EKA tarafından tarihinde gönderildi
Dünyanın her köşesinde, mevcut toplumsal düzenin eskisi gibi devam edemeyeceği yönünde artan bir hissiyat var. 2011’in ‘Arap Baharı’ kalkışmalarından, İspanya’daki Öfkeliler ve ABD’deki İşgal hareketlerinden sonra, 2013 yazı Türkiye ve Brezilya sokaklarında kitlesel hareketlere sahne oldu.
Yüzbinler, hatta milyonlar her türlü soruna karşı sokaklara çıktılar: Türkiye’de denetimsiz ‘kalkınma’ tarafından çevrenin yıkımına, kişisel hayatlara otoriter dini karışmalara, siyasetçilerin yozlaşmasına; Brezilya’da ulaşım zammına, gelirin sağlık, eğitim, barınma ve ulaşım hizmetleri çürürken prestij getirecek spor olaylarına ayrılmasına ve siyasetçilerin yozlaşmasına karşı kitleler ayaktaydı. İki durumda da ilk eylemler şiddetli polis baskısıyla karşılaştılar ki bu yalnızca kalkışmaları genişletmeye ve derinleştirmeye yaradı. Ve iki durumda da kalkışmaların başını ‘orta sınıflar’ değil (ki burjuva basın bu kavramı iş sahibi olan herkesi kastetmek için kullanıyor) işçi sınıfının eğitimli ama istikrarlı bir iş bulma şansı düşük olan, ‘yükselen’ ekonomilerde yaşasa da gelişen ekonomiyi toplumsal eşitsizliğin gelişimi ve ufak bir sömürücü elitinin tiksinç zenginleşmesi olarak hisseden yeni kuşağı idi.
Haziran ve Temmuz’da, milyonları sokakta, 2011’de Mübarek rejimine karşı isyanın merkezi olan Tahrir Meydanı’nda görme sırası Mısır’a da tekrar gelmişti. Onlar da, pek de ‘yükselmeyen’, durağan hatta düşüşte bir ekonomide, gerçek maddi ihtiyaçlar tarafından meydanlara itilmişlerdi. Mayıs ayında, ülkenin ünlü iktisatçılarından olan eski maliye bakanı, The Guardian gazetesine verdiği bir röportajda şu uyarıları yapmıştı: “Mısır Büyük Buhran’dan beri en büyük iktisadi krizini yaşıyor. Mısır’ın en fakir kesimi üzerindeki korkunç etkisi bakımından, ülkenin mevcut ekonomik durumu, 1930’lardan beri en ciddi düzeyde”. Makale şöyle devam ediyordu: “2011’de Hüsnü Mübarek’in düşüşünden beri, Mısır hem dış yatırım hem de turizm gelirlerinde büyük bir düşüş yaşadı, ardından dış ticaret reservlerinde %60’lık, büyüme’de ise %3’lük düşüşler gerçekleşti ve Mısır lirasında hızlı bir devalüasyon yaşandı. Bütün bunlar, gıda fiyatlarının patlamasına, işsizliğin sıçramasına ve yakıt ile doğal gaz kıtlığına yol açtı… An itibarıyla, Mısır hükümetinin kendi verilerine göre, Mısırlıların %25.2’si işsizlik sınırının altındalar, %23.7’si ise kısa bir arayla üstündeler.”
Mursi’nin ve Müslüman Kardeşler’in başını çektiği (ve ‘radikal’ İslamcıların çoğunun desteklediği) ‘ılımlı’ İslamcı hükümet hızla kendisinin eski rejim kadar yozlaşmış ve adam kayırmacı olduğunu gördü. Bir yandan da İhvan hareketinin İslami ‘ahlak’ı dayatma çabaları, Türkiye’de olduğu gibi, şehirli gençlik içerisinde büyük bir tiksinti yarattı.
