Çürümüş aygıtlar olarak sendikalar ve kapitalizm

Bir film karesi düşünün ya da bir tiyatro sahnesi. Geri planda birkaç yüz kişinin tekli sandalyelere oturdukları ve pür dikkat kürsüdeki konuşmacıyı "dinlediği" bir salonun uzunlamasına görüntüsü. Yakın planda ise burjuva siyasetinin bir piyonu. Konumuz bir sendika salonunda, bir toplantıda geçiyor. Bu toplantı Türk-İş Konfederasyonu Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanlığı'nı yaptığı Tes-İş Sendikası'nın 9. Olağan Genel Kurul görüşmelerinin yapıldığı salon. Konuk olarak layık görülen Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız. Yaptığı konuşmanın özü, kelamının neticesi ise, şu cümlelerde saklı:

"Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz."

Burjuva sınıfın temsilcisi işçi sınıfına, "gelişiyoruz yalanı" nın toprağından filiz veren bu sözleri söylerken de salondan herhangi bir tepki yükselmiyor. Proletaryaya bu kürsüden bir mesaj gönderilerek gerekirse gününüzün tamamına yakınını çalışarak geçireceksiniz deniyor. Buna karşılık yaratılacak bir çatlak ses, tepki bir tarafa, bir ses dahi çıkmıyor. Hangi  ayrıcalıklı ve "işçi sınıfından olmayan"ın, dolayısıyla burjuvazinin safında olanın; hangi dönem, hangi zehirli hançeri işçi sınıfının sırtına saplayacağının rutine uydurulmuş ve kürsüdekinin kağıttan okuyarak tekrarladığı klişe safsataları dinleyenlerin ellerinden salona yayılan alkışlar ile sonlanacak bu orta oyununun bir parçası olan bakanın sözlerindeki ifadelerin, aslında tam olarak neyi tanımlıyor olduğu üzerine söyleyebileceklerimizi maddeler halinde toparlayacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

1 - "Gelişmekte olan Türkiye" masalı. "Gelişiyoruz; asılın küreklere!": Gelişim sadece bizlerin yani proleterlerin yaşamında çalışma ve yaşam koşullarının eksi (-) yönde "gelişimi"; aldığımız ücretlerde, çalıştığımız işletmelerde küresel krizin yarattığı etki ile ortaya konan eksi (-) yönde "gelişim"; gündelik yaşamımızın her yönüyle çözülüşünü, çürüdüğünü ve kokuştuğunu somut olarak hissedebileceğimiz, karşılıklı menfaate dayalı ve "insani" ön ekiyle toplumsal ilişkilerimizde varedilmeye çalışılarak bizlere yutturulmaya çaba gösterilen, yine eksi (-), işçi sınıfının aleyhine "gelişim". Kapitalizmin çöküş aşamasında hakim olan devlet kapitalisti uygulamaların üzerine yapılan bütün devletlerin "gelişme" tanımlaması ancak ve ancak "dibe tırmanmak" olabilir.

