinden öte, ABD emperyalizminin günahları üstüne feryat figan eden, ama Rusya’yı veya Çin’i emperyalist olmayan hatta anti-kapitalist olan güçler sayan, kapitalist solun sözde marksistleri tarafından. Bu rezil ayrım devrimci harekette de iz bıraktı. Burjuva akademisinin kendinden menkul keşiflerinden etkilenen bazı devrimciler, kapitalizmin emperyalist yönelimlerine dair bütün referansları bırakıp, emperyalizmi kapitalizmin tarihinde, geride kalmış bir olgu olarak görmeye başladılar. Burjuva ideolojisinin tecavüz ve gasplarına direnme çabası içerisindeki diğerleri ise, basitçe önceki marksistlerin yazılarını kutsal vahiylere çevirdiler. Bu, örneğin son altmış yıldaki bütün gelişimleri görmezden gelerek, Lenin’in “emperyalizmin beş ayrıksı niteliği” yazısını modern dünyaya otomatik olarak uygulamaya çalışan Bordigistlerin durumunda özellikle belirgindir.
Fakat marksistler ne içerisinden geldikleri teorik geleneği görmezden gelebilirler ne de onu bir dogmaya dönüştürebilirler. Asıl mesele, marksizmin klasiklerini eleştirel bir biçimde sindirmek ve bunların en zengin katkılarını da günün gerçeklerine uygulamaktır. Bu metnin esas amacı, yaşadığımız dönemde emperyalizm bütün gezegene hükmeder, şeklindeki temel formülasyonun gerçek ve güncel anlamını çıkarabilmektir. Amacımız, EKA’nın platformunda, “emperyalizm … ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun bütün ulusların yaşam biçimidir” şeklinde ifade edilen tartışmaya somutluk kazandırmak. Bunu yapabilmek için, günümüz kapitalizminde, tek bir savaş hariç, proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaş hariç, bütün savaşların emperyalist doğası olduğunu göstermek gerekiyor. Fakat bunun için ilk yapılması gereken, işçi hareketi içerisinde emperyalizm üzerine yapılmış ilk tartışmalara geri dönüp bunları incelemek gerekiyor.
Revizyonizme karşı Marksizm
Birinci dünya savaşına doğru giden süreçte, emperyalizm üzerine olan ‘teorik’ tartışma, sosyal demokrasinin devrimci, enternasyonal kanadı ile işçi hareketi içerisindeki bütün revizyonist ve reformist unsurlar arasında bir ayrım çizgisi oluşturuyordu. Savaşın başlamasıyla birlikte de, emperyalizm üzerine alınan bu tavırlar barikatın hangi tarafında olunduğunu belirledi. Bu en üst düzeydeki bir pratik sorundu, çünkü emperyalist savaşa ve savaşın provoke ettiği devrimci sarsıntılara karşı alınacak bütün tutumlar buna dayanıyordu.
Bu mevzu üzerine bütün devrimci marksistlerin üzerinde uzlaştığı esaslı bazı noktalar bulunmaktaydı. Bu noktalar, bugün yapılacak her hangi bir marksist emperyalizm tanımının da temelini oluşturmayı sürdürüyor.
1) Marksistler için emperyalizm kapitalist toplumun belirli bir ürünüdür; Marksistler emperyalizmi biyolojik bir itki, insanın içkin toprak ve fetih arzusunun bir ifadesi olarak betimlemeye çalışan bariz bir şekilde gerici burjuva ideolojilerine şiddetle saldırmışlardır (bugün de bu tarz teoriler bölgesel itki kavramı adı altında, Robert Ardrey ve Desmond Morris gibi sosyal zoologlarca pompalanmaktadır). Marksistler aynı kararlılıklı ve inatla, Beyaz Adamın yükü tarzı ırkçı teorilerle ve bütün toplumsal biçimler içerisindeki fetih ve ele geçirme yollu tüm politikaların kafa bulandırıcı mahlûtlarıyla da mücadele etmişlerdir. Bukharin’in de belirttiği gibi;
“Emperyalizm, çok yaygın bir ‘teorik’ kavranışına göre genel bir fetih politikası olarak tanımlanmaktadır. Bu bakış açısına göre isteyen aynı şekilde hem Makedonyalı İskender’in hem de İspanyol fatihlerin emperyalizminden, Kartaca’nın ve 3. İvan’ın emperyalizminden, Roma’nın ve günümüz Amerika’sının, Napolyon’un ya da Hindenburg’un emperyalizmlerinden bahsedebilir. “Bu teori basit olduğu kadar da gerçek dışı ve yanlıştır. Yanlıştır çünkü her şeyi ‘açıklar’ … yani aslında hiçbir şeyi açıklamaz. Aynı şey savaşa dair de söylenebilir. Savaş bu ilişkileri daha geniş bir ölçekte yeniden üretmeye hizmet eder. Ne var ki savaşı basitçe fetih olarak tanımlamak tamamen yetersizdir çünkü böylelikle esas anlamı vurgulayamaz yani, savaşla ne tür üretim ilişkilerinin geliştiğini ve güçlendiğini, hangi tabanın verili ‘fetih politikası’ ile genişlediğini ortaya koyamayız” (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi) Her ne kadar Lenin, “sömürge sorunu ve emperyalizm kapitalizm bu son aşamasından önce, hatta kapitalizmden önce bile var olmuştur. Örneğin Roma kölelik üzerine kurulmuş, bir sömürge politikası gütmüş ve emperyalizmi uygulamıştır” demişse de, şunları söylerken Bukharin’le aynı doğrultuda ilerler; “ sosyo-ekonomik sistemler arasındaki temel farkları arka plana iten, ‘genel’ emperyalizm söylevleri, kaçınılmaz olarak en yavan banalliğin veya öğünmenin içinde çürürler.” (Emperyalizm, Kapitalizmin en Yüksek Aşaması, Pekin, VI. Bölüm, sf. 97)
2) İkinci olarak, Marksistler emperyalizmi kapitalizm için bir gereklilik, birikim sürecinin doğrudan bir sonucu, sermayenin içsel yasalarının bir sonucu olarak tanımlamışlardır. Sermayenin gelişiminin belirli bir aşamasında, emperyalizm sistemin ömrünü uzatmasının tek yoludur. Bu nedenle de geriye çevrilemez. Her ne kadar emperyalizmin sermaye birikiminin bir ifadesi olduğu açıklaması bazı marksistler için diğerlerine göre daha açık olsa da (bu noktaya sonra da döneceğiz), bütün marksistler, Hobson’un ya da Kautsky ve diğerlerinin emperyalizmi basitçe kapitalizm tarafından hatta kapitalistlerin belirli fraksiyonları tarafından seçilmiş bir politika olarak gören tezlerini reddeder. Bu tez, mantıksal olarak emperyalizmin kötü, kısa görüşlü ve pahalı bir politika olduğunun ispatlanabileceği ve burjuvazinin daha aydınlanmış kesimlerinin duyarlı ve emperyalist olmayan bir politikaya ikna edilebileceği fikrine dayanır. Bu yaklaşım açık bir biçimde kapitalizmi daha az kanlı ve daha az saldırgan kılmayı hedeflediğini iddia eden bütün bir reformist ve pasifist reçeteler dizisinin yolunu açmıştır. Kautsky, savaşların geçmişte kalacağı, tek bir büyük ve çelişkisiz tekel içerisinde birleşen, bir ‘ultra-emperyalizm’ dönemine doğru, kapitalizmin barışçıl ve yavaş bir şekilde ilerlediği yollu bir fikir bile ileri sürmüştür. Bu ütopik görüşün aksine (ki bu yansımasını 2. D.S. sonrasındaki yeniden yapılanma sürecinde Cornelius Castoriadis gibilerinde yansımasını bulmuştur), marksistler, emperyalizmin, kapitalizmin çelişkilerinin aşılmasını temsil etmek bir yana, bu çelişkilerin en üst düzeyde keskinleşmesinin bir ifadesi olduğunda ısrar ede gelmişlerdir. Emperyalist çağ kaçınılmaz olarak dünya krizlerinin, politik despotizmin ve dünya savaşlarının çağıdır. Bu kıyametimsi durum karşısında işçi sınıfı sadece kapitalizmin devrimci yıkımıyla tepkisini ortaya koyabilir.
3) Dolayısıyla emperyalizm kapitalizmin özel bir aşaması olarak görülmüştür; kapitalizm en yüksek ve son aşaması. Her ne kadar 19. Yüzyılın başları için de, mesela Fransız ya da İngiliz emperyalizmlerinden bahsetmek mümkün ise de, bir dünya sistemi olarak sermayenin emperyalist çağı, bir çok ileri ölçüde merkezileşmiş ve yoğunlaşmış ulusal sermayenin, sömürge elde etmek, etki alanını yaymak ve dünya pazarında hakim olmak için birbiriyle yarışmaya başladığı, 1870’lere kadar tam olarak başlamamıştır. Lenin’in dediği gibi, “emperyalizmin temel bir karakteristiği, birçok büyük güç arasında hegemonya için verilen kavgadır” (Emperyalizm, Bölüm VII, sf. 119). Bu bağlamda emperyalizm, dünya sermayesinin evriminin belirli bir aşamasında, kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı bir ilişkidir.Dahası, emperyalist rekabetin içerisinde geliştiği küresel çevredeki değişimlere doğrudan bağlı olarak, bu ilişkinin iki değişik dönemden oluştuğu görülebilir.
“ Emperyalizmin ilk dönemi 19. Yüzyılın son çeyreğiydi ve son noktası Fransız-Prusya savaşı olan, büyük ulusal devletlerin kuruluş sürecinin tamamlandığı ulusal savaşlar dönemini takiben başladı. Her ne kadar 1873 krizini takip eden uzun iktisadi çöküntü dönemi kapitalizmin çöküşünün tohumlarını daha o zamandan taşıyor olmuş olsa da, sermaye yine de geri kalmış ve bölgelere ve topluluklara sömürüsünü tam olarak genişleterek bu buhran döneminde küçük telafiler elde edebildi. Kapitalizm ne sermayedar ne de ücretli işçi olan alıcılar ve ham maddeler uğruna yürüttüğü haris ve hummalı av içerisinde, sömürge toplumlarını soydu, imha etti ve katletti. Bu dönem Britanya’nın Mısır ve Güney Afrika’ya, Fransa’nın Fas, Tunus ve Tonkin’e, İtalya’nın Doğu Afrika ve Habeşistan sınırlarına, Çarlık Rusya’sının Orta Asya ve Mançurya’ya, Almanya’nın Afrika ve Asya’ya, ABD’nin Filipinler ve Küba’ya ve Japonya’nın da Asta kıtasına girme ve yayılma dönemiydi.