Fakat Türkiye ile Brezilya’da ortaya çıkan ve fiili olarak iktidardakilere yönelmiş hareketler, mücadeleye katılanlar arasında gerçek bir dayanışma ve birlik hissi yaratırken, Mısır’daki durum daha kasvetli bir ihtimal ile karşı karşıya – bütün nüfusun hakim sınıfın rakip kesimleri arasında bölünmesi ve hatta kanlı bir iç savaş. Suriye’yi kasıp kavuran barbarlık, bunun ne anlama gelebileceğinin belirgin bir sureti.
Demokratik Tuzak
2011’de Tunus ve Mısır’da gerçekleşen olaylar, yaygın bir şekilde bir ‘devrim’ olarak tanımlanmışlardı, öte yandan bir devrim, ister istemez öyle başlasa da, kitlelerin sokaklara dökülmesinden çok daha öte bir olgudur. Tek gerçek devrimin dünya çapında, proleter ve komünist olabileceği bir çağda yaşıyoruz. Rejimi değiştirmek için değil, mevcut devleti tamamen ortadan kaldırmak için; kapitalizmin daha ‘adil’ yönetilmesi için değil, bütün kapitalist toplumsal ilişkilerin devrilmesi için; ulusun şanı için değil, ulusların lağvedilmesi ve küresel insan topluluğunun yaradılışı için yapılacak bir devrim.
Bugün tanık olduğumuz toplumsal hareketler, böylesi bir devrimi gerçekleştirmek için gerekli öz-bilinç ve öz-örgütlülüğü elde etmekten uzaklar. Şüphesiz bu yolda, proletaryanın kendisini bulma, geçmişini ve geleceğini keşfetme çabasında adımlar teşkil ediyorlar. Öte yandan, hâkim sınıfın kolaylıkla yolunu şaşırtabileceği bocalayan adımlar bunlar ki hâkim sınıfın fikirleri sömürülenlerin kendi zihinlerinde derinlikli bir yer ediyor ve büyük bir engel oluşturuyorlar. Din, şüphesiz bu ideolojik engellerden biri, egemen düzene itaat vaazı veren bir ‘afyon’. Öte yandan ondan da tehlikelisi, demokrasi ideolojisi.
Mısır’da 2011’de, Tahrir Meydanı’ndaki kitleler Mübarek’in istifasını ve rejimin düşmesini talep etmişlerdi. Ve Mübarek gerçekten de, özellikle güçlü bir işçi grevleri dalgası ülkeye yayılıp toplumsal kalkışmayı düzen için yeni bir tehlike düzeyine taşıyınca, istifa etmek zorunda kalmıştı. Fakat kapitalist rejim, bir günün hükümetinden çok daha fazlasıdır. Toplumsal düzeyde, ücretli emek ve kar için üretime dayalı ilişkinin tamamıdır. Siyasi düzeyde, bürokrasidir, polistir, ordudur. Ve ayrıca kitlelerin birkaç senede bir, sonraki birkaç sene için hangi hırsızlar çetesinin iliklerini emeceğine karar verdiği parlamenter demokrasi sirkidir. 2011’de Mısır’da pek çok eylemcinin halk ile ‘bir’ zannettiği ordu Mübarek’i gönderip seçimleri örgütlemek için devreye girmişti. Daha geri kalmış kırsal kesimlerden kitlesel güç alan fakat şehir merkezlerinde de en iyi örgütlenmiş siyasi parti olan İhvan, seçimleri kazandı ve sonrasında adeta seçimle hükümeti değiştirmenin hiçbir şey değiştirmediğini kanıtlamak için elinden geleni ardına koymadı. Bu esnada gerçek iktidar, Mısır’da ve pek çok benzer ülkede hep olduğu yerde, orduda, milli düzeyde kapitalist düzeni sürdürmeye kadir tek gücün elinde kaldı.
