Türkiye: Barbarlığın Karanlığı

 

Kriz

                        

Sermaye medyası her gün uluslar arası finansal krizin kapitalizmin sonu olup olmadığına dair naifçe açık oturumlar ve köşe yazılarıyla bir gürültü yayadursun, dünya işçi sınıfı bu krizin etkilerini uzun süredir yaşamakta. Henüz 1980'lerden başlayarak biriken bu borç sarmalının kökeninde dünya pazarının aşırı doymuş olması durumu yatıyor. Üretilen malların çokluğunda bunların satılamayışı kapitalistleri daha 1970'lerden itibaren hayali önlemler almaya itti. Bu önlemlerden biri 1980'lerde Türkiye'de uygulanmaya başlayan iş sürecinin düzensizleştirilmesiydi. "İşçi sınıfının" yok oluşu diye duyurulan düzensizleşme aslında kitlesel işten çıkarılmalar ve ücretlerin yarı-zamanlı çalışma veya sanayi bölgelerinde ya da tuzla da olduğu gibi yarı-zamanlı güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaştırılmasıydı. Bunu Türkiye'de gerçekleştirebilmek ve işçi sınıfının direncini kırabilmek için devletin bir "darbe" yapması gerekmişti. Ne var ki bu da sorunu çözmeyince işçi sınıfını krediler verilerek onların sürekli tüketime teşvik edilmesi süreci başladı. Son zamanlarda iyice çığrından çıkmış olan bu kredilerin alınması için burjuvazi elinden gelen her türlü kolaylığı sağlıyordu. Bunun için devletin bilinçli uyguladığı enflasyonist politikalardan bile vazgeçilmişti. Ne var ki işçilerin gerçek ücretlerindeki her hangi bir artışın yokluğunda bu kredilerin anlamı sermayedarların "her şey yolunda" diyerek acı gerçeği geçiştirmesinden başka bir şey değildi. İşte şimdi R.T.E.'nin tabiriyle "bize vurmayacak" olan kriz Türkiye sermayesini böylesine derinden vurmaya hazırlanıyor ve bütün patronların dünya çapındaki rakiplerinin durumunun görüp tir tir titremesine neden oluyor.

 

Tehdit

                                                                        

Nasıl ki Türkiye burjuvazi işçi sınıfını Çin'de olduğu gibi tam bir sefalete ve açlığa itip tamamen ihracata yönelik Çin benzeri bir üretime ya da kredilerle şişirilmiş bir balon ekonomiye geçmekte kararsızlık içindeyse politik taktikler bakımından da bütünüyle hedefsiz ve perspektifsiz durumda. Açık ki iki ucu da çıkmaz sokak olan bu iktisadi "çözümler" gibi Kıbrıs sorunundan AB'ye, Kürt "sorunundan" türban "sorununa" ve demokrasiye, Türkiye patronları ve bürokrasisi tam bir kafa karışıklığı ve çözümsüzlük içerisinde.

 

Örneğin bugün türk ve kürt işçileri için emperyalist barbarlığın yansımasının en can alıcı olduğu "etnik" sorunda bunu görebiliyoruz. Devlet PKK'nın uzlaşmaya açık olduğu 1999 sonrası dönemde kendi iç kliklerinin ve yozlaşmış, tamamıyla çürümüş askeri bürokrasisine laf geçiremediği gibi toplumu emperyalist bir barbarlığa sürükleyerek yeni bir dehşeti yaratmaktan da acizdi. Irak savaşıyla birlikte egemen sınıfın bu zayıflığı kendisini iyice gösterdi ve ne açık savaş ne de "barış" yönünde atılabilecek her hangi bir adım atamadı. Diğer yandan benzer bir ayrım Kürt patronları içerisinde de yaşandı.

Ne var ki bu devletin tavır almadaki bu zayıflığı liberallerin yaydığı pasifist yanılsamaları güçlendirmekten başka bir işe yaramadığı gibi işçi sınıfı açısından ideolojik olmaktan çok öteye giden sıkıntılar yarattı. Daha bu ay (Ekim) Adıyaman'da, işsiz Türk proleterlerinin asgari ücretle sefalet düzeyinde yaşayan kürt işçilere milliyetçi sloganlarla ve allahuekberlerle, türk bayrakları ellerinde saldırmaları bunun en net göstergesi. Bunun gibi sayısız örnek devletin ve patronların zaafında toplumun giderek daha da yozlaşması ve çürümesi ve sonuçta işçi dayanışmasının genelleşmesinin önünde ciddi engeller yaratmaktadır.

