DünyaDevrimi tarafından tarihinde gönderildi
1970 yılı bir anlamda Türkiye’de 1908 ve 1923 dönemlerindeki grev hareketlerinin ardından yeniden serpilmeye başlayan dinamik ve militan işçi sınıfı karakterinin bir göstergesi olarak tarihe geçmiştir. Dönemin dünya işçi hareketiyle paralel şekilde gerçekleşen 15-16 Haziran işçi ayaklanması sunduğu deneyimler ve Türkiye işçi sınıfı tarihi için paha biçilmez bir önem taşımaktadır. 68’in sıcak aylarının yaşandığı bir dönemden sonra Türkiye’de o zamana kadar görülmüş en büyük işçi hareketlerinden birisi olarak 15-16 Haziran olayları, proletaryanın sınıf düşmanı burjuvaziye karşı duruşunda belki de bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Ayrıca güncel sınıf hareketlerine de bir o kadar ışık tutabilecek birçok ayrıntıyı da içerisinde barındırmıştır.
Tam da bu sebeple, 15-16 Haziran olaylarının basit bir lâfazanlık aracı olarak görülmemesi, dünyanın o günkü konjonktüründen kopuk bir yaklaşıma mahal verilmeden enternasyonal bir sınıfın yine kendi tarihine hediye ettiği bir deneyim olarak ele alınması gerçekten büyük bir önem taşımaktadır. Dahası 15-16 Haziran olayları, DİSK’in (ve tabii ki diğer sendikaların) karşı-devrimci niteliğinin açıkça gözler önüne serildiği bir örnek olarak, bugün Türkiye ve dünyada mevcut sendikaların doğasını anlayabilmemizi kolaylaştırmaktadır. Çünkü sendikalar bizim görüşümüze göre, sistemin nizamı ve düzenlenmesi için birer araçlarken, “devrimcilik” bizim anladığımız ve yazının devamında ortaya koyacağımız biçimde, ne “burjuvazinin devlet aygıtının kimin tarafından yönetileceğinin belirlenmesi mücadelesi” anlamına gelir, ne de romantik bir “maceracılık” olarak görülebilir. Okuyucunun da ortaya koyulan bu çalışmayı buradan yola çıkarak değerlendirmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Türkiye’yi sarsan o iki günün bilançosuna baktığımızda, özellikle sınıfın bilincine kavuşma ve hedefine yönelme pratiği açısından, gelecek işçi kuşakları açısından içerdiği derslerin çıkartılması gerektiğini görüyoruz. Çünkü bu dersler, işçi sınıfının mücadelesi içerisinde düşmanını tanımasına ve tartmasına, kendisinin güçlü ve zayıf yönlerini fark edebilmesine olanak tanıyabileceği yeni mecraları açıyor. Bizce, devrimcilerin rolü tam da bu noktada belirginleşmektedir. Komünistler, sınıfın geçmiş deneyimlerinin derslerini çıkarmalı ve bunları dünya işçi sınıfının genelinin kullanabileceği silahlar şeklinde rafine etmeli ve keskinleştirmelidir; işçi sınıfı içerisinde tartışabilmelidir.
Günümüzde daha çok bir “salon etkinliği” malzemesi olarak kullanılan, ezberlenmiş söz öbekleriyle reklam edilen ve içeriğinden yoksunlaştırılan bu iki önemli günün burjuva solu tarafından kasıtlı olarak bir “sendikal mesele” biçiminde resmedildiği ortada. Bu bakışa göre mesele, “gerici” Türk-İş ile “ilerici” DİSK arasında, “Sendikalar ve Toplu Sözleşme yasalarında yapılan değişiklik” üzerinde yürüyen bir kavgadan ibarettir. Bu çerçevede Türk-İş, işçi hareketinin dinamiğini yatıştırma ve düzen içi kanallarda eritme görevini üstlenirken, DİSK nispeten daha “ilerici” söylemlerinin gölgesinde aslında hiç de masum olmayan çıkarlarının mahiyeti şu veya bu şekilde gizlenerek, “iyi” bir sendikal oluşum şeklinde tanımlanmaktadır. Oysa o iki önemli güne kadar gelen süreçten önceki, yaklaşık yirmi yıllık zaman zarfı ve sonrasındaki gelişmeler iki sendika konfederasyonu arasındaki kamplaşmaya karşı devletin ve devletin o zamanki hükümet yetkililerinin meclisten geçirmek istedikleri kanun değişikliklerinden ibaret değildir. Tam aksine işin bu kısmı tamamen bir ayrıntıdan ibarettir. Zaten buradan bakıldığında önümüzdeki büyük resmin sadece çok kısmi bir bölümünü görebilmiş oluruz. Bu nedenle bu önemli iki günün tanımını yaparken onu salt bir sendikal problemmiş gibi değerlendirerek basit bir “hak arama” eylemliliği biçiminde tanımlamak hem eksik hem de hatalı bir yaklaşım olacaktır. Çünkü başlangıcında bir demokratik hak mücadelesi ekseninde cereyan eden, ekonomik ve demokratik sınırlılıkları olan bir eğilimden söz ediyorken, süreç içerisinde hızla politikleşen ve kitlesel halde giderek radikalleşen siyasi bir proleter hareket karşımıza çıkıyor.
15-16 Haziran'dan Önceki Dönemde Uluslararası Durum
Yazımızın başlarında herhangi bir ulus-devlet sınırlılıkları içerisinde gerçekleşen kitlesel bir işçi sınıfı eylemi ya da hareketliliğinin bulunulan dünya konjonktüründen kopuk ve ayrı değerlendirilemeyeceğini belirtmiştik. Bu temel ilkeden hareketle 15-16 Haziran’ın yaşandığı günlerden önce dünyadaki siyasal, ekonomik ve toplumsal durumun bir özetini de yapabilmek gerekiyor. Bu özeti 1950’lerin ikinci yarısının başlarından itibaren yapmak yerinde olacaktır.
1949 sonrasında “demir perde” kurulduktan sonra, dünyada siyasi bir ayrım gelişiyordu. Bu siyasi ayrım kendisini batıda demokratik kamp ile doğuda adına “sosyalist” denilen, ama aslında sosyalizmle alakası olmayan kamp olarak gösterdi. Bundan sonraki bütün burjuva siyasi hesaplaşmaları bu iki ana eksen üzerinde yürüyecek ve 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, bu çekişmenin üzerinde gelişen yeniden yapılanma sürecini de belirler hale gelecekti. Batı Avrupa’da savaşın yarattığı ciddi bir yıkım söz konusuydu. Marshall Planı eksenindeki yeniden yapılanma döneminin ardından bu süreç 1953 ile 1958 arasında bir krize girmeye başlayacaktı. 1958’de ABD 2. Dünya Savaşı’ndan o güne kadar gördüğü en büyük iktisadi gerilemeye girdi, fakat şüphesiz bu noktada kriz savaş öncesi büyük buhranla kıyaslanabilir nitelikte değildi.
Özü itibariyle iki emperyalist kamp arasındaki bu çekişme, Ortadoğu ve Asya’daki “3. Dünya” ülkelerinde ulusal bağımsızlıkçı ve “anti-emperyalist” hareketlerin yükselişini, çekişmenin bilfiil bir aracı olarak beraberinde getirecekti. Bu dönemde 3. dünyacı ittifaklar siyasetine göre esas sorun, batıcı tekellerin “ezilen ulusları” ekonomik anlamda geri bırakmasıdır. Bu siyasi yaklaşımlar temelini 1929 krizinden sonra oluşan ekonomik konjonktürde buluyorlardı. Fakat ulusal kurtuluşçu zihniyet, ekonomik krizi sadece yanlış anlamakla kalmıyor, ayrıca dönemin Kemalist, faşist, Neo-Nazi ya da Stalinist devletçi uygulamalarını çözüm görmesi anlamında tam da eleştirdiği şeyin izdüşümüne denk geliyordu. Bu bağlamda 2. Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi konjonktürde ulusal-kalkınmacı hareketlerin yapmak istedikleri şey, ekonomik ve endüstriyel bir gelişme ortaya koyabilmek için “Batıcı” demokrasi bloğundan kopmak olacaktı. Bunun Türkiye’deki yansıması açık bir şekilde 1960 darbesinden sonra ortaya çıkacaktı.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere 2. Dünya Savaşı sonrası kapitalist birikim süreci dünya çapında bir yeniden yapılanma anlamına geliyordu. Bunun sözde 3. Dünya’daki yansıması 1950’lerde baş gösteren kriz ile birlikte Batı Avrupa sanayilerinin tedrici (aşamalı) olarak taşınmasıydı. Bu anlamda 1930’ların kriz ortamında doğmuş 3. dünyacı siyasi yaklaşım, dünya ekonomik durumunu 20 yıl geriden takip ediyordu. Onların “Batı kapitalizmi”ne getirdiği “geri bıraktırma” eleştirisinin 1950 ile 1960 süreci içerisinde hiçbir geçerliliği yoktu. Çünkü dünya pazarının 2. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanma süreci ardından yeniden doygunluğa ulaşmaya başlaması ile birlikte kapitalist birikim tekrar krize girmeye başlamıştı. Bu krizden çıkış koşulu olarak dünya sermayesi kaçınılmaz bir biçimde işçi ücretlerini düşürmeye yöneldi. Bu durum güncelliğe örneğin ABD’nde zencilerin ve kadınların işgücüne katılması olarak yansırken sözde 3. Dünya’da ucuz işgücünün sanayi alanındaki değer üretim sürecine kısmen dâhil edilmesi ile şekilleniyordu. Aslında burada bir taraftan Batılı proletaryanın ücret kısıntıları ile yaşam koşulları daha da kötüleşirken, 3. dünyadaki çoğunluğun sömürünün birer halkası olarak sermaye zincirine ucuz iş gücü olarak eklemlenmesi durumu söz konusuydu. Kalkınmacı, 3. Dünyacı zihniyet bunu, ABD’de zencilerin ve kadınların demokratik haklar mücadelesine evriltmeye çalışırken, 3. dünya ülkelerinde “anti-emperyalist” mücadele yürüterek kendisini somutlaştıracaktı. Kısacası, bahsettikleri geri bıraktırma stratejisinin sermaye açısından bir geçerliliği yoktu. Tersine gerçekleşen şey 3. dünyanın hızla kalkınmasıydı. Bu tarihsel bağlam içerisinde nasıl kalkınmacı bir zihniyet ile bakılabilmesinin kökenini, sosyal demokrasinin tarihsel ihanetine kadar izlemek mümkündür. 1914’te sosyal demokratlar sadece kendi ulusal sermayelerini siyasi olarak desteklemekle kalmamış, onun ekonomik krizini çözme işini de üstlenmişlerdi.
