EKA tarafından tarihinde gönderildi
Tartışma kültürü ne işçi hareketi için, ne de EKA için yeni bir kavramdır. Buna rağmen, tarihin evrimi nedeniyle, yeni yüzyılın başından itibaren EKA, bu kavrama geri dönüp, onu daha yakından incelemek zorunda kaldı. Bu incelemeyi yapmaya iten iki temel gelişme oldu: Birincisi yeni bir devrimciler kuşağının ortaya çıkması ve ikincisi 2000’lerin başlarında EKA’nın yaşadığı içsel krizdi.
Siyasi diyalog ve yeni kuşak
EKA’yı, dışarıya karşı açıklığını ve siyasi diyalog kapasitesini daha bilinçli bir biçimde geliştirmeye iten her şeyden önce ve en önemlisi yeni devrimciler kuşağıyla girilen temas oldu.
Her kuşak insan tarihi halkasındaki bir zinciri oluşturur. Her kuşak üç temel görevle karşı karşıyadır: Önceki kuşağın ortak mirasını edinmek; bu mirası kendi tecrübesi temelinde zenginleştirmek ve bu mirası daha sonra gelecek kuşağa, bu kuşağın kendi başına yapabileceğinden daha fazlasını başarabilmesi için aktarmak.
Bu görevler, kolay olmak bir yana, zor bir uğraşı temsil ediyor. Bunlar aynı zamanda işçi hareketi için de geçerli. Yaşlı kuşağın paylaşabileceği tecrübesi var. Ancak mücadelelerinin yaralarını ve travmalarını da taşıyor; yenilgilerle, hayal kırıklıklarıyla ve kolektif mücadelenin meyvelerinin kalıcı olarak elde edilmesi için çoğunlukla tek bir ömürden fazlasının gerektiği gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalıyor.[1] Bu yüzden eski kuşağın, hem yeni kuşağın enerjisine ve hevesine, hem de yeni kuşağın yönelttiği sorulara ve onun dünyayı yeni gözlerle görme kapasitesine ihtiyacı var.
Fakat kuşaklar birbirlerine ihtiyaç duysalar da, gerekli olan birliği oluşturma kapasiteleri kendiliğinden oluşmaz. Toplum, geleneksel ulusal ekonomiyle arasına ne kadar mesafe koyarsa ve kapitalizm üretici güçler ile toplumun tümünü ne kadar hızlı ve devamlı olarak “devrimcileştirirse”, bir kuşağın deneyimleriyle başka bir kuşağın deneyimleri arasındaki fark o kadar büyük oluyor. Kendi türünün en iyisi olmak için yapılan rekabete dayanan kapitalizm, herkesin herkese karşı mücadelesini yaratırken, kuşakları da birbirlerine düşürüyor.
Bu çerçevede, EKA, kendisini bu bağlantıyı kurma görevine hazırlamaya başladı. Fakat bu hazırlıktan daha önemlisi, tartışma kültürü kavramına daha büyük bir anlam yüklememizi sağlayan yeni kuşakla tanışma deneyimiydi. Bu soruna, “1968” kuşağından çok daha büyük önem yükleyen bir kuşakla karşı karşıyaydık. Bu değişimin, işçi sınıfının tümü düzeyindeki ilk önemli göstergesi, iş bulmanın zorlaşmasını getirecek yasalara karşı, 2006 baharında, Fransa’daki öğrencilerin kitlesel hareketiydi. Burada, özellikle genel toplantıların içerisinde, mümkün olan en özgür ve en geniş tartışmaya dair vurgu bir hayli çarpıcıydı. Buna karşı, altmışların sonlarında gelişen öğrenci hareketinin özelliklerinden birisi, siyasi diyaloga kapalı olmasıydı. Bu farklılık, en başta, bugünün öğrenci çevresinin 40 yıl öncekinden çok daha büyük ölçüde proleterleşmiş olduğu gerçeğinin ifadesidir. Yoğun ve geniş seviyede tartışmalar, her zaman kitlesel proletarya hareketlerinin temel niteliklerinden biri olmuştur. 1968’de Fransa’da ve 1969’da İtalya’da ortaya çıkan işçi toplantıları da bunun örneklerini oluşturmuştur. Fakat 2006’da gençliğin, daha yaşlı kuşaklara karşı açık bir tutumu ve yaşlı kuşakların tecrübelerinden öğrenme istekleri de mevcuttu. Bu, mesela, Alman öğrenci hareketinin Almanya’da 1960’ların sonlarında, o dönemki havanın belki de en karikatürize ifadesi olan tutumundan bir hayli farklıydı. Bu hareketinin sloganlarından biri “30 yaşından büyük herkes toplama kamplarına” diyordu! Bu kavramla birlikte, insanların bağırarak birbirlerini susturmaya çalışması, “rakip” toplantıları şiddet kullanarak dağıtmaya çalışması gibi uygulamalar gerçekleşiyordu. İşte tam da burada, psikolojik düzeyde, bir protesto biçimi olarak terörizmin sadece Almanya’da değil, İtalya’da da gelişmesinin ardındaki nedenlerden birini görebiliriz. Bu sorunun kökeninde işçi sınıfının kuşakları arasındaki devamlılığın kırılmış olması yatıyordu. Çünkü kuşaklar arası ilişki, diyalog kapasitesini geliştirmek için çok öncesinden beri ayrıcalıklı bir zemin oluşturur. 1968 kuşağının militanları, ailelerinin kendilerini kapitalizme “sattıklarını” düşünüyor veya onları Almanya ve İtalya’da olduğu gibi faşistlerden ve savaş suçlularından oluşan bir kuşak olarak görüyorlardı. 1945 sonrasında, çocukları kendilerinden daha iyi bir hayat yaşayabilsin diye korkunç bir sömürüye göğüs geren işçiler için, çocuklarının kendilerini “üçüncü dünyanın sömürülmesi”nin kaymağını yiyerek yaşayan “asalaklar” olarak nitelendirmeleri acı bir hayal kırıklığı olmuştu. Fakat o dönemin aile kuşağı da diyalog kapasitesini büyük ölçüde kaybetmiş ya da diyalog kurmayı öğrenmeyi hiç başaramamıştı. Bu kuşak, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemleri ile bu dönemlerde ortaya çıkan faşist, Stalinist ve sosyal demokrat karşı-devrim tarafından vahşice yaralanmıştı.
Buna karşı 2006’da, Fransa’da yeni ve bir hayli verimli bir yaklaşım ortaya çıktı.[2] Zaten birkaç yıl önce, yeni kuşağın bu kaygısı, işçi sınıfının devrimci azınlıkları tarafından açıklanmıştı. Bu azınlıklar, siyasi hayat sahnesine çıktıkları andan itibaren, sekterliğin ve tartışmanın reddinin kendilerine ait eleştirisiyle silahlanmışlardı.
İfade ettikleri ilk taleplerden biri tartışmanın bir lüks olarak değil, aksine kesin bir zorunluluk olarak görülmesi; tartışmakta olanların birbirlerini ciddiye alması, dinlemeyi öğrenmesi; bu kavgada silahların, kas gücü ya da ahlaki veya teorik “yetkililere” başvurmak olmadığının, fikirler olduğunun kabul edilmesiydi. Bu yoldaşlar, enternasyonalist proleter safları, gruplar arasında yoldaşça tartışma eksikliği nedeniyle (haklı olarak) eleştirdiler (ve bu durum gerçekten çok şaşırdılar). Marksizmin bir dogma olduğuna dair, eleştirmeden kabul etmeleri söylenen fikirleri çok vakit kaybetmeden reddettiler. [3]
EKA da bu yeni kuşağın kendisine verdiği tepkiye şaşırdı. EKA’nın açık toplantılarına giden bu yoldaşlar, dünyanın her yerinden EKA ile temasa geçenler, EKA’nın ilişki içine girdiği ve tartışmaya başladığı farklı siyasi gruplar ve eğilimler, EKA’nın proleter doğasının, programatik ilkelerinde olduğu kadar, davranış biçiminde ve özel olarak da nasıl tartıştığında görüldüğünü söylediler.