 

Bu noktada soru devletin ve patronların bu zayıflık ve perspektifsizliğinin kökeninde ne yattığıdır. Bu soruya ancak sınıflar arasında dünya çapında geçerli olan güç dengeleri ve bunların tarihsel dönüşümü çerçevesinde bir yanıt verilebilir. 1990'lar da Rusya'da ki cani devlet kapitalizminin iflası asla kapitalist sahtekarların ve sözde "özgürlükçülerin" iddia ettiği gibi Marxsizmin ya da "komünizmin" çöküşü değildi. Bu çöküş devlet kapitalizminin bu sert biçiminin çeyrek yüzyıldan beri süren dünya ekonomik krizi karşısında çöküşüydü. Ne var ki bu çöküş bütün dünya emperyalist ilişkileri açısından onarılmaz bir krizi de beraberinde getirdi.


 

Artık "demokratik" ve "sosyalist" kutuplar dağıldığından emperyalist bloklar içerisinde devletler arasındaki ittifakı koruyacak bir hedef kalmamıştı. Bundan sonra sadece İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük kapitalist devletler değil bir çok "üçüncü dünya" ülkesi ve hatta türlü ulusal kurtuluş hareketleri eski efendilerine ters çıkarları savunabilmeye başladılar. Türkiye burjuvazisi de bu durumu derinden yaşadı ve Irak savaşında tezkereye onay çıkmamasında olduğu gibi eski büyük birader ABD'nin "demokratik haçlı seferinden" kendini ayırmasında bu belirginlik kazandı.

 

Ne var ki bu "ulusal bağımsızlıkçı" (!) tavır Türkiye patronlarını sadece daha derin bir krize ve kaosa itti. Sermayenin ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal hedefsizliği 1980 sonrası toplumsal dejenerasyondan kürt sorunundaki kronik çözümsüzlüğe kadar bir çok sorunda kendisini gösterdi. Koskoca bir işçi kuşağı (malum 1980 kuşağı) içerisinden büyük bir nüfus daha hiç iş yaşamı ve kolektif dayanışmayla tanışamadan kronik bir işsizlik ve çok düşük ücretli iş sonra yine işsizlik döngüsüne hapsoldu. Bu da abuk sabuk akıl dışı tarikatların hızla büyümesinden, tamamen hedefsiz bir öfke korku sarmalına hapsolmuş milliyetçi paranoyayı besledi. Devletin kendi çürümüşlüğü ise, ordu içerisinde özellikle de güney doğuda gelişen ve uyuşturucu-silah ticareti gibi yollarla semiren neredeyse yarı feodal kesimlerin belirmesi olgusunda iyiden iyiye kendisini gösterdi. Kendi payına Kürt ulusal kurtuluş hareketi de Türkiye işçi sınıfının soruna bakış açısını görmezden hatta onu hiç politik hesaplarına katmayarak giriştiği askeri mücadelesinde aynı çözümsüz yaklaşımı izlemektedir. Milliyetçi histerinin bu denli güçlü olduğu bir ortamda enternasyonalist dayanışmanın kurulmasını imkansızlaştıran saldırılar, sadece Kürt ve Türk masum işçi çocuklarının ölümüyle değil, Türk devletinin artan ve kendisini meşrulaştıran saldırılarıyla birlikte gelmektedir. Sorunun salt demokratik ya da silahlı bir çözümünün olduğuna inanan bir kesimden artık bir şey beklenemez. Cephedeki Türk askerleri silahlarını kendi patronlarına ve generallerine doğrultmadan bitmeyerek genişleyecek olan bu kanlı cehennem ancak işçilerin kendi sınıf alanlarında, sınıf dayanışmasını ulusal bağlarına karşı genişletmesiyle mümkün olabilir.

 

Dolayısıyla sermayenin ve devletin krizi her anlamda toplumsal çürüme olarak işçi sınıfının saflarına sızdı ve sinmeye başladı. Bugün işçi sınıfının karşılaştığı bu tehdit -toplumsal çürüme ve milliyetçi/dinci/Kemalist/liberal v.s. histeriler- günden güne birikerek yüzyılın başında ve ortasında dünya işçi sınıfının maruz kaldığı emperyalist savaş tehdidinin boyutlarına erişmektedir. Çünkü bizzat sınıf dayanışmasının önünde ciddi ve ölümcü bir engel olarak durmaktadır. Bu kriz her yandan gelen ekonomik, politik ve askeri tehditlerle büyümekte ve devletin temellerini çürüttükçe onu her an işçi sınıfının üzerine yıkılmaya daha da eğilimli hale getirmekte.

