Pakistan ve Bhutto suikasti

Benazir Bhutto suikastinden iki hafta sonra, devlet başkanı Müşerref "Pakistan parçalanma sınırında değildir" dedi. Pakistan'ı sekiz yıl boyunca askeri bir diktatör olarak yönettiktn sonra bir anda medeni bir başkanına dönüşen Müşerref, ülkenin parçalanması ihtimaliyle ilgili yorum yapıyordu. Soruyu ‘hayır' diye yanıtlasa da, bize "Pakistan Lübnan değildir" dese de ve BM'nin suikastı incelemesine ihtiyaç duymasa da, yine de ülkenin parçalanması ve Lübnanlaşması ihtimali devlet başkanı tarafından ortaya atıldı.

Suikast, kim gerçekleştirmiş olursa olsun, açık bir şekilde hakim sınıfın siyasetini nasıl yürüttüğünü ve farklılıkları nasıl çözdüğünün bir örneği. Fakat, bu olay bu kadar dramatik koşullar altında gerçekleşmeseydi ve kurbanlarının temeli toplum geneli ve özellikle işçi sınıfı olacak bir karmaşa ortamına yol açmasaydı, burjuvazi için sadece ikincil bir mesele olacaktı.

Daha önce İngiltere'de doksanlarda Major hükümetimde Devlet Savunma Sekreteri olarak görev yapmış İngiliz politikacı ve yorumcu Michael Portillo'nun, cinayeti Pakistan'da Batı'nın politikalarını suikaste uğraması olarak niteleyen yorumu da bir o kadar dramatikti. Peki kimdi bu istikrarlı, ılımlı, demokratik ve "teröre karşı savaş"ta güvenebilir bilir bir Pakistan umudu olarak nitelendirilen kişi? Sindh'li Bhutto feodal hanedanlığının başı ve dolayısıyla Pakistan Halp Partisi'nin lideri, görevi sürdürdüğü iki dönem başarısızlık ve skandallarla son bulan bir eski bir başbakan, ülkeye sadece yolsuzluk suçu affedilince geri dönebilen birisinin demokrasinin kurtarıcısı olması pek muhtemel değildi. Fakat PHP seçimleri kazanacak gibi gözüküyordu ve ABD ve İngiltere onun Müşerref'in zayıflayan otoritesini destekleyeceğini ve batı yanlısı hükümete demokratik bir yüz vereceğini umuyorlardı. Suikastin sonrasında PHP taraftarları bulabildikleri herşeyi yapmaya başladılar, öte yandan sayıları son üç ayda yirmiye intahar bombalamaları da durmadan devam etmekteydi. PHP bu ay ertelenen seçimlerde sempati oyu alabilecek olsa da, parti Benazir Bhutto olmadan oynaması gereken rolü oynayacak sağlamlığa sahip değil ve onun ondokuz yaşındaki oğlu Bilawal'ı başkanlığa, hükümete yatırım bakanlığı yaptığı zamandan kalan takma adıyla "Bay Yüzde On" olarak bilinen Bhutto'nun dul eşi Zadari'yi de başkan vekilliğine getirmekle yetinmek zorunda galdılar. Öteki prestijli muhalefet lideri Pakistan Müslüman Birliği'nden Nawaz Şerif ise Müşerref'le çalışmayacağını açıkladı ve şu anda ABD ile yakın ilişkilere karşı bir kampanya yürütüyor.