Yeni kuşağın bu soruna dair bu derin kaygısı nereden geldi? Biz, bunun, kapitalizmin bugün 1968’de olduğundan çok daha derin, ciddi ve tehlikeli boyutlara ulaşmış olan tarihsel krizinden kaynaklandığı kanısındayız. Bu durum, sorunu kökünden kavrayacak en radikal kapitalizm eleştirisini gerektiriyor. Burjuva bireyciliğinin en yıkıcı özelliklerinden biri tartışma kabiliyetini, özellikle de insanların birbirlerini dinleme ve birbirlerinden öğrenme kapasitesini ortadan kaldırıyor olmasıdır. Diyalogun yerini retorik alıyor; galip gelen (burjuva seçimlerinde olduğu gibi) en fazla ses çıkartabilen oluyor. Tartışma kültürü, insan dili sayesinde, insanlığın geleceğini taşıyan sınıfın birincil silahı olarak, bilinci geliştirmenin temel yolu. Proletarya için de yalıtılmışlığı ve sabırsızlığı yenerek, mücadelelerini birleştirmeye yönelmenin tek aracı. Bu kaygının bir diğer yönü ise, Stalinizm kâbusunun üstesinden gelme mücadelesi. Bugün enternasyonalist ilkelere yönelen militanların büyük çoğunluğu solcu çevrelerden geliyor ve bu çevrelerin etkisini barındırıyor. Bu çevre ise, çöken burjuva ideolojisinin ve davranışlarının sosyalizm kılıfındaki bir karikatürünü sunuyor. Bu militanlar, siyaseten fikirlerin karşılaştırılmasının “burjuva liberalizmine” eşit olduğuna ve “iyi bir komünist”in çenesini tutan, zihnini ve duygularını devre dışı bırakan biri olması gerektiğine inandırılarak yetiştirilmişler. Karşı-devrimin can çekişmekte olan bu etkilerini, bugün üzerlerinden atmaya kararlı olan yoldaşlar, bunun için, sadece karşı-devrimci pozisyonların değil, aynı zamanda karşı-devrimin zihniyetinin de reddedilmesi gerektiğini anlıyorlar. Bunu yaparken, işçi hareketi geleneğinin tekrar oluşturulmasına katkıda bulunuyorlar ki bu gelenek, karşı devrim, onun organik devamlılığında bir kırılma yarattığında, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. [4]
Örgütsel krizler ve monolitizme doğru eğilimler
EKA’yı tartışma kültürü konusunu derinlikli incelemeye iten ikinci önemli olay ise EKA’nın 2000’lerin başında, örgütün saflarında görülmüş en habis davranışların ortaya çıktığı içsel krizdi. Tarihinde ilk defa, EKA bir değil birkaç militanını üyelikten çıkarmak durumunda kaldı.[5] Krizin başında, EKA’nın Fransa’daki şubesinde merkezileşmeye dair zorluklar ve farklı fikirler mevcuttu. Bu farklılıkların, kendi başlarına bir örgütsel krize yol açmaları için hiçbir neden yoktu. Krizin nedeni de bu farklılıklar değildi. Krize neden olan tartışmanın reddedilmesi, farklı fikirleri savunan kişilerin şahsi saldırılarla karalanmaya ve yalıtılmaya çalışılmasıydı. Krizin ardından EKA, kendi tarihindeki tüm krizlerin ve bölünmelerin kökenlerini incelemeye karar verdi. Bu konunun farklı açılarını ele alan bazı çalışmalar da yayımlandı.[6] Vardığımız sonuçlardan biri, EKA’nın yaşadığı bölünmelerde, monolitizme doğru eğilimin önemli bir rol oynamış olmasıydı. Fikir ayrılıkları ortaya çıkar çıkmaz bazı üyeler diğerleriyle artık çalışamayacaklarını, EKA’nın Stalinist bir örgüte dönüştüğünü veya yozlaşma sürecinde olduğunu söylemeye başladılar. Bu krizler monolitik olmayan bir örgütte, pekâlâ var olabilecek fikir ayrılıkları nedeniyle patlak verdiler. Her halükarda, bu fikir ayrılıkları bir bölünme gerçekleşmeden önce tartışılmalı ve netleştirilmeliydiler. Ne zaman temel ilkelere dair fikir ayrılıkları olsa, örgütsel bir bölünmeden önce meselenin özünü kavrayan, sorunun temeline inen en kolektif netleşmenin gerçekleşmesi gerektiğini her zaman savunmuş sol komünist İtalyan Fraksiyonu geleneklerine özel olarak dayanan bir örgüt içinde, monolitik eğilimlerin tekrar tekrar ortaya çıkmış olması şaşırtıcı bir durum.
EKA, bugünkü komünist sol içerisinde, (Bilan Dergisi etrafındaki) İtalyan Fraksiyonu’nun ve Fransız Komünist Solu’nun (GCF, Gauche Communiste de France) örgütsel geleneğini özel olarak sahiplenen tek akım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İtalya’da kurulan Enternasyonalist Komünist Partisi’nden gelen grupların aksine, İtalyan Fraksiyonu her zaman Stalinist karşı-devrime tepki olarak ortaya çıkan komünist solun diğer uluslararası akımlarının, özellikle Alman ve Hollanda komünist sollarının, tamamen proleter niteliğini tanımıştı. Onları “anarko-kendiliğindenci” veya “sendikalist” diye bir kenara atmak bir yana, onlardan öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti. Hatta “konseyci” akımı oluşturmaya başlayanlara karşı yönelttiği temel eleştiri, bu akımın İkinci Enternasyonal’in ve özellikle Bolşevizmin yaptığı katkıları reddedişinde ortaya çıkan sekter yaklaşımına karşıydı.[7] Bu yönüyle, İtalyan Fraksiyonu, karşı-devrimin en azılı olduğu dönemlerde bile, sınıf bilincinin kolektif olarak geliştiğini ve hiçbir partinin veya geleneğin bu gelişimin kendi tekelinde olduğunu iddia edemeyeceğini savunan Marksist anlayışı korudu. Bu fikri takip eden doğal sonuç ise bilincin kardeşçe, yoldaşça, herkese açık, enternasyonal tartışma olmadan geliştirilemeyeceğiydi.[8]
Fakat bu çok önemli anlayış EKA’nın temel mirasının bir parçası olsa da, onu pratikte gerçekleştirmek pek kolay sayılmaz. Tartışma kültürü, yalnızca burjuva toplumunun akıntısına karşı geliştirilebilir. Kapitalizmin içerisindeki doğal eğilim fikirlerin netleştirilmesi değil şiddet, manipülasyon ve (en iyi örneği burjuva demokrasisinin seçim sirki olan) çoğunlukların kazanması olduğu için, proleter örgütlerin içerisine bu etkinin sızması, her zaman kriz ve yozlaşma mikroplarını da beraberinde getiriyor. Bolşevik Partisi’nin tarihi bu durumun mükemmel bir örneği. Parti, devrimin mızrak başı, öncü kolu olduğu zamanlarda gerçekleşen canlı ve pek çok zaman ihtilaflı tartışmalar, parti yaşamının en temel niteliklerinden biriydi. Buna karşı, (Kronstadt katliamından sonra) gerçek fraksiyonların yasadışı ilan edilmesi, partinin yozlaşmakta olduğunun başlıca işareti ve bu yozlaşmanın faal bir etmeniydi. Benzer biçimde, Enternasyonalist Komünist Partisi’nin (Parti Communiste Internationaliste) kurulma sürecini karakterize eden çelişkili ilkelerin “barışçıl olarak bir arada varolması” pratiği (başka bir deyişle tartışılmaması) veya Bordiga ve destekçilerinin monolitizmin erdemlerini teorize etmeleri, sadece 20. yüzyılın ortalarında proletaryanın yaşadığı tarihsel yenilgi çerçevesinde değerlendirilebilir.
Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA’nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir. Bugün, bu olgunlaşan süreçte başlıca rol ise yeni kuşağındır.
Tarihte tartışma kültürü
Tartışabilme kabiliyeti, işçi hareketinin en önemli niteliklerinden biri olagelmiştir. Fakat tartışma, bu hareketin icadı değildir. Diğer bütün önemli alanlarda olduğu gibi bu alanda da, sosyalizm mücadelesi insanlığın en iyi ürünlerini içselleştirip kendi ihtiyaçlarına uyarlamıştır. Bunu yaparken, bu nitelikleri daha yüksek bir düzeye taşıyarak dönüştürmüştür.
Temel olarak, tartışma kültürü insanlığın son derece toplumsal olan doğasının bir ifadesidir. Özellikle insanların dili kullanmasıyla oluşan bir niteliktir. Dilin bilgi aktarmak için bir araç olarak kullanılması, insanlığın pek çok hayvanla paylaştığı bir özellik. İnsanı, doğanın geri kalanından bu seviyede ayıran ise, (mantık ve bilimin gelişimine bağlı olarak) argümanlar geliştirme, bu argümanları birbirleriyle karşılaştırma ve diğer insanları tanımaya çalışma (insanın kendisini diğer insanlarla özdeşleştirme yetisinin gelişimi, her şeyden önce sanatın gelişimiyle bağlantılıdır) kapasitesidir.
Sonuç olarak bu yeni bir özellik değildir. Hatta sınıflı toplumlardan önce ortaya çıkmış ve insanlığın yükselişinde belirleyici bir rol oynamıştır. Mesela Engels, Homerik dönemde Yunanlıların, ilk Germanik kabilelerin veya Kuzey Amerika’daki Iroquoislerin genel toplantılarından bahseder ve özellikle Iroquoislerin tartışma kültürünü över. [9] Ne yazık ki, 19. yüzyılda Lewis Henry Morgan’ın ve onun çalışmalarını izleyen kişilerin çığır açıcı çalışmalarına rağmen, bu alandaki daha eski ama şüphesiz belirleyici gelişmelerle ilgili bilgilerimiz yeterli değil.
Biliyoruz ki; felsefe ve bilimsel düşüncenin yaygınlaşması, mitoloji ve naif gerçekçilik – çelişkili ve ayrılmaz antik ikili – sorgulanmaya başladığında mümkün oldu. Felsefe ve bilimsel düşüncenin başlangıcının her ikisi de bu dönemde anlık tecrübeyi derin bir biçimde anlama kabiliyetinden yoksunluğun tutsaklarıydı. O dönemdeki insanın pratik tecrübesi üzerine düşünceleri, doğal olarak diniydi. “İnsanlar, kendi fiziksel yapılışları konusunda tam bir bilgisizlik içinde ve düşlerindeki görüntülerin dürtüsü altında bulundukları en eski zamanlardan beri kendi düşünceleri ile duyumlarının kendi öz bedenlerinin bir eylemi olmadığı, ama bu bedende oturan ve ölüm anında bu bedenden ayrılan ayrı bir ruhun işi olduğu düşüncesine varmışlardır — bu andan sonra da bu ruhun dış dünya ile ilişkileri üzerine kendilerine birtakım fikirler yaratmak gerekmiştir. Eğer ölüm anında, bu ruh bedenden ayrılıyor ve kendi yaşamını sürdürüyorsa, ona ayrı özel bir ölüm yakıştırmak için hiçbir neden yoktu ve böylece, gelişmenin o aşamasında, hiç de bir avunma gibi değil, ama tersine, kendisine karşı elden hiçbir şey gelmeyen bir yazgı, hatta sık sık, özellikle Yunanlılarda, gerçek bir kötü yazgı, bir felaket gibi görünen ruhun ölümsüzlüğü fikri doğdu”. [10]
Kültürün ve üretici güçlerin oldukça yavaş gelişiminin ilk adımları, bu naif gerçekçilik çerçevesinde atıldı. Büyüsel düşünce, içerisinde özellikle bir derece psikolojik bilgelik barındırsa da, her şeyden önce açıklanamayanı açıklama ve dolayısıyla korkuyu sınırlama işlevini görüyordu. İkisi de insanlığın gelişimine önemli katkılar yaptılar. Fakat naif gerçekçiliğin materyalist felsefeyle herhangi bir bağı olduğu düşüncesi veya materyalist felsefenin naif gerçekçilikten doğduğu düşüncesi temelsizdir.“Uçların buluşumu, diyalektiğin popüler bilince geçen eski kanunlarından bir tanesidir. Fantazmagorinin, saflığın ve batıl inançların en uç derecisini ararken, nesnel dünyayı kendi öznel düşüncesinin çerçevesine sokmaya çalışan Alman doğa felsefesinin bilimsel doğrultusunda değil de daha ziyade zıt yönde, yani salt tecrübeye dayanarak düşünceye nefretle bakan ve düşüncesizlikte en uç noktaya varmış okulun doğrultusunda hareket edersek hataya düşmüş olmayız. İngiltere’yi bu okul yönetmektedir.” [11]
Engels’in belirttiği gibi, din, yalnızca büyüsel dünya görüşünden değil aynı zamanda naif gerçekçilikten de doğmuştur. Dinin dünyaya dair ilk ve çoğunlukla cüretkâr genellemeleri zorunlu olarak otoriter bir nitelik edinirler. Mesela ilk tarım toplumları kısa süre içerisinde yağmura bağlılıklarını anlarken, yağmur yağması için gereken koşulları anlayabilmekten çok uzaktılar. Bir yağmur tanrısının icat edilmesi, rüşvet veya adakla doğanın gidişatı üzerinde etkili olunabileceği izlenimi yaratan, insanın kendini güvenceye almasına yönelik, yaratıcı bir eylemdi. Homo sapiens, varoluşunu güvence altına alması, bilinç gelişimine bağlı olan bir türdür.
Bu anlamda diğer türlerin önceden karşılaşmadığı bir sorunla karşı karşıya kaldı: bilinmeyene karşı duyulan felç edici korku. Dolayısıyla bilinmeyene dair yapılan açıklamalar hiçbir şüpheye yer bırakmayacak nitelikte olmalıydı. Bu ihtiyaçtan ise, onun en gelişkin ifadesi olarak, tanrı inancına dayanan dinler doğdu. Bu dünya görüşünün tüm duygusal temelini bilgi değil inanç oluşturur.
Böyle bir ilkel zihinsel “iş bölümü”nde, madalyonun diğer yüzünde ise naif gerçekçilik duruyor. Anlık pratik duyularla açıklanamayan her şey zorunlu olarak büyü dünyasına itiliyor. Dahası pratik anlayışın kendisi de animizm ile başlayan dinsel çerçevenin içine oturuyor. Böylece bütün dünya fetişleştiriliyor. İnsanların bilinçli olarak gerçekleştirdikleri üretim ve yeniden üretim süreçleri bile irademiz dışında kişileştirilmiş güçlerin yardımıyla gerçekleşiyormuş gibi görünüyor.
Böyle bir dünyada, modern anlamıyla tartışmaya çok fazla yer olmadığı ortada. Bundan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, yeni bir özellik daha güçlü bir biçimde kendisini dayatmaya, din ve “sağduyu” ikizlerine doğrudan meydan okumaya başladı. Eski geleneksel düşüncenin kendi karşıtına dönüştürülmesi bağlamında, bu yeni özellik tam da eski geleneksel düşünce biçiminin içerisinden doğup gelişti. Böylelikle, sınıflı toplumları önceleyen-örneğin Çin’de yin/yang, erken/kadın gibi karşıtlıklarda ifadesini bulan- erken diyalektik düşünce; bilim, felsefe ve materyalizmde temellenen bir eleştirel düşünceye dönüştü. Ancak tüm bu gelişimi, “tartışma kültürü” dediğimiz şey olmadan düşünmemiz mümkün değil. Yunancadaki diyalektik sözcüğü de gerçekte diyalog ya da tartışma anlamına gelir.