Diğer bir anlamda özellikle 1929 krizinden sonra liberal alternatifin siyasi anlamda çökmesi devlet desteğini kaçınılmaz kıldı. Sol da önerdiği devlet kapitalizmi savunusuyla bu sürece eklemlendi. Artık kapitalizmin gerçekleştirmesi mümkün olmayan kalkınmayı “sol” onun adına yürütme işine talip olmaktaydı. Bunun en net ifadesini 1928 sonrası Stalinist ağır sanayileşme modelinde görmekteyiz. 3. dünyacı hareket de bunun karikatürleşmiş bir kopyasından başka bir şey değildir. Tek cümlede özetlemek gerekirse, bütün bu kopuşun nedeni, devrimci marksizmin, kapitalizmin krizini onun içsel çelişkileri ve değer ilişkilerinde görmesi iken onun taklitçisi burjuva solunun (Troçkizm, Stalinizm, Maoizm, vb.) bunu bir iktidar sorunu olarak görmesindedir. Bu mantığa göre, “iktidar sosyalistlerde olduğu sürece kalkınma gerçekleştirilebilir”. Ancak kazın ayağı öyle değildir. Artık görülmesi gereken somut bir gerçeklik varsa, o da kapitalizmin üretici güçleri geliştiremeyecek kadar çökmüş olmasıdır. O zamana istinaden bu çelişkiyi çözecek olan kilit nokta, yeni sanayi işletmelerinin kurulması değil, bu yazının erken bir sonucu olarak anlaşılacağı üzere, mevcut ücret düzeninin ortadan kaldırılmasıdır, yani bütün toplumsal “ayar” araçları ve spekülatif para akışıyla ayakta durmaya çalışan kapitalist ekonominin lağvedilmesidir.
Hareketli dönemler yaşayan dünya işçi sınıfının bu hareketlilikte kendi yerini açmaya çalışması, görece her iki kampa karşı geliştirdiği mücadelelerle ilgiliydi. Batı merkezli bir kapitalizm ile kalkınmacı doğu yaklaşımı olan SSCB'nin kapitalizmi arasında alternatif arayan işçi sınıfı, bunu ilk olarak 1956 Macaristan ayaklanması gösterecekti. Stalinizme karşı bir dirilişi simgeleyen bu ayaklanmalarda SSCB'nin resmi politikası gelişmekte olan olayları “Batılı emperyalistlerin oyunu”, “ABD kökenli grupların bir planı” olarak niteliyor, Batılı resmi komünist partiler ise aynı koroya eşlik ediyorlardı. Batılı kapitalistler ise buna demokrasi ve ulusal özgürlük olarak sunma derdindeydiler. İşin aslı tabii ki kapitalizmin herhangi bir türünün ifade ettiği gibi değildi. İlk olarak Macar ayaklanması, İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalinist aşırı üretime ve sınırsız sömürüye, Stalinist uşağı Matyas Rakosi'nin liderliğindeki katil takımına karşı işçi sınıfının bir cevabıydı. Örneğin, Stalinist kanunlar işçilere 1950'den itibaren fabrikaları terk etmeyi yasaklamıştı ve terk edenler ağır ücret kesintilerine tabi tutuluyordu. Stakhanovist üretim çılgınlığı ve ağır sanayileşme deliliği, Macar işçi sınıfındaki hoşnutsuzluğu üst noktalara taşımıştı. Bütün bunlar ağır polis rejimi kanunlarıyla da birleştirildiğinde ortaya binlerce kayıp ve gözaltında kaybetme ile koskoca kirli bir geçmiş kalıyordu. İşçiler, bütün bu sömürüye ve sermayenin birikim yapma heveslerine karşı 24 saatlik genel grevler ile karşılık veriyor, işçilerin bulunduğu her yerde kendiliğinden bir biçimde işçi konseyleri kuruluyordu. Doğu bloğu firelerinden birisini veriyor, aşırı sömürü altındaki işçi sınıfı meydanlarda “köle değil, işçiyiz” diye slogan atıyordu. Ancak “sosyalist disiplinin” ve onun reel siyasetinin çıkarları için bu çok fazlaydı ve SSCB tanklarının kontakları çalıştırılmalıydı. Doğu bloğunun uydulaşmış aşırı-üretim merkezleri olan ülkelerdeki çatlakların SSCB için daha fazla sorun oluşturmaması ve o bölgede yeni sorunlar çıkartmaması için buna “sosyalist” bir müdahale gerekliydi. Kruşçev'in sözde “Stalinsizleştirme” fikrinin Stalinizmden gerçek bir kopuş teşkil etmekten uzak olduğu ortadaydı; Rus kapitalizmi, Macar işçi sınıfının kalkışmasını kanla bastıracaktı.
Bütün bunların yanısıra, reel dengelerin kapitalist üretim sistemi için ne ifade ettiği de açığa çıkmaktaydı. Kruşçev dönemi ile öncesinden farkı olmayan “yeni” bir dönem açan SSCB, Küba ile ABD arasında 1962'de patlak veren “Domuzlar Körfezi” krizinde arabulucu rolü oynayacak, dengelerin bu düzenin sürmesi için yeniden düzenlenmesi adına çaba harcıyordu. Bugüne kadar savaş, ölüm ve ızdıraptan başka bir getirisi olmayan kapitalizmin sürekliliğine onlar da göbekten bağlıydı. 60'lar aynı zamanda ulusal kurtuluş hareketlerinin de giderek ortaya çıktığı bir dönemdi. Kongo, Nijerya, Somali, Senegal, Mali, Togo, Kamerun, Sierra Leone gibi ülkeler bağımsızlıklarını ilan ediyorlar; ulus-devlet kurduklarını ilan ediyorlar, IRA da silahlı mücadele başlatıyordu. Her açıdan ulusal kurtuluşun o topraklarda yaşayan insanların çıkarına olduğu fikri, ulusal kalkınmacılık yalanı ile birlikte özellikle Afrika kıtası üzerinde dolaşıyordu. Ölü doğan bütün uluslar gibi bu topraklarda yaşayan nüfuslar da silah sermayesi ve Batı ile Doğu emperyalist blokları adına, işçi sınıfı için görünmeyen bir sömürü ve iç savaş sarmalına sürükleneceklerdi.
Bütün bunlar oluyorken işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir adımı ifade eden Paris 68 olayları başladı. 22 Mart 1968 tarihinde, bir öğrencinin tutuklanmasına karşı Paris’te bulunan Nanterre Üniversitesi’nin işgali ile başlayan olaylar silsilesi, Mayıs ayına geldiğinde bir grev dalgasına dönüşmeye başlamıştı. Bu grev dalgası, en nihayetinde dokuz milyon işçinin katılımıyla, gelmiş geçmiş en büyük grev olarak tarihe geçecekti. Fransa’daki Mayıs 68 grev dalgası, ancak başını CGT’nin (Genel İşçi Konfederasyonu) çektiği sendikalar ve başını kendisini açıkça “düzenin partisi” olarak nitelendiren Fransız Komünist Partisi’nin yoğun karşı-devrimci çabalarıyla bastırılacaktı ve Fransa’daki grev bu nedenle yenilgiyle sonuçlanacaktı, fakat bu, dünya genelinde uluslararası bir işçi mücadeleleri dalgası tetiklemişti. Mayıs 69’da, Arjantin’de bugün Cordobazo olarak bilinen kitlesel grev hareketi gerçekleşecek, işçiler ülkenin ikinci büyük kenti olan Cordoba’da tanklarla silahlanmış polis ve ordu güçlerine üstün gelip bir günlüğüne de olsa şehrin kontrolünü ele geçireceklerdi. Aynı senenin Temmuz ayından itibaren, İtalya’da özellikle Torino ve Milan merkezli olarak, daha sonra Sıcak Sonbahar olarak anılacak kitlesel bir grev dalgası baş gösterecekti. 69 sonbaharında Almanya’da da işçiler, sendikaların imzaladığı ücret kesintilerine karşı, İtalya’dakiler kadar olmasa da yine de kitlesel yasadışı grevler örgütleyeceklerdi. Uluslararası grev dalgası, 1970’lerde de sürecek, 1974’te Franco’nun İspanya’sında, neredeyse Fransa’daki grev kadar ciddi bir grev dalgası gerçekleşecekti.1 Türkiye’deki 15-16 Haziran işçi hareketi de, böylesi bir uluslararası konjonktürde gerçekleşen bu enternasyonal hareketin bir parçasını teşkil edecekti.
1960 Darbesi ve Sendikalizm
1960 Darbesi, Türkiye’deki burjuva solu tarafından çokça tartışılmış; kimilerince demokrasinin önünü açan, kimilerince ise otoriter – militarist düzenin başlatıcısı olarak adlandırılmıştır. Bize göre 60 darbesinin bu birbirine tamamen zıt gibi gözüken tanımların ortada dolanmasının hiçbir şaşırtıcı yanı yoktur. Çünkü bu iki yaklaşım da esasında karşısındakini aynı iki burjuva idealine dayanarak eleştirmektedir; ikisi de aynı derdi paylaşmaktadır: burjuva devlet aygıtını kim yönetecek?
1960 darbesine yol açan krizin kökeninde 1950’lerin sonunda, dünyadaki birikim sürecinin krizi yatmaktadır. 50’lerin bu ilk yıllarının liberalleşme dalgası, 1953 ile birlikte ciddi bir krize girmiştir. Bu kriz Menderes yönetiminin gümrük duvarlarını yeniden yükseltmesi ile sonuçlanmıştır. 50’lerin ilk yarısında ağırlıklı üretim, gıda maddelerinde yoğunlaşmışken sonrasında giderek otomobil, çamaşır ve bulaşık makinesi, televizyon olarak örnekleyebileceğimiz “dayanıklı tüketim malları” üretimine kaymıştır. Bu kalitesiz yerli üretimi korumak için gümrük duvarları güçlendirilmiş, yerli sermayenin kapalı sermaye içerisinde daha yüksek karlar elde etmesinin önü açılmıştır. Fakat 1958’deki dünya krizi ile birlikte bu sefer de döviz sıkıntısı baş göstermiştir ve ihracatı mümkün olmayan bu kalitesiz ithal ikameci üretim biçimi ancak ülke içindeki pazara seslenmektedir. 1958’de başlayan dünya çapındaki ve ABD merkezli iktisadi gerilemeyle birlikte yabancı sermaye akışı yavaşlayınca ciddi bir kriz ortamı doğmuştur. Bu krizin siyasi yansıması ise burjuvazinin toplumsal iktidarını dayandırdığı zemin olan askeri ve sivil bürokrasinin zayıflamasıdır. Özellikle alt kademe subaylar o derece sefilleşmiştir ki TC tarihinde ilk kez siyasi iktidarı eleştirir bir konuma gelmişlerdir. Devlet üzerinde yükselen TC devleti kapitalizmi kendisini besleyemez konuma gelmiştir. Bunun sonucunda ortasından çatlaması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Aynı şekilde bu çatlamanın ana ekseninde dünya emperyalist gerilimlerine paralel olarak biri sözde “NATO karşıtı”, diğeri ise Batıcı iki bloğun var olması yukarıda özetlediğimiz kafa karışıklığının temel nedenidir.
