Sermaye Solunun Gizli Mirası (1. bölüm): İşçi Sınıfına Yönelik Yanlış Bir Bakış

Sol Komünist devrimci örgütlere zarar veren unsurlardan biri, militanlarının çoğunun daha önce sermayenin sol ve aşırı solundaki parti ya da gruplarından (“Sosyalist” ve “Komünist” partiler, Troçkizm, Maoizm, resmi anarşizm, Syriza ya da Podemos'un sözde "Yeni Sol "u vs) gelmiş olmalarıdır. Hiçbir militanın tam ve hemen bir netliğe kendiliğinden varamayacağı için bu durum kaçınılmazdır. Ancak bu durum, üstesinden gelinmesi zor şu handikapı doğurur: sermaye solcusu örgütlerin siyasi pozisyonlarından (sendikacılık, ulusal savunma ve milliyetçilik, seçimlere katılım, vb.) kopmak mümkündür, ancak bu örgütlerin size bulaştırdığı ve kısmen dayattığı, onlar için bir yaşam biçimi haline gelmiş olan tutum, düşünce kalıpları, tartışma biçimlerinden, davranışlardan, kavramlardan kurtulmak çok daha zordur.

Sermayenin solunun gizli mirası olarak adlandırdığımız bu miras, devrimci örgütlerde yoldaşlar arasındaki gerilimleri körüklemekte, güvensizliğe, rekabete, yıkıcı davranışlara, tartışmaların tıkanmasına yol açmakta, saçma teorik pozisyonlara vb. sebep olmaktadır. Bu durum burjuva ve küçük burjuva ideolojilerinin baskısıyla birleşerek devrimci örgütlere ciddi zararlar verebilir. Bu yazıyla başlattığımız yazı dizisinin amacı, bu baskıcı ağırlığı çözümlemek ve bunlarla mücadele etmektir.

Sermaye solu: "sosyalizm" adına kapitalist politika

EKA, ilk kongresinden (1975) bu yana, kapitalist politikaları uygularken sahte "sosyalizm" iddialarını dillerinden düşürmeyen örgütleri büyük bir sorun olarak ele almıştır. EKA'nın bu kongrede kabul edilen Platformunun 13. maddesinde şu ifadeler yer alır: "Bugün 'sosyalizm', 'demokrasi', 'anti-faşizm', 'ulusal bağımsızlık', 'birleşik cephe' ya da 'ehven-i şer' adına burjuvazinin belirli devletlerini ya da fraksiyonlarını 'koşullu' ya da 'eleştirel' olarak da olsa savunan, politikalarını burjuva seçim oyununa, sendikacılığın işçi sınıfı karşıtı faaliyetlerine ya da özyönetimci yanılsamalara dayandıran tüm parti ve örgütler sermayenin ajanlarıdır. Bu durum özellikle Sosyalist ve Komünist partiler için geçerlidir."

Platformumuz ayrıca, kendilerini bu büyük partilerin "solunda" konumlandıran, genellikle onlara "ateşli eleştiriler" yönelten ve daha "radikal" pozlar takınan gruplar sorununa da odaklanır: "Bütün sözde "devrimci" akımlar, örneğin burjuvazinin tarafına geçmiş partilerin değişik bir biçimi olan Maoizm, komünist partilerin ihanetine proleter bir tepki verdikten sonra benzer bir yozlaşma sürecine giren Troçkizm ve "anti-faşist ittifak" gibi sosyalist ve komünist partilerin savunduğu kimi yaklaşımları yineleyen geleneksel anarşizm aynı saftadırlar: yani Sermayenin safında. Etkilerinin daha az veya söylevlerinin daha radikal olması, programlarının burjuva temellerini değiştirmez, tam aksine onları burjuva partilerinin çığırtkanları, onların yedeği yapar."

Sermayenin solunun ve aşırı solunun rolünü anlamak için, kapitalizmin çöküşüyle birlikte "devlet kapitalizmi yönündeki eğilimin kendisini toplumsal hayatın ve özellikle de idari yapının giderek artan ve sistemli bir biçimde kontrol edilmesiyle gösterdiğini hatırlamak gerekir. Çökmekte olan kapitalizmin devleti, köleci Roma veya sonraki dönemin feodal devletlerinin çöküşünden çok daha büyük ölçüde sivil toplumu kemiren, canavarca, soğuk ve insanlık dışı bir makineye dönüşmüştür."[1]. Bu nitelik, açık diktatöryal tek parti rejimlerinde (Stalinizm, Nazizm, askeri diktatörlükler) olduğu kadar demokratik rejimler için de geçerlidir.