Pakistan hiçbir zaman tutarlı bir devlet oluşturamadı

1947'de kurulan Pakistan, Punjabiler, Sindhler, Pakthunlar, Baloch ve Mohajir gibi etnik ve kabilesel rekabetlerinin sadece İslam dininin birleştirdiği bir mozaiğidir. Pakistan devleti hiçbir zaman bu topluluğu gerçekten kontrol etmeyi başaramadı. Federal olarak yönetilen ve mahremiyetlerinin tecavüz edilmesine hiç tahammülleri olmayan kabilelerin kendi cephaneliklerinin bulunduğu kabile alanları, İngiliz yönetiminden beri girilmez nitelikteler. Hatta ordu 2001'de kabile alanlarına girmeye cürret edene kadar, Müşerref en az miktarda da olsa istikrar sağlamak için farklı İslamcı partiler arasında bir antlaşma sağlamaya sağlamaya çalışmıştı: "İslamabad'da bizi desteklerseniz ve kendi bölgelerinizi yönetmekte özgür olursunuz". İstihbarat teşkilatlarıyla İslamcılar arasında net bir çizgi çemek çok zor. Pakistan İstihbarat Teşkilatı (Inter Services Intelligence - ISI) Taliban'ı, Afganistan'da iktidarı alana kadar eğitmiş ve silahlandırmıştı ve şu anda Taliban'la, hatta El Kaide'yle bağları olduğunu varsaymak için her türlü nedene sahibiz.

SSCB 1979'da Afganistan'ı işgal etmeden önce bile, ABD Rusları kanlı bir savaşa çekmek için karşı bir dizi "özgürlük savaşçısı"nı silahlandırmış ve kullanmıştı. Pakistan, ABD'nin emellerinde, o dönemin yanında allahın yanı sıra ABD'nin verdiği Stinger füzeleri de olan (!) Taliban'a ve diğer "özgürlük savaşçıları"na gönderilen para ve silahlar Pakistan istihbarat teşkilatının elinden (kârlı bir biçimde) geçtiği için, önemli bir rol oynadı. SSCB'nin çöküşünün ardından, ABD'nin Afganistan'a pek ilgisi kalmamıştı, fakat 11 Eylül saldırılarından sonra durum radikal olarak değişti ve ABD eski müttefikleri Taliban ve El Kaide'yi avlamaya girişti. Pakistan kendisini imkansız bir durumda bulmuştu. Bir yandan Amerika'nın itibarına ve ordusuna bağlılığı yüzünden İslamcı müttefiklerine karşı dönmek durumda kalmıştı, fakat öte yandan Hindistan'a karşı verdiği bitmeyen savaşta İslamcıları kullanmaya devam etmeye çalışmaktaydı. Pakistan'ın Taliban'la iyi ilişkileri vardı ve Afganistan'a Hindistan'la arasındaki Kaşmir üzerine anlaşmazlıkta elini güçlendirmek için ihtiyacı vardı. Fakat Pakistan, Amerikan işgal planı için hayati önemdeydi ve neticede ABD'yle işbirliğinden başka çare kalmammıştı: Pakistan ordusu elli yıldır ayak basmadığı kabile alanlarına, orada faaliyet gösteren El Kaide'ye karşı savaşmak için girmek zorunda kalmıştı. ABD, Afganistan ve Irak'taki askeri zaferlerinin ardından yüksekten uçarken durum yeterince kötüydü, fakat Amerika iki ülkede de bataklığa saplanınca düşmanları ve rakipleri daha cürretkar bir hale büründüler. Pakistan ve Müşerref ise kendilerini düşen bir süpergüce zincirlenmiş, rahatsız bir konumda buldular. Kabile alanlarında huzursuzluk iyice artmış, çatışmalar Kuzeybatı sınırından turistik bir bölge olan Swat bölgesine yayılmış, 2007 senesinde pek çok kez askerler İslamcılara tek kurşun atmadan teslim olarak Müşerref'i utandırmışlardı. Muhalefet de taban bulmuş, Müşerref'i ordunun başından çekilmeye zorlamış ve olağanüstü hal ilan edilmiş olmasına ve yüksek mahkemenin itirazlarına  muhalefet liderlerinin ülkeye dönmesine izin verilmesini sağlamıştı.

