DünyaDevrimi tarafından tarihinde gönderildi
1. Geçtiğimiz EKA kongresinin kabul ettiği bildirge ilkin gerçekliğin, kapitalist sınıfın liderlerinin 20. yüzyılın son on yılının başında, özellikle de "Şer İmparatorluğu" olarak adlandırdıkları, "sosyalist" olma iddiasındaki emperyalist bloğun çöküşünden sonra yaptıkları iyimser öngörüleri nasıl kategorik olarak haksız çıkardığını vurgulamıştı. Baba George Bush'un 1991 yılının Mart ayında "uluslararası hukuka" dayanan "Yeni Dünya Düzeni"nin doğuşunu ilan ettiği ünlü beyanının şimdi, kapitalist toplumun içine çekildiği büyüyen karmaşa ortamında ne kadar sürreal gözüktüğünü vurgulamıştı. Bu kahinvari konuşmadan yirmi yıl sonra, özellikle de geçtiğimiz on yılın başlangıcından itibaren, dünya hiç olmadığı kadar bir kaos görüntüsü vermektedir. Birkaç haftalık bir sürede Libya'da son dönemde dünyayı etkileyen kanlı çatışmalar arasında yerini alan yeni bir savaşa, Fildişi Sahili'nde yeni katliamlara ve dünyanın en güçlü ve modern ülkelerinden biri olan Japonya'yı vuran trajediye şahit olduk. Ülkenin bir kısmını yerle bir eden deprem bir kez daha gösterdi ki; bunlar doğal felaketler değil, doğal olguların felaketvari sonuçları. Japonya depremi, aynı zamanda toplumun depremlere direnebilecek binalar inşa etme yetisinin olduğunu gösterdi ki; bu da şüphesiz geçtiğimiz sene Haiti'de gerçekleşen trajedi ve benzerlerini engellemeye yeterli olurdu. Aynı zamanda bu deprem Japonya gibi gelişmiş bir devletin bile önceden planlama yapmaktan aciz olduğunu gösterdi: depremin kendisinin kurbanı çok değildi fakat ardından gelen tsunami birkaç dakikada 30,000 can aldı. Ve yeni bir Çernobil tetikleyerek yalnızca hakim sınıfın ne denli hazırlıksız olduğunu değil, büyücü çırağı rolünü, harekete geçirdiği güçlere söz geçirmekten aciz oluşunu da gözler önüne serdi. Fukushima nükleer enerji santralini işletenin Tepco şirketi ne en büyük sorumluydu ne de tek sorumlu. İnsanlığın muzdarip olduğu ve olacağı felaketlerin sorumlusu, insan ihtiyaçların tatmin edilmesine değil rakip milli birimlerin çılgınca bir kar avına dayanan bir düzen olan kapitalist düzenin bütünüdür. Son tahlilde, Japon Çernobili, varoluşu insanlığın hayatta kalışına bir tehdit teşkil eden kapitalist üretim biçiminin nihai iflasının yeni bir göstergesidir.
2. Dünya kapitalizminin şu anda yaşamakta olduğu kriz, bu üretim biçiminin tarihsel iflasının en doğrudan ve belirgin ifadesidir. İki sene önce bütün ülkelerdeki burjuvazi ekonomik durumun ciddiyetine dair büyük bir panik içine girmişti. OECD "dünya ekonomisi ömrümüzde gördüğümüz en derin ve senkronize gerileme içerisinde"[1] demekten tereddüt etmemişti. Bu kursal kurumunun kendisini genelde ne kadar ihtiyatla ifade ettiğini biliyorsak, hakim sınıfın uluslararası mali düzeninin çökme ihtimalinden, dünya ticaretinin düşüşünden (ki 2009'da %13'ten fazla düşmüştür), temel ekonomilerde gerilemenin derinliğinden ve General Motors ve Chrysler gibi sembol haline gelmiş sanayi işletmelerini vuran veya vurmak üzere olan iflaslar dalgasından ne denli korktuğunu anlayabiliriz. Büyük Buhran'ın hayaleti onlara rahat vermiyordu ve nihayetinde OECD'yi, böylesi şeytanları kovuşturmak için şöyle yazmaya itti: "Kimileri bu ciddi küresel düşüşü "büyük gerileme" olarak nitelendirmiş olsalar da, durum mevcut hükümet politikalarının kalitesi ve yoğunluğu sayesinde 1930'ların Büyük Buhran'ını tekrar edecek bir noktadan uzak kalacaktır".[2] Öte yandan, 18. Kongre bildirgemizde ifade ettiğimiz üzere, "hakim sınıfın bugün yaptığı konuşmalarda dün yaptığı konuşmaları unutması olağandır".
