Mesut Özil, Andrea Merkel ve Avrupa’da İslamofobi

 

Geçtiğimiz Salı gecesi, 3-0 mağlup olan Türk milli takımı, büyük bir utanç yaşadı. Fakat o gece büyük utanç yaşayan yalnızca gecenin mağlupları değildi. İlk sıkıntı, Berlin'deki bir maçta Türk taraftarların Alman taraftarlardan daha kalabalık oluşuydu; ikinci sıkıntı ise Türk taraftarların, ayağına ne zaman top gelse, Almanya'nın yıldız orta saha oyuncusu Mesut Özil'i yuhalamaları idi.

Ertesi gün Alman basını, Almanya'daki Türklerin nasıl yeterince yurtsever olmadıklarına ve nasıl Alman toplumuna uyum sağlamakta başarısız olduklarına dair yorumlarla doluydu. Bu yorumlar, aklımıza İngiliz politikacı Norman Tebbit;'in fena ünlü 'kriket testi'ni getiriyor. Tebbit, Hindistan ve Pakistan'dan İngiltere'ye gelen göçmenleri, bir kriket maçında İngiltere'yi tutmadıkları için suçlamıştı.

Şüphesiz, futbolcular, dedelerinin geldiği ülkenin takımından başka milli takımlar için oynuyorlar. Hatta kimileri doğmadıkları ülkelerin takımlarında dahi oynuyor. Nihayetinde, Türk milli takımı taraftarları arasında, Marco Aurélio Brito dos Prazeres'in pek de Türk olmadığını bilmeyen pek fazla kişi olmadığını zannediyoruz. Türk milliyetçilerinin kendisine yönelttiği hakaretler de Mesut Özil'i maçta etkilemedi ve iyi bir oyun ortaya koyan futbolcu Almanya'nın ikinci golünü kaydetti.

Öte yandan maçın kendisinden daha önemlisi, kanımızca Alman basınında maça dair yapılan yorumların ne ifade ettiğidir. Almanya Başbakanı Angela Merkel de, göçmenlerin bu genel kınanmasına katılma gereği hissetmiş olsa gerek. Partisinin üyelerine yaptığı bir konuşmada Merkel "Bu yaklaşım (çok-kültürlü yaklaşımdan bahsediyor) başarısız olmuştur, kesinlikle başarısız olmuştur ve farklı kültürlerden gelen insanların mutlu mutlu yan yana yaşaması fikri işlememiştir" sözlerini kaydetti.

Tabii ki, böylesi insanlar farklı kültürlerden gelen insanlardan bahsederken, Almanya'da yaşamakta ve çalışmakta olan Hollandalılardan, Belçikalılardan ve benzerlerinden bahsetmiyorlar. Kast edilen, İslami ülkelerden gelenler, özellikle de Türkler ve Araplar.

Geçtiğimiz günlerde yapılan anketler de Merkel'in nasıl bir kitleye oynadığını gözler önüne seriyor. Bu anketlerden bir tanesine göre Almanların %55'i Arapların "hoş insanlar olmadığını" düşünüyor, %33'ü ise ülkeyi yabancıların ele geçirdiği kanısında. Bu tavırlar yalnız siyasi partiler tarafından da ortaya konulmuyor. Alman Merkez Bankası yönetim kurulu üyelerinden biri, yakın zamanda "Müslüman göçmenlerin Alman toplumunun zekasını düşürmekte olduklarını" savunmuştu.