Suikastten sonra Pakistan'da pek çok kişi cinayet emrinin istihbarat teşkilatı hatta Müşerref'in kendisi tarafından verildiğine dair şüphe duydu. Fakat Müşerref'in Bhutto'nun ölümünden nasıl bir çıkar sağladığını görmek zor. Bhutto Pakistan'a Müşerref'in bir rakibinden ziyade bir müttefiki olarak dönmüştü: ikisi de aynı Amerikan yanlısı dış politikayı savunuyorlardı, ve Müşerref İslamcıların desteğini kullansa da herşeyden önce Pakistan'ın sonunun Taliban gibi olmamasını isteyen bir pragmatistti. Müşerref'in bir nebze iç istikrar sağlamak ve ülkenin "demokratik" bir yol izleyeceğine dair ABD'ye güvence vermek muzaffer bir başkan adayı olsa bile Bhutto'ya ihtiyacı vardı.

Öte yandan suikastin, Bhutto'ya hem siyasi nedenlerle hem de onu Afganistan'a kazançlı bir şekilde uyuşturucu ve silah sokma işlerine bir tehdit olarak gördükleri için karşı olan Pakistan istihbaratının Taliban'a yakın unsurlarının işi olması kesinlikle mümkün gözüküyor.

Kesin olarak emin olabileceğimiz tek şey ise Bhutto'nun suikastinin Pakistan'ın hakim sınıfını son istikrar umutlarından birinden mahrum bıraktığı. Bhutto'nun yerine, on dokuz yaşında bir oğlanın sadece onun hanedanlığının varisi olduğu için geçeceği gerçeği durumun ne kadar dengesiz olduğunu ve hakim sınıfın ne kadar az gücünün kaldığını gösteriyor ve Bilawal'ın partisinin üyeleri arasında bu duruma şiddetle karşı çıkanlar olması gerçeği bile PHP'nin parçalanması ihtimalini açıyor. Pek çok ikincil ülke gibi Pakistan'da tek birleştirici güç ordu ve istihbarat örgütü. Eğer bu kurumlar birbirlerini yemeye başlarsa ülke nüfusunun geleceği - parçalanan hakim sınıfın farklı kesimlerinin kullandığı artan şiddetli etnik çatışmalar - hiç de iç açıcı değil.

 

Saatli nükleer bomba

Fakat karanlık gelecek bu kadarla sınırlı kalmıyor. Pakistan, ABD ve bölgedeki İran gibi rakipleri arasındaki, Hindistan ve Çin arasındaki, Rusya ve ABD arasındaki gibi devasa emperyalist gerilimlerin kalbinde bulunuyor ve Pakistan'ın artan zayıfığı ve istikrarsızlığı bütün bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmekten başka bir sonuç getiremez. Pakistan, kendisinden daha büyük olan komşusu Hindistan'la Kaşmir için verdiği ve üç savaşa neden olmuş altmış yıllık bir çatışma devam ediyor. Fakat Çin de, rakibi Hindistan'ın, 1990'da Hindistan'ın ağırlığını dengelemesi için nükleer klübe girmesini sağladığı (ve dolayısıyla 2004'te yeni bir Kaşmir krizi patlak verdiğinde karşı karşıya gelen iki ülkenin de nükleer güçler olmasını sağalayan) müttefiki Pakistan'ın düşüşünden elde edeceği kazançlara seyirci kalamaz. ABD bu çatışmadan hiçbir şey elde etmiyor ve sadece 2004'te yaptığı gibi bunu sınırlamak isteyecektir. Güneydoğu Asya'ya gelirsek, onların çıkarları, Amerika'yla nükleer güç üzerine yaptığı yeni antlaşmalarla Çin'in gücünü kısıtlamak isteyen Hindistan'ınkilerle paralel. Öte yandan şu ana kadar Müşerref'i, bir istikrar gücü olarak destekleyen ABD, Afganistan'daki macerasına ikmal yolları sağlamak için Pakistan'a ihtiyacı var ve Hindistan burjuvazisini hayal kırıklığına uğratarak Pakistan'ı terörist olarak değil terörizme karşı bir müttefik olarak görüyor. Tabii ki Pakistan da, tıpkı ABD, İngiltere ve bütün diğer emperyalizm gibi, yeri geldiğinde, eğer çıkarlarına hizmet ediyorsa terörist faaliyetlerden kaçınmıyor, çıkarlarına karşı olduğunda ise terörizme karşı çıkıyor. Öte yandan, Pakistan'daki istikrarsızlık, Orta Doğu'daki İslamcı grupları tıpkı ABD'nin zorluklarının Müşerref'i zayıflatığ El Kaide'yi ve intahar bombası saldırılarını cesaretlendirdiği gibi cesaretlendiriyor. 

Şu anda ABD Pakistan'ın bir müttefik olarak yetersizliğini nasıl telafi edebileceği sorununa odaklanmış durumda. Batı Pakistan'da El Kaide'ye karşı asker göndermelerini ve hatta kabile liderleriyle doğrudan pazarlık yapmalarını sağlayacak bir antlaşma yaptılar. Müşerref, buna gerek olmadığını ve ABD'nin ulusal bağımsızlığı çiğnemenin bedelini ödeyeciğini söylüyor olabilir, ama antlaşma çoktan imzalandı ve son delillere göre Pakistan ordusu'nun bu konuda ne yapabileceğini kestirmek güç. ABD başkan adayı Barack Obama daha da ileri gitti ve El Kaide kamplarının Pakistan'ın rızasından bağımsız olarak bombalanmasını önerdi. Benzer bir şekilde, ABD şimdi Pakistan'a yardım etmesi için yerine getirilmesi gerekn için koşullar koydu: askeri harcamaları finanse etmeleri Pakistan'ın teröre karşı performansına bağlı olacak.

Başka bir temel endişe ise Pakistan gibi dengesiz bir devletin elinde nükleer silahların bulunmasının yarattığı tehliklerle ilgili. Tabii ki, 20. yüzyıl tarihinin tamamının gösterdiği hiç bir burjuvazinin ellerini bizi emperyalist savaştan ve ellerindeki herhangi bir silahtan koruyacağı konusunda güvenemeyiz ve "Pakistan çoktan kendisinden güçlü bir düşmana karşı nükleer silahlar kullanmaya hazır olduğunu belirtti". (The Guardian 23/5/02). Fakat daha acil bir tehlikeye, Uluslararası Atom Enerji Ajansı'ndan Muhammed El Bardei parmak basıyor ve bu nükleer silahların "Pakistan ve Afganistan'daki aşırıcı grupların eline düşmesi" tehlikesi. El Bardei "30 veya 40 nükleer silaha sahip bir devlette bir karması ve aşırılık sistemi kurulmasından korkuyorum" diyor. Bir başka Amerikan başkan adayı Hillary Clinton  Pakistan'ı, ABD ve belki İngiltere ile birlikte bu silahların sorumluluğunu taşımaya çağırdı. 

Bu arada, sefalet toplumun üzerine yığılıyor. Pakistan hala bir milyondan fazla Afgan mültecinin "evi", 2005 Kaşmir depreminden iki yıl sonra 400,000 kişi hala düzgün barınak olmaksızın yeni bir kışa hazırlanıyor, 600 okul hala inşaa edilmedi, nüfusun çatışmaların kurbanı olduğu bölgelere hergün bir yenisi ekleniyor ve en ‘istikrarlı' şehirlerde bile insanlar çete savaşının ve intahar saldırılarıyla yüzyüze.

Bhutto güya Pakistan'a umut ve demokrasi getirecekti: onun suikasti ve onun ardından gelen olaylar demokratik ve barışçıl bir Pakistan gerçek bir ihtimal olsa da - ki değil, bunun toplumun acılarına son verecemeyeceğini gösterdi. Bunu sadece komünist devrim yapabilir.