Askeri hiyerarşi dışı örgütlenen 1960 Askeri Darbesi, burjuvazi iç kesimlerinin (Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Adalet Partisi (AP), Demokrat Parti (DP) vs.) birbirleri ile “açık” ve “demokratik” bir zeminde mücadele etmesine yol açmıştı. O döneme yani 1960’a kadar burjuvazinin muhalif kesimlerini devletin disiplin altında tutmasını sağlayan askeri baskı, ekonomik krizin derinleşmesi ile birlikte iyice ideolojik meşruiyetini yitirmişti. 60 darbesi ile birlikte ordu içerisindeki emir-komuta zincirinin kısmen çözülmesi ve siyasileşmesi 1960 ile 1970 arasındaki “demokrasi” yanılsamasının temelini oluşturuyordu. Ordu, basitçe, muhalif burjuva siyasetlerini bastıramamaktaydı çünkü bunlar kendi içerisinde bile gelişmekte ve ifadesini bulmaktaydı. Bu da onların güçlenme alanlarının geniş bir kapsama yayılma potansiyelini taşıyor olmasının bir göstergesiydi. Dolayısıyla iktisadi krizine çözüm arayan Türkiye burjuvazisi bu çözümün yokluğunda gittikçe şiddetlenen fiziksel bir zor arayışına meyil etmekte ve bunun ideolojik zeminini yapılandırmak için kendi içerisinde çekişmekteydi. İşte günümüz radikal burjuva solunun büyük kesiminin kökenini bulduğu Türkiye İşçi Partisi tam da bu çekişmenin ortasında, kendisine bu çekişmeden pay kapmak isteyen fırsatçı sendika bürokrasisi tarafından kurulmuştu. Tıpkı ordu içerisindeki hiyerarşinin bozulması gibi devletin işçi sınıfı içerisindeki askeri yapısı Türk-İş içerisinde de hiyerarşi bozulmuştu. Tıpkı ordu içerisinde solun çeşitli subaylar üzerinden örgütlenmesi gibi Türk-İş içerisinde de belli bir kesim de iktidara gelebilmek için burjuva solunun fikirlerine meyletmeye başlamıştı.
Türk-İş içerisindeki bu sol kanadın iktidarı almak için kurguladığı yöntem parlamento seçimleriydi. Daha sonradan DİSK’i oluşturacak olan bu Türk-İş kadroları ikili bir siyasi strateji uygulamayı planladılar. Bu stratejinin ilk ayağı burjuvaziyi ve Türk-İş’te kalan diğer sendika liderliğini tehdit etmek ve tabanlarını kendilerine çekmek, diğer yandan ise geniş bir burjuva sol ittifak kurmaktı. Böylece bir yandan işçi kitlesini kendisine çekecek diğer yandan anayasal zeminde kendisini meşrulaştıracaktı. DİSK’in ve TİP’in papağan gibi anayasa üzerinden polemik yürütmesinin sebebi işte burada yatmaktadır. DİSK bürokrasisinin dönemsel olarak elini güçlendiren ise aynı zamanda onun doğmasına neden olan süreçtir. Daha önce de dediğimiz gibi ithal ikameci politikalar yoluyla “dayanıklı tüketim malları” üretimine yönelik ulusal sermaye birikimi stratejisi özel sektörde kısmi bir genişleme yaratmıştı. Bu genişleme de özellikle ara mallar üreten sektörlerde gözlemlenmişti. Bunların tipik örneği, otomobillere yedek parça üreten lastik endüstrisi ya da yine otomobil ve beyaz eşya sanayinin temeli olan demir-çelik endüstrisidir. Türk-İş’in geleneksel olarak örgütlü olduğu kamu sektörünün aksine bu sektörlerde 60’ların başından itibaren özel sektör yatırımları söz konusudur. Bunlar da Koç ve Sabancı gibi devlet imtiyazı ile gelişen tekellerin elinde bulunmaktaydı. 1960’ların başından itibaren işçi sınıfının mücadeleciliği de sermayenin gelişimine paralel olarak güçlenmekteydi. Bu da sadece Türkiye’ye has bir olgu değil, bütün dünyada gözlemlenebilecek bir olgudur. Dediğimiz gibi Türk-İş bu gibi sektörlerde örgütlü olmaya geleneksel eğilim göstermekteydi.
Ancak DİSK’in eğilimi doğrudan özel sektör üzerineydi. Sektörün yüksek gümrük duvarlarıyla korunmasından ve ülke içerisinde tekel olmalarından dolayı buralardaki grevler çok kısa sürede başarıya ulaşabilmekteydi. Çünkü patronlar işçilerin istedikleri ücret zamlarını ürünlerin fiyatlarına yansıtarak aradaki kazanç farkını kolayca telafi edebiliyorlardı. Yani “alan memnun, satan memnun”du. Bu durum da işçi sınıfında DİSK’in “mücadeleci” ve “işçiden yana” olduğu görüşünü güçlendirdi. Ne var ki; bu süreç “çelişkili” bir biçimde DİSK’li konfederasyon liderlerinin amaçlarına uygun düşmüyordu. Çünkü DİSK aslında işçi sınıfının bir mücadele organı değildi. Tersine, Türk-İş’e alternatif olmak isteyen, sol ile ittifakta bulunan, sendika liderliğinin devlet kapitalizmi içerisindeki bir aygıtıydı. Dolayısıyla kendi meşruiyetini işçi sınıfının mücadelesine değil anayasaya dayandırmak istiyordu. Fakat 1960’ların sonlarına doğru burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki siyasi gerilim gittikçe şiddetlenmekteydi. Generaller ordu içerisinde sağ ve sol kanat cuntacı eğilimleri kontrol altında tutmakta gittikçe zorlanmaya başlamıştı. Doğal olarak burjuva solu tıpkı burjuvazinin sağ kanadı gibi karşısındaki kesimi şiddet yoluyla ezecek bir alternatif arama sürecine girmişti. DİSK’in Anayasal çözüm arayışlarını kilitleyen de işte tam da bu süreç olacaktı. Türk-İş’li bir sendikacı ve aynı zamanda milletvekili olan Hasan Türkay, “haklı olarak” parlamento kürsüsünden DİSK ‘e şu eleştiriyi yöneltmekteydi:
“Sorumsuz sendikacıların tahrik ve tehditlerinden yılan bazı işverenlerin toplu sözleşmelerde bu sendikalara taviz vermeleri ve üstün haklar tanımaları, mesuliyetli sendikacıları haklı olarak isyana teşvik etmektedir.”
Parlamentodaki sendika başkanı AP milletvekili şöyle devam etmektedir:
“Gerçek sendikacılar soruyorlar: kanunlara saygının cezasını mı çekiyoruz? Biz de mi aynı kanunsuz hareketleri yapalım ve hakkımızı alalım?”
İşte DİSK’in kapatılmasına giden yolu açacak meclis tartışmaları süreci bu şekilde başlamış oldu. TİP ve DİSK, 60’ların başında üzerinde yükseldiği işçi hareketine karşı tavır almak ya da gerçekçi bir burjuva siyasi alternatifi olmak arasında sıkışmıştı. Kemal Türkler’in 16 Haziran’da işçileri evlerine dönmeye çağırırken yaptığı açıklama maddi ve ideolojik zemini işte burada yatıyordu.
Peki, TİP ve DİSK gerçekten işçi sınıfının mücadelesinden yana olduğu için mi “sınıf mücadeleci” bir söylem tutturmuştu? DİSK ve TİP açısından temel sorun işçi sınıfının yaşam standartları değil “memleket” idi. Kuruluş sürecinde DİSK liderliği şunları kayıt etmekteydi:
“Emperyalizmin, devletimizin ve milletimizin hayatına yeniden kastetme çabalarının arttığı ve bir avuç aracının, kapkaççının, sömürücünün bu çabalara katıldığını gören bizler, büyük Atatürk’ün daha 1921’de ilan ettiği gibi, ‘bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmaya and içmiş sendikacılarız.”2
Yani buradaki dert, 3. dünyacı eksende yerli bir burjuvazinin palazlanması yönünde güçlü bir istek iken, işçiler payına düşecek olanlar ise birkaç büyük resmin yanında çok ufak kalan ayrıntılardı. Bu perspektif, işçi kitleleri için reformlar ve oyalamalardan ibaretti. Peki, bu sendikaların meselesi memleket idiyse işçilerle derdi neydi? DİSK liderleri devamında şöyle devam edeceklerdi:
“Kapitalist yoldan kalkınmak isteyenlerin uyguladıkları sistemden doğan eşitsizlik ve düzensizliklere boyun eğmeyeceğiz. Emekten yana bir kalkınma planının uygulanması için sonuna kadar bütün gücümüzle çalışacağız.”3
Bu noktada bunu yapmak için Türk-İş’ten ayrılmaya ne gerek vardı diye sormak makul olacaktır. Türk-İş “memleket sevdası”nı işçilerin çıkarlarının önüne koymak konusunda hiç de DİSK’ten geri değildi. Tersine Türk-İş, 1970 kongresinde belirlediği ilkelerinde “Türk işçisinin emeğini ordumuzun gücü ile birleştirerek yurt savunmasında öz kaynaklarımızın kullanılması ve savunma gücümüzün dış yardıma bağlı kalmadan yürütülebilmesi için Türk-İş ulusal harb sanayinin kurulması için bütün çabayı göstermektedir” denilecekti. Bunu yapmak için Türk-İş gerekirse “petrollerimizin ve madenlerimizin geniş ölçüde devlet eliyle işletilmesinden, yerli sermayenin başarabileceği işlerde yabancı sermayenin yurda sokulmaması”na kadar çeşitli önlemler de önerecekti.
