EKA tarafından tarihinde gönderildi
Bu yazı, Türkiye'den yakın bir sempatizanın Türkiye'de yaklaşan seçimlerle ilgili görüşlerini içermektedir. Yoldaşın Türkiye'deki seçim sirkine, özellikle de burjuva siyaset arenasına katılımı "anti-faşizm" ya da "demokrasinin savunulması" adına meşrulaştıran sermaye aşırı solunun tehlikeli rolüne ilişkin kınama ve eleştirilerine tamamen katılıyoruz.
EKA
Sağıyla soluyla tüm siyasetçiler, akademisyenler, STK temsilcileri, şarkıcılar, televizyon yıldızları, kapitalist devleti ayakta tutan tüm kurumlar ve onların ideolojik aygıtlarının çenebazları papağan gibi her mecrada hep aynı şeyleri söylüyorlar: “bu seçim hayatımızın en önemli seçimi”, “çocuklarımızın geleceği pamuk ipliği gibi bu seçim sonucuna bağlı” vs.
Sermaye ve onun silah tekelinin, kitlesel medya ve iletişim araçlarının sadece egemen sınıf ve onun devletinin elinde olduğu bir toplumda “demokrasi” tamamen sahtedir. İnsanların arasındaki toplumsal bağların sosyal etkileşime dayanmadığı, insanların birbirleriyle konuşmadığı, tartışmadığı, birbirlerini dinlemediği, toplumsal kitlesel medya araçları karşısında hipnoz edildiği bir toplumda “hür seçim” tamamen bir aldatmacadır. Daha önceki hiçbir sömürücü sınıf, kendi egemenliğini kitlelerin kendi tercihinin doğal sonucu gibi sunacak böylesi propaganda araçlarına sahip değildi. Bu burjuva demokrasisinin ne kadar da sofistike ve tehlikeli bir sınıf diktatörlüğü biçimi olduğunu gösteriyor. Gerçek kararların gizli toplantılarda, gücü elinde bulunduranların aralarındaki denge ve anlaşmalarda alındığı böylesi bir sistemde meclisin kendisi de ancak bir tartışma sirki olabilir. Burjuva demokrasisinin gerçek yüzü, meclisteki yüzeysel tartışmalarda değil, ancak kapitalist sistemi sorgulamayı aklından geçirenlere yapılan polis baskınlarında görülebilir.
İşçileri parlamento seçimlerinde oy vermeye çağıran tüm partiler aynı temel üzerinde dururlar: ulusal ekonominin savunulması, milliyetçi hislerin sürekli diri tutulması, işçi sınıfından fedakarlık talebi, ve asıl olarak da kapitalizmin sürdürülmesi. Bunu en açık bir şekilde Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki “farklara” bakarak anlayabiliriz. Hem Kılıçdaroğlu hem Erdoğan, Türkiye ulusal sermayesinin çıkarlarını savunma noktasında birleşiyorlar. Bunun en güncel örneğini Finlandiya’nın NATO’ya katılmasına dair yapılan son oylamada görebiliriz; başta CHP olmak üzere bütün muhalefet partileri, ya hükümeti desteklediler ya da hayır oyu vermekten çekindiler. Benzer şekilde, militarist harcamaların arttırılması, mültecileri kendi mide bulandırıcı politikalarına meze yapma (Kılıçdaroğlu’nun, bir seçim vaadi olarak, her mecrada Süriye’li mültecileri ülkelerine geri göndereceğini söylemesi) konularında iki lider aynı hesapları paylaşıyor.
Burjuva fraksiyonları arasındaki gerçek ayrım programatik değil şekilsel düzeydedir
Öte yandan, kadın, ezilen cins ve cinsiyetlerin hakları, Kürt sorununa dair çözümler, azınlıkların konumu, gençlerin ve yaşlıların toplumsal hayata entegrasyonu, iklim krizi gibi toplumsal ve, ve ya bir bütün olarak insanlığı ilgilendiren meselelerde ise bu iki politikacının söylemleri bir seviyede ayrışıyor gibi görünüyor. Ancak tüm bu meseleler kapitalist egemen sınıfın aslında çözmeyi beceremediği, hatta (nasıl ki aile kurumu ve patriyarka dağılmadan kadın özgürleşemez ve heteronormatif ilişki kırılamaz, nasıl ki ulus devlet yok olmadan kürt sorunu çözülemez, nasıl ki kapitalizm yıkılmadan iklim krizi durdurulamaz ise) kendi egemenliğini sarsmadan, yok etmeden hiç bir şekilde çözemeyeceği konular. Dolayısıyla, bu meseleler, daha fazla insanı seçim maskaralığının içine çekmek için, sermaye partilerince alaycı bir şekilde kullanılıyor.
