Çöken Kapitalizmin “Tabii” Sonuçları

 

Bundan yaklaşık bir yıl önce İstanbul'da Halkalı ve İkitelli semtlerinde 8 Eylül'ü 9 Eylül'e bağlayan gece başlayan yağışın, dere yatağında meydana getirdiği taşma neticesinde ortaya çıkan sel sonucunda onlarca kişi yaşamını yitirirken, yüzlerce yerleşim yeri sular altında kaldı. Burjuvazi tarafından sıcak döviz akışını destekleyen söylemlerle piyasaya sürülen "kültür" ve "medeniyet" başlıklarını taşıyan bir "başkent" olarak İstanbul için o günlerde bu tür tanımlamalar geçersiz kalıyor. İşgücümüzün pervasızca sömürüsüne denk düşen ücretli emek aracılığıyla "bizim yararımıza" var olan devlet aygıtının bizden kestiği vergiler ile altyapı çalışmalarına eğilmesi yerine, hakim sınıfın birikimi gerçekleştirebilmesi için, insanlık adına hiçbir yararı olmayan boşa harcamaların keyfice yapıldığı, içinden geçmekte olduğumuz süreçte proletaryanın yoğun olarak ikamet ettiği bir yerleşim yeri olarak İstanbul yine işçi sınıfına mezar oluyordu.  

 

İkitelli'de yaşayan semt sakini işçi ailelerinin çoğunun, evlerini su basmasından ötürü mağdur olmaları bir yana, sınıf olarak kaybın yaşandığı o günlerde burjuva basın manşetlerinde de yer eden bir olay, kapitalizmin bir taraftan doğayı katlederken bir taraftan da yanında aslında hiç önemsemediği hayatlar olarak proleter yaşamları da alıp götürüyordu. Aynı gecenin sabahında yağışların giderek yoğunlaşması ve Ayamama Deresi çevresindeki hemen hemen bütün yerleşim yeri ve işletmenin sulara teslim olması olgusunun kullanıldığı burjuvazinin boyalı basın ve beyaz camlarından retinamıza düşen bir görüntü ise tamamen kapitalizmin gerçek yüzünü gözler önüne seriyordu.

 

Bu görüntüler, Halkalı'da bulunan işçi ailelerinden, tekstil fabrikasında o günün sömürü haddini karşılamak ve evine günlük ortalama yirmi liralık yövmiyesini götürebilmek için işlerine gitmek adına kasalı bir kamyonet olan servis aracı ile yola çıkan işçilerin beyaz örtüler ile kapatılmış cansız vücutlarının televizyon camına ve fotoğraf karelerine yansıyan görüntüleriydi. 8 işçi, fabrika güzergahı üzerinde derenin yağış alması ihtimaline karşı düzenleme çalışmasının yapılmaması nedeniyle, sel sularının trafiğin yoğun olduğu sıralarda aniden yükselerek "servis aracının" içerisine dolmasıyla feci şekilde can vermiş oldu. Pameks Tekstil'de çalışan işçilerden kapitalist kodamanların deyişiyle "doğal afet" sonucunda bu can verişleri en nihayetinde yargıya taşınmıştı. Sel sularının taşmaması için önlem alınmayan dere yatağı; çevrede ikamet edenlerin evlerinin ve mevcut güzergahı kullanan işçilerin yine neredeyse ölüm ile burun buruna gelerek ulaşmaya çalıştıkları işletmelerin de uzun bir süre bakımdan geçirilmeden kullanılamayacak hale gelmesi nedeniyle adli işlemler başlatılmıştı.  Bu dava süreci herkes tarafından dikkatle bekleniyor; çıkacak sonuca dair yorumlar yapılıyorken, olayın nedenlerinden bağımsız olmayarak, mahkeme sonucu aslında hiç kimseyi de şaşırtmayacak biçimde sonlanmış oldu.

 

Güldane Çiftçi, Özlem Ünal, Bircan Karataş, Naciye Karadeniz, Altun Yüksek, Fikriye Özentürk, Nuriye Can ve Nebahat Salkım adlı işçilerin sel sularında can verdiği olaya ilişkin görülen duruşmalar devam ederken ilgi çekici durumlar da oluştu. Can veren işçilerden birinin ailesi davadan "Biz firmayla anlaştık. Şikayetçi değiliz" diyerek çekildi. Şirket müdürünün yaptığı açıklamalar, burjuvazinin işçi sınıfının canlarına karşı bakış açısının "berrak" bir göstergesiydi. Bu müdür işçileri kamyondan dışarıya çıkmamaları ve aracın üzerine konumlanmak suretiyle sel sularından korunmamalarından ötürü yine ölen işçileri suçlamıştı. "Afetin doğal olduğu"na yönelik koparılan yaygaralar ise bütün bu sürecin boşluklarını doldurdu ve nihayet burjuva yargısının sonucu açıklandı.