Peki, eğer DİSK açısından sorun vatanseverlik değilse nedir? Bunun temelini de, 1960’la birlikte dünya birikim sürecinde baş gösteren krizin, Türk egemen sınıfı içerisinde yarattığı yarılmayı incelediğimiz gibi incelemeliyiz. 1953 ve 58 arasındaki krizlerin yeni ekonomik politikaları nasıl beslediğini ve bu sürecin nasıl bir bölüşüm kavgasını doğurduğunu incelemiştik. Bu kavganın özünde ikisi de milliyetçi olan fakat emperyalist bloklaşma tercihleri değişen, biri batıcı diğeri 3. dünyacı iki kliği nasıl doğurduğuna da değinmiştik. Türk-İş’teki yarılmanın nedeni de yukarıda bahsettiğimiz gibi benzerdir. Şimdi bunu daha detaylı olarak incelemeye çalışalım.
1960 darbesine kadar yasalarda sendikalaşma “hakkı” bulunmakta ancak grev hakkı bulunmamaktaydı. Sendikalar açısından bunun sorun olduğu pek söylenemez. Bu dönemde sendikalar, özellikle Türk-İş içerisindekiler devlet sektöründe örgütlüydüler. Sendika aidatları çok düşük miktarda olduğundan ve toplanmaları için sendikacıların doğrudan işçilerle muhatap olması gerektiğinden sendikalar doğrudan devlet desteği ile varlık gösteriyorlardı. Türk-İş liderliğinin iktidarda bulunan parti kim ise ona açık destek verme geleneği de, özünde böylesi bir pratik olmasından kaynaklanır. Böylelikle Türk-İş, devlet desteğini garantiliyordu. 1952’de Türk-İş’in kurulmasıyla 1960 arasında geçen sürede sendikaların temel faaliyeti bundan ibaret olmuştu.
Fakat 1960’la birlikte devlet destekli özel sermaye elindeki yeni sanayilerin gelişmesi Türk-İş içerisinde çok önemsiz konumlar teşkil eden lastik sanayi gibi kimi kesimlerin önemini arttırmıştı. Örneğin TİP milletvekili ve DİSK bürokratı olan Rıza Kuas, Lastik-İş kökenliydi. Bu sendika, 1960 öncesinde 100’den az işçi arasında örgütlüyken, 1960 sonrasında hızla sayısal olarak büyümüş ve 1970’lere doğru 10.000’e yakın bir üye sayısına ulaşmıştı. Bu örnek sadece özel kesimin ve sermayenin yeniden yapılanmasını değil, işçi sınıfı mücadeleciliği karşısında burjuvazinin tutumunun değişiminin de bir göstergesidir. 1960 sonrasındaki anayasal çerçeveden faydalanan Türk-İş içerisindeki TİP’li sendikacılar, bu yeni mücadeleci işçi grubunu bünyesinde toplamaya çalışmış ve bunda da kısmen de olsa başarılı olmuştu. TİP içerisinde kontrolü ellerinde bulunduran bu sendikacılar, yeni anayasal çerçeveden yararlanarak sermayenin bu yeniden yapılanma sürecinde doğrudan rol üstlenmeye talip olmuştu.
Ne var ki Türk-İş’in devlet sektörü içerisinde örgütlü ana gövdesini oluşturan sendikalar, özelikle 1966 kongresiyle birlikte “siyasetler/partiler üstü sendikacılık” prensibini benimseyerek, TİP’li sendikacıların siyasi hattının önünü kestiler ve ardından da onları Türk-İş’ten attırdılar. Böylelikle Türk-İş’in TİP’i siyasi olarak desteklemesinin önü tıkanmış oldu. Bunun üzerine bu sendikacılar 1967 yılında DİSK’i kurdular. DİSK’li sendikacıların bu durumdan yola çıkarak Türk-İş ile bir rekabete girdiğini düşünmek yanlış olur. DİSK’in temel sorunu, anayasal düzlemde parlamenter bir mücadele vermelerini olanaklı kılacak bir işçi oyu tabanı sağlamaktı. DİSK’i oluşturacak sendikaların “Türk-İş üyeliğinden ayrılma hakkındaki rapor” adlı metinde belirtildiği gibi;
“… Asıl mesele hangi parti programının Türk işçisinden yana olduğunu tesbit ederek cesur atılışla işçilerin o parti listelerine oy vermelerini kanalize etmektir.”4
Görüldüğü üzere TİP o dönemki siyasal programını uygulama zemini aramaktaydı. Ne var ki iki süreç buna engel olacaktı. Bahsettiğimiz gibi, bunlardan ilki 1966 ile 1969 arasında gelişen, askeri strateji vurgusuydu. Burjuva solu bu tarihten sonra ordu içerisinde ittifaka öncelik verecekti. İkinci sıkıntı ise işçi sınıfı radikalizminin yükselişi ile birlikte, sınıf mücadelesinin DİSK’i bir kenara atması ve geçersiz kılmasıydı. İşte tam da bu noktada devreye “sendikal haklar” çerçevesinde açığa çıkan ancak sonrasında giderek “proleterleşen”, siyasallaşan bir işçi sınıfı eylemliliği olarak 15-16 Haziran sahneye çıkacaktı.
Türkiye Solu ve İşçi Sınıfı
Türkiye’de burjuva solunun hortlaması, işçi sınıfı hareketi ile hiçbir zaman bağlantılı olmadı. Burjuva solu ile sınıf hareketi arasında temas olan her noktada da, burjuva solu sınıf hareketine karşı gelişmiştir. Yukarıda özetlediğimiz kalkınmacı zihniyet dönemin bütün soluna hâkimdi. Elbette burjuvazinin sol kanadı bu durumun farkında olmaktan uzak değildi. DİSK’in kuruluşuna yol açan 1966 Paşabahçe Grevi, ardından DİSK’li sendikaların Türk-İş’ten ihraç edilmeleri ve son olarak DİSK’in tasfiyesinin önünü açacak 1970 yasal düzenlemeleri arasında geçen süre, burjuva radikal solunun TİP’ten kopması sürecinin de gerçekleştiği süreç olacaktı. Bu kopuşun temelinde ise, eski TKP’li Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibilerinin temsil ettiği çeşitli akımların, Yön çevresinin ve Maocu birtakım hiziplerin TİP’in parlamenter taktiğine yönelttikleri eleştiriler yatmaktaydı. Bu eleştiriler ise parlamenter demokrasinin köklü ve teorik bir eleştirisinden çok, iktidarın parlamenter yolla alınmasının imkânsızlığının farkındalığından kaynaklanıyordu. Yön dergisinin TİP’e yönelik şu eleştirileri dönemin burjuva solunun halet-i ruhiyesini çok iyi yansıtmaktadır:
“TİP bir yandan anti-emperyalist mücadeleyi 1 numaralı mesele sayarken, öte yandan klasik bir proleter-burjuva mücadelesinin sloganlarını ön-plana çıkararak güçleri dağıtmakta ve zayıflatmaktadır.”5
Buna göre TİP ve DİSK’in “anti-emperyalist” bir sınıf ittifakı adına vazgeçmesi gereken, işçi sınıfı mücadelesinden başka bir şey değildi. Yani yerli burjuvazi ve ordu içerisindeki olası müttefikleri ürkütmemek için işçi sınıfı mücadelesinin terk edilmesi ve eski tip bir darbe veya daha da radikal sola göre bir gerilla mücadelesi yoluyla iktidara gelinmeliydi. İktidara gelindikten sonra yapılacak olan ise NATO’dan kopmak yoluyla “memleketi kalkındırmak” olacaktı.
Öte yandan, TİP’in kendi politikası, onu eleştirenlerden çok da farklı değildi. Kalkınmacı politikalar, dönemin Türkiye solunun tamamının programının merkezinde yer almaktaydılar. Örneğin 1965 seçimleri öncesinde TİP başkanı Mehmet Ali Aybar şöyle demişti:
“Evet, Türkiye’de bugün temel sanayi müesseseleri devletin kontrolü altındadır. Ancak devletçilik anlayışının özünü değiştirmek lazımdır. Bugünkü devletçilik anlayışında özel sektörün lehine halkın sırtından işleyen bir nitelik var. Bu öz ancak halka dayananların iktidara gelmesiyle değiştirebilir.”6
Peki, Aybar’a göre bu stratejinin uygulanmasının yolu neydi? Kırın kapitalist yoldan proleterleşmesi! Solun o dönemdeki toprak reformu lafazanlığının altında yatan neden buydu. Aybar’a göre toprak reformunu gerçekleştirmek ve “toprak ağalarının siyasi ve iktisadi nüfusunu bertaraf etmek” bunun kilit noktasını temsil ediyordu. Dolayısıyla Aybar’ın istediği, devlet eliyle ülkenin kapitalistleştirilmesinden ibaretti. Aybar, bunu şu şekilde özetleyecekti:
“(...) Planlı ve devlet eliyle sanayileşmek, böylece milli ekonominin kilit taşı sanayilerini devlet eliyle kurup, devlet eliyle işletmek.”
Yukarıda bahsettiğimiz görüşün izdüşümünü bu satırlarda çok açık bir biçimde görmekteyiz. Peki, bunun siyasi yansıması ne olacaktı? Aybar’a göre bunun siyasi yansıması yalnızca NATO’dan çıkmak anlamına geliyordu. Aybar şöyle demektedir:
“Herhalde milli savunma konusunda her zaman son sözün Türkiye’de olması milli bağımsızlığımızın vazgeçilmez bir şartıdır. 3. Dünya devletleri ile dayanışmanın milli menfaatlerimize uygun düşeceği kanaatindeyiz.”7
Peki, Aybar’ın liderliğini yaptığı TİP neydi? Türk-iş’li bir grup sendika lideri tarafından kurulan TİP, 1962’nin başında liderliğine Aybar’ı getirmişti. 1965 seçimlerinde meclise 15 milletvekili sokmuş olan TİP bu sendika liderliği için güvenli bir siyasi kariyer ve risksiz, bürokratik bir gelecek vaat etmekteydi. Özetle TİP devletin anayasası ve bürokrasisinden yararlanarak rahat bir siyasi kariyerizmin simgesi oluyordu:
“1965 sonrasında TİP, siyasal açıdan yeni bir yöneliş içerisine girer. Burada söz konusu olan parlamento ile ilgili çalışmaların, tüm parti faaliyetlerinin merkezine konulmasıdır. Bu perspektifte, örneğin geniş halk kesimlerinin uzun soluklu propaganda faaliyetleriyle aydınlatılması ya da sosyal hareketlerin yönlendirilmesi, artık sadece seçim çalışma ve hedefleri çerçevesinde ele alınmak durumundadır.”8
Meselenin özü anayasal haklar çerçevesinde işçi sınıfının kendi örgütü olarak gördüğü bir sendikayı ve bir kurum olarak sendikalaşmayı savunması olarak değerlendirilemez. Bu “solcu” beylik ifade biçimi sadece sıradanlaşmış ve bunaltıcı 15-16 Haziran anmalarında, işçi sınıfının tek ihtiyacı olanın “kendi partilerinin önderliği” olduğunu dikte eden burjuva solunun şu ya da bu kesiminin dar ve sığ perspektifidir. Bu perspektif de bugüne değinmediği gibi geçmişi anlamak ve geleceği de öncelemekten uzaktır. Bunun trajikomik izlerini biraz da 1970 döneminin o sıcak günlerinde yaşanan bir olaya bakarak bile görebiliriz:
“15-16 Haziran eylemleri patlak verdiğinde, kısa bir tereddütten sonra DEV-GENÇ de eyleme destek vermek amacıyla çeşitli girişimlerde bulunur. Bu girişimlerden biri de Ankara’da gerçekleşir. DEV-GENÇ’liler, Ankaralı işçileri de eyleme katabilmek için Demir Sanayine giderler. Herkese propaganda yaparlar ve iş bırakmaya davet ederler. Çoğu kendi işinin sahibi bulunan veya iş kurma hayalinde olan usta ve çıraklar, DEV-GENÇ’lileri sopalarla kovarlar.”9
Konunun kendisine gelmeden hemen önce aktarmak istediğimiz bu küçük ama önemli ayrıntı, Türkiye burjuva solunun “sınıfa inmek” derken “sınıftan ayrı düşmek” diye tanımlayabileceğimiz içerisine düştüğü durumdan “şanlı” günlerinde de muzdarip olduğunu açık ve net bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Verdiğimiz ve çoğaltılabilecek olan bu örnekler ancak kendi anlamsız varlıklarını meşrulaştırmaya çalışan sol grupların ve sendika “eğitmenlerinin” sayıklamalarına işaret ediyorlardı. Olayların yaşandığı dönemdeki burjuva sol akımların kendi içlerinde sürekli olarak üzerinde dönüp dolaştıkları, temcit pilavı misali tartışmalarına meze ettikleri “volan kayışı” (partiyi besleyen sendikalı işçiler, vb.) yaklaşımı üzerine kurulu bir sendikal anlayış ile işçi sınıfı odaklı ve oradan beslenen bir teorik yaklaşım sergilemekten uzaktılar. Bu eğilimler daha çok kendi siyasetlerinde örgütlenecek işçilerin “kafa sayısı” hesabının teorisini yapmakla meşgullerdi. Bu yapılar oradan buradan “kadro” devşirmenin planını yapıyor, elde bulunan kaynaklara bakılırsa da proletaryanın kendisine güvenmekten ve onun hareketinden öğrenmektense, kendi “radikal” maceralarının peşinden enternasyonal bir sınıfa ulus temelli, milli bağımsızlık soslu ve “anti-emperyalizm” temalı perspektifler saçıyorlardı. Yabancı sermayenin düşmanı kesilip, bir taraftan o günün küresel konjonktüründe ve kapitalizmin üretim ilişkilerinin çürümüşlüğünde artık gündeme yeterince yerleşmiş bulunan proleter bir dünya devriminin imkânları, olasılıkları ve zorlukları üzerinde kafa yormak yerine kimi “ulusal kalkınmacı” anlayışları yaymaya çalışıyorlardı. Burjuva radikalizminin burçlarına kimin daha çok “sınıftan yalıtık hale gelmenin”, böyle yaparken proletaryayı da güncel sınıf hareketinden izole etmenin, sınıf politikasına karşı yabancılaşmanın bayraktarlığını yapılıyordu. Bütün bunların sonuçlarını da 1980 Darbesi’nin ağır yenilgi koşullarının yarattığı ortamda kitlesel ve bağımsız bir işçi hareketinin ortaya çıkamamış olmasından gözlemleyebiliriz.
15-16 Haziran Öncesinde Türkiye İşçi Sınıfı
15-16 Haziran olaylarına ancak beslendiği tarihsel dinamik üzerinden bakılırsa tam olarak değerlendirilebilir ve anlaşılabilir. Bu nedenle özellikle 1960’ların işçi sınıfı adına oldukça hareketli geçen yıllarına marksist bir tarih anlayışıyla bakmak bizce kilit önemdedir. Bu nedenle işçi sınıfının Türkiye sınırları içerisinde ortaya koyduğu mücadele örnekleri üzerinden genel bir bakış sunmaya çalışacağız.
1960 yıllar işçi sınıfı için hareketli başlayacaktı. Bu dönem, 25 Kasım 1961 yılında 5 bin Sümerbank işçisinin yalınayak yürüyüşü, aynı yılda gerçekleştirilen Saraçhane Mitingi, 3 Mayıs 1962’de 5 bin kadar işsizin Ulus Meydanı’ndan TBMM’ye yürüyüşü ve polisle çatışması, 12-13 Ağustos 1962’de Zonguldak’ta Yapı-Yol-İş’e bağlı işçilerin işten atmalara karşı protestoları gibi önemli eylemlere tanıklık edecekti.10 Bu örnekler, burjuva sınıfının ve onun devlet aygıtının 1970 Haziran olayları öncesinde gündeme getirdiği 274 ve 275 numaralı yasaların daha o dönemde farklı formatlardaki uygulamalarının gündemde olduğunun göstergesiydi. Ayrıca işçi sınıfının tarihsel olarak kazanım olarak kabul ettiği ve sahip olduğu temel yaşamsal kriterlerin elden alınmasının yavaş yavaş öne alınıp yürürlülüğe konulmak istenildiğini gösteriyorlardı. Bütün bu sıcak gündemi 1963 senesinde meydana gelen Kavel Grevi izledi. İstinye’de bulunan ve Türkiye Maden-İş Sendikası’na bağlı Kavel Fabrikası’ndaki grev hareketliliği sendikada bulunan sendika temsilcilerinin işten atılmalarını protesto etmek amacıyla gerçekleştirilmişti:
“İşveren elebaşı olarak gördüğü birkaç işçi hakkında şikâyette bulunur ve 10 işçiyi İş Yasası’nın 16. Maddesi gereğince tazminatsız olarak işten attırır. Bunun üzerine işçiler de müdür İbrahim Üzümcü hakkında da şikâyette bulunurlar. Fakat genel müdür ifadeye çağrılmaz. Bu olay işçileri oldukça kızdırır.
“(...) Nasıl oluyor da kanun işçiye başka işverene başka oluyor? Diye birbirimize soruyor ve adaletsizliğe kızıyorduk.”11
Kavel mücadelesi o zamanki hükümet tarafından yasadışı ilan edilmiş ve işyeri patronunun lokavt kararına da herhangi yaptırım uygulatmamıştı. Kuşkusuz böyle bir refleksin burjuvaziden gelmemesi şaşırtıcı olmaktan uzaktı. Öte yandan yavaştan hareketlenen işçi sınıfı gündeminin ışığında, çevre fabrikalardan grev boyunca gelen desteğin (yardım fonları, kampanyalar ve sakal bırakma eylemleri, vb.) dikkat çekici noktaya ulaşması proleter sınıf dayanışmasının gelişmekte olduğunu ortaya koymuştu. Kavel Grevi’nin ortaya çıkardığı sonuçlar bir tarafa, işçi sınıfının dünyada belli bir aşamaya gelmeye başlamakta olan mücadele hareketini takiben böyle bir eğilime yönelmesi yani militanlaşarak daha da kararlı bir yapıya bürünmesi iyi niyetlilikten öte somut tarihsel koşulların bir ürünüydü. Grevi sonlandırmak için Türk-İş ile İşveren Konfederasyonu arasında imzalanan anlaşma, bir taraftan da sendikaların işçi mücadelesi önünde giderek daha fazla engel olmaya başladığının bir göstergesi olacaktı.
Yine o dönemlerde Türkiye sınırları içerisindeki Zonguldak ilinin işçi sınıfı mücadeleleri açısından ayrı bir yeri vardı. Önemli kömür rezervlerinin bu ilde bulunması bu şehri önemli kılıyor ve işçi sınıfının adeta “öğütüldüğü” bir fabrika havzasını içerisinde barındırıyor oluşu sebebiyle de doğacak olası hareketliliklere gebe bir işçi kenti görünümünü taşıyordu. Nitekim, Zonguldak’ta 1967 ve 1968 yıllarında başta Gelik ve sonrasında da Asma ve Çaydamar kömür ocakları olmak üzere o önemli direnişler patlak vermeye devam edecekti. Daha öncesinde, 1965’te Kardon’daki direnişi gerçekleşecek ve bu direnişi 1966’da DİSK’in kurulmasına vesile olan ve Türkiye işçi sınıfı tarihinde de önemli bir yer tutan İstanbul Paşabahçe Cam Fabrikası direnişi gerçekleşecekti:
“Nihayet grevi başlattık. Olur mu, olmaz mı derken grevi başlattık. Çok büyük bir zorlukla karşılaşmadık. Bunda fabrikanın işçileri olmamızın rolü olabilir. Sabah vardiyası girmeyecek, gece vardiyasında çalışanlar çıkacak dedim. O güne kadar hiçbirimiz grev görmemiştik. Tamamen kitabi bilgiler üzerinden gidiyorduk. Grev sözcüsü kimdir, nedir, ne yapar, kitaplara bakıyoruz. Yasada fabrikanın kapısına iki gözcü konulur diyor ama bizim fabrikanın 10 kapısı var. Biz herbirine iki gözcü koyduk, böylece fabrikayı ablukaya almış gibi olduk.”12
1967 yılında Batman Rafinerisi’nde bir işçi direnişi gerçekleşecekti ki bu özellikle Kürdistan işçi sınıfı için önemli bir deneyimdi. Bu mücadeleyi 1968 yılında Derby Lastik Fabrikası işçilerinin direnişi takip edecekti. 1969 yılında gerçekleşen İstanbul Camialtı Tersanesi direnişi ile işçi sınıfı artık sendikal mecrada yitip giden çabaların derslerini çıkartarak eylem modelini biraz değiştirip, çıtayı işgal noktasına çekecekti. Dolayısıyla 1969 yılı adeta işçi sınıfı için “çalışılan işletmeyi işgal etme” eyleminin yerleştiği yıl olacaktı. Yine bu sene içerisinde göze çarpan başlıca işgal deneyimleri, Türk Demir Döküm Fabrikası ve İzmir Rabak Alüminyum Kablo Fabrikası direnişleri ile İzmir Yarımca Seramik Fabrikası, Maltepe – Cevizli ve Cibali Sigara Fabrikaları, İstanbul Gamak Elektrik Motorları Yapım Fabrikası ve yine İstanbul Kartal – Cevizli Singer Dikiş Makinaları Fabrikası’nı kapsayan işyeri işgalleriydi.
1970 yılına girerken ve hemen hemen her ay bir fabrika işgali gündeme gelirken, artık işgaller burjuvazinin kolluk güçleri ile daha fazla karşı karşıya gelmeyi göze alan işçilerin örgütledikleri militan eylemliliklere dönüşmüştü. Askeri kuvvetlerin işin içerisine kendi ölüm makineleri olan savaş uçaklarını bile devreye sokması ile bu dönem girilen mecranın ve sınıfın eğiliminin giderek siyasi bir yapıya büründüğünü de bir anlamda göstermeye başlamıştı. Bu yılda Zonguldak’taki Ereğli Kömür İşletmeleri işçileri ocaklara inmemiş, İstanbul’da bulunan Sağmalcılar Çiti Deterjan Fabrikası, İstanbul Yem Fabrikası ve Alibeyköy Öz Kardeşler Çivi Fabrikası, İzmir’de Buca Klimasan Fabrikası ve Ankara’daki Üstün Çelik Fabrikası işgal edilmişti. En radikal eylemlilikler olarak tarihte yer edinen, en çok göze çarpan proleter tepkiler ise kendisini Sungurlar Isı Kazan Fabrikası’nın Nisan ve Mayıs aylarına yayılan ve iki kez gerçekleşen fabrika işgalleri ve Günterm ve Alpagut İşletmeleri’nin işgali olacaklardı. Ankara’da bulunan belediyeye bağlı temizlik işçilerinin Ankara Bölge Çalışma Müdürlüğü’nü işgal edişi ise Türkiye’de öz-yönetim deneyiminin ilk örneğini teşkil edecekti. Türkiye işçi sınıfı, 15-16 Haziran direnişine, böylesi bir arkaplan ile girecekti.
Eylemlere Açılan Dönem
Türkiye ve dünya proletaryasının bir deneyimi olarak 15-16 Haziran Olayları’nın ortaya çıkmasında ortaya koyduğumuz bütün arkaplanın ötesinde gösterilen neden, 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda yapılan değişiklikti. Bu değişiklik yapılarak sendikal örgütlenme ve grev hakkının kısıtlanmak istenmesini protesto eden 150 bin kadar işçi iki gün boyunca çeşitli eylemler yapacaklardı. Bu süreçte iki ayrı yasa tasarısı olarak hazırlanan 274. ve 275. Tasarılar komisyonda birleştirildi. Bu yasa tasarıları döneminin Süleyman Demirel’in başını çektiği Adalet Partisi ile Bülent Ecevit’in başını çektiği Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birleştirildi ve tasarı meclise sevk edildi. Tasarının gerekçesinde özetle, 1963’te yürürlülüğe giren yasanın zamanla bazı boşluklar ve eksiklikler taşıdığının anlaşıldığı, bu boşluk ve eksikliklerin Türkiye’de bir sendika bolluğu yarattığı, bu sendika bolluğunun ise çalışma ve iş hayatını engellediği, emekçi sınıfa zarar verdiği, ülkede güçlü sendikacılığı kurabilmek için bu değişikliklerin yapıldığı öne sürülmekteydi.
Çoğunluğunu AP’li milletvekillerinin oluşturduğu komisyonda sendikacı milletvekillerinden Enver Turgut ve Şevket Yılmaz ile CHP’den Abdullah Baştürk yer alıyordu. Komisyondan büyük bir gizlilik içerisinde geçirilen yasa tasarısı için bilim insanları ve sendikaların görüşlerine başvurulmamıştı. Hatta “tasarının kimsenin eline geçmemesi ve eleştirilmemesi” için Meclis’te bile çok az sayıda basıldığı iddia ediliyordu. 274 sayılı Sendikalar Kanunu’nda öngörülen değişiklikler ise özetle:
Bir işçi sendikasının Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki toplam işçi sayısının üçte birini üye kaydetmiş olması,
İşçi federasyonlarının faaliyette bulunabilmeleri için, bağlı sendikaların üye toplamının kendi işkollarındaki toplam işçi sayısının en az üçte biri olması,
İşçi konfederasyonlarının kurulabilmesi için, daha önce sözü edilen sendika ve federasyonların en az üçte birini ve sendikalı işçi sayısının en az üçte birini üye olarak barındırmaları,
Sendika üyeliğinden ayrılmak için tek tek noter karşısına çıkmak ve kimlik saptanmasından sonra imzanın onaylanması,
Sendika kurmak için en az üç yıl işyerinde çalışılmış olunması,
Uluslararası işçi kuruluşlarına ancak en fazla işçiyi barındıran konfederasyon üye olunabilmesi biçimindeydi.
Tasarı CHP tarafından genel olarak destekleniyordu. CHP’li sendikacı milletvekili Burhanettin Asutay tasarıyı, “kanunun boşlukları dolduracağı, adaleti, müsavatı, hürriyeti ve birliği sağlayacağı” gerekçesiyle destekleyeceklerini açıklamıştı.
AP’li ve GP’li (Güven Partisi) üyeler de partilerinin tasarıyı desteklediğini açıklarken eleştirilerini TİP’e ve DİSK’e yöneltiyorlardı. GP grubu adına konuşan Vefa Tanır, “TİP, Marksçı ve Lenincidir, Atatürkçü değildir. TİP ve DİSK, şiddet ve zorbalıktan yanadır” gibi iddialar öne sürüyordu. AP’li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk de konuşmasında TİP’i “Türkiye’de kanlı hadiselerin mihrakı belli olmuştur” diye suçlayarak “Tasarıda hür sendikacılığı kısıtlayan bir hüküm yoktur. Hür sendikacılığın kadrini bilmeyenlere, bunu bildirecek hükümler getirilmektedir. Türk-İş, kızıl dikta isteyen şer kuvvetleri karşısında demokrasinin teminatıdır” biçiminde bir ifade kullanarak suçluyordu. TİP adına söz alan DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Rıza Kuas ise konuşmasında, “Bu kanun Anayasa’ya taban tabana zıttır. Türk-İş diktası getirilmek isteniyor. Sendikaların denetlenmesini Türk-İş’e devretmek isteniyor. Bu anti-demokratiktir. Türk işçi hayatının elini kana bulamaya sevketmek istemektesiniz. Demokratik hayatın dibine dinamit koymak niyetindesiniz. Çalışma Bakanı DİSK’i kapatmak istediklerini Erzurum’da Türk-İş kongresinde söylemiştir. DİSK, anayasal haklarını kullanarak direnecektir. Sorumluluk bu kanunu çıkarana aittir.” diyecekti.
Bu yasa değişikliği henüz kesinleşmemişken DİSK ve üye sendikalara bağlı işyerlerindeki işçilerin sert tepkilerine yol açtı. Durum işçiler arasında tartışılmaya başlandı. Bu çalışmalar sonunda yapılmak istenen değişikliğe karşı eylemler örgütlemek için işyerlerinde “Anayasal Direniş Komiteleri” adı verilen komiteler kuruldu.
DİSK Yönetim Kurulu 12 Haziran’da DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in okuduğu bir bildiri yayınladı ve basına açıklaması ile kamuoyuna sundu. Bu açıklamadan şunlar söylenmekteydi:
“Memleketimizde faşist sendikacılığı getirmenin temelleri atılmaktadır.”
“Türk-İş’e tanınan sendika diktatörlüğü, çalışma hayatına baskı, terör ve ızdırap getirecektir.”
“Örnek olarak gösterilen memleketlerin hiçbirinde, kanun zoruyla sendika sayısı azaltılmamıştır.”
“Hükümet ve işbirlikçisi Türk-İş ve diğer sömürücü güçler, referanduma yanaşmamaktadırlar. Onların demokrasiye olan bağlılıkları da bu kadardır.”
“DİSK, bu meselenin anayasa çizgisi içine sokulması mücadelesini verecektir.”
Açıkça görülüyordu ki DİSK, kendi varoluşu pahasına dahi olsa, işçi sınıfı mücadelesini akla getirmekten uzak bir halde, anayasal ve demokratik zemine bağlılığını koruyordu.
15-16 Haziran 1970
Bütün bu gelişmelere rağmen, 14 Haziran’da Merter Sitesi’ndeki Lastik-İş binasında konu ile ilgili bir toplantı yapmak üzere DİSK’in tüm sendika yöneticileri ve işyeri temsilcileri davet edilmişlerdi. Bu toplantıda yapılan hararetli tartışmaları takiben ve tasarının TBMM’deki kabulünden dört gün sonra, 15 Haziran’da protesto eylemleri başladı ve 70 bin işçi eylemlere katıldı. Bu İstanbul’un o zamanki nüfusu göz önüne alındığında – ki nüfus 2.132.407 kişi idi- ciddi bir rakamdı. İşçilerin eyleme geçmesi genellikle sabah işyerlerine geldiklerinde “çalışmadan bekleme” ve sonrasında da “fabrikanın dışarısına çıkarak yürüme” biçiminde gelişti.