İşin başka bir yanı ise, yasaları koyan, kaldıran, uygulayan, uygulamayan, geri adım atması beklenen ya da yardım beklenen iradenin bizzat sermaye sınıfı, onun koruyucu devleti ve onun politik temsilcilerinin olması, kapitalizm içinde beklenen düzenlemelerin anlık ve sembolik niteliğini göstermektedir. Daha somut örnekler vermek adına, İstanbul Sözleşmesi’ni ve etrafında yürüyen toplumsal tartışmaları ele alalım. Bu sözleşmenin imzaya açıldığı Türkiye’de, sözleşmeyi ilk onaylayanın da sonrasında geri çekenin de aynı Erdoğan hükümeti olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. Yine benzer şekilde, Kürt sorununa dair büyük umutların beslendiği Çözüm Süreci olarak adlandırılan süreci başlatanın da sonrasında bıçak gibi kesenin de yine aynı Erdoğan hükümeti olduğu hatırlanmalıdır. Bu ve benzeri sayısız örnek, egemen sınıfın toplumsal meseleleri kendi politik manevraları için nasıl kullandığına açık örneklerdir. Bugün Kılıçdaroğlu iktidarından beklenen sözde düzenlemelerin, ki benzerleri ve daha fazlası dün Erdoğan hükümetinden bekleniyordu, yarın aynı iktidar ya da başka bir iktidar tarafından, kendi güncel sermaye politikaları gereğince geri alınacağı ya da devletin hantal hukuk mekanizmaları içinde geniş proleter kitlelere ulaşamayarak hiç bir şekilde pratikte uygulanamayacağı defalarca tekrarlanmış tarihsel bir gerçekliktir.
Dolayısıyla, bugün seçimlerde yarışan partiler arasında programatik düzeyde ciddi farklar yoktur. Hepsi aynı sermaye sınıfının şekilsel olarak farklı temsilcileridir. Dahası, bu şekilci ayırımlar giderek daha kültürel ve kimliksel farklılıklar üzerinden belirlenmeye başlıyor. Sermaye partileri giderek bir kültür savaşına, bireysel ve şekilsel tercihlerin politize edildiği çıkışsız bir alana sıkışıyor. Böylesi şekilci ve alaycı ayrımların içinde, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meseleler de hassasiyetlerini kaybederek, sermayenin elinde apolitik çatışma, özellikle de “kimlik mücadelesi” biçiminde yeniden şekilleniyor. Artık sermaye partileri bu toplumsal meselelere salt kadın-erkek, dindar-seküler, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi kimliksel farklılıkların temsiliyeti üzerinden ayrışarak yaklaşıyorlar. Burjuva siyasetinin iflasını en trajikomik bir şekilde iki liderin kendilerini tanımlama ve birbirlerini suçlama şekillerinden görebiliriz. Kılıçdaroğlu kendi Alevi kimliğini ön plana çıkararak Erdoğan’ı yobaz olarak tanımlarken, Erdoğan, dindar kimliğini her zamankinden daha fazla sahiplenerek, Kılıçdaroğlu’nu eşcinsel evliliğin sözcüsü olmakla itham ediyor. Böylesi zavallı söz dalaşlarında, ülke hızla hem toplumsal yozlaşmaya hem de daha da derinleşen ekonomik felakete doğru çaresizce sürükleniyor.
Marksizmin tahrifatçıları olarak solcular
Sermaye partileri salt açıkça kapitalist düzeni savunanlardan oluşmaz. Bugün sermayenin aşırı solundaki (Stalinistler ve Troçkistlerden müesses nizam anarşizmine kadar) örgütlerin ve partilerin de bu seçim sürecine tüm güçleriyle dahil olduklarını görüyoruz. Bu gruplar, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal meselelerin çözümü adına, temel hak ve özgürlüklerin korunması adına, “faşizme”, “diktatörlüğe” karşı demokrasinin savunulması, yeniden kazanılması adına sermaye partilerinin arkasına sıralanmış durumdalar. Marksizmin tahrifatçıları olan bu gruplar Lenin’den, Marx’tan alıntılar paylaşarak kendi politik duruşlarının haklılıklarını ve devrimciliğini gösterme yarışındalar.