OECD'nin 2011'in baharında yayınladığı Dünya Ekonomi Görünüm Raporu bankacılık sisteminin hayata döndürülmesi ve ekonomik düzelmelerden dolayı ne kadar rahatladığını ifade etti. Hakim sınıf başka bir biçimde hareket etmekten acizdir. Sermayenin karşılaştığı zorluklara dair, ağırbaşlı, küresel ve tarihsel bir görüş geliştiremez, çünkü böylesi bir görüş düzenin karşısındaki kesin kör düğümü keşfetmesini sağlar. Dolayısıyla ancak anlık durumdaki oynamalar temelinde günlük yorumlar yapabilir ve dolayısıyla sürekli kendisini teselli edebilmek için gerekçeler arar hale düşer. Böylelikle de geçtiğimiz iki yılın temel olgusunu, belirli sayıdaki Avrupa ülkesindeki ülke borcu krizini hafife almıştır. Ki bunu, medyanın kimi zaman konuya dair panik halinde olmasına rağmen becermiştir. Gerçekten de, artan sayıda devletin iflas etmesi ihtimalinin gündeme gelişi, kapitalizmin üstesinden gelinmez krizinde batışının yeni bir aşamasını teşkil ediyor. Burjuvazinin onlarca yıldır kapitalist krizin evrimini yavaşlatmak için kullandığı politikaların sınırlarını gözler önüne seriyor.
3. Kapitalist düzen artık şu anda mevcut olan kriz ile kırk yıldır karşı karşıya. Fransa'da patlak veren Mayıs 68 hareketi ve uluslararası düzeyde peşinden gelen proleter mücadeleler böylesi bir düzeye gelebildiler çünkü kapitalist krizin ilk etkilerinden kaynaklı olarak işçi sınıfının yaşam koşullarının dünya genelinde kötüleşmesinden, özellikle de işsizlikteki artıştan teşvik oluyorlardı. Kriz, savaş sonrası dönemin ilk uluslararası iktisadi gerilemesi olan 1973-75 döneminde korkunç bir ivme kazandı. O zamandan beri her defasında daha derin ve daha yaygın gerilemeler dünya ekonomisini vurdu ve nihayetinde bu gerilemeler, 1930'ların hayaletini geri getiren 2008-9 krizi ile doruğa ulaştılar. Yeni bir Büyük Buhran'ı önlemek amacıyla 2009'un Mart ayında G20'nin benimsediği önlemler hakim sınıfın onlarca yıldır uyguladığı önlemlerin önemli bir ifadesi. Özünde ekonomiye hatırı sayılır bir kredi kütlesinin aktarılması noktasına geliyorlar. Böylesi önlemler yeni değiller. Aksine, 35 yıldır kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisinden, kapitalizmin üretimini emebilecek güçte pazarlar bulamama durumundan kurtulmak amacıyla hakim sınıfın uyguladığı politikaların kalbinde yatıyorlar. 1973-5 gerilemesi, üçüncü dünya ülkelerine verilen devasa krediler ile aşıldı, fakat bu 1980'lerin başından itibaren bu ülkelerde gerçekleşen borç krizi ile en gelişmiş ülkelerin ekonomiye bu ciğeri vermek durumunda kaldılar. Dünya ekonomisinin "lokomotifleri" işlevini gören en gelişmiş ülkelerin devletleri ve tabii ki başta ABD oldu. ABD ekonomisinin ciddi biçimde kalkınmasını sağlayan neo-liberal Reagan iktisadı, kendisi "devlet çözüm değil, sorundur" dese de, eşi benzeri görülmemiş miktarlara ulaşan bütçe açıklarına dayanıyordu. Aynı zamanda ABD'nin ciddi ticaret açığı, farklı ülkelerde üretilen metaların orada pazar bulmasını sağladı. 1990'larda Asya "kaplanları" ve "ejderleri" (Singapur, Tayvan, Güney Kore vs.) bir süre "lokomotiflik" işinde ABD'ye eşlik ettiler; dikkate şayan büyüme oranları en sanayileşmiş ülkelerdeki metalar için önemli bir durak oldu. Fakat bu "başarı hikayesi" ciddi bir borçlanma pahasına yazılmıştı ve 1997'de "yeni" ve "demokratik" Rusya'nın, paralarını "komünizmin sonu"nun dünya ekonomisini yeniden ve kalıcı olarak tetiklemesine yatıranları hayal kırıklığına uğratmak pahasına borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesiyle, bu ülkeler de büyük sarsıntılara girdiler. 21. yüzyılın ilk on yılının başında, özellikle ev ipoteklerinin (mortage) başta ABD olmak üzere pek çok ülkede gelişimi ile borç bir kez daha ivme kazanmıştı. ABD dolayısıyla dünya ekonomisinin lokomotifi olma işinin yine baş sırtlayıcısı oldu ama bunun bedeli de özellikle ödemelerin yapılamaması ihtimalini azaltmayı amaçlayan her türlü mali ürün temelinde ABD nüfusu için, borçta devasa bir büyüme oldu. Aslında şüpheli borçların böylesi yaygınlaşması, hiçbir şekilde onların Amerikan ve dünya ekonomisinin başında sallanan bir Demokles'in Kılıcı işlevi görmelerini engellemedi .Tam aksine, yalnızca 2007 çöküşünün ve vahşi 2008-9 dünya gerilemesinin kökünde olan, bankaların sermayesindeki zehirli borçları biriktirebilirler.
4. Dolayısıyla, geçtiğimiz kongremizde kabul edilen bildirgemizin ifade ettiği üzere: "Mevcut iktisadi gerilemenin kökeninde olan yalnızca mali kriz değildir. Aksine, mali kriz yalnızca, aşırı üretimi aşmak için borca kaçmanın sonsuza kadar devam edilemeyeceğini göstermektedir sadece. Er ya da geç, 'gerçek ekonomi' intikamını alacaktır. Başka bir deyişle, kapitalizmin çelişkilerinin temelinde olan aşırı üretim, pazarların üretilmiş metaların bütününü emememeleri, sahneye geri dönmüştür". Aynı bildirge, 2009'da gerçekleştirilen G20 zirvesinden sonra da: "Burjuvazinin bulabildiği tek 'çözüm'... yine borca kaçmaktır. G20 krize bir çözüm bulamamaktadır zira krizin bir çözümü yoktur" demektedir.
Ülke borcu krizi bugün yayılıyor; devletlerin borçlarına sadık kalamamaları olgusu bu gerçeğin muazzam bir göstergesidir. Bankacılık sisteminin iflası ihtimali ve ekonomik düşüşün şafağı bütün devletleri, üretimdeki düşüşten dolayı gelirleri dibe vurmuş olduğu halde ekonomilerine ciddi miktarlarda para pompalamak durumunda bıraktı. Bunun sonucu olarak pek çok ülkede devlet borçları ciddi bir biçimde arttı. İrlanda, Yunanistan veya Portekiz gibi en mağdur durumdaki ülkeler için bu durumun anlamı iflas tehlikesi, yani kamu işçilerinin maaşlarının ve genel olarak borçların ödenememesi ihtimali oldu. O noktadan itibaren, bankalar böylesi ülkeleri, en yüksek faiz oranlarıyla olmadığı takdirde yeni borçlar vermeyi reddettiler, zira bütün bu borçların geri ödeneceğinden emin olamıyorlardı. Avrupa Bankası ve IMF sayesinde faydalandıkları 'kurtarma planları' ise eski borçların üzerine yığılan yeni borçlardan oluşmakta. Durum artık bir kısır döngü olmaktan da çıkarak şeytani bir sarmal halini aldı. Bu planların tek "tesirlilik"leri işçilere, maaşları ve işleri korkunç bir biçimde kesilmekte olan kamu çalışanlarına ama ayrıca eğitim, sağlık ve emeklilik maaşları ve büyük vergi artışlarıyla işçi sınıfının tamamına karşı eşi benzeri görülmemiş saldırılar. Fakat bütün bu işçi sınıfı düşmanı saldırılar, satın alma gücünü fazlasıyla biçerek yalnızca yeni bir gerilemeye katkı sunabilirler.
5. Portekiz, İtalya, İranda, Yunanistan ve İspanya'nın ülke borçları krizi dünya ekonomisini tehdit eden depremin yalnızca ufak bir kesimi. Büyük sanayi güçlerinin çok daha iyi direniyor olmalarının esas nedeni (2008'deki bankacılık krizi öncesinde bankalara da maksimum kredi notunu verebilen) kredi notu kurumlarından AAA almış olmaları değil. Nisan ayında Standard & Poor Ajansı, Nicel Genişleme 3'e yani ABD Federal Devleti'nin ekonomiyi desteklemek için 3. kalkınma planına dair olumsuz görüş beyan etti. Başka bir deyişle, dünyanın bir numaralı gücü borçlarını ödeme kapasitesine 'resmi' güvenin düşmesi tehlikesi ile karşı karşıya; dahası tüm geri ödemelerinin değeri ciddi bir biçimde düşmüş olan dolar kuruyla yapılacağı yönünde büyüyen bir kaygı var. Gerçekten de Çin ve Japonya'nın geçtiğimiz sonbahar ABD Hazine Bonoları yerine devasa miktarda altın ve hammadde alması (ve dolayısıyla ABD Federal Bankası'nın bu bonoların %70 ile %90 arası bir miktarını satın almasına yol açması) bu güvenin çoktan kaybolmaya başladığını gösteriyor. Bu güven kaybı Amerikan ekonomisinin inanılmaz borç miktarını hatırladığımız zaman hiç de mantıksız değil: 2010'un Ocak ayında kamu borcu (Federal Devlet, eyaletler, belediyeler) zaten gayrı-safi milli hasılanın %100'ü kadardı ki bu yalnızca ülkenin toplam borcunun bir kesimi anlamına geliyordu. Aynı toplam borç hanelerin ve öteki mali olmayan kurumların borçlarını da kapsamaktadır. Bu da gayrı-safi milli hasılanın %300'üne tekabül etmektedir. Ve durum öteki büyük ülkelerde de daha iyi değildi: aynı noktada toplam borçlar Almanya gayrı-safi milli hasılasının %280'ine, Fransa'da %320'sine, İngiltere'de ve Japonya'da ise %470'ine tekabül etmekteydi. Japonya'da sadece kamu borcu gayrısafi milli hasılanın %200'üne ulaşmış durumdaydı. Ve bütün kurtarma planlarıyla, bütün ükelerde durum yalnızca daha da kötüye gitmiş vaziyette.
Dolayısıyla, Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve İspanya'nın iflası onlarca yıldır hayatta kalışını borçlara boğulmasına borçlu olan dünya ekonomisinin iflas buzdağının yalnızca görünen kısmını teşkil etmekte. İngiltere, Japonya ve tabii ki ABD gibi kendi para birimine sahip devletler para basarak bu iflasın üstünü örtmeyi başarmış durumdalar (ki tabii ki Avro bölgesinin Yunanistan, Portekiz ve İrlanda gibi ülkeleri böylesi bir olanakları olmadığı için bunu yapamamışlardır). Fakat çetenin başını ABD çekmek üzere, gerçek kalpazanlara dönüşmüş olan devletlerin sürekli yaptıkları bu hile, tıpkı 2008 krizinin gözler önüne serdiği ve neredeyse bütün mali sistemin havaya uçmasına neden olan mali sistemdeki fesat gibi sonsuza kadar süremez. Görülebilir işaretlerden biri dünya genelinde enflasyonun ivme kazanmış oluşudur. Bankacılık alanın devletler düzeyine kayarak, borç krizi kapitalist üretim biçiminin ölümcül krizinde, sarsıntıların şiddeti ve çapını ciddi bir biçimde arttıracak yeni bir aşamaya geçtiğini damgalıyor. Tünelin sonunda kapitalizm için ışık yok. Bu düzen toplumu ancak her daim artan bir barbarlığa götürebilir.
6. Emperyalist savaş, çöküş evresindeki kapitalizmin insanlığı sürüklediği barbarlığın temel ifadesini teşkil ediyor. 20. yüzyılın trajik tarihi bunun en bariz ifadesidir: üretim biçiminin tarihsel kör düğümü ve devletler arası ticaret rekabetlerinin nüksetmesi karşısında, hakim sınıf askeri politikalara ve çatışmalara sürüklenmiştir. Marksist olduğu iddiası taşımayanlar dahil tarihçilerin çoğu için İkinci Dünya Savaşı'nın 1930'ların Büyük Buhran'ından dolayı patlak verdiği açıktır. Aynı çekilde 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerin başlarında zamanın iki bloğu, Amerika ve Rusya arasındaki emperyalist gerilimlerin (1979'da SSCB'nin Afganistan'ı işgali ve ABD'deki Reagan yönetiminin "Şer İmparatorluğu"na karşı başlattığı haçlı seferi), 1960'ların sonundan beri kapitalist ekonomide açık krize geri dönülmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Öte yandan, tarih bize emperyalist çatışmaların nüksetmesiyle kapitalizmin ekonomik krizi arasındaki bağlantının doğrudan veya ani gelişir nitelikte olmadığını göstermiştir. Soğuk Savaş'ın yoğunlaşması, rakip bloğun yıkılmasıyla Batı bloğunun zaferi ile sonuçlanmıştır ama bu durum da nihayetinde Batı bloğunun dağılmasına neden olmuştur. İnsan türünün sonunu hazırlayabilecek olan bir genelleşmiş savaştan şimdilik kurtulmuş gözüksek de, dünya bir askeri gerilimler ve çatışmalar patlamasının altında inim inim inlemektedir. Rakip blokların sonu, bu blokların kendi bölgelerinde dayatabildikleri disiplinin de sonu anlamına gelmiştir. O zamandan beri dünya emperyalist meydanı, dünyanın başat gücünün dünya liderliğini her şeyden önce eski müttefiklerine karşı elinde tutma çabası tarafından şekillenmiştir. 1991'deki Birinci Körfez Savaşı'nın dahi hedefi buydu, fakat başta Yugoslavya'daki savaş olmak üzere 1990'ların bütün tarihi bu hırsı ve bu hırsın başarısızlığını gözler önüne sermiştir. ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ilan ettiği terörizmle savaş ABD'nin önderliğini bir kez daha tasdik etmek için yeni bir çabasından başka birşey olmamıştır, fakat Afganistan ve Irak'ta batıp kalmaları liderliklerini yeniden oturtmayı başaramadıklarını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
7. ABD'nin bu başarısızlıkları Washington'u 1990'ların başından beri izlediği ve dünya genelindeki istikrarsızlığın temel unsuru olan saldırgan politikalardan vazgeçirememiştir. Geçtiğimiz kongremizin bildirgesinde ifade ettiğimiz üzere: "Bu durum karşısında, Obama ve arkadaşları kendilerinden önce gelenlerin savaş yanlısı politikalarını sürdürmekten başka bir çare bulamayacaklar... eğer Obama ABD'nin Irak'tan çekilmesini istiyorsa, bu yalnızca Afganistan ve Pakistan'da elini güçlendirmek içindir". Bin Ladin'in geçtiğimiz aylarda Pakistan topraklarına yapılan bir baskında Amerikalı bir komando tarafından infaz edilmesi bu durumu göstermektedir. Bu "kahramanca" operasyonun şüphesiz seçime yönelik bir yanı da vardır, zira ABD seçimlerine bir buçuk yıl kadar bir süre kalmış durumda. Operasyon özellikle de Obama'yı askeri düzeyde ABD hegemonyasını tasdik ederken yumuşak olmakla suçlayan Cumhuriyetçilere yönelikti; bu eleştiriler özellikle Libya'ya askeri müdahalenin başını Fransız-İngiliz ortaklığının çektiği günlerde bir hayli çoğalmıştı çünkü. Aynı zamanda Bin Ladin'in neredeyse on yıldır Kötü Adam rolünde kullanılmasından sonra, tamamen basiretsiz gözükmemek için artık ondan kurtulma zamanının gelmiş olduğu anlamına geliyordu. Böylelikle ABD, tam da Fransa ve İngiltere Libya'daki Kaddafi-karşıtı operasyonlarında sıkıntı yaşamaktayken, dünyada böylesi bir operasyonu kotaracak askeri, teknolojik ve lojistik araçlara sahip tek güç olduğunu kanıtladı. Bu infaz, dünyaya ABD'nin bir "müttefikinin" milli "bağımsızlığına" tecavüz etmekten kaçınmayacağını, oyunun kurallarını nerede gerekli görürse değiştirme niyetinde olduğunu da gösterdi. Son olarak dünya hükümetlerini bu hareketin değerini selamlamak durumunda bıraktı ki pek çok hükümet bu işi ciddi tereddütler içerisinde yapmak durumunda kaldı.
8. Bütün bunlara rağmen, Obama'nın Pakistan'da yürüttüğü çarpıcı operasyon hiçbir şekilde bölgedeki durumu daha istikrarlı hale getirmeyecek. Pakistan'ın kendisinde, milli gurura atılmış bu tokat burjuvazinin ve onun devlet aygıtının çeşitli kesimleri arasındaki eski çatışmaları yeniden keskinleştirme tehlikesini taşıyor. Aynı şekilde, Bin Ladin'in ölümü, ABD'nin ve Afganistan'daki savaşa katılan diğer ülkelerin bu ülkenin kontrolünü yeniden ele geçirip Karzai hükümetinin kabilecilik ve yolsuzluğun darma duman ettiği iktidarını sağlamlaştırabilmeleri anlamına da gelmiyor. Daha genel olarak her koyun kendi bacağından asılır eğilimini ve dünyanın bir numaralı gücünün otoritesine karşı büyüyen meydan okumaları kontrol altında tutmayı hiçbir şekilde kolaylaştırmayacaktır. Bu meydan okumalar son dönemde bir dizi şaşırtıcı geçici ittifak ile kendilerini ifade etmişlerdir: Türkiye ile İran arasındaki yakınlaşma; İran, Brezilya ve Venezuella arasındaki (stratejik ve ABD karşıtı) ittifak, Hindistan ve İsrail arasında (askeri ve yalıtılmışlığı kırmayı hedefleyen) ittifak; Çin ve Suudi Arabistan arasındaki (askeri ve stratejik) ittifak bu durumun örnekleridir. ABD, özellikle Çin'in büyük bir sanayi gücü olarak mevcut konumunun mümkün kıldığı emperyalist emellerinin hırsla peşinden koşmasını engellemeyi başaramamıştır. Açıktır ki Çin, nüfusuna ve ekonomik önemine rağmen, yeni bir bloğun başını çekecek askeri ve teknolojik araçlara sahip değildir ve olması da olası değildir. Öte yandan bu ister Afrika'da, ister İran'da, ister Kuzey Kore'de isterse de Burma'da Amerikan çıkarlarına biraz daha çomak sokacak araçları olmadığı ve emperyalist ilişkileri niteleyen istikrarsızlık denizine atacak bir taşı daha olmadığı anlamına gelmemektedir. Yirmi sene önce baba George Bush'un öngördüğü ve ABD'nin rehberliğinde gerçekleşeceğini umduğu 'Yeni Dünya Düzeni' gün geçtikçe kendisini yalnızca bir dünya karmaşasından başka bir biçimde sunamaz hale geliyor ki; kapitalist ekonominin sarsıntıları bu durumu ancak daha da şiddetlendirebilirler.
9. Burjuva toplumunun iktisadi, askeri ve ayrıca yakın zaman önce Japonya'da gördüğümüz üzre çevresel her yönünü etkileyen bu kaos karşısında yalnızca proletarya bir çözüm getirebilir. Proletaryanın getireceği tek çözüm de kendi çözümü yani komünist devrim olacaktır. Kapitalist ekonominin çözümsüz krizi ve başını ağrıtan çok sayıdı sarsıntı, bir yandan, işçi sınıfını sömüren sınıfın dayattığı büyüyen saldırılara karşı mücadelelerini geliştirmek zorunda bırakarak, öbür yandan ise onun bu mücadelelerin hareketer olarak tarihin lanetlediği kapitalist üretim biçimiyle nihai yüzleşmenin hazırlığı olduğunu anlamasını mümkün kılarak böylesi bir devrimin nesnel koşullarını teşkil etmektedir.
Bir önceki kongremizin bildirgesinde ifade edildiği üzere "Devrimci mücadelelere ve kapitalizmin devrilmesine giden yol, uzun bir yoldur... Komünist devrim ihtimalinin bilincinin işçi sınıfı içerisinde ciddi bir yankı bulması için, işçi sınıfının kendi gücüne güveniyor olması gereklidir ve bu da kitlesel mücadelelerin gelişimi ile gerçekleşebilir". Çok daha kısa vade için, bildirgede "bugünkü saldırıların temel biçimi, yani kitlesel işten çıkarmalar, ilk aşamada böylesi hareketlerin (yani kitlesel mücadelelerin) ortaya çıkmasını kolaylaştıracak nitelikte değiller... İkinci bir aşamada, işçi sınıfının burjuvazinin şantajına daha az açık olacağı aşamada, özellikle burjuvazi bugün bütün bu bankaları kurtarma ve ekonomiyi canlandırma planlarından dolayı biriken devasa bütçe açıklarını işçi sınıfının tamamına ödetmeye kalkıştığında, işçiler birleşik ve sağlam bir mücadelenin hakim sınıfın saldırılarını geri püskürtebileceği fikrine meyledeceklerdir. İşçilerin geniş çaplı mücadelelerine o zaman şahit olmamız daha olası" noktası açıkça ifade edilmişti.
10. Son kongremizden beri geçen iki yıl bu öngörüyü fazlasıyla doğrulamıştır. Bu dönemde en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfına dayatılan kitlesel işten çıkarmalara ve yükselen işsizliğe karşı geniş çaplı mücadelelere şahit olmadık. Aynı zamanda kamu harcamalarında gerekli kesintilere karşı önemli mücadeleler gerçekleşmeye başlamıştır. Verilen yanıt hala, özellikle bu saldırıların en şiddetli biçimlerde gerçekleştiği Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde, işçi sınıfı son günlerde esasında önemli bir militanlık göstermiş olsa da bir hayli çekingendir. Bir açıdan, saldırıların vahşiliği, hele de 'sol' hükümetlerce uygulandıkları için, işçi saflarında daha da bir güçsüzlük hissi yaratmaktadır. Çelişkili olsa da, saldırıların şiddetinin en düşük olduğu yerlerde, mesela Fransa'da, işçilerin mücadeleciliği 2010'un sonbaharında emeklilik reformuna karşı harekette gördüğümüz üzere en kitlesel biçimde ifade bulmuştur.
11. Aynı zamanda, yakın dönemde tanık olduğumuz en kitlesel hareketler en sanayileşmiş ülkelerde değil kapitalizmin çeperindeki ülkelerde, özellikle de Tunus ve Mısır gibi, burjuvazinin hareketleri dağıtmak için kullandığı vahşi baskıların ardından nihayetinde yerel diktatörlerden kurtulmak zorunda kaldığı çeşitli Arap ülkelerinde gerçekleştiler. Bu hareketler klasik anlamda, yakın geçmişte bu ülkelerde gördüğümüz mücadeleler gibi (mesela Tunus'taki 2008 Gafsa grevi, veya Mısır'da 2007'nin yazında gerçekleşen ve çok sayıda sektörden dayanışma çeken kitlesel dokuma sanayisi grevleri) klasik anlamda işçi mücadeleleri değillerdi. Çoğu zaman, toplumun kamu sektöründen ve özel sektörden işçiler, işsizler ama ayrıca küçük esnaf, zanaatkarlar ve iyi eğitimli gençler gibi farklı kesimlerinin içerisinde bulunduğu toplumsal kalkışmalar biçimini aldılar. Bu yüzden proletarya nadiren doğrudan ve belirgin bir biçimde (mesela Mısır'daki kalkışmanın sonuna doğru gerçekleşen grevlerde) kendisini gösterdi; daha da nadiren başı geken güç rolünü üstlendi. Öte yandan bu hareketlerin kökeninde, ortaya atılan taleplerin çoğunun da ifade ettiği gibi, temelde başka ülkelerdeki işçi mücadelelerin kökeninde olan nedenlerin aynılarını buluyoruz: krizin ciddi bir biçimde şiddetlenmesi ve sömürücü olmayan bütün nüfus nezdinde yol açtığı sefalet. Ve proletarya genelde bu hareket içerisinde doğrudan bir sınıf olarak ortaya çıkmamış olsa da, özellikle işçi sınıfının ciddi bir ağırlığı olan ülkelerde, özellikle kalkışmalara gösterilen derin dayanışma ve karşı tarafın korkunç baskılarına karşı kör ve çaresiz şiddete çekilmeyi engelleyebilme açısından, proletaryanın izleri mevcuttu. Nihayetinde Tunus ve Mısır burjuvazileri, Amerikan burjuvazisinin iyi tavsiyelerine uyup diktatörleri sallama kararı aldılarsa, bu büyük ölçüde bu hareketlerde işçi sınıfının varlığından kaynaklıydı. Bu durumun kanıtlarından biri de Libya'daki hareketin sonucuydu: eski diktatör Kaddafi'nin devrilmesinden ziyade, sömürülenleri kurbanlık koyun olarak kullanan burjuva kesimler arasında uzun bir askeri çatışma çıktı. İşçi sınıfının büyük bir kesiminin (Mısır, Tunus, Çin, Sahraaltı Afrikalı ve Bangladeşli) göçmen işçilerden oluştuğu bu ülkede, olaylara işçi sınıfının verdiği temel tepki ilk günlerde uygulanmaya başlanılan vahşi baskılar karşısında ülkeden kaçmak oldu.
12. Libya'daki hareketin askeri akibeti, NATO güçlerinin çatışmaya dahil olmasıyla, burjuvazinin, Tunis ve Kahire'deki eylemlere kendiliğinden tepkileri dayanışma göstermek ve cesaret ve kararlılıklarını selamlamak olmuş olan gelişmiş ülkelerdeki işçilere yönelik yanılsama yaratma kampanyaları yaratmasını mümkün kılıyor. Özellikle işsizlik ve sefalet yüklü bir gelecekle karşı karşıya olan eğitimli gençliğin kitlesel varlığı, yakın dönemde bir dizi Batı Avrupa ülkesindeki eğitimli gençliğin hareketlerini yankılar nitelikteydi: bu hareketlere örnek olarak 2006'da Fransa'da gerçekleşen CPE karşıtı hareket, 2008 sonunda Yunanistan'da gerçekleşen kalkışma ve grevler, 2010 sonunda İngiltere'deki lise ve üniversite öğrencilerinin eylem ve grevleri, 2008'de ABD'de ve 2010'da İtalya'da gerçekleşen öğrenci eylemlerini örnek verebiliriz. Tunus ve Mısır gibi ülkelerdeki kalkışmaların önemini çarpıtmaya çalışan burjuva kampanyaları şüphesiz bu ülkelerdeki işçi sınıfının taşıdığı özellikle milliyetçi, demokratik ve sendikal yanılgıları sonuna kadar kullandı. Bu durumun bir benzerine 1980-81'de Polonya proletaryasının mücadelesinde şahit olmuştuk.
13. 30 yıl önce bu hareket EKA'nın özellikle yaşadığı dönemde Rusya'daki duruma dair Lenin'in geliştirdiği "zayıf halka" teorisini eleştirel bir biçimde tahlil edebilmesini mümkün kıldı. Bu noktada EKA, Marks ve Engels'in ifade ettiği görüşler temelinde, dünya proleter devriminin işaretinin, bu ülkelerdeki proletaryanın yoğunlaşmış doğasından ve daha da önemlisi burjuvazinin uzun süredir dizdiği en gelişmiş ideolojik tuzaklara en iyi silahların en nihayetinde filizlenmesini sağlayacak tarihsel deneneyimden dolayı kapitalizmin merkezi ülkelerinden, özellikle de Avrupa'nın eski sanayi ülkelerinden yakılacağını savunmuştu. Dolayısıyla, dünya işçi sınıfının gelecekte atması gereken en temel adımlardan biri, yalnızca Batı Avrupa'daki merkezi ülkelerde kitlesel mücadelelerin gelişimi değil, işçi sınıfının demokratik ve sendikal tuzaklardan herşeyden önce kendi mücadelelerini ele alarak kurtulmasıdır. Bu hareketler, temel kapitalist güç olan ABD'de, artan sefaletin on milyonlarca insanları vurduğu işçi sınıfı da dahil dünya işçi sınıfı için bir işaret ateşi olacaktır ve 'Amerikan Rüyasını' gerçek bir kabusa çevirecektir.
14. Fransa'da, Mayıs 68'den beri proletaryası öteki Avrupa ülkelerindeki işçiler için bir atıf noktası olan bir ülkede, 2010 yılının sonbaharında emeklilik reformuna karşı gerçekleşen hareket işçi sınıfının hala sendikaları yakasında atma ve kendi mücadelesini kendi eline alma yetisinde bir hayli uzak olduğunu gösterdi. Aynı gerçekliğe daha da çarpıcı bir biçimde Mart 2011'de Cameron hükümetinin kemer sıkma planlarına karşı İngiliz sendikalarının örgütlediği kitlesel "seferberlik" ile de şahit olduk. Öte yandan, Fransa'daki emeklilik reformu karşıtı harekette, Intersyndicale'in genel hakimiyetine rağmen, farklı şehirlerde bu hakimiyete karşı harekete geçme iradesini ifade eden ve herkese açık kitle meclisleriyle mücadelelerin kontrolünü ele almak ve mesleki ayrımları aşmak isteyen bir dizi "meslekler arası kitle meclisi" ortaya çıktı. Bu işçi sınıfının bu temel adıma doğru yola girdiğinin bir göstergesidir.
Benzer bir biçimde, son dönemde kapitalizmin çeperindeki ülkelerde de çok sayıda mücadele görmüş olmamız, merkezi ülkelerde geleceğin belirleyici mücadelelerinin sınıf hareketlerinin dünya geneline yayılması için bir işaret ateşi işlevi görmesi için koşulların olgunlaşmaya başlamış olduğunu göstermektedir.
Kriz dünya işçi sınıfını, artan bir acımasızlıkla vuracaktır. Öte yandan, burjuvazinin dizdiği tuzaklar ne olursa olsun, proletaryanın önündeki görevin büyüklüğü karşısındaki tereddütleri ne olursa olsun, sınıfımız kitleselliği ve bilinci sürekli artarak mücadele etmek zorunda kalacaktır. Devrimciler olarak görevimiz, proletaryanın tarihten aldığı görevi yerine getirebilmesi için bu yaklaşan kavgalarda sonuna kadar yer almamızdır. Bu görev, bütün barbarlığıyla kapitalizmin devrilmesi ve komünist bir toplumun yeşermesi, zaruret diyarından özgürlük diyarına geçiştir.
EKA, 2011 Bahar
1. OECD, World Economic Outlook Interim Report, March 2009). s.5.
2. Ibid, s. 7.