Kitleler Haziran ayında Tahrir Meydanı’nda yeniden toplandıklarında, Mursi hükümetine ve yalnızca ‘Mısırlı’ değil küresel ve tarihsel nitelikteki iktisadi krizin hayatlarına getirdiği günlük gerçekliğe karşı öfke doluydular. Öte yandan, pek çoğu 2011’de ordunun gerçek baskıcı yüzünü görmüş olsalar da, ‘halk ve ordu birdir’ fikri hala bir hayli yaygındı ve ordu Mursi’ye eylemcilerin taleplerini dinlemesini, yoksa fena olacağını söyleyince yeniden yaygın biçimde zuhur etti. Mursi görece kansız bir darbe ile devrildiğinde Tahrir Meydanı’nda büyük kutlamalar gerçekleşti. Bu demokratik hayalin kitleler üzerindeki etkisini yitirdiği anlamına mı geliyordu? Hayır: ordu İhvan hareketinin ihanet ettiği ‘gerçek demokrasi’ adına hareket ettiği iddiasında ve anında yeni seçimler örgütleme sözü verdi.
Velhasıl, devletin garantörü olan ordu, bir kez daha düzenin sürmesi için, kitlelerin rahatsızlığının devlete karşı dönmesini engellemek için müdahale etmiş bulunuyor. Fakat bu defa bu müdahale, nüfus içinde derin ayrışma tohumları ekmek pahasına yapılmış durumda. İslamiyet adına veya Mursi hükümetinin demokratik meşruiyeti adına, bu sefer rejimin geri dönmesini talep eden ve onu devirenlerle çalışmayı reddeden yeni bir protesto hareketi doğmuş durumda. Bu harekete ordunun yanıtı sert oldu: Cumhuriyet Muhafızları merkezinin önündeki protestocular acımasızca katledildiler. Rakip eylemci grupları arasında kimi ölümlerle sonuçlanan çatışmalar da oldu.
İç Savaş Tehlikesi ve Onu Engelleyebilecek Güç
Libya ve Suriye’deki savaşlar, rejime karşı protesto gösterileri olarak başlamışlardı. Fakat iki durumda da, işçi sınıfının zayıflığı ve kabilesel ve mezhepsel ayrışmalar, eylemlerin hızla burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki silahlı çatışmalarca yutulmasına neden oldu. Dahası, iki durumda da, yerel çatışmalar anında uluslararası, emperyalist bir boyut kazandı: Libya’da İngiltere ve Fransa, ABD’nin sessiz desteğini arkalarına alarak, isyancı güçleri silahlandırmak ve yönlendirmek için devreye girdi. Suriye’de, Esad rejimi, Rusya, Çin, İran, Hizbullah ve başka akbabaların arka çıkması sayesinde ayakta kalırken muhalefet güçlerine Suudi Arabistan, Katar, Türkiye ve başka yerlerden silahlar akarken arkada ABD ve İngiltere’nin desteği söz konusuydu. İki durumda da çatışmanın genişlemesi, kaos ve dehşete sürüklenişe ivme kazandırdı.
Aynı tehlike bugün Mısır’da ortaya çıkmış durumda. Ordu, fiili iktidarını bırakmaya kesinlikle yanaşmayacağını gösterdi. İhvan hareketi şimdilik darbeye karşı tepkisinin barışçıl olacağını duyurdu ama Mursi’nin ‘bunlarla iş yapılır’ marka İslamcılığının yanında terörizm arkaplanına sahip daha aşırı İslamcı kesimler var. Durum 1991’de Cezayir’de ordunun ‘yasal olarak seçilmiş’ bir İslamcı hükümeti devirmesinin ardından olanlara habis bir şekilde benziyor. Cezayir’de darbenin ardından ordu ile İslami Selamet Cephesi gibi silahlı İslamcı gruplar arasında çok kanlı bir iç savaş çıkmıştı. Bu cehennemin esas kurbanı, hep olduğu üzere, sivil nüfustu: ölü sayısı tahminleri 50,000 ile 200,000 arasında değişiyor.
Emperyalist boyut Mısır’da da mevcut bulunuyor. ABD, darbeye ilişkin kimi teessüf ifadelerinde bulundu ama ordu ile bağları çok eskilere dayanıyor ve çok sağlam ki Mursi’nin ya da Türkiye’de Erdoğan’ın savunduğu tarzda bir İslamcılık artık ABD’de de çok büyük sevgi uyandırmıyor. Suriye’den Lübnan ve Irak’a yayılan çatışmalar, istikrarsız bir Mısır’a da ulaşabilir.
Fakat işçi sınıfı, Mısır’da, Libya ve Suriye’de olduğundan çok daha ciddi bir güç. Devlete ve onun resmi sendika kollarına karşı en az 1970’lere dayanan uzun bir militan mücadele geleneğine sahip. 2006 ve 2007’de Mısır’daki yoğun tekstil sektöründen kitlesel grevler çıkmıştı ki bu grevler işçi sınıfının izini ciddi ölçüde taşıyan 2011 hareketini de beslemişlerdi. İşçi sınıfının izi 2011 hareketinde, hem Tahrir Meydanı ve mahallelerde ortaya çıkan öz-örgütlülük eğilimlerinde, hem de nihayetinde hakim sınıfın Mübarek’i sallamasına yol açan grev dalgasında etkisini gösteriyordu. Mısır işçi sınıfı şüphesiz bütün toplumsal hareketi etkisi altına almış demokrasi yanılsamalarından kurtulmuş değil, fakat hâkim sınıfın farklı katmanları için işçi sınıfını kendi çıkarlarını feda edip emperyalist savaş çukuruna sürüklenmeye ikna etmek de kolay değil.
İşçi sınıfının barbarlığın önünde bir barikat olma kapasitesini yalnızca kendiliğinden grevler ve kitle meclisleri tarihi değil, sokaklardaki eylemlerde sınıf bilincinin net örneklerinin ortaya çıkması da gözler önüne seriyor. Buna “Ne Mursi, ne Ordu” ve “Darbe değil devrim” pankartlarının yanı sıra, geçtiğimiz günlerde libcom.org sitesinde yayınlanan ‘Kahirel, yoldaşlar’ bildirgesi gibi siyasi tutumlar da örnek teşkil ediyor. Bu bildirgede şöyle söylenmişti: “Ne İhvan’ın bayağı tahakkümcülüğü ve kayırmacı kapitalizminin, ne siyasi ve iktisadi hayata egemen bir askeri aparatın, ne de Mübarek döneminin hotlamış eski yapılarının yönettiği bir gelecek istiyoruz. 30 Haziran’da sokaklara dökülen eylemcilerin safları bu çağrı etrafından birleşmiş olmasa da bizim çağrımız bu olmak zorundadır – bizim tutumumuz bu olmak zorundadır çünkü geçmişin kanlı dönemlerine dönmeyi kabul etmeyeceğiz.”
Öte yandan nasıl ‘Arap Baharı’ öneminin son noktasına İspanya’da proleter gençliğin burjuva toplumunun çok daha derinlikli sorgulanmasına yol açan kalkışmasıyla eriştiyse, Mısır işçi sınıfının yeni bir katliamın önünde durma potansiyeli yalnızca dünya kapitalizminin eski merkezlerindeki proleterlerin faal dayanışması ve kitlesel eylemleriyle gerçekleşebilir.
Yüz yıl önce, Birinci Dünya Savaşı karşısında, Rosa Lüksemburg uluslararası işçi sınıfına çürüyen bir kapitalizm karşısında karşısındaki yol ayrımının ya sosyalizm ya barbarlık olduğunu hatırlatmıştı. İşçi sınıfının 1914-18 emperyalist savaşına karşı başlattığı devrimlerin yenilgisinin sonucu, yüz yıllık gerçek kapitalist barbarlık oldu. Bugün masaya konanlar daha da fazla, zira kapitalizm gezegendeki tüm insan yaşamını biterecek araçları toplamış bulunuyor. Suriye’de şu anda yaşananların gösterdiği barbarlık yolu, toplumsal hayatın çöküşü ve silahlı çetelerin iktidarı anlamına geliyor. Türkiye ve Brezilya’daki kalkışmalar ise sömürülenlerin ve ezilenlerin kalkışmasını, insan onurunu ve gerçek bir geleceği savunmak için kitlesel mücadeleleri ortaya koyuyor. Mısır bu birbirine taban tabana zıt seçeneklerin yol ayrımında duruyor ve bu anlamda bütün insan türünün karşısındaki ikilemin bir simgesini teşkil ediyor.
Amos