Tipik bir solcu yöntem olarak, sermayenin solu ve aşırı solu önceden doğru olsa bile tarihsel olaylar tarafından geçersiz kılınan ya da anlamını yitiren pozisyonları savunurlar. Proletaryanın kapitalizmi ortadan kaldırabilme çabasının araçları olarak kullanılmış olan taktikleri sanki bu mücadelenin yükseltimesinin bir aracı olabilirlermiş gibi hayal ederek kutsayıp, kullanılması mutlakmış gibi gösterirler. Örneğin Marx ve Engels'in zamanında sendikalara verdiği desteği alıntılıyarak, sendikaların her zaman proletaryanın organları olduğu sonucuna ulaşırlar. Soyut ve zamansız, dolayısıyla Marksizm dışı bir yöntem kullanarak kapitalizmin çöküş evresine girmesiyle birlikte sendikaların proletaryaya karşı burjuva devletin organları haline geldiği gerçeğini gizlerler.
Hegel bir olgunun içeriği tamamen dönüştürülürken biçimini koruyabileceğini göstermiştir. Bu tam da sermayenin solu ve aşırı solunun marksizmi tahrifat etme şeklidir:
“Üzerlerinden atamadıkları solcu mirasın tuzağına düşerek, tarihsel ve diyalektik yöntemi skolastik yöntemle değiştirir, diyalektiğin ilkelerinden olan karşıtların birbirine dönüşümü ilkesini, var olan bir şey karşıtı gibi hareket etmek üzere dönüşebileceğini kavrayamazlar. Proleter partiler de, burjuva ideolojisinin ve küçük burjuvazinin ağırlığından kaynaklanan dejenerasyon nedeniyle, kendileriyle taban tabana zıt şeylere dönüştürebilir, kapitalizmin koşulsuz hizmetkârları haline gelebilirler. ” [1]
Sınıf pozisyonlarının tarihsel boyutunu ve bunların formüle edildiği tarihsel süreci reddeden solcu yöntem işte bu şekilde bugün seçim sirkine dahil olmayı devrimci bir tutum olarak görür ve gösterir.
Peki, devrimciler ne zaman ve nasıl parlamenter seçimlere dahil olmuşlardı?
Burjuvazi Avrupa’da kendi ekonomik hegemonyasını hızla kurarken, politik iktidarı aristokrasiden almayı becerebilecek gücü hemen elde edemedi. Ancak 19. yüzyılın başlamasıyla beraber, burjuvazi hızla gelişen kendi ekonomisinin taleplerini karşılamak, serfliği tamamen ortadan kaldırıp ücretli emeği yaygınlaştırmak için hem aristokrasiye hem de kendi içindeki gerici fraksiyonlarına karşı politik bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. İşte bu yüzyıl, burjuvazinin genel oy hakkı ve parlamenter eylem mücadelesini başlattığı kapitalizmin yükseliş dönemidir. Bu dönemde parlamento, genelde hükümetin yürütme aygıtı içerisinde kümelenmiş aristokratik ve monarşik feodal sınıflara karşı, burjuvazinin güç alanı haline gelmişti. Yasama ve yürütme arasındaki denge ilişkisi burjuva politik düzenine bu dönemin bir mirasıdır. Ekonomik gücü gelişen kapitalizm karşısında zayıflayan feodal unsurlar, yürütmeyi ellerinde tutarken, ekonomik gücü artan burjuvaziye bir taviz olarak parlamento alanını bırakmak zorunda kalmıştı. Burjuva parlamentoları çok dar bir seçmen çevresini temsil etse ve 19. Yüzyıl boyunca neredeyse hiçbir yerde genel oy hakkı söz konusu olmasa da, burjuvazi parlamenter demokrasiyi evrensel bir temsil aracı olarak ideolojisinin başat bir unsuru olarak benimsemiştir.