“ Fakat bir kez bu büyük kapitalist gruplar kullanılabilir bütün toprağın, sömürülebilir bütün zenginliklerin, bütün etki alanlarının paylaşıldıktan, kısacası dünyanın yağmalanabilecek her köşesinde emek gücü yağmalanıp, altına çevrilip, metropollerin ulusal bankalarında depolandıktan sonra, kapitalizmin ilerici misyonu sona erdi… Bu noktadan sonra artık kapitalizmin genel krizi başlamak zorundaydı.“ (La Probleme de la Guerra, 1935, Jehan-Belçika Komünist Solu’nun bir militanı)
Emperyalizmin başlangıç aşaması, her ne kadar sömürge bölgelerdeki nüfusa kan ve sefalet getirerek kapitalizmin çöküşünü öncelemiş olsa da, komünist devrim için bir ön gereklilik olan, sermayenin dünya çapındaki egemenliğini kurmasını sağlaması anlamında yine de ilerici bir yanı bulunmaktaydı. Fakat bir kere bu dünya egemenliği kurulduğunda, kapitalizm ilerici bir sistem olmaktan çıktı ve 1. Dünya Savaşının patlak verişinin ortaya koyduğu gibi, sömürgelerdeki insanların üstüne getirdiği felaketleri bu sefer sistemin kalbine de döndürttü;
“Modern emperyalizm sermayenin yayılmasının öncülü değil, sadece onun tarihsel yayılma sürecinin son perdesidir. Çünkü emperyalizm kapitalist devletler arasında dünya üzerinde kalan son kapitalist olmayan bölgeler için yapılan, evrensel biçimde keskinleşmiş dünya rekabetinin son dönemidir. Kapitalizmin bu son aşamada, ekonomik ve politik felaketler, tıpkı gelişmesinin ‘ilkel birikim’ evresinde olduğu gibi, sermayenin normal var oluş biçiminin özünü oluşturur. Sermayenin bu son emperyalist dönemindeki yayılması, sömürge fetihleri dizisinden ve şu an içinde yaşadığımız Dünya Savaşlarından ayrıştırılamaz. Emperyalizmi kapitalist dünya egemenliği için yapılan son mücadele olarak ayırt edici kılan şey basitçe yayılmanın evrenselliği ve harcanan büyük çaba değil, yayılmak istenen alanlar için verilecek belirleyici mücadelenin ana kapitalist ülkelere dönmesidir – ki bu durumun kendisi de gelişme döngüsünün kapanmaya başladığının esas işaretidir. Bu şekilde emperyalizm, bir var oluş biçimi olarak felaketi kapitalist gelişmenin çeperinden kendi kalkış noktasına geri taşımış olur. Dört yüzyıldır Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın ve Avustralya’nın toplumlarına bitmek bilmez sancılar ve genel ve tam çöküş karşısında varlık ve uygarlık getirmiş olan sermayenin genişlemesi, artık Avrupa’nın uygar toplumunu bir dizi felaket ve yıkımlara sürükleyerek nihai sonuç olarak uygarlığın yok oluşunu ya da sosyalist üretim biçimine geçişi dayatmaktadır.” (Lüksemburg, Anti-kritik) Komünist Enternasyonal kapitalizmin içinde bulunduğu son emperyalist dönemi, insanlığın sosyalizm ya da barbarlık arasındaki yalın seçim ile yüz yüze olduğu, “savaşlar ve devrimler çağı” olarak tanımlamıştı. İşçi sınıfı açısından bu çağın anlamı 19. yüzyılda kazandığı reformların silinmesi ve yaşam standartlarına savaş ve zulüm yolu ile artan saldırılar demekti. Bunun politik ifadesi eski işçi örgütlerinin yıkılması ya da ele geçirilmesi, ve emperyalist rekabetin mantığının ve toplumsal dokunun çürümesinin sonucu olarak toplumsal, politik ve ekonomik yaşamın her alanını denetim altına almaya zorlanan emperyalist devlet canavarının acımasız baskısıydı.
İşte bu yüzden, 1. Dünya Savaşı katliamıyla karşı karşıya kalan devrimci sol, kapitalizmin tarihsel rolünü oynayıp bitirdiğini ve enternasyonal işçi sınıfının acil hedefinin, sorunu yani dünya kapitalist sistemini, kökünden kavrayarak emperyalizmi yıkmak için, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek zorunda olduğu sonucuna vardı. Doğal olarak bu Scheidmannlar veya Millerandlar gibi emperyalist savaşın şovenist savunucuları olmuş sosyal demokrat hainlerden ya da, kapitalizmin emperyalizm olmadan, diktatörlük, terör ve savaş olmadan var olabileceği illüzyonunu yaymaya devam eden Kautsky gibi “sosyal pasifistlerden” tam bir kopuş anlamına geliyordu.
Marksistler Arasındaki Tartışma
Buraya kadar marksistler arasında her hangi bir fikir ayrılığı olamazdı ve gerçektende bu temel ortak kabul noktaları, devrimci öncünün Komünist Enternasyonal’de birleşmesinin yeterli zemini oldu. Fakat o zaman da bugünde devrimci hareket içerisinde var olan anlaşmazlıklar, marksistlerin emperyalizmin arkasındaki itici gücün ve onun daha somut ifadelerinin daha net bir analizini yapmaya ve bu analizden politik sonuçlar çıkarmaya çalıştıklarında ortaya çıktı. Bu fikir ayrılıkları, aslında kapitalizmin krizleri ve sistemin tarihsel çöküşüne dair farklı fikirleri ifade ediyordu, zira herkes emperyalizmin sermayenin ölümcül çelişkilerinin belirmesini erteleme çabası olduğunda hemfikirdi. Bu nedenle örneğin Bukharin ve Lüksemburg, kendi kriz teorilerinde farklı çelişkilere ağırlık vermiş ve dolayısıyla emperyalist yayılmanın itici gücü olarak farklı katkılar sunmuşlardır. Marks’ın ekonomi üzerine çalışmalarının emperyalizmin kendisini tam olarak kurmasından önce yazılması ve onun çalışmalarındaki bu boşluğun da Marks’ın yazılarının emperyalizmin analizine uygulanışta farklı yorumlamalara yol açması bu tartışmayı daha da zorlaştırmıştır. Bu yazıda krizler ve emperyalizm yapılmış olup bugün bile birçoğu çözülmemiş olan bütün bu tartışmaların üzerinden geçmemiz mümkün değil. Yapmak istediğimiz şey en temelde o dönemde yapılmış olan iki temel emperyalizm tanımını -yani Lenin/Bukharin’in ki ile, Rosa Lüksemburg’unki- kısaca incelemek ve hem o gün için hem de günümüzde hangisinin daha geçerli olduğuna karar verebilmek. Böylelikle bugün kullandığımız kendi emperyalizm kavramımız konusunda daha net olmak istiyoruz.
Lenin’in Emperyalizm Kavramı
Lenin için, emperyalizm özgün nitelikleri şunlardı;
“1) Sermayenin ve üretimin yoğunlaşması öyle bir dereceye vardı ki bu durum ekonomik yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yarattı,
2) Banka sermayesi ile endüstriyel sermayenin birleşmesi ve bu “finansal sermaye” temeli üzerinde, bir finansal oligarşinin yaratılması,
3) Metaların ihracından farklı olarak sermaye ihracının çok ayrık bir önem kazanması,
4) Dünyayı kendi aralarında bölüşen uluslar arası tekelci kapitalist kartellerin oluşması,
5) Bütün dünyanın bölgesel olarak en büyük kapitalist güçlerce bölüşülmesi süreçleri tamamlanmıştır.” (Emperyalizm, VII. Bölüm, p 106)
Her ne kadar Lenin’in emperyalizm tanımı bir dizi önemli noktaya işaret ediyor olsa da, bu tanımın temel zayıflığı emperyalizmin köklerinin birikim sürecindeki bir analizi olmaktan çok, emperyalizmin kimi dışsal etkilerinin tanımı olmasından kaynaklanmaktadır. Sermayenin gittikçe daha fazla yoğunlaşan birimlere doğru organik ve derinlemesine gelişimi ve sermayenin etkinlik alanının coğrafi ve genişlemeci gelişimi (örneğin sömürge arayışı veya dünyanın mekânsal paylaşımı) temelde birikim içsel süreçlerinin ifadeleridir. Sermayeyi yatırım için veya metaların satılması için yeni karlı pazarlar bulmaya iten şey, kar oranlarının düşmesine neden olan sermayenin organik bileşimindeki artış ile iç pazarın gittikçe daralması durumudur. Dahası her ne kadar emperyalizmin bu içsel dinamikleri değişmez olsalar da, onun dışsal ifadeleri sürekli düzenlemeye tabidirler ki, Lenin’in emperyalizm tanımının birçok noktasının bugün, hatta kendisi bu kavramı geliştirirken bile geçersiz olmasının nedeni tam da budur. Bu anlamda, sermayenin bir “finansal sermaye” oligarşisinin ya da “uluslar arası tekelci kartellerin” egemenliği altındaymış gibi görülebileceği 1. Dünya Savaşı döneminde bile kapitalizm yeni bir aşamaya, devlet kapitalizmi aşamasına, sürekli savaş ekonomisi aşamasına geçmekteydi. Dünya pazarında emperyalistler arasındaki rekabetin kronikleştiği bu dönemde, tüm ulusal sermaye, onu askeri/ekonomik hayatta kalış için yöneten ve bütün kısmi fraksiyonlarını disipline eden, devlet aygıtı etrafında yoğunlaşmaya başlar. Kapitalizmin, ulusal “devlet kapitalisti tekeller” arasındaki şiddetli bir mücadele evresinde olduğunun kavranışı Bukharin’de Lenin’e göre çok daha net olmuş olsa da, Bukharin yine de emperyalizmi finansal sermayeye eşitleye denkleme hapsolmuş durumdadır. Dolayısıyla onun “devlet kapitalist tekel”i, büyük ölçüde, finansal oligarşinin bir “araç”ı olarak belirirken, gerçekte devlet bu dönemde sermayenin en üst düzeydeki yönetici organıdır. Dahası Bilan’ın da ortaya koyduğu gibi;
“ Bukharin’in yaptığı gibi emperyalizmi finansal sermayenin bir “ürünü” olarak tanımlamak, kapitalist sürecin bu iki yönünün ortak kökenlerini gözden kaçırmak ve bu ikisi arasında yanlış bir bağ kurmak demektir. İkisini bağlayan ortak köken ise artı değer üretimidir.” (Mitchell, Çıkışsız Kapitalizmin İktisadında Krizler ve Döngüler, Bilan no.11, 1934) Lenin’in devlet kapitalizminin önemini anlamayı başaramaması bir dizi alanda ölümcül politik sonuçlar doğuracaktır; Bunlardan ilki, Bolşeviklerin Rus Devriminde düştüğü, devlet kapitalizminin ilerici bir doğası olduğu şeklindeki yanılsamalardır. İkinci olarak, eski işçi örgütlerinin devlete eklemlenmesini görmekteki başarısızlık ve buna bağlı olarak bunların devlet aygıtından bir şekilde ayrı olduğu düşünülerek geliştirilen kaçamak İşçi Aristokrasisi, ‘burjuva işçi partileri’ ve ‘gerici sendikalar’ teorileri. Bu örgütlerin sorunu, Lenin’in iddia etmiş olduğu gibi esas olarak bunların büyük bir kısmının ‘emperyalist süper karlar’ ile satın alınmış olması değil, bütün bu örgüt yapılarının emperyalist devlet makinesinin içerisine eklemlenmeleriydi. Bu ölümcül derecede yanlış teorilerden çıkarılan taktiksel sonuçlar da oldukça bilindiktir; birleşik cepheler, sendika çalışmaları v.b. Benzer bir biçimde Lenin’in, sömürgelere sahip olmanın emperyalizmin belirleyici bir niteliği olduğu iddiası da zamanın sınavından geçememiştir. Lenin’in, sömürge bölgelerindeki ani ulusal isyanları takiben ortaya çıkabilecek olan toprak kayıplarının emperyalist sistemi tepeden tırnağa sarsabileceği yönündeki beklentilerine rağmen, emperyalizm oldukça rahat bir şekilde “sömürge özgürleşmesine” adapte olabilmiştir. Sömürgelerin bağımsızlaşması basitçe eski emperyalist güçlerin düşüşü ve 1. Dünya Savaşı döneminde birçok sömürgenin yükünü taşımamış olan yeni emperyalist devlerin zaferi anlamına geliyordu. ABD ve Rusya’nın kendi emperyalist çıkarları uğruna, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine çöreklenip, onları anında emperyalistler arası kukla oyunlarına çevirebilmelerini sağlayan, ikiyüzlü “sömürgecilik karşıtı” çizgilerinin temeli tam da budur.