2 - "Değişimi iyi idare edebilmek", ama kimin adına? Değişim ve burjuvazinin sahte demokrasi oyunları. "Değişeceğiz; bakın zaten demokratikleşiyoruz": "Açılım" politikalarından, yaşamımızı kolaylaştırıldığı iddia edilen, burjuvazinin domuz ahırı meclislerinde karara bağlananlardan, geceleri birbiri ile "ilgisiz" görünen kanun maddeleriyle ilişkilendirilmiş halde işçilerin yaşamını daha da zehir etmek için kurgulanan yine sahte "istihdam" stratejilerine kadar, güvencesiz çalışmanın önündeki birçok engelin bir anda, bir gecelik oturumlarla ortadan kaldırılması. İşçi sınıfını kendi içerisinde bölmek; türlü mizansenler ile sendikaların düzenlediği, birkaç yüzlük temsilci nüfusunun izin günlerine denk getirilen "tepki" mitingleri, sonuç yeni SSGSS bandrollü yasaların "torba" lanarak yürürlülüğe konulduğu çöküş sürecinin karagöz-hacivat oyunları. Demokrasi yalanına bulanmış, burjuvanın sağında olsun, solunda olsun; bu güne hakim sınıf ve onun düzen aygıtları tarafından "kemer sıkma" politikaları olarak isimlendirebileceğimiz burjuva meclisi çalışmalarını tanımlamakta kullanabileceğimiz " "ulusal", "ulusça kalkınmaya yönelik", "millete yararlı" planların yerine artık "demokrasinin burjuvazisinin" lugatında yer almayan "katmerli sömürü", "acımasızca baskı" ve "alabildiğine yoketme" ifadelerinin tercihen proletarya tarafından getirilerek tekrar okunabileceği, değerlendirilebileceği, her seferinde yerine başka boyalı bir terim ya da ifadenin geçirilmesi söz konusu olan uygulamalar; göz göre göre yalanın meşru sayıldığı çürümüş seçimler, parlamentolar ve burjuva siyaseti proletarya için ancak bir gösterge; çözülen siyasi üst yapının bir taraftan kendi egemenliğini muhafaza etmek için uyguladığı ağır baskı, yıldırma ve yoketme politikaları hakim sınıfın başlıca aygıtlarıdır ve "görevi gereği" sınıf mücadelesinin diplerde seyrettiği şu dönemlerde sadece semirtilmek için uykuya yatırılır; ara sıra copunun ucu, namlusunun sapı, tankının paleti gösterilir. Kapitalizm topyekün militarizm demektir.

3 - Uzlaşıdan kim bahsediyor? Kimler için uzlaşı; işçi sınıfına bundan arta ne kalıyor? Toplumsal barış ve uzlaşı yalanı. "Hepimizin çıkarları ortak; herbirimiz aynı gemideyiz!": Hakim sınıfın sivil toplum yalanları, üretim alanındaki sendika-sermaye-devlet işbirliği, işçi sınıfına "ulusal kalkınma/yükselme/teğetlerden teğet açı beğendirilip "geniş açıdan" krize maruz bırakılma. Devletin aygıtı, çürümelerinin sebebi içerisindeki bürokratik yöneticilerin bulunması değil, sendikaların artık yapısal olarak kapitalizmin kendisine eklemlenmiş formatları ve yöntemleri, sendikaların toplumsal barışa "katkıları", işçilerin yaşamına "kattıkları" ya da katamadıkları, katmaya muktedir olmadıkları, kapitalizmin çöküş aşamasında bundan sonra da katacak hiçbir şey olmaması. Tarih; sendikaların, kapitalizmin kendisi gibi çürümüş yapısı, artık barbarlığa doğru yavaş yavaş yelken açıyor olduğumuz şu dönemde, içeriye su alan, bir an önce terkedilmesi gereken bu derme-çatma teknenin, sendikaların derin sularına bir daha geri dönmemek üzere bırakılması gerektiğine işaret ediyor.

İşin daha da trajik ve tarihin proletaryaya yine bu zaman süreci içerisinde yaşatabileceği yegane deneyimlerden birisini sergilercesine, zamanın sahnesine koyduğu bu son derece somut oyunun en kritik tahlilini ise ancak enternasyonalist komünistler, toplantının yapıldığı salondan bu sözlere karşılık hiçbir tepkinin yükselmiyor oluşu üzerinden yapabilirler. Küresel sermaye birikiminin iç pazarı sakinleştirmek, yükselişte elde ettiği kazancı muhafaza etmek ve yine bu pazarı kar getiren bir mecraya dönüştürmek için ürettiği "toplumsal uzlaşı" yalanı dönüp dolaşıp günümüzde işçi sınıfının güvenebileceği bir mecra olmaktan çoktan çıkmış olan sendikalar sorununda düğümlenip kalıyor. Bu noktadan itibaren de işçi sınıfının komünist bir dünya devrimine yönelecek olsa, bu yolda elde ettiği deneyimler ile sınıfın yeni gelecek kuşaklara bırakma olasılığı bulunan bütün mücadeleler de daha baştan kaybediyor.

İbretlik bir örnek olarak Bakan'ın konuşma yaptığı yerin bir sendika toplantısı olduğu gerçeği ile sarfedilen bu pervasız sözlere karşılık hiçbir muhalif tepkinin ortaya konulmaması hakkında aslında konunun özeti, ibretlik ifade, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanı'ı olduğu bir sendikada bu konuşmanın normal karşılanması ile gündemde olan Torba Yasa'ya "karşı" yine Türk-İş Konfederasyonu tarafından yapılan sözde "protesto" eyleminin iç tutarlılığı çok rahatllıkla denkleştirilebilir. Bu noktadan sonra da her türlü gaz alıcı eylemlilikler, sınıflar arasında barışı isteyen sendikalar için "iç tutarlılığa sahip olmak" ifadesini kullanmak gerekiyor. Nitekim hava boşaltma taktiklerinin TEKEL süreci ile taşıdığı bariz benzerliklerin rahatlıkla görülebileceği şu tarihsel kesitte sınıfa yöneltilen ciddi saldırılarda bile daha önceden planlanmış ve organize edilmiş lokasyonlarda, yine önceden belirlenmiş sayılarda kişinin katılarak, yine önceeden belirlenmiş sloganların atılarak insanların (en vahim olan haliyle) evlerine dağılacağı, sembol niteliğini aşamayan her türlü demokratik/ sendikal oyunun kendisi bugün bizlere sendikaların güvenilmeyecek kimliğini ifşa etmiş oluyor. Buna göre şu tespitlerden hareket edersek; işçi sınıfı olarak, iktisadi, siyasi ve sosyal bir "sınıf" olduğumuz bilinciyle inandığımız yolda yürüyünce; önünde ne tür engel olursa olsun bunu 1905'ten 1917 Şubat ve Ekim'ine kadar örnekleyebileceğimiz gibi her türlü aşar. Bu engelleri, kurduğumuz barikatlarla aşarken bir taraftan deneyimler ve sonuçlar çıkartabiliyoruz.

Türkiye sınırları içerisinde bugüne kadar segilenen bütün deneyimler de birer "işçi birliği" olmaları konusunda sınıfta kalan sendikaların gerçek yüzünü açığa çıkartmaya yetiyor. 1970 örneği daha gün gibi ortadadır. Buna göre; 15-16 Haziran 1970'te gerçekleşen ve binlerce işçinin İstanbul ve çevresinden, sendikalara dair yasayı değiştirmek ve yükselen kitle muhalefetinin önünü alabilmek adına yapılan manevraların önüne geçmek için sokaklara dökülmesi, burjuva sınıfının zor aygıtları olan kolluk güçleriyle ve burjuvazinin silahlı kuvvetlerine karşı canı pahasına çarpışması bir tarafa, işçilerin o zaman zarfı için bir mücadele mevzisi gözüyle yaklaştığı DİSK'in Genel Başkanı'nın radyodan yapılan anonsuna kulak verelim. Burjuvazinin kolluk güçlerini ve silahlı kuvvetlerini öven, bir yandan da onlara karşı duranı "kendisinden saymayan" bu ses, bizlere hemen Kavel'i hatırlatıyor olmalı. Türkiye'deki işçi sınıfının yaşatmış olduğu ilk grev deneyimlerinden olan Kavel'de fabrika içerisinden sevkiyat için yükleme yapılıyorken, grev öncesinde üretilen tel ve diğer malzemenin dışarıya çıkmaması için barikat kuran, kamyonların önüne yatan işçi sınıfının mensupları ardından yine aynı sendikanın Genel Başkanı'nın yaptığı açıklamaları unutmasın. Bu açıklamada da sendika aygıtının burjuva temsilcisi, "eğer bilgi dahilinde olunsaydı şanlı Türk ordusuna gidecek malzemenin önüne geçilmeyeceğini" söylemekte bir sakınca görmüyordu.