 

Buna göre; hazırlanan bilirkişi raporundan hareketle düzen adaleti, sorumlu saydığı kişilere kestiği, göstermelik ve asıl hedefi görebilmemizin önüne set çeken "Taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak" suçundan 3 yıldan 15 yıla kadar hapis hükümlerini içeren cezaların yanında bir de yetmiyormuşçasına, adeta adalet dağıtan bir tarafsız organmışçasına burjuva formelliğine de atıfta bulunarak boğularak can veren işçileri de "kusursuz" nitelemesiyle cezaya tabi tutmayan çürümüş burjuvazinin kokuşmuş adaleti bu sefer fütursuzluk sınırlarında gezinen üslubunda bir adım daha ileriye gitti. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaların neticesinde "Yönetim Kurulu Başkanı'ndan, İdare Amiri'nden ve aracın şoföründen sel felaketine karşı önlem almalarını beklemek mümkün değildir. Almaları gerekli bir önlem bulunmadığı için olayın meydana gelişinde kendilerine kusur bulunması mümkün değildir. Kazanın oluşunda asli ve tek etken meydana gelen doğal afettir." zaptıyla ifadelendirdiği, sınıfına uygun bir üslubun açıkça dışa vurulduğu sonucu kamuoyuna bir seneden uzun bir süredir devam eden mahkemenin sonuç açıklaması olarak duyurmuş oldu.

 

Bir devlet kapitalisti aygıtın ortaya koyacağı türden böyle bir karar, burjuva adaletinin yine burjuva sınıfın çıkarlarına uygun şekillenişi ve yapısı bir yana, alınan bu "karar" ya da "sonuç", birçok açıdan satacak emek gücünden başka birşeyi olmayan, "özgür" proleterlerin yaşamlarının kapitalizm karşısında neyi ifade ediyor olduğunu ya da diğer bir deyişle aslında nasıl kardan ve birikimden başka bir şeyi ifade etmiyor oluşunun da çok net bir göstergesidir. Tamamıyla burjuva sınıf çıkarları ekseninde oluşturulan anayasalar ve onların adli kurumları olarak sınıflı toplumun varoluş kanunlarının yaşamın her adımında hissedilen yine tek bir sınıf lehine olan bariz tutumu bu olay ile gün yüzüne, tarihin birçok evresinde olduğu gibi tekrar çıkmış durumdadır.    

 

Örnek vermek gerekirse; madenlerde her saniye ölümle burun buruna yaşam ve ekmek mücadelesi veren işçilerden, yalnızca yanardağ eteklerinden toplanabilen kükürtün toplanması işini icra eden kükürt toplayıcılarına; en son, işi sınıfı olarak Sapphire gökdeleni örneğinde şahit olduğumuz ve bir işçinin 2. kattan -5. Kata düşerek yaşamını yitirdiği örnekteki gibi her gün yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide bir de maaşlarından olan inşaat işçilerinden, bir ucuz emek cennet olarak Uzak Doğu'da, son derece sağlıksız koşullarda ve uzun saatler çalışmak zorunda bırakılan çocuk işçilere kadar genişletilebilecek yelpaze yaşamın tek acı yanının aslında kendi yaşantılarımızdaki küçük aksaklık ve mutsuzlukların da ana sebebi olan kapitalizmin kendisi olduğuna işaret ediyor.   

 

Kendisi bir "afet", bir felaket olan kapitalizmin, üretkenliğinin yanısıra kendi doğasına içkin olan "yıkıcı" karakteristiği özellikle de hem ağır çalışma koşullarında, hem de bu koşulların, dolayısıyla kapitalizmin daha çok kar ve sermaye birikimi için dayattığı çalışma "düzenleri" nin neticesinde meydana gelen işçi ölümlerinde gözler önüne seriliyor. İşçilerin yaşamlarının sermaye birikimi karşısındaki aczi, sadece kar demek olan çalışma ve üretim araçlarının azınlık bir sınıfın elinde varedilmesi meselesi ister Sapphire işçileri örneğinden, ister Pameks işçileri örneğinden hareketle kapitalist ekonominin neleri inşa ederken, neleri üretirken; bir taraftan da neyi elimizden aldığının da bizler için bir göstergesi de oluveriyor.