Lenin’in emperyalizm teorisi, özellikle de ulusal sorun ve sömürge sorununa bu teorinin getirdiği çözümleme Bolşeviklerin ve Komünist Enternasyonal’in resmi çizgisi haline gelmiş ve tam da bu iki noktada bu teorinin en ciddi belirsizleri olumsuz sonuçlarını doğurmuştur. Emperyalizm bir kere temel olarak üstyapısal nitelikleriyle tanımlandığında, dünyayı emperyalist, ezen uluslar ile ezilen, emperyalist olmayan uluslara ayırmak mümkün gözükmüş ve hatta bu tanımlayıcı niteliklerin bazılarını barındırmayan bazı emperyalist güçler için emperyalist olmaktan “çıktı” demek birdenbire mümkün hale gelmiştir. Bu anlayışa, ‘ezilen uluslardaki’ sınıf farklarını belirsizleştirme ve proletaryanın – bütün ezilenlerin ulusal kahramanı olarak- bu ezilen ulusları kendi devrimci bayrağı altında toplama görevi olduğunu savunan bir anlayış da eşlik etmiştir. Bu tavır temel olarak sömürgelere uygulanmıştır fakat Lenin, Junius Kitapçığı’na karşı eleştirisinde, Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelerin bile belirli koşullar altında ulusal kurtuluş için meşru bir savaş verebileceğini iddia etmiştir. Birinci dünya savaşına gelindiğinde ise, Lenin’in savaşın genel emperyalist çerçevesinin proletaryanın her hangi bir saf lehine ulusal savunma politikası yürütmesini imkânsız kıldığı yönündeki doğru yaklaşımı, bu belirsiz fikri pratikte işlevsizleştirdi ve önemsizleştirdi. Fakat Lenin’in emperyalizm teorisinin zayıflığı, 1. Dünya Savaşından sonra, özellikle de devrimci dalganın düşüşe geçmesi ve Sovyet Devletinin yalıtılmasıyla birlikte büsbütün ortaya çıktı. ‘Ezilen ulusların’ anti-emperyalist bir karakter taşıdığı fikri, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ve ‘anti-emperyalist birleşik cephe’ politikalarının, söz konusu ülke burjuvalarının emperyalist güçlerle ittifaka girmesini ve komünist devrim yönündeki bütün çabaları ezmesini engellemekte güçsüz kaldığı Finlandiya, Doğu Avrupa, İran, Türkiye ve Çin örneklerinde çürütüldü.[1]Belki de Lenin’in Junius Kitapçığı Üzerine adlı yazısında geliştirdiği fikirlerin en rezil uygulaması 1923’te Almanya’daki ‘Ulusal Bolşevizm’ deneyinde oldu denebilir. Ulusal Bolşevizm adlı bu rezil kavrama göre Almanya bir yandan sömürgelerinden mahrum olduğu için diğer yandan da İtilaf Devletlerince yağmalandığı için artık emperyalist bir devlet olmaktan çıkmıştı. Dolayısıyla artık Alman burjuvazisinin anti-emperyalist kesimleriyle bir ittifak söz konusu olabilirdi. Elbette Lenin’in teorik zayıflıklarıyla bu apaçık ihanetler arasında dosdoğru bir çizgi yoktur. İkisi arasında uzanan temel şey bütün bir yozlaşma sürecidir. Ne var ki, tam da geçmiş devrimcilerin hatalarının yozlaşan ya da karşı devrimci partiler tarafından kendi ihanetlerini meşrulaştırmak için kullanılabileceğini göstermek komünistler için çok önemlidir. Karşı devrimin, Stalinist, Maoist ya da Troçkist biçimleriyle Lenin’in emperyalizm ve ulusal kurtuluş teorisini Rusya’nın ya da Çin’in emperyalist olmadığını göstermek için sıkça kullanması rastlantı sonucu değildir (‘SSCB’de finansal oligarşiler veya tekeller yoktur’ demek tipik bir solcu numarasıdır). Benzer şekilde az gelişmiş ülkelerdeki türlü burjuva çetesinin ‘anti-emperyalist’ mücadelelerini savunmak gerekliliğini ispatlamak içinde bu teoriler kullanılabilir. Bunların Lenin’in teorisindeki birçok noktayı çarpıtıp kirlettiği doğrudur, fakat komünistlerde Lenin’in kavramsallaştırmasında bu burjuva güçler tarafından az çok ‘doğrudan’ alınıp kullanılabilecek birçok unsur olduğunu itiraf etmekten korkmamalıdırlar. Eleştirip ötesine geçmemiz gereken unsurlar tam da bunlardır.
Emperyalizm ve Kar Oranlarının Düşüşü9
Lenin’de emperyalizmin üretim sürecinden -sömürge bölgelerdeki ucuz emek ve ham maddeler yoluyla düşen kar oranlarını telafi etme ihtiyacından- temellendiği fikri sadece dolaylı olarak bulunmaktadır. Bu unsur Bukharin’in teorisinde ise daha doğrudan belirtilmiştir ve belki de bu yüzden Bukharin’in daha derinlikli ve dikkatli emperyalizm analizi, en azından başlangıçta, ulusal kurtuluşa dair daha net bir tavırla el ele gidiyordu demek mümkündü (Birinci Dünya Savaşında ve Rus Devriminin ilk yıllarında Bukharin, Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakki tavrını eleştirmiş, daha sonra ise kendi tavrını değiştirmiştir. Doğrudan kendi emperyalizm teorisinden türeyen Rosa Lüksemburg’un ulusal kurtuluş konusundaki tavrı ise aralarında en tutarlı olanı olduğunu göstermiştir). Şüphesiz, düşen kar oranlarını telafi etme ihtiyacı emperyalizm için en önemli unsurdu, çünkü emperyalizm tam da bu aşamada organik bileşimi yüksek olan birkaç ulusal sermayenin dünya pazarında ön plana çıkmasıyla başladı. Fakat her ne kadar burada bu sorun ile bütün derinliğiyle ilgilenemeyecek olsak da[2], bize göre emperyalizmin az ya da çok dışlayıcı bir biçimde sadece kar oranlarının düşme eğilimi ile tanımlanması iki temel zayıflıktan dolayı sıkıntılı görünüyor;
1.