Bu çerçevede siyasi partiler toplumun farklı sınıf ya da katmanlarının temsilcileri değil, görevleri nüfusun tamamını (özellikle de işçi sınıfını) ulusal sermayenin buyruklarına boyun eğdirmek olan devletin totaliter araçlarıdır. Aynı şekilde, bu partiler siyasi ve ekonomik eylemleriyle kayırmacılık ağlarının, baskı gruplarının merkezi haline gelerek kaçınılmaz bir yozlaşmanın üreme alanına dönüşürler.

Demokratik sistemlerde, kapitalist devletin siyasi aygıtı iki kanada bölünmüştür: burjuvazinin klasik fraksiyonlarıyla bağlantılı ve nüfusun en geri katmanlarını kontrol etmekten sorumlu sağ kanat[2] ve esasen işçi sınıfının kontrolüne, bölünmesine ve bilincinin yok edilmesine teslim edilmiş (sendikalar ve bir dizi aşırı sol örgütü de içeren) sol kanat.

Eski işçi partileri neden sermaye solunun partileri haline geldi?

Proletaryanın örgütleri dejenerasyondan muaf değildir. Burjuva ideolojisinin baskısı bu örgütleri içten içe çürütür ve eğer zamanında mücadele edilmezse bu örgütlerin ihanetine ve kapitalist devletle bütünleşmesine yol açan bir oportünizme yol açabilir[3]. Oportünizm bu nihai adımını kapitalist toplum yaşamındaki kritik tarihi olaylar sırasında atar: şimdiye kadarki tarihsel gelişimde böylesi iki kilit an dünya emperyalist savaşı ve proleter devrim olmuştur. Platform metnimizde bu ölümcül aşamaya götüren süreci şöyle açıklamaya çalışıyoruz: “İkinci Enternasyonal’in çoğu başat partisinin oportunizm ve reformizm kangrenine teslim olduğu bir dönemin sonucu olarak, (İkinci Enternasyonal’in ölümüne sebep olan) Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte, sosyal şovenist sağ kanadın liderliği altında burjuvazinin kampına geçen, “ulusal savunma” politikasını benimseyen, ardından da, Almanya 1919’da olduğu gibi proletaryanın infazcısı rolünü üstlenme noktasına gelecek kadar, savaş sonrası devrimci dalgaya açıkça karşı çıkan Sosyalist partilerin durumu budur. Bu partilerin kendi burjuva devletlerine nihai olarak eklemlenmesi Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonraki dönem içerisinde farklı anlarda gerçekleşti; fakat bu süreç son proleter akımlar da sosyalist partilerin saflarından atıldığı, ya da Komünist Enternasyonal'e katılmak üzere bu partilerden ayrıldığı 1920’lerin başında nihai olarak sonlandı. Aynı şekilde, Komünist Partiler de benzer bir oportünist yozlaşma sürecinin ardından kapitalist saflara katıldılar. 1920'lerin ilk yıllarında çoktan başlamış olan bu süreç, Komünist Enternasyonal'in (1928'de "Tek Ülkede Sosyalizm" teorisi kabul edilmesiyle damgalanan) ölümünün ardından, sol fraksiyonların verdiği sert mücadelelere rağmen bunların tasfiyesiyle sürdü. Nihayetinde bu partilerin kapitalist devletle tamamen kaynaşmaları, 1930'ların başında kendi burjuvazilerinin silahlanmasına destek verip "halk cephelerine"katılmalarıyla sonlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında "Direniş" hareketlerinde ve savaşın ardından "ulusal yeniden yapılanma" dönemlerinde aldıkları roller, Komünist Partilerin ulusal sermayenin sadık ajanları ve karşı-devrimin en belirgin biçimlerine dönüştüklerini ispatladı.”.[4] İşçi sınıfı (1914 ile 1939 arasındaki) 25 yıl içerisinde, önce Sosyalist partileri, ardından 1920'lerde Komünist partileri ve son olarak da 1939'dan itibaren İkinci Dünya Savaşı’nın daha da acımasız barbarlığını desteklemiş olan Troçki'nin etrafındaki kümelenmiş Sol Muhalefet gruplarını kaybetti: “1938'de Sol Muhalefet Dördüncü Enternasyonal’e dönüştü. Bu dönüşüm oportünist bir maceraya tekabül ediyordu, çünkü emperyalist savaşa ve dolayısıyla proletaryanın derin bir yenilgisine doğru giden bir durumda dünya partisi kurmak mümkün değildi. Sonuç felaket oldu: 1939-40 yıllarında IV. Enternasyonal olarak adlandırılan gruplar çok çeşitli bahanelerle dünya savaşından yana tavır aldılar. Bu grupların çoğunluğu 'sosyalist anavatan' diye tanımladıkları Rusya’yı destekledi, hatta bunlar arasında bir azınlık (Nazilerin bir uydusu olan) Petain Fransa'sını bile destekledi.