Peki, bu yeni yaklaşım nasıl ortaya çıktı? Çok genel hatlarıyla söyleyecek olursak, bu yaklaşım, toplumsal ilişkiler ve bilgi dünyasının genişlemesi sonucu ortaya çıktı. Engels’in de sıklıkla vurguladığı gibi, sağduyu ancak ve ancak kendi evinin dört duvarı ardında güçlü ve sağlıklı bir çocuktur. Onun dışına çıkıp kocaman dünyanın içine girdiği anda, her türlü aksiliğe maruz kalabilir. Ancak, dinin korkuları yatıştırmak hususundaki sınırlılıkları da ortaya çıkmıştır. Gerçekte din, korkuyu yatıştırmaktan çok onu dışsallaştırmıştır. İnsanlık, nefsi müdafaa araçlarından yoksun olduğu bir anda, kendisini alt edecek bir dehşet ile böylesi bir mekanizma sayesinde baş edebilmiştir. Ama bunu yaparken de, duyduğu korkuyu kendisine hükmeden ilave bir güce dönüştürmüştür.
Henüz açıklanamıyor olanı “açıklamak”, aslında gerçek bir araştırmayı reddetmektir. Din ve bilim, inanç ve bilgi ya da -Spinoza’nın ortaya koyduğu haliyle- teslimiyet ve araştırma arasındaki mücadele de bu şekilde doğdu. Yunan felsefesi, başlangıçta dine karşı ortaya çıktı. Bilinen ilk filozof olan Thales, mistik dünya görüşünü çoktan terk etmişti. Onu takip eden Anaksimander, doğanın kendisinden doğru açıklanmasını gereğini dile getirmişti. Yunan düşüncesi, aynı zamanda, naif gerçekçiliğe karşı ilan edilmiş bir savaştı. Heraklit, nesnelerin özünün alınlarında yazmadığını iddia eder. Ona göre, “doğa kendisini saklamayı sever”. Marks’ın benzer şekilde ortaya koyduğu gibi “nesnelerin dış görünüşleriyle özleri doğrudan uyuşsaydı, bütün bilimler fuzuli olurdu”. [12]
Bu yeni yaklaşım, hem inanca hem de gündelik hayatın akidesi olan gelenek ve önyargıya meydan okuyordu (Almancada inanç ile ilgili ve birbiriyle bağlantılı iki kelime vardır: İlki inanç anlamına gelen “Glaube”, ikincisi ise batıl inanç anlamına gelen “Aberglaube”). Teori ve diyalektik ise tüm bunların karşısına konumlandırılmıştı. “Teorik düşünce her ne kadar küçümsense de, teorik düşünce olmaksızın iki doğal hakikati birbiriyle ilişkilendirmek ya da aralarındaki bağı anlamak imkânsızdır.”[13]
Artan toplumsal ilişki, elbette ki, üretici güçlerin gelişimi ile bağlantılıdır. Burada, mevcut düşünce biçimlerinin yetersizliği sorunu, kendi çözümüne dair araçlarla birlikte karşımıza çıkmaktadır. Bu araçlardan en öncelikli ve en önemli olanı insanın kendisine ve özellikle de insan düşüncesinin gücüne duyduğu güvenin artmasıdır. Bilim, ancak ve ancak şüphe ve belirsizliğin varlığını kabullenme kapasitesi ve bunlar karşısında bir hazır olma durumu varsa ortaya çıkabilir. Din ve geleneğin hâkimiyeti karşısında, bilimin gerçekliği mutlak değil görecelidir. Böyle olduğu ölçüde, fikir alışverişi hem bir olanak hem de bir gereklilik olarak karşımıza çıkar.
Açık ki, bilginin hâkimiyetine dair bir iddia yalnızca- en geniş kültürel anlamıyla-üretici güçlerin belirli olgunluğa eriştiği bir aşamada ortaya atılabilir. Sanat, eğitim, edebiyat, doğa gözlemi ve dilin gelişimine paralel olmadıkça böyle bir şey düşünülemez bile. Bu durum, tarihin belirli bir noktasında, sınıflı toplumun ortaya çıkışı ve yönetici tabakanın maddi üretimin ağırlığından kurtulması süreçleri ile birlikte gerçekleşir. Ancak bu gelişmeler, otomatik olarak yeni ve bağımsız bir yaklaşım ortaya çıkarmazlar. Ne bilimde gösterdikleri aşamalar ile Mısır ve Babilliler, ne de ilk modern alfabeyi geliştiren Fenikeliler, bu konuda Yunanlılar kadar ileri gidebilmişlerdir.
Yunanistan’da, rahiplerin yanı sıra bir özgür vatandaşlar sınıfının ortaya çıkışı, köleliğin gelişmesiyle mümkün olmuştur. Bu durum da dinin zayıflamasının maddi temellerini oluşturmuştur. (Böylece Engels’in Anti-Dühring’te ortaya koyduğu formülasyonu daha iyi anlayabiliriz: ilkçağların köleliği olmasaydı, modern çağların sosyalizmi de olmazdı.) Yaklaşık olarak aynı dönemlerde, Hindistan’da felsefe, materyalizm (sözde Lokayata) ve doğa incelemeleri gelişmiştir. Bu durumun kendisi, Brahman teokrasisine karşı kısmen tarımsal köleliğe dayanan savaşçı bir aristokrasinin ortaya çıkışına tekabül eder. Heraklitos Yunanistan’da dine, ölümsüzlüğe ve bedensel zevklerin lanetlenmesine karşı bir mücadele vermiş ve bu mücadelesini hem yönetici elitlerin hem de ezilen nüfusun önyargıları karşısında yürütmüştür. Hindistan’da da yeni militan yaklaşım, temellerini aristokrasiden almıştır. Yine aynı dönemlerde ortaya çıkan Budizm ve Jainizm, daha çok çalışan nüfus içerisinde yaygınlık kazanmıştır. Bu düşünceler, bir yandan kast sistemine karşı çıkmaya başlamışlar, fakat diğer yandan kast sisteminin (aynı zamanda Mısır’ın) tipik inancı olan reenkarnasyon kavramını da paylaşmışlar ve böyle olduğu ölçüde de asıl olarak dinsel bir çerçevenin içinde yer almışlardır.
Buna karşılık, bilimin ve bir tür basit materyalizmin (örneğin Mo’-Ti’ Mantığı) geliştiği Çin’de, yukarıda değindiğimiz süreç, karşı gelinecek ruhban sınıfın yokluğu nedeniyle sınırlanmıştır. Ülke, komşu barbarlara karşı mücadele etmek için oluşturulmuş bir askeri bürokrasi tarafından yönetilmiştir. [14]
Yunanistan örneğinde-Hindistan örneğinde de önemli bir yere sahip olan- pek çok açıdan oldukça belirleyici bir etmen vardı: daha gelişmiş bir meta üretimi. Yunan felsefesi, ülkenin merkezinde değil, Anadolu’daki liman kolonilerinde başladı. Meta üretimi salt malların mübadelesi anlamına gelmez, aynı zamanda malların üretiminde kullanılan tecrübenin mübadelesini de içerir. Tarihi hızlandırarak diyalektik düşüncenin daha yüksek ifadelerini olanaklı kılar ve üst düzey bir fikir alışverişine imkân tanır. Dahası toplumsal evrimin içinde gerçekleştiği izolasyona bir son vermeye başlar. Doğal ekonomiye dayanan tüm tarım toplumları için temel iktisadi birim köy veya olsa olsa bölgesel bir otarşidir. Ancak, daha çok sulama için gerekli olan geniş bir işbirliği temelinde yükselen ve sömürüye dayanan ilk toplumlar da yine tarımsal niteliktedir. Buna karşıt olarak, ticaret ve denizcilik Yunan toplumunun dünyaya açılmasını sağlamıştı. Böylelikle, Yunan toplumu göçmen toplumların fetih ve keşfe dair klasik tutumunu daha üst bir seviyede yeniden üretiyordu. Tarih gösteriyor ki; gelişiminin belli bir aşamasından sonra, kamusal tartışma gibi bir olgunun ortaya çıkışı, uluslararası gelişmelerden (tek bir bölgede yoğunlaşmış bile olsa) ayrı düşünülemezdi ve ayrıca bir anlamda “enternasyonalist” bir niteliğe sahipti. Diyojen ve Kinikler, Hellenler ile Barbarlar arasında yapılan ayrıma karşı çıkarak kendilerini dünya vatandaşı ilan etmişlerdi.