Böylesi açıklamalar emperyalizmi, birkaç ileri derecede gelişmiş ülkenin durumlarının benzersiz ifadesi olarak açıklamaya yatkın oluyorlar. Çünkü buna göre sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu bu ülkeler, kar oranlarının düşüşünü telafi etmek için sermaye ihracına zorlanıyorlar. Bu görüş, emperyalizmi ekonomik ve politik bağımsızlığa eşitleyen ve dünyada sadece iki emperyalist –Rusya ve ABD- olduğu çünkü sadece bunların gerçek anlamda ‘bağımsız’ olduğu (diğer ülkelerin ise asla gerçekleştirilemeyecek ‘emperyalist eğilimleri’ oluyor bu durumda) sonucunu çıkaran CWO’nun (Communist Workers Organization – Komünist İşçiler Örgütü, şimdi Uluslararası Devrimci Parti Bürosu adlı örgüte mensuptur) durumunda karikatürümsü bir düzeye ulaşıyor. Bu durum soruna küresel sermaye değil de bireysel sermayeleri temel alan bir bakış açısının mantıksal sonucudur. Rosa Lüksemburg’un üzerinde durduğu gibi;
“Emperyalizm her hangi bir devletin ya da devlet grubunun icadı değildir. Tersine o, sermayenin dünya ölçeğindeki belirli bir olgunluk düzeyinin, başlangıçtan beri uluslar arası olan bir durumunu, bölünemez bir bütünün, yani hiçbir ulusun iradi bir biçimde kendisini uzağında tutamayacağı ve sadece bütün ilişkileri içerisinde tanınabilecek olan bir üründür.” (Junius Kitapçığı)
Bu, CWO’nun çıkarsamasının emperyalizmi sadece kar oranlarının düşüşüne referans ile açıklamanın kaçınılmaz sonucu olduğu anlamına gelmez. Eğer dünya sermayesi noktasından hareket edilecek olursa, tıpkı küresel kar oranını belirleyenin en gelişmiş sermayelerin kar oranı olmasının gibi, sonuç olarak gelişmiş sermayelerin emperyalist tavırları da yankısını daha zayıf ulusal sermayelerde bulmak zorunda olduğu da açıklaşacaktır. Fakat emperyalizm sorunu bir kez küresel sermaye noktasından ele alındığında, birikim döngüsündeki diğer bir çelişkinin de hemen farkına varılacaktır; bu da küresel sermayenin bütün artı değeri kendi üretim ilişkileri içerisinde gerçekleştiremeyişidir. Rosa Lüksemburg’un Sermaye Birikimi’nde ele aldığı bu sorun, Lenin, Bukharin ve onların takipçileri tarafından marksizmin terk edilmesi olarak görmezden gelinmiş olsa da, Marks’ın da aynı sorunlu meşgul olduğunu görmek çok zor değildir [3]:
“Kapitalist üretim daha fazla geliştikçe, o anki doğrudan taleple ilişkili olmayan ama dünya pazarına sürekli yayılmaya dayanan ölçekteki bir üretime daha da fazla zorlanır. Ricardo, kapitalistin kar için, artı değer için değil de, doğrudan tüketim için –kendi tüketimi için- kullanım değeri ürettiğini söylerken Say’ın eski bayatlamış varsayımına müracaat etmektedir. Metanın paraya çevrilmesi gerektiği gerçeğini görmezden gelir. İşçilerin talebi yeterli olmaz çünkü kar, tamamen işçilerin talebinin ürünlerinin değerinden düşük olması gerçeğinden ve onun bu talebe görece olarak küçük ya da büyük olmasından doğar. Kapitalistlerin kendi aralarındaki talep de aynı şekilde yetersizdir”. (Artı Değer Teorileri, Bölüm 2, Kısım XVI)
2.
Bu nedenle emperyalizmin her hangi bir doğru düzgün analizi yapılacaksa bu “dünya pazarının sürekli genişleme” gerekliliğini göz önünde bulundurmak zorundadır. Sorunu görmezden gelen bir teori dünya pazarının neden tam olarak dünya pazarının (20. yüzyılın başlarında kapitalizm öncesi ekonomilerin en önemli kesimlerinin kapitalist dünya ekonomisi içerisine katılmasıyla) genişlemeye devam edemediği bir noktada kapitalizmin son emperyalist aşamasının sürekli krizlerine gömüldüğünü açıklayamaz. Bu iki olgunun tarihsel olarak çakışması basitçe bir rastlantıymış gibi bir kenara atılabilir mi? Bütün marksist emperyalizm analizleri ucuz ham madde ve emek gücü arayışının sömürge fethinin esas özelliği olarak görmüşse de, sadece Lüksemburg, yirminci yüzyılın ilk yıllarına kadar “dünya pazarının sürekli genişlemesi” için zemin sağlayan sömürge ve yarı-sömürgelerin belirleyici önemini anlayabilmiştir. Analizdeki ‘değişken’ işte tam da bu unsurdur. Sermaye az gelişmiş bölgelerde her zaman ucuz emek ve ham madde bulabilir. Bu durum hem sömürgelerin ve yarı sömürgelerin kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmesinden önce ve sonrası için, hem sermayenin yükselme dönemi için hem de çöküş dönemi için geçerlidir. Fakat bir kez bu bölgelerin bedelini ödeyebildikleri talepleri ‘kapitalizm dışı’ olmaktan çıkıp, bunların tümü kapitalist üretim ilişkilerine eklemlendikten sonra, küresel sermayenin birikim için belirleyici olan bu artı değer fraksiyonunu gerçekleştirmek için hiç yeni pazarı kalmaz. Küresel sermaye bu noktada dünya pazarını sürekli olarak genişletme kapasitesini kaybetmiştir. Artık ‘sömürge bölgelerin’ kendileri artı değer üreticileri, metropollerin rakipleri haline gelmiştir. Bu bölgelerdeki emek gücü ve ham maddeler hala ucuz olabilir ya da buralar karlı yatırım alanları olmaya devam edebilir, ama artık bu bölgeler dünya sermayesinin gerçekleşme sorununu çözemez, tersine sorunun bir parçası haline gelmişlerdir. Dahası, sermayenin üretkenliğinin gerektirdiğine yakın bir ölçüde dünya pazarını genişletmedeki bu başarısızlık, burjuvaziyi aynı zamanda kar oranlarının düşüşüne karşı ana karşı-eğilimlerinden birinden de mahrum bırakır: yani artan ölçekte meta üreterek ve satarak, karın kitlesini arttırmaktan.
Dolayısıyla Komünist Manifesto’nun tahminleri gün yüzüne çıkmış olur;
“Burjuva toplumunun koşulları bağrında yaratılan zenginliği elinde tutabilmek için çok dardır. Pekiyi burjuvazi bundan doğan krizleri nasıl aşar? Bir yandan üretici güçlerin önemli bir kısmını zorla yok ederek, diğer yandan da yeni marketler ele geçirerek ya da eskilerini daha da fazla sömürerek. Kısacası, daha derin ve yıkıcı krizlere yol açarak ve krizleri önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak.”
Marks’ın bu sorun üzerine geliştirdiği yaklaşımı en açık biçimde devam ettiren, Rosa Lüksemburg’un teorisidir.
Lüksemburg’un Emperyalizm Kavramsallaştırması ve Bunun Eleştirileri
“Emperyalizm, sermaye birikiminin kendisine açık duran kapitalist olmayan çevre için verdiği rekabetçi mücadelenin politik ifadesidir. Coğrafi anlamda dünyanın hala en büyük bölümünü oluşturan ancak sermayenin üretken güçlerinin ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi açısından baktığımızda, sermayenin genişlemesi için yetersiz kalan bu çevre, eski ülkelerde birikmiş olan dev sermayenin artık üretim için bir çıkış yolu arayışına, artı-değerini sermayeye dönüştürmek için nasıl çaba gösterdiğine ve kapitalizm öncesi uygarlıkların hızla kapitalizme dönüşmesine tanık olmaktadır. Bu durumda sermaye, genişleme olanaklarının yetersizliği karşısında uluslar arası düzeyde önlemler almak zorundadır. Kapitalist ülkelerdeki ileri gelişmişlik düzeyi ve bu ülkelerin kapitalist-olmayan bölgeleri ele geçirmek için giriştiği giderek sertleşen mücadeleyle birlikte, emperyalizmde hem kapitalist olmayan dünyayla ilişkisinde hem de rekabet içerisindeki ülkeler arasındaki giderek ciddileşen çekişmelerde, yasa tanımaz saldırganlığı artmakta ve şiddete daha çok başvurmaktadır. Ancak emperyalizm, kapitalist-olmayan uygarlıkların çöküşünü ne kadar şiddetli, acımasız ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirirse, kapitalist birikimin bindiği dalı da o kadar hızlı bir şekilde kesmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin ömrünü uzatmanın tarihsel metodu olmakla birlikte, kapitalizmin en kesin biçimde sona erdirilmesinin de en emin yoludur. Bu söylediğimiz, kapitalist gelişmenin fiilen bu uç noktaya gideceği anlamına gelmemektedir. Aslında emperyalizm doğrultusundaki genel eğilim bile, kendi başına kapitalizmin son aşamasını felaket çağı haline getiren biçimler almaktadır.” (Lüksemburg, Bölüm 31., sf 343., Belge Yay., 2004)
Bu pasajdan da görülebileceği gibi Lüksemburg’un emperyalizm tanımı, emperyalizmin ürettiği üstyapısal belirsizlikler yerine, sorunun temellerine, yani birikim sürecine ve özellikle de gerçekleşmeye dair olan sürecin aşamalarına yoğunlaşmaktadır. Ne var ki, çalışmasının başka yerlerinde emperyalist yayılmanın politik olarak ürettiği doğal sonucun, toplumun ve devletin militaristleşmesi olduğunu gösterir. Bu durumu burjuva demokrasisinin tükenişi ve kapitalist yönetimin açıkça despotik biçimlerinin gelişmesiyle açıklar. Benzer şekilde, ekonominin militarist sektörlerinin inanılmaz boyutlarda şişmesini sürdürebilmek için işçilerin yaşam standartlarının da vahşice aşağı çekilmesi de bu durumun bir başka yansımasıdır. Her ne kadar Sermaye Birikimi militarizmi bir “birikim alanı” olarak görmek gibi çelişkili fikirleri içerse de Lüksemburg, savaş ekonomisini emperyalist, çöküş içerisindeki bir kapitalizmin temel niteliği olarak tanımlamakta haklıdır. Fakat Lüksemburg’un emperyalizmin itici gücüne dair geliştirdiği temel analiz bir çok eleştirinin konusu olmuştur. Bunlardan en önemlisi Bukharin tarafından yazılan Emperyalizm ve Sermaye Birikimi (1924) içerisindedir. Bukharin’in Lüksemburg’a karşı geliştirdiği bu argümanların önemli bir kısmı, yakın zamanda CWO’nun çıkardığı bir yazıda yankılarını buldu (bknz: RP 6, ‘Çelişkilerin Birikimi’). Biz burada Bukharin’in ortaya koyduğu iki en önemli eleştiriye değinmek istiyoruz.