Troçkist örgütlerin bu yozlaşmasına karşı, geriye kalan son enternasyonalist çekirdekler tepki içindeydiler: bunlar arasında özellikle Troçki'nin eşi ve İspanyol kökenli bir devrimci olan Munis bulunmaktaydı. O zamandan beri Troçkist örgütler, genellikle burjuvazinin 'anti-emperyalist' hiziplerine (günümüzün meşhur çavuşu Chavez gibi) karşılık gelen her türlü 'devrimci dava' ile proletaryayı harekete geçirmeye çalışan sermayenin 'radikal' ajanları haline geldiler. Benzer şekilde, seçim sirkinden tiksinmiş işçileri, 'sağın önünü kesmek' bahanesiyle 'Sosyalistlere' 'eleştirel' bir şekilde oy vermeleri için ittiler. Son olarak, 'mücadeleci adaylar' aracılığıyla sendikaları ele geçirme konusuna her zaman büyük bir heves beslediler”[5]

Ne var ki, işçi sınıfı, oportünizm hastalığından etkilenen proleter partiler içinde sol fraksiyonlar yaratmaya muktedirdir. Nitekim 2. Enternasyonal partileri içinde bu rolü Bolşevikler, Rosa Luxemburg akımı, Hollanda Tribunistleri, İtalyan abstentionist fraksiyonunun militanları vb. oynamıştır. Bu fraksiyonlar tarafından yürütülen kavgaların tarihi yeterince iyi bilinmektedir, çünkü onların metinleri ve katkıları 3. Enternasyonal'in oluşumunda somutlaşmıştır.

Zorluklar, hatalar ve nihayet Üçüncü Enternasyonal'in yozlaşmasıyla karşı karşıya kalan proleter tepki, 1919'dan itibaren (büyük zorluklarla ve ne yazık ki çok dağınık bir şekilde) kahramanca ve kararlı bir mücadele yürüten (İtalyan, Hollandalı, Alman, Rus vb.) komünist solunda ifade bulmuştur. Troçki'nin Sol Muhalefeti çok sonra ve çok daha tutarsız bir şekilde ortaya çıktmıştı. 1930'larda komünist sol (özellikle de İtalyan Komünist Solu'nu temsil eden en tutarlı grup olan Bilan) ile Troçki'nin Muhalefeti arasındaki uçurum daha da belirginleşti. Bilan yerelleşmiş emperyalist savaşları küreselleşmiş bir emperyalist savaşa doğru gidişin ifadeleri olarak görürken, Troçki'nin Muhalefeti ulusal kurtuluş ve anti-faşizmin ilerici doğası hakkındaki saçmalıklara karıştı. Bilan, Franco ve Cumhuriyet arasındaki savaş için İspanyol işçilerinin seferber edilmesinin arka planında emperyalist savaşın ideolojik zemininin hazırlandığını ve sermayenin çıkarlarının yattığını görürken, Troçki Fransa'daki 1936 grevleri ve İspanya'daki anti-faşist mücadeleyi devrimin başlangıcı olarak tanımlamıştı... Ancak daha da kötüsü, Bilan için savaş hazırlığında aktif bir ajan olması nedeniyle SSCB'nin desteklenemeyeceği açıktı, ki Bilan henüz SSCB'nin doğası hakkında kesin bir netliğe sahip değildi. Öte yandan Troçki, SSCB'nin "yozlaşmış bir işçi devleti" olduğuna dair spekülasyonlarıyla, SSCB'yi desteklemek için kapıları ardına kadar açtı, ki bu 1939-1945 yılları arasındaki ikinci dünya kasaplığını desteklemek anlamına geliyordu.

