Savaş ve Perspektifler

 

 

1984 ile 2008 arasında TSK ile PKK arasında devam eden savaşta, TSK kaynaklarına göre 32,000 PKK'li, 6,482 asker ve 5,560 sivil hayatını kaybetti. Savaş süresince dört binden fazla köy yakıldı, yüz binlerce insan evlerinden oldu, binlerce insan hala hapishanelerde tutulmakta. Hem Türk, hem de Kürt burjuvazisinin kimi kesimlerinin yorulmadan attıkları komik "demokratik çözüm" naraları ise daha kanlı kıyımların bizi beklemekte olduğu gerçeğini hiçbir şekilde gizleyemiyor. Dünya genelinde barbarlığın, ekonomik kriz ile çifte su verilmiş derin karanlığı ilerlerken, Türkiye ve Ortadoğu burjuvazisi de bu karanlığı daha da derinleştirme yolunda ilerliyor.

                                                                     

Türk Burjuvazisinin Perspektifi

                                                                  

"Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye'de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin." - Recep Tayyip Erdoğan

 

Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde hem Kürt hem de Türk liberal burjuva kesimini heyecanlandırmış, 2005'te Diyarbakır'da yaptığı konuşmada "Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur; bu konuda devlet olarak yanlışlarımız vardır" gibi bir ifade kullanarak liberal burjuva aydınlarının boş "demokratik çözüm" umutlarını alevlendirmişti. Bununla birlikte bir yandan devletin eli kanlı, fakat bir o kadar da işlevini yitirmiş 'Ergenekon'cu kanadını tasfiye edip diğer yandan da orduya kimi durumlarda kafa tutar gibi gözükerek ve de bürokrasinin kilit noktalarını eski Kemalist elitlerin elinden alarak bir "değişim" getiriyor izlenimini ortaya koymuştu. Fakat aslında bu görüntünün altında, burjuvazinin liberal olarak tanımlayabileceğimiz kanadının her zamanki çizgisinin devamından başka mevcut olan tek değişiklik, bu kanadın bürokraside kilit mevkileri ele geçirmeye yükleniyor olmasıydı. Bunun dışında bir yenilik yoktu, aynı eğilimin Erdoğan'dan önceki temsilcileri de benzer liberal çözüm fikirlerini ortaya koymuşlardı. Turgut Özal'ın Kürt burjuvazisinin 'asi' kesimini orta vadede yasal siyasetin içine çekme amaçlı planında, Süleyman Demirel'in başbakanken "Kürt realitesi"nden bahsedip "Paris Şartı ve evrensel insan haklarına dayalı yeni anayasa" fikrini öne atışında, Tansu Çiller'in Bask modelinden övgüyle bahsedişinde, liberal kesimin "çözüm" umutlarını görmek mümkündür. Öte yandan "demokrat" kesimde oluşan heves, Erdoğan'dan önceki örneklerde gördüğümüz üzere, bu kesimin kursağında kaldı; özellikle Çiller döneminde "demokratik" sloganların ardından gelen barbarlık dalgası, en iğrenç milliyetçi galeyanlar ile Kürt işçi sınıfına karşı korkunç bir devlet terörünün uygulanmasını getirmişti.

 

AKP iktidarı, aslında liberal açılımlarının kaymağını belki de önceki benzeri iktidarlardan fazla yedi ve içi doldurulmamış "çözüm" naralarıyla savaştan bıkmış Türk ve Kürt emekçilerinin bir kısmının desteğini kazanmayı başardı - ki Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu şehirlerde oylarının DTP'nin oylarına yakınlığı da bunun bir göstergesiydi. Fakat burjuva düzeninin tamamını savaşa sürükleyen kapitalist çürüme ortamında, hiçbir burjuva kesiminin süregelen savaşlara gerçekten çözüm önerme kapasitesi yoktur. Bu yüzden şiddetlenen çatışma ortamında, aslında önünü  kesmeye çalışan askeri ve sivil bürokratlara ve Kemalist milliyetçi eğilimlere karşı koltuk mücadelesinde kısa vadeli bir zafer kazanmış olan AKP'nin orduyla arasındaki, Irak'ın işgal edildiği dönemde bile korunan mesafenin yerini, tam da AKP'nin geçici olarak alt ettiği kesimin açıktan açığa şövenist sloganları aldı. Son olarak gördüğümüz "pompalı tüfek" olayında AKP'nin tutumu bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Olayların ülkenin her yerinde dehşet verici bir iç savaşa gitmesi ihtimalini getiren durum şu şekilde oluştu: İstanbul'da eylem yapan Kürt göstericilere bir 'vatandaş' pompalı tüfekle ateş etti, bu olayın ardından Tayyip Erdoğan bu 'vatandaş'ı desteklemek amaçlı bir açıklama yapma gereği duydu. Tayyip Erdoğan'ın neden bu 'vatandaş'ı savunma gereği duyduğu üzerine biraz düşününce, akla hayli korkutucu bir geleceğe dair ihtimaller geliyor.

 

 

Türk burjuvazisinin bütün kesimleri, süregelen savaşın önünde durabilecek bir perspektife sahip olmaktan acizler. Savaşın iki tarafta da yarattığı, savaştan geçinen kemikleşmiş kesimler çatışmaların sürmesini isterken, "demokratik çözüm" önerisiyle ortaya çıkan liberal kesimler, sürekli kendilerini savaş gündemine daha fazla çekilmiş buluyorlar. TSK'nın PKK ile savaşını bitirebilecek tek şey, başka bir ülkeyle, daha fazla felaket ve barbarlık getirecek bir savaşa girmek olabilir. Eğer böyle bir şey olmazsa, mevcut savaş derinleşmeye, olduğundan çok daha korkunç bir iç savaş haline evrilmeye devam edecektir. Zira derinleşen ekonomik kriz ve en aşırı milliyetçi ve şövenist eğilimleri azdıran toplumsal çürüme, hakim sınıfın bütün kesimlerini, daha fazla barbarlık getirecek olan savaşlara itiyor. Mevcut durumda da Türk burjuvasinin milliyetçi söylemleri güçlendirerek, onlarca yıldır devam eden savaşta işçi sınıfının yeni evlatlarını da ölüme gitmeye seferber etmeye çalışacağını söylemek mümkün. AKP hükümeti de, hakim sınıfın bürokratik kesimine karşı konumunu güçlendirdikten sonra, tekrar bu kesimin sloganlarıyla kanlı çatışmalara doğru yürüyor.

 

Türkiye burjuvazisinin perspektifinin ortaya attığı sorunun aslında bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle aynı olduğu söylenebilir. Bu sorun, burjuvazinin bir kesiminin iddia ettiği gibi daha fazla "demokrasi ve özgürlükler" olmaması ve Avrupa Birliği'ne giremeyiş sorunu değil; bir başka kesiminin iddia ettiği gibi "laikliğin" tasfiye edilmesi ve "Cumhuriyet'in kazanımlarının" geri alınması veya bağımsızlık eksikliği sorunu hiç değil: bu sorun ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

Kürt Emekçilerine Karşı Ulusal Baskı ve Kürt Milliyetçiliği

 

"Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin kökünü de ben temizleyeceğim" - Koçgiri Ayaklanması'nı bastırmakla görevli Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa

 

"Oluk gibi kan akıtıldı, her taraf cesetlerle doldu." -Dersim İsyanı'nın bastırılmasına katılmış bir asker

 

"Biz cumhuriyetin ilkelerine bağlıyız, cumhuriyeti reddetmiyoruz. Gelin bu cumhuriyeti demokratikleştirelim diyoruz. Cumhuriyetin demokratikleşmeye ihtiyacı var. Aksi halde devlet batar, iflas eder." -Abdullah Öcalan

 

Türk burjuvazisinin ardından, TSK'nın karşısında duran PKK'nin ve mecliste temsil edilen Kürt burjuvazisinin savaşın gidişatına dair perspektifini incelemek yerinde olacaktır. Fakat PKK ve Kürt burjuvazisinin perspektifini ele alabilmek için, PKK'nin karşı olduğunu iddia ettiği ve ideolojik temelini üzerine kurduğu ulusal baskı meselesine ve Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskı ile Kürt milliyetçiliğinin ilişkisine tarihsel olarak kısaca değinmek gereklidir .

 

 

Her şeyden önce hiçbir şekilde inkar edilemez olan gerçek, Kürt emekçilerinin ulusal baskıya tabi tutuldukları ve geçtiğimiz yüzyılda bu baskının kimi dönemlerde soykırıma varacak derecede korkunç boyutlara ulaştığıdır. Türkiye Cumhuriyet'inin ilk yıllarında, ağzı ve pençeleri Ermenilerin ve Rumların kanına bulanmış Türk burjuvazisi, dini temalı ve toprak ağalarının yönettiği milliyetçi isyanları bastırmak kisvesi altında korkunç katliamlara girişir. 1925'teki Şeyh Sait ayaklanmasının ardından, yaklaşık 80,000 insanın, korkunç şekillerde öldürüldüğü söylenmektedir, Ağrı ayaklanmasının ardından ise 15,000 kişi katledilecektir. Bu örneklerin en çarpıcısı ise Dersim ayaklanmasının bastırılmasıdır: Sadece Munzur Çayı'nda 50,000 kişinin öldürüldüğü olayda, resmi kaynaklara göre 70,000'den fazla insan katledilirken, çeşitli  kaynaklar bu rakamın 300,000'e kadar çıktığını söylemektedir. Celal Bayar 1938'de TBMM'de "Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır" demiştir. Sadece 1938'e kadar isyanların bastırılmasında ve zorunlu göçlerde bu şekilde katledilenlerin sayısının 800,000'e yaklaştığı iddia edilmektedir. Ulusal baskı daha sonra da devam etmiştir. Türkiye devleti, PKK'yle mücadele kisvesi altında sistematik bir biçimde binlerce köyü yakmış, yüz binlerce emekçiyi evlerinden etmiştir. Ulusal baskı öyle bir noktaya gelmiştir ki toplumun kemikleşmiş bir parçası olmuş ve aslında devletin kontrolünden de çıkmıştır.

 

 

Doğası gereği burjuva bir eğilim olan Kürt milliyetçiliği, her zaman Kürt emekçilerine karşı uygulanan ulusal baskıdan beslenmiştir. Fakat aslında emekçilere karşı uygulanan ulusal baskının önünde durmak hiçbir zaman Kürt milliyetçisi eğilimlerin gündeminde olmamıştır. Bu ilişkinin en çarpıcı örneği, 300,000 emekçinin akıl almaz derecede iğrenç bir biçimde katledildiği Halepçe Al-Anfal operasyonu sırada, Barzani ve Talabani'nin Kürt milliyetçisi peşmergelerinin tutumlarıdır. Irak ordusu Halepçe'ye öldürücü gazları salarken, milliyetçi peşmergeler, suratlarında gaz maskeleri, şehri kuşatmış ve ödeme yapabilen zenginlerin  çıkışına izin verirken, emekçilerin ve fakir kesimlerin şehirden çıkmalarını engelleyerek onları acımasızca ölüme mahkum etmiştir. Bu eğilimler bugün de aynı işçi düşmanı tutumlarını sürdürüyor ve işçi grevlerini, işçileri vurmak suretiyle bastırıyor.

 

 

 

'Emek' yanlısı olma iddiasındaki PKK'nin de ulusal baskıya gerçekten karşı çıkmadığı bu eğilimin kimi liderlerinin değişik zamanlarda verdikleri "Cumhuriyet", ABD, AB, Suriye, vb. devletler ile Barzani ve Talabani yanlısı demeçlerinden veya konumlarından anlaşılıyor aslında. Kapitalizmin çöküş evresinde, küçük emperyalist burjuva devletler gibi bütün ulusal kurtuluş hareketleri de yalnızca çeşitli devletlerin şu veya bu şekilde desteğini aldığı sürece, silahlı olarak faal bir güç biçiminde var olabilmiştir. PKK de, TSK gibi kendi çıkarları için emekçi çocuklarını ölmeye ve başka emekçi çocuklarını öldürmeye gönderen ve yeri geldiği zaman temsil ettiğini iddia ettiği ulusal kökene sahip kişilere şiddet uygulamaktan çekinmeyen bir eğilimdir ve Kürt işçilerinin sorunlarına hiçbir çözüm önermemektedir.

                                                                                                                 

PKK'nin ve Kürt Burjuvazisinin Perspektifi

 

"Ben ülkemi severim. Annem de Türk'tü. Eğer bir hizmet gerekirse yaparız (...) Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkanım varsa ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim." -Abdullah Öcalan

 

Mevcut savaş durumunu biraz daha net bir biçimde ortaya koymak için PKK ve Kürt burjuvazisinin bugünkü perspektifini de analiz etmek gereklidir. Aslında karşı cephedeki sorunun aynısını paylaşmaktadır bu kesim de. İçinde bulunduğu durum yüzünden dağa çıkmak zorunda kalan binlerce genç emekçinin bombalanmasından bir süre sonra, hapishanede Abdullah Öcalan'ın kötü muamele görmesi nedeniyle sert eylemler örgütlenmesi, PKK 10. Kongre'sinin "Önder Apo'nun özgürleştirilmesini önümüzdeki sürecin tek ve en temel görevi olarak belirlemiş, bütün çalışmalarını, karar ve değerlendirmelerini bu hedefe kilitleme temelinde yapmış" olması ortaya, tanrılaştırılan bir kişiliğin etrafında şiddeti artan bir savaş perspektifi koymanın yanı sıra, 'Kürt hareketi' olarak adlandırılan hareketin içerisindeki sınıfsal farklılıkları da gözler önüne sermektedir: Dağlarda savaşan, ölmeye gönderilen 'önemsiz' işçi çocukları, şehirlerde polisin önüne sürülen, dayak yiyen, göz altına alınan hapsedilen, işkence gören 'önemsiz' emekçi destekçiler ve de 'kıymetli' önderler... Türkiye Cumhuriyeti'nin hakim sınıfı ile Kürt hareketinin hakim sınıfı aynı hamurdan yapılmıştır.

 


 

Tıpkı Türk burjuvazisi gibi Kürt burjuvazisinin bir kesimi de çıkarları doğrudan savaşın devamına bağlanmış olan kesimin aksine arada sırada savaşa "demokratik çözüm" gibi kavramlar öne atar. Burjuvazinin bütün kesimlerinin savaşa sürüklendiği durumu, nasıl Tayyip Erdoğan'ın "aklını başına getirdiyse", Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmayı uman kanadının da "aklını başına getirdi". Milletvekili Emine Ayna'nın şu sözleri bu bağlamda anlamlıdır: "Biz, yüzümüzü AKP'ye döndüğümüz için halkımız da yüzünü AKP'ye döndü. 22 Temmuz seçimlerinin ardından özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, dönüp bize Meclis'te 'PKK terör örgütüdür demedikçe' konuşmaya hakkınız yoktur demesiyle biz kendimize geldik. O zaman fark ettik, o zaman yanlışımızı gördük." Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisiyle uzlaşmak isteyen kesimi de, şu sıralarda , ceketinin önünü ilikleyerek MHP'li Devlet Bahçeli ile el sıkışmış olan eski lideri gibi savaş naraları atıyor. Bunun yanı sıra Kürt burjuvazisinin bütün kesimlerinin ortaya sürdüğü "önderliği özgürleştirme" sloganı, Türk burjuvazisinin "terörü yok etme" sloganından daha içi dolu bir slogan da değil; iki slogan da işçi sınıfına 'savaşı bitirmek' için daha fazla savaştan başka bir şey vaat edilmediğinin göstergesi. Kürt burjuvazisinin perspektifi de Türk burjuvazisiyle ve bütün dünya hakim sınıflarıyla aynı sorunu ortaya atıyor: Bu, ne demokratik çözüm olmaması ve Türk burjuvazisiyle uzlaşılamaması sorunu, ne de 'bağımsız' bir Kürdistan'ın kurulamaması sorunu. Bu:  Ekonomik kriz, toplumsal çürüme ve savaş barbarlığı sorunu.

 

İşçi Sınıfının Perspektifi

 

Derinleşen savaş ve barbarlık ortamında ne Türk ne de Kürt burjuvazisinin gidişata çözüm üretebilme durumu vardır. Çözümleyici olmak bir yana, barbarlığın körüklenmesini önlemeyi bile başarabilmekten aciz durumdalar. Türkiye'de TSK ile PKK arasındaki savaşın şiddetlenmesi, yalnızca Türk ve Kürt işçi sınıfı için değil, bütün Ortadoğu işçi sınıfının konumunu kötüleştirecek ve bütün dünya işçi sınıfının boğuşmak durumunda kaldığı barbarlığa katkıda bulunacaktır. Hem Türk hem de Kürt burjuvazisinin perspektifinde savaş var ve bu da hem Türk hem de Kürt işçi sınıfının geleceğinde daha fazla ölümler olacağı anlamına geliyor. Burjuvazinin kesimlerinin hepsi, krizin getirdiği zorluklar çerçevesinde ve savaş makinelerini beslemek uğruna işçi sınıfından evlatlarını ve ekmeklerini istemek zorunda kalacaklar.

 

Barbarlığın gidişatında burjuvazinin çaresiz katkısı ve işçilerin çekeceği sıkıntılar göz önünde bulundurulursa, kanlı savaşları ortadan kaldırabilecek perspektifin yalnızca proleteryanın sınıf savaşı olduğunu görmek zor değil. Savaşı körükleyen iki tarafa karşı, Türk ve Kürt işçilerinin çıkarları, dünya proleteryasıyla enternasyonalist temelde birleşerek bütün dünyadaki hakim sınıflara karşı mücadeleyi zorunlu kılıyor. Böylesi bir sınıfsal dayanışmanın inşaası süreci, yalnızca savaşa karşı bir mücadeleyi değil, aynı zamanda Kürt emekçilere karşı uygulanan ulusal temelli baskının parçalanmasını da zorunlu olarak içinde barındıracaktır; bu nedenle o sorunun da tek çözümüdür.

 

Burjuvazinin bütün kesimlerinin dünyaya dayattığı barbarlığı engelleyebilecek, akan kanı durdurabilecek tek güç, perspektifi enternasyonal sınıf birliği ve mücadelesi olan işçi sınıfıdır.

 

Cihan