1) Bukharin’e göre, Lüksemburg’un emperyalizmin yeni pazarların arayışı sebebiyle oluştuğu şeklindeki teorisi, emperyalist dönemi kapitalizmin bütün geçmiş dönemleriyle ayırt edilemez kılmaktadır;
“Ticari kapitalizm ve merkantilizm, endüstriyel kapitalizm ve liberalizm, finansal sermaye ve emperyalizm… Lüksemburg’un çalışmasında, kapitalist gelişmenin bütün bu aşamaları ya ortadan kalkıyor ya da salt kapitalizm içerisinde çözülüyorlar.” (Emperyalizm ve Sermaye Birikimi, Bölüm 4)
CWO’ya göre de;
“… (Lüksemburg’un) ‘doymuş pazarlara’ dayanarak emperyalizm için yürüttüğü mantık aşırı derecede zayıf ve yetersizdir. Eğer Lüksemburg’un da kabul ettiği gibi, … kapitalist metropollerin içerisinde hala kapitalizm öncesi (örn., serfler ya da köylüler) toplumsal ilişkiler hala mevcut idiyse, neden kapitalizm var oluşunun daha en başından kapitalist metropollerin dışına ve deniz ötesine doğru yayılmak zorundaydı? Eğer kapitalizm sadece yeni pazarlar aramaktaysa, neden ilk olarak en başından en yakın çevresindeki alanları ücretli emek-sermaye ilişkisinin içerisine sokmadı? Açıklama yeni Pazar ihtiyacında değil ham madde ve karın en üst düzeye çıkartılmasında bulunacaktır. İkinci olarak, Lüksemburg’un teorisi emperyalizmin kapitalizmin sürekli bir özelliği olduğu sonucuna varır gibidir. Lüksemburg için, kapitalizm her zaman birikim için pazarı genişletmek zorunda olduğundan, onun teorisi kapitalizmin Avrupa’da doğuşu sırasında ticaret ve para ekonomilerinin ilk gelişimi ile daha sonraki emperyalist yayılma arasındaki farkın ayırtına varamaz… Ticaret sermayesinin, sermaye birikiminin başlangıcı için gerekli olması olgusuyla, kapitalizmin egemen üretim biçimi olduktan sonraki birikim için gelişen itkileri arasında niteliksel bir fark bulunmaktadır” (RP 6)
Bu pasajda CWO’nun ‘Lüksemburgizm’e karşı sergilediği düşmanlık, Bukharin’in keskin polemiğini bile geride bırakmaktadır. Bu nedenle daha ileri gitmeden önce birkaç noktayı aydınlatmak gerekiyor. Birincisi, Lüksemburg asla emperyalist yayılmanın ‘sadece’ yeni pazarlar bulmayı hedeflediğini söylememiştir. CWO’nun da yukarıdaki yazının aynı sayfasında belirttiği gibi, Lüksemburg emperyalizmin ucuz emek ve ham madde için sergilediği küresel arayışı çalışmasında sergilemiştir. İkinci olarak, daha önce de gösterdiğimiz gibi, kapitalizmin “birikim için yeni pazarlara yayılma” ihtiyacı, halihazırda Marks’ın Ricardo ve Say’a karşı savunduğu temel bir pozisyon iken, bunu Lüksemburg’un bir icadı gibi sunmak da çok acayip bir tavırdır. Bukharin bile emperyalizmin yeni pazar arayışını hiçbir şekilde inkar etmemiştir. Aslında o bunu emperyalist yayılmanın üç temel itkisi arasında görmektedir;
“Modern kapitalist devletlerin fetih politikalarının arkasındaki üç temel kaynağı ortaya sermiş bulunuyoruz; satış pazarları için, ham madde pazarları için ve sermaye yatırımı alanları için artan rekabet. … Ne var ki, finansal sermayenin politikasının bu üç kökü özünde aynı olgunun üç yüzeyini yani, üretici güçlerin büyümesi ile üretimin örgütlenmesinin ‘ulusal’ sınırları arasındaki çatışmayı temsil ederler.” (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Bölüm 8.)
Ne var ki, Lenin, Bukharin ve benzeri düşünen diğerlerinin eleştirileri yine de bulunmaktadır. Onlara göre ‘meta’ ihracı değil ‘sermaye ihracı’ emperyalizmi, kapitalizmin önceki aşamalarından ayırmaktadır. Acaba Lüksemburg’un teorisinin bu ayrımı görmezden geldiği ve ister istemez emperyalizmin kapitalizmin en başından beri sahip olduğu bir özelliği olduğu sonucuna mı götürmektedir?
Eğer Lüksemburg’un bu metin içerisinde alıntılanmış olan pasajlarına özellikle de Antikritik’ten alınan uzun alıntıya dönüp bakarsak, Lüksemburg’un kendisinin, sorgulanmaya mahal bırakmayacak bir biçimde kapitalist gelişmenin bir basamağı olarak sunulan, emperyalist aşama ile ilkel birikim aşamasını net bir biçimde ayırdığını görebiliriz. Peki, bunlar boş laflar mıdır yoksa Lüksemburg’un teorisi içerisinde bir yere gerçekten oturmaktalar mıdır?
Aslında bu noktada Lüksemburg’un analizi içerisinde hiçbir çelişki yoktur. Emperyalizmin, tam olarak ifade etmek gerekirse dünya kapitalizminin yeni bir görünüme eriştiği 1870’lerden sonra başladığı söylenebilir. Bu dönemde Avrupa ve Kuzey Amerika’da ulus devletlerin oluşum süreci tamamlanmış ve Britanya’nın ‘dünyanın işliği’ olduğu bir durumdan, birçok gelişmiş ulusal kapitalist ‘işliğin’ dünya pazarının –sadece birbirlerinin içsel pazarı için değil aynı zamanda sömürge pazarları için de- egemenliği için birbiriyle rekabet ettiği bir durum söz konusudur. İçerisinde gerçekleşme sorununun çözülemez hale geldiği, sermayenin ‘kapalı bir sistem’e dönüşmesi ile birlikte, 1870’lerin büyük krizine (bu krize ‘kapitalist çöküşün tohumu’ denmesi rastlantı değildir çünkü sistemin çöküşü dünya pazarının rekabet halindeki sermayeler arasında paylaşılması ile eş anlamlıdır) yol açan durum da budur. Fakat elbette, 1870’lerde kapanmış çevrimin kırılması hala mümkündür ve bu durum bu dönemdeki emperyalist yayılmanın ümitsizcesine hızlanışını büyük oranda açıklar.
CWO’nun da işaret ettiği gibi sermaye her zaman sömürge pazarların arayışı içerisinde olmuştur ve bunda hiçbir gizem yoktur. Kapitalistler her zaman sömürü için karlı sömürü ve ‘evdeki’ pazar doymamış olsa bile kolay satış yapılabilecek pazar alanlarını araya gelmişlerdir. Sanki ilk kapitalistler bir masanın etrafına oturup kendi kendilerine ‘ilk önce Avrupa’nın kapitalizm öncesi kesimlerini sömürüp sonrasında Asya’ya, Avrupa’ya v.s. yayılacağız’ demişler gibi, kapitalizmin düzgün ve istikrarlı bir gelişme çizgisi izlemesini beklemek anlamsızdır. Ne var ki kapitalizmin kaotik gelişiminin arkasında kesin bir hat gözlenebilir. İlkin erken kapitalizmin sömürgeleri yağmalaması, sonrasında bu yağmanın metropollerde endüstriye devrime hızlandırması, ardından da endüstriyel sermaye zemini üzerinden sömürge bölgelere doğru yeni bir itilim. Şurası kesin sömürgeleri yönelik yayılmanın ilk evresi, evdeki aşırı üretime bir tepki olarak değil, ilkel birikimin gerekliliklerine bir yanıt olarak gerçekleşti. Dolayısıyla emperyalizmden, ancak tam anlamıyla gelişmiş kapitalist üretimin çelişkilerine bir karşılık olarak gelişmiş olan sömürgesel yayılmanın başladığı tarihsel andan sonra söz edebiliriz.
Bu anlamda emperyalizmin başlangıcını, Britanya sermayesini sömürge ve yarı sömürgelere yayılmaya tahrik eden 19. yüzyılın ortasındaki ticari krizlerde görebiliriz. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi, emperyalizm, kelimenin tam anlamıyla, kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı bir ilişkiye işaret eder. Ve ne zaman ki metropollerdeki pazarlar kapitalist devler tarafından kesin olarak parçalanmıştır işte o zaman emperyalist yayılma da sermaye için kaçınılmaz bir gereklilik haline gelmiştir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Britanya’nın sömürge politikasındaki hızlı değişimin sebebini açıklayan durum budur. 1870’lerin büyük krizinden, ABD ve Almanya ile rekabetin keskinleşmesinden önce, Britanya kapitalistleri mevcut sömürgelerinin yapılan harcamalara değip değmediğini sorgulamakta ve yeni sömürgeler ele geçirme konusunda tereddütte idiler. Ne var kriz ve artan rekabet Britanya’yı sömürge politikasını sürdürmenin ve genişletmenin gerekliliği konusunda ikna etmiş oldu. 19. Yüzyılın sonunda sömürgeler uğruna yapılan kapışma, burjuvazinin payına ani bir manyaklık krizinin ya da ulusal prestij uğruna gösterilen kibirli bir çaba değil, birikim döngüsünün temel bir çelişkisine verilen bir tepkiydi. Bu dönemde sermayenin gittikçe artan yoğunlaşması ve metropollerdeki pazarların bölüşülmesi, eş zamanlı olarak kar oranlarının düşüşünü ve üretkenlik ile çözülebilir pazar arasındaki açığı şiddetlendirdi; bir kez daha gerçekleşme sorunu ile karşı karşıyayız.
Yeni pazarlar açma ihtiyacının emperyalist yayılma açısından belirleyici bir unsur olduğu fikri, CWO’nun iddia ettiğinin aksine o dönemdeki dünya ticaretinin önemli bir kütlesinin kapitalist metropollerin kendi aralarında gerçekleştirilmiş olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu duruma Lüksemburg’un kendisi de parmak basmıştır:
“Kapitalizmin uluslar arası gelişimiyle birlikte, artı değerin sermayeleştirilmesi daha acil, zor ve belirsiz bir hal alırken, hem artı değer ile ilişkileri içerisinde, hem de mutlak olarak, sabit ve değişken sermayeler sürekli büyüyen birer kitleye dönüşürler. Eski kapitalist ülkelerin daha büyü pazarlar oluşturarak ve birbirlerine gittikçe daha fazla bağımlı kalması ama diğer yandan kapitalist olmayan ülkeler ile ticaret ilişkileri için daha da fazla vahşice rekabet etmeleri şeklinde beliren çelişik olgunun nedeni işte budur.” (Sermaye Birikimi, Bölüm 27,)
Gittikçe daha kalabalık hale gelen bir hapishanede ‘dışsal’ pazar küresel sermaye için bir nefes alma alanıydı. Bu nefes alma alanı aşırı kalabalık hapishaneye oranla daha fazla küçüldükçe, mahkûmlar onun uğruna o oranda çaresizce birbirlerine düştüler.