1968'de işçi mücadelesinin yeniden canlanmasına karşı sermayenin aşırı solunun rolü

1968'den bu yana proleter mücadele tüm dünyada yeniden yükselişe geçti. Bu yükselişin en önemli ifadeleri, Fransa'daki Mayıs 68, İtalya'daki "Sıcak Sonbahar", Arjantin'deki "Cordobazo" ve Polonya Ekimi’dir. Bu mücadele yeni bir devrimci kuşak yetiştirdi. Her yerde çok sayıda işçi sınıfı azınlığı ortaya çıktı ve tüm bunlar proletarya için temel bir güç oluşturdu.

Bununla birlikte, bu azınlıkların zayıflatılması ve yok edilmesinde yukarıda bahsettiğimiz Troçkistler, resmi anarşizm[6] ve Maoizm gibi aşırı sol grupların rolünü not etmek önemlidir. Diğerlerinden farklı olarak Maoizmin hiçbir zaman proleter bir akım olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Maoist gruplar, Pekin ve Moskova arasındaki gibi, emperyalist çatışmalardan ve nüfuz savaşlarından etkilenmiş, iki devlet arasındaki kopuş ve Pekin'in 1972'de Amerikan emperyalizmine yakınlaşmasından doğmuştur.

Muazzam bir kafa karışıklığının hüküm sürmesine rağmen, 1970'e doğru dünya çapında, patlak vermekte olan proleter mücadeleyi ilerletmek isteyen, kendilerini devrimden yana, solun geleneksel partilerine (Sosyalist ve Komünist partiler) ve emperyalist savaşa karşı tanımlayan yüz binden fazla militanın ortaya çıktığı tahmin edilebilir. Bu önemli grubun çarpıcı bir çoğunluğu, aşırı sol gruplardan tarafından mas edilmiştir. Bu yazı dizisi ile, bu sindirmeyi sermayenin solunun hangi mekanizmalar aracılığıyla gerçekleştirdiğini ayrıntılı olarak göstermeye çalışacağız. Sadece radikal ve "işçi sınıfı" kavramlarıyla kamufle edilmiş kapitalist programlarını değil, aynı zamanda örgütlenme ve tartışma yöntemlerinden, işleyiş tarzlarından ve ahlaki yaklaşımlarını da eleştireceğiz.

Kesin olan şu ki, işçi sınıfı mücadelesi için geniş çaplı bir öncü inşa etme potansiyelinin yok edilmesinde sermaye solunun etkinliği çok belirleyici olmuştur. Potansiyel militanlar aktivizme, acilciliğe ve aceleciliğe itilmiş, sendikalar, belediyeler, seçim kampanyaları vb. içindeki steril mücadelelere yönlendirilmiştir.

Bunun sonucu zamanla ortaya çıkmıştır:

- Çoğunluk mücadeleyi bırakmış, derin bir hayal kırıklığına uğramış ve işçi sınıfı mücadelesine ve komünizm ihtimaline dair şüpheye düşmüştür; bu kesimin önemli bir kısmı uyuşturucu, alkol ve mutlak bir umutsuzluğa batmıştır;

- Bir azınlık, sendikaların ve sol partilerin çekirdek kuvveti olarak kalmış ve işçi sınıfına yönelik şüpheci ve moral bozucu bir vizyonu yaymaya devam etmiştir;

- Daha müstehzi başka bir azınlık ise sendikalarda ve sol partilerde kişisel kariyer yapmış ve kuşakları içerisindeki bu "muzafferlerin" bir kısmı sağ partilere bile katılmıştır.[7]

Komünist militanların değeri hayatidir ve proletaryanın 1968'deki tarihi uyanışından bu yana militan güçlerinin uğradığı muazzam tükenişin derslerini çıkarmak Bilan, Internationalisme vb. mirasçıları olan mevcut sol komünist gruplar açısından hayati bir görevdir.

İşçi sınıfına dair yanlış bir bakış açısı

Sendikalar, sol ve aşırı sol partiler, yalıtma, bölme ve kafa karıştırma gibi kirli işlerini yürütmek için işçi sınıfına dair yanlış bir vizyonun propagandasını yaparlar. Komünist militanları işleyerek onların düşüncelerini, davranışlarını ve yaklaşımlarını deforme ederler. Dolayısıyla bu durumu tespit etmek ve bununla mücadele etmek hayati önem taşır.

1. Bireysel vatandaşlar toplamı olarak işçi sınıfı tanımı

Sol ve aşırı sol işçileri kapitalizm ile uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunan bir toplumsal sınıf olarak değil, bireylerin toplamı olarak tanımlar. Buna göre işçiler “yurttaşların” “alt” tabakasıdır. Bu nedenle, tekil işçilerin umabileceği tek şey "istikrarlı bir hayat", emekleri için “adil” bir karşılık, "haklarına saygı duyulması" ve saire olabilir.

Böylece sol, işçi sınıfının kapitalist toplum için vazgeçilmez bir sınıf olduğu, çünkü onun emeği olmadan kapitalizmin işleyemeyeceği gerçeğini gizler. Böyle olmakla birlikte işçi sınıfı aynı zamanda toplumdan dışlanmış, onun tüm kurallarına ve yaşamsal normlarına yabancı bir sınıftır; dolayısıyla ancak kapitalist toplumu tepeden tırnağa ortadan kaldırdığında kendini gerçekleştirebilecek bir sınıftır. Bu gerçeklik yerine sol, reformlar ve kapitalist örgütlere katılım yoluyla çıkarlarını tatmin edebilecek bir "entegre sınıf" fikrini öne sürer.

Bu genel görüşle işçi sınıfı amorf, şekilsiz ve sınıflar arası bir "vatandaşlar" yani "halk" kitlesi içerisinde çözülür. Böyle bir bulamaç içinde işçi, kendisini aldatan küçük burjuvaziye, kendisini baskı altına alan polise, kendisini mahkum eden yargıca, kendisine yalan söyleyen politikacılara ve hatta "ilerici burjuvaziye" asimile edilir. Toplumsal sınıflar ve sınıfsal çelişki düşüncesi ortadan kalkarak yerini ulusun yurttaşları, sahte "ulusal topluluk" düşüncesine bırakır.

Sınıf fikri işçi sınıfının zihninden bir kez silindiğinde ise tarihsel bir sınıfın temel nosyonu da ortadan kalkar. Proletarya, farklı kuşak ya da coğrafya ayrımlarının ötesinde, devrimci bir geleceği, kapitalizmin insanlığı yıkıma götüren çelişkilerinin ötesinde ve bunları aşan yeni bir toplumun kurulmasını başarabilecek tarihsel bir sınıftır.

Toplumsal sınıflar, sınıf karşıtlıkları ve tarihsel sınıf gibi hayati ve bilimsel fikirleri bir kenara iten sermayenin solu ve aşırı solu, devrimi siyasi "uzmanların" ve partilerin ellerine bırakılması gereken uhrevi bir amaca indirger. Burjuvazi için ideal olan ancak proletarya için kesinlikle yıkıcı bir kavram olan iktidarın delegasyonu fikrini böyle takdim ederler. Ekonomik gücü elinde tutan sömürücü bir sınıf olarak burjuvazi, işlerinin idaresini, ulusal sermayenin karmaşık ihtiyaçları çerçevesinde kendine has çıkarları bulunan bürokratik bir katmana, uzmanlaşmış bir politika kadrosuna emanet edebilir.

Ancak hem sömürülen hem de devrimci bir sınıf olan, ekonomik gücü olmayan ama tek gücü bilinci, birliği, dayanışması ve özgüveni olan proletarya için durum farklıdır. Tüm bu faktörler, uzmanlaşmış bir aydınlar ve politikacılar katmanına bel bağladığında hızla çözülür.

Delegasyon fikriyle donanmış sol ve aşırı sol partiler, seçimlere katılımı "sağın önünü almanın" bir yolu olarak savunur, böylece işçilerin saflarında bir sınıfın özerk eylemini baltalayarak onu oy veren bir yurttaş kitlesine dönüştürürler. Buna göre işçilerin her biri "kişisel çıkarlarına" kilitlenmiş bireyci bir kitleden ibarettir. Bu perspektiften bakıldığında, proletaryanın birliği ve öz-örgütlülüğü artık mevcut değildir.

Son olarak, sol ve aşırı sol partiler proletaryanın "başka bir topluma ulaşmak" için kendisini devletin ellerine teslim etmesi gerektiğini savunur. Böylece kapitalistlerin cellatı olan devleti "işçilerin dostu" ya da "müttefiki" gibi sunan bir aldatmacaya girişirler.

2. İşçileri sadece kaybedenler kitlesi olarak gören kaba bir materyalizm

Sol ve sendikalar işçi sınıfına ilişkin kaba materyalist bir anlayışın propagandasını yayarlar. Onlara göre işçiler sadece ailelerini, konforlarını, daha iyi bir arabayı ya da evi düşünen bireylerdir. Böylece işçi sınıfı tüketim kültürü içinde boğulmuş, mücadele gibi bir "idealleri" olmayan, evde oturup futbol izlemeyi ya da arkadaşlarıyla bara gitmeyi tercih eden bir kitle olarak tasavvur edilir. Döngüyü tamamlamak için, işçilerin tüketim harcamalarını ödemek için boğazlarına kadar borca batmış olmaları nedeniyle en ufak bir mücadeleye girişmekten aciz olduklarını ileri sürerler.[8]

Bu ahlaki ikiyüzlülük dersleriyle, maddi bir gereklilik olan işçi mücadelesini bir ideal irade meselesine dönüştürürler, oysa işçi sınıfının nihai amacı olan komünizm, kapitalizmin çözülmez çelişkilerine yanıt sunan maddi bir gerekliliktir[9]. Anlık mücadeleyi devrimci mücadeleden ayırıp birbirine karşı gibi sunan sermaye solcularının söylemine karşı, gerçekte bu ikisi arasında bir bütünlük vardır, çünkü işçi sınıfının mücadelesi Engels'in dediği gibi aynı anda hem ekonomik, hem politik, hem de bir fikirler savaşımıdır.

Sınıfımızı bu birlikten mahrum bırakmak, ekonomik ihtiyaçlar için yapılan mücadeleyi "egoist" ve "materyalist" bir mücadeleye indirgerken, "devrim" fikrini de "şanlı" ve "ahlaki" bir nosyonmuş gibi sunar. Bu tür fikirler, kendilerinin ve yakınlarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmekten utanç ve suçluluk duyan, sadece kendilerini düşünen köle bireyler gibi hissettirilen işçiler için ciddi biçimde demoralize edicidir. Katolik Kilisesi'nin alaycı ve ikiyüzlü çizgisini izleyen bu yanlış yaklaşımlarla, sermayenin solu ve aşırı solu, işçilerin bir sınıf olarak kendilerine olan güvenini sarsmakta ve onları toplumun "en alt" kesimi olarak göstermeye çalışmaktadır.

Bu tutum, işçi sınıfını kaybedenler olarak sunan egemen ideoloji ile de örtüşür. Meşhur "sağduyu", işçilerin başka hiçbir şey için yeterince iyi olmadıkları veya sosyal ölçekte ilerlemek için yeterince çalışmadıkları için işçi olarak kalan bireyler olduğunu söyler. Buna göre, işçiler tembeldir, istekleri yoktur, başarılı olmak istemezler...

Gerçekten de dünyaya dair alt üst olmuş bir bakıştır bu! Emeğiyle toplumsal refahının çoğunu üreten bir sosyal sınıfın, toplumun en kötü unsurlarından oluştuğu varsayılmaktadır. Proletarya toplumun çoğunluğunu oluşturduğuna göre, temelde korkaklardan, kaybedenlerden, herhangi bir motivasyonu olmayan kültürsüz bireylerden oluşuyormuş gibi sunulur. Burjuvazi proletaryayı sadece sömürmekle kalmaz, onunla alay da eder. Milyonlarca insanın emeğiyle geçinen azınlık, işçileri tembel, işe yaramaz, başarısız ve umutsuz olarak görme cüretine sahiptir.

Toplumsal gerçeklik ise bundan radikal biçimde farklıdır: proletaryanın dünya çapındaki ortak emeği kültürel, bilimsel ve aynı zamanda son derece insani bağlar geliştirir. Bu emek dayanışma, güven ve eleştirel bir ruh doğurur. İşçiler toplumu sessizce hareket ettiren esas güçtür, onların emeği üretici güçlerin gelişiminin asıl kaynağıdır.

İşçi sınıfının dışarıdan görünümü önemsiz, pasif ve anonim bir kitle gibi olabilir. Bu görünüm, sömürülen ve devrimci bir sınıf olarak işçi sınıfının yaşadığı çelişkinin sonucudur. Bir yandan işçi sınıfı küresel ortak emeğin sınıfıdır ve bu haliyle kapitalist üretim çarklarının işlemesini sağlar ve toplumu kökten değiştirecek güç ve kapasiteyi elinde bulundurur. Ama öte yandan rekabet, pazar, bölünmüşlüğün ve her koyun kendi bacağından asılır gibi fikirlerin hüküm sürdüğü bir toplumun normal yaşamı, onu her biri başarısızlık ve suçluluk duygularıyla güçsüz, diğerlerinden yalıtılmış, atomize olmuş ve tek başına kendisi için savaşmaya zorlanmış bireyler toplamı olarak parçalar.

Sermayenin solu ve aşırı solu, burjuvazinin geri kalanıyla tam bir devamlılık içinde, işçi sınıfında sadece atomize bireylerden oluşan şekilsiz bir kitle görmemizi istiyor. Bu şekilde, sınıfı demoralize etme ve herhangi bir toplumsal perspektiften dışlama görevleriyle sermayeye ve devlete hizmet ediyorlar.

Burada, başlangıçta söylediğimiz gibi, işçi sınıfının bireylerden oluşan bir toplam olarak sunan kavrayışa geri dönüyoruz. Oysa proletarya bir sınıftır ve kendisini ezen ve atomize eden zincirlerden tutarlı ve özerk bir mücadele ile kurtulmayı başardığı her seferinde bir sınıf olarak hareket eder. Böylece sadece bir sınıfı eylem halinde görmekle kalmayız, aynı zamanda bileşenlerinin her birinin kendisini aktif varlıklara dönüştürdüğünü, mücadele ettiğini, inisiyatif aldığını ve yaratıcılıklarını geliştirdiğini görürüz. Bunu, 1905 ve 1917 Rusya devrimleri gibi sınıf mücadelesinin büyük anlarında gördük. Rosa Luxemburg'un Kitle Grevi, Siyasi Parti ve Sendikalar adlı yapıtında çok net vurguladığı gibi, "Ama devrimci dönemin fırtınası içinde bir proleter de, aciz durumdaki bir aile reisinden, maddi refah bir yana, kendisi için en değerli şeyin, yaşamın bile, mücadelenin idealleriyle kıyaslandığında çok az şey ifade ettiği bir 'devrimci romantiğe' dönüşür.”[10]

Bir sınıf olduğunda, her bir işçinin bireysel gücü özgürleşir, prangalarından kurtulur ve insani potansiyeli gelişir. Bireylerin toplamı olarak ise, her birinin kapasiteleri yok edilir, seyreltilir, insanlığın geneli açısından heba olur. Sermayenin solu ve aşırı solunun işlevi, işçileri zincirleri içinde, yani salt bireyler toplamı olarak tutmaktır.

On dokuzuncu yüzyılın taktikleri üzerine saati durdurulmuş bir sınıf

Genel olarak kapitalizmin yükseliş döneminde ve özellikle de en parlak döneminde (1870-1914), işçi sınıfı hemen devrimci bir yıkım öngörmeksizin kapitalizm çerçevesinde iyileştirmeler ve reformlar için mücadele edebiliyordu. Bu bir yandan büyük kitle örgütlerinin (sosyalist ve işçi partileri, sendikalar, kooperatifler, işçi üniversiteleri, kadın ve gençlik dernekleri vb) oluşturulmasına imkan tanırken, diğer yandan da seçimlere katılım, imza kampanyaları, sendikalar tarafından planlanan grevler vb. taktikleri mümkün kılıyordu.

Bu yöntemler yirminci yüzyılın başında giderek daha yetersiz hale geldi. Bu dönemde devrimcilerin saflarında, bir yanda bu eski yöntemlerin partizanı Kautsky, diğer yanda da 1905 devriminden dersler çıkararak işçi sınıfının yeni bir genel savaş ve ekonomik kriz durumuna, özetle kapitalizmin çöküşüne tekabül eden yeni mücadele yöntemlerine doğru ilerlemesi gerektiğini açıkça gösteren Rosa Luxemburg'un[11] karşı karşıya geldiği yaygın bir tartışma vardı. Yeni mücadele yöntemleri kitlelerin doğrudan eylemine, işçilerin meclisler ve konseyler halinde öz-örgütlenmesine, asgari ve azami program arasındaki eski ayrımın ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Bu yöntemler sendikacılık, reformlar, seçimlere katılım ve parlamenter yol ile çelişiyordu.

Sermayenin solu ve aşırı solunun politik hattı, işçi sınıfını bugünün acil ve tarihsel çıkarlarının savunulmasıyla kökten uyumsuz olan eski yöntemlere sıkıştırmaya odaklanmıştır. İlginç bir şekilde, işçi sınıfını seçimlerde oy kullanma, sendikal eylemler, önceden programlanmış gösteriler vb. ile silahsızlandırmayı ve dağıtmayı amaçlayan tüm rutinleriyle, işçileri pasif ve atomize, sermayenin tüm ihtiyaçlarına disiplinle boyun eğen "iyi, işçi vatandaşlara" indirgeyen mekanizmalarla, kapitalizmin 1890'dan 1910'a kadar olan "altın yıllarında" saati durdurdular: çok çalış, her dört yılda bir oy ver, sendikaların arkasında yürü, kendinden menkul liderleri sorgulama.

Bu politika Sosyalist ve Komünist partiler tarafından utanmazca savunulurken, onların "aşırı sol"daki uzantıları da "eleştirel" dokunuşları ve "radikal" aşırılıklarıyla bu politikayı yeniden üretmekte ve sermaye için bir sınıf olarak işçi sınıfı vizyonunu savunmaktadır; zaman zaman onun ziyafetlerinin altın sofrasından düşen bazı varsayımsal kırıntıları beklerken onun tüm zorunluluklarına boyun eğmek zorunda olan bir sınıf.

C. Mir. 18.12.17

 

2. Sağın klasik partileri (muhafazakar, liberal, vs.) toplumun kontrolündeki paylarını aşırı sağ partiler (faşist, neo-Nazi, sağ popülistler, vs.) aracılığıyla tamamlarlar. İkincisinin doğası daha karmaşıktır; bu konuda bkz. "On the Question of Populism", IR 157.

3. Oportünizmin bir örgütün proleter yaşamına nasıl nüfuz ettiğine ve onu nasıl tahrip ettiğine yakından bakmak için bkz. "1914: how German socialism came to betray the workers", World War I, Special Issue of IR (2014).

4. EKA Platformu 13. madde.

6. Burada, kafa karışıklıklarına rağmen birçok işçi sınıfı pozisyonunu sahiplenen, emperyalist savaşa karşı ve proleter devrimden yana olduklarını açıkça gösteren küçük enternasyonalist anarşist gruplardan bahsetmiyoruz.

7. Bunun çok sayıda örneği var: Avrupa Birliği eski Başkanı Durao Barroso gençliğinde Maoistti; Avrupa Parlamentosu Milletvekili ve Macron'un danışmanı Cohn-Bendit; Fransa eski Başbakanı Lionel Jospin gençliğinde Troçkistti; İngiltere eski İçişleri Bakanı ve devletin baş yorumcusu Jack Straw solcu, "ateşli" bir öğrenci lideriydi.

8. Tüketimin (1920'lerde Amerika Birleşik Devletleri'nde ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra teşvik edilen) işçi sınıfı içindeki protesto ruhunu zayıflatmaya yardımcı olduğunu kabul etmeliyiz, çünkü her bir işçinin hayati ihtiyaçları tüketimin oynadığı rolle deforme edilmekte, ihtiyaçları "her şeyin kredi yoluyla elde edilebileceği" bireysel meselelere dönüştürülmektedir.

11. Bkz.: "Debate sobre la huelgade masas" (texts of Parvus, Mehring, Luxemburg, Kautsky, Vandervelde, Anton Pannekoek).

Tags: 

Rubric: 

Sermaye Solunun Gizli Mirası