 

Pameks örneğinde, "Karar verildi: Suçlu 'doğa' !" sonucuna varan kapitalizmin yıkımdan, sömürüden başka bir getirisi olmadığı gerçeğinden, paranın tek yasa olduğu hakim düzenin adli, idari ve hukuki mercilerinin çürümüşlüğü bağımsız düşünülemeyeceği gibi burjuva makamlarının kendi sınıfından hareketle, kapitalist hakim azınlığın çıkarları çerçevesinde yasalaştırdığı kanunlarının Pameks olayındaki gibi "doğayı suçlu bulması" da bir o kadar şaşkınlıkla da karşılanmamalıdır. Bu pervasızlık, çalışma esnasında birbir ölen maden işçileri için ölümü reva gören burjuva anlayışın sadece temelindeki asıl "cevheri", hem siyasi ve adli çürümüşlüğü olduğu gibi ahlaki anlamda da, proleter sınıfına karşı burjuva sözünü türlü kılıflara büründürerek sarfetmeyi kendisi için bir göre bilen burjuva sınıfının temsilcilerinin ve onların kanunlarının net bir ifadesidir. Bu tarz; Haiti'deki depreme, kimyasal ilaçlamanın yüksek verim için sınırları aştığı dünyada kimi zaman artan, kimi zaman azalan nüfuslarıyla haşerelerin insan yaşamı için oluşturduğu tehditten, kapitalizmin kar hırsı sebebiyle fakirlik ve açlık içerisinde kıvranan ama bir yandan nükleer bombalara sahip Pakistan'da gerçekleşen ve milyonlarca insanın canına malolan sele, 17 Ağustos'ta İstanbul'da meydana gelen deprem sonrasında kontrolsüz yapılaşma ve kalitesiz beton ile temelin neden olduğu binlerce ölüme ve Afrika kıtasını kasıp kavuran salgın hastalıklara kılıfı aymazlıkla uyduran ve utanmadan da kalkıp bir yandan gericiliğe sığınırken, bir yandan doğal afetlere suçu yükleyen tarz, aynı sınıfın yani burjuva sınıfının sonuç üretme ve yargılama tarzıdır. Yargı kurumları ve onların sözcüleri de bu tarzın en somut göstergesidir. Yaşantımızı en dar çaplısından en geniş alanlısına olumsuz yönde etkileyen sis çökmelerinden, toprak kaymalarına; binlerce ve hatta milyonlarca insanın bir seferde yaşam alanlarından alıkoyan, hayatlarını perişan eden depremlerin akabinde ortaya çıkan dalgaların yarattığı, ciddi can kayıplarına yol açan tsunami, yani dev okyanus dalgalarına; hortumlardan yangın felaketlerine kadar daha nicesiyle örneklendirilebilecek "doğal afetler" in, tıpkı doğal yaşamda hiçbir şeyin nedensiz bir olgu olarak yaşamımızda kendisini hissettirmediği gibi, sadece bir nedenin eseri olduğu gibi, bütün bu sayılanların aldığı kaynak da, "beslendiği" mecra da, yaşamları pamuk ipliğine bağlı yeni canları almak için tarihin ve insanlığın üzerine bir karabasan gibi çöken kapitalizmdir.

 

Eğer doğanın afeti ne kadar "doğal" ise, kendi söylemlerinizdeki iç çelişkiden yararlanarak şu tarzı da biz proleterler geliştirebiliriz: Her yönü ve karakteristiğiyle "doğal olmayan"; iktisadi, siyasi, toplumsal, ahlaki ve kültürel olarak çürümüş ve çökmeye yüz tutmuş kapitalist sistemin kendisidir. Bu da 1914'ten bu yana çöküş evresi sonucu doğacak muazzam yokoluşunu aşırı sermaye birikimi yoluyla ertelemeye çalışan kapitalist üretim ilişkileri, meta üretimi ve paranın hakimiyetidir. Komünizm günümüz koşullarında ne kadar mümkün ve gerekli ise, hakim sınıf olarak burjuva azınlığın elinde tutmaya çalıştığı servetleri de toplumun kitlesel ayağa kalkışları karşısında o kadar aciz konuma düşecektir.

 

Kapitalizmin acilen yıkılıp, yerine sınıfsız bir komünist toplumun kurulması gerekliliği ile ücretli emek köleliğinin, meta üretiminin ve paranın saltanatının yıkılışı ile para, kar ve sermayenin birikimi ile azınlıktaki kapitalist sınıfın lüks harcamaları için değil tüm insanlığın ihtiyaçları için üretimin, insanca yaşamın ve aslında geleceğin sınıfsız toplum düzeni olan komünizmin gerekliliği herşeyden daha güncel ve mümkündür.

 

Doğa değil, doğayı suçlu ilan eden kapitalizm katildir!

Bunçuk