Bu dönemde sermaye ihracında büyük artışlar gerçekleşmiş olduğu gerçeği de, emperyalist yayılmanın pazar sorunu ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlamına gelmez. Sömürge bölgeler yapılan sermaye ihracı sadece kapitalizmin emek gücünün ucuz olduğu yerlerde üretim yapmasını sağladığı ve böylece de kar oranlarını yükselttiği için gerekli değildi. Kolonilere sermaye ihracı aynı zamanda dünya pazarını da genişletti:
a) Çünkü ihraç edilen sermayeler üretim mallarının (makineler v.s.) ihracını da içerir ki, bunlar da aslında satılması gereken metalardır.
b) Çünkü (ister yatırım için para sermaye biçimde olsun isterse üretim malları biçiminde) sermaye ihraç etmek, kapitalist üretimi yeni bölgelere yerleştirerek ve yörüngesine daha fazla ödeme gücü olan alıcı çekerek, bütün pazarın genişlemesini sağlamıştır. Bunun en bariz örneği, kapitalist metaların satışını milyonlarca ve milyonlarca yeni alıcıya genişletmeyi sağlayan demiryollarının inşasıdır.
‘Pazar sorunu’, emperyalizmin kapitalist üretimi dünyanın bütününe genişletme yolunun en önemli özelliklerinden birini açıklamakta yardımcı olabilir. Bu da ‘azgelişmişliğin’ yaratılmasıdır. Emperyalistlerinin asıl istediği mahkum pazarlar yani kendileri kapitalist üreticiler haline gelerek metropol ülkeler ile rekabet edemeyecek bir alıcı pazarı olmuştur. İşte bu yüzden, emperyalizm bir yandan kapitalist üretim biçimini ihraç edip, kapitalizm öncesi ekonomik biçimleri sistematik olarak yıkarken, diğer yandan da sömürge ekonomilerini acımasızca yağmalayarak, onların endüstriyel gelişimlerini metropol ekonomilerinin belirli ihtiyaçlarına tabi kılarak yerli sermayenin gelişimini durdurmuş ve yerli egemen sınıfın en gerici ve itaatkar unsurlarına arka çıkmıştır. Marks’ın beklentisinin aksine, kapitalizmin sömürgelerde kendisinin bir yansımasını yaratmamış olmasının nedeni budur. Sömürge ve yarı-sömürgelerde kendi burjuva devrimler ve sağlıklı endüstriyel zeminleriyle tam olarak oluşmuş bağımsız ulusal sermayeler yerine, politik ve ekonomik düzeylerde sakat doğmuş, zayıf burjuvalarıyla, yabancı çıkarlarına hizmet etmek için yolsuzca endüstrileşmiş, eski üretim biçimlerinin çürümesinin ağırlığı altında ezilen, metropol sermayelerinin çarpık karikatürleri olmuştur. Böylelikle emperyalizm azgelişmişliği yaratmıştır ve onu yok etmeyi asla tam olarak başaramayacaktır. Çünkü aynı zamanda geri kalmış bölgelerde ulusal burjuva devrimlerinin gerçekleşememesini sağlamıştır. Emperyalist gelişmenin bu derin yansımaların kökleri (ki bu yansımalar bugün ‘üçüncü dünya’ gittikçe barbarlığa gömülürken bile çok net görülmektedir) önemli ölçüde emperyalizmin pazar sorununu sömürge ve yarı-sömürgeleri kullanarak çözme çabasına uzanmaktadır.
2) Bukharin’e göre, Lüksemburg’un emperyalizm tanımı, uğruna savaşılacak kapitalist olmayan çevrenin bütün kalıntıları da tükendiğinde emperyalizmin artık var olmayacağını söylemektedir:
“… bu tanımdan yola çıkarak, çoktan kapitalist olmuş bölgeler için yapılan savaşın emperyalist olmadığını söylemek büsbütün yanlıştır. … Aynı şekilde bu tanıma göre çoktan ‘ele geçirilmiş’ bölgeler için yapılan kavgalar da emperyalist değildir. Bir kere daha tanımın bu kısmı da tamamen yanlıştır. … Bu noktada Lüksemburg’un emperyalizm kavramsallaştırmasının savunulamazlığını göstermek için çarpıcı bir örnek verebiliriz. Ruhr bölgesinin Fransızlar tarafından işgalini (1923-24) kast ediyoruz. Rosa Lüksemburg’un bakış açısından bu (1) ‘kalıntılar’ ortada olmadığı için, (2) hiçbir kapitalist-olmayan çevre bulunmadığı için, (3) Ruhr bölgesi zaten işgalden önce emperyalist bir sahibin elinde bulunduğu için emperyalist olamaz.” (Emperyalizm ve Sermaye Birikimi, Bölüm 4, sf, 253)
Bu argüman Paris’te yapılan en son enternasyonal konferansta CWO tarafından ortaya atılan şu naif soru da tekrar edilmiştir; “Etiyopya ile Somali arasında Ogedan Çölü için yapılan savaşta, kapitalizm öncesi ya da herhangi bir başka pazar nerede?” Böylesi sorular Lüksemburg’un son derece sığ bir kavranışına sahip olunduğunu göstermekten de öte, emperyalizmi “özünde uluslararası bir durum, bölünemez bir bütün” olarak değil de “bir ya da bir grup devletin yaratısı” olarak görmek gibi talihsiz bir eğilimi de sergilerler. Diğer bir değişle bu yaklaşım meseleye tekil ulusal sermayelerin parçalı bakış açısından bakıldığının göstergesidir.
Eğer Bukharin, bizim tamamıyla alıntıladığımız, Lüksemburg’un Sermaye Birikimi’nin söz konusu pasajındaki ilk satırından sonrasına bakma zorluğuna katlanmış olsaydı görebileceği gibi, Lüksemburg’a göre kapitalizm dışı çeperin artan oranda tükenişi emperyalizmin sonu değil kapitalist devletler arasındaki emperyalist çelişkilerin çözülemez biçimde yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Lüksemburg’un “emperyalizm yıkımı ve felaketi, bir var oluş biçimi olarak kapitalist gelişmenin çeperlerinden onun kalkış noktasına geri getirir” derken söylemek istediği budur. Emperyalizmin son aşamasında, kapitalizm, ‘barışçıl’ bir biçimde yeni alanlara genişleyemedikleri için her sermayenin ya da sermaye bloğunun rakibinin bölgelerini ve pazarlarını ele geçirmeye zorlandığı korkunç bir savaşlar dizisini içerisine çekilir. Savaş bütün sistemin hayatta kalma biçimi haline gelir. Elbette Lüksemburg kapitalist-olmayan çeperin bugünkü gibi önemsiz bir faktöre dönüşmesinden önce, proleter devriminin kapitalizme bir son vereceğini beklemişti. Kapitalizmin böylesi bir çeperin yokluğunda ölümünü ertelemeyi nasıl becerdiğinin açıklaması başka yazının konusu olabilir.
Fakat, emperyalizmin “sermayenin küresel gelişmişliğinin bir ürünü, özsel olarak uluslar arası bir durum, parçalanamaz bir bütün” olarak var olmaya devam ettiğini gördüğümüz sürece, Lüksemburg’un tanımının hala geçerli olduğunu da görebiliriz. Doğrudan kapitalizm öncesi kalıntılar için yürütülen bir mücadele olmak yerine, bugün emperyalist fetih ve egemenlik politikalarının, dışsal pazarların neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir dönemde yürütülmesi ölçüsünde, bu tanımın sadece yenilenmeye ihtiyacı vardır. Vurgulanması gereken önemli bir nokta varsa o da, sermayenin her belirli parçasını emperyalist bir tarzda davranmaya zorlayan, dünya sermayesinin evrimindeki küresel değişimdir.
Bukharin’in itirazına geri dönersek, her emperyalist çatışma da ‘kapitalist-olmayan çeperlerin’ arayışı içerisinde olmak anlamsızdır, çünkü genişleyebilecek dışsal bir pazar ihtiyacı içerisinde olan bir bütün olarak sermaye, küresel sermayedir. Tekil kapitalistler için diğer kapitalistler ve işçiler kendi ürünleri için mükemmel birer pazar oluştururlar. Benzer şekilde tekil bir ulusal sermaye için, rakip bir kapitalist ulus kendi artı değerini emdirmek için kullanılabilir. Emperyalist devletlerin uğruna savaştığı pazarların hepsi kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin var olduğu pazarlar değildir ve geçmişte de böyle olmamıştır ve bu tarz pazarlar dünya sermayesine eklemlendikçe bu durum giderek bu şekilde gerçekleşir. Hatta emperyalistler arası bütün mücadeleler doğrudan birer pazar mücadelesi bile değildir. Bugünün durumunda, ABD ve Rusya arasındaki küresel karşıtlık dünya pazarının ilerici bir şekilde yayılmasının imkânsızlığı tarafından koşullandırılmaktadır. Fakat ABD ve Rusya’nın dış politikasının birçok –belki de çoğu- yönü diğer blok üzerindeki stratejik ve askeri avantajları korumak hedefi temelinde şekillendirilmektedir. Örneği İsrail ABD ya da Küba Rusya için pazar olarak pek bir anlam ifade etmez. Bu ‘uçbeylikleri’ varlıklarını, onlara arka çıkanlara belirli maliyet karşılığında sağladıkları stratejik ve politik değerlerine borçludurlar. Daha küçük bir ölçekteki bir örnek için, Vietnam’ın Kamboçya’nın pirinç tarlalarını yağmalamasına bakabiliriz. Vietnam’ın tek yaptığı sadece yağmadır. Gerçekten de Kamboçya Vietnam endüstrisi için pek de bir ‘pazar’ değeri taşımamaktadır. Fakat Vietnam, Kamboçya’nın pirinç tarlalarını yağmalamaya zorlanmıştır, çünkü kendi endüstriyel duraklaması, tarım sektörünün Vietnam toplumu için yeterli gıda üretmesini engellemiştir. Ve Vietnam’daki bu endüstriyel duraklama, dünya pazarının artık genişleyemediği, çoktan paylaşılmış olduğu ve bu paylaşımının sonradan gelenlere yer bırakmadığı gerçeği tarafından üretilmiştir. Bir kere daha görebiliriz ki bu sorunların anlamlı gelebilmesi için küresel bir kalkış noktasından hareket etmek gerekmektedir.