Demokritos, kendisine kalan mirası, Mısır, Babil, Pers ülkesi ve Hindistan gibi yerlere düzenlediği eğitim gezilerinde çarçur etmekle suçlanmış, hatta bu yüzden mahkemede yargılanmıştı. Kendisini, yaptığı yolculukların meyvelerini, yani yazılarından kimi kesitleri okuyarak savunmuş ve böylelikle suçsuz bulunmuştu.
Tartışma, pratik ihtiyaçlara cevaben ortaya çıktı. Yunanistan’da tartışma, farklı bilgi kaynaklarının karşılaştırılması biçiminde gelişti. Muhtelif düşünce biçimleri, araştırma yöntemleri ve sonuçları, üretim yöntemleri, âdetler ve gelenekler birbirleriyle karşılaştırılıyordu. Birbirleriyle çeliştikleri, birbirlerini doğruladıkları ya da tamamladıkları yönünde sonuçlar çıkartılıyordu. Birbirleriyle mücadeleye giriyor veya birbirlerini destekliyor, bazen de ikisini birden yapıyorlardı. Mutlak doğrular, bu türden karşılaştırmaların sonucu olarak göreceli hale geliyordu.
Bu tartışmalar kamuya açıktı. Limanlarda, pazar yerlerinde (forumlarda), okullarda ve üniversitelerde yapılıyordu. Tartışmaların yazılı tutanakları kütüphaneleri dolduruyor ve bilinen tüm dünyaya yayılıyordu.
Zamanını pazar yerinde tartışarak geçiren filozof, Sokrates, bu gelişimin özünü somutlaştırıyordu. Onun temel uğraşı olan ahlak bilgisine nasıl ulaşılacağı meselesi, bu soruların zaten cevaplanmış olduğu iddiasından yola çıkan din ve ön yargıya karşı başlı başına bir saldırıydı. Sokrates bilginin, doğru ahlakın temel koşulu; cehaletin ise ahlakın baş düşmanı olduğunu söylüyordu. Çoğu insan bilinçli bir şekilde vicdanının sesine uzun süre kulak tıkayamayacağı için, ahlaki gelişimi mümkün kılacak olan şey cezalandırma değil bilinçlenme olarak ortaya çıkıyordu.
Fakat Sokrates, bütün bilimlerin ve kolektif netleşmenin teorik temellerini atarak, daha da ileriye gitti: bilginin çıkış noktasının ön yargıları bir kenara bırakmak olduğunun kabul edilmesi. Böylesi bir kabul, en gerekli olan şeyin, araştırmanın yolunu açıyordu. Sokrates, aceleyle varılmış sonuçların, eleştirel olmayan ve halinden memnun fikirlerin, kibrin ve böbürlenmenin en azılı düşmanıydı. O, “bilmiyor olmanın alçak gönüllülüğü”ne, dahası derin kavrayışa ve ikna olmaya dayanan gerçek bilgiye duyulan tutkuya inanıyordu. İşte Sokratik Diyalog da bu noktadan hareketle yazılmıştı. Gerçek, herkesin aynı anda hem öğretmen hem de öğrenci olduğu, tüm öğrencilerin diyaloglarına dayanan kolektif bir araştırmanın sonucudur. Felsefeci işte tam da bu noktada tek başına inanılmaz fikirler ortaya atan bir peygamber olmaktan çıkar ve diğerleriyle beraber gerçeği arayan bir araştırmacı olur. Bu da yeni bir liderlik algısını gündeme getirir: nihai hedefi hiç akıldan çıkarmadan netleşmeye doğru ilerlemek hususunda en kararlı olmak. Bu tanım ile Komünist Manifesto’da tanımlandığı haliyle komünistlerin sınıf mücadelesi içindeki rolü arasındaki paralellik ise gerçekten çok çarpıcı.
Sokrates, tartışmaları teşvik etmede ve yönlendirmede gerçek bir ustaydı. Kamusal tartışmayı bir sanat veya bilim düzeyine ulaştırdı. Öğrencisi Eflatun, diyaloğu bu güne kadar hiç erişilememiş bir düzeye yükseltti.
Engels, Doğanın Diyalektiği’ne yazdığı önsözde, doğa biliminin kat ettiği üç büyük aşamadan bahseder. Ona göre, Yunanlıların “önsezi dehaları” ve sonrasında Arapların ulaştığı “çok önemli fakat dağınık” sonuçlar, Rönesans ile başlayan modern bilimin selefleridir. “Arap-Müslüman kültür çağı” olarak adlandırılan dönemin en çarpıcı yanı, farklı antik kültürlerin vardıkları sonuçları soğurup onların bir sentezini yapabilme kapasitesine sahip olması ve tartışmaya açık olmasıdır. August Bebel, Bağdat’ta kamusal tartışma kültürüne tanıklık etmiş birinin şu sözlerini alıntılıyor: “Sadece hayal edin, ilk toplantıda yalnızca ortodoks ve heterodoks tüm İslam mezheplerinin temsilcileri değil, ayrıca ateşe tapanlar (Mecusiler), Materyalistler, Ateistler, Yahudiler ve Hıristiyanlar, başka bir değişle, her tür kâfir hazır bulunuyordu. Her mezhebin kendisini temsil edecek sözcüleri vardı. Bu sözcülerden biri salona girdiği zaman herkes saygıyla ayağa kalktı ve o kişi yerine ulaşana kadar kimse yerine oturmadı. Salon neredeyse tamamen dolduğu zaman, kâfirlerden biri söz olarak şöyle dedi: ‘Kuralları hepiniz biliyorsunuz. Müslümanlar bizim söylediklerimize karşı kutsal kitaplardan veya peygamberlerinin konuşmalarından alıntı yapma iznine sahip değiller çünkü ne kitaplarınıza ne de peygamberinize inanıyoruz. Burada mevcut olanların, yalnızca insan aklına dayanan argümanlar öne sürmeye izni var.’
Bu sözler salonun geneline hâkim bir sevinçle selamlanırdı.” [15]
Bebel şöyle diyor: “İslam ve Hristiyanlık arasındaki fark şuydu: Araplar, fetihleri sırasında çalışmalarında faydalı olabilecek ve kendilerini ele geçirdikleri ülkeler ve halklar konusunda bilgilendirebilecek her şeyi topladılar. Hristiyanlar ise doktrinlerini yayarken bütün böylesi kültürel eserleri şeytanın eserleri ve dinsizlerin dehşeti olarak yok ettiler.” Bebel şu sonuca varıyor: “Müslüman-Arap kültür çağı, Yunan-Roma kültürü ve bir bütün olarak antik kültür ile Rönesans’la birlikte bir çiçek gibi açan Avrupa kültürü arasındaki bağlantıyı teşkil ediyor. Bu ara aşama olmadan, Avrupa kültürü bugün ulaştığı seviyenin yanından bile geçemezdi. Hristiyanlık, bütün bu kültürel gelişime düşmandı.” [16]
Heinrich Heine -daha sonraları işçi hareketi tarafından da doğrulanmak üzere- Hristiyanlığın kör fanatizmi ve sekterliğinin nedenlerinden birini şöyle tanımlamıştı: Bir kültür ne derece fedakârlık ve ferâgat talep ediyorsa, o kültür için ilkelerinin sorgulanabileceği düşüncesi o derece tahammül edilmez bir hal alır.
Engels, Rönesans ve Reform hareketlerini “insanlığın deneyimlediği en büyük ilerici dönüşüm” olarak nitelendirir ve bununla bağlantılı olarak da yalnız düşüncenin değil duyguların, kişiliğin, insan potansiyeli ve mücadeleciliğinin gelişiminin de önemine değinir. Engels’e göre o zamanlar, “devler gerektiren ve düşünce, tutku, kişilik, çok yönlülük ve bilgelik bakımından devler üreten” zamanlardı: “O zamanların kahramanları, haleflerinde kendini tek yönlülük ve sınırlandırılmışlık gibi etkilerle gösterecek olan iş bölümünün boyunduruğuna henüz teslim olmamışlardı. Fakat bu kahramanlar için özellikle tanımlayıcı olan şey, neredeyse hepsinin zamanın hareketlerinin ortasında, pratik mücadelelerin bir parçası olmaları, taraf olmaları ve bazen sözlerini, bazen hançerlerini, bazen de ikisini birden kullanarak mücadele ediyor olmalarıydı.” [17]
Tartışma ve İşçi Hareketi
Engels’e göre, insan aklının modern bilimin gelişimine zemin hazırlamış olan üç “görkemli” çağını gözden geçirdiğimizde, zaman ve alan bakımından ne denli sınırlı olduklarını fark edebiliriz. Öncelikle, tüm bir insanlık tarihi düşünüldüğünde bir hayli geç ortaya çıktıkları ortadadır. Hindistan ve Çin medeniyetlerinin katkılarını düşündüğümüzde bile, bu gelişmelerin coğrafi olarak ne denli kısıtlı olduğunu da görüyoruz. Ayrıca çok uzun sürmedikleri de bir gerçek (zira İtalya’daki Rönesans ve Almanya’daki Reform hareketleri yalnızca yirmi otuz yıl sürmüştü). Ayrıca, zaten fazlasıyla ufak çapta olan sömürücü sınıfların arasından bu hareketlere katılanların oranı da bir hayli düşüktü.
Bununla ilişkili olarak, dikkat çekici iki olgu karşımızda belirir. İlki, bilimin ve kamusal tartışmanın kat ettiği yükseliş ve bunun yarattığı etkinin tüm kesintiler ve çıkmazlara rağmen bu derece büyük ve uzun ömürlü olması. İkincisi ise proletaryanın, 20. yüzyılın ortasında hareketinin organik devamlılığını kaybetmiş ve kapitalizmin çöküş evresinde kalıcı kitle örgütlerinin varlığını sürdürme imkânını yitirmiş olmasına rağmen, örgütlü tartışma yeteneğini müdafaa edebilmesi ve bazı durumlarda kitlesel olarak ortaya koyabilmesi. İşçi hareketi bütün kesintilere rağmen bu geleneği neredeyse iki yüzyıldır yaşatmış bulunuyor. Fransa, Almanya veya Rusya’daki devrimci hareketlerde gördüğümüz gibi bu sürecin kimi zamanlar milyonlarca insanı kapsadığı oldu. İşte burada nicelik yeni bir niteliğe dönüşmüş oluyor.
Ancak bu nitelik proletaryanın, en azından sanayileşmiş ülkelerde çoğunluk teşkil etmesinden kaynaklanmıyor yalnızca. Modern bilim ve teorinin, Rönesans’la birlikte görkemli bir başlangıca imza atmasının ardından, burjuva iş bölümünün gelişimiyle nasıl zedelendiğini ve zorlandığını gördük. Fakat bu sorunun kalbinde, bilimin üreticilerden, Arap çağında veya Rönesans’ta henüz mümkün olmayan bir şekilde ayrılmış olması yatıyor. Bu ayrım, “bilimi emekten ayrı bir ürün haline getiren ve onu sermayenin hizmetine sunan modern sanayi ile tamamlanıyor”.[18]
Marks, Vera Zasuliç’e yazdığı mektubun ilk taslağında bu sürecin şu şekilde nihayete erdiğini söylüyor: “Toplum, bilime, halk kitlelerine ve yarattığı üretici güçlere karşı bir savaş yürütüyor”.
Kapitalizm, bilimin üretime sistematik olarak uygulanmasını gerektiren ve aksi halde varlığını koruyamayacak olan ilk ekonomik düzendir. Kendi sınıfsal hükmünü sürdürebilmesi için proletaryanın eğitimini sınırlandırması gerekiyor. Kendi ekonomik konumunu sürdürebilmesi içinse proletaryanın eğitimini ilerletmesi gerekiyor. Günümüzde burjuvazi giderek daha da yontulmamış ve ilkel bir sınıf halini alırken, bilim ve kültür, ya proleterlerin ya da ekonomik ve toplumsal durumları gittikçe işçi sınıfınınkine benzeyen burjuvazinin ücretli temsilcilerinin elinde gelişiyor.
“Dolayısıyla, toplumdaki sınıfların ortadan kaldırılması (...), üretimin gelişiminin şöyle bir noktaya taşınmış olmasını gerektirir. Üretim araçlarına ve ürünlere el konulmasının ve bununla birlikte siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel liderliğin belli bir sınıfın elinde bulunmasının, sadece gereksiz değil aynı zamanda iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan da gelişmenin önünde engel teşkil ettiği bir nokta: şimdi bu noktaya ulaşılmıştır.” [19]
İnsanlığın bilimsel geleneğinin mirasçısı proletaryadır. Gelecekte gerçekleşecek her proleter mücadele, geçmişte gerektirdiğinden daha fazla ve şu ana kadar görülmemiş bir şekilde, toplumsal tartışmayı yaygınlaştırmak zorundadır. Ayrıca, mevcut çağın gerekliliklerine ayak uydurmak için bilim ve emek birliğinin yeniden tesisi yönünde küresel bir anlayış geliştirmek hususunda başı çekmek durumundadır.
Proletaryanın çıtayı yükseltme kapasitesi, insan toplumu ve tarihini inceleyen ilk bilimsel yaklaşım olan Marksizmin gelişimiyle uzun süre önce kanıtlandı. Proletarya tek başına burjuva felsefi düşüncesinin ulaştığı en son noktayı, yani Hegel’in felsefesini, özümsemeyi başardı. Antik dünyada bilinen iki tür diyalektik vardı: Heraklitos’un değişim diyalektiği ile Eflatun ve Aristoteles’in etkileşim diyalektiği. Hegel, bu iki türü birleştirerek gerçek bir tarihsel diyalektiğin temellerini hazırladı.
Hegel, doğru ve yanlış kavramlarının katı ve metafizik karşıtlığına daha önce görülmemiş bir şiddetle saldırarak, bütün bir tartışma kavramına yeni bir boyut kazandırdı. Tinin Fenomenolojisi’nin önsözünde Hegel, bir gelişim sürecinin (örneğin felsefe tarihi) farklı ve birbirine karşıt evrelerinin nasıl tohum ve meyve gibi organik bir bütünlük içerisinde bulunduğunu gösterdi. Hegel ayrıca, bu durumu teşhis edememenin çelişkiye yoğunlaşma ve gelişimin izini kaybetme eğilimiyle doğrudan alakalı olduğunu açıkladı. Diyalektiğin ayaklarının yere basmasını sağlayan Marksizm, Hegel felsefesinin en ilerici kısmı olan geleceğe yönelik süreçlerin anlaşılmasını, içselleştirmeyi başardı.
Proletarya, aynı anda hem devrimci olan hem de sömürülen ilk sınıftır. Geçmişteki sömürücü devrimci sınıfların aksine, proletaryanın gerçeği arayışı, bir sınıf olarak kendisini devam ettirme çıkarıyla sınırlandırılmış değildir. Geçmişin, kendilerini yalnızca (özellikle din gibi) yanılsamalara bırakarak hayatta kalabilen sömürülen sınıflarının aksine, proletaryanın kendi sınıf çıkarları, yanılsamaların hepsinin ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Böylelikle proletarya, kendisini yansıtmaya ve kendi sınıf çizgisinde örgütlenmeye ve mücadele etmeye başladığı anda, doğaleğilimini netleşme olarak ortaya koyan ilk sınıf olarak karşımıza çıkıyor.
Bu eşsiz doğa, Bordigizm kendi değişmezlik (invariance) kavramını icat ettiği zaman unutulmuştu. Bordigizmin dayandığı nokta, burjuva ideolojisinin karşısında Marksizmin ilkelerine sadık kalınması gerektiği idi ve doğruydu. Fakat sınıfsal konumları devam ettirmek için tartışmayı sınırlandırmak, hatta ortadan kaldırmak gerektiğine dair Bordigizmin ortaya koyduğu sonuç, karşı-devrimin bir ürünüdür. Burjuvazi, işçi sınıfını sermayenin alanına çekmek için her şeyden önce işçi sınıfının tartışmalarını bastırması ve boğması gerektiğini çok iyi anlamıştı. Burjuvazi, başlangıçta acımasız ve vahşi baskılarla bunu yapmaya çalıştı fakat sonrasında demokrasi ve sermayenin sol kanadını baltalamak gibi daha etkili yöntemler geliştirdi. Oportünizm de çoktandır bu durumun farkındadır. Oportünizmin temel özelliği tutarsızlık olduğundan, kendini gizlemek ve tartışmadan kaçmak zorundadır. Oportünizme karşı mücadele etmenin gerekliliği ve tartışma kültürüne duyulan ihtiyaç, çelişkili olmak bir yana, birbirinden ayrı düşünülemeyecek olgulardır.
Böylesi bir kültür, siyasi konumların birbirleriyle ateşli bir biçimde çarpışmasını da hiçbir koşulda dışlamamaktadır. Bu durumun tam aksi söz konusudur. Fakat bu bize, siyasi tartışmanın travmalara, bölünmelere zorunlu olarak yol açtığını düşündürmemeli. Tarihteki tartışma “sanatı” veya “bilimi”nin en gelişkin örneklerinden biri, Şubat-Ekim 1917 arasında Bolşevik Partisi’nde yaşanan tartışmalardır. Bu tartışmalar, yabancı ideolojinin devasa düzeyde içeri hücum etmiş olduğu durumlarda bile çok tutkulu ama yoldaşçaydı. Yapılan tartışmalar, katılan herkesi cesaretlendiren ve onlara ilham veren bir niteliğe sahipti. Her şeyden önce, bu tartışmalar, Troçki’nin partinin “yeniden silahlanması” olarak adlandırdığı gelişimi mümkün kıldı ve parti politikalarını devrimci sürecin değişen taleplerine göre yeniden uyarladı ki bu zaferin önkoşullarından biriydi.
“Bolşevik Diyaloğu” ilk olarak, her tartışmanın aynı anlama sahip olmadığına dair bir anlayış gerektiriyordu. Marks’ın Proudhon ile giriştiği polemik yıkıcı türdendi, çünkü üstlendiği görev bütün işçi hareketleri için bir prangaya dönüşmüş olan bir düşünceyi tarihin çöp kutusuna atmaktı. Buna karşılık genç Marks, Hegel’e ve ütopyacı sosyalizme karşı devasa mücadelelere giriştiği halde, ortak mirasımızda daima parlamalarında katkısı olduğu şahsiyetlere, Hegel’e, Fourier’e, Saint Simon’a veya Owen’a, karşı duyduğu büyük saygıyı hiçbir zaman kaybetmedi. Daha sonraları Engels, Hegel olmadan Marksizm, ütopyacılar olmadan bildiğimiz haliyle bilimsel sosyalizm olmayacağını yazacaktı.
EKA da dâhil olmak üzere, diğer tüm işçi örgütlerindeki en ağır krizler, ne kadar derin olurlarsa olsunlar, fikir ayrılıklarından değil, netleşme sürecinin büyük ölçüde engellenmesi ve hatta baltalanmasından kaynaklandı. Oportünizm bu sonuca ulaşmak için mümkün olan her türlü aracı kullanır. Bu araçlar arasında önemli fikir ayrılıklarını önemsiz gibi göstermek, ikincil fikir ayrılıklarının önemini abartmak veya varolmayan fikir ayrılıkları yaratmak sayılabilir. Dahası, oportünizm, kişiselleştirme ve iftira gibi yöntemleri bile kullanmaktan çekinmez.
İşçi sınıfı hareketi içerisinde bir yandan gündelik sağduyu, diğer yandan alışkanlık ve geleneklere eleştirellikten uzak ve nerdeyse dini bağlılığın ağırlığı, Lenin tarafından çevre ruhu olarak adlandırılmıştır. Lenin, örgütün ve örgütün siyasi hayatının inşası sürecinin gündelik sağduyunun “kendiliğindenliğine” teslim edilmesi ve bunun doğuracağı sonuçlar konusunda son derece haklıydı. “En az direnişle karşılaşılan yöne doğru kendiliğinden hareket, doğrudan burjuva ideolojisinin egemenliğine gider. Neden mi? Çok basit: burjuva ideoloji sosyalist ideolojiden çok daha yaşlıdır, daha çok yönlü bir biçimde geliştirilmiştir ve karşılaştırılmayacak kadar daha çok kaynağa sahiptir.” [20] Çevre mantığının özelliklerinden biri de tartışmanın kişileştirilmesi, yani siyasi bir argümana ne söylendiğine göre değil, kimin söylediğine göre tepki verilmesidir. Kişileştirmenin verimli bir kolektif tartışmaya çok büyük zarar verdiğini söylemeye gerek bile yoktur.
Sokratik Diyalog, tartışmanın geliştirilmesinin sadece bir düşünce sorunu olmadığını, ayrıca ahlaki bir sorun da olduğunu çok uzun süre önce anlamıştı. Bugün, netleşme talebi proletaryanın çıkarınayken, netleşmenin baltalanması bu çıkarları zedeliyor. Bu bağlamda, işçi sınıfı, ‘gerçek’ten daha çok sevdiği tek şeyin ‘gerçeğin aranması’ olduğunu söyleyen Alman aydınlanmacı düşünürlerinden Lessing’in bu düsturunu benimseyebilir.
Sekterliğe ve Sabırsızlığa Karşı Mücadele
Kitlesel proleter hareketlerin temel unsuru olan tartışma kültürünün en güçlü örneklerini Rus Devrimi’nde görebiliriz.[21] Sınıf partisi, karşı olmak bir yana, bu dinamiğin öncü koluydu. 1917 Rusya’sında Parti içerisinde yürütülen tartışmalar devrimin sınıf doğası, emperyalist savaşa devam edilmesinin desteklenip desteklenmemesi ve iktidarın ne zaman ve nasıl ele geçirileceği gibi sorular üzerinden yürütülüyordu. Fakat bütün bu süreç boyunca, dünya devrimiyle beraber insanlığın kaderinin de bağlı olduğu siyasi krize rağmen, Parti’nin birliği korundu.
Yine de proleter sınıf mücadelesinin ve özellikle örgütlü işçi hareketinin tarihi, tartışma kültürünün böylesi bir düzeye çok da sık ulaşamamış olduğunu gösteriyor bize. EKA içerisinde, monolitik yaklaşımların tekrar tekrar ortaya çıktığını daha önce de sıklıkla dile getirmiştik. Bu yaklaşımların kimi zaman örgütte bölünmelere neden olması hiç de şaşırtıcı değil. Zaten monolitizm çerçevesi içinde, fikir ayrılıklarının bölünmeden başka bir çözümü olamaz. Öte yandan, ortaya çıkan sorun, bu yaklaşımı vücuda getiren unsurların ayrılmasıyla çözülecek bir sorun da değil. Proleter olmayan böylesi eğilimlerin tekrar tekrar ortaya çıkması, bu konuda örgüt içerisinde de yaygın bir zayıflığın mevcut olduğunu gösteriyor. Bunlar, gündelik hayatta ve tartışmalarda zorlukla fark edilebilecek, küçük çapta kafa karışıklıkları ve yanlış anlaşılmalar olmalarına rağmen, bazı koşullar altında daha ciddi zorluklara yol açabilecek nitelikteler. Bu zorluklardan bir tanesi, her tartışmayı Marksizm ile oportünizm arasında bir mücadele, yani doğrudan burjuva ideolojisine karşı verilen bir mücadele olarak ortaya koyma eğilimi. Böylesi bir tutumun doğuracağı kaçınılmaz sonuç ise yoldaşlara artık hata yapma veya kafa karışıklıklarını ifade etme hakları yokmuş hissini vererek tartışmayı engellemek. Bir başka sonuç ise oportünizmin “sıradanlaşması”. Eğer her fikir ayrılığında (yalancı çobanın “kurt” diye bağırışı gibi) oportünizm diye bağırırsak, büyük ihtimalle oportünizm gerçekten ortaya çıktığında onu tanımayı başaramayacağız. Bir başka sorun ise, tartışmalarda karşıdakinin argümanlarını dinlemekten aciz olmaya ve “rakipleri” ezip diğerlerini “ne pahasına olursa olsun” ikna ederek bütün tartışmaları tekelleştirme eğilimine neden olan sabırsızlık. [22]
Bütün bu yaklaşımların ortak özelliği, küçük burjuva sabırsızlığı ve proletarya içerisinde kolektif netleşme deneyimine duyulan güvensizliktir. Bu yaklaşımlar, tartışmayı ve netleşmeyi bir süreç olarak kabullenmenin aslında ne denli zor olduğunu ortaya koyarlar. Toplumsal hayatın bütün temel süreçleri gibi, bu sürecin de bir içsel ritmi ve kendine has bir gelişim kanunu vardır. Ortaya çıkışı, kafa karışıklığından netliğe doğru giden bir harekete tekabül etmekte ve hataları, yanlışları ve onların düzeltilmesini içermektedir. Gerçekten derinlikli olması için bu sürecin belli bir zamana ihtiyaç duyduğu ortada. Bu, hızlandırılabilir bir süreç olmakla birlikte bu süreçte kestirme yolları kullanmak, dönemeçleri düz geçmek mümkün değil. Bu sürece katılım ne kadar fazla olursa, sınıfın bütününün katılımı ne kadar cesaretlendirilirse, süreç o kadar zenginleşecektir.
Rosa Lüksemburg, Bernstein ile olan polemiğinde[23], işçi hareketinin, kapitalizmin sınırları içinde kalan bir hareket olması ile kapitalizmin ötesine geçmek gibi bir hedef için çaba göstermesi arasındaki çelişkiye dikkat çekmiştir. Hareket, özündeki bu çelişkili niteliği nedeniyle iki temel tehlikeyle karşı karşıyadır. Birincisi oportünizm, yani sınıf düşmanının ölümcül etkisine açıklık. Sınıf mücadelesi yolundan bu şekilde sapmanın sloganı “hareket her şeydir, nihai hedef ise hiçbir şeydir” olarak karşımızda belirir. İkinci temel tehlike ise sekterlik, yani kişinin kendi sınıfı olan proletaryanın yaşadığı hayatın etkilerine yeteri kadar açık olmamasıdır. Bu sapmanın sloganı da “hedef her şeydir, hareket ise hiçbir şeydir” olarak ortaya çıkar.
1. Dünya Savaşı’nın ardından yükselen ve dünya devriminin yenilgisinden sonra hüküm sürmeye başlayan korkunç karşı-devrimin sonucu olarak, devrimci saflardan arta kalanlar arasında şöylesi korkunç bir yanılsama oluşmuştur: sekterlik kullanılarak oportünizm ile mücadele edilebilir. Bizi yalnızca kısırlaşma ve fosilleşmeye götürecek olan böylesi bir yaklaşım, hedef ve hareketi ayıran oportünizm ve sekterliğin madalyonun iki yüzü olduğunu anlamaktan acizdir. Devrimci azınlıkların, kendi sınıflarının gerçek yaşantı ve hareketine tam katılımı olmazsa, komünizm hedefi gerçekleştirilemez.
[1] Marks ve Engels gibi olgun ve teorik olarak net olan genç devrimciler bile, 1948 olaylarının yaşandığı dönemde komünizmin gerçekleşmesinin büyük ölçüde gündemde olduğunu düşünüyorlardı. Bu varsayımlarını kısa süre içerisinde düzeltmek durumunda kaldılar.
[2] Theses on the Student Movement in France”, International Review sayı 125.
[3] Proleter saflarda bu tutum “Bordigizm” tarafından teorize edilmiştir.
[4] Geçmişin devrimcilerine ait özgeçmişler ve anılar, onların tartışma, özellikle de dinleme becerilerine dair örneklerle doludur. Lenin bu konuda efsanevi bir şahsiyetti ve fakat bu konuda tek değildi. Sadece bir örnek vermek gerekirse Fritz Sternberg’in, 1963’te yazılan “Troçki ile Sohbetler” başlıklı anılarından bir alıntı yapabiliriz: “Benimle yaptığı sohbetlerde Troçki hep olağanüstü nazikti. Sözümü neredeyse hiç kesmedi, kestiğindeyse neredeyse sadece bir terimi veya kavramı geliştirmemi rica etmek için kesti”.
[5] “Extraordinary conference of the ICC: The fight for the defence of organisational principles” ve “5th Congress of the ICC: reinforce the organisation faced with the stakes of the period” International Review sayı 110 ve 114.
[6] “Confidence and Solidarity in the Proletarian Struggle” ve “Marksism and Ethics”, International Review sayı 111, 112, 127 ve 128.
[7] Italian Communist Left ve Dutch ve German Communist Left adlı kitaplara başvurunuz.
[8] İtalyan Fraksiyonu’nun dağılmasından sonra GCF bu anlayışı sürdürdü. Örneğin GCF’nin International Review sayı 33’de yayımlanan “yetenekli lider”(brilliant leader) kavramına getirdiği eleştirilere ve International Review sayı 34’te yayımlanan militanların politik pozisyonları tartışmak zorunda olmadan sadece emir almasının disiplin olduğunu öne süren görüşe getirdiği eleştirilere bakınız.
[9] Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.
[10] Engels: Ludwig Feuerbach, İkinci bölümün başlangıcı.
[11] Engels: Doğanın Diyalektiği.
[12] Marks: Kapital 3. Cilt 48. Bölüm “Üçlü Formül”.
[13] Engels: Doğanın Diyalektiği.
[14] M.S 500 civarında Asya’daki gelişmelere dair August Thalheimer’in 1927’de Moskova’daki Sun-Yat-Sen üniversitesinde verdiği konferans notlarına bakılabilir: Introduction to Dialectical Materialism.
[15] August Bebel: Die Mohamedanisch-Arabische Kulturepoche (1889) Bölüm VI. Bilimsel Gelişim, Şiir.
[16] Ibid.
[17] Engels, Doğanın Diyalektiği.
[18] Kapital 1. Cilt. 14. Bölüm: “İşbölümü ve Manüfaktür” 5. Kısım: “Manüfaktürün Kapitalist Niteliği”.
[19] Engels: Anti-Dühring 3.Kısım: "Sosyalizm" Bölüm II: “Teorik”.
[20] Lenin: Ne Yapmalı. Kısım II. Rabotschaja Mysl.
[21] Bir örnek için Troçki’den Rus Devrimi’nin Tarihi veya John Reed’den: Dünyayı Sarsan On Gün.
[22] EKA 17. Kongre Raporu’nda (International Review sayı 130) bu kavramlar derinleştirilmektedir.
[23] Rosa Lüksemburg: Sosyal Reform mu Devrim mi?