Öte yandan bu dönemde kapitalizm hala güçlü bir şekilde genişleyen bir sistem olduğu için, onun devrimci bir şekilde yıkılması henüz tarihsel süreçte gündemde değildi. İşçiler tam anlamıyla ne ifade özgürlüğüne ne de örgütlenme hakkına sahipti. Burjuvazinin henüz iktidar için feodalizmle mücadele etmeyi sürdürdüğü, kapitalizmin hem ekonomik hem de politik olarak genişlediği bir dönemde, koşullar işçilerin sistem içinde kendi lehlerine reformlar kazanmalarını mümkün kılıyordu. Bir taraftan sendikaları aracılığıyla ekonomik taleplerinin kavgasını verirken, öte taraftan kendi kitle partileri ile parlamentoda siyasi mücadelelerini yürütebiliyorlardı. Bu Marx ve Engels'in kapitalizmin yükseliş dönemi boyunca proletaryanın parlamenter etkinliklerde bulunması ve seçim kampanyalarında yer alması için (pek çok tehlikeyi içinde barındırmasıyla birlikte) savundukları pozisyondu [2] .
Ne var ki, kapitalizmin dünya pazarı sınırlarına ulaşması, mutlak politik iktidarı ile feodalizmi tarihin karanlıklarına gömmesiyle birlikte, parlamento sadece burjuvazinin canlı bir şekilde mücadele ettiği ilerici bir arena olmaktan çıkmadı aynı zamanda işçi sınıfının reformlar için mücadele ettiği bir kürsü olma görevini de yitirmiş oldu.
Bu durumu Rosa Luxemburg 1904 tarihli "Sosyal Demokrasi ve Parlamentarizm" başlıklı makalesinde şu sözleriyle öngörmüştü: "Parlamentarizm, demokratik gelişmenin, insan türünün ilerlemesinin ve benzeri güzel şeylerin mutlak bir ürünü olmaktan çok uzaktır. O, daha ziyade, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve -bu egemenliğin yalnızca tersi olan- feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel olarak belirlenmiş biçimidir. Burjuva parlamentarizmi ancak burjuvazi ile feodalizm arasındaki çatışma sürdüğü sürece canlı kalacaktır."[3]
20. Yüzyılın başı ile beraber kapitalizm içsel çelişkilerini artık savaşsız çözemez hale gelmişti. 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla belirlenen yeni bir tarihsel çağa, kapitalizmin çöküş çağına girilmişti. Bu çağ Lenin’in deyimiyle “Savaşlar ve Devrimler” çağı idi. 1. Dünya Savaşı’nı da sona erdiren, sırasıyla önce Rusya’da muzaffer Ekim devrimi ve ardından Almanya’da gerçekleşen Kasım devrimi proletaryanın doğrudan sermayeyi yok etmeyi denediği yeni tarihsel dönemin ilk işaretleri oldu.
Savaşlar ve devrimler çağında artık politik hayatın ağırlık merkezi tamamen parlamentonun sınırlarının ötesine geçmişti. Amadeo Bordiga tarafından hazırlanıp 1920'de Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nde tartışılmak üzere sunulan tezlerde ifade edildiği gibi “parlamentarizmin ortadan kaldırılması komünist hareketin tarihsel bir görevi haline gelmişti.” [4] Aynı tezlerde şöyle devam ediliyordu: “Komünist Partiler, çalışmalarını doğrudan proletarya diktatörlüğüne ve işçi konseylerine dayandırmaz ve burjuva demokrasisiyle her türlü teması kesmezlerse, devrimci Marksist yöntemi yaymada asla büyük bir başarı elde edemeyeceklerdir.”
Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi’nden günümüze, tarihsel olaylar bu tezlerin doğruluğunu fazlasıyla göstermiştir. Komünist partilerin seçim maskaralığına ve parlamento kürsülerine katılması, işçi sınıfı saflarında tehlikeli kafa karışıklıklarına yol açmıştır. Bugün “devrimci” olduğunu iddia eden her türlü grup önümüzdeki seçime katılarak “devrimci parlamentarizm” geleneğini sürdürdüklerini iddia ediyorlar. Bu sözde devrimcilerin aslında yaptıkları ise geçmiş işçi hareketlerinin hatalarını ya da tarihsel gerçekliği yitirilmiş yöntemlerini kullanarak kendi burjuva politikalarını meşrulaştırmaya çalışmaktır.