Bu tavırlar yalnızca Almanya'da baş gösteriyor da değil. Almanya'daki panik çığırtkanlığı, öteki Avrupa ülkelerindeki durumdan pek de farklı değil. Yeni seçilmiş sağcı İsveçli milletvekili Björn Söder "İran'ın 1979'da yüzleştiği sorun ile karşı karşıyayız. Çok hızlı gelişebilir" gibi bir yorum yapmıştı. Tabii ki kendisi İran nüfusunun %98 Müslüman olduğunu ve en yüksek rakamlara göre bile İsveç nüfusu içerisindeki Müslümanların yüzdesinin %5'i geçmediğini söylemeyi unutmuştu. İsveç'teki bütün Müslümanın bir radikal İslamcı, şeriat savunucusu vs. olduğunu varsaysak dahi, bu kadar az sayıda kişinin İsveç'te nasıl yeni bir İran devrimi kotarabileceklerinin düşünüldüğünü anlamakta zorluk çekiyoruz. Fransa'da burkanın yasaklanması da benzer bir mevzu. Uluslararası medyaya bakacak olursak, Fransa'nın tepeden tırnağa karalara bürünen kadınlarla dolup taştığını sanardık. Öte yandan gerçekte Fransa'da burka giyen kadınların sayısı 1,000'i aşmamakta. Fransa'daki bu yasak, benzeri bir yasanın geçtiğimiz Nisan ayında Belçika'da geçmesini takip etmişti ve böylesi yasaklar şu anda İngiltere, İspanya ve İtalya'da tartışılmaktalar. İtalya ve İspanya'nın kimi şehirlerinde, mesela Barcelona'da bu yasaklar şimdiden yürürlükteler. Bu durumun ortaya attığı soru, Avrupa'nın siyasi egemenlerinin neden birden kadın haklarına dair bir tutku geliştirmiş oldukları veya meselenin bir kadın hakları sorunu mu yoksa bir yabancıları yerme meselesi mi olduğudur. Mesela İngiliz Muhafazakâr milletvekili Philip Hollobone, burkanın bir "hakaret" teşkil ettiğini ve "İngiliz yaşam biçimine karşı" olduğunu açık bir biçimde ifade etmektedir. Burada gerçekleşen mesele kadın hakları ile alakalı değildir, bu ırkçı bir kampanyadır. Batı ve Avrupa ülkelerinde ve ABD'deki ırkçılık, günümüzde kırk yıl olduğuna kıyasla çok daha sinsi. Avrupa'ya kitlesel göçlerin başladığı 1960'larda İngiliz Muhafazakâr Partisi açıkça ırkçı kartı oynayabiliyordu. Bu parti bir seçimde, "eğer zenci bir komşu istiyorsanız, İşçi Partisi'ne oy verin" gibi bir slogan dahi kullanabilmişti. Mesele yalnız siyasi alanda sınırlı da değildi. Ev arayan göçmen işçiler, sıkça gazete ilanlarının sonunda NBNI harfleri ile karşılaşıyorlardı ki bu İngilizcede Zencilere Yok İrlandalılara Yok kelimelerinin baş harfleri anlamına geliyordu. Günümüzde böylesine açık bir ırkçılık mümkün değil. Fakat bu ırkçılığın ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Yalnızca çehresini değiştirdiği anlamına geliyor. Bugün ırkçılık, göçmenlere ve etnik azınlıklara saldırılarını, işçilere farklı biçimde hitap etmeye çalışan kampanyaları ile yürütüyor. İslamcılar, demokratik değerleri yıkmaya çalışmakla ve kadın haklarını ortadan kaldırmak istemekle suçlanıyorlar. Bunlar hem Irak ve Afganistan'daki emperyalist işgallerin savunusu için kullanılan görüşler, hem de ülke içerisinde ötekileştirilenlere karşı kullanılıyorlar. Irkçı sağ, İslam tarafından ele geçirilmek üzere bir Avrupa portresi çiziyor. Tabii ki, olgulara baktığımızda Müslümanlarca 'ele geçirilmekte' olan bir Avrupa görmüyoruz. Bir örnek olarak Almanya'yı alırsak, geçtiğimiz sene Almanya'ya göç eden Türklerin sayısının 1983'ten beri en düşük noktaya ulaştığını, mültecilik başvurularının 90'lardaki rakamın altıda birine indiğini ve geçtiğimiz yıl Türkiye'ye yaşamak üzere dönen Türklerin sayısının, Almanya'ya göç edenlerin üzerinde olduğunu görüyoruz. Esasında göçmen sayısı azalıyor. Peki, neden şimdi böylesi kampanyaların yeniden ortaya çıktığına tanık oluyoruz? Bunun nedeni mevcut ekonomik krizdir. Böylesi zamanlarda, siyasetçiler günah keçisi yapacak 'yabancılar' ararlar. Dolayısıyla yalnızca ulus-devletlere destek toparlamakla kalmazlar, işçi sınıfını da bölerler ve işverenlerin ücretleri düşürmelerine böylelikle yardımcı olurlar. İşte bu ırkçı kampanyanın kalbinde yatan, bundan ibarettir.