 Direnç                                                                              

                                                                                                

Ne var ki bu hiç de ümitsiz olmayı gerektirmiyor. İşçi sınıfı nasıl 1. Dünya Savaşını kendi sınıf alanında mücadele ederek, emperyalist savaşı devrimci iç savaşa çevirerek bitirmeyi başarmış ve Rusya'da dünyanın ilk devrimini gerçekleştirmeyi başarmışsa bugün de devletin ve patronların çürüyen yükünü sırtından atmaya muktedirdir. Bunun işaretleri bütün dünyada mevcut. Çin'den Almanya'ya, Mısır'dan Bangladeş'e kadar dünyanın her yerinde işçi sınıfı yeniden mücadeleye sarılıyor ve krizin de derinleşmesiyle birlikte önünde açılan fırsatları değerlendirmek için daha kararlı ve deneyimli hale geliyor. Türkiye'de de kanlı operasyonun arifesinde onca milliyetçi histeriye rağmen gelişen Telekom grevinde, Novamed veya birkaç yıl önce gerçekleşen Çorum mücadelelerine, işçi sınıfının belli farklı kesimleri mücadeleye atılmaya istekli ve kararlı görünüyorlar.

 

Ne var ki bu kesimlerin önünde çok ciddi ve büyük engeller bulunuyor. Bunun en başında sermayenin çeşitli kesimlerinin yaydığı kafa bulandırıcı mistifikasyonlar bulunuyor. Şimdi bunlardan birkaçını incelemeye çalışalım.

 

Bu ideolojik manipülasyonlardan ilkini demokrasi söylemi oluşturuyor. Sermayenin çanak yalayıcıları için demokrasi öyle sihirli bir değnek ki, kürt sorunundan, çevresel-ekolojik yıkıma, işçi "haklarından" -ama asla ücretler değil- sözde "türban" sorununa bir çok konunun çözümünü bu oluşturuyor. Sermayenin bu eski göz bağının yeniden mecliste Ufuk Uras ve dışarıda troçkistlerden sol-liberallere çeşitli çevreler tarafından uyandırılmasının nedeninin burjuvazinin politik çözümsüzlüğü olduğuna yukarıda değinmiştik. Dolayısıyla bu engel işçi sınıfının militan mücadelesine ikame edilip kapitalist toplumun her anlamda yaşadığı krize sınıflar üstü bir çözüm olarak sunuldukça sınıf mücadelesinin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Devletin krizi derinleştikçe demokrasi yalanı azalacağına azıtıyor ve proleter politik çevrenin içerisindeki bir çok insana sızmaya devam ediyor. Dahası bu yalanın içerikteki belirsizliği onun her tür sorun karşısında önceden hazır ve geçerliliği kendinden menkul bir tür belirsiz formülasyonlar dizisi olarak belirmesini engellemiyor. Öz-yönetimden, anadilde eğitime, anayasal krizden türban sorununa sınıf "körü" bu "çözümler" sadece kapitalist toplumun krizini gizlemeye yarıyor.

 

 

 

İşçi sınıfının karşılaştığı diğer bir engeliyse sendikalar oluşturuyor. Kar oranlarının işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının ölüm derecesinde zorlandığı birçok geri sektörde bu koşulları düzeltme yönündeki işçi sınıfı inisyatiflerinin tek şansı bu sektörlerin doğası gereği yaygın ve geniş bir dayanışmadan geçmesine rağmen sendikaların bunları nasılda tekil işletmeler düzeyine hapsetmek için manevralar yaptığını son yıllardaki grevler boyunca gördük. Tek tek mücadelelerin bu yolla zamansızca patlaması ve sendikal bürokrasinin içsel kavgalarında araç olarak kullanılması sonucu işçilerin enerjisi kimi zaman aylar süren tüketici mücadeleler sonucunda harcanıyor ve bu zaman zaman radikal söylemler arkasına gizlenerek yapılıyor.

 

Sendikalar işçi sınıfının daha örgütlü ve deneyimli olduğu memur ve işçi kesimlerinde de benzer taktikleri uygulamaktan geri kalmıyor. Örneğin uzun bir mücadele deneyimi ve kararlılığına sahip olan memur kesiminde her toplu sözleşme döneminde çeşitli sendikalar aralarındaki iş bölümü gereği önce işçileri bölüp sonra da onların kararlılığını sınamak için hedefsiz ve tüketici eylemler ile sınıfı bir kere daha bölüyorlar.