Bu noktadan itibaren de eskiden işçilerin örgütlenme okulları olarak görülebilecek ancak şu dönemde hiç de öyle bir misyonu olmayan, aksine sınıf mücadelesinin önünde birer engel teşkil eden sendikaların dışında, aslen sorunun yapısal olmasıyla birlikte, işçi sınıfının gerçek ve kurtuluşuna dair tek adreslerinin bütün mekanizmalarında kendisinin hakim olarak mücadeleyi yönetip yönlendirebileceği genel kitle toplantıları ve komitelerin yapısı hakkında çürümüş yapılar olan sendikalara karşı bir "Ne Yapmalı Kıstas(ları)" belirleyeceksek de şunları daha baştan söylemek yerinde olacaktır:

a)   Sendikalar devlet kapitalizminin artık çürümüş birer aygıtıdır.

b)   Sorun sınıf bilinçli işçilerin, zaten yapısal olarak çoktan çürümüş sendikalarda ve bunların bizzat yönetiminde yer alması değil, sendikaları yıkmaktır.

c)   Yüklendikleri rol itibariyle de değil, bizzat yapısal olarak çökmüş olan bugün için uygun adresler olmayan sendikalar yerine, işçi sınıfı olarak yönelimimiz yine biz üreten snfıın kendi mücadele azmi ve sınıf olmaktan gelen inisiyatifleridir.

Sendikaların doğasına uygun olarak devlet kapitalizminin birer aygıtı görevini işçi sınıfına mücadelenin her evresinde karşı durarak ve mücadelesini sektörel bazda bölerek yerine getirirken adreslerimizin nereleri olması gerektiği sorusu ise daha ciddi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Buradan hareketle de önümüze yine kendi sınıfımızın taşıdığı toplumsal üretim tarzından, kapitalizmin kendi kuyusunu kazarak bizlere "hediye ettiği" bulunduğumuz her yerde, mavi/beyaz yaka, ağır sanayi/büro/küçük işletme, özel/kamu gibi ayrımları bir tarafa bırakarak sadece "ücretli emeğin köleliği" referans noktası alınarak yapılacak bütün çıkışlar en nihayetinde devrimci sonuçlar doğuracaktır.

 

Bu nedenle kendi karar alma ve yürütme örgütlülüklerimizin temel çıkış noktası yine kendi sınıfımız olduğunda proletaryanın bir öz-örgütlenme biçimi olarak "işçi konseyleri" ve yine kapitalizmin yıkıcılığının yakıcılığını en direkt biçimde hisseden proletaryanın en acil görevleri arasında sendikaların tamamen reddi ve kapitalizmin çöküş evresinde, moral etki yaratmaya çalışma hatası olarak görülmesi gereken "şunu ya da bunu yaparak örgütlenin", "bize katılın" gibisinden kaba sloganlara dayalı pedagogvari yaklaşımlara kulak asmak yerine, kendi öz inisiyatifimizi kullanarak yine kendimizin kuracağı, yöneteceği ve sonuç alacağı yapılanmalar olarak "işçi komiteleri", "işçi grupları", "işçi hücreleri" ve "işçi çevreleri" gibi örgütlülükler ise bugün sınıfımız için birer nimet gibidir. Bu araçlar "sovyet" biçiminde XX. yüzyıl Rusya'sında görülmüş olan işçi konseyleridir.

Daha çok kısa bir zamana kadar Fransa'daki emeklilik maaşlarının düşürülmesine karşı yapılan gösteri ve eylemliliklerde karar almakta kullanılan bir yöntem olarak "açık kitle toplantıları" nın örgütleneceği, en basitinden en karmaşığına kadar birçok toplumsal sorunun çözümünde rol oynayacak kararın, yine proletaryanın kendisi tarafından alınacağı ve yine aynı proleter yaklaşımla, disipline bir şekilde, kendi sınıfını kurtarırken tüm insanlığı da kapitalizm illetinden çekip alacak gücün işçi sınıfı tarafından somut yaşama uygulayacağı böyle bir kurgu ancak ve ancak işçi sınıfının kurtuluşu ele alması demek anlamına gelecektir. Ücretli emek sömürüsünün, devletlerin ve sınırların olmadığı bir dünyanın mümkünlüğü bizzat sınıfımızın kendi içerisinde beslediği dinamiklerde saklıdır.

Hepsinden de önemlisi sınıfların olmadığı komünist bir dünyanın nüveleri yine bu organlar vasıtasıyla, işçi sınıfının bizzat kendisi tarafından yaratılacaktır.

Bunçuk