Politik Sonuçlar: Emperyalizm ve Ulusalcı Savaşların İmkânsızlığı
Emperyalizm üzerine yapılan teorik tartışmalardaki pratik mevzular her zaman tek bir sorun etrafında dönmektedir; Lenin’in iddia ettiği gibi emperyalist dönemde devrimci ulusal savaşların gerçekleşmesi daha mı olasıdır, yoksa Lüksemburg’un iddia ettiği gibi bu dönem onları imkânsız mı kılmaktadır? Bize göre tarih Lüksemburg’un şu iddiasını tartışmasız biçimde haklı çıkarmıştır;
“Tıpkı ekonomik rekabetin yasalarının bireysel üreticinin üretim koşullarını belirlemesi gibi, günümüz kapitalist politikalarını genel eğilimi de, tıpkı görünmez bir yasa gibi, tekil devletlerin politikalarını belirlemektedir.”
Ve bu da şu sonuca götürür;
“Böylesi bir emperyalizmin salı verildiği bir çağda, ulusalcı savaşlar artık mümkün değildir. Ulusal çıkarlar, sadece halkın emekçi kesimlerini, ezeli sınıf düşmanlarının, emperyalizmin egemenliği altına sokacak bahane olarak işlev görebilirler.” (Junius Kitapçığı)
İlk alıntı bu tarihsel dönemde aşağıdaki uygulamalarda somutlaşmakta ve bunlar da ikinci alıntıyı doğrulamaktadır.
a) Her ulus, her hırslı burjuvazi, egemen emperyalist bloklardan biriyle ittifak içerisine girmek zorunda kalmakta ve dolayısıyla dünya emperyalizminin ihtiyaçlarını gidermek ve bunlara uyum sağlamak zorundadır. Yine Lüksemburg’un sözleriyle;
“Egemen sınıfları büyük devletlerdeki ortaklarının suç ortağı olan küçük uluslar, tıpkı savaş zamanlarında basit aletler gibi kullanılıp savaş sonrasında kapitalist çıkarlar uğruna kurban edilen kendi işçi sınıfları gibi, büyük güçlerin emperyalist satranç tahtasındaki piyonları oluştururlar ve bu emperyalistler tarafından kullanılırlar.” (Junius)
Lenin’in ‘ezilen ulusların’ isyanıyla emperyalizmin zayıflayabileceği yönündeki umutlarının aksine, bu dönemdeki bütün ulusal mücadeleler, büyük güçlerin karşı konulamaz egemenliği tarafından emperyalist savaşlara dönüştürüle gelmiştir. Lenin’in de fark ettiği gibi, emperyalizm bütün dünyanın büyük kapitalist devletler tarafından paylaşılması yoluyla sadece şunu dayatmıştır; “gelecekte sadece yeniden paylaşım mümkündür. Yani nüfuz alanları, sahipsiz alanlar bir sahibin kontrolüne geçmektense sadece bir ‘sahip’ten diğerine geçebilir” (Emperyalizm, Lenin). Son altmış yılın deneyimi gösteriyor ki Lenin’in ‘nüfuz alanlarına’ uyguladığı, aynı zamanda bütün uluslara da uygulanabilir. Hiçbiri emperyalizmin kıskacından kaçamaz. Bu dünyanın kalıcı bir şekilde kurulmuş iki emperyalist bloğa bölündüğü 1945’ten bu yana açıkça ortadadır. Krizler derinleşip bloklar kendilerini sağlamlaştırdıkça, Japonya ve Çin gibi kapitalist devlerin bile itaatkârca Amerikan efendilerinin idaresi altına girmek zorunda kalacağı açıklaşmaktadır. Böylesi bir durumda, es sömürge bölgelerinin kronik bir biçimde zayıflıktan kıvranan ülkelerinin ulusal kurtuluş savaşı verebileceğine dair nasıl bir yanılsama olabilir?
b) Her ulus [4]düşmanlarına karşı emperyalist bir tavır ile hareket etmeye zorlanmaktadır. Egemen bir bloğun altına girmişken bile, her ulus diğerini, daha küçük ulusları egemenliği altına almaya çalışır. Lüksemburg bu olguya 1. Dünya Savaşı esnasında Sırbistan örneği üzerinden işaret etmiştir;
“Sırbistan biçimsel olarak bir ulusal savunma savaşı içerisinde gibidir. Fakat onun monarşisi ve egemen sınıfı, tıpkı bütün modern devletlerin egemen sınıfları gibi, yayılmacı bir heves ile dolup taşmaktadır. … Sırbistan bugün Arnavutların sırtından savaşan İtalyanlar ile gerçek bir emperyalist mücadele içerisinde, Adriyatik kıyılarına ulaşmaktadır.” (Junius)
Dünya pazarının boğulmuş haldeki durumu, çöküş dönemini, herkesin herkese karşı savaşı yapmıştır. Bu gerçeklikten kaçabilmek bir yana, küçük uluslar kendilerini bu duruma tamamen uyumlu kılmaya zorlanmaktadır. Daha geri sermayelerin aşırı militarizasyonu, azgelişmiş bölgelerdeki yerel devletler arasında sıklıkla patlak veren savaşlar, bütün bunlar, bugünün emperyalist politikalarından “hiçbir devletin kendini kurtaramayacak” oluşunun kronik göstergeleridir.
CWO’ya göre “bütün ülkelerin emperyalist olduğu fikri emperyalist bloklar fikrinin altını oymaktadır.” (RP12) Fakat bu sadece ‘bağımsız’ güçlerin emperyalist olabileceğinde ısrar ederek tartışmanın önceden daraltılması halinde böyle anlaşılabilir. Her ulus kendisini şu ya da bu emperyalist bloğa dahil etmek zorunda ise de, böyle yapmalarının nedeni kendi emperyalist çıkarlarını savunmalarının tek yolunun bu olmasıdır. Söz gelimi bloklar içerisindeki çatışma ve krizler ortadan kalkmamış (1974’teki Türk-Yunan savaşı düşünüldüğünde bunlar açık savaş biçimini bile alabilmektedir), sadece daha baskın bir çatışmanın arkasında ikinci planda kalmışlardır. Emperyalist bloklarda tıpkı diğer bütün burjuva ittifakları gibi, asla gerçek anlamda birleşik ve uyumlu olamazlar. Durumu böyleymiş gibi sunmak, ya da en azından daha zayıf ulusları egemen güçlerin sadece kuklası gibi sunmak, bloklar içerisinde –sadece zayıf ulusların kendileri arasında değil ama zayıf uluslar ile egemen güçlerin ihtiyaçları arasında da- ortaya çıkan gerçek çelişki ve çatışmaları anlamayı imkânsız kılar. Bu çatışmaların çoğu zaman egemen devlet lehine çözülmesi onları daha az gerçek yapmaz. Benzer şekilde, daha küçük ulusların emperyalist çabalarını görmezden gelmek, bu devletler arasında patlak veren savaşları net bir şekilde açıklamayı imkânsız kılar. Bunların blokların çıkarlarını savunmak için istisnasız bir biçimde kullanılıyor olması, Washington ya da Moskova’daki gizli kararların ürünü oldukları anlamına gelmez. Bu çatışmalar, bölgesel devletleri emperyalist tepkiler vermeye zorlayan sorunlardan, yerel-bölgesel düzeydeki gerçek gerilim ve sorunlardan doğarlar. CWO’nun savunduğu gibi, sadece ‘emperyalist eğilimleri’ olabileceğini söylemek, komşusu Kamboçya’yı işgal eden, hükümetini deviren, kukla bir hükümet atayan, ekonomiyi yağmalayan ve kendi hegemonyası altında bir ‘Hint-Çini Federasyonu’ kurmak için zorlayan, Vietnam’ın durumunda pek de bir anlam ifade etmiyor. Kısacası söz gelimi Vietnam sadece emperyalist bir açlık duymuyor; aynı zamanda komşularını yutarak bu açgözlü iştahını doyurmaya da çalışıyor!
Eğer bu politikaların devrimci bir savaş veren bir işçi devletinin ifadesi olduğu fikrini ve Vietnam egemen sınıfının tarihsel olarak ilerici bir burjuva ulusal kurtuluş savaşı verdiği fikrini bir kenara bırakırsak, o zaman bu tür politika ve eylemler için kullanılabilecek tek bir söz kalıyor; o da emperyalizm.
Ya Emperyalist Savaş ya da Proleter Devrim
Eğer bütün ‘ulusal mücadeleler’ küçük ya da büyük emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmekteyse, o zaman bu tarihsel dönemde, ulusal savunma savaşlarından, ‘ulusal kurtuluştan’ ya da ‘devrimci ulusal’ hareketlerden bahsetmek imkânsız demektir. Şu halde Komünist Enternasyonal’in sömürge sorunu ve ulusal sorun üzerine aldığı tavırların tekrar öne sürülmesini reddetmek gerekmektedir. Örneğin Nucleo Communista İnternazionalista (Enternasyonalist Komünist Çekirdek - NCI) az gelişmiş ülkelerde gerçek bir komünist parti bulunması durumunda Komünist Enternasyonal’in tezlerinin uygulanmasının mümkün olabileceğini savunur gibidir. Onlara göre metropol bölgelerin dışında “bağımsız ulusal devletlerin kurulması, ekonomik ve bölgesel bütünleşme, toprak reformu, millileştirmeler” hala enternasyonal proleter devrimin gelişmesi sürecinde anlık görevler olabilir (‘Ulusal sorun ve sömürge sorununa yönelik yaklaşım üzerine notlar’, Paris’teki 2. Uluslar Arası Konferansın Notları. Vol.1). NCI’nin buradaki kaygısı, proletarya ve onun öncüsünün, bu bölgelerdeki ezilen kitlelerin toplumsal hareketlerine karşı tavırsız kalamayacağı ve bunların isyanlarına onları dünya komünist devrimine bağlayarak önderlik sağlaması gerektiği şeklinde ifade edilebilir. Bunlar oldukça doğrudur; Fakat proletarya aynı zamanda ‘ulusal’ unsurun ezilen ve sömürülen kitlelerden değil onları ezen ve sömürenlerden, burjuvaziden geldiğini de anlamak zorundadır. Bu isyanlar ‘ulusal’ hedefler için yürütülen bir mücadeleye sıkıştırıldığı anda, burjuvazinin alanına itilmiş olur. Ve bugünün tarihsel bağlamında ulusal demek emperyalist demektir;
“Bugün ulus, emperyalist niyetleri örten bir pelerinden, emperyalist mücadelelerde atılan bir savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşta piyon rolü oynamaya ikna etmek için kullanılan son ideolojik bir araçtan başka bir şey değildir.” (Junius)
Bu ifadenin doğruluğu, Vietnam’dan Angola’ya, Lübnan’dan Nikaragua’ya kadar bütün sözde ‘ulusal kurtuluş’ hareketlerinin tarihinde ispatlanmıştır. İktidara gelişlerinden önce ve sonra, istisnasız bütün burjuva ulusal kurtuluş güçleri, büyük emperyalist güçlerden birinin ajanı gibi hareket etmektedir. Devleti ele geçirdikleri andan itibaren kendi küçük emperyalist hedeflerinin peşine düşmeye başlarlar. Dolayısıyla sorun, burjuva-demokratik, ulusal bir mücadele ‘anında’ ezilen kitlelerin isyanının liderliğini almak değil, onları burjuva ulusal alandan uzağa, proleter sınıf savaşımının alanına taşımaktır. Bugün ‘emperyalist savaşa iç savaşa çevir’ sloganı dünyanın her yerindeki proletaryanın sloganıdır.