Eyleme katılan ve üretimde önemli yerlerde duran işletmeler arasında AEG-ETİ, Arçelik, Auer, Aygaz, Çelik Halat, Chrysler, Tekel Kutu, Derby Lastik, Grundig, Magirus, Mutlu Akü, Otosan, Sungurlar, Rabak, Singer, Türk Demir Döküm gibi işletmeler bulunmaktaydı. Bütün bu işletmelerden yükselen eylem dalgasına dönemin AP’sinin başındaki isim olan Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel’in ortağı olduğu Haymak Fabrikası da eklenmişti. Yürüyüş esnasında fabrikanın önüne gelen işçiler ardından fabrikayı işgal ederek Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay ile karşı karşıya geldi. Eylemin ilerleyen saatlerinde ise tansiyon giderek yükseldi. Kâğıthane’de polis engeliyle karşılaşan işçiler burada gözaltına alınan iki işçi arkadaşlarını geri almak için Eyüp Polis Karakolu’na yürüyerek protesto gösterisi yapıyor ve onların serbest bırakılmalarını sağlıyorken, bir taraftan da Bakırköy’de çalışan işçiler Londra Asfaltı’nı trafiğe kapatıyorlardı.
İbretlik özellik taşıyan bir olay ise lastik sektörünün kar marjı yüksek iki şirketinin fabrikalarında gerçekleşti: DİSK’e bağlı Lastik-İş üyelerinin çoğunlukta olduğu Good-Year ve Pirelli fabrikalarının önünde sloganlar atıldı ve işçiler eyleme çağrıldı ancak sendikanın bölge temsilcileri bu fabrikadaki işçilerin dışarı çıkmasını engellediler. Cağaloğlu’na gelen bir işçi grubu ise vilayete (bugünkü ismiyle valiliğe) yürümek isteyince yolları zırhlı birlikler tarafından kesildi. İşçilerin bir bölümü barikatı aşarak vilayetin önünden Eminönü’ne indiler. Beyoğlu ve İstanbul yakalarından gelen işçi kortejlerinin birleşmesini engellemek amacıyla yetkililer Galata ve Unkapanı köprülerini açtırdılar. Bunun üzerine işçiler motorlarla Beyoğlu tarafına geçiş yaptılar; geçemeyenler ise Topkapı’ya geri döndüler.
Zincirlikuyu yönünden yürüyen işçilerin yolu Tekfen Fabrikası önünde polis tarafından kesildi. Yürüyüş kolunun önünde yeralan kadın işçilerin coplanması üzerine çıkan çatışma sonunda barikatı aşan işçiler yürüyüşlerine devam ettiler. Anadolu yakasından iki kol ile yürüyüşe devam eden işçiler, Ankara Asfaltı’ndan Üsküdar’a yöneldiler. Burada da polis barikatıyla karşılaşan işçiler polisle çatıştılar. Sermayenin kolluklarının silah kullanmasına karşın dağılmayan işçiler barikatı aşarak yollarına devam ettiler. Üsküdar’a ulaşan bu kol, vapur seferlerinin kaldırılması sebebiyle Avrupa Yakası’na geçemeyince Paşabahçe-Beykoz yönüne doğru yürüyüşüne devam etti. Olaylar sürerken çok büyük bir işçi grubu Yakacık-Kartal yolundan Kartal’a girdi. Yol üstündeki birçok işletmeden gelen katılımla giderek büyüyen kalabalığa Maltepe Sigara Fabrikası işçileri de katıldı. Bağdat Caddesi’nden ilerleyen bu yürüyüş kolu Bostancı-Suadiye yoluyla Saşkınbakkal’a geldiğinde karşılaştığı polis barikatlarını aşarak yoluna devem etti. Fenerbahçe Stadyumu önünde ve Kurbağalıdere köprüsü üzerinde barikat kuran polis işçilere ateş açtı ve birçok polis ve işçinin yaralanmasıyla birlikte 1 polis öldü.
Kadıköy İskelesi’nde de şiddetli çatışmalar baş gösterdi. Polis burada da silah kullandı. Kadıköy’deki çatışmalarda kaymakamlık binası ve AP ilçe merkezi ile çok sayıda polis aracı ve sivil araç tahrip edildi. Burada da ölenler vardı. Direnişe İngiliz Maden İşçileri Sendikası ile Ulaştırma İşçileri Sendikası'ndan DİSK’i ve eyleme katılan işçilerini desteklediklerini belirten mesajları geldi. İzmir’de bulunan 12 işletmedeki işçiler oturma eylemleriyle direnişi desteklediler. Bunun yanısıra Ankara’da Maden-İş ve DİSK’in bulunduğu bina saldırıya uğrayarak yağmalandı. Dönemin Doğu-Batı kamplaşmasının bir göstergesi olarak Sovyetler Birliği ile ABD kamplarının temsilcileri böylece karşı karşıya geliyorlardı. Saldırganlar, “Yaşasın Türkeş”, “Kahrolsun Komünistler” şeklinde sloganlar atıyorlardı. Aynı gün yurtdışındaki işçiler ise yasa değişikliklerini protesto etmek amacıyla Köln ve Almanya’nın diğer kentlerinde yürüyüşe geçtiler. İki gün süren eylem sonucunda Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak adlı işçilerle Yusuf Kahraman isimli bir toplum polisi ve olayları izleyen bir lokanta dükkanı sahibi olan Abdurrahman Bozkurt hayatlarını kaybettiler; olaylarda bir kısmı ağır olmak üzere 200’e yakın kişi yaralandı ve yüzlerce işçi gözaltına alındı. Zaten olayların ardından iki ilde ilan edilecek olan sıkıyönetim neticesinde de birçok işçi işten atılacak, birçoğu da gözaltına alınıp tutuklanacaktı.
Ertesi gün yani 16 Haziran günü ise Gebze ve İzmit bölgesinde de çok sayıda işçinin katıldığı yürüyüşler yapıldı. Yürüyüşlerin ikinci gününde eyleme katılım sayısı iki katına çıkacak ve 150 bini aşacaktı. Ankara’da sendikalara üye işçiler ile öğrenciler, Sanayii Çarşısı’nda bir yürüyüş düzenlediler. Gelişen olaylara istinaden TİP, tüm eylemliliklerin arkasında olduğunu, CHP işçilerin sendikalarını seçme özgürlüğünün kısıtlanamayacağını ve Türk-İş’e bağlı Tek-Gıda-İş Sendikası da Türk-İş’in bu yasaları destekleme kararının değişmemesi halinde konfederasyondan ayrılabileceklerini ifade ettiler. Ancak sendika ağalarının bu eylemliliklere verdikleri destek uzun sürmeyecek ve görevlerini yerine getirmiş olmanın verdiği rahatlıkla, hem tabanlarındaki işçilere hem de dönemin hükümeti ve devlet aygıtına mahcup olmamak adına, önce eylemlerin yanında görünecek, sonra da eylemsizliği savunacaklardı. İlk güne nazaran, 16 Haziran günü katılım sayısı neredeyse iki kat artmıştı. Eylemlere DİSK’e bağlı sendikalara üye olan işçilerin yanı sıra Türk-İş’e bağlı sendikaların üye işçileri de katıldılar. 16 Haziran günü yapılan yürüyüşe katılan belli başlı işletmelerin işçileri ise Günterm, Sungurlar Kazan, Derby Plastik, Mutlu Akü, Pirelli ve Good-Year gibi fabrikalardaki işçilerdi.
Olayların büyümesi üzerine 16 Haziran günü öğleden sonra İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu, Vali ve DİSK yöneticileri İstanbul Vilayeti’nde bir toplantı yaptılar. Toplantı sonunda DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker temsil ettiği (burjuva) sınıfın doğasına ve manevra kabiliyetine uygun bir şekilde, “Girişilen tahripkâr eylemle bir ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanlığı’na söyledik ve kesinlikle de bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilere de radyoda bir uyarma yaparak kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.” diye bir açıklamada bulundu. Bu noktada sendikanın görevi böylece sona ermiş, dönemsel olarak ilan ettikleri genel grevlerde mahiyetleri ne ise bu gibi işçi sınıfının giderek radikalleşen ve siyasallaşan pratiklerinde de bu hareketi kırmak adına devletin kullanabildiği birer aparat olduklarını bir kez daha ilan etmiş oldular.
Aynı gün radyodan yapılan açıklamada konuşan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler o tarihi ifadeleriyle adeta sendikaların günümüzde düştüğü konumun somut bir panoramasını çizmesi, fabrikada devletin polisliğine soyunuyorlarken sokakta, eylem alanlarında ve barikatlarda da aynı görevle işçi sınıfına saldırmanın reçetesini yazmaları açısından önem taşıyan şu ifadeleri sarfediyordu:
“İşçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz. Direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki; bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta daha kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrik yapabilirler. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu genel başkanı olarak sizi uyarıyorum.”
Bu ifadeleri kullanan Kemal Türkler, aynı şekilde Kavel Grevi sırasında fabrikanın içerisinde TSK için tel yükleyip çıkarmaya çalışan kamyonların önüne işçilerin durduğu ve işletme dışarısına çıkmalarına engel oldukları iddialarına aynı pişkinlikle, “eğer o tellerin TSK'ya götürüleceğini bilseydik böyle birşeye izin vermezdik” diyebilecekti. Ayrıca, dikkat çekici şekilde görüldüğü üzere işçilerin arasına giren “karanlık” kişiler ifadesi de bu sendikacıların daha o zamanlar kullandıkları bir manipülasyon aracıydı.
Bu zamana kadar sınıfsal konumlanmaları itibariyle burjuva sınıfa yaraşır tutumlarıyla sendikalar hep “hakikat”i dillendirmiş, hep akl-ı selimi “temsil etmiş” ancak nedense işçiler sürekli ülkenin üzerinde dolaşan “karanlık bulutların” tek sebebi “dış mihrak ve birtakım iç nifakların kışkırtması” sonucu sokaklara dökülmüşlerdir. Öte yandan Türker’in açıklaması, DİSK’in kontrolü kaybetmiş olduğundan dolayı ne denli korktuğunu ve çaresiz kaldığını, zira netice itibariyle mücadelenin sendikal bir eylemlilikten giderek siyasileşen bir mecraya ulaştığını gösteriyordu. Rosa Luxemburg, özellikle 1905’te Rusya’da gözlemlediği kitle grevleri üzerine yazdığı Kitle Grevi, Sendikalar ve Partiler adlı eserinde “kitlesel işçi sınıfı hareketleri olarak kitle grevlerinin her zaman ikili bir karakter taşıdığı ve bir yandan ekonomik sebeplerden ötürü başlayan bir eylemin siyasi bir pratiğe, politik bir kalkışmanın da içerisinde iktisadi birtakım çelişkileri barındırdığına” işaret etmişti.
Bu tespitlerini doğrularcasına, işçi sınıfı Türkiye'de 1908’den sonra ilk defa ve tek bir şehirde ilk defa bu ölçekte böylesi bir kitleselleşme yoluna girebilmiş, böylesi bir eylemliliğe imza atabilmişti. Sendikacılara göre, kendileri hep etken, işçi sınıfı ise birer nesne hüviyetinde edilgen bir karakterdedir. Öte yandan işçi sınıfı, her eyleminde gösterdiği üzere, sendikacılığın bu burjuva yalanını paramparça etmişti.
15-16 Haziran'dan Çıkartılacak Sonuçlar
16 Haziran’da meydana gelen büyük işçi eylemlerinin ardından aynı gün akşamüstü İstanbul ve Kocaeli bölgelerinde sıkıyönetim ilan edildi. Bu nedenle İstanbul’un bazı sanayi bölgeleri askeri birliklerce denetim altına alınmıştı. Millet Meclisi’nde kabul edilen tasarı 16 Haziran 1970’te Cumhuriyet Senatosu’nun gündemine geldi ve komisyonda olur oyu veren CHP meydana gelen olayların ardından çark edip tavrını değiştirdi. CHP Parti Meclisi tarafından yapılan açıklamada şöyle denilecekti: “Tasarıdaki bazı hükümlerin sendika seçme özgürlüğünü ve toplu sözleşme ve grev haklarını sınırladığı yolundaki kuşkular ve eleştiriler üzerinde ciddiyetle durmak gerekir. Bu aksaklıkların parlamento görüşmeleri sırasında düzeltilmesi mümkündür.”
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, yasayı 6 Ağustos’ta onayladı. Yasanın onaylanması üzerine DİSK o günü “kara gün” ilan etti. Hemen ardından yasanın Resmi Gazete’de onaylanmasına ilişkin yayınının ardından CHP ve TİP iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi 274 sayılı yasada yapılan değişikliklerin en önemlilerini Anayasa’ya aykırı bularak 8-9 Şubat 1971 tarihinde aldığı kararlarla iptal edecek ve 274 ve 275 Sayılı Sendikalar Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklikleri protesto etmek amacıyla gerçekleştirilen 15-16 Haziran eyleminin ardından sıkıyönetime karşın DİSK üyesi işçiler protestolarını sürdüreceklerdi. İstanbul’un Topkapı, Levent, Silahtar, Bakırköy ve Kağıthane gibi işçi bölgeleriyle Kocaeli ve Adapazarı’nda bulunan bazı fabrikalarda çalışan çok sayıda işçi çalışmayı reddederek işbaşı yapmayacaktı.
Bütün bu yaşananların ışığında 1970’te gerçekleşen bu işçi kalkışmasının işçi sınıfının gündemindeki yeri şu an için hiç de ön planda yer bulamasa da bir gün bütün bu deneyimlerin yol göstericiliğinde üreten sınıfın dünya ölçeğinde iktidarı alacağı deneyimin ön ayakları olduğunu söyleyebiliriz.
Buradan hareketle 15-16 Haziran deneyiminden şu sonuçları çıkartmayı yerinde buluyoruz;
1) 15-16 Haziran olayları, işçi sınıfının kazanılmış olan haklarını geri alabilmek adına ortaya konmuş demokratik bir eylemlilikten vilayet basma girişimlerine, karakoldan gözaltındaki arkadaşlarını teslim almalara evrilmiştir. Kurulu burjuva düzenin kolluk güçlerinin silahlı yıldırma politikalarına karşı proletaryanın kendi zoru ile göğüs gererek gerçekleştirdiği siyasi-proleter eylemliliklerdir.
2) 15-16 Haziran olayları, dönemin “barış, demokrasi ve özgürlük” naralarının, “Ekmeğimiz için yürüyoruz!” sloganlarının, ulusal ve Kemalistlerin hareket esnasında işçilere attırdığı “Bağımsız Türkiye” safsatalarının karşısına “Kapitalizme ölüm!” yakarışları ile çıkmış, giderek de sermaye karşıtı bir hüviyete bürünmüştür. Bu bağlamda, Türkiye işçi sınıfının 1908 ve 1923 grev dalgalarının ardından çıkartılamamış bu dersi, yeniden gündeme koymuştur.
3) Bu iki günlük hareketin işçi sınıfının somut bir toplumsal, siyasi ve ekonomik güç oluşunu bir kez daha kanıtlamıştır. 15-16 Haziran, 70’li yılların işçi sınıfının dışında kalan bazı ara katman ve kesimlerin küçük burjuvazisini temel alan, Fokocu, Castrocu akımları, kimi zaman kırdan kente devrim teorileriyle Maoculuk, kimi zaman da cuntacı yaklaşımların lafazanlığı karşısında işçi sınıfının devrimci karakterinin ne kadar somut ve hayatta geçerli olabileceğinin bir kanıtıdır. 15-16 Haziran, dönemin burjuva soluna atılmış bir tokattır. Köylü katmanını devrimi yapacak bir esas unsur olarak gören Maocu yaklaşımın, ordunun ilerici rol üstlenebileceğini öne süren, Kemalist, milli kurtuluşçu ve cuntacı anlayışların, Castrocu söylemlerle ahkâm kesen maceracı romantizmden nemalanan siyasetlerin işçilere dair tüm iddialarının yanlışlığı kanıtlanmıştır. 15-16 Haziran deneyimi, hepsinden de önemlisi TİP nezdinde somutlanan, parlamenter kalkınmacı-ulusalcı burjuva çizginin maskesini “İşçi sınıfı, tek devrimci sınıftır” tümcesiyle tarihin sınıfa yönelttiği soruyu yine sınıfın diyalektik olarak cevaplandırışı ile yere çalmıştır.
4) 15-16 Haziran işçi sınıfının düzenin bir parçası olan sendikalizme de attığı bir tokattır. DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının Merter Sitesi’ndeki şubesinde yapılan toplantıdan yapılan yasa değişikliğine karşılık olarak yürüyüş kararı çıkaran sendikacılar, radyolardan bizzat kendi “anayasal sınırlar”ının kontrollerinden çıkan olaylar karşısında işçilere evlerine dönmelerini tembihlemişlerdir. İşçi sınıfı, sendikacıların nasihat eden sözlerine, salon sosyalistliklerine cevabı, silahlanmış katillere karşı barikatlar kurarak cevap vermiştir.
5) Sendikalizm ve buna bağlı olarak ekonomik eksende demokratik hak arama mücadeleleri yine anayasal düzlemde kalır. Bir ilkokul talebesinin bile basit bir hesapla ulaşabileceği sonuca zamanının solcuları varamamışlardır. Kitlesel mücadele, işçi sınıfı demokrasiciliğin bir yalandan ibaret olduğu gerçeğini devletin zor aygıtlarının kolluk güçleriyle boğaz boğaza gelerek anladıkça sendikalizmden uzaklaşmıştır.
6) “Devrimci” sendikacılık beslendiği ideolojik kaynaktan mütevellit, yani milli demokratik devrim ekseninde ulusal kalkınmacı çizginin sendikal alandaki bir karbon kopyası olarak günümüzde olduğu gibi o zaman da devrimci olmadığını göstermiştir. Sendikalar ulus devletlerin yazılı anayasaları çerçevesi dâhilinde oluşturulan örgütlenmelerse, üye işçileri ne kadar radikalleşirse yöneticileri, palazlanmış, cüzdanları katmerli koltuk ağaları da o kadar pasifistleşeceklerdir. Bu proleter kalkışmada olduğu gibi sendikalar, yüzyıldır sınıf hareketlerine karşı ellerine burjuvazi tarafından tutuşturulmuş tarihsel sınav kâğıdında tek şık olarak duran devletine hizmet seçeneğini tercih etmişlerdir ve etmeye devam edeceklerdir.
7) Sendikal yaklaşımda “kötünün iyisi” bakış açısı da bu nedenden ötürü bir o kadar işçi sınıfının hareketini bölücü bir nitelik taşımaktadır. Bu yüzden sendikalara bakış itibariyle net olmak lazım gelmektedir. Ne burjuvazinin eli ve CIA’in yardımları kurulan işçi düşmanı Türk-İş DİSK’ten daha “gerici” ve “ABD bağımlısı” sayılabilir, ne de adında “devrimci” ön eki bulunan sendika konfederasyonu özü itibariyle daha “ilerici” ya da “devrimci” görülebilir. Savundukları ideolojiler, sendikaların düzen içerisinde üstlendikleri rolü ve rolden kaynaklı edindikleri özü değiştirmemektedir.
8) “Sosyal demokrasi” (ya da burjuva demokrasisi) günümüzde nasıl burjuvazinin bir yalanı ise, sendikacılık ve onun peşi sıra getirdiği sahte ve geçici kazanımların yanılgısı da o kadar büyüktür ve en önemlisi proletaryayı sınıfsal zorunu ele alıp araç haline getirerek nihai hedefine yönleneceği mücadelesinden uzaklaştıracak niteliktedir. 15-16 Haziran’da gözler önüne serilen bu durum, bugün daha da yakıcı bir biçimde böyledir. Demokratik mücadelede siyasal zapt için tatbik mümkün değildir. Yalnızca burjuvazinin bu tip bir “demokrasi”ye imrendirerek bir zaman kazanması söz konusu olduğunu yine işçi sınıfı kendi pratiğiyle görmüş ve deneyimlemiştir.
Kapitalist toplumda, tarihsel olarak tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının bugüne kadarki bütün tecrübeleri, yenilgileri ve kazanımları gelecekteki dünya devriminde bir kilometre taşı görevini göreceği fikrini destekliyoruz. Sınıfımızın düşmanı ile karşılaşmasında, açık mücadele sırasında dünya proletaryasının bütün bu deneyimleri onun tamamen yepyeni ve komünist bir dünya yaratma mücadelesine rehberlik edecektir.
Bunçuk (EKİG'in katkılarıyla)
1 Ayrıca bknz. https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2008/mayis-68-fransa-ve-duenya-daki-oegrenci-hareketi
2 İlhan Akalın, Disk Kısa Tarihi 1960-1980, s. 60
3 age, s. 61
4 age, s. 58
5 Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu 1960-1980, s. XXX
6 Milliyet Gazetesi, 31 Temmuz 1965
7 Milliyet Gazetesi, 31 Temmuz 1965
8 Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu 1960-1980, s. 145
9 Yüksel Işık, Türk Solu ve Sendikal Hareket, s. 56
10 Aziz Çelik, Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık, s. 363
11 Kavel, Kanunsuz Bir Grevin Öyküsü, s. 46
12 Aziz Çelik, Paşabahçe Grevi, 1966