 

Buna karşılık bu gün Türk ve Kürt emekçilerinin asıl direnç noktasını gerçek anlamıyla enternasyonalist bir dayanışmadan başka bir şey oluşturmuyor. Sınıfın güçlerinin böylesine dağınık, bölük pörçük ve yorgun tutulması için yapılan sendika, sol parti ve sekter ideolojik ayrıştırmalara karşı, en örgütlü ve kararlı olan kesimlerde bir bilincin ve dayanışmanın yavaş yavaş gelişmesi gerekiyor ve bunun gelişmeye başladığı görülüyor. Bunun yolu da sanayi işçilerinin, serbest sanayi bölgelerinde çalışan emekçilerin ve memurların, ortak grev asamblelerinde bir araya gelebileceği bir mücadele sürecinden geçiyor. Bu süreç ise belli ki hemen gelişmeyecek. Dahası bu kimi yenilgilerin sınıfın bilincinde birikmesini bile gerektirebilir. Sendikal manevraların kısmen harcadığı Telekom grevi buna iyi bir örnek. Ama sonuçta işçilerin öne çıkıp kitlesel olarak mücadele edebileceğini gösteren bu tarz örnekler şüphesiz ki krizin derinleşmesiyle birlikte artabilecektir. Sermayenin işçilerin yaşam koşullarını her hangi bir tutarlı ideolojik mazeret sunmaktan aciz bir biçimde düşürdüğü mevcut kriz koşullarında bu güneşin her gün doğması kadar geçerli bir beklenti olacaktır. Sorun, bunların genel hedef ve doğrultusunun genelleşmiş bir sınıf dayanışması kurabilmesi, Kürt-Türk düşmanlığını aşması ve işsizleri peşine takabilmesi ve nihai olarak da dünya proletaryasının mücadelesiyle birleşebilmesindedir.

 Hedef                                                        

 

Ne var ki bu perspektifin gelişmesinde sınıfın içerisinden çıkmış olan politikleşmiş işçi çevrelerine önemli bir görev düşüyor. Çünkü böylesi bir dayanışmanın kurulabilmesi ve sendikalar ya da demokrasi ilüzyonu gibi engellerin aşılabilmesi için bu çevrenin netliği ve bir anlamda da öncülüğü gerekiyor. Kitlesel mücadele dönemlerinde örgütlü bir politik müdahalenin önemini yıl dönümünde olduğumuz Rus Devrimi çok net bir biçimde göstermektedir. Toplumsal yıkımın ve kapitalist ekonomik iktidar aygıtlarının insanlığı sürüklediği çöküşün derinliği düşünüldüğünde bu çaba tıpkı 1. Dünya Savaşındaki enternasyonalist çekirdeklerin gösterdiği çaba kadar değerli ve gerekli hale gelmiştir. İşçi sınıfı mücadele içerisine girdiği her seferinde yorumcu veya izleyici konumunda kalmak politikleşmiş işçilerin kaderi değildir. Bunlar örgütlü ve militan bir faaliyet yoluyla kendi tartışmalarından ve işçilerin geçmiş deneyimlerinin derslerinden çıkardıkları sonuçları sınıfın geneline yaygınlaştırabilir ve tartışabilirler. Bu tartışma da şüphesiz işçi sınıfının önündeki engellerin aşılmasında altın değeri taşıyacaktır. Dolayısıyla enternasyonalist ve sınıf mücadeleci çizgisinden vazgeçmeyen politik işçi grupları ve bireylerinin şimdiden bu tartışmayı örgütsel sorunu da merkeze alarak yürütmesinin yaşamsallığını görmek gerekmektedir. Bir diğer noktada bunu artarak belirginlişmekte olan dünyanın her yerinde gelişen politik işçi çevreleriyle birlikte yürütmek. Enternasyonalist ilkenin olmazsa olmazı olan böylesi bir tartışma enternasyonalist bir komünist müdahalenin de temelini oluşturacaktır.

 

Dolayısıyla; 3. Enternasyonalin ve Rosa Luxemburg'un çağrısı halen geçerli ve acil; YA SOSYALİZM YA BARBARLIK. Ya kapitalist barbarlık içerisinde yok oluş ya da işçi sınıfının dünya çapındaki komünist devrimi.

Temel 

 

Tags: