Ankara Direnişi Sonrası: Direnişteki İşçiler Platformu ve Sınıf Hareketi

Artık yolu Sakarya meydanına düşen Ankaralıların pek azı geçtiğimiz sene bugünlerde o sokaklarda toplanmış olan binlerce işçiyi, yakılmış olan ateşleri hatırlıyor gibi. Çok uzun bir süre değil, aylarla ifade edilebilecek bir zaman önce, işçilerin işgal ettiği, korumak için devlet güçlerinin önüne barikatlar çektiği Türk-İş konfederasyon genel merkezinin önü bir hayli sakin şimdilerde. O binanın içerisindeki adamlar, yüzlerinde rahat ve alçak bir gülümsemeyle oturuyorlar kısa bir süre önce şiddetle sallanmış koltuklarında. Ankara'da yalnızca geçtiğimiz sene kenti uyandırmış olan o işçilerin acı ve buruk yenilgilerinin rüzgârı kalmış gibi neredeyse.

Hatırlamayanlar için açıklayalım: Tekel işçilerinden, 2009 yılının Aralık ayında Ankara'ya gelip, 2010 yılının il aylarında devlete ve burjuvaziye başkentlerini dar eden işçilerden bahsediyoruz. Devletin şehirden çıkartamayıp ancak sendikalarının alt etmeyi başarabildiği Tekel işçilerinden bahsediyoruz. Ankara'da yeniden toplanan, devlet terörüne maruz kalan, yılmayan; toplu olarak kentte bulundukları son günde kendi sendikalarının başkanı ellerinden ancak polis tarafından kurtarılabilmiş o işçilerden bahsediyoruz. Son yıllarda Türkiye işçi sınıfının belki de en önemli ve yürekli mücadelesini yürütmüş ve yenilmiş olan onurlu insanlardan bahsediyoruz.

Sendikalar, devlet namına Tekel mücadelesinin belini 1-2 Nisan eylemlerinden önce kırmışlardı aslında. Düzen, Tekel'i 4 Şubat sözde "genel grevi" sonrası, sendika manipülatörlerinin mücadele stratejisi olarak, yasal sürece bel bağlamayı dayatarak hareketi pasifleştirmeleri ve hareketin yayılma perspektifini kırmaları ve bu yaklaşımın yarattığı ortamı, işçileri çadırların kaldırılmasına, Ankara'dan ayrılmaya ikna etmek için kullanmaları yoluyla yenmişti. Öte yandan, bu, sonradan ortaya çıkacağı üzere hareketi nihayetinde kırmış bir manevra olsa da, düzen için tam bir zafer değildi. Aylardır mücadele içerisinde bulunan işçilerin hepsi sendikanın bu oyununa gelmemişlerdi. Yapılanların farkında olan militan işçiler, işçi kitlesi arasında azınlıkta olsalar dahi, mücadeleye sonuna kadar açtılar ve birlikte hareket etmeye hiç olmadıkları kadar istekliydiler. Ayrıca, Tekel eylemleri bitmiş gözükse de, Tekel'in yenilgisi açık ve net bir biçimde görünemiyordu; işçilerin başlattıkları rüzgârın etkileri hala sürüyor ve işçi sınıfının bazı kesimleri ciddi bir biçimde mücadele etmek istiyordu. Düzen güçlerinin Tekel'i bitirmek için izledikleri yol kesinlikle tehlikesiz bir yol değildi; zira sendikaların maskesini yere çarpmaya kararlı bir işçi azınlığı bırakmıştı. Nasıl işçi sınıfı içerisinde Tekel'in yenilgisi net ve belirgin değildiyse, büyük ihtimalle devlet güçleri de kazandıklarının hareketi geçici olarak duraksatmak öteye gidip gitmeyeceğinden emin değillerdi. Aylar sonra sendikanın Tekel işçilerini ciddi bir tepki ile karşılaşmadan 4-C koşullarını kabul etmeye ikna etmesi gösterecekti ki; kitlesel mücadele kesin olarak bitirilmişti. Öte yandan, bu noktadan bakıldığında, militan işçiler ile sendikalar arasındaki mücadele yeni başlıyordu. Hâlihazırdaki yazımızda bu sürecin evrimini ele alacağız.

Ankara'daki Tekel direnişi boyunca militan öncü işçiler belirli bir iletişim halinde bulunmuş, pek çok toplantı gerçekleştirmiş, ortak tutumlar almış ve defalarca komiteleşmeye çalışmışlardı fakat bu çabaları başarılı olmamıştı. Ankara'daki çadırların toplanmasının ardından mücadeleci işçiler, resmi olarak ilan edilmese ve belirli bir isim almasa da bir işçi komitesi biçiminde örgütlenmişlerdi. Fakat ilk kez 9 Nisan tarihinde, başka işkollarında mücadele eden unsurlarla birleşmenin gerekliliğini hisseden İstanbul'daki kimi mücadeleci Tekel işçilerinin başını çektiği bir militan işçi örgütlenmesi şekillendi: Direnişteki İşçiler Platformu. Kuruluşuna mücadele etmekte olan İSKİ, Tekel, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi, Atık kağıt ve Atv-Sabah işçilerinin ortak olduğu platform, kendisini şu şekilde duyuruyordu:

"Herbirimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya hayır demek için, ücretlerini alamadığı için, işten atıldığı için, taşerona hayır demek için ve güvencesizlikle mücadele etmek için direnişteyiz. Biraraya gelmemiz ve birlikte mücadele etmemiz gerektiği üzerinden, sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve birleşe birleşe kazanacağız sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için toplandık. Bundan sonraki süreçte işçi sınıfına dönük saldırıları püskürtmek, direnişlerimizin dayanışmasını sağlamak, uğruna bedeller ödediğimiz 1 Mayıs'a direnişlerimizin ortak iradesiyle yürümek, 1 Mayıs'ı ve sınıfın gündemlerini belirleyenin ihanetçi sendika bürokrasisi değil işçiler olması gerektiğine inandığımız için direnişteki işçiler platformu altında birleştik."

Bu militan işçi örgütlenmesinin ilk aşamada göze çarpan en önemli özelliği, şu veya bu siyasi çizginin güdümünde kurulmuş olan "işçi" dernekleri, "mücadele" platformları ve benzerlerinin aksine, bizzat direniş içerisindeki işçilerin, sınıf mücadelesinin en temel ihtiyacından, mücadelenin yayılması ihtiyacından dolayı bir araya gelmiş bir yapılanma oluşuydu. Kuruluş bildirgesinde de belirttiği üzere, bu militan işçi örgütlenmesi, gündem olarak önüne ilkin İstanbul'da, yasaklı Taksim meydanında gerçekleşecek olan 1 Mayıs gösterisini koymuşlardı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturanların, o meydanı sendika patronlarına bırakma niyetleri yoktu. Mücadeleci işçiler, İstanbul'daki 1 Mayıs eyleminde kürsüye çıktılar ve Türkiye'nin en karanlık adamlarından bazılarını, yani başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu olmak üzere, sendika konfederasyonu başkanlarını ve başka sendika patron ve bürokratlarını o kürsüden kovuşturdular. Gerçekleştirilen, 2010 1 Mayıs'ının en önemli eyleminden başka bir şey değildi. Kürsüye çıkan işçilerin okudukları bildirinin içeriği ise, ülkedeki işçi hareketi açısından tarihsel bir öneme sahipti. İşçiler, kürsüden yaptıkları konuşmada şunları diyeceklerdi:

"Bizler Tekel, İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter metal, Esenyurt belediye, Atık kağıt, Atv-Sabah direnişlerinden direnişçi işçileriz.

Her birimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya, taşerona hayır demek, 4-C'ye ve güvencesizliğe karşı mücadele etmek için, direnişteyiz. Tekel direnişinin yaktığı ateşi birleşik mücadelenin kanallarını oluşturarak her yere taşımak için bir aradayız. Direnişteki İşçiler Platformu'nu sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve "birleşe birleşe kazanacağız" sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için oluşturduk.

Sermaye, işçi sınıfı için işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, sefalet üretir. Sermaye, ücretli kölelik üretir. Bizler biliyoruz ki, 4-C'ye, güvencesizliğe, taşeronlaştırmaya, işsizliğe karşı mücadele ederken, aynı zamanda bizler için ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizme karşı mücadele etmek zorundayız. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu sadece işsizliğe, sadece açlık ve sefalete karşı parça talepleri yükseltmekten değil, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, açlık, sağlıksızlık ve benzerlerini üreten sermayeye karşı birleşik sınıf eylemini büyütmekten geçer.

Bu 1 Mayıs sınıf taleplerinin damgasını vurduğu, direnişteki biz işçilerin sesinin tüm işçi kardeşlerimize ulaştığı bir 1 Mayıs olacak. Taksim'i kazandığımız gibi 1 Mayıs'ı da kazanacağız.

Taksim, burjuvazi ve devletinin icazeti sonucu açılmadı, 1 Mayıs'ta tüm yasaklamalara, baskılara, saldırılara karşı Taksim'de olma ısrarını sürdüren işçi sınıfının mücadele birikimiyle açıldı, Tekel direnişiyle açıldı, üst üste binen işçi direnişlerinin itilimiyle açıldı, açlık ordusunun kölece çalışma ve kölece yaşama karşı biriken öfkesinin örgütlenme ve mücadele dinamiği olarak sermayenin uykusunu kaçırtacak kadar büyümesiyle açıldı. Taksim'i özgürleştirdik, artık Taksim tartışmasız 1 Mayıs alanıdır. Sıra 1 mayıs kürsüsünün gerçek sahipleri tarafından alınmasında. 1 Mayıs'ın ve 1 Mayıs kürsüsünün gerçek sahibi işçi sınıfıdır, öncü işçilerdir, direnişteki işçilerdir. Söz/kürsü sınıf hareketinin her kabarışında sınıfı arkasından vuran ihanetçi sendika bürokrasisinin değil, uzun soluklu ve militan eylemleriyle işçi sınıfı mücadelesine yeni bir soluk kazandıran tekel işçilerinin; güvencesizliğe, taşeronlaşmaya ve işten atılmalara karşı güvenceli iş ve insanca çalışma talebini yükselten itfaiye işçilerinin, İSKİ işçilerinin; ücretlerini alamayan, kölece çalışmaya zorlanan Samatya inşaat işçilerinin, Marmaray işçilerinin; sendikal mücadeleden dolayı işten atılan Esenyurt belediye işçilerinin, ATV sabah işçilerinin, Direnişteki İşçiler Platformunun olmalıdır. 1 Mayıs kürsüsü, her seferinde sermaye devletinden icazet dilenen ve sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların değil, sınıf talepleriyle alanı dolduran işçi sınıfının olmalıdır."

Direnişteki İşçiler Platformu'nun bu konuşması pek çok açıdan çok ciddi bir önem taşımaktaydı. İlkin, platform bu konuşmayı yaparak açıkça burjuva devletine karşı düşmanlığını ilan ediyor, sermaye düzeninin aşılması için işçilerin birleşik mücadelesinin gerekliliğini vurguluyordu, dahası bunun kısmi talepler yükseltilerek değil, işçi sınıfının bütünü için geçerli olan bütün talepler etrafında gerçekleşebileceği vurgulanmaktaydı. Militan işçiler, yalnızca yaptıkları eylemle değil, yaptıkları konuşma ile de sendika bürokrasisine karşı tutumlarını ortaya koyuyorlardı. Fakat belki de en çarpıcı nokta, konuşmada Direnişteki İşçiler Platformu'nun mahiyetinin ve rolünün nasıl tanımlandığıydı. Platform, kendisini çeşitli direnişlerin mücadeleci işçilerinin bir birliği olarak tanımlıyor, amacını ise birleşik mücadelenin kanallarını oluşturmak ve sınıfa yaymak olarak ifade ediyordu. Bu yaklaşım ile platform kendisine hiçbir şekilde sendikal bir rol biçmemekteydi fakat üstlendiği işlev açıkça sendikaların dışında mücadele kanallarının oluşumuna işaret etmekteydi. Sınıfın geneline dair ikamecilikten uzak bir yaklaşım ortaya konuluyordu fakat yaşanmakta olan mücadelelerin militan işçilerinin oluşturduğu bir yapı olarak söz ve kürsünün sürekli sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların karşısında, işçi sınıfının ve sınıfın bütünün bir parçası olarak Direnişteki İşçiler Platformu'nun da meşru hakkı olduğunu savunuluyordu. Militan işçilerin 1 Mayıs kürsüsünü sendikacıların elinden almakla kalmamışlardı: yaptıkları konuşma ile devletin sendikalarına karşı savaş ilan etmişlerdi. Fakat hâkim sınıfı bu savaş ilanından daha fazla korkutan bir şey varsa, o da başta Mustafa Kumlu olmak üzere, 1 Mayıs'ta kürsüye çıkan sendikacıların, Taksim meydanını doldurmuş olan yüz binlerce işçi tarafından yuhalanmasıydı. Alandaki işçilerin geneli, sendikacıların değil, işgalcilerin arkasındaydı. Sendikacıları kürsüden indirenler, başta Tekel olmak üzere 1 Mayıs öncesi döneme damgasını vurmuş olan mücadelelerin militan işçileriydi ve bu noktada, gerek ülke çapında alanları doldurmuş olan işçiler, gerekse işçi sınıfı geneli nazarında onlara karşı devasa bir saygı duyulmaktaydı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturan işçilerin sayısı çok fazla olmayabilirdi fakat 1 Mayıs günü platform, proletaryanın gözünde ciddi bir etik otoriteye sahipti.

Konfederasyonların yanıtı gecikmedi. 9 Mayıs 2010 tarihinde, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK 1 Mayıs Kutlama Komitesi üyeleri bir araya gelerek başta İstanbul Taksim olmak üzere 1 Mayıs 2010 kutlamaları ile ilgili bir "değerlendirme" ve açıklama" yaptılar. Bu açıklamada şöyle diyorlardı:

"Konfederasyonlarımız, ülkemizin dört bir yanında yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katılan, katkı veren herkese teşekkür etmektedir.
Böyle önemli bir günde ve böyle önemli bir alanda Taksim Kürsüsü'ne biber gazı, pet şişe, sopa, bıçak v.s kullanarak yapılan saldırı ise emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs Taksim Kürsüsü'nde Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılan saldırıyı ve kürsüyü işgal girişimi ile kutlamaları sabote etmek isteyenleri kınamakta, bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmaktadır."

Solcusundan sağcısına, ülkedeki bütün sendika konfederasyonları, militan işçileri ve onların oluşturduğu Direnişteki İşçiler Platformu'nu kınamak ve ona teşhir ve tecrit etme tehdidi savurmak konusunda ağız birliğine varmıştı.

Direnişteki İşçiler Platformu, 18 Mayıs'ta, kendi 1 Mayıs değerlendirmesini ve sendikalara cevabını yayınladı. Yapılan açıklamada, özellikle solcu olarak bilinen DİSK ve KESK'in işlevine dair net değerlendirmeler yapılıyordu:

"1 Mayıs 2010'un içini boşaltan bu kurgu DİSK ve KESK'e aittir.1 Mayıs programının çatısını DİSK ve KESK oluşturmuştur. Kamu-Sen ve Memur-Sen başta olmak üzere konfederasyonların yan yana gelmesinde merkezi rol alan KESK'tir, DİSK de destek olmuştur. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi 25 Kasım 2009 grevinden, 4 Şubat 2010 Dayanışma Grevine kadar her adımda kararların içini boşaltan sendika yönetimlerine, işçi sınıfının karşısına çıkma hakkı tanıyan, buna aracılık yapan DİSK ve KESK olmuştur. DİSK ve KESK aracılık etmeseydi ne Türk-İş ne de diğer sendikaların liderleri 32 yıllık terle, kanla ödenen bedellerin omuzlarına basarak 1 Mayıs kürsüsüne çıkamazdı. 1 Mayıs Taksim Alanını kazanılması sırasında ödenen bedelleri Türk-İş ve Hak-İş ile pazarlık konusu yapıp bunun üzerinden işçi sınıfı mücadelesinde kendisine konum elde etmeye çalışanlar DİSK ve KESK'tir. 1 Mayıs bildirisinin Kürtçe okunmasına itiraz eden DİSK'tir; KESK de onay vermiştir (...) 15 Aralık 2009'da Ankara'ya ulaşılmasından sonraki süreçte yaşanan saldırılara karşı direnişte, çadırların kurulmasında ve Sakarya'yı Türkiye ve Dünyanın mücadele merkezi haline getirene kadar yaşanan bir dizi eylem ve etkinlikte, 17 Ocak Ankara Mitinginde, 4 Şubat TEKEL işçileriyle Dayanışma Grevinde, 2 Mart'ta çadırların sökülmesinde, 1-2 Nisan Ankara eyleminde Türk-İş (özelde Tek Gıda-İş), DİSK ve KESK (öncelikle Genel Sekreterleri) mücadelenin büyütülüp geliştirilmesinden yana bir siyaset izlemediler. Tek Gıda-İş Genel Merkezi, işçilere sormadan aldığı kararları TEKEL işçilerine açıklarken, her zaman DİSK ve KESK Genel Sekreterleri yanında bulunuyordu. Mustafa Türkel her seferinde ‘kararları birlikte alıyoruz' diyerek KESK ve DİSK'in itibarını kullanarak işçilere sormadan aldığı kararları işçilere dayatıyor; işçileri tehdide varan açıklamalarda bulunabiliyordu. İşçiler çadırları sökmeyelim dediklerinde çadırları sökme kararı alınıyordu. İşçiler Komite kurmak istediklerinde tehdit ediliyorlardı. 17 Ocak mitingine katılım için araç bile tutmadılar. Diğer yandan Memur/Sen 4 Şubat grevinden son dakikada çekildi, Hak-İş temsili katıldı, Türk-İş sendikalarından yarıdan çoğu greve katılmadı; Kamu Sen ve KESK 25 Kasım grevinin çok gerisinde kaldı; DİSK CHP'li İzmir Belediyesi olmasa hiçbir yerde ciddi olarak greve katılmamış olacaktı. Özellikle 1-2 Nisan eyleminde görülmüştür ki, KESK Ankara Şubeler Platformunun destek eylemine Ankara Valiliğinin gösterdiği sert tepkide; biber gazı ve cop kullanmasında Türk-İş Genel Merkezinin TEKEL işçilerine destek vermemiş olmasının payı büyüktür. KESK diğer sendikaların tutumlarını bildiği halde, gerçeği göz ardı ederek Türk-İş ve Hak-İş ile işçileri kınayan bildirilerin altına imza atabilmiştir. Konfederasyonlar bugüne kadar ne ektiyse, 1 Mayıs kürsüsünde onu biçti."

Bunun yanı sıra, Platform, konfederasyonların iftiralarını da net bir biçimde yanıtlıyordu:

"Çok açık ki, kürsüye çıkanlar işçiydi... Çok açık ki okunan bildiri işçiler tarafından hazırlanmıştı ve 26 Mayıs'ın taleplerini, birleşik mücadeleyi ifade ediyordu... Kürsüye çıkanların "bıçak" vb. ile orada oldukları Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu'nun senaryosudur. Tam aksine Hak-İş kortejinde plastik pankart sopaları içinde şiş ve demir çubuklar getirilmiştir. Gümüşsuyu kortejinden gelenler buna tanıktır. Hak-İş gibi Türk Metal, Tes-İş gibi sendikalar da alana çatışmaya niyetli olarak ve hazırlıklı gelmiştir."

Ayrıca, yayınlanan açıklama, konfederasyonların tehditlerine net bir biçimde ortaya koyup yanıtlamaktan geri durmuyordu:

"Metnin son paragrafında ifade edilen "teşhir ve tecrit" sözcükleri sendika bürokratlarının ne kadar zor durumda olduklarını ortaya koyan aynı zamanda mücadeleci işçilere düşmanlıklarını ifade eden bir vurgudur. Tabii ki böyle bir metne imzasını atmaması gerekenler ilk elden sorumludur. KESK Genel Başkanı Sami Evren, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi "teşhir ve tecrit" tehdidini kaleme alanlardır ve mücadeleci işçilerin gözünde diğer milliyetçi ve sağcı sendikacılardan çok daha suçludurlar. İşçileri kınayıp onları ‘teşhir ve tecrit' edeceğini açıklayanlar bu askeri terimlerin ardından ‘tenkil' (imha) geleceğini bilir. Dolayısıyla buradan ilan ederiz ki, biz kürsüde o gün bulunan TEKEL, itfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediyesi işçileri olarak, bu tehditlerin ardından hedef olacağımız her türlü baskı ve saldırının; can güvenliğimizin tehlikeye girmesi halinde, bizzat bu sendikacılar sorumludurlar. Bizler işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz. Şu çok açık ki, TEKEL işçileriyle birlikte tüm işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin önünü kesenler eskisi gibi koltuklarında oturamayacaklardır."

Konfederasyona verdiği yanıt vasıtasıyla Direnişteki İşçiler Platformu, durumu bir hayli güçlü bir biçimde analiz ediyor ve konfederasyonların saldırıları karşısında dayanışma çağrısı yapıyordu. Öte yandan yapılan değerlendirme, "Sendikalarımıza sahip çıkalım, denetleyelim!" cümlesiyle son buluyordu. Bu ibare, başka işçilere de sendika bürokratlarına karşı mücadele etme çağrısı yapıyor olması açısından şüphesiz önem taşıyordu. Öte yandan işçilerin sendikalara denetlemelerinin mümkün olmadığını, Platforum'un oluşmasına giden süreç şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermişti. Yapılan açıklamada ortaya konulan analizin kendisi de sendikalarla üyeleri arasında böylesi bir ilişkinin gelişmesinin mümkün olmadığına açıkça işaret etmekteydi. Bu çağrı, mücadele içerisinde, geçmiş yanılsamalardan kalma bir kafa karışıklığını ortaya koymaktan daha öte bir anlam taşımaktaydı. 1 Mayıs'ta yüz binlerce sendikalı işçiye hitaben militan işçilerin yaptığı konuşmada böyle bir düşünce yer almazken, yapılan bu açıklamada böylesi bir çağrı yapılması, sınıf hareketinin mevcut durumuna dair bir gerçeği ifade etmekteydi. 1 Mayıs günü, başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'ya yönelik olma üzere sendikalara karşı işçi kitlesi tarafından verilen tepkinin faal bir devamı olmamıştı. Bu ibare, militan işçilerin, sınıfın genelinin faal desteğini yanlarında hissetmedikleri için vardıkları bir sonucu ifade etmekteydi. Direnişteki İşçiler Platformu, sınıfın geneli kendilerini desteklerken, sözlerinde sendikalizme bir parça dahi taviz vermeyecek gücü kendilerinde hissetmişlerdi. Şimdi dahi, militan işçiler konfederasyonların saldırılarını karşı kendileriyle dayanışmaları için sendikalı işçilere bir çağrı yapacak güçte hissediyorlardı kendilerini. Öte yandan bu ibare, böylesi bir çağrının yapıldığı işçilerin yapabileceklerine dair, bu noktada ne kadar az olursa olsun, bir güvensizlik duyulduğunu göstermekteydi. İşçilerden sendikalarına sahip çıkmalarını, denetlemelerini beklemek, bu militan işçilere karşı olası saldırılara dair söylenmiş dahi olsa, 1 Mayıs konuşmasından geri adım atmaktı. Ayrıca, bu çağrı yazının geneliyle çelişmekteydi. İlk aşamada böylesi bir ibarenin yazılmış olmasının ve arkasındaki yaklaşımın ciddi bir etkisi olmadı. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu, ilk defa tökezlemişti. Bu şu aşamada hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek bir hata değildi. Biliyoruz ki; işçi hareketi tarihi boyunca, proleter mücadelenin en kararlı ve bilinçli savunucuları dahi hatalar yapmaya, tökezlemeye mahkûm olmuşlardır. Öte yandan, göreceğimiz üzere, sınıfın eylemlilikleri sönümlendikçe, bu ufak yırtık genişlemeye devam edecekti.

22 Şubat 2010 tarihinde Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK, Ankara'da günlerdir eylem yapmakta olan Tekel işçilerine, 26 Mayıs tarihinde bir genel grev yapılacağını duyurmuşlardı. Bu kararın açıklanmasının ardından Tekel işçileri, sorunlarının aciliyetine rağmen böylesi bir eylemin üç ay sonrasına konulmasını çok sert bir biçimde protesto etmişlerdi. Bu karar Tekel mücadelesi sürecinde, işçiler ile sendikacılar arasında gerçekleşecek pek çok kapışmadan bir tanesini tetikleyecek ve nihayetinde Tekel işçilerinin mensubu Tek Gıda-İş Sendikası başkanı ve Türk-İş genel sekreteri Mustafa Türkel'in, konfederasyon genel sekreterliğinden istifasına neden olacaktı. 26 Mayıs'a yaklaşırken konfederasyonlar grevinin "şartlarının ortadan kalktığını" ilan edilmiş, dört konfederasyonun yöneticileri grevin gerçekleşmesini engellemek için her türlü ayak oyunu denemişler ve en nihayetinde ortaklaşa bir şey yapılmayacağını, grev veya eylem yapıp yapmamanın konfederasyon üyesi sendikalara bırakılacağını ilan etmişlerdi. Ayrıca 17 Mayıs'ta Zonguldak'ta otuz işçinin canına mâlolan maden patlaması karşısında da ne konfederasyonlar, ne de tekil olarak sendikalar ciddi bir tepki vermişlerdi.

26 Mayıs grevini olabildiğine güçlü kılmaya uğraşmakta olan Direnişteki İşçiler Platformu, Zonguldak'taki patlamaya karşı net bir tutum aldı. Aynı zamanda internet sitesinde greve çağrı mahiyeti taşıyan bir bildiri yayınladı, çeşitli toplantılarda konuyu gündeme getirdi ve 21 Mayıs günü madencilerin ölümünü protesto etmek için İstanbul'da bir eylem düzenledi. Platform, Zonguldak'ta tehlikeli koşullarda çalışanların çıkarlarının mücadele içerisindeki işçilerle ortak olduğunu net bir biçimde vurgulamaktaydı. Nitekim Zonguldak'ta gerçekleşen patlamadaki işçi ölümlerini de protesto etmek amacı ile Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı bütün maden ocaklarında (Karadon, Üzülmez, Amasra, Armutçuk ve Kozlu) çalışan 15,000 işçi işe bir saat geç başlayacaktı. Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'nun bizzat katılacak kadar tehlikeli gördüğü eylemde, militan Tekel işçilerinin eylemlerine saldıran sendika bürokratlarına, madenciler "Arkadaşlarımız haklarını arıyorlar" diyerek tepki göstereceklerdi.

Bütün konfederasyonların 26 Mayıs grevinden fiili olarak çekildiklerini iddia etmeleri karşısında, Direnişteki İşçiler Platformu ve öteki illerden militan Tekel işçilerinin 24 Mayıs'ta İstanbul, 25 Mayıs'ta ise İzmir ve Samsun'da Türk-İş bölge temsilciliği binalarını işgal etmeleri, Diyarbakır ve Adana'daki temsilcilik ve Ankara'daki genel merkez binalarını işgal etmeye çalışmaları oldu[1]. İzmir'deki işgalci işçiler, Türk-İş'in yapılan eylemleri desteklediğini ilan eden ‘muhalif' kanadından bürokratları da protesto ettiler. İstanbul'da da, daha önce eylemlerini desteklediğini ilan etmiş olan Tek Gıda-İş sendikasının 26 Mayıs'ta 1 saatlik grev yapacağını ilan etmesi üzerine, işçiler ‘muhalif' Türk iş bürokratlarını protesto ettiler ve "Bizim için Kumlu da Türkel de aynı" dediler.

Gerçekleşen sendika işgalleri, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihine geçecek eylemlerdi. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu'nun merkezi olan İstanbul'daki Türk-İş bölge temsilciliği işgalinde, platform ismini kullanmayarak bu defa ciddi bir geri adım attı. Dahası, okunan bildirgede, 18 Mayıs'ta yapılan açıklamada açılan deliğin derinleştiği görülebiliyordu: işgaller "sendikalarına sahip çıkma, bürokratlara tepki eylemleri" olarak nitelendiriliyordu. Bunun yanı sıra, yapılan açıklama 1 Mayıs bildirisinden "Niçin bu eyleme başvurduk? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, söz verip de yapmayan, işçilere umut verip onların umudunu boşa çıkartan sendikacı istemiyoruz. Kararların işçilerle birlikte alınmasını istiyoruz. Sendikaların sahibi olan işçilerdir, onların elinden sendikalarını alamazsınız diyoruz. İkincisi, 26 Mayıs genel grev kararının gerekçeleri fazlasıyla vardır. Bunu gerçekleştirmeyen konfederasyonları kararlarını düzeltmeleri için uyarıyoruz. Greve çıkın ve işçilerin hakların alana kadar mücadeleyi sürdürün. O zaman biz sizin yanınızda olacağız. Üçüncüsü, 9 Mayıs'ta miting düzenleyen 6 Konfederasyonun 1 Mayıs değerlendirmesinde ifade edilen ve kürsüye çıkan işçileri 'işgalci' 'birliği sabote eden' olarak görerek, 'teşhir ve tecrit' edeceklerini açıklayan konfederasyonların bu açıklamalarını düzeltmelerini, sözlerini geri almalarını istiyoruz" ifadeleriyle üç adımda da uzaklaşılıyordu. 1 Mayıs'ta militan işçiler sendikaların yerine farklı mücadele kanallarının gerekliliğini savunmuşken, bu bildirgede sendikaların sahibi olanların işçiler oldukları iddia ediliyor. 1 Mayıs'ta konfederasyonlara en ufak bir taviz verilmemişken, bu bildirgede, alındığı zaman Tekel işçilerinin ciddi bir biçimde tepkisini çeken 26 Mayıs kararının arkasında durdukları takdirde sendikaların yanında olunacağı vaat ediliyordu. Son olarak, 18 Mayıs'ta sendikacıların tehditlerinin olası sonuçtan korkmadan sendikacıları sorumlu tutan, "işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz" diyen militan işçiler şimdi sendikalardan tehditlerini geri çekmelerini talep ediyorlardı.

Bu tutumların nedeni, militan işçilerin sendikalara bakışlarının herhangi bir şahsi neden dolayısıyla yumuşamış oluşu değildi. Şahsi anlamda militan işçiler sendikalara karşı aynı olumsuz hisleri taşımaktaydılar. Öte yandan, 26 Mayıs grevi kararlarının konfederasyonlarca iptaline sınıf genelinden bir tepki gelmemesi, militan işçileri biraz daha zayıflatmıştı. Direnişteki İşçiler Platformu yalıtıldığını hissediyordu artık. Bir öncü işçi örgütlenmesi olarak kendisine güveni 1 Mayıs'a kıyasla ciddi olarak zayıflamıştı. 24-25 Mayıs Türk-İş işgallerinin başını çekmesinin ardında da bundan başkası yoktu. Platform, ufak bir azınlık olarak sınıf genelinde etkisine artık güvenemiyordu fakat İstanbul'da platformun başını çeken militan Tekel işçilerinin, ülke çapındaki mücadeleci Tekel işçileri arasında hâlâ ciddi bir etkisi vardı. İstanbul'daki direnişçi işçilerinin gerçekleştirdiği işgale, ülke çapında öncü işçiler başta olmak üzere Tekel işçileri destek verdiler. Sırf gerçekleşmesi, sırf bu ülkede sendika binalarının işgal edilmesi, sırf işçiyi kandırmaktan geçinenlerin korkuyla titremesi dahi, ifade ettiğimiz üzere bu eylemleri ülke işçi sınıfı tarihine altın harflerle kazımıştı. Hatta nasıl Yunanistan'daki 2008 Aralık ayaklanmasında Atina ve Selanik'te genel sendika konfederasyonu GSEE'nin işgali dünya genelinde devrimcilere ışık tuttuysa uluslararası alanda öyle bir etki yarattı. Öte yandan bu eylemler, militan Tekel işçilerinin gücünün göstergesi oldukları kadar, işçi sınıfı genelinin zayıflığının göstergesiydiler ve İstanbul Türk-İş bölge temsilciliğini işgal eden direnişçi işçilerin belgesi bunu gösteriyordu. Böylesi bir işgali onlardan daha önce, işçi sınıfının başka kesimleri gerçekleştirmeliydi.

Bununla birlikte, İstanbul Türk-İş işgal bildirgesi, 1 Mayıs Platform bildirgesine kıyasla çok önemli bir noktayı işaret ediyordu. Zira bildirge şöyle diyordu:

"Kuşkusuz sendika bürokrasisine karşı gösterdiğimiz sembolik tepkilerimiz, genel bir mücadele biçimi değildir. Bürokrasiye karşı mücadelenin yöntem ve biçimlerini de işçiler kendi deneyimleriyle bulacaklardır (...) Konfederasyonları kınarken özünde birinin diğerinden farkı olmadığını da ifade etmek istiyoruz. "Önünüzde 3 ay vardı, grevi örgütlemediniz, sorumlusu konfederasyon yönetimleridir" diyoruz. İşçilerin tabanda örgütlenerek birleşik emek meclislerini oluşturarak sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükselteceğini, aynı zamanda da hak mücadelesini yürüteceğine olan inancımızla, bütün işçileri 26 Mayıs'ta greve destek vermeye, alanlarda yer almaya davet ediyoruz."

Özellikle yapılan "birleşik emek meclisleri", işçi mücadelesinin dünya genelinde yarattığı genel toplantılar, kitle meclisleri gibi uzuvlarına paralellik taşıyan böylesi bir sloganın ifade edilmiş olması, kanımızca çok büyük önem taşımakta idi. Zira, açıkça sendikacılara karşı kitle toplantılarının, işçi meclislerinin toplanması çağrısı, böylesi kitle toplantıları geçmişte gerçekleşmiş olsa dahi, çok ciddi bir adımdı. İstanbul Türk-İş işgalcilerinin bildirgeleri, ciddi bir biçimde arada durmaktaydı. Pek çok açıdan, 1 Mayıs bildirisinin gerisine düşülmüştü. Öte yandan çok önemli bir açıdan, aynı bildirinin ilerisine geçilmişti. Kısa ve öz de olsa bildirgenin ileri giden yanı, geri düşmüş yanını dengeliyordu. Eğer 26 Mayıs grevi ve sonrasındaki süreç farklı olsaydı, hâlâ bugün Direnişteki İşçiler Platformu'nun adını pek çok işçi duymuş olabilirdi.

Yanlış anlaşılmasın. 26 Mayıs grevi, konfederasyonların desteği olmaksızın 4 Şubat grevinin çok da gerisinde değildi. Eylem yapmak, iş bırakmak veya tüm gün grev yapmak biçimi ile 26 Mayıs'a ülke genelinde 70,000'e yakın işçi katıldı. Pek çok şehirde sendikacılar protesto edildi, "işçiler kürsüye" ve "kahrolsun sendika ağaları" sloganları yükseldi. 1 Mayıs'ın anısı işçi sınıfı için hâlâ tazeydi. İstanbul'da, Türk-İş bölge temsilciliği binasının işgalinin bitirilmesinin ardından, gelen işçi ve destekçilerle gerçekleştirilen eyleme 3.000 kişi katıldı [2]. Eylemde Tek Gıda-İş ve Tez-Koop-İş sendikacıların konuşmaları sürekli sloganlarla kesildi, nihayetinde sendikacılar mikrofonu ve kürsüyü işçilere bırakmak zorunda kaldılar. Açıklamadan sonra, 'muhalif' sendika patronları, işçilerin Taksim meydanına yürüyüşlerini anonslarla engellemeye çalıştılar, eylemin bittiğini ilan ettiler. Fakat işçiler, çaresizce kapabildiklerini Türk-İş binasına sokmaya çalışan sendikacıları geride bırakarak ve sloganlarını atarak Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. Türk-İş işgali sonrasında gerçekleşen bu eylem, ‘muhalif' olanları dahil sendika patronlarının tamamının bütün kontrolü kaybettikleri, bütün kontrolü işçilerin ele geçirdikleri tek eylemdi. Belki kimi açılardan 26 Mayıs, 4 Şubat'a kıyasla daha iyi dahi gözüküyordu[3] fakat 26 Mayıs'ta devam etmekte olan bir Tekel mücadelesi yoktu. 26 Mayıs, ancak kitlesel bir sınıf hareketi içerisinde güçlü bir biçimde var olabilecek olan militan işçilere gerekli güveni vermekten uzak kaldı. Bu durum, Direnişteki İşçiler Platformu'nun 30 Mayıs 2010 tarihinde yaptığı ve internet sitesinde yayınladığı şu açıklama ile de netçe gözler önüne serilmekteydi. Yazıda "TEKEL işçisi geç de kalsa, iki şeyi gerçekleştirme yönünde adım attı: Birincisi ve en önemlisi, özelleştirmenin işçiler açısından ne kadar vahim olduğunu ortaya koydu. Bir mücadele başlattı. İkincisi, sendika bürokratlarına korku saldı. Onların üzerindeki baskıyı artırdı. Bu aynı zamanda işçi ve emekçi hareketinin yeni rotası olmalı: Hükümete ve patronlara karşı mücadele ederken, sendika bürokratlarına karşı da elimize sopayı almayı unutmamalıyız! Kavga işte patronlara ve bürokratlara karşı iki yönden yürüyebilirse işçiler kazanacaktır" denilmekteydi ve dolayısıyla hâlâ patronlar ve bürokratlar aynı ortak noktaya konulmaktaydı. Öte yandan aynı metin şu sözleri de içermekteydi: "Konfederasyonların verdikleri sözde desteklerin hiçbir karşılığının olmadığını hepiniz biliyorsunuz. 4 Şubat ve 26 Mayıs Genel Grevlerinin nasıl boşa çıkarıldığına tanıksınız. Kuşkusuz sendikalı olmak, sendika çatısı altında mücadele etmek çok önemli. Sorun şu: Sendikalarda kim karar verecek? İşçiler mi işçiler adına sendikacılar mı? Kendisine en solcu diyen sendikalar, şubeler bile bugün işçiden kopmuştur; bürokratlaşmıştır; işçilerin adına karar almaktadır. Mevcut sendikaların yapısı, tüzükleri, maddi ayrıcalıkları işçilerin mücadele etmesine olanak vermediği için işçiler sendikalarına güvenmiyorlar. Devrimci işçilerin bugünkü görevlerinden biri sermayeye karşı mücadele etmekse ikincisi sendikaların işçilere ait olduğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle: karar yetkisini üye tabanına teslim edecek bir sendikal çizgiyi sendikalarımızda hâkim kılmalıyız. Yönetimde kalma süresini kısaltmalıyız, profesyonel maaşlarını azaltmalıyız, temsilci ve delegeleri seçimle belirlemeliyiz." İbre artık ortada durmuyordu; pusula taban sendikacılığını göstermekteydi.

Bu çizgi, özellikle İstanbul'daki militan işçilerin savundukları hat olarak sabitleşecekti. Zira başını özellikle 19 Ocak'ta Ankara'da, kentte yıllardır yaşanan en kitlesel eyleme vesile olan Tekel işçilerinin çektiği bu işçi grubu, 15-16 Haziran'ın yıldönümünde yaptıkları ve internet sitelerinde yayınlanan açıklamada "Tek Gıda İş yönetimi, özellikle 3 Mart' ta çadırların sökülmesiyle başlayan günden beri işçilere sormadan karar alıyor. 1-2 Nisan' da Ankara' daki cesaretsiz tutumu; daha önce yapılacağını açıkladığı "her ay Ankara' dayız" eylem programını önce Haziran' a sonrada belirsiz bir geleceğe ertelemesi işçilerin moralini bozmuştur. Sendika yöneticileri işçilerin toparlanıp harekete geçmesinin önünde engel oluşturuyor. Sendika bürokrasisi işçilerin moralini bozma noktasındaki kararlılığına DİSK ve KESK yöneticileri soldan destek veriyor" deseler ve 4-C koşullarında çalışan bütün işçileri birleşmeye çağırsalar da, ilk defa "İşçiler sendika yönetimine!" sloganını ortaya atacaklardı. Taban sendikacılığı çizgisi, bir öte noktaya ulaşmıştı. Bu yaklaşım kayması, militan işçilerin kötü niyetlerinden veya Kumlu'nun koltuğuna kendileri oturmak istemelerinden kaynaklanmıyordu. Mücadeleci işçiler, 26 Mayıs'a giden süreçte yalıtılmaya başladıklarını hissetmeye başlamışlardı. İşgallerin arkasında belki her şeyden fazla bu hissiyat yatmaktaydı. Öte yandan 26 Mayıs sonrasında, sınıfın genelinin suskunluğu, mücadeleci işçilerin ne denli yalnız olduklarını apaçık ortaya koymuştu. Dahası, 26 Mayıs sonrası mücadeleye devam etmek isteyen işçiler arasında, Tekel harici direnişlerden işçilerin katılımı ve etkileri azalmaktaydı. Militan işçilerin bildirgelerinde ve açıklamalarında ortaya koydukları çizgi taban sendikacılığına kaymıştı, öte yandan bu onların tabandan da olsa sendikacılık yapmaya koyuldukları anlamına gelmiyordu. Mücadelelerinin bir araya getirdiği ve içinden çıktıklarımücadelelerin deneyimlerine dayanan bu işçilerin gerçek gayeleri değişmemişti. Mücadeleyi, daha güçlü bir biçimde tekrar canlandırmak istiyorlardı.

2 Temmuz'da bir grup militan Tekel işçisi, Ankara'da Türk-İş Genel Merkezi'ni işgal etme teşebbüsünde bulundu. Önceden durumun haberini alan Türk-İş, polisi çağırmıştı. Haliyle, sendika ile aralarında polisi bulmak militan işçileri hiçbir şekilde şaşırtmıyordu artık. İşgal girişimi başarısız oldu. Zaten militan işçilerin beklentisi, olayın ve olası bir polis saldırısının basına yansıması ve bunun üzerine Tekel işçilerinin olanlarını televizyonlardan görüp Ankara'ya gelmesi idi. Fakat 3 Temmuz günü Ankara'ya akın etmesi beklenen işçi kitlesi içerisinde, militan işçilere desteğe koşanların sayısı elliyi dahi bulmuyordu. Bunun sorumluluğu da yalnız Tekel işçileri geneline yüklenebilecek nitelikte değildi. İşçilerin belirli bir eylemi televizyonlardan izleyip buna desteğe gelmeleri beklentisi, gerçekçi olmaktan bir hayli uzak bir beklentiydi. Zira böylesi bir beklenti, işçi kitlesi genelini mücadelenin faal bileşenleri olarak konumlandırmıyor, onları pasif bir noktaya koyuyordu. Dahası bu yaklaşım militan işçiler nezdinde ikameci bir tavrı ifade etmekteydi. Eylemin başını İstanbul'dan militan işçiler çekmişlerdi ve ortaya konulan yaklaşım onları ülke genelindeki militan işçilerin bir kısmından bile soğutacak nitelikteydi. Eylem militan işçiler genelinin dahi ortak bir kararı üzere gerçekleşmemişti. İşgali gerçekleştiren işçiler, ifade ettikleri üzere, zaten işçi kitlesi namına gerekli olan eylemi gerçekleştirmekteydi. Yapılan açıklamada, daha önce ortaya konulan isteklere dair: "ifade ettiğimiz acil taleplerimizin bütün işçilerin talepleri olduğunu biliyoruz" denilmekteydi. İşçi kitlesinden beklenen öncü işçileri takip etmekti.

Bu ikamecilikte, Türkiye solunun militan işçilerin kimileri üzerinde belirli bir etki edinmiş kimi çevrelin belirli bir etkisi söz konusuydu. Öte yandan, böylesi bir yaklaşımın hâkim duruma gelişinin temel nedeni, Tekel mücadelesinin yenilgisinin etkilerinin baş göstermesiydi. İşçiler, Ankara'daki çadırlarını topladıktan sonra dahi, mücadele etmek isteyen ciddi bir işçi kitlesi varken, militan işçilerin sansasyonel eylemleri, işçi sınıfı genelinde ciddi bir yankı bulabilmekte, hatta faal bir katılım yaratabilmekteydi. Fakat yalıtılmışlığın da etkisiyle, 2 Temmuz'a giden süreçte işgalin başını çeken militan işçiler nezdinde böylesi eylemlerin yeterli olacağı gibi bir yanılsama oluşmuştu. Bu işçilerin, devam etmekte olan kitlesel bir mücadelenin yokluğunda etki yaratabildiğini gördükleri tek eylem biçimi, böylesi sansasyonel eylemlerdi. Öte yandan, Tekel'in yenilmiş olduğu gerçeği hâlâ net bir biçimde görülmüş değildi fakat yukarıda söylediğimiz üzere, militan işçilerin yalıtılmış oldukları açıkça ortadaydı. Böylesi bir yalıtılmışlık, ortaya konulan çizginin biraz daha ılımlı bir hâle gelişini getirecekti. Yazılan bildirgede işgalci işçiler eylemlerini şu şekilde ifade edeceklerdi:

"TEKEL işçileri ve Türk-İş üyeleri bu sabah sendika yetkilileriyle işçilerin sorunlarını görüşüp, taleplerini iletmek istediler. Demokratik bir hakkı kullanmak isteyen işçilerin, sendika yöneticileriyle görüşme istekleri, emniyet yetkilileri tarafından darp edilerek engellendi. Gözaltına alındılar. Gösterilen tepki sonucu gözaltılar serbest bırakıldı. Polisin bu tutumunu kınıyoruz. Bu saldırı, sendikal hak ve özgürlüklerimize, Türk-İş'e, işçi sınıfına yöneliktir; AKP hükümetinin emriyle gerçekleşmiştir (...) AKP Hükümetini uyarmak ve acil taleplerimiz için sendikamız Türk-İş'in daha etkin, kararlı ve mücadeleci bir çizgi izlemesini talep etmek için Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen başta TEKEL olmak üzere Türk-İş'e üye işçiler olarak, sendikamızdan kararlılık belirten bir söz ve uygulama beklediğimizi ifade etmek isteriz".

Devletin bir kurumu olduğunu ve işçilerin mücadelesini devlet namına baltalama amacı güttüğünü defalarca göstermiş olan, kuruluş amacı komünizme karşı mücadele etmek olan Türk-İş'i işçilerden koruyan polisin eylemleri, Türk-İş'e bir saldırı olarak tanımlanıyor, amacın Türk-İş'in politikasını değiştirmesi olduğu ifade ediliyordu.

Böylesi bir görüş Ankara'daki Tekel direnişinin başlarında ifade edilmiş olsaydı, bunu mücadele içerisindeki işçilerin, mücadelenin belirli bir safhasında takındıkları ve mücadele geliştikçe netleşecek ve Türk-İş'e yönelik hatalı tutumunu değiştirmek durumunda kalacak bir ifade olarak görürdük. Öte yandan, ortaya konulduğunda böylesi bir tutumu ancak bitirilmiş bir mücadeleyi canlandırmak isteyen bir grup işçinin mücadelenin yenilgisinin ve içinde bulunulan çaresiz durumun bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkün olacaktır. İşgal teşebbüsünü gerçekleştiren işçiler, Türk-İş'in ne için kurulduğunu, ne olduğunu, mücadelelerini nasıl baltaladığını bilmiyor muydu? Buna inanmak imkânsıza yakın olacaktır. İşçi kitlesinin Türk-İş'e dair gerçeklerden bihaber olduğu, genel olarak cahil olduğu ve benzeri yaklaşımları baştan reddediyoruz. Özellikle militan işçiler, Tekel mücadelesinin en başından beri içerisinde bulundukları sendika konfederasyonunun kuruluş nedenlerinden haberdardılar. Türk-İş ne olduğu ve nasıl bir işlevi olduğuna dair ise, baştan bütün mücadeleci işçilerin tamamı yüzde yüz emin olmasa da, mücadele sonucunda netleştiler. 1 Mayıs'ta kürsüden direnişteki işçilerin okudukları bildiri dahi bunun net bir kanıtıdır. Bu yaklaşımın nedenlerini kanımızca başka yerde aramak gereklidir. Aslında, sınıfın desteğine güvenebilmek bir yana, tam tersini ifade etseler de sınıfın desteğinin arkalarında olmadığı açık olan bu mücadeleci işçiler, açıklamalarında kabul etmek istemedikleri gerçeği yansıtmaktaydı. 2 Temmuz Türk-İş işgali, eyleme katılan az sayıda kişinin dahi çoğu bunu görmek istemese de, üzücü bir eylemdi. Öte yandan, belirtmemiz gerekir ki; üzücü olmanın yanı sıra ciddi anlamda olumsuz bir öneme sahipti. İlk defa, bütün hatalı yönlerine rağmen gerçekleştirilen militan bir eylem ile eylemi gerçekleştiren yaptığı açıklama birbiriyle bariz çelişiyordu. Bundan sonraki süreçte böylesi çelişkiler, kısır bir döngünün hâkim oluşunu getirecekti.

Eylemin başarısızlığından cesaret alan Türk-İş ise, eylemci işçilere iftiralarla azgınca saldıran bir açıklama yayınladı. Açıklamada öncelikle şöyle deniliyordu:

"Tek Gıda-İş Sendikası'nın sahip çıkmadığı ve emek hareketi tarafından dışlanan saldırgan girişimleri, Türk-İş muhatap almayacaktır! Türk-iş Genel Merkezi, 2 Temmuz 2010 Cuma günü sabah 08:00 civarında, kendilerinin Tek Gıda-İş üyesi Tekel işçisi olduğunu söyleyen ve bina içine girerek Türk-İş'i işgale yeltenen bir grubun girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Tekel işçilerinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş Sendikası, bugün Türk-İş Genel Merkezi'ne gönderdiği yazıda, eylemle ilgili olarak, 'sendikanın yetkili organları tarafından alınmış bir karar olmadığını' ve ‘Tek Gıda-İş Sendikası'nın eylemle bir ilgisinin bulunmadığını' bildirmiştir."

Türk-İş, artık Tek Gıda-İş sendikasının kendisine muhalif olduğu yanılsamasını sürdürmeyi gerekli görmüyor, bu yanılsamayı mücadele etmek isteyen işçilere karşı kullanmak cesaretini kendisinde buluyordu. Dahası konfederasyon, militan işçileri açık bir biçimde hedef almaktan ve tehditlerini yenilemekten de çekinmiyordu:

"1 Mayıs Taksim kürsüsüne saldıranlarla; Türk-İş bölge binalarını işgal edenlerle; Türk-İş Genel Merkezi önüne kendini zincirleme teşebbüsünde bulunan ve gece yarıları Türk-İş kapısına dayananlarla, 2 Temmuz Cuma günü Türk-İş'i işgal girişiminde bulunanlar aynı kişilerdir (...) Türk-İş, gerçek Tekel işçisinin mücadelesine de zarar veren bu tür saldırgan girişimleri muhatap almama ve müsahama göstermeme kararlılığını, emek hareketi adına taşıdığı sorumluluk gereği sürdürmektedir. Şöyle ki; 1 Mayıs 2010 Taksim kürsüsünün aynı grup tarafından işgalinin ardından, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK adına yapılan ortak açıklamada, bu tür yaklaşımların ‘teşhir ve tecrit edilmeleri gerektiğine' işaret edilmiştir. Tek Gıda İş Sendikası tarafından sahiplenilmeyen ve emek hareketi tarafından da dışlanan bu saldırgan grubu Türk-İş'in muhatap alması mümkün değildir."

Dahası, konfederasyonun açıklaması, mücadelede ve işgal eyleminde öne çıkan işçilerden bir tanesini iftiralarla açıkça hedef gösterebilecek cüreti kendinde bulmuştu:

"Bu grubun içinde gazetelerde yer aldığı üzere 1 Mayıs 2010 Taksim kutlamalarında Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'ya biber gazı sıkarken fotoğrafı çekilen; Metin Aslan isimli şahıs da vardır. Nitekim Türk-İş'e verilen ve görüşme talep eden dilekçede sadece Metin Aslan'ın imzası bulunmaktadır."

Eğer Türk-İş, mücadele sürerken böylesi bir açıklama yapmak zorunda kalmış olsaydı, bu mücadelenin kontrolünü tamamen yitirmek üzere olduğunun ve buna karşı zavallı bir biçimde son kozlarını oynamakta olduğunu gösterirdi. Öte yandan, bu noktada, eylemci işçileri hedef alan böylesi bir açıklama, bu eylemin başarısızlığından Türk-İş'in, işçi karşısında kazandığı zaferi ilk defa ifade ve belki de idrak ettiği sonucundan başkasını çıkartmak mümkün olamaz.

Nitekim bu eylem sonrasında cesareti artan Tek Gıda-İş sendikası ise, 29 Temmuz itibarıyla işçilere 4-C koşullarını kabul ettirebilmek yönünde çalışmaya başladı. Samsun'un Bafra ilçesinden Tekel işçileri, Tek-Gıda İş'in tutumunu şöyle ifşa edeceklerdi:

"Tekel Direnişi, sendikanın engellemelerine rağmen işçilerin direnci ve kararlılığı ile 78 gün boyunca Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir örnek teşkil etmiştir. 12 Eylül'ün Türkiye halklarının üzerine serptiği ölü toparağını, verdikleri mücadele ile atan Tekel İşçileri ‘Ölmek Var, Dönmek Yok!' sloganı ile çıkmışlardı bu yola. Eylem süreci devam ederken sendika açıkladığı eylem takvimine hiç bir zaman sadık kalmadı. 1 Nisan'da Ankara'da Tekel işçilerini polis ile karşı karşıya getiren sendikacılar o gün Ankara'da bile yoktu. Şimdi de bu süreçte hükümet ile ortak hareket eden sendika Tekel İşçileri'ne 4-C'ye imza atmaları için şubelerine faks çekerek genelgeler yayınlamaktadır. Tekel işçisinin Ankara'da verdiği mücadeleyi hiçe sayarak; yaptığı açıklamalarla işçi sendikası mı yoksa, işveren sendikası mı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır."

Tek Gıda-İş yönetimi, işçilere 4-C'ye geçmelerini, gönderdiği fakslarda şöyle dillendirecekti:

"Tekel'de çalışmakta iken iş akdi feshedilen işçilerin herhangi bir hak kaybına uğramamaları açısından, sürenin sonunu beklemeksizin, mümkün olduğu taktirde Ağustos 2010 ayı içinde, geçici personel (4/C) statüsünde çalışmak üzere başvuru yapmaları, uygun bir çözüm yolu gibi görünmektedir. Böylelikle çalışma hakkı, geçerli bir düzenlemeye dayalı olarak somutlaştırılmış olacak ve bu işçiler Anayasa Mahkemesi ve Danıştay karaları ile hak doğması halinde, uygun çalışma koşulları içinde istihdam edilmiş olacaklardır."

Bafra'dan militan Tekel işçilerinin yayınladıkları bu bildirge, bir süredir militan işçi eylemlerinin başını çeken İstanbul Tekel işçilerinin bildirgelerinde rastlanmayan bir netlikte, yine sendikanın yalnız yönetimini değil, sendikanın kendisini sorgulamakta, Tek Gıda-İş'i bir "işveren sendikası" olarak tanımlamaktaydı. Nitekim Tek Gıda-İş sendikası 9 Ağustos tarihinde bir basın açıklaması yaparak 2 Mart'ta çadırlar kaldırıldığında açıklanan eylem kararlarının iptal edildiğini duyurdu. Yapılan açıklamada iptalin nedeni olarak ise pişkince "1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun ittifakla aldığı karar gereği 4-C'nin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesi" gösterilmekteydi. Sendikanın mücadelenin başından beri işçilere karşı attığı en cüretkâr adımlardı bunlar. Öte yandan Tek Gıda-İş, Türk-İş'in muzaffer çıktığı son kapışmanın ardından, ciddi bir karşılık beklemiyordu. Zira militan işçilerde dahi toparlanıp sendikaya karşı ciddi bir tepki ortaya koyacak moral mevcut değildi. 2 Temmuz sonrasında, Türk-İş işgalini gerçekleştiren mücadeleci işçilerden kimileri, sınıfın başta kamu işçileri olmak üzere mücadele etmek isteyebilecek kimi diğer unsurları ile birlikte "Ankara'ya beş koldan kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirmek" gibi bir fikri gerçeğe dönüştürmek için uğraşıyorlardı. Bilindiği üzere, böylesi bir eylem gerçekleşmedi. Militan işçilerin belirgin bir eylemlilik göstermesi, Ekim ayını bulacaktı. Bu noktaya gelindiğinde ise, sendikanın Tekel işçilerine 4-C'yi kabul ettirme çabaları büyük ölçüde başarılı olmuş, işçilerin büyük çoğunluğu, ailelerini geçindirmek zorunluluğunu iliklerinde hissederek işsizlikle yüz yüze geldikleri için, 4-C'ye geçmişlerdi.

Kendisini 2. Tekel Direnişi olarak adlandıran uzun eylem, 4 Ekim tarihinde böylesi bir arka planda başlatılacaktı. İşçiler, eylemlerini Tek Gıda-İş sendikasının 4. Levent'teki genel merkez binası önünde gerçekleştireceklerdi. Binada bulunan Mustafa Türkel, işçilerin gelişi üzerine çareyi binadan kaçmakta buldu. Tek Gıda-İş'in mücadeleye çağırıldığı basın açıklamasında, işçiler şöyle yazıyorlardı:

"Tekel işçilerinin bugün buradaki sayısına bakarak sakın olaki, işçilerin mücadeleye hazır olmadığı kanaatine varmayın. Bizim temsili olarak gelişimizi yanlış yorumlamayın. Tek Gıda-İş yönetimi de bu yanılgıya kapılmasın. 1 Nisan'dan beri mücadele eden işçilere uygulanan polis ve sendikacı baskısına her kesim gibi Tekel işçileri de sabır ve ibretle izlemekle yetiniyor. Herkesin olduğu gibi Tekel işçilerinin de bir sabrı ve sınırı var. Bu sınırı kimse zorlamaya kalkmasın."

Eğer gerçekten Tekel işçilerinin genelinin sabrı taşmaya yakın idiyse bile, bu İstanbul'daki eylemlere yansımayacaktı. Eylem, işçiler tarafından şu şekilde tanımlanıyordu:

"Bir kez daha Tek Gıda-İş'in kapısındayız. Temmuz ayında Türk-İş Genel Merkezi'ndeydik. Sendika yönetimden Tekel işçileri için verdiği sözleri tutmasını istemek için buradayız."

Burada Temmuz ayında Ankara'da gerçekleşen eylemle bağlantı kuruluyor olması önemliydi, zira 2. Direniş eylemleri de aynı yaklaşımın bir ürünü olacaktı. 2. Direniş, tıpkı Temmuz eylemleri gibi, çelişkili bir biçimde, bir yandan sendikaların mücadeleyi baltalamalarına karşıt bir eylem iken, bir yandan sendikalizm içinde bir çizgi ortaya koymaya çalışacaktı. Zira 4 Ekim'de yapılan basın açıklaması, "Sendika işçilerin evidir!" sloganı ile bitiyordu. Az sayıda eylemci işçi çadırlar kurdular.

18 Ekim tarihinde, İstanbul'da 2. Tekel Direnişini desteklemek amaçlı ilk eylem gerçekleşti. Eyleme yaklaşık bin kişi katılmıştı. Bu eyleme katılım, hiç şüphesiz, destekçilerinin sayısı dahi birkaç yüzü geçmeyen Ankara Türk-İş binası işgal girişimi eylemine kıyasla bir hayli ilerideydi. Öte yandan açıkça yeterli olmaktan bir hayli uzaktı. Eylemde atılan "Kahrolsun Sendika Ağaları!", "Kumlu'yu Alana Türkel Bedava!", "İşçiler Sendika Yönetimine!" gibi sloganlar, yaygın olan hissiyatın ne yönde olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır. Öte yandan, eylemde yapılan basın açıklamasında, "Demokratik, şeffaf, kirlenmemiş bir sendikaya olan ihtiyaç çok açık. Tüm sendikalarda işçilerin ve emekçilerin denetimini sağlamak üzere birleşmeliyiz. Sendikalar, işçiler için sendikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir. Hak alıcı bir işçi hareketi için, işçilerin sendikalaşmasını destekleyelim, sendikaların başındaki bürokratları kovalım" denilerek hâkim çizginin hala taban sendikacılığı minvalinde olduğu ortaya konuluyor olsa da, açıklama son dönemde İstanbul'un başını çektiği militan işçi kesiminden okumaya alışkın olmadığımız netlikte ifadeler de içermekteydi. Açıklamada şöyle deniliyordu:

"Sendika ne yapıyor? Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunu bekliyor! Mücadele etmek isteyen işçileri ‘provokatör, eşkıya' diye suçluyor. Sendikaya işçilerin girişini polis marifetiyle engelliyor (...) Sendikamızın mücadeleden havlu atmış olmasına öfkeliyiz. Bizi yarı yolda bırakmasına kızgınız. Bugün Tek Gıda-İş Genel Merkezinin önünde bekleyişimizin 14'üncü günü. Gelip görenler bilecektir, çadırlarımızı kurduk ve kadrolu iş hakkımız verilene kadar mücadele edeceğimizi ilan ettik. Holding gibi sendika binasında bizim aidatlarımızla yaşayan sendikacılar sıcak odalarında yaşarken, bize sendikanın kaldırımında, yağmurun altında, soğukta çadırlarda yaşamak düştü. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika binası çevik kuvvet otobüsleri, zırhlı araçlar, tazyikli su panzerleriyle korunuyor. Kimden korunuyor? Bizden, işçilerden. Ankara'da polis yine karşımızdaydı ama sendika yanımızdaydı. Şimdi sendika da karşımıza geçti. Bu işte bir terslik yok mu? Soruyoruz: 1 Nisan'da açıkladığı eylem takvimini, her ay Ankara'da olacağız, Ağustos'tan sonra süresiz olarak yeniden Ankara'dayız diye eylem kararını kamuoyuna açıklayıp sonra da uygulamayan sendika olur mu? Aldığı kararları uygulaması için demokratik baskı yapan işçilere, üyelerine "eşkıya" diyen sendika olur mu? Üyesini sendika binasına sokmayan sendikacı olur mu? (...) Tek Gıda-İş yönetimi aldığı kararları uygulamayarak işçiden koptu. Mücadeleden vazgeçti. İşçinin gözünde iki Mustafa yani "Kumlu ve Türkel" arasında fark kalmadı (...) İkincisi, işçilerin hükümete ve patronlara karşı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri sendika yönetimleri. Sendikalarda koltuk çıkarları işçilerin çıkarlarının üzerinde yer alıyor. Yolsuzluklar almış başını gidiyor. Sendikalar denetlenemiyor. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika bürokrasisi işçinin önüne geçen, onu frenleyen en önemli güçlerden biri. Öyleyse, mücadelemizi büyütmeliyiz. Sendika ağaları tabii ki bize engel olacak. Sayımızı çoğaltmak, birlikte mücadele edersek mümkündür (...) Bundan böyle ağa, ağayı, bürokrat bürokratı, işçi işçiyi destekleyecek."

Burada dikkat çekmek gereken önemli bir nokta, pek çok yerde sendikanın kurumsal bir bütün olarak işçilerin karşısında konumlandırılmış olmasıydı. Gerçekleştirilmekte olan eylem ciddi bir sayıya ulaşamamış olsa da mücadele etmek isteyen işçiler ile sendikayı günlük bir düzeyde karşı karşıya koyarak, iki tarafta da belirli bir netliğin gelişmesinin altyapısını sağlamıştı.

24 Ekim'de Şişli Camii'nden AKP binası önüne işçilerin başını çektiği sayısı beş yüzü bulan bir grubun gerçekleştirdiği yürüyüşte konuşma yapan Samsun, Bafra'dan bir Tekel işçisi ise şunları söyleyecekti:

"Bu mücadelemiz sadece 4-C'ye karşı değil, tüm esnek çalışanları, iş güvenliği ve iş güvencesi olmayanları, taşeronda çalışanları, sigortasız ve sendikasız emekçileri birleştirerek yeni bir aşamaya geçebilirse sonuç alacaktır. Yaşasın İşçilerin Birliği!"

Yapılan bu vurgunun ciddi bir önemi vardı; zira sendikalı ve sendikasız işçilerin birliği çağrısı yapması ender rastlanır bir durumdu. Böylesi bir çağrının yapılması, düzen ve sendikalar için, sendika yönetimlerinin değişmesi, sendikaların şeffaflaşması, işçilerin sendikaları denetlemesi ve benzeri doğrultularda yapılan bütün çağrıların hepsinden çok daha büyük bir tehlike arz ediyordu. Eyleme Paşabahçe'de tek başına mücadeleye geçmiş olan Türkan Albayrak ve TÜBİTAK'ta tek başına mücadeleye geçmiş ve nihayetinde işe geri alınmış olan Aynur Çamalan da katılmışlardı. Bu da, sendika yönetimlerine karşı bir eylem niteliği taşıyor, eylemcilerden sıklıkla "Kahrolsun sendika ağaları!" sloganları yükseliyordu. İstanbul'daki çadır eylemi devam ederken başka eylemler de gerçekleşiyordu. 25 Ekim'de Tek Gıda-İş sendikası önünde, sendikacılar ve yaverleri, militan işçilere saldırdılar, özellikle daha önce Türk-İş yönetiminin ismini vererek hedef gösterdiği bir öncü işçiyi ise öldüresiye dövdüler. 31 Ekim'de Taksim'de, 4 Kasım'da ise Ankara'da 200 civarı kişinin katılımıyla eylemler gerçekleşti. İstanbul'daki eylemde militan işçilerin yaptığı basın açıklamasının metni de ciddi kafa karışıklıkları barındırmaktaydı. Bir yandan "mevcut sendikaların bürokratik yapılarını parçalayalım. Tabandan işçilerin sendikalarda söz ve karar sahibi olmasını sağlayalım. İşçilerin, işsizlerin güveneceği sendikalar yaratalım. Örgütsüz, güvencesiz, işçi kesiminin yüzde 95'ini oluşturan kesimlere güven verecek bir sendikal yapı oluşturalım." denilerek daha önce ifade edilenden çok daha radikal bir biçimde de olsa yine eski sendikal çerçevede bir yaklaşım ortaya konuluyordu, fakat öbür yandan "Tekel işçilerinin 2. Direnişi ayrışma noktasıdır; yeni işçi hareketinin başlangıç noktasıdır. Ya TEKEL işçileriyle birlikte güvencesizliğe, esnek çalışmaya, taşeronlaşmaya karşı mücadele edeceksiniz ve bürokratik sendikal yapıları karşınıza alacaksınız, ya da sendika bürokrasisiyle işbirliği yaparak, hükümetin yanında olacaksınız. Üçüncü bir yol bulunmuyor" denilerek, Tekel işçilerinin eylemleri doğrudan mevcut sendikal yapıların karşısına konuluyor ve mücadeleci işçileri destekleyen herkese bu yapıları karşılarına almazlarsa işçilerin karşısında ve hükümetin ve sendika patronlarının yanında olacakları duyuruluyordu.

Bu havaya yapılmış bir çağrı değildi. Burjuva solunun Türkiye "Komünist" Partisi denilen örgütü, aylık yayın organı soL gazetesinde, "TKP TEKEL işçilerinden ne bekliyor?"(!) başlıklı yazısında, eyleme karşı tavır takınmıştı. Eylemi sendika karşıtı olmakla eleştiren (!) bu yapılanma, işlere Tek Gıda-İş'e karşı çıkmamalarını buyurmaktan geri durmamış, bunun yanı sıra, kendi tabanlarından eyleme gitmek isteyenleri geri çekmek için ellerinden geleni yapmış, hatta kendi yapıları içerisindeki Tekel işçilerinin eyleme gitmesini engellemek için bin bir yola başvurmuştu. Yazıda bu yapı şöyle diyordu: "Sendikanın merkez ve şubelerinin basılması ile TEKEL işçilerinin mücadelesinin yükseltileceğini düşünenler de bu boşluğu doldurmaya aday olduklarını ifade etmiş oldu (...) ortaya çıkan tablo, 12 bin TEKEL işçisinden en fazla 10 işçinin yaptığı ‘eylemcik'e dönüşmektedir. TKP bu tabloyu benimsememektedir". Böylesi bir yaklaşım, işçilere açıkça şunu diyordu: sakın ola kendi başınıza hareket etmeyin, sendikanın dibinden ayrılmayın, yoksa on kişi kalırsınız! Sınıf mücadelesinin dengelerini ve evrimini incelemekten aciz, sendika yalakası sözde "komünist" bir yapıya yakışan bir analiz! Bununla birlikte Tekel işçisine yönelik yaşanan darp vakası sonrası bir grup TKP'linin Levent'teki çadırları ziyaret zamanının, bu partinin 90. yılına ithafen yapacağı gecenin hemen öncesine denk gelmesi başka bir aymazlığın göstergesiydi. TKP'liler Tekel işçilerini hazırlamakta olduklara toplantıya çağırdılar. Öte yandan işçiler, gittikleri gecede konuşma yapmak istemelerinin ardından oradaki "yetkili komünistler" gece programını onlara göstererek yer olmadığını, konuşamayacaklarını belirttiler. Levent'teki çadırlarda bulunmayan TKP'li bir Tekel işçisinin konuşma yapması da "ilginç" ve ibretlik bir durum oluşturmuştu. Öte yandan, tutumunda bu örgütlenme de tek başına değildi. Türkiye solunun günlük gazetesi olan nadir yapılarından EMEP denilen örgüt, yapılan eylemlere dair ciddi bir suskunluk içerisindeydi. 25 Ekim'de sendikacıların işçilere saldırısı, bahsi geçen günlük gazetede şu şekilde aktarılıyordu:

"Tek Gıda-İş'in karşısına kurdukları çadırlarda sendikayı protesto eden grupla sendikacılar arasında gerginlik yaşandı.
Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel dün sabah sendikaya geldiği saatlerde burada bekleyen grup Türkel'e yumurta attı. Sendikadaki güvenlikçilerin araya girmesinin ardından bu kez arbede daha da büyüdü. Yaşanan arbede sırasında orada bulunan polisler ise havaya ateş açtılar. Konuyla ilgili olarak açıklama yapan Mustafa Türkel, sendika önünde sadece 4 tane Tekel işçisi olduğunu onların da 4-c'ye başvuru yaptığını ve çalışacakları yerlerin belli olduğunu söyledi. Bu kişilerin kurdukları çadırları kaldırabilmek için böyle provokatif işlere başvurduğunu savunan Mustafa Türkel, ‘Çadırı kurmak değil kaldırmak marifettir. Şimdi çadırları kaldırmak için yol arıyorlar' diye konuştu."

Tarafsızlık kisvesi altında tutulan taraf, kimin ne olarak yansıtıldığını bu haber net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tutum üzerine Aralık ayında bahsi geçen gazetenin genel yayın yönetmeniyle görüşen militan işçilere, eylemlerinin görülmemesi kararının alındığı, talepleri haklı bulunsa da, eylemlerinin haksız bulunduğu, kendilerine dair haber yapılmayacağı ve tarafsız kalınacağı aktarılacaktı. Türkiye solunun sözde "işçi dostu" kimi yapıları açıkça devletin sendikasından saf tutuyorlardı. İşçilerin vurguladıkları ayrışma ciddi bir maddi gerçekliğe dayanarak ifade buluyordu.

Bunun yanı sıra, Kasım ayının başlarında militan işçiler bir bildiri yayınladılar. Daha önceki süreçte sayısız basın açıklaması metni ve eylem bildirgesi hazırlanmış, konuşmalar yapılmış ve bütün bunlar internet üzerinden şu veya bu biçimde yayınlanmış olsalar da, işçiler tarafından yazılı bir yayın çıkartılmamıştı. Bu anlamda böylesi bir bildirinin yayınlanması bir hayli önemli bir adımdı. Bildiride şunlar ifade edilmişti:

"Bizi yarı yolda bırakıp, mücadelemize ket vuran sendikamız, Tek Gıda-İş'in Genel Merkezi'ne polis barikatıyla girişimizin engellenmesinin üzerine; karşısında kurduğumuz çadırlarda gece gündüz sürdürdüğümüz direnişimiz 35 günü geride bıraktı! (7.11.2010) Direnişimize olan destek her gün büyürken, direnişimizin etkisiyle adımlar da atılıyor. Bir aydır sendikanın bahçesinde duran polis panzeri ve çevik otosu görüntüyü kurtarmak için çekildi. Görüntüyü kurtarmak için diyoruz; çünkü, polis yine sendikanın içinde adeta karakolunda durur gibi duruyor."

Ve bildiri şu taleplerle son bulmaktaydı:

"Sendika eylemsizlik kararından vazgeçmelidir. Şu an burada olmayan Tekel işçisi arkadaşlar da yanımıza gelerek direnişimizi büyütmelidir. 4-C kapsamındaki tüm işçiler şimdiden mücadeleye başlamalıdır. Sendikalar 4-C'ye ve güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleyi yükseltmelidir."

Dolayısıyla yine, çelişkili bir biçimde Tek Gıda-İş, bir kurum olarak ele alınıp polis ile işbirliği kurumsal bir düzeyde ortaya konulurken, diğer yandan polis ile işbirliği yapan bu kuruma eylemsizlik kararından vazgeçmesi çağrısı yapılıyordu. 4-C'ye karşı mücadele çağrısı, hem muzdarip olacak işçilere hem de sendikalara yapılmıştı. Eylemlerin boyutunun istenenin çok altında olduğunu gören militan işçiler, bir yandan da yanlarında olmayan Tekel işçilerine eyleme katılma çağrısı yapmışlardı. 7 Kasım'da gerçekleşen bir eylemde yapılan basın açıklamasında ise, Tek Gıda-İş'in eylem kararını yerine getirmesi taleplerinin yerine, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin harekete geçmesi umudu hâkimdi. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, ne geçmişte militan işçiler karşısında Türk-İş ile etle tırnak kadar yakın durmuş olan KESK ve DİSK, ne de TMMOB ve TTB gibi meslek odaları ciddi bir eylemlilikte bulunmadılar. 16 Kasım'da gerçekleşen eylemde, Tekel işçileri yaptıkları basın açıklamasında "DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye geçen hafta yaptığımız çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Sermayenin ve AKP hükümetinin dayattığı, güvencesizliğe, taşeronlaşmaya, esnek çalışmaya karşı mücadele programı oluşturalım ve mücadeleyi birlikte büyütelim. Bu süreçte DİSK, KESK, TMMOB, TTB dahil sendikalardan, meslek örgütlerinden birleşik mücadele yönünde somut bir cevap alamadık. Vaat değil somut bir mücadele programı görmek istiyoruz" denilecekti. Öte yandan bu solcu sendikal ve mesleki örgütlerden destek görme beklentisi karşılıksız kalmaya devam edecekti. DİSK ve KESK'in, direnişçi işçilere karşı Türk-İş'in ve devletin yanında saf tutacağı 1 Mayıs'ta net bir biçimde görülmüş ve Tek Gıda-İş ve Mustafa Türkel'e verdikleri itibar desteği işçilerce sonraki süreçte netçe ifade edilmişti zaten. Bu yanıtsızlık, TMMOB ve TTB'nin de pek farklı olmadıklarını gözler önüne sermekteydi.

23 Kasım'da 2. Direnişi gerçekleştirmekte olan işçiler, Tek Gıda-İş'e ve DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye eyleme geçme çağrıları yapmanın fayda getirmeyişinin net bir şekilde ortaya çıkması üzere, Tekel işçilere geneline bir çağrı yayınladılar. Bu çağrıda şunlar ifade ediliyordu:

"Şu an çalışan ve çalışmayan tüm tekel işçisi arkadaşlara sesleniyoruz.

Tekel işçisi olarak neler başardığımızı, neler yaşadığımızı en iyi sizler biliyorsunuz. Ve gelecekte sizi nelerin beklediğini de iyi biliyorsunuz! Açlık, işsizlik tehdidi, gelecek kaygısı ve güvencesizlik. Bizi bekleyen iyi hiçbir şey yok. Çünkü kaderimizde 4C yazılı. Çalışan arkadaşlar; Ocak ayından itibaren bir kısmımızı 4C'li çalışmak bir kısmımızı ise işsizlik bekliyor. Peki, ne yapacağız? Biz direnen tekel işçileri olarak biliyoruz ki; Kazanmak, beklemekten değil direnmekten geçiyor. Bu yüzden sizi iş işten geçmeden, harekete geçmeye, direnmeye çağırıyoruz (...) Bütün Tekel işçileri biliyor ki; Sendika, Ankara direnişimizi bitirirken açıklanan eylem takvimini iptal etti. Daha sonra; 14 Haziran 2010 günü illerden temsilciler olarak yaptığımız görüşmede, Genel Sekreter Mecit Amaç, ‘gidip tatilimizi yapmamızı, Ağustos'un sonunda gelmemizi, en geç Eylül'ün ortasına kadar KESK'le birlikte dört koldan Anakara'ya büyük bir yürüyüş yapılacağını' söylüyordu. Daha önce; ‘4-C hukuksuzluktur, 4-C angaryadır, 4-C köleliktir.' diye konuşan ‘Bizi köleliğe, bizi 4-C'li olmaya, bizi kölelik düzeninde çalıştırmaya güçleri yetmeyecek.' diyen Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, bizlere 4-C'Yİ imzalattı. Diğer taraftan; son yaptığı açıklamalarda; ‘9700 tekel işçisi 4-C kapsamında geçici olarak kamuda istihdam edilecek. Ancak işçiler memur statüsünde değil ve özlük haklarını alamadı. Sözleşmeli oldukları için 11 aylık çalışmadan sonra sözleşmeler yenilenmeyebilir' diyor. ( 4 Kasım 2010 - Radikal) Bizler bu gerçek nedeniyle sendikamızdan mücadeleye devam etmesini istiyoruz. Bir ayı aşkındır çadırlarımızda bu soruna son vermek için direniyoruz! Türkel ise; kendisinin açıkladığı bu gerçek karşısında hem eylemsizliği seçiyor hem de üyesinin karşısına polis barikatı çıkarıyor. Bu manzarayı protesto için çadır kuran bizleri de karalamaktan çekinmiyor, provokatör ilan ediyorlar."

Kasım sonları ve Aralık başlarında, bu çağrının da etkisiyle, İstanbul dışında, İzmir ve Diyarbakır gibi kimi şehirlerde bir hareketlenme başladı. 11 Aralık Cumartesi günü, Diyarbakır'da, İstanbul'daki 2. Direniş hareketinin temsilcilerinin de katıldığı bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantıda, aylar sonra ilk defa, militan işçilerin stratejisinde bir değişiklik olduğu gözlenebilmekteydi. İstanbul'daki mücadeleci işçiler için, yalıtılmışlıklarının azaldığını hissetmek, deneyimlerindeki başarısız noktalardan belirle dersler çıkartmalarını mümkün kılmıştı. Ankara direnişi sırasında mücadeleye çok fazla şey katmış Diyarbakırlı işçilerin faal bir rol oynamaya başlamasının da olumlu etkisi büyük olacaktır. Nitekim toplantı şu kararları alacaktı:

1. "Tek Gıda İş ile birlikte başladığımız yürüyüşümüzü birlikte devam ettirmek istiyoruz. Ancak Tek Gıda-İş Sendikası yönetimi TEKEL işçilerinin mücadelesini sürdürmemektedir; aldığı kararları uygulamamaktadır. Anayasa Mahkemesinin ise, 4-C konusunda ne zaman ve nasıl karar vereceği belirsizdir. Süreci işçiler olarak örgütlemeye ve sürdürmeye karar verdik.
2. Ankara Direnişinin birinci yıldönümü olan 18 Aralık'ta Ankara'da mücadeleyi yürütmek isteyen bütün işçilerin çağrılarak, durum değerlendirilmesi yapılacaktır. 18 Aralık'ta Ankara'da olmak için çağrı yapılacaktır.
3. Her ilde İşçi Komisyonları Kurulmalıdır.
4. İl Komisyonları birleşip Genel İşçi Komisyonunu oluşturacaktır.
5. İl Komisyonları kendi içinden sözcü seçecektir.
6. Toplantıya katılan işçiler Diyarbakır Geçici İl Komisyonu doğal üyeleri sayılarak, kendi arasından bir sözcü seçmiştir.
7. Ankara'da oluşturulacak Genel İşçi Komisyonu illeri gezecektir.
8. 4-C konusunda, 2011 genel seçimleri ve Türk-İş kongresi de dikkate alınarak illerde eş zamanlı eylem ve etkinlikler düzenlenecektir.
9. 4-C'ye geçen işçilerin çalışma koşulları izlenerek raporlaştırılarak kamuoyuyla paylaşılacaktır.
10. Alınan kararlar diğer illerle paylaşılacak, işçilerin iç örgütlenmesinin biçimleri (platform, dernek, sendika vb.) tartışılarak karar verilecektir."

Bu alınan kararlar pek çok açıdan önem taşıyordu. Öncelikle sendika ilk defa tamamen sürecin dışında olarak açıkça kabul edilmişti ve sendikanın yokluğunda tek alternatif olarak süreci işçiler olarak örgütlemek ve sürdürmek, yani işçilerin öz-örgütlülüğü olduğu vurgulanmıştı. İl il çalışma yapılması ve komisyonların kurulması da, ses getirici eylemler yapmaya kıyasla çok daha yavaş fakat sabırla yürütülürse uzun vadede çok daha ciddi etki yaratabilecek bir doğrultuydu. İşçilerin iç örgütlenmelerinin biçimlerine karar vermenin yolu olarak tartışmanın gösterilmesi de çok ciddi bir önem taşıyordu. Sonrasında yeni kurulmuş olan Diyarbakır Tekel İşçi Komisyonu, 18 Aralık'ta Ankara'da planlanan eylem için yaptıkları çağrıda bu kararları duyurmanın yanı sıra şunları yazacaklardı:

"[İ]ş güvencesi, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili taleplerimizi birleştirip, İstanbul, Diyarbakır ve İzmir başta olmak üzere TEKEL işçileri olarak Ankara'da açıklayacağımız yeni mücadele programıyla birlikte devam ettireceğiz. Azınlık işçi grubu olsak bile, haklı ve meşru mücadeleyi hem AKP hükümetine hem de sendikalarımızın başına çöreklenen sendika bürokratlarına karşı yürütmek zorundayız."

Burada ise, hareket edenin bir azınlık işçi grubu olduğunun vurgulanışı, ikameci yaklaşımın silinmeye başladığını ve militan işçilerin kendilerine ve yapmaları gerekenlere yönelik daha gerçekçi bir bakış edindiklerini gösteriyordu. 18 Aralık'ta planlanan Ankara eylem ise sönük geçti. Siyasi çevrelerden destekçilerin sayısı ise birkaç yüzü ancak buluyordu. Öte yandan bu durum, militan işçilerin 11 Aralık toplantısında ifade edilen doğrultunun haklılığını bir kez daha vurguladığının altını çizmek zorundayız. Eyleme gelen işçiler, İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Bursa, Tokat, Manisa, Bitlis ve Trabzon'dan işçilerin gönderdikleri temsilcilerdi. Gelen işçilerin sayısı yirmiyi bulmuyordu, fakat eylemde yapılan basın açıklaması 11 Aralık Diyarbakır işçi toplantısı kararlarını ileri taşımaktaydı:

"2. TEKEL Direnişi'nin 78. gününde: 4-C'ye, geçici, sözleşmeli, taşeron çalışmaya karşı mücadelemizi Türkiye'ye yaymak üzere çadırlarımızı kaldırıyoruz.

78 gündür Tek Gıda-İş Sendikası başta olmak üzere konfederasyonlara ve tüm sendikalara, meslek örgütlerine sesleniyoruz. Başta 4-C olmak üzere bütün esnek çalışma biçimlerine karşı birleşik mücadele çağrısı yapıyoruz.

Bu çağrımız gerekli karşılığı bulmadı ve 78 gün boyunca ortaya çıkan gerçek şu ki; sendikal hareket, hak arama mücadelesinin uzağındadır; ya da parça parça, kendi alanlarıyla sınırlı kalan mücadelelerle meşguldür. İşçi ve emekçi sınıfların genel çıkarlarını savunmaya yönelik birleşik bir mücadele hattı örülmemekte, örülmek istenmemektedir.

Tekel işçileri olarak işçi sınıfının özlük haklarını savunmak üzere başlattığımız 2. Tekel Direnişi'ni yeni aşamaya sıçratmak üzere, 78 gün önce kurduğumuz çadırları kaldırıp tüm Türkiye'ye açılıyoruz. Nitekim, bu amaçla geçtiğimiz hafta içinde Diyarbakır ve İzmir'de işçi toplantıları düzenledik, işçi komisyonları kurduk.

(...)

18 Aralık'ta Ankara'ya İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Tokat, Manisa, Bitlis, Trabzon, Bursa'dan; on ilden Tekel işçilerinin temsilcileri geldi. Ankara'da yapılan toplantıda, 4-C'ye karşı mücadelemizi "iş güvenceli, insanca yaşamaya yetecek ücret" talebiyle bütün Türkiye'ye yaymaya ve bizim gibi 4-C'de çalışmaya zorlanan işçilerle birleşmeye karar verdik.

Bu nedenle aldığımız kararları uygulamak ve tüm Türkiye'ye yayılacak mücadeleyi örgütlemek üzere, tıpkı birinci TEKEL mücadelesinin 78 günlük direnişine denk gelecek biçimde, ikinci TEKEL Direnişini de 78'inci gününde yeni bir aşamaya sıçratmak üzere karar aldık.

Böylece 2010 yılında iki TEKEL direnişi ve her ikisi de 78'er gün süren mücadeleler olarak tarihe geçmiştir. Şimdi sıra, mücadeleyi büyütmek üzere, tüm Türkiye'ye yayılacak bir mücadeleyi örgütlemek üzere harekete geçmektedir.

Tekel işçileri olarak mücadelemizi Tek Gıda-İş Sendikası olmaksızın devam ettireceğiz. Çünkü Tek Gıda-İş yönetimi, Tekel işçileri artık üyesi olmadığı için onları terk etmiştir. AKP Hükümetiyle anlaşmış ve 4-C'yi işçilere kabul etmeleri için telkinde bulunmuştur.
Verdiği sözleri tutmamış, açıkladığı eylem tarihlerine uymamış ve sürekli biçimde işçileri yanıltmış, yanlış yönlendirmiştir.
Şimdi görev bilinçli işçilerdedir. İşçiler olarak illerde oluşturacağımız İşçi Komisyonları'yla, yeni bir mücadele dönemini başlatacağız. Bu yeni dönemde, merkezinde TEKEL işçileri olmakla birlikte bütün 4-C'liler, güvencesizler, işten atılanlar, haklarını arayanlar yer alacaktır.

(...)

[İ]şçilerin mücadelesinden korkup uzak duran, "sayınız az" deyip destek vermeyen, geleceğini işçilerle değil de sendika bürokrasisiyle birlikte gören sendika ve partileri de bu mücadele içinde tanıdık. Adında halk, emek, komünist, işçi bile yazsa, işçi sınıfı mücadelesiyle değil, sendika bürokrasisiyle işbirliğini tercih edenleri buradan kınadığımızı da açıklamak zorundayız.

İşçi sınıfı öncelikle kendi gücüne güvenmeli, öncelikle kendi iç örgütlenmesini yapmalı, kendi kaynaklarını oluşturmalı ve daha sonra mücadeleye girişmelidir! Çünkü mücadele ayrıştırıyor ve yanınızda olacağını varsaydıklarınızın, an gelip sizinle yan yana olmayacağını da hesap etmek zorundasınız.

İşçi sınıfının bağımsız bir işçi hareketi olabilmesi için, işyerlerinde ve tabanda örgütlü ve bilinçli işçilerin, emekçilerin olması mutlaka gerekli.

İşte bu deneyimlerle, yeni bir mücadelenin başlama işaretini vermek üzere buradayız."

18 Aralık basın açıklaması, 1 Mayıs sonrası süreç sonucunda, militan, mücadeleci, direnişçi işçilerin, çetin deneyimlerden geçtikten ve bu deneyimlerin sonucu olarak çizgileri evirildikten sonra, çok daha net, çok daha gelişkin ve çok daha somut bir biçimde, 1 Mayıs'ta Taksim kürsüsünde ortaya konulan görüşlere geri döndüklerini göstermektedir. Özellikle işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığı, işçi sınıfının kendi öz örgütlülüğünü kurması gerektiği, mücadelenin yayılması gerektiği vurguları ve de genel olarak sendikal harekete ve sendikalizme yönelik yapılan tespitler, bütün ülke işçi hareketi tarihinde belki de ortaya konulmuş en net görüşler arasındaydı. 2. Tekel Direnişi eylemlerinin ciddi sıkıntıları olsa da, elde ettikleri çok büyük bir kazanım olmuştu -ki bu her şeye değerdi: bu hareket, işçi sınıfının mevcut dönemdeki en militan unsurlarının çok ciddi dersler çıkarmalarının önünü açmıştı.

İşçi sınıfının mücadeleleri nasıl doğrusal bir çizgiyle ilerlemiyorlarsa, atılımlar ve geri çekilmeler sınıf mücadelesine nasıl içkinse, mücadelelerin işçilerde oluşturduğu netlik, deneyimlerin sonucu işçi sınıfı içerisinde mücadelenin derslerinin çıkartılması da dolambaçlı bir yol izler. 1 Mayıs sonrası süreçte, militan işçilerin en ciddi kesiminde, yalıtılmışlıktan kaynaklı olarak, bir yandan aktivizmi, öteki yandan ise taban-sendikacılığını savunan bir çizgi ortaya çıkmıştı. Çıkarlarını parçası olduğumuz sınıfımızdan ayrı görmeyen devrimciler olarak, hem geçmişteki yüz yüze görüşmelerimizde, hem de bu yazımızda, yakın zamana kadar hatalı gördüğümüz bu çizgiye yönelik eleştirilerimizi ortaya koymayı bir görev bildik. Öte yandan, bu çizgiyi savunanlar, sendikacılar değil, militan işçilerdi ve de sırf sendikalar karşısında varoluşları bile, sırf mücadeleye içtenlikle devam etmek istemeleri bile, onları düzenin, devletin ve burjuvazinin karşısına koymaktaydı. Defalarca devletin gerek kolluk kuvvetlerinin, gerekse sendikalarının vahşi saldırılarına maruz kaldılar. Hataları olduysa, bunlar mücadele içerisindeki işçilerin hatalarıydı ve ancak yine işçilerin kendilerinin deneyimlerinden çıkarttıkları sonuçlar doğrultusunda düzeltilebilirlerdi. Nihayetinde, bütün mücadele süreçlerinin ve burada farklı unsurların işlevlerinin en net ve kapsamlı derslerini ortaya koyan da aynı işçiler oldular. Bu yüzdendir ki; onların deneyimleri ve deneyimlerinin dersleri sınıfımızın bütününe aittir.

Doğrudur, Tekel mücadelesi yenildi. Tekel işçilerinin çok büyük bir kesimi 4-C'yi imzaladı. Tekel, hükümetin yeni dönemdeki işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarına yönelik başlatmaya niyetlendiği ağır saldırı planı karşısında duran ilk kaleydi. Uzun ve çetin bir mücadelenin ardından bu kale düştü. Sakarya meydanında düzen hüküm sürüyor şimdilerde. Hükümet ise, yeni saldırılarını uygulamak için, 4-C koşullarını işçi sınıfının daha geniş kesimlerine dayatmak için fırsat bekliyor, ellerini kavuşturuyor. Öte yandan sınıf mücadelesi bitmiş değildir. Ocak 1919'da, işçi ayaklanmasının bastırılmasının ardından Rosa Lüksemburg şöyle yazmıştı: "Kitleler mücadeleye hazırdılar ve bu ‘yenilgi'den, tarihsel yenilgiler zincirine yeni bir halka kattılar ki o zincir enternasyonal sosyalizmin gururu ve gücüdür. İşte bu yüzdendir ki bu ‘yenilgi'den geleceğin zaferleri doğacaktır." Aynı durum Tekel'in yenilgisi için de geçerlidir. Tekel yenilmiş olabilir, ama militan Tekel işçileri pes etmemişlerdir ve işçi sınıfının gelecek mücadelelerinde devletin ve onun sendikalarının kâbusu olmaya devam edeceklerdir. Tekel yenilmiş olabilir, ama Tekel'in dersleri işçi sınıfın gelecek mücadelelerine ışık tutacaklardır.

Gerdûn


 

[1] 24 Mayıs'ta Tekel işçileri, sendika konfederasyonlarının 26 Mayıs genel grevine dair tutumlarına karşı çıkarak Türk-İş İstanbul 1. Şube binasını işgal ederek binadan "İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor", "Türk-İş'ten hesap soracağız" yazılı pankartlar sarkıttılar. 25 Mayıs'ta Samsun'da birkaç saat süren işgalin ardından işçiler 26 Mayıs grevinin ardından binaya geri dönebileceklerini ifade ederek eylemlerini bitirdiler. İzmir'de ise Tekel işçileri Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal ettiler. İşçilerin işgaline, kısa bir süre içerisinde onlarla dayanışmak için motorlu taşıt işçileri ve belediye işçileri de katıldı, sonrasında ise mücadele içerisindeki UPS işçileri işgali desteklemek için binanın girişinde eylem yapmaya geldiler. Diyarbakır'da işçilerin Türk-İş binasını işgal edeceğini öğrenen sendikacılar, çareyi binanın kapılarını kilitleyip kaçmakta buldular, işçiler ise bunun üzerine bina önünde oturma eylemi yaptılar. Adana'da binayı işgal etmeye çalışan işçiler polis ve sendikacıların şiddetli saldırısına maruz kaldılar. İşçilere saldıranlar arasında Türk-İş 4. Bölge Başkan Yardımcısı Edip Gülnar da vardı. İşçilere küfürler savuran sendikacıya işçiler "Edip Gülnar'dan hesap soracağız" diyerek yanıt verdiler. Ankara'da ise Türk-İş Genel Merkez binasını işgal etmeye çalışan işçiler önce sendikanın güvenlik elemanları, ardından ise polis tarafından saldırıya uğradılar, altı kişi gözaltına alındı. İşgale destek vermek için yola çıkan Tekel Ankara işletmesi işçileri de yol da alıkonularak gözaltına alındılar. Ankara'da gözaltına alınanlar akşam saatlerinde serbest bırakıldılar.

[2] İstanbul'da ayrıca KESK'in düzenlediği, 3,000 civarı kişinin katıldığı bir eylem, Şişli Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü önünde DİSK'in örgütlediği 400-500 kişilik eylem, sayıları 500'ü bulan Tuzla deri işçilerinin 1 saatlik iş bırakma eylemi, Topkapı Nakliyeciler Sitesi'nde ambar işçilerinin iki saatlik iş bırakma eylemi, Kadıköy Vergi Dairesi'nde ise memurların grevi, ve Kadıköy'de DİSK üyesi belediye işçilerinin sendika konfederasyonlarını protesto ettiği eylem gerçekleşti.

[3] Bunda Muğla'da Kürt öğrenci Şerzan Kurt'un katlinin ardından Türkiye Kürdistanı'nda greve özellikle geniş katılım göstermesinin ve Zonguldak'ta patlama sonrası ciddi bir eylem gerçekleşmesinin payı da büyüktür.

Tags: