DünyaDevrimi tarafından tarihinde gönderildi
Bu yazının yazılmasının temel sebebi Sanal Molotof adlı tartışma forumunda ortaya konan eleştirilere ve sorulara bir yanıt arama çabasıdır. Yakın zamanda kot taşlama işçilerinin hayatını tehdit eden ölümcül çalışma koşullarına karşı girişilen bu boykot eylemi, "kot taşlama" adlı bir grup tarafından başlatılmıştır. Sanal Molotof adlı internet forumunda tartışmaya yol açan da işte bu grubun kaleme aldığı bir bildiriydi. Bildiride genel olarak devletin işçilerin çalışma koşullarına kayıtsızlığından, dayanışmanın gerekliliğinden bahsediliyordu. Ancak yerimiz dar olduğu için bildirinin sadece son bölümünü yayınlayabiliyoruz. Bu bölümde, işçilerin yaşam standardını düzeltmek için boykotun bir çözüm olduğunu şu sözlerle savunmaktaydı:
"Eğer bunu (boykotu) başarabilirsek; Hem bu katillere yaptıklarının bedelinin bir kısmını ödetmiş olacağız, hem de bir daha böyle bir şey yapacak olanlar bir kere değil bin kere daha düşünmek zorunda kalacak."
Bu tartışmaya müdahil olan, bizim militanlarımızın da içerisinde bulunduğu bir eğilim ise temel olarak solun belli bir kesiminin bu boykot çağrısının kapitalist pazar içerisinde kalınarak, işçilerin belli bir kesiminin yaşam standartlarının demokratik yöntemler ile düzeltilebileceği yanılsamasını nasıl da yaydığını ifşa etmeye çalışmıştır. Tartışmaya katılan bütün bireyler bu konudaki insani duyarlılıklar temelinde bir şeyler yapma ihtiyacını açıkça ortaya koymuştur. Fakat bize göre tartışmada asıl eksik bulunan birkaç nokta bulunmaktadır. Bu yüzden bu yazı söz konusu tartışmanın yürütüldüğü proleter politik çevreye bir müdahale olarak kaleme alınmıştır ve her türlü yoldaşça eleştiriye sonuna kadar açıktır.
Kapitalizmde boykotun tarihine kısa bir bakış
Boykot fikrinin belli bir kapitalist pazar ilişkisini ön gördüğü açıktır. Tarihsel olarak boykot eyleminin kökeni 1880'lerde İrlanda'da toprak kiralayan köylülerin oluşturduğu "Toprak Ligası" tarafından, toprak sahibinin aracısı Charles Boykott'a karşı geliştirilmiştir. Kiracı köylüler şiddetten arınmış bir eylem yapmak için işi boykot etmişler ve sonunda hasat çok yüksek bir maliyet ile toplanabilmiştir. Ne var ki bu ilk boykot eylemi boykot mücadelesine temel karakterini veren biçimi oluşturmamaktadır. Esasen boykot sınıf karakteri taşıyan bir eylem türü değildir ve toplumdaki her hangi bir sınıf tarafından kullanılabilir. Dolayısıyla Boykot'un ilk tarihsel kökeninde feodal ilişkilere karşı girişilen bir mücadelenin olması şaşırtıcı değildir. Boykot eylemi esasen pazar ilişkilerinin etrafında örüldüğü ideolojik çerçeve üzerinden kendi meşruiyetini kurar. Dolayısıyla her zaman meta ilişkisinin ve paranın varlığının bir olumlaması bu eylem tarzının temelinde yatmaktadır. Dolayısıyla boykot çağrısı yapan çeşitli burjuva eğilimleri, insanların sınıfına seslenmez ya da sınıf ayrımlarına işaret etmez. Bu çağrıların temel olarak seslendiği, para sahibi olan yalıtılmış bireylerin kapitalist toplum içerisinde "tek özgür ilişki" alanları olduğu var sayılan alış veriş ilişkisinde başka bir şey tüketmeleridir.
Elbette kapitalist meta ilişkilerinin dünyaya yeni yayıldığı kapitalizmin gelişme çağında boykotlar, genellikle ikiyüzlüce gibi görünseler de eski üretim biçimlerinin kalıntılarını silmek için toplumsal bir destek kazanma çabasının işaretlerini taşımışlardır. Örneğin Amerikan İç Savaşında, köleciliği savunan Güneye karşı, Kuzeyliler'in ücretli işin geçerli olduğu bir ortamda uyguladıkları boykot bir anlamda ilerici gözükebilir (ne var ki Kuzeyin köleciliğe karşı net ve tutarlı bir tutumu savaş esnasında bile almadığı, bunu sadece bir propaganda aracı olarak kullandığını belirtmek gerekiyor). Dolayısıyla savaş kapitalizmin gelişme döneminde bile genel olarak devletler arasındaki savaşta bir silah olarak kullanılmıştır.
İşçi Sınıfına mı Yoksa Burjuva Vicdanlara mı Güvenmeli?
Kapitalizmin çöküş dönemine gelindiğinde ise, bütün burjuva fraksiyonlarının emperyalist bir karakter kazanmasıyla ve işçi sınıfına savaştan ve ölümden başka bir şey önerememesiyle birlikte, boykot eylemi de, bütün sınıf karakteri belirsiz eylem türleri gibi, burjuvazinin milliyetçi ideolojilerine kolayca eklemlenmiştir. Örneğin İsrail mallarını boykot eden İslamcılar açısından, hem İsrail işçi sınıfına hem de (ve özellikle) Arap ülkelerindeki işçi sınıfına yönelmiş İslamcı terör meşrudur. Aynı şekilde Türkiye'nin Abdullah Öcalan'ın iadesi için İtalya'ya karşı yürüttüğü boykot eyleminde, Türkiye'nin yürüttüğü terör ve savaş belli ki meşru sayılmıştır. Dolayısıyla açıkça işçi sınıfının çıkarlarını savunmayan bütün boykot eylemlerinin karşı-devrimci olduğu barizdir. Kapitalizmin bütün dünya pazarını ele geçirdiği ve emperyalist yıkım yoluyla bunu sürekli yeniden paylaşmaya çalıştığı günümüzde boykot, milliyetçi ideolojinin ahlakçı bir ayak oyununa dönüşmüştür ve bir taktik olarak kitleselleştiği her durumda bu açıkça görülmektedir. Bu noktadan sonra solcuların önerdiği ve örgütlediği boykot eylemlerini ve bunların işçi sınıfına hizmet edip etmediğini kısaca inceleyebiliriz. Ne var ki bu tarz boykotlarda da durum çok farklı değildir. Tarihsel bir örnek olarak, EKS'nin bir militanının da dahil olmuş olduğu 80'lerin sonunda bir yıl süren Times gazetesi matbaası işçilerinin mücadelesi oldukça çarpıcıdır. Bütün matbaa işçilerinin yaşam standartlarına yönelik bir saldırının gerçekleştiği ve yine bütün sektörün dahil olduğu bu mücadele sürecinde, sendika Times gazetesine yönelik bir boykot örgütleyerek işçileri sadece mücadelenin pasif izleyicilerine çevirmekle kalmamış, genel bir işçi dayanışmasının da önüne geçmiştir. Sendikanın bu manevrasının sonucu yenilgi olmuştur. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, doğası gereği izole olmuş bireyleri varsayan boykot eylemi, kazanmak için mücadelesini genişletmesi ve sektörler ötesi kolektif bir nitelik kazanması gereken işçi sınıfı mücadelesine hiç uygun değildir. Bunu desteklemek için işçi hareketi tarihinde sendikaların yaptığı sayısız boykot çağrısı manevrası bulunabilir. Sanal Molotof mesaj panosunda tartışmaya müdahale eden n.c.m.'nin de net bir biçimde işaret ettiği gibi, kapitalist krizin derinliği göz önüne alındığında her hangi bir kısmi boykotun başarılı olması durumu bile, sermayenin başka işçilerin üzerinde daha da hoyratça sömürüsü anlamına gelmektedir. Sınıf hareketinin tarihine, boykotun işçiler lehine kullanıldığı bir örnek aramak için daha da titiz bir şekilde baktığımızda ise, 1. Dünya Savaşı'nı takiben oluşan dünya devrimci dalgasının son çırpınışı, Şangay proletaryasının 1925'te gerçekleştirdiği kitle grevi gözümüze çarpmaktadır. Stalin'in Çin milliyetçiliğiyle geleceği parlak bürokrat Mao aracılığıyla kurduğu ittifakın işçi sınıfını tam olarak ezmesinden iki yıl sonra gerçekleşen Şangay kitle grevi, içerisinde bir sovyetin nüvelerini de taşıması nedeniyle ayrıca önemlidir. Bu grev, 1925'in Mayıs ayında İngiliz sermayesinin yönetimi altındaki bir fabrikadaki bir greve, burjuvazinin bir işçiyi öldürerek karşılık vermesiyle başlamıştır. Kısa bir sürede, her elli işçinin bir temsilciyle katıldığı grev komitesi biçiminde bir Sovyet embriyonu oluşmuş ve işçilerin sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçlarının sağlanması bu komite tarafından yürütülmüştür. Aynı zamanda işçiler İngiliz mallarına aktif bir boykot da uygulamıştır. Ama bu boykot 250.000 işçinin katıldığı bir kitle grevi içerisinde, sermaye düzenini titreten bir süreçte gerçekleşmiştir.
Soruna bu noktada geri dönebiliriz. Burjuvazinin sol kanadının riyakar liderleri, modernistler ve ahlakçılar işçi sınıfını bir özne olarak görmeyebilirler. Gerçekten de, burjuva düzeninin bu cin fikirli reformcularına göre, işçi sınıfı yoktur. Sadece tüketim dışına itilmiş, aşırı bir sefalet içerisinde yaşayan marjinal bir grup ile vicdanlı tüketiciler vardır. Onların da kurtarılması gerekmektedir v.s. Biz komünistlere göre ise işçi sınıfının eylemi, bugün burjuva medyasının da açıkça veryansın ettiği kapitalist toplumun çöküşünün karşısında insanlığın tek alternatifidir. Çöküş içerisinde debelenen, artı değeri askeri ve militarist maceralarda heba eden, ekolojik yıkıma doğru tam hız ilerleyen, gelişmiş ülkelerde işsizliği, "geri" ülkelerde ise sonu ölümle biten kölece bir çalışma düzenini milyarlarca insana dayatan burjuva toplumundan, insanlığın sorunlarına akılcı ve vicdanlı çözümler sunabilmesini beklemek en iyi ihtimalle çocukça bir rüyadır. Bu durumda işçi sınıfının içinde bulunduğu tarihsel durumu göz önüne alan daha radikal çözümlere yönelmesi gerekliliği net bir şekilde görülüyor. Bunun imkansızlığından dem vuran bütün bir burjuva akademikleri, modernistleri, solcuları ve ideologları karşısında ise komünistlerin görevi, işçi sınıfının radikal devrimci eyleminin hala olanaklı olduğunu vurgulamaktır. Komünistler, işçi sınıfının tek tek sektörlerden oluşmayan enternasyonal bir bütün olduğunu, ancak sendikaların ve sol kanat burjuva partilerinin kontrolü dışındaki grevlerin bu radikal dönüşümün yolu olduğunu vurgulamak zorundadırlar. Çünkü ancak böylesi grevler içerisinde sektörel, cinsel ve etnik ayrımların ötesine geçilip, kurulan genel asamblelerde bir bütün olarak işçi sınıfını kapsamaya aday bir iktidarın tohumları yeşerebilir. Çöküş içerisindeki kapitalist toplumda işçilerin mücadele yöntemi, geçmiş devrimlerin ışığında gördüğümüz gibi, bağımsız ve kendiliğinden grevler, kitle grevleri ve işçi konseyleridir. Bunun imkansız olduğunu savunan her tür yaklaşım ise işçi sınıfının tarihsel gücüne karşı bir güvensizliği barındıran ideolojik yaklaşımlardır. Son birkaç yıldır dünyanın her yerinde gerçekleşen grev ve mücadeleler ise bunun canlı işaretidir.
Temel & Sabri