Bugünkü burjuva fraksiyonlarının hepsinin ve bunların bütün politik tasarılarının taşıdığı emperyalist nitelik, dünyanın en iyi komünist partisi tarafından dahi, anlık olarak bile geri çevrilebilecek bir şey değildir. Bu nitelik, nesnel olarak belirlenmiş toplumsal evrime dayanan, güçlü bir tarihsel gerçekliktir. Bu yüzden;
“Emperyalist savaşlar ve proleter devrimler çağı, artık üretici güçlerin gelişmesi için bir sıçrama tahtası işlevi görmek için inşa edilebilecek politik veya coğrafi bir zemin, halk kitlelerin desteğiyle kurulabilecek bir burjuva ulusal bütünlüğü olan, ilerici devletleri gerici devletlerin karşısına koyan bir çağ değildir.
Bu çağda, burjuvazi ve sömürge egemen sınıfını birbirine düşüren sömürge savaşları gibi, zaten çok gelişmiş olan kapitalist üretici güçlerin gelişmesi için boşluk ve hava sağlayacak durumlar söz konusu değildir.
Bu çağda, dünyayı tekrar tekrar bölüp paylaşan kurumlar olan emperyalist devletler, birbirlerine karşı faaliyetlerde bulunurlar ve sınıfsal karşıtlıklar ve ekonomik çelişkiler barındırdıkları için savaş dışında, yani faal olmayan üretici güçlerin ve üretimden dışlanmış sayısız proleterin devasa yok edilişi olan savaştan başka bir hamle yapma kabiliyetleri yoktur.
Tarihsel tecrübe perspektifinden, döngüsel olarak hem kapitalist toplumu hem de ona bağlı olarak proleter politikayı etkileyen savaşların niteliği bu özel olarak bu savaşların ortaya çıkmasını sağlayan belirli koşullar değil, ekonomik gelişim düzeni ve sınıfsal çatışmanın olgunluğuna dayanan tarihsel bağlamdır." (Jehan, op cit)
Bugünün tarihsel bağlamında bütün savaşların, fetih politikalarının, kapitalist devletler arasında rekabete dayanan bütün ilişkilerin emperyalist bir doğası olduğu sonucuna varıyorsak, bu Bukharin’i savaşların ve fetih politikalarının niteliğini “savaş ile hangi üretim ilişkisinin yayıldığı ya da genişlediğine” bakarak yargılamak şeklinde meşrulaştırdığı şartından dolayı gücendirmek için değildir. Yapmaya çalıştığımız emperyalizm teriminin kullanım alanını aşırı genişleterek onu belirsizleştirmek değil. Eğer marksistler ulusal savaşları hala üretici güçleri geliştirmenin temeli olmaya hizmet edebilecek şekilde, kapitalist üretim ilişkilerini geliştiren ilerici bir işlevi olan savaşlar olarak tanımladılar ise, bunu bu tür savaşları emperyalist savaşlar ile, daha ileri gelişmelerin önünde bir engele dönüştüğü bir tarihsel dönemde kapitalist ilişkilerin korunmasına hizmet ettikleri için tarihsel olarak gerici savaşlar ile kıyasladıkları için bu şekilde ifade edebildiler. Bugün, burjuvazinin bütün savaşları ve dış politikaları çürümüş, çöküş içerisindeki bir üretim biçiminin korunması uğrunadır. Dolayısıyla bütün bunlar meşru ve haklı bir biçimde emperyalist olarak tanımlanabilir. Gerçektende gelişim çağındaki kapitalizm ile kıyaslandığında çöküş içerisindeki kapitalizmin en belirgin işaretlerinden biri;
“Gelişme dönemindeki kapitalizm için savaşlar pazarın gelişmesini güvence altına almak, dolayısıyla da üretim araçlarının üretimini güvence altına alma işlevi görürken, çöküş döneminde üretim temel olarak yıkım araçlarının üretimi yönünde işlemektedir. Kapitalist toplumun çöküşü kendisini, gelişme dönemindeki ekonomik gelişmeye hizmet eden savaşların tersine, savaşa yönelik bir ekonomik etkinlikle karşı karşıya olduğumuz bugünkü durumda çarpıcı bir biçimde göstermektedir…” (Uluslar Arası Durum Üzerine Rapor, Gauche Communiste de France, 1945)
Her ne kadar kapitalist üretimin amacı hala artı-değer üretimi olsa da, ekonomik etkinliğin artan oranda savaşın ihtiyaçlarına tabi olması, sermayenin kendisini yatsıma yönündeki bir eğilimini göstergesidir. Burjuvazinin kar hırsından doğmuş olan emperyalist savaş, karlılığın ve değişimin egemenliğinin gittikçe eridiği ve rüzgara karıştığı bir sürece girmiştir. Kar zarar hesapları ve normal alım satım ilişkileri, sermayenin öz yıkımına doğru çılgın koşusuna başlamasının arifesinde, unutulmuştur. Bugün insanlık sermayenin kendi kendini katletmesinin mantıksal sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Bütün insan ırkını yok edebilecek nükleer bir yıkım bunlardan sadece biridir. Sermayenin kendisini savaş yoluyla yadsıması yönündeki bu eğilime, toplumun evrensel militarizasyonuda eşlik etmektedir. Bu süreç bütün korkunçluğuyla üçüncü dünya ve Stalinist rejimlerde bariz olarak gerçekleşmekte olduğu kadar, burjuvazi bir yolunu bulabilirse, pek yakında ‘demokratik’ batıdaki işçiler için de gerçekleşecektir. Bugün bütün ülkelerdeki emperyalizmin aşağılık gerçeği, bütün ekonomik, toplumsal ve politik yaşamın savaşın ihtiyaçlarına tabi olmasıdır. Rosa Lüksemburg’un 1915’te ortaya koyduğu ikilem, her zamankinden de fazla dünya işçi sınıfının karşısına dikilmiş durmaktadır:
“Ya emperyalizmin zaferiyle birlikte, antik Roma’da olduğu gibi bütün kültürün yıkımı, nüfusun kıyımı, sefalet, yozlaşma, kısacası dev bir mezarlık, ya da emperyalizme karşı enternasyonal proletaryanın bilinçli mücadelesi ve sosyalizmin zaferi.” (Junius Kitapçığı)
[1] Burada “Komünist İşçi Örgütünün” (Communist Workers Organization), “Lüksemburg’un iktisadi fikirleri ulusal kurtuluş konusundaki yaklaşımının temelini oluşturur çünkü ikincisinin oluşumu ilkini on yıl ara ile takip etmiştir” şeklinde ifade edilen yanlış kavrayışını düzelmemiz gerekiyor. Belli ki, CWO Lüksemburg’un 1898’da basılan Sosyal Reform mu Devrim mi adlı çalışmasının ilk baskısındaki şu pasajdan habersiz: “Mevcut koşulları incelediğimizde, şüphesiz Marks’ın döngüsel krizler teorisinde öngörülmüş aşamaya geçecek bütünlüklü kapitalist olgunluğa erişmediğimizi kabul etmek durumundayız. Dünya pazarı hala bir genişleme aşamasında. Dolayısıyla, bir yandan yeni alanların ani ve coşkun bir biçimde kapitalist ekonomiye, yetmişlerden beri arada sırada gerçekleştiği üzere, açıldığını görüyoruz ve onlarla kapitalizmin daha eski, tabiri caizse gençlik krizlerini tekrar gözlemleyebiliyoruz. Dolayısıyla, kapitalizmin öylesi bir gelişmişlik düzeyine ve kaçınılmaz olarak üretici güçlerle pazarın sınırları arasında döngüsel krizler yaratacak yani tamamen gelişmiş kapitalizmin gerçek ekonomik krizine yol açacak duruma, yani dünya pazarının tamamen genişlemiş olduğu duruma daha erişmediğimizi söyleyebiliriz.Dünya pazarı, bir anda aniden genişleyecek alan bulamayacağı kadar, yani aşağı yukarı dünyanın her yerine genişleyince, emeğin üretkenliğindeki durmak bilmez büyüme er ya da geç üretici güçlerle pazarın sınırları arasında bahsi geçen döngüsel krizleri yaratacak ve bu krizler gitgide daha şiddetli ve sarsıcı bir hal alacak.” (Sternberg, Capitalism and Socialism on Trial, s. 72’den yapılmış alıntıdan çevrilmiştir)
[2] Bakınız: International Review. 16, “Ekonomik Teoriler ve Sosyalizm için Mücadele”.
[3] Konuya dair daha fazla tartışma için bknz., “Marksizm ve Kriz Teorisi” International Reviw 13.
[4] ‘Her ulus emperyalisttir’ dediğimizde bir genelleme yaptığımız ortadadır ve hiçbir emperyalist suç işlememiş gibi görünen şu ya da bu örneklerin istisnaları bulunabilir, fakat bu tarz istisnalar temel noktayı haksız çıkarmazlar. Bu sorundan “Hani Seyşeller’in, Monako’nun ya da San Marino’nun emperyalizmi?” türü basmakalıp sorular ortaya atılarak da kaçılamaz. Bizi burada küçük vergi cennetleriyle ya da tarihin şakalarıyla değil, bağımsız olmasa da dünya pazarında ayırt edilebilir bir varlığı ve etkinliği olan ulusal sermayeler ilgilendiriyor.