Temsili demokrasi tam da burjuva toplumunun yıkılması gereken ilk biçimi iken, bu sözde “sosyalistlerin” parlamenter kurumlara ve seçimlere katılması, kapitalizmin yönetimi için “radikal” ve “sürdürülebilir” alternatifler önermelerinden başka bir şey değildir.
Yine de Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasi” savunulamaz mı?
Marksizm tahrifatçısı solculardan liberallere kadar bir çok sermaye partisinin bu seçim özelinde kullandıkları en temel argümanlardan biri ise Erdoğan “faşizmine” karşı “demokrasinin” savunulamasıdır. Bu yazıda detaylı bir şekilde faşizm nedir tartışması yapmak istemiyoruz, kaldı ki bize göre Erdoğan rejimi bir tür popülizmdir, fakat bu yanılsamanın temel sorunu faşizmin, kapitalizmin normal “medeni” işleyişinin dışında, “gerici” güçlerin iktidara gelmesi olarak görülmesidir.
1920'lerde ve 30'larda Avrupa'da faşist hükümetlerin ortaya çıkışının “görünen” açıklaması da tam olarak budur. Bu hikayeye göre faşizm, burjuvazinin isteklerine rağmen iktidara gelmiştir. Bu hikaye, egemen sınıfın tarihin en trajik ve karanlık olaylarıyla her türlü bağlantıyı inkar etmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda faşizmin ortaya çıktığı gerçek tarihsel koşulları da gizlemektedir.
Gerçekte olan ise, ekonomik krizlerin zorlamasıyla karşı karşıya kalan kapitalizmin, kendi ihtiyaçları doğrultusunda faşist rejimleri ortaya çıkarmasıdır. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, yenilen ya da yoksul bırakılan ülkelerde, egemen sınıfın önündeki tek alternatif, emperyalist pastadan daha fazla pay almaya çalışmak ve yeni bir dünya savaşı için seferber olmaktı. Bunu yapmak için tüm politik gücün devlette toplanması, savaş ekonomisinin ve emeğin militarizasyonunun hızlandırılması ve burjuvazi içindeki çatışmalara son verilmesi gerekiyordu. Mülksüzleştirilmiş küçük burjuvazinin gerici bir ifadesi olmaktan ziyade, faşizm, İtalya'da olduğu gibi Almanya'da da büyük sanayi burjuvazisinin bizzat kendi tercih ettiği bir politikaydı. Dolayısıyla, faşist rejimler, ulusal sermayenin taleplerine doğrudan bir yanıt olarak kurulmuştur.
Ancak ekonomik kriz ve devlet kapitalizminin gerekliliği faşizmin temel koşuluysa da en önemli koşulu değildir. Faşizmin en temel önkoşulu işçi sınıfının yenilgisidir. Faşizmin Birinci Dünya Savaşı'nın yenilen en büyük ülkelerinden Almanya ve İtalya’da ortaya çıkışı ancak 1917-23 dünya devrimci dalgasının yenilgisinden sonra olmuştur. Bu ülkelerde faşizm, işçilerin dostu olarak görünen sol güçlerin devrimci dalgayı fiziksel ve siyasi olarak ezmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır. Burada altını çizmek gerekirse, Almanya'da işçi sınıfının seferberliğini kanlı bir şekilde bastırarak Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'i katleden, gelecekteki Nazi milislerinin embriyosu olan Freicorps'ları kullanarak devrimi katledenler Naziler değil, sosyal demokratlardı. Benzer şekilde İtalya’da da Mussolini'nin hareketi ancak işçi sınıfının yenilgisinden sonra, kendisini finanse eden patronların ve onu cesaretlendiren devletin yardımıyla gelişebilmiştir. Nihayetinde faşizmin iktidarı ele geçirmesini sağlayan şey uluslararası devrimci dalganın yenilgisiydi.
Burjuva ideolojisi, “demokrasi” ile “faşizm” ya da “özgürlük” ile “totalitarizm” arasındaki mücadeleyi 20. yüzyıl tarihinin kilit taşı haline getirmektedir. Bu tamamen bir aldatmacadır, çünkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olanaklara göre bu bayraklardan birine ya da diğerine yönelen yine aynı burjuvazi, yine aynı kapitalist devlettir.
Bu aldatmacanın bedelini insanlık topyekün İkinci Dünya Savaşı ile ödemiştir. Bu savaş, “iyi” demokratlar ile “kötü” faşistler arasında “haklı” bir savaş olarak sunulmuş, anti-faşist birlikteliklerin içinde işçi sınıfı, demokrasi savunusu için seferber edilmiştir [5]. Oysa gerçek, bunun tam tersiydi: faşizmi yaratan, çökmekte olan kapitalizmin gerçek varoluş biçimi olan militarizm ve savaş dürtüsüydü. “Mutlak kötü” olan faşizmin, Stalinizm ile birlikte, son yüzyılda gezegenin dört bir yanında yaşanan tüm dehşetlerin tek sorumlusu olduğu vurgulanırken, “demokrat” tarafın Dresden’de, Hiroşima'da, Vietnam, Körfez ve Afganistan savaşlarında sebep olduğu felaketler görmezden gelindi.
Bugün “barış” ve ekonomik refah safsataları çoktan geride kaldı, bu nedenle egemen sınıf, demokrasinin diktatörlüğe karşı son kale olduğuna dair yanılsamalarla işçileri bir araya getirmeye çalışıyor. İşçi sınıfı için demokratik burjuvazi “ehven-i şer” bile değildir. İnsanlığın geleceği işçi sınıfının elindedir ve önündeki en büyük engellerden biri de egemen sınıfın anti-faşist, anti-totaliter seferberliklerle demokratik devleti savunmak için yürüttüğü ideolojik kampanyalardır. Bugün işçi sınıfının ve onun kapitalizmi yok etme kapasitesinin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, gerçek ya da hayali Erdoğan ya da başkasının “faşizmi” değil, egemen sınıfın demokratik tuzaklarıdır.
Sonsöz
Komünistlerin kapitalist demokrasi, onun seçimleri, ve parlamentoları hakkında geliştirdikleri anlayış, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerine dayanmaktadır. Lenin'in Mart 1919'da Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'ne sunmak için “Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü” üzerine geliştirdiği tezler'de açıkça özetlediği gibi "Sosyalizm dönekleri, "genel olarak demokrasi" üzerine eski burjuva saçmalıklarını dillerine dolayarak, Paris Komünü deneyimi ile onun somut derslerini unutuyorlar. Komün hiçbir zaman parlamenter bir kurum olmadı." [6]
Kapitalist demokrasi bir aldatmacadır. Sömürücü egemen sınıfın gerçek gücü, sömürdüğü çoğunluğa seçtirdiği parlamentolarda değil, yönetim kurulu odalarında ve koridorlarında, silahlı kuvvetlerinde, teknokratik ve/ya demokratik maskeleriyle sermayesindedir. Kapitalist krizler karşısında bütün kapitalist hükümetler esas olarak işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına yönelik saldırıları artırmak zorundadır. Mayıs seçimlerinde kim kazanırsa kazansın burjuva devletin temel yönelimi aynı olacak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına saldırılar sürecektir.
İşçi sınıfının, hangi kapitalist politikacının burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün başına geçeceğine karar verilmesine katılması, bunun için seferber edilmesi saçmalıktır. Seçim kabinlerinde atomize olan, yalnızlaşan ve sınıflar arası, biçimsiz bir “yurttaşlar” denizinde boğulan işçi sınıfı, kendi cıkarlarını kapitalist seçimler çerçevesinde gercekleştiremez. İşçi sınıfı kendi çıkarlarını ancak sınıf mücadelesi içerisinde, sınıf bilinci ve kimliğini tavizsiz biçimde geliştirerek, sınıf dayanışma ağlarını örerek savunabilir. İşçi sınıfını kaçınılmaz olarak devletle karşı karşıya getiren bu mücadele, kapitalist devleti ve onun korkunç ekonomik sistemini yok edebilecek tek güçtür. Aksi takdirde, işçi sınıfı tarih sahnesinden silindiğinde, ister sol ister sağ tarafından yönetilsin, kapitalistler her türlü barbarlığı yapmakta sınır tanımayacaklardır.
Kamuran
[1] Sermaye Solunun Gizli Mirası (2. bölüm): kapitalizmin hizmetinde olan bir yöntem ve düşünme biçimi
[2] 8. Seçim ve Parlamento Aldatmacası
[3] Social Democracy and Parliamentarism
[4] Debates within the Communist International: Theses on Parliamentarism