EKAonline - 2010s

EKAonline-2010

Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı

Günümüz işçi sınıfının kendi içerisindeki yalıtılmış, bilinçli ve bilinçsiz hemen hemen çoğunluğuna yakın bir kesiminin örgütsüz olduğu, dolayısıyla sınıf mücadelesinin dipte seyrettiği şu günlerde işçilerin biraraya gelerek oluşturdukları ve yönettikleri her türden ileri çıkışın, sınıf mücadelesi açısından oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz.

İşçilerin yaşadıkları problemlere dair yine çalışma yaşamları içerisinden çıkardıkları çözümler ve mücadele yöntemleri eşsiz bir örnek oluşturuyor. Yaptığı tartışmalardan yola çıkarak, henüz niyet aşamasında olsa da, gelecekte yapacağı çalışmalarla proletaryanın örgütlülüğünün bir yansıması olacak bu tür proleter-prematüre yapıların önemine vurgu yapmayı bir görev biliyoruz.

Bu nedenle bir süre önce varlığından haberdar olduğumuz, bilişim sektöründe çalışan işçilerin oluşturdukları Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı adlı işçi grubunun çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlara dair kendi çözüm önerilerini ürettikleri ve yayınladıkları sitelerinin bağlantısını paylaşma ihtiyacı duyuyoruz.

İşçilerin kurtuluşu kendi ellerindedir!

EKA

Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı (BİÇDA) Web Sitesi: www.bilisimcalisanlari.net

Tags: 

Direnişteki İşçilerin Taksim 1 Mayıs Konuşması

 

Yayınladığımız bu konuşma, Taksim'deki 1 Mayıs eyleminde kürsüyü işgal edip, Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu ve diğer sendika bürokratlarını kaçmak zorunda bırakan işçilerce, alanları dolduran 200,000'i aşkın insana yapılmıştır. Sendikacılara karşı bu eylemi gerçekleştirmiş olan işçilerin, son aylarda mücadeleleri ile ülke gündemine damgasını vuran işçiler oluşu, işçilerin böylesi bir eylemi öz-örgütlülükleri ile ve tamamen kenetlenmiş bir biçimde gerçekleştirmiş olmaları ve kürsüden verdikleri mesaj, kanımızca sınıf hareketi için devasa bir önem taşımakta ve bütün işçi sınıfı için zafere giden yolu açıkça göstermektedir.

 

"Bizler Tekel, İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter metal, Esenyurt belediye, Atık kağıt, Atv-Sabah direnişlerinden direnişçi işçileriz.


Herbirimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya, taşerona hayır demek, 4-C'ye ve güvencesizliğe karşı mücadele etmek için, direnişteyiz. Tekel direnişinin yaktığı ateşi birleşik mücadelenin kanallarını oluşturarak her yere taşımak için bir aradayız. Direnişteki İşçiler Platformu'nu sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve "birleşe birleşe kazanacağız" sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için oluşturduk.


Sermaye, işçi sınıfı için işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, sefalet üretir. Sermaye, ücretli kölelik üretir. Bizler biliyoruz ki, 4-C'ye, güvencesizliğe, taşeronlaştırmaya, işsizliğe karşı mücadele ederken, aynı zamanda bizler için ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizme karşı mücadele etmek zorundayız. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu sadece işsizliğe, sadece açlık ve sefalete karşı parça talepleri yükseltmekten değil, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, açlık, sağlıksızlık ve benzerlerini üreten sermayeye karşı birleşik sınıf eylemini büyütmekten geçer.


Bu 1 Mayıs sınıf taleplerinin damgasını vurduğu, direnişteki biz işçilerin sesinin tüm işçi kardeşlerimize ulaştığı bir 1 Mayıs olacak. Taksim'i kazandığımız gibi 1 Mayıs'ı da kazanacağız.


Taksim, burjuvazi ve devletinin icazeti sonucu açılmadı, 1 Mayıs'ta tüm yasaklamalara, baskılara, saldırılara karşı Taksim'de olma ısrarını sürdüren işçi sınıfının mücadele birikimiyle açıldı, Tekel direnişiyle açıldı, üst üste binen işçi direnişlerinin itilimiyle açıldı, açlık ordusunun kölece çalışma ve kölece yaşama karşı biriken öfkesinin örgütlenme ve mücadele dinamiği olarak sermayenin uykusunu kaçırtacak kadar büyümesiyle açıldı. Taksim'i özgürleştirdik, artık Taksim tartışmasız 1 Mayıs alanıdır. Sıra 1 mayıs kürsüsünün gerçek sahipleri tarafından alınmasında. 1 Mayıs'ın ve 1 Mayıs kürsüsünün gerçek sahibi işçi sınıfıdır, öncü işçilerdir, direnişteki işçilerdir. Söz/kürsü sınıf hareketinin her kabarışında sınıfı arkasından vuran ihanetçi sendika bürokrasisinin değil, uzun soluklu ve militan eylemleriyle işçi sınıfı mücadelesine yeni bir soluk kazandıran tekel işçilerinin; güvencesizliğe, taşeronlaşmaya ve işten atılmalara karşı güvenceli iş ve insanca çalışma talebini yükselten itfaiye işçilerinin, İSKİ işçilerinin; ücretlerini alamayan, kölece çalışmaya zorlanan Samatya inşaat işçilerinin, Marmaray işçilerinin; sendikal mücadeleden dolayı işten atılan Esenyurt belediye işçilerinin, ATV sabah işçilerinin, Direnişteki İşçiler Platformunun olmalıdır. 1 Mayıs kürsüsü, her seferinde sermaye devletinden icazet dilenen ve sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların değil, sınıf talepleriyle alanı dolduran işçi sınıfının olmalıdır.

Milyonlar aç, milyonlar işsiz. İşte kapitalist sisteminiz!
Kahrolsun Ücretli kölelik düzeni!
Sendika ağaları değil, işçiler kürsüye!
Kölece çalışmaya, kölece yaşamaya hayır!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
Yaşasın sınıf dayanışması!"

 


 


DİRENİŞTEKİ İŞÇİLERİN SENDİKALARA CEVABI VE 1 MAYIS DEĞERLENDİRMESİ

 

9 Mayıs'ta Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK konfederasyonları 1 Mayıs değerlendirmesi yaparak, kürsüden sözünü söyleyen işçileri "teşhir ve tecrit" edeceklerini ilan ettiler.

 

Kendilerini hedef gösteren sendika patronlarına karşı, işçiler kamuoyunu bilgilendirmek üzere bir değerlendirme yayınladılar.

 

İşçiler, bu yanıtlarını ve görüşlerini aktarabilmek için 18 Mayıs günü yapılan KESK Şubeler Platformu toplantısına gittiler ve toplantıda söz alıp bilgi vermeleri SES Şişli Şube başkanı tarafından engellendi. İşçiler de hazırladıkları metni platforma bırakıp toplantıdan ayrıldılar.

 

Hem konfederasyonların işçi-karşıtı açıklamasını hem de işçilerin verdikleri yanıtı içeren ve ayrıca bir 1 Mayıs değerlendirmesi niteliğinde olan yazıyı sitemizde yayımlıyoruz. Yazının süreci analiz ederken, 1 Mayıs öncesi ve sonrası olayların nasıl geliştiğini incelerkenki netliği, KESK ve DİSK gibi pek çok işçinin ötekilere göre daha iyi, daha mücadeleci gördüğü sendikaların da gerçek işlevini ortaya koyması ve sendika patronlarının provokasyonuna karşı işçilerin ortaklaşa bir cevabını ifade etmesi açısından çok büyük önem taşıdığını okuyucularımıza vurgulamak istiyoruz. Yazının sonunda yapılan 'sendikalara sahip çıkma, sendikaları denetlemek' yönündeki sloganın, yazıda ifade edilen genel görüşlerle kanımızca çelişmekte olduğunu belirmemiz gerekiyor, zira yazıdaki analiz sendikalarla üyeleri arasında böylesi bir ilişkinin gelişmesinin mümkün olmadığına işaret etmektedir.Bununla birlikte, başka işçilere sendika bürokratlarına karşı mücadele etme çağrısı yapılıyor olması açısından, bu ifade de kanımızca önem taşımaktadır.

 

EKA

 

****

İŞÇİ VE KAMU ÇALIŞANLARI KONFEDERASYONLARININ 1 MAYIS ORTAK AÇIKLAMASI...

TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK, MEMUR-SEN, KAMU-SEN, KESK 1 Mayıs Kutlama Komitesi üyeleri, 9 Mayıs 2010 tarihinde TÜRK-İŞ' te bir araya gelerek başta İstanbul Taksim olmak üzere 1 Mayıs 2010 kutlamaları ile ilgili bir değerlendirmede bulunmuş ve aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:

"TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK, MEMUR-SEN, KAMU-SEN, KESK Genel Başkanları, TÜRK-İŞ'in çağrısı üzerine 5 Nisan 2010 tarihinde TÜRK-İŞ Genel Merkezi'nde bir araya gelmiş ve yapılan toplantıda 1 Mayıs 2010 Emek ve Dayanışma Günü kutlamalarının "iş güvencesi, insanca ve özgürce yaşam, eşitlik, adalet ve demokrasi" talepleriyle başta İstanbul Taksim Meydanı olmak üzere tüm yurtta ortak yapılması kararı alınmıştır. Alınan bu kararın içerik ve teknik ayrıntıları Konfederasyon temsilcilerinden oluşan "Kutlama Komitesi" tarafından belirlenmiş ve hayata geçirilmiştir.

2010 yılı 1 Mayıs'ı sadece Türkiye emek hareketi açısından değil, bütün toplumsal kesimler açısından önemli bir dönemecin başlangıcı olmuştur. Bu önemli dönemecin ilk adımı, geçtiğimiz yıl 1 Mayıs'ın tatil ve bayram ilan edilmesiyle atılmış, ikinci ve en önemli adımı da Taksim Alanı'nın 32 yıl sonra kutlamalara açılması oluşturmuştur.

1 Mayıs 2010, tüm yurtta alanlarda coşku ile kutlanmıştır.

İstanbul Taksim Alanı kutlamalarında ise 32 yılın en büyük kavuşması, en sevinçli kucaklaşması gerçekleştirilmiş, on yılların hasreti giderilmiştir. Gerginliklerden bıkan halkımıza da moral kaynağı olan bu kutlama ile emeğin birlikteliğinin gücü gösterilmiştir.

Bundan sonra yapılması gereken, vicdanların rahatlaması için Taksim'de 33 yıl önce o acı olayları yaşatanların ortaya çıkarılması ve adalete teslim edilmesidir.

Konfederasyonlarımız, İstanbul Taksim Alanı'ndaki bu coşkulu kutlamaya katkı veren tüm emekçilere; emek dostlarına ve emeği geçen herkese teşekkür etmektedir.

Konfederasyonlarımız, ülkemizin dört bir yanında yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katılan, katkı veren herkese teşekkür etmektedir.

Böyle önemli bir günde ve böyle önemli bir alanda Taksim Kürsüsü'ne biber gazı, pet şişe, sopa, bıçak v.s kullanarak yapılan saldırı ise emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs Taksim Kürsüsü'nde TÜRK-İŞ Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılan saldırıyı ve kürsüyü işgal girişimi ile kutlamaları sabote etmek isteyenleri kınamakta, bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmaktadır.

Bu saldırıyı gerçekleştirenler çok iyi bilmelidir ki hiç bir güç emek hareketinin ve konfederasyonlarımızın, emeğin kazanımları için birlikte mücadelesini engelleyemeyecektir."

***

TEKEL, İtfaiye, İSKİ, Samatya İnşaat İşçileri, Esenyurt Belediyesi İşçileri, Sinter Metal işçilerinin 1 Mayıs Değerlendirmesi ve Sendika Bürokratlarına Cevapları (18.05.2010)

Basına ve Kamuoyuna,

1 Mayıs 2010 Türkiye işçi sınıfı için yeni bir dönemin işaret fişeği sayılır.

Çünkü:

  • İşçi sınıfı 32 yıllık mücadelenin sonucunda Taksim Meydanı'nı geri almıştır.
  • Boyalı basının ve Valiliğin bütün "olay çıkacak" propagandasına rağmen yüz binler korkmadan Taksim Meydanına akmıştır.
  • Farklı konfederasyonlardan işçilerin katılımı yüksek olmuş, alanda belirgin olarak işçi ağırlığı hissedilmiştir.
  • Tabii ki 32 yıllık mücadelenin ana bileşenlerinden sosyalist, devrimci parti ve gruplar; kurumlar alanda disiplin ve coşku bakımından örnek olmuş, burjuvazinin "olay çıkaracaklar" iddialarını devrimci disiplinle hareket ederek boşa çıkartmışlardır.

Konfederasyonların yan yana gelerek 1 Mayıs 2010'da yapmak istedikleri nedir?

  • 1 Mayıs'ı "bayram" havasına büründürüp mücadeleci içeriğini törpülemişlerdir. Kürsüde görsellik adına 1 Mayıs'ı konser, eğlence havasına çevirmek istemişlerdir.
  • Kürsüde, direnişteki işçilere, kadınlara ve Kürt yoksullarına kendi dillerinde sorunlarını ifade etme olanağı vermemişlerdir.
  • 1 Mayısları "komünist bayramı", "Yahudi Bayramı" diyerek ezelden beri karalayıp kendilerini işçilerden ve devrimcilerden ayırmaya özen gösteren konfederasyonlara,  "birlik" adına kürsüde konuşma hakkı vermişlerdir. 1 Mayıs mücadelesinin ana gövdesi olan devrimcilere kısa bir metin okuma hakkı tanımışlardır.
  • Valiliğin "olay çıkacak" propagandasını "güvenlik çok önemli" diyerek tekrarlamışlardır.
  • Bütün kurumlar alana girdikten sonra mitingi başlatacaklarına dair verdikleri sözde durmamışlardır.

1 Mayıs 2010'un içini boşaltan bu kurgu DİSK ve KESK'e aittir.

  • 1 Mayıs programının çatısını DİSK ve KESK oluşturmuştur.
  • Kamu Sen ve Memur Sen başta olmak üzere konfederasyonların yan yana gelmesinde merkezi rol alan KESK'tir, DİSK de destek olmuştur.
  • Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen ve Memur Sen gibi 25 Kasım 2009 grevinden, 4 Şubat 2010 Dayanışma Grevine kadar her adımda kararların içini boşaltan sendika yönetimlerine, işçi sınıfının karşısına çıkma hakkı tanıyan, buna aracılık yapan DİSK ve KESK olmuştur.
  • DİSK ve KESK aracılık etmeseydi ne Türk-İş ne de diğer sendikaların liderleri 32 yıllık terle, kanla ödenen bedellerin omuzlarına basarak 1 Mayıs kürsüsüne çıkamazdı.
  • 1 Mayıs Taksim Alanını kazanılması sırasında ödenen bedelleri Türk-İş ve Hak-İş ile pazarlık konusu yapıp bunun üzerinden işçi sınıfı mücadelesinde kendisine konum elde etmeye çalışanlar DİSK ve KESK'tir.
  • 1 Mayıs bildirisinin Kürtçe okunmasına itiraz eden DİSK'tir; KESK de onay vermiştir.

Sonuç ne olmuştur?

  • Sendika bürokratları kürsünün gerçek sahipleri sahneye çıktığında ortadan kaybolmuştur. DİSK ve KESK yöneticileri devrimcilerin omuzlarına basarak çıktıkları o kürsüde konuşma hakkını bol bol kullanmıştır.
  • "İçi boşaltılmış birlik" için 1 Mayıs'ın değerlerinden uzaklaşan, sadece yan yana gelmeyi öne çıkartan DİSK-KESK anlayışı hayatta karşılık bulmamıştır.
  • DİSK ve KESK'in birlik adına verdikleri tavizler,  Türk-İş ve Hak-İş merkezlerini mücadeleye çekmeye yetmemiştir. Nitekim üç ay önce alınan 26 Mayıs Genel Grev kararından Türk-İş çekilmiş, grevin altı boşalmıştır.
  • DİSK ve KESK'in "1 Mayıs'ı 26 Mayıs'a bağlama" siyaseti üzerinden yaptıkları plan Türk-İş'in 26 Mayıs'tan çekilmesiyle boşa çıkmıştır. Hak-İş ve Memur Sen ise, 26 Mayıs Genel Grevinin fikrine ve taleplerine hiç yaklaşmamıştır.

Bu sonuçlarının ortaya çıkacağı önceden belliydi.

TEKEL işçilerinin 4 C'ye karşı yürüttükleri mücadeleyi yakından izleyen her işçi bilecektir:

  • 15 Aralık 2009'da Ankara'ya ulaşılmasından sonraki süreçte yaşanan saldırılara karşı direnişte,
  • Çadırların kurulmasında ve Sakarya'yı Türkiye ve Dünyanın mücadele merkezi haline getirene kadar yaşanan bir dizi eylem ve etkinlikte,
  • 17 Ocak Ankara Mitinginde,
  • 4 Şubat TEKEL işçileriyle Dayanışma Grevinde,
  • 2 Mart'ta çadırların sökülmesinde,
  • 1-2 Nisan Ankara eyleminde...

Türk-İş (özelde Tek Gıda-İş), DİSK ve KESK (öncelikle Genel Sekreterleri) mücadelenin büyütülüp geliştirilmesinden yana bir siyaset izlemediler. Tek Gıda-İş Genel Merkezi, işçilere sormadan aldığı kararları TEKEL işçilerine açıklarken, her zaman DİSK ve KESK Genel Sekreterleri yanında bulunuyordu. Mustafa Türkel her seferinde "kararları birlikte alıyoruz" diyerek KESK ve DİSK'in itibarını kullanarak işçilere sormadan aldığı kararları işçilere dayatıyor; işçileri tehdide varan açıklamalarda bulunabiliyordu. İşçiler çadırları sökmeyelim dediklerinde çadırları sökme kararı alınıyordu. İşçiler Komite kurmak istediklerinde tehdit ediliyorlardı. 17 Ocak mitingine katılım için araç bile tutmadılar.

Diğer yandan Memur Sen 4 Şubat grevinden son dakikada çekildi, Hak-İş temsili katıldı, Türk-İş sendikalarından yarıdan çoğu greve katılmadı; Kamu Sen ve KESK 25 Kasım grevinin çok gerisinde kaldı; DİSK CHP'li İzmir Belediyesi olmasa hiçbir yerde ciddi olarak greve katılmamış olacaktı.

Özellikle 1-2 Nisan eyleminde görülmüştür ki, KESK Ankara Şubeler Platformunun destek eylemine Ankara Valiliğinin gösterdiği sert tepkide; biber gazı ve cop kullanmasında Türk-İş Genel Merkezinin TEKEL işçilerine destek vermemiş olmasının payı büyüktür.

KESK diğer sendikaların tutumlarını bildiği halde, gerçeği göz ardı ederek Türk-İş ve Hak-İş ile işçileri kınayan bildirilerin altına imza atabilmiştir.

Konfederasyonlar bugüne kadar ne ektiyse, 1 Mayıs kürsüsünde onu biçti.

TEKEL işçilerinin mücadelesinin büyütülmemesinde konfederasyonlar gerekeni yapmamış, bürokratik tercih ön plana çıkmıştır. 1 Mayıs mitingi sırasında kürsüye ilk çıkan Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun yüz binler tarafından yuhalanması tam da bu nedenledir: Sendikacılara olan güvensizliğin en net ve açık ifadesi olmuştur.

Kumlu'nun kendi üyeleri, Tes-İş üyeleri dâhil her konfederasyondan işçi yuhalamıştır. Kumlu kürsüdeyken siyasi parti ve gruplar henüz alana girdiği hatırlanırsa yuhalayanların işçiler olduğu anlaşılabilir. İşçi kitleleri işçilerin mücadelesine gereken desteği vermeyen, görevini yapmayan sendikacı istemiyor.

İşçilerin kürsüye çıkışı bir sonuçtur.

İşçiler kürsüye çıkmak zorunda bırakılmıştır. Nedenlerini sıralayalım:

  • Türk-İş Genel Merkezinin koordine ettiği ve TEKEL işçilerini hedef alan bir dizi engellemeyi yaptığını herkesin bilmediğini sanıyoruz. Kumlu'nun yuhalanmasının kitleselliğini, TEKEL işçilerinin sadece kendilerini değil, itfaiye, İSKİ ve belediye işçileriyle birlikte işçi sınıfının en zor koşullarda bırakılan kesimlerinin seslerini duyurma isteğini görmeden değerlendirme yapılmasını eksik buluyoruz. Sadece bir sonuç olan kürsüye çıkışı öne çıkartarak tutum alınmasını bilgi eksikliğinden değilse, emekçilere karşı bilinçli bir saldırı olduğunu da ifade etmek istiyoruz.
  • TEKEL işçilerine Türk-İş içindeki kortej sıralamasının nasıl olacağına dair tartışmalarından başlayıp 1 Mayıs gününe kadar gelen; Tes-İş ve Türk Metal'in başını çektiği bir dizi saldırı oldu. Tek Gıda-İş üyesi TEKEL işçilerinin Türk-İş kortejinde ön sırada yürüme isteğine genel merkez yöneticileri karşı çıktılar. İstanbul şubeleriyle yapılan toplantılarda bu konuda ortak karar alınamadı. "Sabah ilk gelen korteji oluşturur" gibi bir sonuç çıktı ve bu da iç çatışmanın zeminin yarattı.
  • 1 Mayıs günü TEKEL işçileri sabaha karşı kortej alanında yer aldıklarında saat 05.00 sıralarıydı; Tes-İş ve Türk Metal grupları da bu saatlerde geldiler. İlk tartışma yürüyüş kolu içinde Tes-İş, Demiryol-İş ve Türk Metal ile TEKEL işçileri arasında yaşandı; Tek Gıda İş korteje erken geldiği için öne geçti.
  • İkinci engelleme arama noktalarını geçince oldu ve Tes-İş bir kez daha hamle yaparak öne geçti; bu da işçilerin kararlı tutumuyla püskürtüldü.
  • Üçüncü engelleme Türk Metal tarafından miting alanı içinde yapıldı ve burada bizzat pankart sopaları kırılarak, biber gazlarıyla saldırarak ve ölümle tehditler içeren yumruklu kavga 10 dakika kadar sürdü. Yumrukların, tekmelerin arasında geçerek öne geçilebildi. Kısaca mücadeleci işçilerin önde yürümesinin engellenmesi mitingden önce başladı ve miting alanında da sürdü. Türk-İş için ayrılan alana girişimizde de engellemelerle karşılaştık,
  • Direnişteki işçiler miting öncesinde Kumlu ve Çelebi ile görüştüler, 26 Mayıs Genel Grevinden ve TEKEL ile diğer direnişlerden söz etmelerini istediler ancak olumlu bir yanıt alamadılar.
  • Kumlu ve Çelebi'den olumlu bir cevap alınmadığı gibi kürsüde bulunan sendikacılar, onların özel korumaları, yandaşları sürekli önde bulunan işçileri tehdit eden, el kol hareketleriyle tahrik eden tutum içinde olmuştur.
  • Yuhalama kendiliğinden gelişip yüz binlere ulaşmıştır ve Kumlu'nun bu tepkiye cevabı "Dinlemeyecekseniz niye geldiniz buraya?" biçiminde olmuştur. Kumlu o an meydanda olan neredeyse; yüz bin işçiye "çekin gidin" demiştir.
  • Kürsü önünde bulunan işçilerin tepkilerine Kumlu'nun korumaları tarafından işçinin kafasına ve yüzüne gelebilecek biçimde tekme atılarak cevap verildi. İşçiler artık yerinde duramaz hale gelmişti.
  • Kürsüye çıkış Türk-İş Genel Merkezinin TEKEL mücadelesi sırasındaki tutumundan, 1 Mayıs öncesinde yapılan tartışmalara ve miting alanında yaşananlarla bizzat sendikalar tarafından adım adım örülmüştür. Adeta kürsüye çıkış zorunlu hale gelmiştir. Sembolik bir eylem olmuştur.
  • Çok açık ki, niyet ve amaç 1 Mayıs kürsüsü değildir, sendika bürokratlarının tahriklerine verilen meşru bir cevaptır. Durumu "kürsüyü işgal etmek" diye ifade edenler ise, ya hiç işgal görmemiş ya da işçilerin bağımsız hareketinin ardında provokasyon arayanlar olabilir.
  • Çok açık ki, kürsüye çıkanlar işçiydi. Kürsüye İstanbul, Batman, İzmir'den TEKEL işçileri, TEKEL şubelerinden başkan ve yöneticiler çıktı; itfaiyeden, İSKİ'den, Esenyurt'tan belediye işçileri çıktı. Kürsüye yakın çevrelerde bulunan kimi siyasi gruplardan de kürsüye çıkılmış olması işçilerin engelleyebileceği bir şey olmadığı gibi, birkaç kişiden de öte değildi.
  • Çok açık ki okunan bildiri işçiler tarafından hazırlanmıştı ve 26 Mayıs'ın taleplerini, birleşik mücadeleyi ifade ediyordu. Söz hakkı verileceği söylenince, kürsüye çıkanlar bizzat kendi disiplinleriyle aşağıya inmişlerdir.
  • Kürsüye çıkanların "bıçak" vb. ile orada oldukları Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu'nun senaryosudur. Tam aksine Hak-İş kortejinde plastik pankart sopaları içinde şiş ve demir çubuklar getirilmiştir. Gümüşsuyu kortejinden gelenler buna tanıktır. Hak-İş gibi Türk Metal, Tes-İş gibi sendikalar da alana çatışmaya niyetli olarak ve hazırlıklı gelmiştir.
  • Eğer 1 Mayıs'ta provokasyon olmadıysa bizzat TEKEL işçileriyle direnişteki işçilerin sağlam iradeleri ve kararlılıklarıyla devrimci grupların akın akın Şişli kolundan alana girmeleridir. Türk Metal'i, Tes-İş'i ve Hak-İş'i provokasyon yapmalarına engel olan bizzat kürsüde olanlardır.

Konfederasyonların 9 Mayıs açıklaması: "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" mı?

Bütün bu gerçeklere rağmen, konfederasyonlar 1 Mayıs ardından toplandıklarında yaptıklarında değerlendirme ibret vericidir, yüz kızartıcıdır. Önümüzdeki dönemde izleyecekleri politikaların da ilk habercisidir.

22 Şubat günü, TEKEL işçilerinin mücadelesi sürdüğü sırada dört konfederasyon toplanıp aldığı karar, on iki maddelik talepler listesinin ardından: "Öncelikli istemlerinin karşılanmaması ve bu etkinliklerin Hükümet nezdinde bir sonuç vermemesi halinde, 26 Mayıs 2010 tarihinde, bu dört konfederasyon ve bu konfederasyonlara üye tüm sendikaların birlikte sahipleneceği ve üretimden gelen gücün kullanılacağı genel bir eylem yapılmasının uygun olacağına karar verilmiştir" denilmektedir.

Konfederasyonlar 26 Mayıs Genel Grev kararını TEKEL işçilerinin baskısıyla aldı, TEKEL işçilerinin baskısı ortadan kalkınca da teker teker verdikleri sözden dönmektedirler. 22 Şubat ile 26 Mayıs arasındaki üç aylık sürede hem bu on iki talep hem de grevle ilgili hiçbir çalışma yapılmamıştır.

Buna karşılık konfederasyonlar 1 Mayıs değerlendirmelerinde şöyle demektedir: "Böyle önemli bir günde ve böyle önemli bir alanda Taksim Kürsüsü'ne biber gazı, pet şişe, sopa, bıçak v.s kullanarak yapılan saldırı ise emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır.  Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs Taksim Kürsüsü'nde TÜRK-İŞ Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılan saldırıyı ve kürsüyü işgal girişimi ile kutlamaları sabote etmek isteyenleri kınamakta, bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmaktadır".

Metnin son paragrafında ifade edilen "teşhir ve tecrit" sözcükleri sendika bürokratlarının ne kadar zor durumda olduklarını ortaya koyan aynı zamanda mücadeleci işçilere düşmanlıklarını ifade eden bir vurgudur.

Tabii ki böyle bir metne imzasını atmaması gerekenler ilk elden sorumludur. KESK Genel Başkanı Sami Evren, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi "teşhir ve tecrit" tehdidini kaleme alanlardır ve mücadeleci işçilerin gözünde diğer milliyetçi ve sağcı sendikacılardan çok daha suçludurlar.

İşçileri kınayıp onları "teşhir ve tecrit" edeceğini açıklayanlar bu askeri terimlerin ardından "tenkil (imha)" geleceğini bilir. Dolayısıyla buradan ilan ederiz ki, biz kürsüde o gün bulunan TEKEL, itfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediyesi işçileri olarak, bu tehditlerin ardından hedef olacağımız her türlü baskı ve saldırının; can güvenliğimizin tehlikeye girmesi halinde, bizzat bu sendikacılar sorumludurlar.

Bizler işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz. Şu çok açık ki, TEKEL işçileriyle birlikte tüm işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin önünü kesenler eskisi gibi koltuklarında oturamayacaklardır.

1 Mayıs kürsüsüne işçilerin zorunlu çıkışı 1 Mayıs 2010'da işçi dünyasına verilen en önemli mesajdır ve bu mesaj da artık işçilerin uyandığının ve haklarını arayacaklarını içeriyor.

26 Mayıs'a katılmayanlardan ya da katılır gibi yapanlardan hesap sorulmalıdır. Sendikalarımıza sahip çıkalım, denetleyelim!

Yaşasın işçilerin birliği! Yaşasın birleşik mücadele!

Direnişteki İşçiler Platformu

 

DİRENİŞTEKİ İŞÇİLERİN ZONGULDAK MADENCİ KIYIMINA YÖNELİK KONUŞMASI

 

Zonguldak'ta göçük altında kalan 30 madenciden 28'inin cesedine ulaşılmasının ardından Direnişteki İşçiler Platformu adına yapılan ve 26 Mayıs Genel Grevine yapılan çağrıyı da içeren konuşma metnini sitemizde yayımlıyoruz.

 

EKA

 

Merhaba kadın ve erkek işçiler,

emekçiler;

 

Hepinizi Tekel, İSKİ, İtfaiye, Esenyurt Belediyesi işçileri adına selamlıyorum.

 

Arkadaşlar,

 

Bugün her zamankinden daha fazla öfkeliyiz, hüzünlüyüz. Zonguldak'ta 32 madencinin yaşadığı katliamı başbakan "kader" diye açıklıyor. Madene inen işçilerin ölmesini makul görüyor. Eğer madenciysen Başbakan ve Çalışma Bakanı için ölmen işin bir parçası sayılıyor. Oysa biliyoruz ki, Karadon Bölgesindeki kazada öldürülen işçiler, gerekli önlemler alınmış olsaydı ölmeyecekti.

 

Grizu madencilikte karşılaşılan bir olay olsa da, önceden tespit edilmesi teknik olarak mümkündür. Düzenli ölçüm yapılması halinde gazın miktarı ölçülebilir ve işçiler bulundukları yerlerden tahliye edilebilirler. Ancak her ölçüm ve tahliye üretimi yavaşlatan, üretime ara verilmesini gerektiren bir işlem olduğu için, işletme için, taşeronlar için daha az üretim ve kar demektir. Patronlar ve devlet kar etmek için daha çok üretim istedikleri için ne ölçüm yapıyorlar ne de tehlikeyi önceden tespit etmeye yönelik teknik alt yapıya yatırım yapıyorlar.

 

Daha birkaç ay önce Bursa'da maden kazasında işçiler öldürüldüğünde, özel şirket olması sebebiyle ölümler olmasından söz edildi. Şimdi devlete ait bir işletme ancak taşeron firmalarla üretim yapıldığı için devletin bizzat kendisi bu cinayetlerin sorumlusudur.

 

Bu cinayeti protesto etmek için 21 Mayıs Cuma akşamı Galatasaray'dan Taksime yürüyüp bir basın açıklaması yapacağız.

 

Arkadaşlar,

 

TEKEL işçileri olarak 15 Aralık'ta başlattığımız mücadele bu nedenle önemlidir. TEKEL işçisi 4 C adı verilen kölelik düzenine karşı 78 gün süren ilk mücadele döneminde ortaya koyduğu gerçek şudur: Devletin bizzat kendisi tıpkı özel şirketler gibi işçi taşeron işçi çalıştırmaya yönelmiştir. 4 C demek devletin taşeron işçi çalıştırması demektir. Kadrolu işe aldığı işçileri taşerona devretmesi demektir.

 

Kardeşlerim,

 

Konfederasyonlarımız 22 Şubat'ta 12 maddelik bir bildiri yayınlayarak "kuralsız, güvencesiz, taşeron, geçici, esnek ve 4 C tipi çalışmaya" isabetli biçimde karşı çıktılar. Türk-İş, DİSK, Kamu Sen ve KESK Hükümeti göreve çağırdı. Bu tip çalışmalara son verilmesini istediler. Eğer hükümet adım atmazsa 26 Mayıs'ta üretimden gelen güçlerini kullanacaklarını açıkladılar. Yani Genel Grev tehdidini ileri sürdüler.

 

Zonguldak'ta yaşanan iş cinayetleri 26 Mayıs'ta Genel Grevin gerçekleştirilmesi için yeni bir neden sayılır. Konfederasyonlar taleplerine bir yenisini de eklemelidir: İş cinayetlerinin hesabını sormak.

 

Arkadaşlar,

 

Bunlar bizim umut ve isteklerimiz. Biliyoruz ki, konfederasyonların başında bulunan sendikacılar karar alsa bile uygulamakta ayak sürüyorlar. 17 Ocak TEKEL işçileriyle Dayanışma için Ankara Mitinginde, 4 Şubat Dayanışma Grevi sırasında ve 1-2 Nisan'da Ankara'da TEKEL işçilerinin evleri saydıkları Türk-İş'in önüne gitme isteği sırasında bunu açıkça gördük. Konfederasyonlar gereğini yapmadılar.

 

1 Mayıs 2010'da ortaya çıkan işçi öfkesi işte bu gibi bir dizi ihanetin sonucunda ortaya çıkan bir tepki oldu. Görevini yapmayan Mustafa Kumlu'yu yüzbin işçi yuhaladı. Mitingin başından itibaren ise, TEKEL işçileri, İSKİ ve İtfaiye işçileri, Esenyurt Belediyesi işçileri önce Türk-İş kortejinin önünde yürüme talepleri engellenmeye çalışıldı. Sonra da yaşadıklarını kürsüden aktarmak istediklerinde yüzlerine yumruk ve tekmelerle saldırıldı. Sonunda bize söz verildi ve biz de yüz bin işçinin yuhalamasıyla ifade edilen öfkenin simgesel tepkisini gösterdik.

 

Konfederasyonlar 1 Mayıs'tan sonra toplandığında ilk yaptıkları şey işçileri, bizi kınamak oldu: Üstelik "teşhir ve tecrit" edeceklerini açıkladılar. Biz onlardan 26 Mayıs için neler yaptıklarını ve neler yapacaklarını açıklamayı beklerken, işçileri kınadılar.

 

Bu tutum bizi derinden üzdü ancak beklemediğimiz bir davranış da değildi. Tabii ki, KESK ve DİSK'ten bu kınamayı beklemezdik. Onları bu açıklamada ilk elde sorumlu sayıyoruz.

 

Değerli işçi arkadaşlar,

 

Doğru bildiğimiz yolda mücadeleye devam edeceğiz ve sendika bürokratlarının engellemelerine rağmen birleşe birleşe kazanmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğiz.

 

Yaşasın İşçilerin Birliği. Yaşasın Birleşik Mücadele!

26 Mayıs'ta el ele, Genel Greve!

 

Enternasyonalist Komünist İşçi Grubu’nun Temel İlkeleri

 

Enternasyonalist Komünist İşçi Grubu'nun Temel İlkeleri

 

Bir süre önce, Enternasyonalist Komünist İşçi Grubu ismi ile ortaya çıkmış yeni bir oluşumun aşağıdaki temel ilkeler metni elimize geçti. Enternasyonalist görüşü açık bir biçimde savunan böylesi bir oluşumun ortaya çıkışından büyük bir sevinç duymaktayız. Bu minvalde, elimize geçmiş olan bu metni, internet sitemizde yayınlıyoruz.

EKA

 

Temel İlkeler

Biz Marmara endüstri havzasında yaşayan bir grup komünist olarak işçi sınıfı mücadelesine örgütlü ve enternasyonel müdahalenin gerekliliğini farkettiğimizden biraraya geldik. Bu doğrultuda komünistlerin ilk yapması gereken şeyin işçi sınıfının tarihsel deneyimleri ve bundan çıkarılması gereken dersler üzerinde netleşmek olduğunu düşünüyoruz. Bir yandan kapitalizmin derinleşmekte olan krizi, diğer yandan yükselmekte olan işçi sınıfı mücadelesi komünistlerin örgütlü ve enternasyonel müdahalelerini gerekli ve mümkün kılmaktadır. Bu yüzden aşağıda belirttiğimiz hedefleri gerçekleştirmek için biraraya geldik.

1 Burjuva sol ne iddia ederse etsin, komünistlerin dayanışması her zaman için uluslarasıdır. Bu dayanışma ulus yanılsaması üzerinden değil sınıf gerçekliği üzerinden yükselir. Bu yüzden her türlü birlik ve dayanışma çağrısı başından beri enternasyonel olmak zorundadır. Bizim perspektifimiz de komünistlerin uluslararası birliğini sağlamak için katkı sunmak, bunda aktif rol almak ve bu yolda ilerleyecek olan tartışmalara katılmaktır.

2 Bize göre komünistlerin diğer temel bir rolü de işçi sınıfı mücadelesi içerisinde olmak, mücadele içerisindeki işçilerle dayanışmak ve onun zaferi için kavgaya girmektir. Bu mücadele içerisinde kendimizi işçi sınıfının bir parçası olarak görüyoruz ve onun üzerinde görmüyoruz. Ancak komünistler olarak mücadeleye girerken bizi işçi sınıfından ayıran iki temel fark olduğunu düşünüyoruz. Bunlar da Marxın 1848 devrimlerinden önce söylediği gibi komünistlerin farklı ülkelerin proleterlerinin mücadelelerinde her türlü milliyetten bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret etmek ve bunları öne sürmek ve de işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde bir bütün olarak hareketin genel çıkarlarını temsil etmektir.

3 Bu iki hedefi gerçekleştirebilmek için komünistler olarak işçi sınıfının güncel ve tarihsel mücadele ve örgütlenme deneyimlerinden dersler çıkarmak gerektiğini inanıyoruz. Bu geniş ve enternasyonel bir tartışmayı gerekli kılıyor. Bu tartışmanın ana hatlarını belirleyecek ilkelerin şunlar olduğunu düşünüyoruz:

I.
İşçi sınıfı dünya üzerindeki tek devrimci sınıftır.
Çünkü işçi sınıfı zaferine ulaşmak için dünya üzerindeki bütün devletleri ve ücretli işi ortadan kaldırmak zorunda kalacaktır.

II.
Sosyalist ya da komünist devlet mümkün değildir.
Şimdiye kadar çökmüş ve hala varolmakta olan, adı sosyalist bütün devletler kapitalizmin zayıf formlarından başka birşey değillerdir. Kübadan Rusyaya, Vietnamdan Çine, hepsi bu tanıma dahildir. İşçi sınıfının ilk görevi her zaman için sınıf şiddetinin bir uzantısı olan devlet mekanizmasının topyekün ortadan kaldırılmasıdır.

III.
İşçi sınıfının yeni sınırlar ile kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Emperyalizm, kapitalizmin krizinin ifadesidir ve insanlığı savaşlar yoluyla yıkıma sürüklemektedir. Ulus adına işçi sınıfını bu savaşa çağıran ulusal kurtuluş mücadeleleri, halk cepheleri ya da benzerleri bütünüyle gericidir karşı devrimcidir.

IV.
Parlamentolar ucube sirkleridir.
İşçi sınıfının seçimler yoluyla kazanacağı hiçbir şey yoktur. Mevcut düzende bütün iktidar metada, parada ve sermayededir. Kısaca insan emeğinin yabancılaşmış biçiminin kontrolü altındadır. Bu anlamda toplumun nasıl örgütlendiğine dair formel, biçimsel çözümler ya da demokrasi bu içeriği ıskalamaktadır. Sonuç olarak parlamentoyu ve demokrasiyi bir kurtuluş olarak gösteren her siyasi çözüm işçi sınıfını kandırmakta ve onu yenilgiye mahkum etmektedir.

V.
Sendikalar devletin fabrikadaki polisidir.
Ekonominin planlanmasının ve toplumsal barışın sürdürülmesinin asli unsurlarından olan sendikaların esas rolü emeğin disiplin ve kontrol altında tutulmasıdır. Her grevde işçilerin mücadelesinin karşısına dikilen sendikaların yıkımı işçi sınıfı mücadelesinin başlıca görevlerinden biridir.

VI.
İşçi sınıfı mücadelesinde yalnızdır.
Şimdiye kadarki işçi sınıfına karşı olan güvensizliğin ifadesi solcular tarafından cephecilik ve türlü sınıf ittifakı teorileriyle ortaya konmuştur. İşçi sınıfının bu ittifaklarla kazanacak hiçbir şeyi olmadığı gibi, bu ittifaklar onu sadece egemen sınıf içindeki mücadelelerde piyon olmaya itecektir.

VII.
Dünya komünist devrimi ya da kapitalist barbarlık!
Bugün insanlığın karşı karşı olduğu kriz radikal bir krizdir. Etnik kıyımlardan ekolojik yıkımlara, toplumsal yeniden üretimin bütün boyutlarıyla çökmesinden siyasal üstyapının her yönüyle yozlaşmasına kadar kapitalist toplum tam bir çöküş içerisindedir. Kapitalizmin bu krizinin temelinde onun temel birimi olan metada dahi görebileceğimiz bir çelişki, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişki yatmaktadır. İnsanın yaratıcı etkinliği o derece üretken hale gelmiştir ki; artık değer ilişkileri çerçevesinde tutulamamaktadır. Bu da canlı emeğin yani proletaryanın ekonomik krizlerle, savaşlarla ve toplumsal yozlaşmayla fütursuzca yıkımına neden olmaktadır.

Bu radikal durum radikal bir çözümü gerekli kılmaktadır. Bu da komünist bir dünya devriminden başka birşey değildir. Bu komünist dünya devriminin yolu işçi konseylerinin dünya ölçeğinde yönetimi ele almasıdır.

Enternasyonalist Komünist İşçi Grubu

 

Tags: 

Mesut Özil, Andrea Merkel ve Avrupa’da İslamofobi

 

Geçtiğimiz Salı gecesi, 3-0 mağlup olan Türk milli takımı, büyük bir utanç yaşadı. Fakat o gece büyük utanç yaşayan yalnızca gecenin mağlupları değildi. İlk sıkıntı, Berlin'deki bir maçta Türk taraftarların Alman taraftarlardan daha kalabalık oluşuydu; ikinci sıkıntı ise Türk taraftarların, ayağına ne zaman top gelse, Almanya'nın yıldız orta saha oyuncusu Mesut Özil'i yuhalamaları idi.

Ertesi gün Alman basını, Almanya'daki Türklerin nasıl yeterince yurtsever olmadıklarına ve nasıl Alman toplumuna uyum sağlamakta başarısız olduklarına dair yorumlarla doluydu. Bu yorumlar, aklımıza İngiliz politikacı Norman Tebbit;'in fena ünlü 'kriket testi'ni getiriyor. Tebbit, Hindistan ve Pakistan'dan İngiltere'ye gelen göçmenleri, bir kriket maçında İngiltere'yi tutmadıkları için suçlamıştı.

Şüphesiz, futbolcular, dedelerinin geldiği ülkenin takımından başka milli takımlar için oynuyorlar. Hatta kimileri doğmadıkları ülkelerin takımlarında dahi oynuyor. Nihayetinde, Türk milli takımı taraftarları arasında, Marco Aurélio Brito dos Prazeres'in pek de Türk olmadığını bilmeyen pek fazla kişi olmadığını zannediyoruz. Türk milliyetçilerinin kendisine yönelttiği hakaretler de Mesut Özil'i maçta etkilemedi ve iyi bir oyun ortaya koyan futbolcu Almanya'nın ikinci golünü kaydetti.

Öte yandan maçın kendisinden daha önemlisi, kanımızca Alman basınında maça dair yapılan yorumların ne ifade ettiğidir. Almanya Başbakanı Angela Merkel de, göçmenlerin bu genel kınanmasına katılma gereği hissetmiş olsa gerek. Partisinin üyelerine yaptığı bir konuşmada Merkel "Bu yaklaşım (çok-kültürlü yaklaşımdan bahsediyor) başarısız olmuştur, kesinlikle başarısız olmuştur ve farklı kültürlerden gelen insanların mutlu mutlu yan yana yaşaması fikri işlememiştir" sözlerini kaydetti.

Tabii ki, böylesi insanlar farklı kültürlerden gelen insanlardan bahsederken, Almanya'da yaşamakta ve çalışmakta olan Hollandalılardan, Belçikalılardan ve benzerlerinden bahsetmiyorlar. Kast edilen, İslami ülkelerden gelenler, özellikle de Türkler ve Araplar.

Geçtiğimiz günlerde yapılan anketler de Merkel'in nasıl bir kitleye oynadığını gözler önüne seriyor. Bu anketlerden bir tanesine göre Almanların %55'i Arapların "hoş insanlar olmadığını" düşünüyor, %33'ü ise ülkeyi yabancıların ele geçirdiği kanısında. Bu tavırlar yalnız siyasi partiler tarafından da ortaya konulmuyor. Alman Merkez Bankası yönetim kurulu üyelerinden biri, yakın zamanda "Müslüman göçmenlerin Alman toplumunun zekasını düşürmekte olduklarını" savunmuştu.

Bu tavırlar yalnızca Almanya'da baş gösteriyor da değil. Almanya'daki panik çığırtkanlığı, öteki Avrupa ülkelerindeki durumdan pek de farklı değil. Yeni seçilmiş sağcı İsveçli milletvekili Björn Söder "İran'ın 1979'da yüzleştiği sorun ile karşı karşıyayız. Çok hızlı gelişebilir" gibi bir yorum yapmıştı. Tabii ki kendisi İran nüfusunun %98 Müslüman olduğunu ve en yüksek rakamlara göre bile İsveç nüfusu içerisindeki Müslümanların yüzdesinin %5'i geçmediğini söylemeyi unutmuştu. İsveç'teki bütün Müslümanın bir radikal İslamcı, şeriat savunucusu vs. olduğunu varsaysak dahi, bu kadar az sayıda kişinin İsveç'te nasıl yeni bir İran devrimi kotarabileceklerinin düşünüldüğünü anlamakta zorluk çekiyoruz. Fransa'da burkanın yasaklanması da benzer bir mevzu. Uluslararası medyaya bakacak olursak, Fransa'nın tepeden tırnağa karalara bürünen kadınlarla dolup taştığını sanardık. Öte yandan gerçekte Fransa'da burka giyen kadınların sayısı 1,000'i aşmamakta. Fransa'daki bu yasak, benzeri bir yasanın geçtiğimiz Nisan ayında Belçika'da geçmesini takip etmişti ve böylesi yasaklar şu anda İngiltere, İspanya ve İtalya'da tartışılmaktalar. İtalya ve İspanya'nın kimi şehirlerinde, mesela Barcelona'da bu yasaklar şimdiden yürürlükteler. Bu durumun ortaya attığı soru, Avrupa'nın siyasi egemenlerinin neden birden kadın haklarına dair bir tutku geliştirmiş oldukları veya meselenin bir kadın hakları sorunu mu yoksa bir yabancıları yerme meselesi mi olduğudur. Mesela İngiliz Muhafazakâr milletvekili Philip Hollobone, burkanın bir "hakaret" teşkil ettiğini ve "İngiliz yaşam biçimine karşı" olduğunu açık bir biçimde ifade etmektedir. Burada gerçekleşen mesele kadın hakları ile alakalı değildir, bu ırkçı bir kampanyadır. Batı ve Avrupa ülkelerinde ve ABD'deki ırkçılık, günümüzde kırk yıl olduğuna kıyasla çok daha sinsi. Avrupa'ya kitlesel göçlerin başladığı 1960'larda İngiliz Muhafazakâr Partisi açıkça ırkçı kartı oynayabiliyordu. Bu parti bir seçimde, "eğer zenci bir komşu istiyorsanız, İşçi Partisi'ne oy verin" gibi bir slogan dahi kullanabilmişti. Mesele yalnız siyasi alanda sınırlı da değildi. Ev arayan göçmen işçiler, sıkça gazete ilanlarının sonunda NBNI harfleri ile karşılaşıyorlardı ki bu İngilizcede Zencilere Yok İrlandalılara Yok kelimelerinin baş harfleri anlamına geliyordu. Günümüzde böylesine açık bir ırkçılık mümkün değil. Fakat bu ırkçılığın ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Yalnızca çehresini değiştirdiği anlamına geliyor. Bugün ırkçılık, göçmenlere ve etnik azınlıklara saldırılarını, işçilere farklı biçimde hitap etmeye çalışan kampanyaları ile yürütüyor. İslamcılar, demokratik değerleri yıkmaya çalışmakla ve kadın haklarını ortadan kaldırmak istemekle suçlanıyorlar. Bunlar hem Irak ve Afganistan'daki emperyalist işgallerin savunusu için kullanılan görüşler, hem de ülke içerisinde ötekileştirilenlere karşı kullanılıyorlar. Irkçı sağ, İslam tarafından ele geçirilmek üzere bir Avrupa portresi çiziyor. Tabii ki, olgulara baktığımızda Müslümanlarca 'ele geçirilmekte' olan bir Avrupa görmüyoruz. Bir örnek olarak Almanya'yı alırsak, geçtiğimiz sene Almanya'ya göç eden Türklerin sayısının 1983'ten beri en düşük noktaya ulaştığını, mültecilik başvurularının 90'lardaki rakamın altıda birine indiğini ve geçtiğimiz yıl Türkiye'ye yaşamak üzere dönen Türklerin sayısının, Almanya'ya göç edenlerin üzerinde olduğunu görüyoruz. Esasında göçmen sayısı azalıyor. Peki, neden şimdi böylesi kampanyaların yeniden ortaya çıktığına tanık oluyoruz? Bunun nedeni mevcut ekonomik krizdir. Böylesi zamanlarda, siyasetçiler günah keçisi yapacak 'yabancılar' ararlar. Dolayısıyla yalnızca ulus-devletlere destek toparlamakla kalmazlar, işçi sınıfını da bölerler ve işverenlerin ücretleri düşürmelerine böylelikle yardımcı olurlar. İşte bu ırkçı kampanyanın kalbinde yatan, bundan ibarettir.

 

SENDİKALARA RAĞMEN 26 MAYIS GREVİ

Bilindiği üzere, 22 Şubat 2010 tarihinde Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK'ten oluşan sendika konfederasyonları, Ankara'da günlerdir eylem yapmakta olan Tekel işçilerine, 26 Mayıs tarihinde bir genel grev yapılacağını duyurmuşlardı. Bu kararın açıklanmasının ardından, ekmekleri için mücadele eden Tekel işçileri, sorunlarının aciliyetine rağmen böylesi bir eylemin üç ay sonrasına konulmasını çok sert bir biçimde protesto etmişlerdi. Bu karar Tekel mücadelesi sürecinde, işçiler ile sendikacılar arasında gerçekleşecek pek çok kapışmadan bir tanesini tetikleyecek, ve nihayetinde Tekel işçilerinin mensubu Tek Gıda-İş Sendikası başkanı ve Türk-İş genel sekreteri Mustafa Türkel'in, konfederasyon genel sekreterliğinden istifasına neden olacaktı.

 

Aylar geçti, kış yerini ilkbahara bırakırken Tekel işçileri Ankara'ya veda ettiler, sonrasında 1-2 Nisan Tekel eylemleri, 1 Mayıs gösterileri derken 26 Mayıs geldi çattı. Mayıs ayı içerisinde 26 Mayıs grevinin "şartlarının ortadan kalktığını" ilan edilmiş, dört konfederasyonun yöneticileri grevin gerçekleşmesini engellemek için her türlü ayak oyunu denemişler ve en nihayetinde ortaklaşa bir şey yapılmayacağını, grev veya eylem yapıp yapmamanın konfederasyon üyesi sendikalara bırakılacağını ilan etmişlerdi. Ayrıca Zonguldak'ta otuz işçinin canına malolan maden patlaması karşısında da ne konfederasyonlar ne de tekil sendikalar ciddi bir tepki vermişlerdi. Konfederasyonların grevi sabote etme çabaları karşısında, başta Tekel işçileri olmak üzere mücadeleci işçiler, 26 Mayıs öncesi Türk-İş bölge temsilciliklerini işgal etmiş veya etmeye çalışmış, bütün sendika konfederasyonlarını hem 26 Mayıs'a dair tutumlarından hem de Zonguldak'taki iş cinayetine karşı sessizliklerinden dolayı kınamış ve bütün işçileri greve çağırmışlardı. 26 Mayıs grevi, bütün bu süreçlerin ardından gerçekleşti.

 

26 Mayıs'ta Neler Oldu?

 

26 Mayıs ülkedeki pek çok şehirde grevler ve eylemler gerçekleşti. Türkiye genelinde greve en yoğun katılımı öğretmenler, sağlık emekçileri ve büro emekçileri gösterdi. Belediye işçileri de, özellikle muhalefet partilerinin elindeki belediyelerde greve yüksek katılım gösterdiler. İstanbul'da gün içerisinde pek çok farklı eylemler gerçekleşti. Bu eylemlerden en büyüklerinden bir tanesi, KESK'in örgütlediği eylemdi. Çapa'dan Beyatız meydanına, tramvay yolu kapatılarak yürünen eyleme en yoğun katılımı grevdeki sağlık ve büro emekçileri gösterdi. 3000'i aşkın kişilik eyleme ayrıca Belediye emekçileri, öğretmenler, Tekstil işçileri ve başka destekçiler de katıldılar. İstanbul'daki öteki büyük eylem ise işçilerin iki gün önceden işgal etmiş olduğu Türk-İş 1 No'lu şube binası önünde, binada iki gündür açlık grevi yapan mücadeleci işçilerin açlık grevlerini bitirmeleri ile başladı. Bu eyleme, öncelikle daha önceden devam etmekte olan Tekel, İtfaiye, Esenyurt Belediyesi, İSKİ, Atık-Kağıt, Tübitak, ATV-Sabah ve UPS mücadelelerinden işçiler katılırken, onların yanısıra Türk-İş üyesi sendikalardan inşaat işçileri, belediye işçileri, şöförler, hava işçileri, okul işçileri, harp sanayi işçileri, deri işçileri ve başka destekçiler katıldı. 3000 kişinin katıldığı eylemde, Türk-İş'in kararına muhalif olduğunu iddia eden Tek Gıda-İş ve Tez Koop İş sendikacıların konuşmaları sürekli "İşçiler kürsüye" ve "Kahrolsun sendika ağaları" protestolarıyla kesildi. Sendikacılar mikrofonu ve kürsüyü işçilere bırakmak zorunda kaldılar. Açıklamadan sonra, 'muhalif' sendika ağaları, işçilerin Taksim meydanına yürüyüşlerini anonslarla engellemeye çalıştılar, anonslar yaparak eylemin bittiğini ilan ettiler. Fakat işçiler, çaresizce kapabildiklerini Türk-İş binasına sokmaya çalışan sendikacıları geride bırakarak sloganlarını atarak Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. İşçiler ayrıca Tek Gıda-İş'in iptal etmeye hazırlandığı söylenen 3 Haziran Ankara Tekel eylemi için çağrı yaptılar. Bu iki eylem dışında İstanbul'da Şişli Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü önünde DİSK'in örgütlediği 400-500 kişilik eylem, sayıları 500'ü bulan Tuzla deri işçilerinin 1 saatlik iş bırakma eylemi, Topkapı Nakliyeciler Sitesi'nde ambar işçilerinin iki saatlik iş bırakma eylemi, Kadıköy Vergi Dairesi'nde ise memurların grevi, ve Kadıköy'de DİSK üyesi belediye işçilerinin sendika konfederasyonlarını protesto ettiği eylem gibi çeşitli eylemler gerçekleşti.

 

İzmir'de, 26 Mayıs, geceyarısı itibariyle, demiryollarındaki grev ile başladı. Demiryollarındaki İzmir merkezli grev, Balıkesir ve Manisa illerinde de etkili oldu. Çeşitli tren seferleri grevci işçiler tarafından başarıyla durdurulurken, durdurulmuş olan kimi trenler, Kamu Sen ve Memur Sen'in aleni bir biçimde grev-kırıcılığı yapması nedeniyle tekrar yola devam ettiler. Demiryolu işçileri sabah saatlerinde polis saldırısına da maruz kaldılar. Gerçekleşen bir başka eylemde, İzmir'deki Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal etmiş Tekel işçilerinin binadan ayrılıp Çiğli'deki tütün fabrikasına gittiler. Burada hala çalışmakta olan Tekel işçileri bir saatlik iş bırakma eylemi yaptı. Bunun ardından, işçilerin kimi Tek Gıda-İş'in bir saatlik iş bırakma eylemi kararına uyarken, mücadeleci işçiler bu karara karşı çıkarak mücadele içerisinde olan UPS işçileri ile eylemlerini ortaklaştırmaya gittiler. Tekel işçileri, UPS önünden Basmane'deki büyük eyleme doğru yola çıkarken, UPS işçilerini Türk-İş sendikalarına üye başka şöförler başta olmak üzere, enerji işçileri, inşaat işçileri ve başka destekçilerden oluşan yaklaşık 1000 kişilik bir grup ziyarete geldi. UPS'teki eylem, Türkiye Elektrik İletim AŞ'nin önüne yapılan bir yürüyüş ile son buldu. Bu eylem dışında Türk-İş üyesi petrol işçileri ve deri işçileri de, ilçelerde eylemler yaptılar. İzmir'de gerçkleşen en büyük eylem ise, Basmane'deki eylemdi. KESK ve DİSK'in organize ettikleri eyleme en kitlesel katılım, taşeron olarak çalıştırılan belediye işçilerinden geldi. Yaklaşık 1000 kişi ile greve katılan belediye işçileri, İzmir belediyesini açıkça hedef alan sloganlar atmaktan çekinmediler. Mühendisler ve öğretmenler de eyleme ciddi katılım gösteren kesimler arasındaydı, ayrıca demiryolu işçileri ve Tekel işçileri de Basmane'deki eyleme katıldılar. İzmir'de DİSK, KESK ve TMOBB'un toplam 10,000 üyesi greve katılım gösterdi. Basmane'den Konak'a yürünen eylemde sıkça "Kahrolsul sendika ağaları" sloganları atılsa ve konfederasyonların tutumu eleştirilse de, işçiler ve sendikacılar arasında İstanbul Türk-İş binası önündekine benzer bir çatışma yaşanmadı.

 

26 Mayıs'a katılımın ciddi düzeyde olduğu illerden bir diğeri ise Zonguldak'tı. Son gerçekleşen patlamadaki işçi ölümlerini de protesto etmek amacı ile Türkiye Taşkömürü Kurumuna bağlı bütün maden ocaklarında (Karadon, Üzülmez, Amasra, Armutçuk ve Kozlu) çalışan 15,000 işçi işe bir saat geç başladı. Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'nun bizzat katılacak kadar tehlikeli gördüğü eylemde, Türk-İş binası işgallerine saldıran sendika bürokratlarına, madenciler "Arkadaşlarımız haklarını arıyorlar" diyerek tepki gösterdiler. Bunun haricinde Kozlu ve Üzülmez'de 350 madenci çalıştıran Star isimli taşeron firmasının Kozlu maden ocağındaki işçileri, ücretlerini düzenli alamadıkları için tüm gün greve gittiler. Ayrıca, başta öğretmenler olmak üzere kamu emekçileri de öğlen saatlerinde bir eylem yaptılar. 26 Mayıs Kürt illerinde de güçlü bir biçimde gerçekleşti. Bir gün önce Tekel işçilerinin Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal etmeye çalıştığı Diyarbakır'da gerçekleştirilen eyleme başta öğretmenler ve büro emekçileri olmak üzere büyük ölçüde kamu emekçilerinden oluşan 10,000'i aşkın kişi katıldı. Diyarbakır emekçileri "Zonguldak-Amed el ele, emekçiler greve" yazılı pankartlar taşıdılar. Diyarbakır'ın Bismil, Dicle, Ergani, Lice, Silvan gibi ilçelerinde de öğretmenler, mühendisler, belediye işçileri, inşaat işçileri ve başka destekçiler eylemler gerçekleştirdiler. Diyarbakır dışında Dersim'de yaklaşık 3000, Urfa ve Van'da 1000, Malatya ve Antep'te ise yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylemler yapıldı, ve bunların yanı sıra Batman, Mardin gibi şehirler ve pek çok ilçede eylemler oldu. Ankara'da en yoğun katılımı sağlık emekçilerinin, öğretmenlerin ve belediye işçilerinin sağladığı 2000 kişilik eyleme, İzmir'den gelip kendilerini Türk-İş binasına zincirleyen sekiz Tekel işçisi kadın damgalarını vurdu. İşçilerin göz altına alındığı haberi kürsüden anons edilmeyince sendikacılar protesto edildi, Tekel işçileri ayrıca konuşma yapmak da istedi, fakat yapamadılar. Sendika bürokratlarının protesto edildiği iller arasında, bir gün öncesinden Türk-İş binası işgal edilmiş olan Samsun ve edilmeye çalışılmış olan Adana da vardı. Tokat'ta ise, 26 Mayıs eylemi, 20 KESK temsilcisinin gerçekleştirdiği bir basın açıklamasından ibaret kaldı. Bursa'da gerçekleşen eyleme ise 2000 kişi katıldı. Eylemlere katılanlar, Zonguldak'taki madencilerinin ölümünü ve Muğla'da Kürt öğrenci Şerzan Kurt'un polis kurşunuyla katledilmesine duydukları tepkiyi sıkça ifade ettiler. Eylem yapmak, iş bırakmak, veya tüm gün grev yapmak biçimi ile 26 Mayıs'a ülke genelinde 70,000'e yakın işçi katıldı.

 

Sendikaların Tutumu

 

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 26 Mayıs'a giden süreçte, Şubat'ta bu grev kararını alan sendika konfederasyonlarının hepsi greve dair çok ciddi bir çalışma yürütmüşlerdi. Yürütülen bu çalışmanın amacı ise grevi iptal ettirmekti. Mayıs ayı içerisinde, Türk-İş yönetiminden sızan "grevin koşulları yoktur" gibi yorumlarla bir yandan grevin tamamen iptali fikri ve dolayısıyla moral bozukluğu yayılırken, diğer yandan tabanın tepkisi ölçüldü. 26 Mayıs'a beş gün kala ise, konfederasyonlar, işçilerden gelen tepkilerden dolayı grevi açıktan açığa iptal ettiklerini duyurma cesaretini gösteremeseler de, yaptıkları açıklama ile grevi fiili olarak iptal ettiler. 21 Mayıs'ta yapılan ortak açıklamada "Konfederasyonların üretimden gelen güçlerinin kullanılmasının nasıl gerçekleştirileceği konusunu kendilerinin belirlemesine, 26 Mayıs Çarşamba günü saat 13.00'de örgütlü bulunulan tüm işyerleri önünde Konfederasyonlar tarafından hazırlanan ortak metnin okunmasına karar verildiği". Fiili olarak grev kararı iptal edilmiş olsa da, bu noktadan itibaren konfederasyonlar işçi sınıfının en azından bir kesiminin kendilerine karşı ciddi bir tepkisi olduğunu, ve onlar ne derse desin greve gideceğini anlamışlardı. Bu açıklama, konfederasyonların grevin gerçekleşmesini önleme stratejilerinin yerini, grevi olabildiği kadar küçük tutma, sabote etme ve zayıflatma stratejisinin aldığının net bir göstergesiydi. Konfederasyonlar, aldıkları bu kararla, kendilerine çok yüksek bir manevra alanı bırakmışlardı. Kararlar işçilerin mücadele etmek istemediği yerlerde fiili olarak hiçbir şey yapılmamasından ayrı eylemler yaparak işçilerin birleşmesini engellemeye, bir veya birkaç saatlik eylem yapılan veya tam gün grev yapılan yerlerde ise konfederasyonların asaişi sağlayarak düzene hizmet etmelerine kadar pek çok hamleye olanak tanıyacak esnekliğe sahipti. Bahsi geçen son noktada, özellikle Türk-İş içerisinde "muhalif" geçinen sendikaların üzerine, ve ayrıca KESK ve DİSK'in çok miktarda mücadeleci işçi barındıran sendikalarına büyük bir görev düşecekti. Tabii ki bir yandan da sendika ağaları arasındaki çıkar çatışmalarının da etkilerini görecektik bu süreçte.

 

İşçilerin 24 Mayıs'ta İstanbul'daki Türk-İş binasını işgal etmelerinin ardından, bahsi geçen muhalif sendikacılar, bir yandan işçilere ikiyüzlü desteklerini sunarken, diğer yandan işçilerin militan eylemini, bunun bir işgal olmadığını, işçilerin "evlerine" geldiklerini söylerek kabul edilebilir bir kılıfa sokmaya çalıştılar. Plan, 26 Mayıs'ta kontrol sağlayabilmekti. Öte yandan, Türk-İş işgallerinin Diyarbakır, Adana ve Ankara'ya yayılmaya çalışılıp İzmir ve Samsun'a yayıldığı 25 Mayıs günü, özellikle İstanbul ve İzmir'deki işgallerde muhalif sendikacıların gerçek yüzlerini göstermeleri sonucu işçiler onları da protesto ettiler. Tekel işçilerinin üyesi olduğu Tek Gıda-İş sendikası 26 Mayıs'ta 1 saatlik grev yapacağını ilan etmişti, işçilerin yanıtı "Bizim için Kumlu da Türkel de aynı" demek oldu. Aynı gün, KESK ile DİSK'in de bir saatlik iş bırakma yapmayı planladığı söylentisi ortaya çıkmıştı. Tek-Gıda İş'in gördüğü tepkiyi kendisinin de göreceğinden korkan ve üyesi olan işçilerin mücadele etmek istediğini bilen KESK yönetimi, 26 Mayıs'ta tam gün grev yapacaklarını açıklamak zorunda kaldı. DİSK ise gün içerisinde yapmayı planladığı eylemleri açıklamakla yetindi.

 

26 Mayıs grevini ne konfederasyonlar, ne de tekil sendikalar yaptılar. 26 Mayıs grevini, mücadele etmek isteyen işçi kitleleri gerçekleştirdiler ve sendikaların hepsinin bütün eylemlere dair odaklandıkları tek nokta, eylemlerin kontrolünü yitirmemekti. Ülke genelinde konfederasyonlara karşı ciddi bir öfke ve tepki ifade edilmiş olsa da, işçilerin kontrolü sendikadan tamamen aldıkları tek olay, İstanbul'da işçilerin işgal etmiş olduğu Türk-İş binası önünden başlayan eylemdi. Bunun haricinde Zonguldak Kozlu'daki taşeron madencilerin tüm gün yaptıkları grev kendiliğinden gelişti. Türk-İş geneli, ve ayrıca Kamu-Sen üyelerinin büyük çoğunluğunu eylemlerden uzak tutmak için seferber olmuşlardı. Kamu-Sen ve Memur-Sen konfederasyonları özellikle İzmir bölgesindeki demiryolu grevinde grev-kırıcılığına soyunmaktan çekinmedi. DİSK'in ve Türk-İş'in muhalif sendikalarının tutumu, mücadele etmek isteyen üye işçilerin eylemlerini olabildiğine kısa tutmak ve de genel eylemlerden olabildiğince ayırmak minvalindeydi. KESK'e gelince, içerisinde mücadele etmek isteyen emekçilerin şu dönemde en yoğun olduğu gözüken konfederasyon, temelde genel bağlamda eylemlerin asaişini sağlamaya çalıştı. 26 Mayıs, greve katılmasını engelleyemediği üyeleri en fazla olan KESK dışındaki konfederasyonların işçi sınıfı gözünde zaten düşük olan itibarını biraz daha zedelemiş oldu. KESK yönetimi ise, içerisine düştüğü durumu lehine çevirmeye çalışarak kendisini mücadeleci olarak sunmaya çalıştı.

 

Bu noktada, KESK'in 26 Mayıs'a dair tutumuna biraz daha detaylı bir biçimde değinmemiz gerektiği kanısındayız. Öncelikle şunu söylemek zorundayız ki, KESK 26 Mayıs grevine, iddia ettiği üzere her ilde tam gün katılmamış veya katılmaya çalışmamıştır. KESK yönetimi, bunu iddia ederken yalan söylemektedir. 26 Mayıs eylemlerine şu veya bu şekilde katılanların sayısı, 70,000 civarındadır, ki bu rakam içerisinde Zonguldak'ta iş bırakan 15,000 madencinin yanısıra DİSK ve Türk-İş üyesi başka işçiler de mevcuttur. Dahası, KESK'in işçilerin mücadeleci olmadığı işyerlerinde herhangi bir greve çıkma teşebbüsü olmadığı, en fazlasından bir saatlik iş bırakmalar örgütlediği bilinmektedir. KESK, yalnızca içerisinde mücadele etmek isteyen işçilerin ağırlığı daha fazla olduğu için daha çok alanlara çıkmış ve alanlarda daha uzun kalmış görüntüsü çizebilmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz, KESK'in Tokat'ta örgütlediği 20 kişilik eylem, iş KESK'e kalsa 26 Mayıs'ın nasıl olacağını gözler önüne sermektedir. KESK'in mücadeleci, devrimci ve benzeri olduğu yönündeki yanılgıya rağmen, KESK'in bu grevdeki yaklaşımı şaşırtıcı değildir, zira KESK Tekel sürecinden 26 Mayıs'a kadar hep diğer konfederasyonlarla ortak hareket etmiş, 1 Mayıs'ta kürsüyü işgal eden işçileri konfederasyonlar tek bir ağızdan kınadığında KESK de buna imza atmış, 21 Mayıs'ta grev fiili olarak iptal edildiğinde yine KESK diğer sendikalardan ayrılmamıştır. KESK'in 89 Bahar hareketinin soğurulması üzerine oluşum ve o dinamikle başlayan işçi hareketlerinin yenilgisi üzerine kuruluş tarihi de, onun işçi sınıfı mücadelelerine dair tutumunu ortaya koymaktadır.

 

Nihayetinde, hem konfederasyonlar, hem de sendikalar saflarının sermayenin safı olduğunu, sendika ağaları ise sınıflarının burjuvazi olduğunu, işçi sınıfının karşısında olduklarını tekrar göstermiştir. Sınıf hareketi yükseldikçe sendika ağalarını da sallamaktır. Konfederasyonlar, 26 Mayıs'ı durdurmayı başaramamışlardır. Ayrıca, İstanbul'da Türk-İş'in önünde başlayan eylemde gerçekleşenler, sendikanın kontrolü tamamen kaybedebileceğini, işçilerin insiyatifi tamamen kendi ellerine alabileceğini bütün ülkeye göstermiştir. Bugün bu grevi engellemekten aciz kalan sendika ağaları, yarın işçilerin kitlesel öz-örgütlülüğü karşısında darmadağan olacaklardır.

 

26 Mayıs'ın Bilançosu

 

26 Mayıs'ta bir genel grevin gerçekleştiğini söylemiz mümkün değil. 26 Mayıs'ta ülke geneli bir yana, tek bir şehirde dahi hayat durmadı. Öte yandan, yazıda ifade ettiğimiz üzere, 26 Mayıs grevi, işçi sınıfının mücadele etmek isteyen ve sendikalara rağmen mücadele etme iradesine sahip güçlü bir kesimi olduğunu ortaya koyması bakımından önem taşıyor. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerindeki genel hoşnutsuzluğun yanı sıra, 24-25 Mayıs Türk-İş işgallerinin bu grevin gerçekleşmesinde çok ciddi bir payı olduğu kanısındayız. Eğer işçiler bu işgalleri gerçekleştirmiş olmasalardı, sendikalırın 26 Mayıs grevini engelleme gayesinin, tamamen olmasa da çok daha başarılı olacağını söylemek, kanımızca abartılı bir ifade olmayacaktır. Böylesi bir durum ise, hiç şüphesiz işçi sınıfı için ciddi bir yenilgi demek olacak ve işçiler arasında yaygın moral bozukluğu yaratacaktı. İşçilerin Türk-İş binası işgalleri, bu açıdan ülkede mücadele etmek isteyen bütün işçilere cesaret vermiş, işçi sınıfı hareketi tarihine geçecek öneme sahip eylemlerdir. 26 Mayıs'ta olanların kendisi de, pek çok işçinin sendikaları sorgulamasını getirecek nitelikte gerçekleşmiştir. 26 Mayıs, Türk-İş işgallerini gerçekleştiren işçiler için de kanımızca önem taşımaktadır. Başta Tekel işçileri olmak üzere, geçtiğimiz aylardaki mücadeleleri ile ülkedeki sınıf hareketinin başını çeken işçiler, bu eylem ile, güçlerinin ne olduğunu, sendikalarla savaşarak ne kadar işçiyi mücadeleye çekebileceklerini, ne kadar büyük bir etkileri olabileceğini görmüşlerdir. Bu deneyim, hiç kuşkusuz Türk-İş işgallerini gerçekleştiren öncü işçileri, bundan sonraki mücadelelerde paha biçilmez bir katkısı olacak çıkarımlar ve dersler ile silahlandırmıştır.

 

26 Mayıs'ı değerlendirirken, ister istemez 4 Şubat grevi ile de bir karşılaştıma yapmamız gerekmekte. Hatırlanırsa, 4 Şubat'ta konfederasyonların sonunda ilan etmiş oldukları grev, bir hayli sönük geçmiş, pek çok şehirde etkili olamamış ve o günlerde Ankara'nın göbeğinde devam eden Tekel mücadelesi için çok büyük bir moral bozukluğu kaynağı olmuş, daha öncesinde işçiler arasında hakim olan sendikalara genel grev ilan edilmesi için baskı yapma stratejisinin yerine Tek Gıda-İş sendikasının açtığı dava sürecinin sonuçlanması yönünde çaresiz bir bekleyişi hakim kılmıştı. 4 Şubat, adına genel grev denilmese de, sendikaların "genel grev" anlayışının mahiyetini de net bir biçimde ortaya koymuştu. Sözde grev kararını almış, grevi destekleyen, grevi gerçekleştiren dört konfederasyon, Türk-İş, Kamu-Sen, DİSK ve KESK, 4 Şubat'ı göstermelik bir grev olarak, bir grevden ziyade bir grevcilik oyunu olarak örgütlemişti. Bu bağlamda ülke genelinde, konfederasyonların engellemeye çalıştığı 26 Mayıs eylemlerine toplam katılımın, konfederasyonların örgütlediği 4 Şubat'a katılımın üzerinde olması şaşırtı değildir, ama sendikaların düzen için işlevini ifşa etmeleri bakımından anlamlıdır. İller genelinde ise 4 Şubat ile 26 Mayıs'ı karşılaştırırken gözümüze ilk çarpan, Kürdistan'daki katılım miktarındaki artış olmakta. 4 Şubat'a Kürt illerinde katılım cüzzi bir miktarda iken, 26 Mayıs'ta onbinlerce işçi greve gitti. Bunun yanısıra katılım miktarında ciddi bir fark yaşanan illerden bir tanesi de tabii ki Zonguldak oldu. 4 Şubat'ta bu ilde katılım bir hayli cılızken, 26 Mayıs'ta 15,000 işçi bu şehirde eylemdeydi. Kürt illeri ve Zonguldak kadar olmasa da, İstanbul'da da 26 Mayıs'a katılım 4 Şubat'ın üzerindeydi. En göze çarpan farklar bu şehirler olmakla birlikte, pek çok şehirde 26 Mayıs'a katılım 4 Şubat'ın üzerindeydi veya aşağı yukarı aynıydı. Bazı şehirlerde ise katılım 4 Şubat'ın bir miktar altındaydı. Öte yandan, 26 Mayıs'a katılımın genelde 4 Şubat'tan yukarıda olmasından daha önemlisi, 26 Mayıs ile 4 Şubat'ın sınıf mücadelesindeki yerinin ve etkilerinin karşılaştırılması olacaktır. Kanımızca 26 Mayıs, işçi hareketi açısından 4 Şubat'a kıyasla bir hayli olumlu bir yerde durmaktadır, zira sendikaların göz boyamak için gerçekleştirdikleri bir eylemden ziyade mücadele etmek isteyen işçilerin konfederasyonlara rağmen gerçekleştirdiği bir eylem olarak öne çıkmıştır. Kuşkusuz 4 Şubat grevine de mücadele etmek isteye pek çok işçi katılmıştı, fakat grevin genel olarak sınıf hareketine ve özellikle Tekel mücadelesine etkisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi kanımızca olumsuz olmuştu. Buna karşın, 26 Mayıs grevinin, işçi sınıfının sendikaların kontrolünden öz-örgütlülüğe geçiş sürecinde olumlu etkileri olabileceğini, bu yolda bir basamak sayılabileceğini düşünüyoruz.

 

Grev sürecinin sendikalara dair gösterdikleri, grevin gerçekleşmesinde öncü işçilerin Türk-İş işgalleri ile oynadıkları rol, sendikaların grevi engelleme konusunda başarısız olmaları, İstanbul'daki eylemlerden bir tanesinde sendika ağalarının kontrolü tamamen kaybetmeleri, pek çok şehirde sendika ağalarının protesto edilmesi gibi gelişmeler, sınıf bilincinin gelişimi açısından 26 Mayıs büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte, şunu da ifade etmeliyiz ki 26 Mayıs ve benzeri bir günlük eylemler, mücadelenin niteliksel olarak ileri gitmesini sağlamaya kadir eylemler değildirler. Şu aşamada, sermayenin kriz dolayısıyla işçi sınıfına karşı yönelttiği saldırıları karşılaması için, sınıfın güçlü bir kesiminin bir gün ile sınırlı kalmayacak bir biçimde mücadeleye girmesi gereklidir. Şunu açıkça ifade etmek gereklidir ki 26 Mayıs eylemi bu hususta işçi sınıfı için pratik, maddi bir kazanım elde edememiştir. 26 Mayıs'ın elde ettiği kazanım, Aralık ayından beri ülke genelinde güçlenmekte olan sınıf hareketine önemli dersler bırakabilmesi, deneyimden çıkartılabilecek bu derslerin gelecekteki kitlesel ve uzun erimli mücadelelerin yoluna ışık tutabilecek olmasıdır.

 

Gerdûn

 

Tags: 

Santana Otel’inden Henüz Kovulan Bir İşçiden Bazı Tavsiyeler

 

Merhaba İşçi arkadaşlarım...

 

Ben Santana Otel'inde henüz işe başlamış bir işçiydim ve üç günün sonunda hiçbir sebep gösterilmeden işten kovulduğum haberini aldım. Bu yazıyı yazmamın sebebi eski bir deyişle 'söz uçar yazı kalır' denir ya, işte o sebeple ben de iş sürecinde yaşadıklarımı ve neden kovulduğumu ele alan bir metin yazma ihtiyacı hissettim. Çünkü biliyorum ki bugün benim başıma gelenler, yarın sizin de başınıza gelebilir. Beni bir kardeşiniz olarak görmenizi ve söylediklerimi dikkate almanızı istiyorum.

 

Arkadaşlar hepimiz Santana Otel'i çalışanlarıyız, buradaki işlerin yürümesi bizim sayemizde olmakta. Bizler bu otelin yemeğini, temizliğini kısaca söylemek gerekirse her şeyini yapmaktayız. Bizler olmazsak, Santana Otel'i de olmaz. Çünkü bizler her gün emeğimizle burayı yeniden üreten değerleriz. Öncelikli olarak sizden isteğim bu otelin en önemli değerinin siz işçi kardeşlerim olduğunuzu fark etmenizdir. Günde 12 saat çalışıyoruz hem de asgari ücrete....haftalık iznimiz yok ayrıca iş sözleşmesinde geçen haftalık 45 saat maksimum çalışma süresini  aşmamıza rağmen fazla mesai ücreti de almamaktayız. Diyebilirsiniz ki, iş mi var da ben bu çileyi çekiyorum? . Çok haklısınız... Bu noktada söyleyecek sözüm yok, ancak bilmenizi istediğim nokta hiç kimse onursuz bir şekilde bu koşullarda çalışmaya zorlanamaz. Evet, bugün çok rahatlıkla yeriniz başka bir işçiyle doldurulabilir. Gene haklısınız... ama bu demek değil ki sizler böyle ağır koşullarda özür dileyerek söylüyorum "hayvanca" çalışmaya zorlanabilirsiniz. Ben, kendimin ve sizlerin haklarınızı koruduğum için bugün işten atıldım. Fazla mesaiyle çalışmanın yasal olmadığını belirttiğimden, haftalık iznimizi istediğimden, bana baskı uygulamak isteyen ustabaşımla tartıştığımdan bugün işten kovuldum... Bu sıraladığım gerekçelerin ne kadar "insani" ihtiyaçlar olduğunu fark etmenizi istiyorum.

 

Burayı, yani Santana'yı, sadece Santana değil tüm dünyayı yaratan sizin gibi işçiler. Tarihte Mısır'daki Piramitleri yapanlar da kölelerdi, tek farkları sizin gibi emeklerini istedikleri yere satamamalarıydı... Yani sizler 'özgürsünüz',  emeğinizi istediğinize satma özgürlüğünüz var bu özelliğiniz Mısır Piramitlerini yapan kölelerden sizi ayıran en önemli özelliktir. Peki, işyerinde maruz kaldığımız yıldırma, bastırma, susturulmaya nasıl karşı gelebiliriz? Dediğim gibi Santana Otel'i sizlersiniz. Üretimden gelen gücünüzü, çalışmaktan gelen gücünüzü, benim gibi haksızlığa maruz kalan işçi arkadaşlarınızı koruyarak ve kendi aranızda dayanışarak aşabilirsiniz ancak. Sizden ricam, size psikolojik baskı uygulayan ve sizi yıldırmaya çalışan 'ustabaşılarınızı' ve sizin üzerinizde baskı uygulayan her türlü unsura karşı beraberce direnmeniz ve haklarınızı ortak şekilde aramanızdır. Bu dünyayı üretenler biz isek, neden bir araya gelerek haklarımızı herkesin çıkarı için aramayalım ki? Bugün tekel işçileri hakları için direnerek 4-C yasasını nasıl geri çevirdiyse ve hakları için mücadele ederek tüm Türkiye'nin gündemine oturduysa, sizler de bunu başarabilirsiniz, çünkü sizler annesiniz, babasınız, emekçisiniz, işçisiniz, üretenlersiniz... Haklarımızı aramamıza tek engel, aramızda patron yalakası olan "Kral'dan daha Kralcı" lümpen işçiler ve "ustabaşı"lardır. Daha onurlu bir yaşam bizim elimizde, onu beraber kuralım ve çocuklarımız için güzel bir dünya yaratalım... Saygılarımla...

Santana Oteli Resepsiyonu'nun eski çalışanı bir işçi...

 

TEKEL İşçileri Spor Bakanını Taca Attı

Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak, bugün Cevizlideki Tekel İşletmesi Spor Tesislerine gitti. Bakanın geldiğini haber alan 20 kadar Tekel işçisi saat 3 civarında işletmeye geldi. Bakanı "Gün Gelecek Devran Dönecek, AKP halka hesap verecek", "İsrail uşakları" sloganları ile protesto etti. Korumalarla işçiler arasında yaşanan arbedede bir kadın işçi başından yaralandı. Bakan çareyi apar topar arabasına binerek kaçmakta buldu. İşçiler arabayı tekmeleyerek kovaladılar.

Kadın işçinin bir sağlık problemi olmadığı öğrenildi.

 

Tags: 

Tekel İşçileri Tek-Gıda İş Sendikası Önünde

 

Pazar günü, direnişimizin 14. gününde; saat 15.00'te bir grup arkadaşımızla Türkan Albayrak'ın direnişinin 100.gün etkinliğine katıldık. Aynı saatlerde Bilgesu Erenus çadırlarımıza ziyarette bulundu.
Saat 18.00'de Galatasaray Lisesi önünde toplanarak, taksim tramvay durağına meşaleli bir yürüyüş yaptık. Taksim metrodan sloganlarımızla çıkarak, sloganlarla ve tekel bayrağımızla toplanma yerine gittik. Tekel işçisinin yanında olan birçok demokratik kitle örgütü, aydın ve sanatçılar da destek verdiği yürüyüşte yaklaşık bin kişi vardı.
Sırrı Süreyya Önder, Cezmi Ersöz, Bilgesu Erenus, Sadık Albayrak, Memet Esatoğlu, Limter-İş Başkanı Kamber Saygılı, Türkan Albayrak destek konuşmaları yaptılar.
Açıklamada okuduğumuz basın aşağıdadır.

 

2. TEKEL Direnişinin 14. Gününde Yapılan Basın Açıklaması Metnidir

 

İş, Güvenceli İş Ortamı, Yeterli Ücret İçin 4 C İptal Edilsin!

Haklarımızı, Birleşik Mücadeleyle Alabiliriz:

İşçiler Sendika Yönetimine!

 

17.10.2010

Değerli Basın Emekçileri,

78 günlük Ankara Direnişimiz, işçi iradesi yok sayılarak 2 Mart'ta sona erdirilmişti.

 

2 Mart'ın üstünden 6 aydan fazla zaman geçti. Hükümet 4 C dayatmasından vazgeçmedi. Hala işimiz yok. Sağlık ve sigorta haklarımızdan yararlanamıyoruz. Sosyal güvencemiz yok.

 

TEKEL işçisi ne istiyor? İş, iş güvencesi, sendika hakkı. İnsanca yaşayacak ücret.

 

Hükümet ne veriyor? İşsizlik, güvencesizlik, sendikasızlaştırma ve sefalet ücreti.

 

Sendika ne yapıyor? Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunu bekliyor! Mücadele etmek isteyen işçileri "provokatör, eşkıya" diye suçluyor. Sendikaya işçilerin girişini polis marifetiyle engelliyor.

 

Değerli Basın,

AKP hükümetini iktidarı boyunca hiç yaşamadığı kadar zor duruma sokan TEKEL işçileri, ağır bedeller ödeyerek yürüttükleri 78 günlük zorlu mücadeleyi "tarihte bir olay" ya da çocuklarımıza anlatacağımız bir anı olsun diye yapmadık. Bu mücadelemiz sırasında ölen işçiler oldu. Ailelerimizden intihar eden çocuklarımız oldu. Yanlarında olsaydık önleyebileceğimiz maddi, manevi bir çok olay yaşadık.

 

Kararlılığımızı AKP hükümeti de gördüğü için 4 C'de kısmi değişiklikler yapmak zorunda kaldı. Ancak 4 C ortadan kalkmadı, işimiz ve iş güvencemiz hala yok.

 

Değerli Basın,

Sendikamızın mücadeleden havlu atmış olmasına öfkeliyiz. Bizi yarı yolda bırakmasına kızgınız. Bugün Tek Gıda-İş Genel Merkezinin önünde bekleyişimizin 14'üncü günü. Gelip görenler bilecektir, çadırlarımızı kurduk ve kadrolu iş hakkımız verilene kadar mücadele edeceğimizi ilan ettik.

 

Holding gibi sendika binasında bizim aidatlarımızla yaşayan sendikacılar sıcak odalarında yaşarken, bize sendikanın kaldırımında, yağmurun altında, soğukta çadırlarda yaşamak düştü.

 

İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika binası çevik kuvvet otobüsleri, zırhlı araçlar, tazyikli su panzerleriyle korunuyor. Kimden korunuyor? Bizden, işçilerden. Ankara'da polis yine karşımızdaydı ama sendika yanımızdaydı. Şimdi sendika da karşımıza geçti. Bu işte bir terslik yok mu?

 

Soruyoruz: 1 Nisan'da açıkladığı eylem takvimini, her ay Ankara'da olacağız, Ağustos'tan sonra süresiz olarak yeniden Ankara'dayız diye eylem kararını kamuoyuna açıklayıp sonra da uygulamayan sendika olur mu? Aldığı kararları uygulaması için demokratik baskı yapan işçilere, üyelerine "eşkıya" diyen sendika olur mu? Üyesini sendika binasına sokmayan sendikacı olur mu?

Kimse aklından çıkartmasın: Eğer Mustafa Türkel diye bir genel başkan, Tek Gıda-İş diye bir sendika varsa, işçilerin sayesinde var. İşçiler yoksa sendika da yoktur!

 

Değerli Basın,

Anayasa Mahkemesinin 4 C'yi iptal edeceğini, TEKEL işçilerine kadrolu iş olanağı vereceğini kimse iddia edemez. Özellikle referandumun ardından bu ihtimal daha da azalmıştır. Anayasa Mahkemesine başvuru yapılmış olması mücadele etmemize engel değil.

 

Nitekim 4 C'nin iptal başvurusu yüksek mahkemeye yapıldıktan sonra sendikanın kararıyla 1-2 Nisan'da Ankara eylemini yaptık. Tek Gıda-İş her ay Ankara'da olacağız eylem kararları, dava mahkemedeyken karar altına alındı.

 

Tek Gıda-İş yönetimi aldığı kararları uygulamayarak işçiden koptu. Mücadeleden vazgeçti. İşçinin gözünde iki Mustafa yani "Kumlu ve Türkel" arasında  fark kalmadı.

 

Değerli Basın,

TEKEL mücadelesinin bize öğrettiği bir gerçek, sayımız ne olursa olsun, haklı ve meşru bir mücadele her zaman başarıya ulaşacaktır. Bu nedenle bugün binlerce işçinin vicdanı, kararlılığı ve temsiliyetiyle bu mücadelede yer alıyoruz.

 

İkincisi, işçilerin hükümete ve patronlara karşı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri sendika yönetimleri. Sendikalarda koltuk çıkarları işçilerin çıkarlarının üzerinde yer alıyor. Yolsuzluklar almış başını gidiyor. Sendikalar denetlenemiyor. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika bürokrasisi işçinin önüne geçen, onu frenleyen en önemli güçlerden biri.

 

Öyleyse, mücadelemizi büyütmeliyiz. Sendika ağaları tabii ki bize engel olacak. Sayımızı çoğaltmak, birlikte mücadele edersek mümkündür. İşçi sınıfından yana tüm sendikacıları, demokratik kitle örgütlerini, siyasi partileri ortak hedeflerimiz için yan yana gelmeye çağırıyoruz. Bundan böyle ağa, ağayı, bürokrat bürokratı, işçi işçiyi destekleyecek.

 

Demokratik, şeffaf, kirlenmemiş bir sendikaya olan ihtiyaç çok açık. Tüm sendikalarda işçilerin ve emekçilerin denetimini sağlamak üzere birleşmeliyiz. Sendikalar, işçiler için sendikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir. Hak alıcı bir işçi hareketi için, işçilerin sendikalaşmasını destekleyelim, sendikaların başındaki bürokratları kovalım.

 

Herkese iş, iş güvencesi, güvenli gelecek için, 4 C kaldırılsın!

İş, güvenceli iş ortamı için birleşik mücadeleye! Yaşasın İşçilerin Birliği!

 

TEKEL İŞÇİLERİ

TEKEL GÜNLÜĞÜ

DİRENİŞİN 17. GÜNÜ - 20.10.2010

 

Yine; yeni bir güne günaydın, diyerek kalktık. Pınar Sağ geldi ziyaretimize. Yanımızda olduğunu ve bizi desteklediğini söyledi. Akşam saatlerinde 2 arkadaşımız HSGGP'ye tekel direnişiyle ilgili bildirilerimizle bilgi vermeye gitti. Bizi destekleyeceklerini söylemişler. Bir arkadaşımız da gene aynı platformun merkez toplantısına gitti. Bizim de içinde olduğumuz 4 gündem maddesi tartışılmış. Onlar toplantıdayken bir gurup genç geldi ziyaretimize şarkılar türküler söyledik. Halaylar çektik.

HSGGP'de, Cumartesi akşamı 18.30'da AKP'ye bir yürüyüş düzenlenmesi kararı alınmış. Boş durmak yok.

 

 

DİRENİŞİN 18.GÜNÜ - 21.10.2010

 

Yoğun bir gündü. Sabah kahvaltı yaparken Metin'e telefon geldi.

Cumhuriyet gazetesine Mustafa Türkel bir demeç vermiş. Gazeteyi aldık, aynen şöyle yazıyordu: Anayasa Mahkemesi'nin kararını beklediklerini, söz konusu işçilerin (yani bizim) ne yapmaya çalıştığını anlayamadığını söylemiş. Aynı zamanda " Tekel Direnişi boyunca, direnişi provoke etmek isteyen bir grup, neredeyse hareketi sekteye uğratmaya çalışıyorlar, söz konusu işçilerin ne yapmaya çalıştıklarına anlam veremiyorum" demiş.

Bunun üzerine basını da köşe yazarlarını da arayarak haber yapmalarını istedik. NTV geldi. Cumhuriyet gazetesiyle birlikte Pınar Sağ geldi. Dün söz vermişti ıspanak pişirmiş bize. Oldukça güzel ve lezzetliydi. Ellerine sağlık Pınar Sağ. Güzel sesinden de türküler söyledi.

 Elektirik Mühendisleri Odası'ndan  geldiler . Kahvaltılık getirmişler.

 

 

DİRENİŞİN 19. GÜNÜ - 22.10.2010

 

Yine yazılar, yazılar. Türkel sessizliğini bozdu. 3 gündür gazetelerde demeçleri var. Sürekli bize  saldırıyor. Ne olduğumuzun belli olmadığından, ne yapmaya çalıştığımızı anlamadığına kadar her şeyi haykırıyor basına.  Çizmeci Gıda'da ki işçilerin direnişini de 16. gününde mücadeleye sokakta devam edeceğiz diye bitiren bir Türkel klasiğine daha tanık olduk bu sabah.

Akşam Kadıköy'de Moğollar'ın konseri vardı. Cahit  Berkay'la görüştük direnişimizin duyurusunu yaptık. Ardından da NTV 'yi ve Levent Kırca'yı aradık tv programı için, yardımcı olacaklar.

Akın Birdal'la görüştük. Hafta içi meclise çağırdı. Biz bu direnişi onurumuzla bitirdiğimizde karşımızdaki herkes utanç duyacak kendisinden.

 

 

DİRENİŞİN 20.GÜNÜ - 23.10.2010

 

   Yoğun bir gün. Akşam yürüyüş var, Şişli Camisi'nden AKP ye. Çadır kalabalıktı bugün.  Gençler yardıma geldiler.  Pankartlar, dövizler hazırlandı yola çıktık hep birlikte. Şişli Camisi'nin önünde toplandık. Yürüyüş pozisyonuna geçtik kalabalıktı. AKP'nin  önünde Tek Gıda'nın önü gibi polis barikatıyla kapanmıştı. İski , İtfaiye İşçileri, Aynur Çamalan  tersane işcileri vardı, Türkan Albayrak da oradaydı. Grup Yorum da geldi. Türkan Albayrak konuşma yaptı. Basın açıklamamızı Hüseyin Abi okudu yürüyüş bitince çadıra döndük.

 

 

DİRENİŞİN 21. GÜNÜ - 24.10.2010

 

Bugün sessiz sakin bir gün. Ara ara ziyaretçiler gelip gidiyor. Akşam arkadaşlarla toplantı yaptık güzel bir sohbetti ama üşütmüşüm. Keyifsizdim ve de çok başım ağrıyordu.

Tersane işçilerinin basın açıklaması vardı. Arkadaşlardan bir kısmı destek için gittiler, çok istediğim halde gidebilecek durumda değildim, bir ağrı kesici aldım yattım, uyumuşum. Kalktığımda baş ağrım kesilmişti.

Buraya gelen  arkadaşlarla  sohbet ettik, anlamlıydı. Arkadaşlar da gelince "Demir Çeneli Melekler" diye bir film vardı onu izledik. Şu anki durumumuzla ilgili çok güzel mesajlar veriyordu. Beynimin bir köşesine kazıdım. Kadınların seçimlerde oy kullanma hakkıyla ilgili bir filmdi. Çok mücadele verdiler. İnançlı ve kararlıydılar. İşkencelere maruz kaldılar ama o inançlılık ve kararlılık onların zaferiyle sonuçlandı ve daha iyi anlaşılıyor ki kararlılık kazanım için büyük bir adım.


RAHATSIZLANAN İŞÇİ ARKADAŞIMIZ HAKKINDA BİZE ULAŞAN E-MAİL

Merhaba

1)      ARKADAŞIMIZ RAHATSIZLANDI!

2)       tekel direnişimizde  başından beri direnişte olan arkadaşımız, Salih İnceağaç şeker hastasıdır.

Arkadaşımız direnişimizin 23. gününde (bugün) saat 12.30 civarında,şekerinin 30'a düşmesi sonucu rahatsızlandı. Çağrılan ambulansca ilk müdahalesi yapıldı. Müdahaleyi gerçekleştiren doktor, şekerin 30'a düşmesinin hayati tehlike yarattığını, şekerinin biraz daha düşmesi durumunda hayatını kaybedebileceğini belirtti.

Arkadaşımız, yapılan müdahale sonucu iyi durumdadır.

Sağlığında yaşanan bu olumsuzluk, yaşadığımız koşullar neticesindedir. Gelişebilecek her olumsuzluğun sorumlusu, Tek Gıda -İş sendikası Başkanı ve yöneticileri olacaktır. Kamuoyuna duyururuz. 26.10.2010

      3) ilk 16 günümüzde yaşadıklarımızı arkadaşlarımızın kaleminden yayınlamıştık. 17. günden 22. günü kadar olan kısmını ekte gönderiyoruz.

 

 

      4) direnişimizi ziyaret ederek destek veren pınar sağ ve grup yorumla ilgili video görüntülerini ve direnişimizle ilgili her türlü gelişmeyi blog adresimizden  tekeldirenisi2010.blogspot.com
takip edebilirsiniz.

 

      5) sesimizin daha fazla kişiye ulaşması için size gönderdiğimiz bu maili elinizdeki adreslere göndermenizi rica ediyoruz

 

sevgi ve selamlarımızla...

 

DİRENİŞTEKİ TEKEL İŞÇİLERİ

--
HER YER TEKEL HER YER DİRENİŞ!
4 C'YE KÖLE OLMAYACAĞIZ!
İŞİMİZİ VE HAKLARIMIZI İSTİYORUZ!

tekeldirenisi2010.blogspot.com

 

 

Tags: 

Yarın ne olacak?

 

Bugün genel grevin gerçekleşmesi, emekçilerin Tekel işçilerinin mücadelelerinin kendi mücadeleleri olarak gördüklerini gösteriyor. Emekçilerin birçoğu kendilerinin bu saldırılardan doğrudan etkileneceklerini görebiliyor. Türkiye'de, hükümetin özelleştirmeler yoluyla daraltmayı hedeflediği büyük bir kamu sektörü var. Bugün Tekel'de olanlar yarın diğer sektörlerde olacak. Tekel işçilerinin bugün doğrudan maruz kaldığı saldırılara yarın diğer sektörlerdeki işçiler maruz kalacak. Kamuda farklı isimlerle, farklı sektörlere dayatılan bu çalışma koşulları, özel sektör için de geçerli. Bunun yanı sıra giderek artan işsizliği düşünüldüğünde işçi sınıfının tümünün yaşam koşullarına ne denli büyük bir saldırının gerçekleştiğini görmek zor değil. Her birimiz kendi hayatımızın ne kadar yoksullaştığını zaten biliyoruz ama önemli olan kamuda olsun özel sektörde olsun bu saldırının genel bir saldırı olduğunun farkına varmak. Tekel işçilerinin onurlu mücadelesi, bu koşullar altında tüm işçi sınıfına bir umut oldu. Bugün onların kazanması, tüm işçi sınıfının kazanması anlamına geliyor. Bu mücadele çalışma ve yaşam koşullarına yöneltilen genel saldırıyı durdurma gücüne sahip.  Tam da bu nedenle, emekçilerin bugün neden grevde, sokaklarda olması gerektiği çok açık.

 

Peki yarın ne olacak? Binlerce işçi, yağmura, kara, soğuğa rağmen 52 boyunca Türk-İş binasının önünde beklediler ve sendikaları bir günlük grev ilan etmek zorunda bıraktılar. Fakat bu grev tek başına, hükümetin ekonomik programının çok önemli bir parçasını değiştirmesi için yeterli olmayacaktır. Grevin ardından Erdoğan, büyük ihtimalle kararından vazgeçmeyecektir.

 

Sendikaların bu grevin ardından ne yapacağını hep birlikte göreceğiz fakat etkili bir rol oynayacakları oldukça şüpheli. Sendikaların bu grevin çağrısını yapmaları çok uzun sürdü. Aslında bu çağrıyı yapmalarının nedeni de işçilerin güvenini tamamen kaybetmekten korkmaları oldu.  17 Ocak'taki mitingden sonra Türk-iş binasında Mustafa Kumlu'yu arayan işçiler "İşçi düşmanı, AKP'nin uşağı" sloganları atıyorlardı. Birçok işçi, bu süreçte sendikaların işçilerin çıkarları için çalışmadığının farkına vardı. Bunu, Batman'dan bir tekel işçisinin şeker işçilerine yazdığı mektup açıkça dile getiriyordu: "Emekçi, onurlu Şeker İşçisi kardeşlerimiz, Bugün Tekel İşçisinin vermiş olduğu onurlu mücadele tüm emekçilerin, hakları elinden alınanlar için tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı tepmemek adına siz emekçi kardeşlerimizi de bu onurlu mücadelenin içinde görmek bizi daha çok sevindirir ve güçlendirir. Arkadaşlar özellikle şunu belirtmek istiyorum ki şu an sendikacılar sizlere "Biz bu işi çözeriz" diye umut vaat edebilirler. Ama biz de aynı süreçten geçtiğimiz için şunu çok iyi biliyoruz ki onlar tuzu kuru ve hiçbir hayat endişesi olmayan insanlar. Ama emeği elinden alınacak, hakları gasp edilecek olan sizlersiniz. Bugün bu mücadelede yer almazsanız yarın sizin için çok geç olabilir. Sonuçta siz olmazsanız da bu mücadele zaferle sonuçlanacak, bundan herhangi bir kuşku ve endişemiz yoktur. Çünkü şunu iyi biliyoruz ki emekçiler tek vücut olunca başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Bu duygularla bütün Tekel İşçileri adına sizi saygı ve tüm içtenliğimle selamlıyorum."

 

Tekel işçileri bu mücadeleyi devam ettirmekte kararlı. Yapılan referandurumda %99 devam oyu kullanıldı. Sadece 28'i yani %1'den azı 4C koşullarını kabul etti. Fakat bu kararlılık kazanmak için yeterli değil. Burada bulunan herkesin anladığı üzere gerekli olan dayanışma ve birliktir.

 

Tekel işçileri, diğer emekçilerden destek almaya, onların da eyleme geçmesini sağlamaya çalıştı. Fakat mücadelenin yayılmaması, onları açlık grevi gibi eylemlere sürükledi. Fakat bu diğer sektörlerde hiç mücadele olmadığı anlamına gelmiyor. Onlar da mücadele etme isteği gösteriyorlar. İtfaiyecilerin, demir yolu emekçilerinin, hastane emekçilerinin ve diğerlerinin mücadeleleri bunu açık ifadeleridir. Fakat bu kıvılcımlar tek başına kaldığında sönmeye mahkûmdur ancak onların buluşması, bir yangına dönüşmesi ile kazanabiliriz.

 

Yarın Tekel işçileri Türk-İş önünde mücadeleye devam ederken biz ne yapacağız? Bu eylemi ardından, işlerimize geri dönüp hayatlarımıza devam mı edeceğiz? Her emekçi için sorun bu mücadeleye nasıl devam edebileceğimiz, bu mücadeleyi nasıl geliştirip yayabileceğimizdir. Tekel işçilerini düzenli olarak ziyaret etmek, işçi arkadaşlarımızla bu mücadeleyi geliştirmek için neler yapabileceğimizi tartışmak için toplanmak, TEKEL işçilerini konuşmaları için bu toplantılara davet etmek bu mücadelenin gelişmesi için yapabileceklerimiz. En önemlisi ise tüm bunların gerçekleşmesi için sendikalara bel bağlamamamız, kendi işimizi kendimiz yapmamız gerekiyor çünkü onlar bizim adımıza bizim için hareket etmediler; etmeyecekler. Yarın Tekel işçilerine ne olacağının sorumluluğu emekçilerin ellerindedir, aynı bu mücadeleyi kazanma gücünün emekçilerin kendi ellerinde olduğu gibi.

 

Tags: 

Ömer Dinçer ve Şilili Madenciler

 

37 Şilili madencinin yeraltındaki çilelerinin son bulduğunu öğrendiğimiz gün başka bir maden faciası haberi aldık. Bu sefer haber, Çin'den geliyordu. 20 madenci ölmüş, 20 madenci de yeraltında mahsur kalmıştı. İş kazalarında dünya çapında 20.000 ölüme neden olan bu tehlikeli endüstride Çin sadece üretimde değil aynı zamanda ölüm oranlarında liderliği elinde tutuyor. Resmi rakamlara göre, geçen yıl, Çin'de madencilik sektöründe 2.631 işçi hayatını kaybetti ki birçok kaynak resmi rakamların gerçeğin çok altında kaldığını ve ciddi biçimde sorunun görmezden gelindiğini düşünüyor.

 

Şükürler olsun Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer, Türkiye'de hiçbir zaman böyle bir sorun yaşanmayacağı konusunda bizi bilgilendirdi. Bakana göre, Şili'de kurtarma çalışmalarını abartıyorlardı. Türkiye'de böyle bir şey yaşanmış olsaydı, üç gün içersinde madenciler kurtarılmış olurdu.

 

Zonguldak Karadon'daki maden kazasının ardından altı ay geçmesine rağmen göçük altında kalan iki madencinin cesetlerinin hala yeraltında olduğu ve yetkililerinin cesetlerin çıkarılıp ailelerine teslim edilmesi için konuyu gündemlerine dahi almadığı bir ülkede yaşarken bakanın bu yorumları bir hayli garip görünüyor.

 

Yaşadığımız ülkede, geçen yıl 62 maden kazasında 92 madenci hayatını kaybetti. Bu yıl, Mayıs ayında Zonguldak'daki Karadon madeninde 30 işçinin, Şubat ayında Balıkesir Dursunbey'de 17 işçinin öldüğü büyük facialar ve çok sayıda da küçük kazalar yaşandı. Tabiî ki de tüm bu kazalar hükümetin bize anlattığı gibi kaderdi ve madenciler güzel ölmüşlerdi.

 

Şile'de de durum daha iyi değil. Son kazadan önceki aylarda hükümete madenin güvenli olmadığını ve üretimin durdurulması gerektiğini söyleyen birçok rapor gelmişti fakat açık ki çok dikkate alınmamıştı. Yeraltında mahsur kalan işçiler kurtulduklarında ise bir sürprizle karşılaştılar. Yer altında geçirdikleri süre için ücretlerinin kesilecekti. Patronları muhtemelen karları arttırma ihtiyacı ile düşük güvenlik koşullarında çalıştırdığı işçilerin yeraltında 68 gün boyunca özgürlüklerinden mahrum kaldıklarını değil de tatilde falan olduklarını düşünüyor.

 

Türkiye Taşkömürü Kurumu istatistiklerine göre, 1995 ile 2009 yılları arasında, 2.687 işçi hayatını kaybetti, 326.321 işçi de maden kazalarında yaralandı. Daha kötüsü ise 2004 yılında madencilik sektöründeki yapılan yeni düzenleme ile birlikte maden kazalarında işçilerin ölüm ve yaralanma oranlarında ciddi bir artış oldu. Özellikle altın madenlerinde güvenlik koşulları konusunda kötü bir sicile sahip olan Güney Afrika'da ise son birkaç yılda maden kazalarında ölüm oranları düştü. Bunun nasıl gerçekleştiği ise oldukça ilginç. Aynı şirkette çalışan işçiler, ne zaman bir işçi kazada hayatını kaybetse 24 saatliğine işi durdular. Grevlerin neden olduğu kar kaybı ise maden sahiplerinin iş güvenliğine daha çok dikkat etmesini sağladı.  

 

Sabri

 

İSKİ İşçilerinden Çirkin Saldırılara Cevap

 

Asağıda yayınladığımız yazı, www.iskiiscileri.com adresinde, İSKİ işçileri genelinden bağımsız bir biçimde, site şifrelerini ele geçiren bir unsur tarafından yayınlanmış olan, ve 2 Mayıs'ta 'İşçi' Filmleri Festivali'nde olaylar için direnişteki işçileri suçlayıp festivali düzenleyenleri aklayan, dışarıdan unsurların manipule etmiş olduğu bir basın bildirisine yanıt olarak İSKİ işçileri tarafından yazıldı. İşçileri bu yazıyı yazmaya iten, burjuva solunun kimi yapılarının bulaşmış olduğu iddia edilen tertip, direnişteki işçilerin birliklerini parçalamak ve mücadelelerini baltalamak amacı gütmektedir. Bu bağlamda İSKİ işçilerinin ortaklaşa olarak verdikleri bu yanıt kanımızca çok büyük önem taşımaktadır. İSKİ işçilerinin sitelerinden kaldırmış oldukları tertip yazısı ise, halen Halkevleri denilen örgüte yakınlığı ile bilinen sendika org isimli sitede yayınlanmaktadır.

EKA


Sitemizde 07.05.2010 tarihinde yayınlanan "56. Gününde İSKİ Direnişi" başlıklı basın bildirisi Direnişteki İski işçilerinin görüşü ve onayı alınmadan 1 kişi tarafından kaleme alınmış, dışarıdan manipule edilmiş, emrivaki bir tertiptir. Bu yazıyı direnişteki İSKİ işçileri olarak tekzip ediyoruz.

09.04.2010 tarihinde Tekel, İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter Metal, Esenyurt Belediye, Atık Kağıt ve ATV-Sabah direnişçileri olarak kurduğumuz platform: "Herbirimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya hayır demek için, ücretlerini alamadığı için, işten atıldığı için, taşerona hayır demek için ve güvencesizlikle mücadele etmek için direnişteyiz. Bir araya gelmemiz ve birlikte mücadele etmemiz gerektiği üzerinden, sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve birleşe birleşe kazanacağız sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için toplandık. Bundan sonraki süreçte işçi sınıfına dönük saldırıları püskürtmek, direnişlerimizin dayanışmasını sağlamak, uğruna bedeller ödediğimiz 1 Mayıs'a direnişlerimizin ortak iradesiyle yürümek, 1 Mayıs'ı ve sınıfın gündemlerini belirleyenin ihanetçi sendika bürokrasisi değil işçiler olması gerektiğine inandığımız için direnişteki işçiler platformu altında birleştik." açıklamasıyla kendi ilan etmiştir.

Biz İSKİ işçileri, 1 Mayıs işçi ve emekçi bayramına damgasını vuran, kürsü işgalini gerçekleştirerek Mustafa Kumlu'yu AKM binasına sığınmak zorunda bırakan eylemi bilfiil örgütleyen Direnişteki İşçiler Platformunun bir bileşeniyiz.

30 Nisan'da Direnişteki İşçiler Platformu olarak yayınladığımız "1 Mayıs'ın ve kürsünün gerçek sahibi işçi sınıfıdır, öncü işçilerdir, direnişteki işçilerdir!" sloganını kendine şiar edinen bildirimizde kürsüyü işbirlikçi sendika ağalarına bırakmayacağımızın net bir mesajını vermiştik. Kararlılığımızı, Taksim 1 Mayıs'ında kürsüden direnişteki işçiler olarak sınıf haini Kumlu'yu konuşturmayarak, meşru söz hakkımızı sendika ağalarının baskı ve engellemelerine rağmen fiilen kullanarak gösterdik.

1 Mayıs'ta yankı yaratan eylemimizi takiben, 2 Mayıs'ta beşincisi düzenlenen Uluslar arası İşçi Filmleri Festivaline davet edildik. Direnişimizin bilincine ve dayanışmacı ruhuna yaraşır biçimde festivale katıldık. Tertip komitesi Direnişteki İşçiler Platformu'ndaki direnişçilerin, protokolde oturacağı ve kürsü kurularak kendilerine söz hakkı verileceği yönündeki ifadelerine rağmen sözlerinin arkasında durmamıştır. Daha da ileri giderek biz Direnişteki İşçilerle Mustafa Türkel ve diğer sendikacıların protesto edilmemesi için pazarlık yapmaya yeltendiler. Bunu da "burası eylem yeri değildir" gibi sözlerle meşrulaştırmaya çalıştılar. Buna pabuç bırakmayacağımız anlaşıldığı anda da, bizi kendileri davet ettiği halde, biz direnişteki işçilere oturacak koltuk dahi göstermeyerek "Arka taraflarda bir yerde durun" diyebildiler. "Eğer protesto etmekte ısrarcıysanız, buradan gidin", gibi tarih ve sınıf bilinciyle çelişen bir ifadeyi kullanabildiler. Bu noktadan sonra biz direnişteki işçiler olarak "Kahrolsun sendika ağaları, Satılmış sendika istemiyoruz" sloganlarımızla salonu terkederken, protokolde zaten Mustafa Türkel'in oturtulmuş olduğunu gördük. Bu hayret verici tutum karşısında protestomuzu Rüya Sineması önünde oturma eylemi biçiminde devam ettirdik.

1 Mayıs'ta platformumuzun tutarlılığının ve kararlılığının bir göstergesi olan kürsü işgalinin pek çok kesim tarafından desteklendiğinin ve sahiplenildiğinin gerçekliği ortadayken, 2 Mayıs'taki festivali düzenleyenlerin, 1 Mayıs'ta kendini gösteren; kürsüyü işçiye kapayan gerici zihniyetle paralellik göstermiş olması manidardır.

1 Mayıs'taki sendikal bürokrasiye karşı işçi inisiyatifiyle yapılan kürsü işgalini destekler görünenlerin, ertesi günkü festivale 1 Mayıs'taki (ve hatta 2 Nisan'daki) işçi protestolarına konu olan sendika bürokrasisinin başlıca temsilcilerinden Mustafa Türkel'i -hem de protokol konuşmacısı olarak- davet edilmesini samimiyetsizlik olarak değerlendiriyoruz.

Direnişteki İşçiler Platformu'nun bir bileşeni de olan biz İSKİ işçilerinin çabası, işçi sınıfının mücadele inisiyatiflerini geliştirmektir. Bunun başlıca engellerinden olan hain sendika ağalarını her ortamda ve her alanda protesto edecek ve konuşturmayacağız.

İSKİ Direnişçileri
14 Mayıs 2010

 

İşçi Filmleri Festivali mi?

Mücadeleci işçilerin kaleme aldığı, 2 Mayıs'ta İstanbul'daki İşçi Filmleri Festivali'nde, festivali duzenleyenler ile festivale çağırılmış işçiler arasında çıkan olayları açıklayan bu yazıyı sitemizde yayınlıyoruz. Sendika patronlarına her dünyayı dar eden mücadeleci işçilerin kararlılığının ve kaleme aldıkları metnin netliğinin önemini ayrıca vurgulamak istiyoruz.

"Biz Direnişteki İşçiler Platformu olarak (Tekel, İSKİ, İtfaiye, Samatya, Marmaray, TÜBİTAK, Atık kağıt İşçileri, Esenyurt Belediye İşçileri, Sinter Metal işçileri, ATV-Sabah grevcisi) 2 Mayıs günü İşçi Filmleri Festivalinin açılışına davet edildik. Taksim Meydanından Rüya Sinemasına yürüyüşle geldiğimizde önde 2, 3, 4, ve 5. sıralardaki koltukları direnişteki işçilere ayırdıklarını bildirdiler. Bizleri bu koltuklara oturttuktan sonra programı konuşmak için başka bir odaya çağırdılar. İçeriye girdiğimiz andan itibaren konuşmaların nasıl yapılacağı konusunda mutabık kaldıktan sonra protokolden davet ettikleri başta Mustafa Türkel ve diğer Türk-İşli sendika ağalarını protesto etmememiz konusunda bir pazarlık başladı.

Bizler Direnişteki İşçiler Platformu olarak işçileri satan, işçilerin mücadelesinde barikat oluşturan, işçi mücadelelerinin içini boşaltan sendika ağalarına karşı sessiz kalamayacağımızı açık bir şekilde belirttik. Ve sendika ağalarının konuşacağı zaman salonu sessiz bir şekilde terk ederek protesto edeceğimizi bildirdik. Ve bu konuda anlaştıktan sonra salona girdiğimizde bize ayırdıklarını söyledikleri koltuklara sendika ağalarını oturtmuşlardı. Bize de salonun bir kenarında beklememizi, beğenmiyorsak çıkıp gitmemizi söylediler. Bunun üzerine biz direnişteki işçiler olarak bu tutumu protesto ederek Kahrolsun sendika ağaları, Satılmış sendika istemiyoruz, Direne direne kazanacağız! sloganları atarak salonu terk edip Rüya Sineması önünde bir saatlik oturma eylemi yaptık.

Oturma eylemi sırasında yanımıza gelen tertip komitesi bizim yaptığımızı eleştirerek bunun organizasyon hatası olduğunu ve yerlerin bilinçli olarak doldurulmadığını iddia etmişlerdir.

Ancak bizler bilmekteyiz ki bu, sendika ağalarını sessiz bir şekilde salonu terk ederek protesto etmemizi engellemek için yapılmış bir hamledir. Bu tartışmalar sırasında Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, yaptığımız bu oturma eylemini kastederek Şu saatten sonra yaptıklarınızı Halkevlerine yapılmış sayıyoruz dedi. Sendika eleştirecekseniz yerleri bellidir şeklinde konuştu. Biz direnişteki işçiler olarak adını işçilerden almış, özünü işçi direnişleriyle oluşturmuş bir festivalde, işçilere ihanet eden, direnişleri satan, sınıf mücadelesinin önünde barikat oluşturan sendika ağalarını protesto edemeyeceksek bunun yeri neresidir?

Tüm mücadelelerin önünde engel oluşturan sendika ağalarının böyle bir etkinliğin onur konuğu olarak ağırlanmasını kınıyor ve buradan tüm emekçilere ve emek dostlarına bu vesileyle sesleniyoruz: Adını sınıftan ve mücadeleden alan her türlü etkinliğe sınıfa ihanet etmiş sendika ağalarının çağrılmasını protesto ettiğimizi ve bundan sonra sendika ağalarının katıldığı her etkinliğe gelerek bu ihaneti protesto edeceğimizi duyuruyoruz. 1 Mayısta kürsüyü gerçek sahiplerine veren biz direnişteki işçiler olarak, tüm kürsülerde sadece mücadele eden işçilerin, emekten yana mücadele veren ve ağır bedeller ödeyen devrimcilerin olması gerektiğine inanıyoruz."

Basına ve tüm emek kamuoyuna duyurulur.
Direnişteki İşçiler Platformu

 

Tags: 

İşçiler, Konfederasyonların "Teşhir ve Tecrit" Tehdidini Boşa Çıkardı

İşçiler, Konfederasyonların "Teşhir ve Tecrit" Tehdidini Boşa Çıkardı: 1 Mayıs 2010'un Mücadele Ateşi Türk-İş İşgallerinde Yanıyor

24-25 Mayıs tarihlerinde gerçekleşen Türk-İş binası işgallerine dair, İstanbul'da bu eylemi gerçekleştirmekte olan işçilerin yaptığı açıklamayı internet sitemizde yayınlıyoruz. Bilindiği üzere, 24 Mayıs'ta Tekel işçileri, sendika konfederasyonlarının 26 Mayıs genel grevine dair tutumlarına karşı çıkarak Türk-İş İstanbul 1. Şube binasını işgal ederek binadan "İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor", "Türk-İş'ten hesap soracağız" yazılı pankartlar sarkıttılar. 24 Mayıs günü İstanbul işçi sınıfının özellikle şu anda mücadele etmekte olan kesimlerinden büyük destek gören işgal eylemi, 25 Mayıs'ta ülke genelinde çeşitli şehirlere sıçradı. Bu tarihte İzmir, Ankara, Diyarbakır, Adana ve Samsun'da başta Tekel işçileri olmak üzere mücadeleci işçiler çeşitli Türk-İş binalarını işgal ettiler veya etmeye çalıştılar. Samsun'da birkaç saat süren işgalin ardından işçiler 26 Mayıs grevinin ardından binaya geri dönebileceklerini ifade ederek eylemlerini bitirdiler. Adana'da binayı işgal etmeye çalışan işçiler polis ve sendikacıların şiddetli saldırısına maruz kaldılar. İşçilere saldıranlar arasında Türk-İş 4. Bölge Başkan Yardımcısı Edip Gülnar da vardı. İşçilere küfürler savuran sendikacıya işçiler "Edip Gülnar'dan hesap soracağız" diyerek yanıt verdiler. Diyarbakır'da işçilerin Türk-İş binasını işgal edeceğini öğrenen sendikacılar, çareyi binanın kapılarını kilitleyip kaçmakta buldular, işçiler ise bunun üzerine bina önünde oturma eylemi yaptılar. Ankara'da Türk-İş Genel Merkez binasını işgal etmeye çalışan işçiler önce sendikanın güvenlik elemanları, ardından ise polis tarafından saldırıya uğradılar, altı kişi gözaltına alındı. İşgale destek vermek için yola çıkan Tekel Ankara işletmesi işçileri de yol da alıkonularak gözaltına alındılar. Ankara'da gözaltına alınanlar akşam saatlerinde serbest bırakıldılar. İzmir'de ise Tekel işçileri Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal ettiler. İşçilerin işgaline, kısa bir süre içerisinde onlarla dayanışmak için motorlu taşıt işçileri ve belediye işçileri de katıldı, sonrasında ise mücadele içerisindeki UPS işçileri işgali desteklemek için binanın girişinde eylem yapmaya geldiler. İşçiler, Türk-İş'in yapılan eylemleri desteklediğini ilan eden ‘muhalif' kanadından bürokratları da protesto ettiler. Aynı gün, İstanbul'da da, daha önce eylemlerini desteklediğini ilan etmiş olan Tek Gıda-İş sendikasının 26 Mayıs'ta 1 saatlik grev yapacağını ilan etmesi üzerine, işçiler ‘muhalif' Türk iş bürokratlarını protesto ettiler ve "Bizim için Kumlu da Türkel de aynı" dediler.

Yayınladığımız açıklamada yapılan sendikalara sahip çıkılması vurgusunun, sendikaların kurulu düzene eklemlenmiş niteliği ve yapılarından kaynaklı olarak mümkün olamayacağı kanısındayız. Öte yandan işçi mücadeleleri için gerçek alternatifi de yazıda öne atılan birleşik emek meclisleri oluşturulması fikrinde görüyoruz. Zira geçtiğimiz yüzyıl içerisinde işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine almaları ve ileri taşımaları, bütün işçilerin bir parçası olacağı kitlesel işçi toplantıları gibi öz-örgütlülük biçimleri ile gerçekleşmiştir. Son dönemdeki mücadeleleri ile bütün ülkedeki işçi sınıfına örnek teşkil eden işçilerin böylesi bir çağrı yapmış olması kanımızca ülkedeki sınıf hareketi için çok büyük önem taşımaktadır. Şüphesiz yapılan Türk-İş işgallerinin kendileri de, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihine geçecek öneme sahiptir.

EKA


Haklarını arayan işçiler, konfederasyonların "teşhir ve tecrit" tehdidini boşa çıkardı: 1 Mayıs 2010"un mücadele ateşi Türk-İş Bölge Temsiciliklerinde yanıyor...

Dört konfederasyon (Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen) 22 Şubat'ta, Tekel işçilerinin mücadelesi sürerken 12 maddelik talepler listesi yayınlayarak "Eğer hükümet bu konularda adım atmazsa 26 Mayıs'ta üretimden gelen gücümüzü kullanacağız" demiş ve tarih vererek genel grev kararını açıklamışlardı.

12 maddelik talepler listesinin birinci maddesi şöyleydi: "Başta 4-C olmak üzere güvencesiz, kuralsız, esnek tüm istihdam uygulamalarından vazgeçilmesi ve bu alandaki yasal düzenlemelerin değiştirilmesi, iş güvencesinin çalışma yaşamında temel bir hak olarak uygulanması, geçici işçiliğin bir kölelik düzeni olarak yaygınlaştıran ve kamuoyunda "kiralık işçilik" olarak bilinen düzenlemenin yasalaştırma girişimlerinden tümüyle vazgeçilmesi, taşeronlaşma girişimlerine son verilmesi"...

Dokuzuncu maddede ise "iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin iş cinayetlerini de önleyecek şekilde yasal güvenceye kavuştururulması"ndan söz ediliyor.

22 Şubat kararları 4 Şubat'ta gerçekleştirilen grevin eksikleri göz önüne alınarak kaleme alınmış ve daha etkili olabilmesi için 4 Şubat grevinin zayıf olmasının nedenleri arasında sayılan "greve hazırlık zamanının darlığı" göz önüne alınarak 3 aylık bir süre öngörülmüştür.

22 Şubat ile26 Mayıs arasında ne yapılacağı da karar altına alınmıştır:
Konfederasyonların ortak açıklamasında "Bu taleplere ilişkin emekçileri ve kamuoyuna bilgilendirmek için sempozyum, konferans, kapalı salon toplantıları gibi faaliyetler ile kitlesel basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler ve benzeri eylemlerin ortaklaşa hayata geçirilmesine, uluslararası kamuoyunun duyarlı hale getirilmesi amacıyla ILO, ITUC, ETUC ve benzeri örgütlerle bu amaçlar doğrultusunda bağlantılar kurulmasına karar vermiştir" denilmektedir.
Şimdi soruyoruz: Aradan 3 ay geçti, konfederasyonların hangisi ne yaptı? Hangi bilgilendirme, kamuoyu oluşturma amacıyla panel, toplantı, basın açıklması yapıldı?
Daha da vahimi Zonguldak Karadon'da 30 madenci hem taşeron hem de iş güvenliği eksikliği sebebiyle iş cinayetlerine kurban gitti. 4C uygulaması devam ediyor. İşten çıkarmalar sürüyor, sendikasızlaştırma saldırısı hız kesmedi. Toplusözleşmeler tıkandı, grev kararları alınıyor.
Yani 26 Mayıs grevinin gerekçeleri azalmadığı gibi arttı. Buna karşın konfederasyonlar grev kararını sulandırıp altını boşalttılar.

Tekel işçilerinin 78 günlük mücadelesinden bugüne kadar yaşanan bir dizi ihanet karşısında sessiz kalamazdık. Şimdilik öncü işçilerin başını çektiği sendikalarına sahip çıkma, bürokratlara tepki eylemleri devam ediyor. İzmir ve Samsun'da Tekel işçileri Türk-İş Bölge Temsilciliklerinde eyleme geçmiş bulunuyor. Diyarbakır Temsilcilği kapıyı kilitleyip binayı terk etmiştir. Adana'da Bölge başkan Yardımcısı Edip Gülnar polisle işbirliği yaparak işçilere saldırmıştır. Ankara'da ise Türk-İş ile polisin işbirliği sayesinde işçiler gözaltına alınmıştır. İşçi kardeşlerimizin destek eylemlerinin diğer illere yayıldığı haberlerinden gurur duyuyoruz, Türk-İş ile polisin işbirliğini kınıyoruz.

Niçin bu eyleme başvurduk? Bunun birkaç nedeni var.

Birincisi, söz verip de yapmayan, işçilere umut verip onların umudunu boşa çıkartan sendikacı istemiyoruz. Kararların işçilerle birlikte alınmasını istiyoruz. Sendikaların sahibi olan işçilerdir, onların elinden sendikalarını alamazsınız diyoruz.

İkincisi, 26 Mayıs genel grev kararının gerekçeleri fazlasıyla vardır. Bunu gerçekleştirmeyen konfederasyonları kararlarını düzeltmeleri için uyarıyoruz. Greve çıkın ve işçilerin hakların alana kadar mücadeleyi sürdürün. O zaman biz sizin yanınızda olacağız.

Üçüncüsü, 9 Mayıs'ta miting düzenleyen 6 Konfederasyonun 1 Mayıs değerlendirmesinde ifade edilen ve kürsüye çıkan işçileri "işgalci" "birliği sabote eden" olarak görerek, "teşhir ve tecrit" edeceklerini açıklayan konfederasyonların bu açıklamalarını düzeltmelerini, sözlerini geri almalarını istiyoruz.

Kuşkusuz sendika bürokrasisine karşı gösterdiğimiz sembolik tepkilerimiz, genel bir mücadele biçimi değildir. Bürokrasiye karşı mücadelenin yöntem ve biçimlerini de işçiler kendi deneyimleriyle bulacaklardır. Ancak 1 Mayıs'ta Taksim'de 24 Mayıs'ta Türk-İş 1. Bölge'de ifade olunan eylemlerin "demokratik tepki, hak arama ve tabanın sendika yönetimlerini uyarması" olarak değerlendirilmesi gerekir. Konfederasyonları kınarken özünde birinin diğerinden farkı olmadığını da ifade etmek istiyoruz.

"Önünüzde 3 ay vardı, grevi örgütlemediniz, sorumlusu konfederasyon yönetimleridir" diyoruz.

İşçilerin tabanda örgütlenerek Birleşik Emek Meclisleri'ni oluşturarak sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükselteceğini, aynı zamanda da hak mücadelesini yürüteceğine olan inancımızla, bütün işçileri 26 Mayıs'ta greve destek vermeye, alanlarda yer almaya davet ediyoruz.

26 Mayıs'ta DİSk ve KESK'in ayrı alanlarda toplanarak eylem yapmasını da doğru bulmuyoruz. İşçiler olarak saat 12.00'de Taksim Meydanı'nda toplanıp Türk-İş Bölge'de Türk-İş yönetiminin 26 Mayıs grevinden kaçan tutumunu protesto edeceğiz.
Bütün demokratik kamuoyunu, emekten yana örgütleri tabanla birleşmeye, 26 Mayıs saat 12.00'de Taksim Meydanı'nda buluşmaya davet ediyoruz.

Yaşasın işçilerin birliği!
Yaşasın birleşik mücadele!

Tekel, İtfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediyesi, UPS, Atık Kağıt, TÜBİTAK işçileri, ATV-Sabah grevcileri

 

EKAonline-2011

2011 - Ekim

Burjuva Demokrasisi İnsanca Bir Yaşamı Nasıl Sağlayabilir Ki?

Bu gün Türkiye'nin birçok şehrinden işçiler olarak Ankara'da toplanmış bulunuyoruz. Türkiye'deki meslek odaları ve sendikalar tarafından organize edilen bu miting "Tüm temel haklarımız için, insanca yaşamı savunuyor, eşit, özgür, demokratik bir Türkiye istiyoruz" talebiyle yapılıyor. Hepimiz biliyoruz ki, birçok insani yaşam hakkından yoksunuz. Bu kadarıyla kalsa ne mümkün; her geçen gün birçoğunu da kaybediyoruz. Yine biliyoruz ki, kapitalizm denen, bizim ürettiğimiz kadar var olabilen ve kolektif olarak ürettiklerimizi gasp eden bir sistemde yaşıyoruz. Bizi insanlık dışı yaşama zorlayan ise kapitalist ekonomi ve onun demokrasisi.

Sendikalar yıllardır bu mitingleri düzenliyor ve hepsinde de "demokrasi", "insanca yaşam hakkı" gibi talepleri dile getiriyor. Bu ülkede demokrasinin tesis edilmesi için canla başla çalıştıklarını şimdiden söylemek gerekiyor. Hatta kendilerine demokrasinin yılmaz savaşçıları da diyebiliriz. Yeni bir anayasa yapılması konusunda hemfikir olsalar da, anayasa değişikliği için yapılan referandumda aldıkları tutum, içerisinde ‘yetmez ama evet' ve ‘hayır' olmak üzere iki eğilim taşıdı. Aldıkları bu tutum ile demokrasi için mücadele ettiklerini dile getirdiler. Geçen yıllarda bu dile getirilenlerin yanına bir de sokak meclisleri eklendi ki bu da demokrasi anlayışlarını iyice belirginleştirmiş oldu. Tüm bunlar bir demokrasi mücadelesi verildiğine kanıt gösterilebilir.

Fakat asıl önemli olan "hangi demokrasi" sorusu?

Bu sorunun sadece bir yanıtı var o da, burjuva demokrasisi.

Peki, burjuva demokrasisi neyi ifade ediyor?

İşçilerin her gün işe gidip patronları için üretim yapmasını sağlayacak ne varsa (parlamento, seçimler, anayasa, dernekler ve diğer ekonomik, siyasi yapılanmaların hepsi) burjuva demokrasisinin kendisini oluşturmaktadır. Peki sendikalar? Onlar da aynı işleve sahipler. Sendikaların işçiler için oynadıkları role en taze örnek; sendikanın Tekel işçileri Ankara sokaklarını mesken tuttuklarında ve 4-C'ye karşı direndiklerinde onları ilk yalnız bırakmasıdır. Sendikalar da burjuva demokrasisinin bir parçası haline gelmişlerdir. Ücretli emeği sömürerek yaşayan kapitalist ekonomi, siyasi olarak ayakta durmayı demokrasi sayesinde başarır. Diğer bir deyişle demokrasi, işçileri daha fazla sömürebilmek için onları en iyi şekilde yönetme biçimidir.

Diğer bir yanılsama yaratan talep ise "İnsanca bir yaşam"dır. İnsanca bir yaşam, ancak insanın insan üzerindeki cebri ortadan kalktığında mümkün hale gelecektir. Sömürü ilişkilerinin devam ettiği bu sistemde ne kadar refah içinde olunursa olunsun, insanca bir yaşam olası değildir. Kâr üzerine kurulu, sürekli krizler yaşamaya mahkum ve bundan kurtuluşu olmayan bir sistemde her zaman sömürünün şiddeti ağırlaşacaktır. Refah koşullarının sürekli olması mümkün değildir. Geçici refah koşullarında dahi tekdüzeleşme, değersizleşme, insana ve doğaya yabancılaşma üreten bu sistem insanca bir yaşama olanak bırakmamaktadır. İnsanca bir yaşam, ancak eşitsizliklerin, iktidarın ve otoritelerin ortadan kalktığı bir toplumsal yapıyla mümkündür.

Sokak meclisleri söylemi ise kulağa pek hoş gelmekte! Fakat kurulan sokak meclisi, parlamento sevdalılarının kendilerini tatmin ettikleri ve AKP muhalefeti yaptıkları sirklere benzemektedir. İşçilerin ise parlamentarist hayallerle bezeli sirklere değil, kendi öz örgütlerine ihtiyaçları var. Bunlar ise, tarihte gerçek işçi mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmış ve günümüzde de hayat bulabilecek konseylerdir.

Biz işçilerin yanılsamalar yaratan bu taleplerle burjuva demokrasisini baki kılmaya çalışan sendikalara ihtiyacı yok. Kendi irademizi temsil eden genel toplantılarda bir araya gelebilir, ihtiyacımız olan talepleri kendimiz belirleyip bunları gerçekleştirebilmek için kendi mücadele deneyimlerimizi yaratabiliriz.

EKA

Tags: 

Bölgesel Güç Olma Yarışı: Ya da Türkiye-İsrail İlişkileri

Son dönemde burjuva gündem oldukça yoğun. Doğu Akdeniz'de yoğunlaşan emperyalist kapışma sürerek devam ediyor. BM raporu krizinin ardından açıklanan beş maddelik yaptırım paketi, yeniden alevlenen Türkiye-İsrail ilişkileri ve son olarak sondaj gerilimi, Türkiye-İsrail ilişkileri üzerine bundan sonra da yazılacağa benziyor. Bizim amacımız emperyalist ilişkilerin arka planını görmek ve siyasi yansımalarını işçi sınıfı nezdinde tahlil etmek.

Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail'in kurulmasıyla başladı. Bu ilişki, inişli çıkışlı fakat bu güne kadar süren bir ilişkiydi. Bugünlerde yaşadığımız Türkiye-İsrail krizinin bir benzeri, 1980 yılında Doğu Kudüs'ün işgaliyle de yaşandı. Sonrasında bu ilişki doksanlı yıllarda iyileşerek iki binli yıllarda askeri anlaşmalar ve bir dizi gizli ilişkiyle zirvesine ulaştı. Türkiye için ABD eksenli bir dış politikanın bölgedeki en büyük ortağıydı İsrail ve artık bu konuda belli sorunların yaşandığı aşikar fakat bunun nasıl bir yön bulacağı hala belirsiz. Zira bu ilişkinin asli ve üçüncü ortağı ABD'nin aldığı ve alacağı tutum oldukça belirleyici. Ama politik mesajların satır aralarına bakılırsa aslında eski dönemden farklı bir ilişkinin gelişmesi olası görünmüyor.

İsrail ve Türkiye'nin ilişkilerinin geçmişene bakacak olursak, İsrail için birçok ilk Türkiye ile yaşanmış. Örneğin Türkiye, İsrail kurulduğunda halkının çoğunluğu müslüman olan ve onu tanıyan ilk ülke. İsrail devlet başkanı Şimon Perez'in, yine nüfusun çoğunluğu müslüman olan Türkiye parlamentosunda 2007 yılında konuşma yaptığı ilk ülke. Aslında bu ilişkinin kaderi bir biçimde belirlenmiş gibi görünüyor. Çok uluslu tekellerin ya da onların ulusal hükümetleri tarafından belirlenmiş bu ilişki burjuvazi açısından Ortadoğu'da oldukça önem taşıyor.

Son yaşanan kriz ise BM'nin hazırladığı Mavi Marmara raporunun basına sızmasıydı ve raporda İsrail'e herhangi bir yaptırım çıkmaması AKP hükümetini bu konuda tutum almaya zorladı. 2 Eylül'de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'e karşı bir yaptırım paketi açıkladı. BM raporunun basına sızması ve sonuçlarının AKP hükümetinin istediği gibi olmaması Arap coğrafyasında yarattığı siyasi etkiyi ortadan kaldırabilirdi. Özellikle Tayyip Erdoğan'ın İsrail karşıtı çıkışlarıyla yakalanan bu siyasi etki, hem Türkiye'de hem de Arap coğrafyasında AKP'ye prestij kazandırdı. Açıklanan yaptırım paketinin gerçekte Türkiye-İsrail ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmadı. Zaten 2009 yılından beridir herhangi bir askeri anlaşma ya da bilgi paylaşımı söz konusu değildi. Açıklanan paketin sadece prestij kaybetmemek için yapılan bir manevradan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Açıklanan paketteki beş maddeden biri olan “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrü-sefer serbestisi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.[1] açıklaması ile Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki askeri varlığıyla bölgesel güç olduğunu göstermek istemektedir. Son yıllarda Türkiye bölgesel güç olma yarışında İsrail'e karşı varlık göstermek istemekte. Bölgedeki en hızlı gelişen ekonomi olma iddiasını da taşıyan Türkiye, siyasi varlığını da buna göre tesis etmek istiyor. Bu anlamda da karşısına çıkabilecek güç ise İsrail. Tüm kapışmaların temelinde önemli ölçüde bu kaygı yatmakta. Tamamen bölgesel güç olmak isteyen Türk burjuvazisinin Gazze’ye yakınlık göstermesi Arap coğrafyasında siyasi varlığını arttıracak adımlar atması ve eskiye göre Araplarla daha fazla ekonomik anlaşmalar yapması onun emperyalist eğilimlerinin sonucudur. İsrail ile ilişkisindeki temel gerilim noktalarından birini bu durum oluşturmaktadır.

Doğu Akdeniz’deki petrol gerilimi de Türkiye-İsrail krizine yeni bir boyut kazandırdı. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Akdeniz'de petrol arama çalışmalarına başlamasının arka planında İsrail'in olduğu bizzat Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız açıkladı. Ardından bunun bir tahrik ve provokasyon olduğunu söyleyerek meseleyi İsrail ile ilişkilendirdi. Türkiye'de vakit kaybetmeden KKTC ile yaptığı kıta sahanlığı anlaşması ile Doğu Akdeniz’de petrol arayacağını duyurdu. Petrol sondajı üzerinden yaşanan bu gerilim, yukarıda bahsettiğimiz bölgesel güç olma yarışının ürünü. Sondaj krizi ise Doğu Akdeniz sularını daha da ısındırdı.

Bölgesel güç olma yarışının yanında başka bir durum ise ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgaliyle başlayan paylaşım savaşı. Türkiye ise bu projede ABD'nin stratejik ortağı. ABD için Türkiye bu projede bölgesel olarak konumlandırılacak en ideal ülke. ABD'nin İki stratejik ortağından biri olan Türkiye özellikle Arap coğrafyasında İsrail yerine tercih ettiği bir ülke. İsrail-Filistin sorunu ve Gazze işgali Arap coğrafyasında İsrail'in istenmeyen ülke haline getiriyor. İsrail'in saldırgan tutumu ve kanlı eylemleri ile kuruluşundan bu yana sürmekte, bu tutumundan kaynaklı Ortadoğu’nun şer ülkesi olarak görülüyor. Bölgeye yerleşmek isteyen ABD ise sicili bu kadar bozuk ve kabarık bir ülke ile stratejik ortak olarak öne çıkmak istemiyor. İsrail'in bu konumundan kaynaklı ABD, Türkiye'yi tercih etmiş görünüyor. Bu durum sayesinde Türkiye için bölgesel güç olmanın maddi olanakları ortaya çıkmış oluyor.

Son yıllarda Türkiye'nin Arap coğrafyasında etkinlik kazanması, AKP'nin siyasal geleneği ve Araplarla geliştirilen iktisadi ve siyasi ilişkiler yatıyor. Ilımlı islam yada seküler islam modeliyle servis edilen AKP, Arap coğrafyasında ilgiyle takip ediliyor. Davos zirvesindeki “One Minute” İle başlayan bu yükseliş Mavi Marmara ile daha da hız kazandı ve son yaşanan israil krizi ile zirveye ulaştı. Davos'un ardından Gazze'de, Mısır'da, Suriye'de ve başka Arap ülkelerinde Tayyip Erdoğan posterleriyle gösteriler düzenlendi. Geçen haftalarda Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya ziyaretleri sırasında ilgi görmesi yine bu politikanın sonucu. İlk defa bir Türk başbakan ''İslam'ın kurtarıcısı, Allah'ın azizi Erdoğan'' sloganlarıyla karşılandı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da böyle bir etkinin yaratılmış olması ABD açısından Türkiye ortaklığını önemli hale getiriyor. Yine Mısır'da AKP ile aynı siyasal gelenekten olan İhvan Hareketi'nin “Özgürlük ve Adalet Partisi” adında parti kurup İktidarın en büyük ortağı olması yukarıda bahsettiğimiz ortaklığın arka planına ışık tutuyor. Ilımlı yada seküler islam modelinin Türkiye'de inşa edilip bölgedeki diğer ülkelere ihraç edilmeye çalışılması ABD'nin bölgedeki projesi için vazgeçilmez bir olanak.

Ilımlı islam modeliyle AKP ve Türkiye'nin yeni siyasi vizyonu Arap coğrafyasında, kanlı eylemler yapan, saldırgan bir politika izleyen İsrail'e göre daha etkili bir bölgesel güç olma olasılığını artırıyor. Fakat ABD tarihsel iki ortağının yaşadığı bu krizin daha da derinleşmesini istemiyor. BM toplantılarında yapılan açıklamalar genel itibariyle bu yönde. Öyle görünüyor ki; Türkiye-İsrail krizi daha da derinleşmeden araya başka bir arabulucunun girmesiyle yeniden normal seyrine dönecek gibi.

Tüm bunlar yaşanırken Türkiye'de burjuvazi milliyetçiliğini kullanarak emperyalist kapışmayı haklı göstermeye çalışıyor. Filistin halkıyla dost olduğunu söyleyerek islam üzerinden propaganda yapmakta. Yahudi karşıtlığı üzerinden de bölge işçi sınıfı üzerinde, milliyetçi ayrımların yanına dinsel ayrımları da ekleyerek ayrımlar yaratmaya çalışmaktalar. TC'nin Filistin'e karşı nasıl bir dostluk duygusu beslediğini görmek için İsrail-Türkiye ilişkilerinin geçmişine bakmak yeterli olacaktır ve bu bile fazla söze mahal vermemektedir. Türkiye sadece ve sadece kendi çıkarlarının dostudur. Ve yaptığı sadece işçi sınıfı ve kitleler üzerinde yanılsama yaratıp, yapay ayrımlarla, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin önüne geçmektir. Yaratılan bu anti-siyonist havaya burjuvazinin hizmetindeki solda açıktan ya da karnından konuşarak destek vermektedir. Emperyalist kapışmaların tümünde olduğu gibi bu dönemde de milliyetçilik Türkiye burjuvazisinin de kullandığı bir argüman. Buna karşısında ise işçi sınıfının tekbir silahı var o da enternasyonal birlik ve mücadele.

Ekrem

 


1. https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0srail-T%C3%BCrkiye_ili%C5%9Fkileri

Tags: 

Enternasyonal Komünist Akım'ın 19. Dünya Kongresi: Sınıf Kavgalarına Hazırlanmak

EKA olarak geçtiğimiz aylarda 19. Kongre'mizi gerçekleştirdik. Genel olarak bir kongre, devrimci örgütlerin yaşantısının en önemli anıdır ve devrimci örgütler işçi sınıfının bizzat bir parçası oldukları için, kongrelerinin temel derslerini çıkartarak onları sınıfın daha geniş kesimlerinin erişimine sunmak gibi bir sorumlulukları vardır. Bu yazıyı kaleme alma amacımız da budur. Başlamadan kongremizin, bahsettiğimiz örgütümüzün sınırları dışına açılma kaygısını da pratiğe geçirdiğini ifade etmemiz gerekli. Zira kongremize EKA şubelerinden delegelerin yanı sıra örgütümüzün sempatizanları ve militanlarımızın içerisinde bulunduğu tartışma gruplarının kimi bileşenlerinin yanı sıra EKA olarak irtibat içerisinde olduğumuz ve tartışma yürüttüğümüz yapılardan kimilerinin temsilcileri de katıldılar. Kongremize temsilci gönderen yapılardan ikisi Kore'de çalışma yürütüyorlardı, diğeri ise Brezilya'dan OPOP (İşçi Muhalefeti) örgütüydü.[1] Çağırdığımız ve gelmeyi kabul eden, fakat ne yazık ki ülkeler arası seyehatin burjuvazi tarafından zorlaştırılmalarından dolayı gelemeyen başka yapılar da vardı.

Örgütümüzün tüzüğünde ifade edildiği üzere:

"Dünya Kongresi EKA'nın en yüksek organıdır. Dolayısıyla görevleri:

"a) Örgütün özellikle uluslararası duruma dair genel tahlillerini ve yönelimlerini detaylandırmak;
b)Bir önceki kongreden bu yana örgütün faaliyetlerini incelemek ve bu faaliyetlerin bir bilançosunu çıkartmak;
c) Gelecek çalışmalar için perspektifleri tanımlamaktır.
"

Bu unsurlar temelinde 19. Kongre'mizin derslerini çıkartabiliriz.

Uluslararası durum

Değinmemiz gereken ilk nokta, uluslararası duruma dair tahlillerimiz ve tartışmalarımız olacaktır. Eğer bir örgüt uluslararası duruma dair net bir anlayış ortaya koyamıyorsa, uygun biçimde durum içerisinde müdahalelerini geliştirmesi de mümkün olamaz. Tarih, uluslararası duruma dair hatalı bir değerlendirmenin devrimci örgütlerin için nasıl felaket sonuçlar doğurabileceğini bize öğretmiştir. Böylesi hataların en ciddi kimi örneklerine değinebiliriz. İkinci Enternasyonal'in çoğunluğunun birinci emperyalist dünya kıyımından önce, savaş öncesi süreçte sol kanadının etkisiyle kongrelerinde doğru bir biçimde savaş tehlikesini ifade edip proletaryayı savaşa karşı seferber olmaya çağırmış olmasına rağmen, savaş tehlikesini hafife alması bu durumun vahim örneklerinden bir tanesidir.

Bir başka örnek olarak ise, 1930'larda, Fransa'daki 1936 grevleri ve İspanya'daki iç savaşı, yeni bir uluslararası devrimci dalganın başlangıcı olarak analiz eden Troçki'nin durumudur. Bu analiz Troçki'yi 1938'de Dördüncü Enternasyonal'in kuruluşunu ilan etmeye götürmüştür. "Komünist ve sosyalist partilerin muhafazakar politikaları karşısında" yeni örgütün kendisini "duraklamadan devrim yolunda ilerleyen milyonlarca insanın oluşturduğu kitlelerin" başına koymasının icap ettiği düşünülmekteydi. Bu hata İkinci Dünya Savaşı sırasında 4. Enternasyonal şubelerini burjuva saflara geçmeye götürmüştür: her koşulda "kitlelerle birlikte olmak" için Sosyalist ve Komünist partilerin yürüttüğü "Direniş" politikalarına yani Müttefik emperyalist bloğuna destek verme politikalarına eklemlenmişlerdir.

Daha yakın geçmişe bakacak olursak, komünist solun kimi örgütlerinin nasıl Fransa'daki Mayıs 68 genel grevini ve peşinden gelişen bütün uluslararası mücadeleler dalgasını, basit bir "öğrenci hareketi"nden başka bir şey olarak görmeyerek kaçırmış olduklarına dikkat edebiliriz. Aynı şekilde, Mayıs 68'i çoktan devrim olarak görüp umutları gerçekleşmeyin çaresizliğe kapılan ve ortadan kaybolan öteki grupların acı kaderlerinin de altını çizebiliriz.

Bugün uluslararası duruma dair söz konusu olanın isabetli bir tahlilini geliştirmek devrimcileri için en büyük önemi taşımaktadır, çünkü herşeyden önce son dönemde söz konusu olanların önemi her zamankinden de fazladır ve fazlalaşmaktadır.

Bu yazımızı takiben ilerleyen günlerde kongremizin uluslararası duruma dair benimsediği bildirgeyi yayınlayacağız. Bu nedenden ötürü bütün noktaların üzerinden burada geçmemiz gerekli değil. Yalnızca en önemli meselelerin altını çizmek istiyoruz.

İlk ve en önemli nokta, kapitalizmin krizinin, Yunanistan gibi kimi Avrupa devleterindeki ülke borçları ile birlikte attığı belirleyici adımdır:

"Gerçekten de, artan sayıda devletin iflas etmesi ihtimalinin gündeme gelişi, kapitalizmin üstesinden gelinmez krizinde batışının yeni bir aşamasını teşkil ediyor. Burjuvazinin onlarca yıldır kapitalist krizin evrimini yavaşlatmak için kullandığı politikaların sınırlarını gözler önüne seriyor... Yeni bir Büyük Buhran'ı önlemek amacıyla 2009'un Mart ayında G20'nin benimsediği önlemler hakim sınıfın onlarca yıldır uyguladığı önlemlerin önemli bir ifadesi. Özünde ekonomiye hatırı sayılır bir kredi kütlesinin aktarılması noktasına geliyorlar. Böylesi önlemler yeni değiller. Aksine, 35 yıldır kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisinden, kapitalizmin üretimini emebilecek güçte pazarlar bulamama durumundan kurtulmak amacıyla hakim sınıfın uyguladığı politikaların kalbinde yatıyorlar... Bankacılık sisteminin iflası ihtimali ve ekonomik düşüşün şafağı bütün devletleri, üretimdeki düşüşten dolayı gelirleri dibe vurmuş olduğu halde ekonomilerine ciddi miktarlarda para pompalamak durumunda bıraktı. Bunun sonucu olarak pek çok ülkede devlet borçları ciddi bir biçimde arttı. İrlanda, Yunanistan veya Portekiz gibi en madur durumdaki ülkeler için bu durumun anlamı iflas tehlikesi, yani kamu işçilerinin maaşlarının ve genel olarak borçların ödenememesi ihtimali oldu. O noktadan itibaren, bankalar böylesi ülkeleri, en yüksek faiz oranlarıyla olmadığı takdirde yeni borçlar vermeyi reddettiler, zira bütün bu borçların geri ödeneceğinden emin olamıyorlardı. Avrupa Bankası ve IMF sayesinde faydalandıkları 'kurtarma planları' ise eski borçların üzerine yığılan yeni borçlardan oluşmakta. Durum artık bir kısır döngü olmaktan da çıkarak şeytani bir sarmal halini aldı... Portekiz, İtalya, İranda, Yunanistan ve İspanya'nın ülke borçları krizi dünya ekonomisini tehdit eden depremin yalnızca ufak bir kesimi. Büyük sanayi güçlerinin çok daha iyi direniyor olmalarının esas nedeni ... kredi notu kurumlarından AAA almış olmaları değil ... dünyanın bir numaralı gücü borçlarını ödeme kapasitesine 'resmi' güvenin düşmesi tehlikesi ile karşı karşıya; dahası tüm geri ödemelerinin değeri ciddi bir biçimde düşmüş olan dolar kuruyla yapılacağı yönünde büyüyen bir kaygı var ... Ve bütün kurtarma planlarıyla, bütün ükelerde durum yalnızca daha da kötüye gitmiş vaziyette. Dolayısıyla, Portekiz, İtalya, İranda, Yunanistan ve İspanya'nın iflası onlarca yıldır hayatta kalışını borçlara boğulmasına borçlu olan dünya ekonomisinin iflas buzdağının yalnızca görünen kısmını teşkil etmekte ... Bankacılık alanın devletler düzeyine kayarak, borç krizi kapitalist üretim biçiminin ölümcül krizinde, sarsıntıların şiddeti ve çapını ciddi bir biçimde arttıracak yeni bir aşamaya geçtiğini damgalıyor. Tünelin sonunda kapitalizm için ışık yok. Bu düzen toplumu ancak her daim artan bir barbarlığa götürebilir."

Kongremizin ardından gelen süreç tahlilimizi doğruladı. Bir yandan Avrupa ülkelerinin artık yalnızca Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve İspanya'yı değil, bütün Avro bölgesini tehdit eden ülke borcu krizleri giderek önem kazanarak ağırlığını koydu. Yunanistan'a dair 22 Temmuz'de gerçekleşen Avrupa zirvesinin sözde "başarısı" ise pek birşeyi değiştirmeyecek. Benzeri bütün zirveler sözde Yunanistan'ın sorunlarına uzun süre etkili olacak çözümler bulmuşlardı ki bütün bu çözümlerin ne kadar etkili olduğunu görebiliyoruz!

Aynı zamanda, Obama'nın bütçe politikalarını kabul etmekte çektiği zorlukla, medya ABD'nin de düzeyi (gayri-safi milli hasılanın %130'u) Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve İspanya gibi ülkeleri aratmayacak devasa bir ülke borcunun vebalini boynunda taşıdığını "keşfetti". Kongremizde ortaya koyduğumuz tahlillerin bu şekilde doğrulanmaları örgütümüzün herhangi bir hünerinden kaynaklanmıyor. Bu tahlili yapmamıza imkan verdiğini söyleyebileceğimiz tek "hüner", işçi hareketinin, marksist teorinin gelişiminden beri her zaman kapitalist üretim biçiminin, kendisinden önceki üretim biçimleri gibi, uzun vadede iktisadi çelişkilerini aşamayacağını savunan klasik tahlillerine sadık kalmaktır. Kongremizdeki tartışmalar da böylesi bir marksist tahlil çerçevesinde gerçekleştiler. Ekonominin, özellikle ABD'de olduğu üzere para basmaya sığındıkça sığınmasından dolayı aşırı enflasyona batıp batmayacağı üzerine, özellikle kapitalizmin çelişkilerinin nihai nedenlerine dair (özellikle büyük ölçüde Avrupa'daki "Otuz Şanlı Yıl" üzerine yürütmekte olduğumuz tartışmaya tekabül eden) farklı görüşler ifade edildi. Öte yandan mevcut durumun ciddiyetine dair gerçek bir ortaklaşma vardı ki kongemizin uluslararası durum bildirgesini oybirliğiyle benimsemesi bu durumu ifade ediyordu.

Kongre ayrıca, bildirgeden de görülebileceği üzere emperyalist çatışmaların evrimini inceledi. Bu noktada, bir önceki kongemizden sonra geçen iki senenin temelde yeni unsurlar getirmekten ziyade dünyanın başta gelen gücünün, bütün askeri çabalarına rağmen, Soğuk Savaş sırasında sahip olduğu "liderliği" yeniden kurmaya kadir olmadığını ve Irak ve Afganistan'daki savaşların dünya genelinde bir "Pax Americana" ("Amerikan Barışı") getirmeyi beceremediğini doğrular nitelikteydi. "Yirmi sene önce Baba George Bush'un öngördüğü ve ABD'nin rehberliğinde gerçekleşeceğini umduğu 'Yeni Dünya Düzeni' gün geçtikçe kendisini yalnızca bir dünya karmaşasından başka bir biçimde sunamaz hale geliyor ki kapitalist ekonominin sarsıntıları bu durumu ancak daha da şiddetlendirebilirler" (Uluslararası Durum Bildirgesi, Madde 8).

Kongremizin sınıf mücadelesinin mevcut evrimini özel olarak incelemesi de büyük önem taşıyordu, zira bu meselenin devrimciler için özel öneminin yanı sıra, bugünün proletaryası yaşama koşulları eşi benzeri görülmemiş saldırılarla karşı karşıyadır. Bu saldırılar özellikle Yunanistan gibi Avrupa Bankası ve IMF'nin kırbacı altındaki ülkelerde vahşice gerçekleşmiştir. Öte yandan bütün ülkelerde, işsizliğin patlaması ve daha önemlisi bütün hükümetlerin bütçe açıklarını kapatma gereksinimlerinden dolayı yağmur gibi yağmaktadırlar.

Bir önceki kongremizin benimsediği bildirgede "bugünkü saldırıların temel biçimi, yani kitlesel işten çıkarmalar, ilk aşamada böylesi hareketlerin (yani kitlesel mücadelelerin) ortaya çıkmasını kolaylaştıracak nitelikte değiller... İkinci bir aşamada, işçi sınıfının burjuvazinin şantajına daha az açık olacağı aşamada, özellikle burjuvazi bugün bütün bu bankaları kurtarma ve ekonomiyi canlandırma planlarından dolayı biriken devasa bütçe açıklarını işçi sınıfının tamamına ödetmeye kalkıştığında, işçiler birleşik ve sağlam bir mücadelenin hakim sınıfın saldırılarını geri püskürtebileceği fikrine meyledeceklerdir. İşçilerin geniş çaplı mücadelelerine o zaman şahit olmamız daha olası" görüşü ortaya konulmuştu.

19. Kongre'miz "son kongremizden beri geçen iki yıl bu öngörüyü fazlasıyla doğrulamıştır. Bu dönemde en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfına dayatılan kitlesel işten çıkarmalara ve yükselen işsizliğe karşı geniş çaplı mücadelelere şahit olmadık" gözleminde bulundu. Öte yandan kongremiz "'kamu harcamalarında gerekli kesintilere' karşı önemli mücadeleler gerçekleşmeye başlamıştır. Verilen yanıt hala, özellikle bu saldırıların en şiddetli biçimlerde gerçekleştiği Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde, işçi sınıfı son günlerde esasında önemli bir militanlık göstermiş olsa da bir hayli çekingendir. Bir açıdan, saldırıların vahşiliği, hele de 'sol' hükümetlerce uygulandıkları için, işçi saflarında daha da bir güçsüzlük hissi yaratmaktadır" sonucunun altını çizdi. O zamandan beri, bu ülkelerdeki işçi sınıfı acizce beklemediğini kanıtladı. Özellikle geçtiğimiz aylarda, öteki Avrupa ülkeleri için de bir umut ışığı işlevi gören İspanya'daki "öfkeliler" hareketi için bunu söyleyebiliriz.

Hareket, tam da kongremiz gerçekleşirken başladı, dolayısıyla o noktada hareketi tartışma gündemimize dahil etmemiz mümkün olmadı. Öte yandan, kongremiz senenin başından beri Arap ülkelerini vuran toplumsal hareketleri inceledi. Konuya dair tartışmalarda, nedenleri bu durumun daha önce şahit olmadığımız bir olgu olmasının da ötesinde nedenlerden dolayı tam bir ortaklaşma olmadı, fakat bütün kongre bildirgede bulunan tahlille hemfikirdi:

"... yakın dönemde tanık olduğumuz en kitlesel hareketler en sanayileşmiş ülkelerde değil kapitalizmin çeperindeki ülkelerde, özellikle de Tunus ve Mısır gibi, burjuvazinin hareketleri dağıtmak için kullandığı vahşi baskıların ardından nihayetinde yerel diktatörlerden kurtulmak zorunda kaldığı çeşitli Arap ülkelerinde gerçekleştiler. Bu hareketler klasik anlamda, yakın geçmişte bu ülkelerde gördüğümüz mücadeleler gibi (mesela Tunus'taki 2008 Gafsa grevi, veya Mısır'da 2007'nin yazında gerçekleşen ve çok sayıda sektörden dayanışma çeken kitlesel dokuma sanayisi grevleri) klasik anlamda işçi mücadeleleri değillerdi. Çoğu zaman, toplumun kamu sektöründen ve özel sektörden işçiler, işsizler ama ayrıca küçük esnaf, zanaatkarlar ve iyi eğitimli gençler gibi farklı kesimlerinin içerisinde bulunduğu toplumsal kalkışmalar biçimini aldılar. Bu yüzden proletarya nadiren doğrudan ve belirgin bir biçimde (mesela Mısır'daki kalkışmanın sonuna doğru gerçekleşen grevlerde) kendisini gösterdi; daha da nadiren başı geken güç rolünü üstlendi. Öte yandan bu hareketlerin kökeninde, ortaya atılan taleplerin çoğunun da ifade ettiği gibi, temelde başka ülkelerdeki işçi mücadelelerin kökeninde olan nedenlerin aynılarını buluyoruz: krizin ciddi bir biçimde şiddetlenmesi ve sömürücü olmayan bütün nüfus nezdinde yol açtığı sefalet. Ve proletarya genelde bu hareket içerisinde doğrudan bir sınıf olarak ortaya çıkmamış olsa da, özellikle işçi sınıfının ciddi bir ağırlığı olan ülkelerde, özellikle kalkışmalara gösterilen derin dayanışma ve karşı tarafın korkunç baskılarına karşı kör ve çaresiz şiddete çekilmeyi engelleyebilme açısından, proletaryanın izleri mevcuttu. Nihayetinde Tunus ve Mısır burjuvazileri, Amerikan burjuvazisinin iyi tavsiyelerine uyup diktatörleri sallama kararı aldılarsa, bu büyük ölçüde bu hareketlerde işçi sınıfının varlığından kaynaklıydı."

İşçi sınıfının kapitalizmin çeperindeki ülkelerdeki bu yükselişi, kongremizin Polonya'daki 1980 kitle grevleri sırasında örgütümüzün ortaya koyduğu tahlile geri götürdü:

"Bu noktada EKA, Marks ve Engels'in ifade ettiği görüşler temelinde, dünya proleter devriminin işaretinin, bu ülkelerdeki proletaryanın yoğunlaşmış doğasından ve daha da önemlisi burjuvazinin uzun süredir dizdiği en gelişmiş ideolojik tuzaklara en iyi silahların en nihayetinde filizlenmesini sağlayacak tarihsel deneneyimden dolayı kapitalizmin merkezi ülkelerinden, özellikle de Avrupa'nın eski sanayi ülkelerinden yakılacağını savunmuştu. Dolayısıyla, dünya işçi sınıfının gelecekte atması gereken en temel adımlardan biri, yalnızca Batı Avrupa'daki merkezi ülkelerde kitlesel mücadelelerin gelişimi değil, işçi sınıfının demokratik ve sendikal tuzaklardan herşeyden önce kendi mücadelelerini ele alarak kurtulmasıdır. Bu hareketler, temel kapitalist güç olan ABD'de, artan sefaletin on milyonlarca insanları vurduğu işçi sınıfı da dahil dünya işçi sınıfı için bir işaret ateşi olacaktır ve "Amerikan Rüyası'nı" gerçek bir kabusa çevirecektir."

Bu tahlil, İspanya'da gerçekleşen "öfkeliler" hareketi ile doğrulanmaya başlamıştır. Tunis'te veya Kahire'deki eylemciler milli bayrağı mücadelelerinin bir işareti olarak sallarken, büyük Avrupa şehirlerindeki (özellikle İspanya'daki) hareketlerde milli bayraklar büyük ölçüde sallanmamıştır. Tabii ki "öfkeliler" hareketi hala ağır demokratik yanılsamalar altında ezilmektedir fakat her devletin, en demokratik ve en solcu olanının bile, sömürülenlerin vahşi can düşmanı olduğunu ifade etme vasfına sahiptir.

Sınıf mücadelesinin gelişimine EKA'nın müdahalesi

Yukarıda da gördüğümüz üzere, devrimci örgütlerin içerisinde bulundukları tarihsel durumu doğru tahlil edebilme ve ayrıca olguların gerçekliği karşısında kusurlu bulunan tahlilleri sorgulamayı bilme yetileri, işçi sınıfı içerisindeki müdahalelerinin biçim ve içeriğinin, yani sınıfın onları yerine getirsinler diye meydana getirdiği sorumluluklara layık olabilme yeteniklerinin önkoşuludur.

EKA'nın 19. Kongresi, iktisadi krizin, işçi sınıfına dayatılan iğrenç saldırıların ve bu saldırılara sınıfımızın ilk tepkilerinin incelenmesi temelinde, 2003 ile günümüz arasında şahit olduklarımızdan çok daha sert ve kitlesel bir sınıf kavgaları dönemine girmekte olduğumuz sonucuna ulaştı. Bu seviyede, özellikle de krizin bu hareketleri belirlemede büyük bir rol oynayacak evrimi göz önünde bulundurulduğunda, kısa vadeli öngörülerde bulunmak kolay olmayacaktır. Önümüzdeki büyük sınıf kavgalarının nerede ve ne zaman patlak vereceğini bilebileceğimizi düşünmek, bir yanılgıya düşmek olur. Öte yandan önemli olan genel eğilimi çıkartmak ve durumun evrimine karşı, gerektiği zaman, hem tutum geliştirirken hem de doğrudan mücadelelere müdahil olurken hızla ve uygun biçimde tepki verebilmek adına, fazlasıyla tetikte olmaktır.

19. Kongremiz, geçtiğimiz kongreden bugüne EKA'nın müdahalelerinin bilançosunun kesinlikle olumlu olduğunu hissetti. Gerektiği zaman, ve bazen çok hızlı bir biçimde, internet sitemizde ve bölgesel yayın organlarımızda, pek çok dilde tutum alabildik. Çok zayıf güçlerimizin sınırları dahilinde, yayınlarımız son dönemdeki toplumsal hareketlerin bir parçası olan eylemlerde, özellikle 2010'un sonbaharında Fransa'daki emeklilik reformu karşıtı hareket esnasında veya eğitimli gençliğin özellikle işçi sınıfı kökenli öğrencilere karşı yapılan saldırılara (mesela 2010 sonunda İngiltere'de okul harçlarındaki fahiş artışa gibi) karşı eylemlerinde yaygın bir biçimde dağıtıldı. Buna paralel olarak, EKA farklı kıtalarda, pek çok ülkede ortaya çıkan toplumsal hareketlere dair açık toplantılar düzenledi. Aynı zamanda EKA militanları mümkün oldukça kitle meclislerinde, mücadele komitelerinde, tartışma çevrelerinde ve internet sitelerinde örgütün tutum ve tahlillerini desteklemek ve bu hareketlerin yarattığı uluslararası tartışmaya katılmak amacıyla konuştular.

Bu bilanço, militanlarımızı teşvik etmek adına yaptığımız bir insan kaynakları çalışması veya okuyucuyu etkilemek için yaptığımız bir blöf değildir. Örgütümüzün faaliyetlerini takip edebilenlerce doğrulanabilir ve sorgulanabilir; zira tanım gereği açık faaliyetlerden bahsetmekteyiz.

Benzer bir biçimde, kongremiz komünist ilkeleri savunan veya bu yönde ilerleyen unsurlara ve yapılara yönelik çalışmamıza dair de olumlu bir bilanço çıkarttı.

İşçi mücadelelerinin önemli bir gelişim perspektifi göstermesi, devrimci azınlıkların ortaya çıkması olasılığını da beraberinde getiriyor. Dünya proletaryası kitlesel mücadelelere girişmeden önce dahi, bu durumun temel hatlarının farkına varmak mümkündü (ki 17. Kongremizde benimsediğimiz bildirgede[2] bu duruma işaret etmiştik. Bu durumun nedeni, 2003'ten beri işçi sınıfının 1989'da "sosyalist" bloğun çöküşünün ardından yaşanan gerilemeden ve "komünizmin ölümü" ile "sınıf mücadelesinin sonu" minvalinde devasa kampanyaların etkisinden kurtulmaya başlamış oluşudur. O zamandan beri, çekinceli bir biçimde de olsa bu eğilim doğrulanmıştır ve ciddi sayıda ülkede unsur ve yapı ile ilişkiler kurulması sonucunu doğurmuştur. "Bu olgu, hem EKA'nın bir şubesinin bulunmadığı ülkelerde hem de şubelerin şimdiden mevcut olduğu ülkelerdeki ilişkileri kapsamaktadır. Öte yandan, EKA'nın zaten mevcut olduğu ülklerde ilişkilerin sayısındaki artış çok daha düşük seviyededir. Bu durumun açık ve belirgin ifadelerinin hala EKA şubelerinin bir azınlığında hissedilir durumda olduğunu söyleyebiliriz" (Kongre'ye yapılan ilişkiler üzerine rapor sunumundan).

Fazlasıyla sık bir biçimde, örgütün önceden veya daha bir şubesinin bulunmadığı ülkelerde yeni ilişkiler ortaya çıktı. Bunun bir örneğini Kasım 2010'da gerçekleşen "Tüm-Amerika" konferansında görebiliriz. Bu konferansa Brezilya'dan OPOP ve başka yoldaşların yanı sıra, Peru, Dominik Cumhuriyeti ve Ekvator'dan yoldaşlar katıldılar. Bu ilişkiler çevresinin gelişiminden dolayı "bu çevreye dair müdahalelerimiz ciddi bir ivme kazandı ve EKA'nın faaliyetlerinin bu alanında hiç yapmadığı kadar büyük bir militan ve mali yatırımı gerekli kılarak tarihimizde gerçekleştirdiğimiz en zengin ve sık buluşma ve tartışmaları yapmamıza olanak verdi" (İlişkiler raporu).

Bu rapor, "ilişkilere dair durumun yeniliğini, özellikle de anarşistlerle ortak çalışma yürütmemizin yeniliğini vurgulamaktadır. Belirli durumlarda, bizimle aynı saflarda, enternasyonalizm saflarında olan unsur ve yapılarla mücadele içerisinde ortaklaşmayı başardık" (İlişkiler raporunun sunumu). Kendilerini anarşist olarak ifade eden unsur ve yapılarla yürüttüğümüz ortak çalışma, örgütümüz içerisinde de zengin tartışmalar tetikleyerek bu akımın çeşitli yönlerine, özellikle de farklı unsurlardan oluşan doğasına dair daha net bir anlayış edinmemizi mümkün kıldı. Zira anarşist eğilim içerisinde, her tür burjuva hareket ve ideolojisini hazır olan saf solculardan, enternasyonalist oldukları su götürmez bir gerçek olan gerçekten proleter unsurlara kadar geniş bir yelpaze bulunuyor.

"Başka bir yenilik ise, Paris'te kendilerini Troçkist olarak nitelendiren unsurlarla ortak çalışma yürütmüş olmamız... bu unsurlar emeklilik reformuna karşı eylemlerde çok faaldiler ve tıpkı EKA olarak bizim yaptığımız gibi işçilerin kendi mücadelelerini ellerine almalarını, sendikal sınırların dışına çıkmalarını hedefliyor, bir yandan da sınıfımız içerisinde tartışmanın gelişimini teşvik ediyorlardı. Dolayısıyla bu çabalarıyla ortaklaşmak için her türlü nedene sahibiz. Eğer tavırları Troçkizmin klasik pratiği ile çelişiyorsa, bu çelişki ne kadar büyükse o kadar iyi" (İlişkiler raporu sunumu).

Dolayısıyla kongremiz örgütümüzün devrimci görüşleri savunan veya devrimci görüşlere doğru evrilmekte olan unsurlara dair çalışmasının da olumlu bir bilançosunu çıkartabildi. Bu işçi sınıfı içerisindeki müdahalelerimizin önemli bir kısmıdır, zira komünist devrimin zaferi için vazgeçilmez olan devrimci partinin kuruluşuna gidecek sürecin bir parçasıdır.[3]

Örgütsel sorunlar

Bir devrimci örgütün faaliyetlerine dair bütün tartışmalar, işleyişinin değerlendirmesini göz önünde bulundurmak durumundadır. Bu alanda da kongremiz, farklı bir rapor temelinde, örgütün en büyük zayıflıklarının altını çizdi. Yayınlarımızda ve hatta kimi açık toplantılarımızda EKA'nın geçmişte yaşadığı örgütsel zorluklara açıkça değinmiştik. Bunu yapmamızın nedeni sergicilik değildir, bu işçi hareketinin klasik bir pratiğidir. Kongremiz bu zorlukları ve özellikle kimi şubelerde ağırlığı fazlasıyla hissedilen örgütsel dokunun ve kolektif çalışmanın zedelenmiş durumunu derinlemesine inceledi. EKA'nın bugün 1981, 1993 veya 2001'deki gibi bir kriz yaşamakta olduğunu düşünmüyoruz. 1981'de örgütün ciddi bir kısmının, örgütün etrafında kurulduğu siyasi ve örgütsel ilkelerden vazgeçtiğine şahit olduk ki bu durum başta İngiltere şubemizin yarısının kaybı olmak üzere kimi çok ciddi sarsıntılara neden oldu. 1993'te ve 2001'de, EKA örgüt içinde klanların oluşması gibi bir sorunla karşı karşıya kaldı ki bu da nihatinde belirli sayıda militanın (özellikle 1995'te Paris şubemizin ve 2001'de merkezi organımızın kimi üyelerinin[4]) örgütü sadakatlerini reddetmeleri ve ayrılmalarıyla sonuçlandı. Son iki krizin nedenleri arasında EKA "sosyalist" bloğun çöküşünün dünya proletaryasının bilincinde tetiklediği derin bilinçsel gerilemeyi, daha genel olarak ise kapitalist toplumu etkileyen toplumsal yozlaşmayı tespit etti. Mevcut zorlukların nedenleri de kısmen aynı türden olmakla birlikte devrimci inançların kaybı ve sadakatsizlik gibi sonuçlar doğurmuyorlar. Bu sorunların ortaya çıktığı şubelerin bütün militanları, EKA'nın kavgasının haklılığına tamamen inanıyorlar ve örgüte sadakatlerini ve bağlılıklarını göstermeye devam ediyorlar. EKA, işçi sınıfının Mayıs 68 hareketi ile bitirdiği karşı-devrim sürecinden beri geçirdiği en kasvetli dönemle, yani 1990'ların başındaki sınıfımızın militanlıkta ve bilinçteki genel gerileme dönemiyle karşı karşıyayken, bu militanlar mevzilerini korudular. Bu büyük ölçüde yoldaşlar otuz yılı aşkın süredir birbirlerini tanıyan ve birlikte militanlık etmiş yoldaşlar. Dolayısıyla aralarında pek çok sağlam dostluk ve karşılıklı güven bağları var. Öte yandan herkesin birbirinde kabul etmesi gereken ufak hatalar, küçük zayıflıklar ve kişilik farklılıkları, uzun bir süre sonucunda, daha yeni militanların "taze kanıyla" yeniden canlanmamış küçük şubelerde pek çok sefer gerilimlerin veya birlikte çalışmakta artan bir zorluğun gelişimine meydan verdi. Bugün bu "taze kan" EKA'nın kimi şubelerine gelmeye başlamakta, öte yandan yeni üyelerin ancak EKA'nın örgütsel dokusu gelişirse düzgün bir biçimde örgütle bütünleşebilecekleri de ortada. Kongremiz bu meseleleri büyük bir açıklıkla tartıştı ve bu da çağırılmış yapılardan bazılarının temsilcilerinin kendi örgütsel zorluklarını paylaşması sonucunu doğurdu. Öte yandan bu sorunların mucizevi bir çözümü, daha önceki kongrelerimizde de ifade edildiği üzere, yoktur. Kongremizin benimsediği faaliyetler bildirgesi bize örgütün zaten benimsediği yaklaşımı hatırlatmakta ve bütün militanlara meseleye daha sistematik bir biçimde bakma çağrısında bulunmaktadır:

"2001'den beri EKA, farklı amaçların yanı sıra komünist militanlığın (ve dolayısıyla parti ruhunun) ne olduğunu açıklamak ve geliştirmek amacılıyla tasarlanan hırslı bir teorik projeye girişti. Bu kapsamda, mümkün olan en derin düzeyde aşağıdaki meseleleri anlamak yönünde yaratıcı bir çaba sarfedildi:

"- proleter dayanışma ve karşılıklı güvenin kökenleri;
- marksizmin ahlakı ve etik boyutu;
- demokrasi ve demokrasicilik ve bunların komünist militanlığa düşmanlığı;
- psikoloji ve antropoloji ve bunların komünist projeyle ilişkisi;
- merkeziyetçilik ve kolektif çalışma;
- proleter tartışma kültürü;
- marksizm ve bilim.

"Kısacası EKA komünist gayenin ve komünist örgütün daha geniş bir anlayışının yeniden ortaya çıkması için, karşı-devrim sırasında neredeyse tamamen kaybolmuş olan geniş militanlık vizyonun yeniden keşfedilmesi ve dolayısıyla örgüt içerisinde örgüte ve militanlığa dair bu daha geniş sorunların görmezden gelindiği veya reddedildiği bir atmosferde ortaya çıkabilecek olan çemberlerin, klanların ve asalaklığın yeniden ortaya çıkmasına karşı kendisini silahlandırmak için bir çabaya girişti" (10. madde).

"Örgütün birleştirici ilkesinin, kolektif çalışmanın gerçekleşmesi, 10 maddede değindiğimiz üzere komünist militanlığı olumlu bir biçimde kavramak amacıyla sarfedilecek teorik çabaya bağlı olan bütün insani özelliklerin gelişimini gerektirmektedir. Bu da karşılıklı saygının ve desteğin, ortak çalışma reflekslerinin, başkalarına karşı sıcak bir anlayış ve sevecenlik havasının, sosyalliğin ve cömertliğin gelişimi anlamına gelmektedir" (15. madde).

"Marksizm ve bilim" üzerine tartışma

Kongremizdeki tartışmalarda ve kabul edilen bildirgede vurgulanan noktalardan bir tanesi, karşımıza çıkan meselelerin teorik yönünde daha derine inmemiz ihtiyacıydı. Bu nedenle, bir önceki kongremizde yaptığımız gibi bu kongremizde de teorik bir meseleyi, "marksizm ve bilim" başlığını gündemimize aldık. Bu tartışma, örgütümüzün yaptığı öteki tartışmalar gibi, bir dizi yazının yayınlanmasına neden olmuştu. Burada şubelerimizin kendi içlerinde yaptığı çok sayıda tartışmanın bir sonucu olarak kongremizdeki tartışmanın içerisinde ortaya atılan dair muhtelif unsurlara değinmeyeceğiz. Yalnız şunu belirtmek istiyoruz ki, kongremize katılan delegeler bu tartışmadan bir hayli memnun kaldılar ve bunun nedeni de büyük ölçüde kongremize davet ettiğimiz bir bilim insanı olan Chris Knight'ın[5] kongremize katılışıydı.

Chris Knight EKA'nın bir kongresine çağırdığı ilk bilim insanı değil. İki sene önce, Jean-Louis Dessalles dillerin kökenine dair fikirlerini sunmak için kongremize katılmıştı ki bu sunum kimi çok canlı tartışmalara önayak olmuştu. Chris Knight'a davetimizi kabul ettiği için ve hem fazlasıyla canlı hem de bilim insanlı olmayanların, yani EKA militanlarının büyük çoğunun da kolaylıkla anlayabileceği bir dilde yaptığı konuşmalar için teşekkür etmek istiyoruz. Kongremizde Chris Knight üç kez söz aldı. İlkin genel tartışma sırasında konuştu ve bütün katılımcılar yalnızca ortaya koyduğu fikirlerin niteliğinden değil, kendisine verilmiş zamana ve tartışma çerçevesine katı bir biçimde uyma disiplininden (maalesef kimi zaman EKA militanları olarak bazılarımızın pek de iyi uygulayamadığı bir disiplin) etkilendiler. Ardından bir hayli yaratıcı bir biçimde insan medeniyeti ve dilinin kökenlerine dair teorisininin bir özetini sundu. Bu özet içerisinde önce insanlığın deneyimlediği ve kadının itici güç görevi üstlendiği (Engels'ten alınmış bir fikir) ilk "devrimlerden" bahsetti. Bu devrimin birkaç tane farklı devrim tarafından takip edildiğini söyleyerek her defasında bu devrimlerin toplumun ilerlemesini mümkün kıldığını ifade etti. Komünist devrimi bir dizi devrimin doruk noktası olarak görüyor ve tıpkı bir önceki devrimlerde olduğu gibi insanlığın bu devrimi yapacak araçlara da sahip olduğuna inanıyor.

Chris Knight üçüncü söz alışında, kongremize çok sıcak bir selam verdi.

Kongremizin sonunda, delegeler marksizm ve bilim üzerine tartışmanın ve Chris Knight'ın bu tartışmaya katılımının kongremizin en ilginç ve tatmin edici kısımlarından bir tanesi olduğunu, bütün şubelerimizin teorik meselelere ilgisini arttıracak bir an olduğunu hissettiler.

Bu yazımızı noktalamadan önce, Paris Komünü'nün bastırıldığı kanlı haftadan neredeyse günü gününe tam 140 yıl sonra gerçekleşen EKA'nın 19. Kongresinin katılımcılarının (delegeler ve davet edilmiş yapı ve yoldaşlar), proletaryanın bu ilk devrimci teşebbüsünün savaşçılarının anısını onurlandırdıklarını eklemek istiyoruz..[6]

EKA'nın 19. Kongresi için muzaffer bir bilanço çıkartmak istemiyoruz, zira her şey bir yana kongremiz yüzleştiğimiz örgütsel zorlukları, eğer tarihin devrimci örgütlere verdiği randevuyu kaçırmak istemiyorsak aşmamız gereken zorlukları kabul etmek durumundaydı. Örgütümüzü uzun ve çetin bir mücadele bekliyor. Fakat bu perspektif cesaretimizi kırmamalı. Nihayetinde işçi sınıfının mücadelesinin bütünü de uzun ve zordur, çukurlarla ve yenilgiler de doludur. Bu militanlarımıza mücadeleye devam etme yönünde ilham verecek bir perspektiftir.; her komünist militanın temel bir niteliği bir savaşçı olmaktır.

EKA - 31.7.2011

 


1. OPOP, EKA'nın 17. ve 18. kongrelerine de temsilci göndermişti.

 

2. "Bugün, 1968'de olduğu gibi, sınıf kavgalarının yeniden ortaya çıkışına derin bir düşünme ve sorgulama süreci eşlik ediyor ve bu sürecin sonunda komünist solun görüşlerini benimseyenler buzdağının yalnızca görünen kısmını teşkil ediyorlar."

3. Kongremiz, ilişkiler raporundaki, örgütümüzün 16. Dünya Kongresi'nin uluslararası durum bildirgesinde bulunan "EKA şimdiden geleceğin partisinin iskeletidir" ifadesine yönelik eleştiriyi tartıştı ve benimsedi. Raporda ifade edildiği üzere: "Bu noktada EKA'nın geleceğin partisinde örgütsel katılımının nasıl bir biçim alacağını betimlemek mümkün değildir çünkü bu hem genel duruma ve proleter safların biçimlenişine, hem de kendi örgütümüzün gelişimine bağlıdır". Bununla birlikte, komünist solun mirasını canlı tutmak ve zenginleştirmek, mevcut ve gelecek kuşakların ve dolayısıyla geleceğin partisinin bu mirastan azami ölçüde faydanabilmesi için EKA'nın sorumluluğudur. Bu minvalde, örgütün 1917-23 devrimci dalgasıyla geleceğin devrimci dalgası arasında bir köprü işlevi görme sorumluluğu vardır.

4. Örgüte sadakati reddeden unsurlar sıklıkla örgütün "asalaklık" olarak tanımladığı yaklaşıma düştüler, yani bir yandan örgütün gerçek görüşlerini savunduklarını iddia ederlerken diğer yandan çabalarının çoğunu örgüte çamur atmaya ve itibarını zedelemeye yönelttiler. EKA siyasi asalaklık olgusunu açıklamak amacıyla bir belge hazırladı. ("Theses on Parasitism", International Review n° 94). Öte yandan EKA içerisindeki bazı yoldaşların, böylesi davranışların var olduğunu ve onlara karşı örgütü sağlam bir biçimde savunmanın gerekliliğini kabul etmekle birlikte, bu siyasi asalaklık yaklaşımına katılmadıklarının altını çizmemiz gerekli. Bu fikir ayrılığı kongremizde de ifade edildi.

5. Chris Knight 2009'A kadar Doğu Londra Üniversitesi'nde antropoloji dersi vermiş olan İngiltereli bir üniversite öğretmenidir. İngilizce internet sitesimizde hakkında bir tanıtım yazısı yazdığımız, Darwin'in evrim teorisine ve Marks ve Engels'in çalışmalarına (özellikle de Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'ne) çok sadık bir biçimde dayanan Kan İlişkileri: Menüstrasyon ve Kültürün Kökenleri kitabının yazarıdır. Antropoloji alanında kendisini "%100 marksist" olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Radikal Antropoloji Grubu ve temel müdahaleleri kapitalist kurumları lanetlemek ve onlarla dalga geçmek olan sokak tiyatroları örgütleyen çeşitli grupçukları örgütleyen bir siyasi militandır. Çalıştığı üniversiteden Mart 2009'da Londra'daki G20 protestolarına bağlı bir etkinlik örgütlediği için kovulmuştur. Bir bankerin temsili maketini astığı ve "Bankerleri Yiyin!" sloganını taşıyan bir pankart taşıdığı için "Cinayet çağrısı yapmakla" suçlanmıştır. Chris Knight'ın eylem biçimlerine dair kimi siyasi görüşlerine katılmıyor olsak da, onunla şu ana kadar belli bir müddet tartıştıktan sonra kendisinin tamamen içtenlikli yaklaşımına, proletaryanın kurtuluşu davasına adanmışlığına ve bilime ve bilimin bilgisinin amaç için temel silahlar olduğuna dair sarsılmaz inancına ikna olmuş bulunuyoruz. Bu bağlamda, kendisi ile karşılaştığı (kovulmak ve tutuklanmak gibi) baskıcı uygulamalara karşı dayanışmamızı ifade etmek istiyoruz.

6. EKA'nın 19. Kongresinin katılımcıları, kongremizi, Paris Komünü'nün tam 140 yıl önce "cennete saldırılarının" bedelini kendilerine kanlı bir biçimde ödetmeye çalışan burjuvazinin elinde düşen savaşçılarının anısına adarlar. Mayıs 1871'de, tarihinde ilk defa, proletarya hakim sınıfı titretmiştir. Komün'ün isyancılarına karşı uygulanan baskının öfkesinin ve barbarlığının açıklaması da, burjuvazinin kapitalizmin mezar kazıcısı olan proletaryadan duyduğu korkudur.
Paris Komünü deneyimi, işçi sınıfının sonraki kuşaklarını temel dersler bırakmıştır. Bu dersler temelindedir ki işçi sınıfı 1917 Rus devrimini gerçekleştirebilmiştir. Paris Komünü'nün sermayenin kurşunları altında düşen savaşçıları, eğer gelecek kavgalarda işçi sınıfı Komün'ün deneyiminden ilham alır ve kapitalizmi devirirse, kanlarını boşuna akıtmamış olacaklardır. "Paris işçisi, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir, ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır" (Marx, Fransa'da İç Savaş)

Tags: 

Enternasyonal Komünist Akım'ın 19. Dünya Kongresi: Uluslararası Durum Bildirgesi

1. Geçtiğimiz EKA kongresinin kabul ettiği bildirge ilkin gerçekliğin, kapitalist sınıfın liderlerinin 20. yüzyılın son on yılının başında, özellikle de "Şer İmparatorluğu" olarak adlandırdıkları, "sosyalist" olma iddiasındaki emperyalist bloğun çöküşünden sonra yaptıkları iyimser öngörüleri nasıl kategorik olarak haksız çıkardığını vurgulamıştı. Baba George Bush'un 1991 yılının Mart ayında "uluslararası hukuka" dayanan "Yeni Dünya Düzeni"nin doğuşunu ilan ettiği ünlü beyanının şimdi, kapitalist toplumun içine çekildiği büyüyen karmaşa ortamında ne kadar sürreal gözüktüğünü vurgulamıştı. Bu kahinvari konuşmadan yirmi yıl sonra, özellikle de geçtiğimiz on yılın başlangıcından itibaren, dünya hiç olmadığı kadar bir kaos görüntüsü vermektedir. Birkaç haftalık bir sürede Libya'da son dönemde dünyayı etkileyen kanlı çatışmalar arasında yerini alan yeni bir savaşa, Fildişi Sahili'nde yeni katliamlara ve dünyanın en güçlü ve modern ülkelerinden biri olan Japonya'yı vuran trajediye şahit olduk. Ülkenin bir kısmını yerle bir eden deprem bir kez daha gösterdi ki; bunlar doğal felaketler değil, doğal olguların felaketvari sonuçları. Japonya depremi, aynı zamanda toplumun depremlere direnebilecek binalar inşa etme yetisinin olduğunu gösterdi ki; bu da şüphesiz geçtiğimiz sene Haiti'de gerçekleşen trajedi ve benzerlerini engellemeye yeterli olurdu. Aynı zamanda bu deprem Japonya gibi gelişmiş bir devletin bile önceden planlama yapmaktan aciz olduğunu gösterdi: depremin kendisinin kurbanı çok değildi fakat ardından gelen tsunami birkaç dakikada 30,000 can aldı. Ve yeni bir Çernobil tetikleyerek yalnızca hakim sınıfın ne denli hazırlıksız olduğunu değil, büyücü çırağı rolünü, harekete geçirdiği güçlere söz geçirmekten aciz oluşunu da gözler önüne serdi. Fukushima nükleer enerji santralini işletenin Tepco şirketi ne en büyük sorumluydu ne de tek sorumlu. İnsanlığın muzdarip olduğu ve olacağı felaketlerin sorumlusu, insan ihtiyaçların tatmin edilmesine değil rakip milli birimlerin çılgınca bir kar avına dayanan bir düzen olan kapitalist düzenin bütünüdür. Son tahlilde, Japon Çernobili, varoluşu insanlığın hayatta kalışına bir tehdit teşkil eden kapitalist üretim biçiminin nihai iflasının yeni bir göstergesidir.

2. Dünya kapitalizminin şu anda yaşamakta olduğu kriz, bu üretim biçiminin tarihsel iflasının en doğrudan ve belirgin ifadesidir. İki sene önce bütün ülkelerdeki burjuvazi ekonomik durumun ciddiyetine dair büyük bir panik içine girmişti. OECD "dünya ekonomisi ömrümüzde gördüğümüz en derin ve senkronize gerileme içerisinde"[1] demekten tereddüt etmemişti. Bu kursal kurumunun kendisini genelde ne kadar ihtiyatla ifade ettiğini biliyorsak, hakim sınıfın uluslararası mali düzeninin çökme ihtimalinden, dünya ticaretinin düşüşünden (ki 2009'da %13'ten fazla düşmüştür), temel ekonomilerde gerilemenin derinliğinden ve General Motors ve Chrysler gibi sembol haline gelmiş sanayi işletmelerini vuran veya vurmak üzere olan iflaslar dalgasından ne denli korktuğunu anlayabiliriz. Büyük Buhran'ın hayaleti onlara rahat vermiyordu ve nihayetinde OECD'yi, böylesi şeytanları kovuşturmak için şöyle yazmaya itti: "Kimileri bu ciddi küresel düşüşü "büyük gerileme" olarak nitelendirmiş olsalar da, durum mevcut hükümet politikalarının kalitesi ve yoğunluğu sayesinde 1930'ların Büyük Buhran'ını tekrar edecek bir noktadan uzak kalacaktır".[2] Öte yandan, 18. Kongre bildirgemizde ifade ettiğimiz üzere, "hakim sınıfın bugün yaptığı konuşmalarda dün yaptığı konuşmaları unutması olağandır".

OECD'nin 2011'in baharında yayınladığı Dünya Ekonomi Görünüm Raporu bankacılık sisteminin hayata döndürülmesi ve ekonomik düzelmelerden dolayı ne kadar rahatladığını ifade etti. Hakim sınıf başka bir biçimde hareket etmekten acizdir. Sermayenin karşılaştığı zorluklara dair, ağırbaşlı, küresel ve tarihsel bir görüş geliştiremez, çünkü böylesi bir görüş düzenin karşısındaki kesin kör düğümü keşfetmesini sağlar. Dolayısıyla ancak anlık durumdaki oynamalar temelinde günlük yorumlar yapabilir ve dolayısıyla sürekli kendisini teselli edebilmek için gerekçeler arar hale düşer. Böylelikle de geçtiğimiz iki yılın temel olgusunu, belirli sayıdaki Avrupa ülkesindeki ülke borcu krizini hafife almıştır. Ki bunu, medyanın kimi zaman konuya dair panik halinde olmasına rağmen becermiştir. Gerçekten de, artan sayıda devletin iflas etmesi ihtimalinin gündeme gelişi, kapitalizmin üstesinden gelinmez krizinde batışının yeni bir aşamasını teşkil ediyor. Burjuvazinin onlarca yıldır kapitalist krizin evrimini yavaşlatmak için kullandığı politikaların sınırlarını gözler önüne seriyor.

3. Kapitalist düzen artık şu anda mevcut olan kriz ile kırk yıldır karşı karşıya. Fransa'da patlak veren Mayıs 68 hareketi ve uluslararası düzeyde peşinden gelen proleter mücadeleler böylesi bir düzeye gelebildiler çünkü kapitalist krizin ilk etkilerinden kaynaklı olarak işçi sınıfının yaşam koşullarının dünya genelinde kötüleşmesinden, özellikle de işsizlikteki artıştan teşvik oluyorlardı. Kriz, savaş sonrası dönemin ilk uluslararası iktisadi gerilemesi olan 1973-75 döneminde korkunç bir ivme kazandı. O zamandan beri her defasında daha derin ve daha yaygın gerilemeler dünya ekonomisini vurdu ve nihayetinde bu gerilemeler, 1930'ların hayaletini geri getiren 2008-9 krizi ile doruğa ulaştılar. Yeni bir Büyük Buhran'ı önlemek amacıyla 2009'un Mart ayında G20'nin benimsediği önlemler hakim sınıfın onlarca yıldır uyguladığı önlemlerin önemli bir ifadesi. Özünde ekonomiye hatırı sayılır bir kredi kütlesinin aktarılması noktasına geliyorlar. Böylesi önlemler yeni değiller. Aksine, 35 yıldır kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisinden, kapitalizmin üretimini emebilecek güçte pazarlar bulamama durumundan kurtulmak amacıyla hakim sınıfın uyguladığı politikaların kalbinde yatıyorlar. 1973-5 gerilemesi, üçüncü dünya ülkelerine verilen devasa krediler ile aşıldı, fakat bu 1980'lerin başından itibaren bu ülkelerde gerçekleşen borç krizi ile en gelişmiş ülkelerin ekonomiye bu ciğeri vermek durumunda kaldılar. Dünya ekonomisinin "lokomotifleri" işlevini gören en gelişmiş ülkelerin devletleri ve tabii ki başta ABD oldu. ABD ekonomisinin ciddi biçimde kalkınmasını sağlayan neo-liberal Reagan iktisadı, kendisi "devlet çözüm değil, sorundur" dese de, eşi benzeri görülmemiş miktarlara ulaşan bütçe açıklarına dayanıyordu. Aynı zamanda ABD'nin ciddi ticaret açığı, farklı ülkelerde üretilen metaların orada pazar bulmasını sağladı. 1990'larda Asya "kaplanları" ve "ejderleri" (Singapur, Tayvan, Güney Kore vs.) bir süre "lokomotiflik" işinde ABD'ye eşlik ettiler; dikkate şayan büyüme oranları en sanayileşmiş ülkelerdeki metalar için önemli bir durak oldu. Fakat bu "başarı hikayesi" ciddi bir borçlanma pahasına yazılmıştı ve 1997'de "yeni" ve "demokratik" Rusya'nın, paralarını "komünizmin sonu"nun dünya ekonomisini yeniden ve kalıcı olarak tetiklemesine yatıranları hayal kırıklığına uğratmak pahasına borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesiyle, bu ülkeler de büyük sarsıntılara girdiler. 21. yüzyılın ilk on yılının başında, özellikle ev ipoteklerinin (mortage) başta ABD olmak üzere pek çok ülkede gelişimi ile borç bir kez daha ivme kazanmıştı. ABD dolayısıyla dünya ekonomisinin lokomotifi olma işinin yine baş sırtlayıcısı oldu ama bunun bedeli de özellikle ödemelerin yapılamaması ihtimalini azaltmayı amaçlayan her türlü mali ürün temelinde ABD nüfusu için, borçta devasa bir büyüme oldu. Aslında şüpheli borçların böylesi yaygınlaşması, hiçbir şekilde onların Amerikan ve dünya ekonomisinin başında sallanan bir Demokles'in Kılıcı işlevi görmelerini engellemedi .Tam aksine, yalnızca 2007 çöküşünün ve vahşi 2008-9 dünya gerilemesinin kökünde olan, bankaların sermayesindeki zehirli borçları biriktirebilirler.

4. Dolayısıyla, geçtiğimiz kongremizde kabul edilen bildirgemizin ifade ettiği üzere: "Mevcut iktisadi gerilemenin kökeninde olan yalnızca mali kriz değildir. Aksine, mali kriz yalnızca, aşırı üretimi aşmak için borca kaçmanın sonsuza kadar devam edilemeyeceğini göstermektedir sadece. Er ya da geç, 'gerçek ekonomi' intikamını alacaktır. Başka bir deyişle, kapitalizmin çelişkilerinin temelinde olan aşırı üretim, pazarların üretilmiş metaların bütününü emememeleri, sahneye geri dönmüştür". Aynı bildirge, 2009'da gerçekleştirilen G20 zirvesinden sonra da: "Burjuvazinin bulabildiği tek 'çözüm'... yine borca kaçmaktır. G20 krize bir çözüm bulamamaktadır zira krizin bir çözümü yoktur" demektedir.

Ülke borcu krizi bugün yayılıyor; devletlerin borçlarına sadık kalamamaları olgusu bu gerçeğin muazzam bir göstergesidir. Bankacılık sisteminin iflası ihtimali ve ekonomik düşüşün şafağı bütün devletleri, üretimdeki düşüşten dolayı gelirleri dibe vurmuş olduğu halde ekonomilerine ciddi miktarlarda para pompalamak durumunda bıraktı. Bunun sonucu olarak pek çok ülkede devlet borçları ciddi bir biçimde arttı. İrlanda, Yunanistan veya Portekiz gibi en mağdur durumdaki ülkeler için bu durumun anlamı iflas tehlikesi, yani kamu işçilerinin maaşlarının ve genel olarak borçların ödenememesi ihtimali oldu. O noktadan itibaren, bankalar böylesi ülkeleri, en yüksek faiz oranlarıyla olmadığı takdirde yeni borçlar vermeyi reddettiler, zira bütün bu borçların geri ödeneceğinden emin olamıyorlardı. Avrupa Bankası ve IMF sayesinde faydalandıkları 'kurtarma planları' ise eski borçların üzerine yığılan yeni borçlardan oluşmakta. Durum artık bir kısır döngü olmaktan da çıkarak şeytani bir sarmal halini aldı. Bu planların tek "tesirlilik"leri işçilere, maaşları ve işleri korkunç bir biçimde kesilmekte olan kamu çalışanlarına ama ayrıca eğitim, sağlık ve emeklilik maaşları ve büyük vergi artışlarıyla işçi sınıfının tamamına karşı eşi benzeri görülmemiş saldırılar. Fakat bütün bu işçi sınıfı düşmanı saldırılar, satın alma gücünü fazlasıyla biçerek yalnızca yeni bir gerilemeye katkı sunabilirler.

5. Portekiz, İtalya, İranda, Yunanistan ve İspanya'nın ülke borçları krizi dünya ekonomisini tehdit eden depremin yalnızca ufak bir kesimi. Büyük sanayi güçlerinin çok daha iyi direniyor olmalarının esas nedeni (2008'deki bankacılık krizi öncesinde bankalara da maksimum kredi notunu verebilen) kredi notu kurumlarından AAA almış olmaları değil. Nisan ayında Standard & Poor Ajansı, Nicel Genişleme 3'e yani ABD Federal Devleti'nin ekonomiyi desteklemek için 3. kalkınma planına dair olumsuz görüş beyan etti. Başka bir deyişle, dünyanın bir numaralı gücü borçlarını ödeme kapasitesine 'resmi' güvenin düşmesi tehlikesi ile karşı karşıya; dahası tüm geri ödemelerinin değeri ciddi bir biçimde düşmüş olan dolar kuruyla yapılacağı yönünde büyüyen bir kaygı var. Gerçekten de Çin ve Japonya'nın geçtiğimiz sonbahar ABD Hazine Bonoları yerine devasa miktarda altın ve hammadde alması (ve dolayısıyla ABD Federal Bankası'nın bu bonoların %70 ile %90 arası bir miktarını satın almasına yol açması) bu güvenin çoktan kaybolmaya başladığını gösteriyor. Bu güven kaybı Amerikan ekonomisinin inanılmaz borç miktarını hatırladığımız zaman hiç de mantıksız değil: 2010'un Ocak ayında kamu borcu (Federal Devlet, eyaletler, belediyeler) zaten gayrı-safi milli hasılanın %100'ü kadardı ki bu yalnızca ülkenin toplam borcunun bir kesimi anlamına geliyordu. Aynı toplam borç hanelerin ve öteki mali olmayan kurumların borçlarını da kapsamaktadır. Bu da gayrı-safi milli hasılanın %300'üne tekabül etmektedir. Ve durum öteki büyük ülkelerde de daha iyi değildi: aynı noktada toplam borçlar Almanya gayrı-safi milli hasılasının %280'ine, Fransa'da %320'sine, İngiltere'de ve Japonya'da ise %470'ine tekabül etmekteydi. Japonya'da sadece kamu borcu gayrısafi milli hasılanın %200'üne ulaşmış durumdaydı. Ve bütün kurtarma planlarıyla, bütün ükelerde durum yalnızca daha da kötüye gitmiş vaziyette.

Dolayısıyla, Portekiz, İtalya, İrlanda, Yunanistan ve İspanya'nın iflası onlarca yıldır hayatta kalışını borçlara boğulmasına borçlu olan dünya ekonomisinin iflas buzdağının yalnızca görünen kısmını teşkil etmekte. İngiltere, Japonya ve tabii ki ABD gibi kendi para birimine sahip devletler para basarak bu iflasın üstünü örtmeyi başarmış durumdalar (ki tabii ki Avro bölgesinin Yunanistan, Portekiz ve İrlanda gibi ülkeleri böylesi bir olanakları olmadığı için bunu yapamamışlardır). Fakat çetenin başını ABD çekmek üzere, gerçek kalpazanlara dönüşmüş olan devletlerin sürekli yaptıkları bu hile, tıpkı 2008 krizinin gözler önüne serdiği ve neredeyse bütün mali sistemin havaya uçmasına neden olan mali sistemdeki fesat gibi sonsuza kadar süremez. Görülebilir işaretlerden biri dünya genelinde enflasyonun ivme kazanmış oluşudur. Bankacılık alanın devletler düzeyine kayarak, borç krizi kapitalist üretim biçiminin ölümcül krizinde, sarsıntıların şiddeti ve çapını ciddi bir biçimde arttıracak yeni bir aşamaya geçtiğini damgalıyor. Tünelin sonunda kapitalizm için ışık yok. Bu düzen toplumu ancak her daim artan bir barbarlığa götürebilir.

6. Emperyalist savaş, çöküş evresindeki kapitalizmin insanlığı sürüklediği barbarlığın temel ifadesini teşkil ediyor. 20. yüzyılın trajik tarihi bunun en bariz ifadesidir: üretim biçiminin tarihsel kör düğümü ve devletler arası ticaret rekabetlerinin nüksetmesi karşısında, hakim sınıf askeri politikalara ve çatışmalara sürüklenmiştir. Marksist olduğu iddiası taşımayanlar dahil tarihçilerin çoğu için İkinci Dünya Savaşı'nın 1930'ların Büyük Buhran'ından dolayı patlak verdiği açıktır. Aynı çekilde 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerin başlarında zamanın iki bloğu, Amerika ve Rusya arasındaki emperyalist gerilimlerin (1979'da SSCB'nin Afganistan'ı işgali ve ABD'deki Reagan yönetiminin "Şer İmparatorluğu"na karşı başlattığı haçlı seferi), 1960'ların sonundan beri kapitalist ekonomide açık krize geri dönülmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Öte yandan, tarih bize emperyalist çatışmaların nüksetmesiyle kapitalizmin ekonomik krizi arasındaki bağlantının doğrudan veya ani gelişir nitelikte olmadığını göstermiştir. Soğuk Savaş'ın yoğunlaşması, rakip bloğun yıkılmasıyla Batı bloğunun zaferi ile sonuçlanmıştır ama bu durum da nihayetinde Batı bloğunun dağılmasına neden olmuştur. İnsan türünün sonunu hazırlayabilecek olan bir genelleşmiş savaştan şimdilik kurtulmuş gözüksek de, dünya bir askeri gerilimler ve çatışmalar patlamasının altında inim inim inlemektedir. Rakip blokların sonu, bu blokların kendi bölgelerinde dayatabildikleri disiplinin de sonu anlamına gelmiştir. O zamandan beri dünya emperyalist meydanı, dünyanın başat gücünün dünya liderliğini her şeyden önce eski müttefiklerine karşı elinde tutma çabası tarafından şekillenmiştir. 1991'deki Birinci Körfez Savaşı'nın dahi hedefi buydu, fakat başta Yugoslavya'daki savaş olmak üzere 1990'ların bütün tarihi bu hırsı ve bu hırsın başarısızlığını gözler önüne sermiştir. ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ilan ettiği terörizmle savaş ABD'nin önderliğini bir kez daha tasdik etmek için yeni bir çabasından başka birşey olmamıştır, fakat Afganistan ve Irak'ta batıp kalmaları liderliklerini yeniden oturtmayı başaramadıklarını bir kez daha gözler önüne sermiştir.

7. ABD'nin bu başarısızlıkları Washington'u 1990'ların başından beri izlediği ve dünya genelindeki istikrarsızlığın temel unsuru olan saldırgan politikalardan vazgeçirememiştir. Geçtiğimiz kongremizin bildirgesinde ifade ettiğimiz üzere: "Bu durum karşısında, Obama ve arkadaşları kendilerinden önce gelenlerin savaş yanlısı politikalarını sürdürmekten başka bir çare bulamayacaklar... eğer Obama ABD'nin Irak'tan çekilmesini istiyorsa, bu yalnızca Afganistan ve Pakistan'da elini güçlendirmek içindir". Bin Ladin'in geçtiğimiz aylarda Pakistan topraklarına yapılan bir baskında Amerikalı bir komando tarafından infaz edilmesi bu durumu göstermektedir. Bu "kahramanca" operasyonun şüphesiz seçime yönelik bir yanı da vardır, zira ABD seçimlerine bir buçuk yıl kadar bir süre kalmış durumda. Operasyon özellikle de Obama'yı askeri düzeyde ABD hegemonyasını tasdik ederken yumuşak olmakla suçlayan Cumhuriyetçilere yönelikti; bu eleştiriler özellikle Libya'ya askeri müdahalenin başını Fransız-İngiliz ortaklığının çektiği günlerde bir hayli çoğalmıştı çünkü. Aynı zamanda Bin Ladin'in neredeyse on yıldır Kötü Adam rolünde kullanılmasından sonra, tamamen basiretsiz gözükmemek için artık ondan kurtulma zamanının gelmiş olduğu anlamına geliyordu. Böylelikle ABD, tam da Fransa ve İngiltere Libya'daki Kaddafi-karşıtı operasyonlarında sıkıntı yaşamaktayken, dünyada böylesi bir operasyonu kotaracak askeri, teknolojik ve lojistik araçlara sahip tek güç olduğunu kanıtladı. Bu infaz, dünyaya ABD'nin bir "müttefikinin" milli "bağımsızlığına" tecavüz etmekten kaçınmayacağını, oyunun kurallarını nerede gerekli görürse değiştirme niyetinde olduğunu da gösterdi. Son olarak dünya hükümetlerini bu hareketin değerini selamlamak durumunda bıraktı ki pek çok hükümet bu işi ciddi tereddütler içerisinde yapmak durumunda kaldı.

8. Bütün bunlara rağmen, Obama'nın Pakistan'da yürüttüğü çarpıcı operasyon hiçbir şekilde bölgedeki durumu daha istikrarlı hale getirmeyecek. Pakistan'ın kendisinde, milli gurura atılmış bu tokat burjuvazinin ve onun devlet aygıtının çeşitli kesimleri arasındaki eski çatışmaları yeniden keskinleştirme tehlikesini taşıyor. Aynı şekilde, Bin Ladin'in ölümü, ABD'nin ve Afganistan'daki savaşa katılan diğer ülkelerin bu ülkenin kontrolünü yeniden ele geçirip Karzai hükümetinin kabilecilik ve yolsuzluğun darma duman ettiği iktidarını sağlamlaştırabilmeleri anlamına da gelmiyor. Daha genel olarak her koyun kendi bacağından asılır eğilimini ve dünyanın bir numaralı gücünün otoritesine karşı büyüyen meydan okumaları kontrol altında tutmayı hiçbir şekilde kolaylaştırmayacaktır. Bu meydan okumalar son dönemde bir dizi şaşırtıcı geçici ittifak ile kendilerini ifade etmişlerdir: Türkiye ile İran arasındaki yakınlaşma; İran, Brezilya ve Venezuella arasındaki (stratejik ve ABD karşıtı) ittifak, Hindistan ve İsrail arasında (askeri ve yalıtılmışlığı kırmayı hedefleyen) ittifak; Çin ve Suudi Arabistan arasındaki (askeri ve stratejik) ittifak bu durumun örnekleridir. ABD, özellikle Çin'in büyük bir sanayi gücü olarak mevcut konumunun mümkün kıldığı emperyalist emellerinin hırsla peşinden koşmasını engellemeyi başaramamıştır. Açıktır ki Çin, nüfusuna ve ekonomik önemine rağmen, yeni bir bloğun başını çekecek askeri ve teknolojik araçlara sahip değildir ve olması da olası değildir. Öte yandan bu ister Afrika'da, ister İran'da, ister Kuzey Kore'de isterse de Burma'da Amerikan çıkarlarına biraz daha çomak sokacak araçları olmadığı ve emperyalist ilişkileri niteleyen istikrarsızlık denizine atacak bir taşı daha olmadığı anlamına gelmemektedir. Yirmi sene önce baba George Bush'un öngördüğü ve ABD'nin rehberliğinde gerçekleşeceğini umduğu 'Yeni Dünya Düzeni' gün geçtikçe kendisini yalnızca bir dünya karmaşasından başka bir biçimde sunamaz hale geliyor ki; kapitalist ekonominin sarsıntıları bu durumu ancak daha da şiddetlendirebilirler.

9. Burjuva toplumunun iktisadi, askeri ve ayrıca yakın zaman önce Japonya'da gördüğümüz üzre çevresel her yönünü etkileyen bu kaos karşısında yalnızca proletarya bir çözüm getirebilir. Proletaryanın getireceği tek çözüm de kendi çözümü yani komünist devrim olacaktır. Kapitalist ekonominin çözümsüz krizi ve başını ağrıtan çok sayıdı sarsıntı, bir yandan, işçi sınıfını sömüren sınıfın dayattığı büyüyen saldırılara karşı mücadelelerini geliştirmek zorunda bırakarak, öbür yandan ise onun bu mücadelelerin hareketer olarak tarihin lanetlediği kapitalist üretim biçimiyle nihai yüzleşmenin hazırlığı olduğunu anlamasını mümkün kılarak böylesi bir devrimin nesnel koşullarını teşkil etmektedir.

Bir önceki kongremizin bildirgesinde ifade edildiği üzere "Devrimci mücadelelere ve kapitalizmin devrilmesine giden yol, uzun bir yoldur... Komünist devrim ihtimalinin bilincinin işçi sınıfı içerisinde ciddi bir yankı bulması için, işçi sınıfının kendi gücüne güveniyor olması gereklidir ve bu da kitlesel mücadelelerin gelişimi ile gerçekleşebilir". Çok daha kısa vade için, bildirgede "bugünkü saldırıların temel biçimi, yani kitlesel işten çıkarmalar, ilk aşamada böylesi hareketlerin (yani kitlesel mücadelelerin) ortaya çıkmasını kolaylaştıracak nitelikte değiller... İkinci bir aşamada, işçi sınıfının burjuvazinin şantajına daha az açık olacağı aşamada, özellikle burjuvazi bugün bütün bu bankaları kurtarma ve ekonomiyi canlandırma planlarından dolayı biriken devasa bütçe açıklarını işçi sınıfının tamamına ödetmeye kalkıştığında, işçiler birleşik ve sağlam bir mücadelenin hakim sınıfın saldırılarını geri püskürtebileceği fikrine meyledeceklerdir. İşçilerin geniş çaplı mücadelelerine o zaman şahit olmamız daha olası" noktası açıkça ifade edilmişti.

10. Son kongremizden beri geçen iki yıl bu öngörüyü fazlasıyla doğrulamıştır. Bu dönemde en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfına dayatılan kitlesel işten çıkarmalara ve yükselen işsizliğe karşı geniş çaplı mücadelelere şahit olmadık. Aynı zamanda kamu harcamalarında gerekli kesintilere karşı önemli mücadeleler gerçekleşmeye başlamıştır. Verilen yanıt hala, özellikle bu saldırıların en şiddetli biçimlerde gerçekleştiği Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde, işçi sınıfı son günlerde esasında önemli bir militanlık göstermiş olsa da bir hayli çekingendir. Bir açıdan, saldırıların vahşiliği, hele de 'sol' hükümetlerce uygulandıkları için, işçi saflarında daha da bir güçsüzlük hissi yaratmaktadır. Çelişkili olsa da, saldırıların şiddetinin en düşük olduğu yerlerde, mesela Fransa'da, işçilerin mücadeleciliği 2010'un sonbaharında emeklilik reformuna karşı harekette gördüğümüz üzere en kitlesel biçimde ifade bulmuştur.

11. Aynı zamanda, yakın dönemde tanık olduğumuz en kitlesel hareketler en sanayileşmiş ülkelerde değil kapitalizmin çeperindeki ülkelerde, özellikle de Tunus ve Mısır gibi, burjuvazinin hareketleri dağıtmak için kullandığı vahşi baskıların ardından nihayetinde yerel diktatörlerden kurtulmak zorunda kaldığı çeşitli Arap ülkelerinde gerçekleştiler. Bu hareketler klasik anlamda, yakın geçmişte bu ülkelerde gördüğümüz mücadeleler gibi (mesela Tunus'taki 2008 Gafsa grevi, veya Mısır'da 2007'nin yazında gerçekleşen ve çok sayıda sektörden dayanışma çeken kitlesel dokuma sanayisi grevleri) klasik anlamda işçi mücadeleleri değillerdi. Çoğu zaman, toplumun kamu sektöründen ve özel sektörden işçiler, işsizler ama ayrıca küçük esnaf, zanaatkarlar ve iyi eğitimli gençler gibi farklı kesimlerinin içerisinde bulunduğu toplumsal kalkışmalar biçimini aldılar. Bu yüzden proletarya nadiren doğrudan ve belirgin bir biçimde (mesela Mısır'daki kalkışmanın sonuna doğru gerçekleşen grevlerde) kendisini gösterdi; daha da nadiren başı geken güç rolünü üstlendi. Öte yandan bu hareketlerin kökeninde, ortaya atılan taleplerin çoğunun da ifade ettiği gibi, temelde başka ülkelerdeki işçi mücadelelerin kökeninde olan nedenlerin aynılarını buluyoruz: krizin ciddi bir biçimde şiddetlenmesi ve sömürücü olmayan bütün nüfus nezdinde yol açtığı sefalet. Ve proletarya genelde bu hareket içerisinde doğrudan bir sınıf olarak ortaya çıkmamış olsa da, özellikle işçi sınıfının ciddi bir ağırlığı olan ülkelerde, özellikle kalkışmalara gösterilen derin dayanışma ve karşı tarafın korkunç baskılarına karşı kör ve çaresiz şiddete çekilmeyi engelleyebilme açısından, proletaryanın izleri mevcuttu. Nihayetinde Tunus ve Mısır burjuvazileri, Amerikan burjuvazisinin iyi tavsiyelerine uyup diktatörleri sallama kararı aldılarsa, bu büyük ölçüde bu hareketlerde işçi sınıfının varlığından kaynaklıydı. Bu durumun kanıtlarından biri de Libya'daki hareketin sonucuydu: eski diktatör Kaddafi'nin devrilmesinden ziyade, sömürülenleri kurbanlık koyun olarak kullanan burjuva kesimler arasında uzun bir askeri çatışma çıktı. İşçi sınıfının büyük bir kesiminin (Mısır, Tunus, Çin, Sahraaltı Afrikalı ve Bangladeşli) göçmen işçilerden oluştuğu bu ülkede, olaylara işçi sınıfının verdiği temel tepki ilk günlerde uygulanmaya başlanılan vahşi baskılar karşısında ülkeden kaçmak oldu.

12. Libya'daki hareketin askeri akibeti, NATO güçlerinin çatışmaya dahil olmasıyla, burjuvazinin, Tunis ve Kahire'deki eylemlere kendiliğinden tepkileri dayanışma göstermek ve cesaret ve kararlılıklarını selamlamak olmuş olan gelişmiş ülkelerdeki işçilere yönelik yanılsama yaratma kampanyaları yaratmasını mümkün kılıyor. Özellikle işsizlik ve sefalet yüklü bir gelecekle karşı karşıya olan eğitimli gençliğin kitlesel varlığı, yakın dönemde bir dizi Batı Avrupa ülkesindeki eğitimli gençliğin hareketlerini yankılar nitelikteydi: bu hareketlere örnek olarak 2006'da Fransa'da gerçekleşen CPE karşıtı hareket, 2008 sonunda Yunanistan'da gerçekleşen kalkışma ve grevler, 2010 sonunda İngiltere'deki lise ve üniversite öğrencilerinin eylem ve grevleri, 2008'de ABD'de ve 2010'da İtalya'da gerçekleşen öğrenci eylemlerini örnek verebiliriz. Tunus ve Mısır gibi ülkelerdeki kalkışmaların önemini çarpıtmaya çalışan burjuva kampanyaları şüphesiz bu ülkelerdeki işçi sınıfının taşıdığı özellikle milliyetçi, demokratik ve sendikal yanılgıları sonuna kadar kullandı. Bu durumun bir benzerine 1980-81'de Polonya proletaryasının mücadelesinde şahit olmuştuk.

13. 30 yıl önce bu hareket EKA'nın özellikle yaşadığı dönemde Rusya'daki duruma dair Lenin'in geliştirdiği "zayıf halka" teorisini eleştirel bir biçimde tahlil edebilmesini mümkün kıldı. Bu noktada EKA, Marks ve Engels'in ifade ettiği görüşler temelinde, dünya proleter devriminin işaretinin, bu ülkelerdeki proletaryanın yoğunlaşmış doğasından ve daha da önemlisi burjuvazinin uzun süredir dizdiği en gelişmiş ideolojik tuzaklara en iyi silahların en nihayetinde filizlenmesini sağlayacak tarihsel deneneyimden dolayı kapitalizmin merkezi ülkelerinden, özellikle de Avrupa'nın eski sanayi ülkelerinden yakılacağını savunmuştu. Dolayısıyla, dünya işçi sınıfının gelecekte atması gereken en temel adımlardan biri, yalnızca Batı Avrupa'daki merkezi ülkelerde kitlesel mücadelelerin gelişimi değil, işçi sınıfının demokratik ve sendikal tuzaklardan herşeyden önce kendi mücadelelerini ele alarak kurtulmasıdır. Bu hareketler, temel kapitalist güç olan ABD'de, artan sefaletin on milyonlarca insanları vurduğu işçi sınıfı da dahil dünya işçi sınıfı için bir işaret ateşi olacaktır ve 'Amerikan Rüyasını' gerçek bir kabusa çevirecektir.

14. Fransa'da, Mayıs 68'den beri proletaryası öteki Avrupa ülkelerindeki işçiler için bir atıf noktası olan bir ülkede, 2010 yılının sonbaharında emeklilik reformuna karşı gerçekleşen hareket işçi sınıfının hala sendikaları yakasında atma ve kendi mücadelesini kendi eline alma yetisinde bir hayli uzak olduğunu gösterdi. Aynı gerçekliğe daha da çarpıcı bir biçimde Mart 2011'de Cameron hükümetinin kemer sıkma planlarına karşı İngiliz sendikalarının örgütlediği kitlesel "seferberlik" ile de şahit olduk. Öte yandan, Fransa'daki emeklilik reformu karşıtı harekette, Intersyndicale'in genel hakimiyetine rağmen, farklı şehirlerde bu hakimiyete karşı harekete geçme iradesini ifade eden ve herkese açık kitle meclisleriyle mücadelelerin kontrolünü ele almak ve mesleki ayrımları aşmak isteyen bir dizi "meslekler arası kitle meclisi" ortaya çıktı. Bu işçi sınıfının bu temel adıma doğru yola girdiğinin bir göstergesidir.

Benzer bir biçimde, son dönemde kapitalizmin çeperindeki ülkelerde de çok sayıda mücadele görmüş olmamız, merkezi ülkelerde geleceğin belirleyici mücadelelerinin sınıf hareketlerinin dünya geneline yayılması için bir işaret ateşi işlevi görmesi için koşulların olgunlaşmaya başlamış olduğunu göstermektedir.

Kriz dünya işçi sınıfını, artan bir acımasızlıkla vuracaktır. Öte yandan, burjuvazinin dizdiği tuzaklar ne olursa olsun, proletaryanın önündeki görevin büyüklüğü karşısındaki tereddütleri ne olursa olsun, sınıfımız kitleselliği ve bilinci sürekli artarak mücadele etmek zorunda kalacaktır. Devrimciler olarak görevimiz, proletaryanın tarihten aldığı görevi yerine getirebilmesi için bu yaklaşan kavgalarda sonuna kadar yer almamızdır. Bu görev, bütün barbarlığıyla kapitalizmin devrilmesi ve komünist bir toplumun yeşermesi, zaruret diyarından özgürlük diyarına geçiştir.

EKA, 2011 Bahar

 


 

1. OECD, World Economic Outlook Interim Report, March 2009). s.5.

2. Ibid, s. 7.

Tags: 

Kapitalizm, Savaş ve Kadın

Dünyanın efendileri için milyonlarca insanın ölmesi sadece istatiksel bir veriden ibaret.

Burjuva iktidarlar, sömürülerini arttırmak, karları için daha fazlasını katmak amacıyla savaşlardan, iç çatışmalardan medet ummaktadırlar. Böylece ayakta kalmayı düşlemektedirler. Dünyanın dört bir yanındaki bu saldırganlık hali, kadınların şiddete maruz kalmalarına, cinsel meta olarak kullanılmalarına, mülteci konumuna düşürülmelerine, tecavüze uğramalarına, yoksulluk ve sefalet içine itilmelerine sebep olmaktadır. Ya da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıflar savaşında kadınlar üzerinden zaten süren bu politikalar savaş ve iç savaş döneminde daha da artmaktadır.

Savaşın kadın üzerindeki yıkımını ve saldırganlığını gözler önüne seren en taze örnek ise Suriye'de yaşananlar. Yaz aylarında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a bağlı birlikler ayaklanan kitlelere saldırırken bu saldırıdan en çok nasibini alan yine kadınlar oldu. Hatay'a sığınan kadın mülteciler İngiliz The Times gazetesine verdikleri demeçlerde kadınların askerler tarafından nasıl tecavüze uğradıklarını ve işkence gördüklerini anlattılar. Türkiye'de tedavi gören iki kadın mülteci; askerlerin bir kadının yüzünü bıçakla kestiğini, bir kadının ise göğüslerini kestiklerini anlattılar. Onları kurtarmaya çalışan erkeklerin ise yüzlerine asit attıklarını söylediler. Savaşın insan üzerinde yarattığı bu tahribat ve yıkımı görmek için sadece bu yaşananlar bile fazlasıyla yeterli.

Tüm bu yaşananlardan kaçan Suriyeliler Haziran ayında Hatay'da kamplara yerleştirildi. İlk iki gün onlara iyi davranıldığını söyleyen kadınlar kaldıkları kamplarda 400 kadına tecavüz edildiğini, bu durumun da 250 kadının hamilelik nedeniyle adet görmemesi üzerine ortaya çıktığını vurguladılar. Hatta tecavüze uğrayan kadınların bazılarının kamplardan sorumlu kişiler tarafından dışarı çıkartıldığı ve erkeklere pazarlandığı da başka kaynaklarda ifade edilmektedir.

Hatay'da yaşanan bu süreç ve kadınlara karşı işlenen bu insanlık suçu iddiası hiçbir medya organının haber kanalında yer almıyor. Ya da bu konuyla ilgili herhangi bir araştırma yapılmıyor. Hatay'da tam olarak neler oluyor bilmiyoruz ama o kamplardaki insanların birçoğunun tekrar Suriye'ye döndüklerini biliyoruz.

İster savaş ülkesinde olsun ister bu durumdan dolayı mülteci konumuna düştüğünde kadının, erkek egemen iktidar karşındaki güçsüz ve muhtaç durumu onun her türlü ezilmesine, sömürülmesine, tecavüze uğraması ve öldürülmesi anlamına geliyor.

İşçi sınfını kadın ve erkek olarak ikiye bölen kapitalizm, her geçen bu ayrımlarını derinleştiriyor. Son dönemde yaşanan kadın cinayetlerine her gün bir yenisi ekleniyor. Başta da söylediğimiz gibi kadının şiddete maruz kalması sadece savaşta değil yaşamın her alanında kendini tüm acımasızlığıyla dayatıyor.

Devletin açıkladığı rakamlar kadına yönelik şiddetin boyutunu göstermekte. 2010 yılında toplam 1550 kadın, erkek olan yakınları tarafından namus, boşanma, kadının kendi yaşamını ekonomik olarak finanse etme çabasına karşı çıkılması vb. nedenlerle öldürüldü. Bu rakam ise 2011 yılının ilk altı ayında neredeyse bir önceki yılda öldürülen kadın sayısına ulaştı. Devletten koruma talep eden kadınlar, "kadının yeri kocasının yanıdır" zihniyetiyle karakol tarafından tekrar eşlerinin yanına gönderilmekte. Ve yine aynı kadınlar eşleri tarafından öldürülmektedirler. Kapitalist iş bölümü kadını eve mahkum ederek kadın emeğini yok saymaktadır. İşçi sınıfı içinde yaratılan bu ayrım, kadın ve erkek emeğini birbirine kırdıran ve bunun üzerinden kar elde etmeyi uman kapitalizmin vahşetidir sadece. Kadın cinayetlerinin artması erkeğin "psikolojik sorunlarıyla" açıklanamaz. Bunun tek açıklaması, kapitalist iş bölümünün yarattığı erkeğin kadın üzerindeki otoritesidir. Bu otoritenin dışına çıkma eğilimi ise kadın üzerinde her çeşit şiddeti ortaya çıkarmakta ve şiddet karşısında devletin aldığı tutum ise yapılanları meşru kılmaktadır.


Kadının yaşadığı bu şiddeti aşmasının sadece bir yolu var. Bu da kapitalist iş bölümünün yarattığı bu ayrıma karşı kadını ve erkeği ile, bütün olarak bir sınıf mücadelesi vermekten geçiyor. Bu belki de kulağa bir "slogan" gibi gelse de kadının emeğini erkeğinkinin karşısında ucuz emek olması, onları yan yana olmaya mecbur kılmaktadır. Bu yüzdendir ki; daha fazla kar elde etmek isteyen burjuvazi her zaman kadın emeğini bir yedek ve ucuz işgücü olarak kullanmaya devam edecektir. Bunun karşısında işçilerin yapabilceği tek şey erkek ve kadının birlikte buna karşı kafa yorması, birbirlerini yok etmesi değil, yanyana olmasıdır.

Gül

Tags: 

Kürdistan ve Türkiye'de Şiddetlenen Savaş

Önderler barıştan bahsedince
Çalışanlar bilir ki
Savaş geliyor.
Önderler savaşa lanet okuduklarında
Seferberlik emri yazılmış, gönderiliyor.

Tepedekiler diyor ki:
Barış ve Savaş
Farklı özden yapılmadır.
Fakat onların barış ve savaşı
Rüzgâr ve fırtınadan farksızdır.

Savaş yetişir onların barışlarından
Oğul nasıl çıkarsa anasının karnından
Anasının dehşet çehresini taşıyan.

Onların savaşı
Öldürür
Barışlarının sağ bıraktıklarını.

Bertold Brecht, Svendborg Şiirleri

Geçtiğimiz günlerde, son aylarda devam eden Türk-Kürt savaşının şiddetinin iyice arttığına tanık olduk. Bir yandan emperyalist TC'nin KCK operasyonu kapsamında sayısı sadece geçtiğimiz aylar içerisinde 3,500 kişiyi bulmuş tutuklamaları ve baskı politikaları, hem Irak Kürdistanı'nda, hem de Türkiye Kürdistanı'nda yağmaya devam eden bombalar, gerillalara saldırılar ve sınıra asker sevkiyatları... Öteki yandan Kürdistan'da PKK'nin asker ve polisi hedef alan ama sivillerin de ölmesine neden olan eylemleri, Elazığ ve Diyarbakır'da öğretmen kaçırılması, çatışmalarda öğretmenlerin canlı kalkan olarak kullanıldığı iddiaları ve TAK'ın Ankara'da patlattlığı bomba... Savaş, belki bir süredir kamuoyunun ağzına dolanan ve kimi kesimlerin de ağzının suyunu akıtan "90'lara dönüş" noktasında değil fakat gelişmeler bize savaşın en fazla kızıştığı o günlerden kareler hatırlatıyor.

Savaş, hem Türk hem de Kürt burjuvazisinin eseridir. Onların çakışan çıkarları yüzünden yapılmaktadır. Türk tarafının da Kürt tarafının da siyasi ve askeri uzuvları, bu tarafların burjuvazilerinin çıkarları temelinde hareket etmektedir. Bahsi geçen siyasi uzuvlar, yalnızca yaptıklarına devam edebilmek için buna mecbur değildirler, ayrıca bu uzuvları yönetenler, konumları ve ellerinde bulunan güçler nedeniyle, kendi taraflarının burjuvazilerinin organik parçalarıdır. Dolayısıyla bombaların yağdırılması veya patlatılması emrini, askerlerin ve gerillaların ölmeye veya birbirlerine öldürmeye gitmeleri emrini, işçi sınıfından insanların tutuklanmaları veya kaçırılmaları emrini veren bu sınıftır. Fakat ölenler, her zaman olduğu gibi bu sınıfa mensup değillerdir. Ölenler işçiler ve her zaman olduğu gibi, ister gerilla ister asker olsunlar, gencecik işçi çocuklarıdır.

Kürt işçi sınıfı da, Türk işçi sınıfı da, hakim sınıfların kendilerine dayattığı bu savaşın bedelini çok ağır ödediler. Savaşla geçen onlarca yıl, on binlerce işçinin ve işçi evladının canlarına ve kanlarına maloldu. Çünkü emri veren sınıf hep burjuvaziydi; canını veren sınıf ise hep proletaryaydı. Ve burjuvazi, çatışmaların düşük yoğunlukta seyrettiği birkaç senenin ardından yavaş yavaş nasıl emirler vermeye, nasıl katliamlar yapmaya, nasıl baskılar örgütlemeye kadir olduğunu, kısacası savaşın o kanlı pratiğini yine 'hatırlıyor'. Evet, bir yandan ölmüş ve ölen o kadar insanın nezdinde yüzsüzlükle savaş çığırtkanlığı yapıyor olabilir ama tedirginler de. Adım adım savaşa giriyorlar; her adımda bir dönüp bakıyorlar işçi çocuklarının yüzlerine; emir geldiğinde ölecekler mi, sınıf kardeşlerini öldürecekler mi diye. Bir yandan topyekün savaşa koşarken, bir yandan yakın zamana kadar dillerinden düşürmedikleri kardeşlik yalanlarına sahip çıkmaya çalışıyorlar. Çok da değil tabii; açık kapı bırakacak kadar ancak fakat savaş seferberliğini de zedelemeyecek miktarda.

Mesela Başbakan Erdoğan'ın, yakın zamanda PKK ile görüşmelerden sızdırılanlara dair "hükümet görüşmez ama devlet görüşür" sözleri bu durumu ortaya koymaktadır. Tabii ki bu noktada Erdoğan'ın PKK ile görüştüğünü söylediği devletin ayrıca faili 'meçhul' cinayetlerin, faili ayan beyan ortada ama emredeni 'meçhul' suikastlerin, boşaltılan yakılan veya bombalanan köylerin, insanların cezaevlerine tıkılmasının, işkencelerde öldürülmesinin sorumlusu olduğunu ve Erdoğan'ın hükümetini de kapsayan bir yapı teşkil ettiğini bir kez daha vurgulamak gereklidir. TC devleti dünya yüzüne sunduğu 'parlak' yüzü Erdoğan, yerli kamuoyuna sunduğu 'tarafsız' yüzü Gül, PKK'ye sunduğu sempatik yüzü Hakan Fidan ve hükümeti tasvip etmeyenlere sunduğu 'muhalif' yüzü Kılıçdaroğlu kadar Abdullah Çatlı'dır, Mehmet Ali Ağca'dır, Muhsin Yazıcıoğlu'dur, Esat Oktay Yıldıran'dır, Raci Tetik'tir, 'Kimyasal' Necdet'tir, Ogün Samast'tır, Yasin Hayal'dir, Türk İntikam Tugayı'dır, Jitem'dir... Devletin görünür yüzleri, alınan her candan, devletin tetikçileri kadar sorumlusudurlar. Erdoğan'ın bugün, zamanında Tansu Çiller'in yaptığı gibi "devlet için kurşun atan" katillere sahip çıkmıyor oluşu, araya bir mesafe koyuyor izlenimi yaratma çabası, gerçek bir değişimi ifade etmemektedir. Devlet için atılmış kurşunları yiyenlerin sayısı bir hayli artmıştır yalnızca ve işçi sınıfının ciddi kesimlerinde bu kurşunları yiyenler atanlardan daha fazla sempati uyandırmaktadır. Aynı şekilde, TC devleti şu günlerde Kürdistan'da yaptığı katliamları pek de gündeme getirmemek derdindedir ve gündeme geldiklerinde inkar etmektedir; güdümündeki basın da bu hususta genel olarak suskunluk içerisindedir.

Benzer bir durumu PKK cephesinde de görebiliriz. KCK'nin, TAK'ın Ankara eylemine dair yaptığı “TAK'ın [Kürdistan Özgürlük Şahinleri, eski ismiyle Kürt İntikam Tugayı] Ankara'daki eylemini onaylamadığımız gibi, TAK örgütünün bu eylemi üstlendiği açıklamasında belirttiği tarzda eylemlerin sürdürüleceğini çok sakıncalı görüyor, halklarımıza zarar vereceğini belirtiyoruz. TAK yapısını da eğer gerçekten özgürlük mücadelesine hizmet etmek istiyorsa, bu tür eylemleri değil, sivillere zarar vermeyen mücadele tarzlarını esas almaya çağırıyoruz[1] açıklaması, son günlerde PKK'nin ölümüne yol açtığı sivillerin sayısı düşünülürse - ki aynı metinde Siirt'te polis sanılarak dört sivilin öldürülmesine dair de özür dilenmiştir - bir hayli ilginçtir. PKK her ne kadar TAK ile arasına mesafe koymaya çalışıyor olsa da, Ankara'daki patlama ister istemez TC devleti ile PKK arasındaki görüşme esnasında istihbaratçı Afet Güneş ile PKK liderlerinden Sabri Ok arasındaki bir diyaloğu akıllara getirmiştir. Görüşmeler sırasında, Afet Güneş “biliyoruz metropolleri de doldurdunuz bu arada, patlayıcılarla doldurdunuz” demiş ve Sabri Ok'un biraz mahçup bir biçimde bunu inkar etmesinin üzerine “hepsini biliyoruz” diye üsteleyerek şu cevabı almıştı “onlar bir tarafa biz bu süreci ilerletelim önemli olan o[2]. Bu görüşme kaydı, sürecin ilerlemeyeceği açığa çıkınca, o görüşmede bir tarafa bırakılmış olan o bombalardan bir tanesinin TAK'ın Ankara saldırısı ile devreye girmiş olabileceğini düşündürmektedir. Her halükarda bu açıklama ve özürler PKK'nin, tıpkı TC devleti gibi, genel olarak sivillerin öldürülmesini ve sivilleri öldürenleri açık bir biçimde savunacak özgüvene sahip olmadığıdır.

İki taraf da sivillerin ölümünü üstlenmek istememektedir; öte yandan konuya yaklaşımlarındaki tek ortak nokta bu değildir: TC devleti gerillaların, PKK de askerlerin öldürülmesini meşru görmektedir. İki tarafın da sivillerin ölümüne dair göstermekte olduğu bu dokunaklı duyarlılık, nedense ne sivil ölümlerinin önüne geçmektedir, ne de asker ve gerilla ölümlerinin. Ayrıca Türklere askerlerin gerilla öldürdüklerinde, Kürtlere ise gerillaların asker öldürdüklerinde iyi bir iş yaptıkları mesajı verilmeye de devam etmektedir. İki tarafın da burjuvazisi, sivillere yönelik kaygılarının savaş seferberliğinietkilememesine büyük özen göstermektedir.

Bütün bu açılımlar ve müzakereler sürecinden sonra gelinen bu nokta, burjuvazinin barışından ancak savaş çıkacağını bir kez daha gözler önüne sermiş, Kürt sorununun çözümünün TC devleti ile herhangi bir uzlaşmadan geçemeyeceğini ve PKK'nin de hiç de alternatif önerebilecek bir yapı olmadığını tekrar ortaya koymuştur. Kürt sorununun çözümü yalnızca Türkiye'de mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü milletlerarası savaşla mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü demokrasiyle mümkün değildir. Bu sorunun tek çözümü, Kürt ve Türk işçilerin Orta Doğu ve tüm dünya işçileriyle birleşik mücadelesinden geçmektedir. Kürt sorununun tek çözümü enternasyonalist çözümdür. Bu sorun ancak sınıf savaşıyla sınırları aşarak çözülebilir. Milliyetçi savaşın barbarlığına karşı enternasyonalizm bayrağını ancak burjuvazi için ölmeyi reddeden işçi sınıfı yükseltebilir.

Gerdûn

 


 

1. https://emekdunyasi.net/ed/siyaset/14425-kckden-ankara-ve-siirt-aciklamasi

2. https://vimeo.com/28936085

Tags: 

Kürdistan'da Emperyalist Savaş

İleri marşa gelince pek çokları bilmez
Esas düşmanın askerlerin başında yürüdüğünü.
Emirler verip duran ses
Düşmanın sesidir.
Düşmandan bahsedip duran adam ise
Düşmanın ta kendisidir.

Bu gece
Evli çiftler
Uzanmışlar yataklarında.
Yetim çocuklar getirecek
Genç kadınlar dünyaya.

Bertold Brecht, Svendborg Şiirleri

 


 

Emperyalist TC ordusunun 27. defa Irak Kürdistanı'na girdiği iddialarının Türk basınında yer aldığı şu günlerde, TSK'nın ve PKK'nin iddialarına göre yaklaşık üç günlük bir süreç içerisinde, TC emperyalizmi ile Kürt burjuvazisi arasındaki savaşta iki yüze yakın işçi çocuğu hayatlarını kaybetmiş bulunmakta. PKK, son günlerdeki çatışmalarda ölen askerlerin sayısının, devlet kaynaklarının iddialarının aksine 24 değil 81 olduğunu iddia ediyor. PKK'nin olaylara dair yaptığı açıklama bir hayli detaylı ve ikna edici olması, bu iddianın doğruluğuna işaret ediyor. TSK ise yaptığı son açıklamada 90 ile 100 arası gerillanın öldürüldüğünü iddia ediyor ki bu rakam her ne kadar belki biraz abartılı olsa da, gerçek rakama PKK'nin kendi ölülerinin sayısını 10'un altında veren iddiasından daha yakın durduğunu tahmin edebiliriz. PKK, TC ordusunun Irak Kürdistanı'na girdiği yönündeki iddiaları Türk basınının fazla havaya girmesi sonucunda ortaya çıkmış yalanlar olarak nitelendiriyor ki TSK'nın "operasyonlar içeride" açıklaması, gerçekten de daha kara harekatının başlamamış olabileceği ihtimalini güçlendiriyor. Kürdistan'da şiddeti gittikçe artan savaş ortamında, iki tarafın söyledikleri için de neyin gerçek, neyinse savaş propagandası olduğunu kesin olarak söylemek zorlaşıyor. Devlet adamları, siyasiler ve gerilla şefleri intikam yeminleri ediyor, gözdağı veriyor, "kazanıyoruz!" diyorlar. İki taraf da ne kadar fazla düşman öldürdüğünü övünerek, böbürlenerek, göğüsünü gere gere söylüyor. Bu sırada Türkiye'de devlet kuduz köpeklerini sokağa salmış durumda: intikam için "yaşasın ölüm!" diye uluyorlar, ellerinde bayraklarla nüfusu milliyetçi nefret sloganlarıyla galeyana getirmeye uğraşıyorlar. Nazi Almanya'sını hatırlatan bu ulumalardan olayla hiçbir alakası olmayan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve her türlü "düşman" da nasibini alıyor. Devletin bütün bu çabaları da tabii ki karşılıksız kalmıyor: İstanbul, Adana ve Elazığ gibi şehirlerde Kürtlere karşı etnik kıyım teşebbüsleri başlamış durumda. Gerek bu gösteriler için, gerekse saldırı teşebbüsleri için ise en fazla gençleri kullanıyor devletin hizmetkarları ve devletin zirvesi bu saldırıları 'makul' olarak nitelendiriyor.

Öte yandan bütün bunlara rağmen endişe verici bir durum var hakim sınıf için. Birşeyler eksik gibi sanki. Mesele ünlüler dünyasının ciddi bir azınlığının intikam çığlıklarına kapılmayıp kısa bir süreye kadar egemenlerin ağızlarından düşürmediği "barış" ve "çözüm" gibi kelimeleri ifade edişi değil, hatta İstiklal Caddesi'nde bin kadar sol eğilimli gencin ve sanatçının 'intikam değil barış istiyoruz' eylemi de değil. Özellikle yıllardır ağızlara sakız edildikleri için ve dahası bu son savaş çözüm ve barış umutlarından doğmuş olduğu için, egemenler bu sözlerden hiç korkmuyorlar artık. Zaten daha çok Kürt tarafı ama iki taraf da barışın sağlanamamasından ve bir çözüm bulunamayışından karşı tarafı suçluyor. Belki intikam rüzgarlarının estiği şu günlerde barış talepleri milliyetçi deliliğe kendisini kaptırmış birkaç kişiyi rahatsız ediyor fakat egemenler biliyorlar ki; bu savaştan sonra yeni barışlar da olacak ve o barışlar yine yeni savaşlar doğuracak. Fakat daha genel olarak tarihin bize gösterdiği üzere pasifist sloganlar emperyalist savaşı zora sokabilecek bir mahiyete sahip değiller; şu anda tarafların başını çeken siyasi özneler ise bu soruna bir çözüm getirebilmekten acizler. Türk ve Kürt burjuvazisinin böylesi bir çözüm bulma çabasının, barış pazarlığının geçtiğimiz aylardan savaşın yeniden şiddetlenmesinin ardından yüzlerce işçi çocuğunun canına malolmuş olması, pasifist sloganlardan hiçbir çözüm umulamayacağını gösteriyor. Savaşanların barışmasının ancak yeni savaşlara gebe olabileceği koşullarda, 'barış' sloganları ne Kürdistan'daki mevcut emperyalist savaşın, ne de Kürt sorununun çözümüne ışık tutuyor.

Peki o zaman devleti gerçekten ne rahatsız ediyor? Devleti PKK'nin öldürdüğü Er Yunus Yılmaz'ın "Niçin zenginlerin çocuğu şehit olmuyor da hep garibanlar şehit oluyor?" diyen babası Hasan Yılmaz rahatsız ediyor. Devleti Hasan Yılmaz'ın erlerin dağda çay, şeker, bot gibi en insani ihtiyaçlarından mahrum olduklarını ortaya koyması rahatsız ediyor. Devleti yine PKK tarafından öldürülen Er Eyüp Çolakoğlu'nun teyzesinin subaylara "Bir rahat bırakın, yeter. Sanki bugüne kadar yanımızdaydınız" demesi rahatsız ediyor. Asker cenazelerinde atılan "Tayyip oğlunu askere gönder" sloganları, "Hep garibanlar ölüyor" tepkileri rahatsız ediyor. Bunlar yeni ortaya çıkmış tepkiler değil ama hep birikmiş ve son dönemde artmış tepkiler. Artık çok az kişi evladının ölümünü gönül rahatlığıyla "Vatan sağolsun" diyerek karşılıyor. Artan sayıda "gariban" çocuklarının ölümünden, saldırı emri veren PKK'li liderler kadar, TSK'nın başını çekenleri ve Türk burjuvazisini sorumlu tutuyor. Bir yandan da dünya genelinde kitle hareketlerinin yükselmekte olduğu koşullar içerisinde bu tepkiler, şimdilik hala yetersiz olsalar da devleti tedirgin ediyorlar. Bu yüzden de basın, Erdoğan'ın "milli olun" emri kapsamında ölen askerlerin yakınlarının isyanını ve sınıfsal tepkilerini yansıtmamak için elinden geleni yapmaya çalışıyor.

Türkiye, hem Kürdistan'da hem de genel olarak Orta Doğu'da emperyalist emeller peşinde koşan bir devlet. PKK ise, henüz bir devlet olmayı başaramış olsa da Türkiye'deki milliyetçi Kürt burjuvazisinin temel aygıtı olarak bir devlet gibi hareket ediyor; faaliyet alanında bir devlet gibi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışıyor ve şu veya bu noktada TC emperyalizminin rakibi olan şu veya bu emperyalist devletin doğrudan veya dolaylı desteğine dayanıyor. Böylelikle de, güçleri emperyalist TC'ye kıyasla daha zayıf, çıkarları ise daha dar olsa da, dünya emperyalizminin TC kadar bir parçası konumunda bulunuyor. Kürdistan'da son aylarda şiddetlendikçe şiddetlenen bu savaş, halihazırda dünyada devam eden bütün savaşlar gibi emperyalist bir savaş. Efendilerinin çıkarları için ölmek veya sınıf kardeşlerini öldürmek ise ne Türk işçilerin, ne de Kürt işçilerin çıkarına.

Emperyalist savaşa karşı tek çözüm ise emperyalist savaşın sınıf savaşına dönüştürülmesi, Kürt ve Türk işçilerin birbirleriyle ve bütün dünya işçileriyle dayanışmayı yükseltmesi. Bu Kürdistan'da gerilla ile askerin, iki tarafında da komutanlarına ve liderlerine karşı kardeşleşmesi ve mücadele etmesi; özellikle hem Türk hem de Kürt nüfusun yoğun olduğu şehirlerde tüm işçilerin etnik kıyım ve etnik çatışma ihtimaline karşı birbirleriyle dayanışması ve genel olarak hem Türkiye'de hem de Kürdistan'da bulunan bütün kökenlerden işçilerin dünya genelinde sermaye düzenine karşı gelişen hareketlerin bir parçasını yaratması anlamına geliyor. Gerek emperyalist savaşa, gerek ulusal baskıya gerçekten dur demenin tek yolu enternasyonalist sınıf savaşından geçiyor. Kabul ediyoruz, şavaşa karşı sınıfsal tepki her ne kadar mevcut ve hakim sınıf için tedirgin edici olsa da, şu an için bu noktaya ulaşmış değil. Öte yandan intikam çığlıkları atanların sorunun kökünü kanla kazıması, otuz yıldır sözde "bitme aşamasında" olan PKK'yi alt ederek "Türk-Kürt kardeşliğini" temin etmeleri daha olası bir çözüm mü? Peki ya bu savaşı seferber eden burjuvaların ve komutanların öpüşüp barışması ve bir daha hiç işçi kanı dökmemesi? Ya da bu sorunun burjuvazinin sirki olan TBMM'de çözülmesi?

Kapitalizmin çöküş evresinde ne emperyalist savaşlara ne de ulusal sorunlara böylesi yaklaşımların hiçbiri çözüm olmamıştır. Öte yandan işçi sınıfının alternatifi, tarihin ilk dünya savaşını bir uluslararası devrimci dalga ile durdurmayı başarmıştır. Otuzu aşkın yılın ve on binlerce işçi çocğunun akan kanının ardından hala çözüm için burjuvaziden medet umanlar kendilerini kandırmasın!

Savaşa proleter ve enternasyonalist bir çözümün mümkün olmayacağını iddia edenlere işçi sınıfının tarihsel çözümünün, burjuvazinin önerdiği bütün çözümlerden bin kat daha gerçekçi olduğunu haykırıyoruz!

Gerdûn

Tags: 

Çatı Akıyor: Halkların Demokratik Kongresi ve Bir Garip Solda, Bir Garip Birlik

Milliyetçiler ve sol-liberaller; Troçkistler ve Enver Hocacılar, Yeşiller ve Anarşistler; Türkücüler ve LGBT'ler... Pek çok ve farklı farklı siyasi eğilime veya kimlik örgütüne mensup delegeler 15-16 Ekim tarihlerinde, Ankara'da önce çatı partisi daha sonra da "Kongre Hareketi" adıyla olarak bilinen hareketin ilk kongresinde bir araya geldiler. Hareket ve kongre kelimelerinin bu denli fazla kullanılmasının yarattığı kafa karışıklığı ortamında, başını Kürt hareketinin çektiği ve Türk solunun büyük çoğunu bünyesine katmayı başarabilmiş olan çatı partisi veya kongre hareketi, "Halkların Demokratik Kongresi" ismini benimsemeyi uygun buldu. Halkların Demokratik Kongresi ismi bir süre önce Abdullah Öcalan'ın önerdiği "Demokratik Ulus Kongresi" isminin, bir nebze sola çekilmiş bir biçimi olarak değerlendirilebilir. Öte yandan Öcalan'a ilham vermiş olan fikir değişmemiş gibi duruyor: Halkların Demokratik Kongresi Güney Afrika'daki Afrika Ulusal Kongresi ve Hindistan'daki Hint Ulusal Kongresi gibi şu anda bu ülkelerde iktidarda bulunan burjuva milliyetçisi partilerin izinden gidiyor. Hareketin programında bulunan "barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye" sloganı, bütün parlamenter burjuva siyasetleri gibi Halkların Demokratik Kongresi'nin perspektifinin de burjuvazinin sınırları çerçevesinde olduğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte, kongrenin kendisinin hem yapısal hem de programatik ilham kaynağı ve genel modeli olarak Almanya'daki Die Linke (Sol Parti) benzeri parlamenter burjuva solcu çatı hareketlerini görüyoruz.

Bir yandan da hareketi farklı etnik ve dini azınlık kimliklerinin milliyetçileriyle doldurma çabası, Êzidî Batman delegesi Veysi Bulut'un konuşmasında ortaya koyduğu, TC devletinin Kürtlerle ilgili söylediklerini hatırlatan garabetlere yol açabiliyor: "AKP'nin açılım politikası ortaya atıldığından beri bütün kesimlerden ‘Biz kardeşiz, Malazgirt'te, Çanakkale'de birlikte savaştık' şeklinde ortak paydaları ifade eden sözler geliyor. Buna ben de katılıyorum. Bütün Kürt Aleviler, Êzidî asıllı. İktidara yanaşmak için cemevlerini kurdular. Gerçekleri bilelim. Malazgirt savaşı öncesinde Kürtlerin yüzde 99'u Êzidîydi. "Kürdistan" kelimesini 900 yıl önce ortaya atan da Êzidîlerdi." Benzer bir şekilde, Türkücü Ferhat Tunç'un Ermeni soykırımının tanınmasına "1947 yılında Dersim'de de soykırım yapıldı, ama bunu vurgulayamıyoruz" diyerek karşı çıkması kongrenin bir başka garabeti. Nihayetinde, yönetmen ve milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in konuyu erteleyen önerisi sonucunda Ermeni soykırımından kongrenin resmi metinlerinde bahsedilmemesi, yani Ferhat Tunç'un istediğini almış olması daha da büyük bir garabet. Baskıya ve katliama uğrayan halklar maddesine Türkler başlığının eklenmeye çalışılmış olması da bir başka garabet. Verdiklerimiz sadece bu garabet örneklerinden kimileri.[1]

Bütün bunlar, kongre hareketinin ne denli temelsiz bir biçimde kurulmuş olduğunu gözler önüne seriyor. Yapılır yapılmaz akmaya başlamış bir çatı var karşımızda. Kürt burjuva hareketinin olabildiğince geniş bir çatı kurma çabası, hareketin çizgisine hakim liderlerin yüzünü kızartacak kadar gerici görüşlere sahip pek çok kişiyle işbirliğini beraberinde getirmiş durumda. Öte yandan, bu garip solun garip birliğinin harcı fikir ortaklığı olmasa da kuvvetli, hatta burjuva siyaseti alanında çok daha kuvvetli bir harç: çıkar ortaklığı. Bu çatı, bir yandan Kürt hareketinin Türkiye siyasetinde, AKP'nin Kürdistan siyasetinde oynadığı role denk olabilecek bir rol oynama hedefini, bir yandan da Türk solunun burjuva siyaset sahnesinde yer edinme hırslarını ifade ediyor. Kürt burjuvazisi, Türkiye siyaset sahnesinde bir "Türkiye partisi" olmamakla suçlanmanın sıkıntısını geçtiğimiz meclis döneminde yaşamıştı. Bu karşın Türk burjuvazisinin hakim gücü AKP Türkiye Kürdistanı'nda bir hayli güçlü bir parti, ki Kürt hareketinin bu durumu dengelemek istemesi olağan. Bu nedenle Kürt hareketinin Türk soluna ihtiyacı var. Dahası, her ne kadar Türk solunun kitlesel desteği Kürt hareketinin amaçlarını tatmin edebilmekten uzak olsa da, en azından başta EMEP olmak üzere kimi sol partiler nezdinde Kürt burjuvazisi, Türk sendika bürokratları arasında da dikkate değer ve kaşarlanmış bir güç elde etmiş durumda. Buna karşılık Türk solunun Kürt hareketinden beklentisi ortada: Ertuğrul Kürkçü, Levent Tüzel ve Sırrı Süreyya Önder'i geçmiş seçimde meclise taşıyan Kürt hareketi, Türk solunun muhtelif örgütlerinin liderlerinin hırslarını kabartıyor. Şüphesiz bahsi geçen bu üç isim de bir sonraki mecliste olmayı ve hatta daha güçlü bir hareketin önderleri olmayı garantileyecek bir güç inşaa etmek istiyorlar. Hareketin dışında kalan TKP, Halkevleri ve ÖDP gibi yapılar da her hangi bir alternatif önerdikleri için değil, yürüttükleri şovenist "tam bağımsız Türkiye" siyasetin bu çatı altında bulunmaktan kazanacağı hiçbir şey olmadığı için bu fırsatı değerlendiremiyorlar.

Parlamenter güdümlü bir ezilen kimlikler ittifakı olarak şekillenmiş bu kongrede işçi sınıfı böylesi kimliklerden yalnızca bir tanesi olarak ifade ediliyor. Öte yandan, bu durum çatı partisinin yalnızca işçi sınıfının mücadelesini ileriye taşımaktan aciz olacağı anlamına gelmiyor, ayrıca onun eşcinsellere, kadınlara ve azınlıklara karşı baskıların ortadan kaldırılmasına en ufak bir katkı yapamayacağını gösteriyor. Zira eşcinsellere karşı baskılar, ulusal baskılar ve ataerkil düzen, kapitalizmle tamamen kemikleşmiş ilişkilerdir ve sermayeyi yenebilecek güç parlamentoda siyaset yapan bir burjuva partisi değil, ancak işçi sınıfının kendisi olabilir. İşçi sınıfının demokratik, ulusal, halkçı ve benzeri biçimde kendisini ifade eden ve emeği mazlum kimliklerden yalnız bir tanesi olarak ifade eden bir harekete değil, bağımsız sınıf çıkarlarını ifade edecek öz-örgütlenmesine ihtiyacı vardır. Kürtlere, Alevilere, Êzidîlere, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, kadınlara, eşcinsellere ve diğer bütün kimliklere karşı baskıları ancak bütün etnik ve dini kökenlerden, cinsiyetlerden ve cinsel yönelimlerden işçilerin, dünya proletaryasıyla birlikte yürütecekleri uzlaşmaz enternasyonalist mücadele çare olabilir.

Gerdûn


1. Yazımızda üzerinde durmaya gerek görmediğimiz bir başka garabet, "anarşist" olduklarını iddia eden kimi şahısların bu kongreye katılmış olmaları. Marksistler olarak gülünç bulduğumuz fakat seçimde Emek, Özgürlük ve Demokrasi bloğuna oy verilmesi çağrısında bulunan kimi "anarşistler" olduğunu bildiğimiz için pek de şaşırmadığımız bu duruma gerekli yanıtı vermeyi, anarşizmin gerçekte ne anlama geldiğine dair bir fikri olan anarşistlere bırakıyoruz.

 

Tags: 

“İnsan Bitiyordu Topraktan!” - Germinal, Émile Zola

"Nisan güneşi olanca görkemiyle gökyüzündeki tahtına kurulmuş, dört bir yana ışık saçıyor, doğum sancılarıyla kıvranan toprağı ıslatıyordu. Toprak ananın verimli bağrından yaşam fışkırıyor, tomurcuklar çatlayıp yeşil yaprak halini alıyor, tarlalar, başvermek için sabırsızlanan tohumların itişiyle ürperiyordu. Tohumlar şişiyor, çatlıyor, sıcağa ve ışığa kavuşmak üzere toprağı yarıp dışarı fırlıyordu. Özsuyu, büyük bir coşkunluk içinde, hışır hışır yükseliyor, çatlayan tomurcukların sesi yeryüzünü kaplayan bitmez tükenmez bir öpücük halinde uzayıp gidiyordu. Arkadaşları durmadan kazma sallıyor, her an yüzeye yaklaşıyorlarmış gibi, kazma sesleri gittikçe belirginleşiyordu. Cana can katan o nisan sabahında, gökteki alevli yıldızın gönderdiği ışınlarla yanıp tutuşan uçsuz bucaksız ovanın dört bir yanından derin bir uğultu yükseliyordu. İnsan bitiyordu topraktan, gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yerküreyi sarsarak başverecek olan, öç almak için yanıp tutuşan, kapkara bir insan ordusu boy atıyordu."

En büyük başyapıtını bu sözlerle bitiren Émile François Zola 29 Eylül 1902'de hayata gözlerini yumduğunda, cenazesinde toplanan Fransız işçi kitleleri kol kola girerek hep bir ağızdan sadece şu kelimeyi haykırarak inletmişlerdi Paris sokaklarını: "Germinal! Germinal!"

Émile Zola, Türkçe'ye Tohum Yeşerince ismiyle de çevrilmiş olan başyapıtı Germinal'i Nisan 1884 ile Ocak 1885 arasında kaleme aldı. Germinal 1885'in Mart ayında ilk kez yayınlandı. Esasında Zola'nın Les Rougon-Macquart: İkinci İmparatorluk Altına Bir Ailenin Doğal ve Sosyal Tarihi isimli yirmi kitaplık serisinin 13. kitabı olan Germinal, Zola'nın kaleme aldığı en büyük eser olarak kabul ediliyor ki edebi açıdan muhteşem anlatımı, sınıf bilincinin gelişimini ve sınıf mücadelesinin ortaya çıkışını olabilecek en kapsamlı biçimde ele alışı, derinlikli karakterleri ve bir hikaye olarak şahane olay örgüsüyle, bu yorumun neden yapıldığını kestirmemiz zor değil.

Hikayemiz, 1860'larda Étienne Lantier isimli göçebe işçilik yapan bir delikanlının Kuzey Fransa'da bulunan Montsou isimli madencilik kasabasina gelmesiyle başlıyor. Bu kasabada iş bulan ve yaşamaya başlayan Étienne kısa süre içerisinde korkunç çalışma koşulları ve şirket yönetiminin işçi maaşlarına saldırıları karşısında siyasileşmeye, bir yandan da yönetime karşı dik duruşu ve ciddiyetiyle işçiler arasında tutulmaya başlıyor. Étienne okumaya girişiyor; bir yandan işten atılmış ve Montsou'da bir işçi meyhanesi açmış ve zamanla reformistleşmiş eski işçi önderi Rasseneur ile, diğer yandan sessiz sakin bir biçimde madenlerde çalışan anarşist Rus sürgünü Souvarine ile tartışmalara girişiyor, öteki yandan ise Birinci Enternasyonal temsilcileriyle irtibata geçiyor. Birinci Enternasyonal'in sosyalist görüşlerini benimseyen Étienne, Montsou işçilerinin kendi aralarında bir yardım sandığı kurmaları gerektiğini savunmaya başlıyor ve içten içe işçilerin Enternasyonal'e üye olmalarınının hayalini kurmaya başlıyor. En nihayetinde, yönetimin korkunç sömürü koşullarını ağırlaştırması sonucu işçiler greve gidiyorlar ve sonrasında grev bir isyana ve devlet güçleri ile işçiler arasında bir çatışmaya dönüşüyor. Montsou maden işçileri grevi zaferle bitmiyor ama Zola kitabını iyimser bir biçimde bitiriyor.

Germinal'de, anarşizm ile marksizm arasındaki çelişki ve Birinci Enternasyonal'de olanlar, reformizmle devrimcilik arasındaki çatışma, işçi önderlerinin bürokratikleşmesi, işçi ailelerinin yapısı ve ilişkileri, genç kadın ve erkek işçiler arasındaki ilişkiler, kadın işçilerin karşılaştıkları baskı, ev kadınlarının militanlaşması, işçilerin biriken öfkesinin ortaya çıkışı, şiddet sorunu, burjuvazinin ve yönetimin farklı kesimlerinin içinde bulunduğu durum ve işçilere bakışı gibi pek çok farklı konu ustalıkla işleniyor. Bu kadar farklı konunun aynı kitapta her şey yerli yerine oturarak böylesi bir ustalıkla işlenebilmiş olmasının nedeni, yalnızca Zola'nın üstün edebi yetenekleri değil, bütün bu konuların işçilerin hayatında gerçek bir yer tutuyor oluşu. Germinal gücünü Zola'nın edebi ustalığından aldığı kadar, çırılçıplak gerçekliğinden de alıyor, zira kitabın arkasında dönemin Kuzey Fransa'nın çeşitli maden kasabalarının ve çeşitli madenci grevlerinin detaylı bir biçimde gözlenmesi ve incelenmesi yatıyor. Öte yandan Zola'nın ustalığı, asla didaktik ve zorlama olmayarak, başından sonuna kadar doğal ve edebi bir anlatımla gerçekliği olduğu gibi gözler önüne sermesiyle Germinal'i sınıf mücadelesini ele alan kitapların büyük bir çoğundan ayırıyor. Bütün bu unsurlar birleşince de tarihin yazılmış en büyük başyapıtlarından bir tanesi ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Germinal'i bütün okurlarımıza öneriyoruz.

Gerdûn

Tags: 

2011 - Eylül

12 Eylül, “Demokrasi” ve Sol

12 Eylül darbesi, onlarca insanın öldüğü, hapishanelerde onlarca yılın geçirildiği ve her anlamda bedelini işçi sınıfının ödediği, burjuva gericiliğinin gerçek yüzlerinden biridir. Burjuvazi şimdilerde ise bu darbeyi yine kendi siyasi amaçları doğrultusunda “12 Eylül ile hesaplaşıyoruz!” propagandasını kullanarak, işçi sınıfını kandırmakta, darbe mağdurları tarafından açılan utanç müzeleri, 12 Eylül'de işkence merkezleri olan bazı hapisanelerin yine müze haline getirilmesi için yapılan çalışmalar, burjuva demokrasisinin aklanmasına istenilen desteği sunmaktadır. Aslında darbe döneminde öldürülenlerin kanlı giysileri burjuva demokrasisinin kenar süsü haline getirildi. 12 Eylül'ün mağduru olduğunu söyleyen sol, sendikalar ve diğer yapılar, demokrasi yalanının yanında ya da karşısında yer alan pozisyonlarıyla buna ortak olarak işçi sınıfı açısından bir truva atı rolündeler. Bu bakımdan geçen yıl yapılan referandum solun olduğu yeri net bir şekilde göstermiş oldu.

Türkiye kapitalizmi gelişiminin bir dışa vurumu olan darbeler, burjuvazinin siyasi hakimiyetinin temel aracı olarak hep işlev gördüler. Bunun temelinde Türkiye kapitalizminin özellikle Batı Avrupa kapitalizmlerinin ürettiği biçimde bir demokrasiye sahip olamayışı yatıyor. Dolayısıyla da bu nedenden burjuvazinin siyasi müdahaleleri biçim bakımından hem sert, hem de kanlı olabiliyor. Şimdilerde ise artık Türkiye'de darbe dönemlerinin kapandığı, “demokratikleşme” döneminin başladığı propagandası yapılıyor. Demokratikleşme kanısını, solun bir kısmı doğrudan, bir kısmı ise dolaylı bir politakayla büyük oranda taşıyor, paylaşıyor. Demokratikleşme ise kapitalizmde sömürünün yeniden organize edilmesi anlamına geliyor.

Şunu belirtmek gerekiyor ki; kapitalizmde demokrasi denen şeyin sınırları ancak onun iktisadi sınırları kadardır. Demokrasi, iktisadi yapının korunması ve onun yeniden üretilmesi için genel üst yapı örgütlenmesidir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından cunta, parlamenter demokrasi, vs. gibi rejimlerin hükümet etmesinin, iyi ya da kötü anlamda bir karşılığı yoktur. Çünkü bu rejimler de burjuva sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Hepsi özünde burjuva diktatörlüğüdür ve ücretli emeği azami ölçüde sömürerek yaşamaya programlanmıştır. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı için bir demokrasiden söz edemeyiz; bunun mümkün olduğunu söyleyenler ya da demokratik talepler ileri sürenler, ücretli emeğin sömürülmesine hizmet etmektedirler.

12 Eylül darbesinin yaşandığı günlerde Türk burjuvalarından birisi, şu sözlerle darbeyi anlamlandırmaktaydı:“Bugüne kadar hep işçiler güldü; biraz da biz gülelim.” Bu sözler ücretli emeğin darbe öncesinden daha fazla ve acımasızca sömüreleceğinin habercisiydi. Nitekim öyle de oldu; darbe sonrası işçi sınıfına yoğun bir saldırı dalgası başladı ve hala devam etmekte.

Bu darbelerden ya da siyasi müdahalelerden her bakımından diğerlerinden farklı olanı kuşkusuz 12 Eylül darbesi. 12 Eylül darbesinin temel argümanı ise iktisadi yapının küresel kapitalizm ile doğrudan uyumlu hale getirilmesi. İki kutuplu dünya döneminin sonunun gelmesiyle, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika kapitalizmi küresel anlamda hakim hale geldi. Türkiye burjuvaları bu değişen sürece ayak uydurmak ve küresel kapitalizm ile uyumlu çalışmak üzere 24 Ocak Kararları olarak da bilinen yönelimle, 12 Eylül 1980 tarihinde planlanan askeri darbeyi gerçekleştirdi. Ardından hızla devlet elindeki tüm ekonomik yapılanmalar özel sermayeye geçerek, hızlı bir iktisadi entegrasyon ile işçi sınıfına bugün Tekel gibi süreçlerde gördüğümüz saldırıları hazırladı.

Bu tip darbeler sadece Türkiye'de değil, dünyanın birçok ülkesinde yaşandı ve hatta işçi sınıfına Türkiye'dekinden daha ağır zararlar verdi. Çöküş dönemindeki kapitalizm işçi sınıfına daha fazla saldırarak ve onu daha çok yıkıma uğratarak siyasi ve iktisadi krizlerinden çıkmaya çalışacaktır. Bu tip darbelerde onun içsel çelişkilerinin ürünüdür.

Ekrem

Tags: 

Burjuvazinin Kirli Çamaşırları: Devlet – PKK Görüşmesinin Sızdırılması

Bir prens hayvanların doğasını iyi bilmeli ve hayvanlar aleminden aslan ile tilkiyi özümsemelidir. Zira aslan tuzaklardan, tilki ise kurtlardan korunamaz. Bu yüzden tuzakları fark etmek için tilki, kurtları korkutmak için ise aslan olmak icap eder (…) Dolayısıyla bilge bir hükümdar verdiği bir sözü eğer artık çıkarına uygun değilse veya sözü vermesine neden olan koşullar ortadan kalkmış ise tutamaz ve tutmamalıdır (…) Bir prensin, sözünü tutmayışının üzerine kapatacak meşru nedenleri asla tükenmez (...) Fakat bu tabiatın üzerinin nasıl kapatılacağını bilmek, dürüst gözüküp niyetleri gizlemek şarttır. İnsanlar öye basit düşünürler, anlık ihtiyaçları onlara öyle hükmeder ki aldatmak isteyen, kendisine aldanmak isteyen birilerini her zaman bulabilir” - Nicolò Machiavelli, Prens

İçişleri bakanı İdris Naim Şahin'in, TC emperyalizminin yeni bir sınır ötesi kara operasyonu ile Irak Kürdistanı'nı bir kez daha işgal etme niyetini açıkladığı şu günlerde, çeşitli devlet yetkilileri ile PKK'nin kimi önemli isimleri eski bir görüşme kaydı internete sızdırıldı. Görüşme Oslo'da PKK tarafından Mustafa Karasu, Sabri Ok ve Zübeyir Aydar, TC tarafından ise dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı, şimdinin ise MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dönemin şu anda emekli edilmiş MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş arasında gerçekleşiyor. Bu isimlerin yanı sıra, görüşmeye belirgin bir İngiliz aksanı olan bir yabancı ülke temsilcisi koordinatör katılıyor ki konuşmalardan ne ilk, ne de son olan bu toplantıları pratikte örgütleyenin bu kişi olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ses kaydı dinlenince ilk göze çarpanlar, sürece yeni dahil olmakta izlenimi veren Hakan Fidan'ın Başbakan Tayyip Erdoğan'ın özel temsilcisi olarak bulunduğunu ifade etmesi ve Abdullah Öcalan ile kısa bir süre önce yaptığı görüşmeyi aktarması, Afet Güneş'in ise sürece ve ilişkilere bir hayli hakim bir görünüm çizmesi. Görüşmeye bir hayli samimi bir hava hakim; espiriler, şakalar, komiklikler havada uçuşuyor(!).

Bu ses kaydının sızdırılması iki açıdan önem taşımaktadır. İlkin, günümüzdeki mevcut gidişata çeşitli etkileri olacağı ve belirli etkileri olması amacıyla sızdırılmış olmasından kaynaklı olarak önem taşımaktadır. İkinci olarak ise devlet, hükümet ve PKK arasındaki ilişkinin bugünkü noktaya gelmeden önce nasıl olduğunu ortaya koymaktadır. Devlet-PKK ilişkilerinde sürecin nasıl halihazırdaki şiddete ulaştığına dair analizimizi "Kürt Meselesi: Burjuvazi Kan İstiyor”1 başlıklı yazımızda ifade etmiştik, bu yüzden şu anda bu meseleye değinmeyeceğiz. Yazımızda "Özünde aynı baskı politikasını sürdürürken bir yandan TRT Şeş'i kurmak ve Habur olayına müsade etmek gibi ayak oyunları ve göstermelik jestlerle görünürde Kürt hareketinin Türkiye siyasetindeki temsilcilerini (önce DTP sonra BDP) arka planda ise PKK'yi oyalamak bir hayli hırslı bir plandı (…) Türkiye'deki Kürt burjuvazisinin PKK'den DTP ve BDP'ye, DTK'den Kürt işadamları derneklerine, ufak partilerine ve farklı bireysel siyasi temsilcilerine tamamı uzunca bir süre AKP'nin oyununa gayet güzel geldi (...) Kürt burjuva hareketi, uzunca bir süre AKP hükümetinin ağzına çaldığı bir parmak bala kandı; hatta bu umutlarla ateşkes süresince yapılanları ve tutuklamaları o kadar da gündeme getirmemeyi tercih etti” yazmıştık. Ses kaydı, bu ağza bal çalma işinin arka planını gözler önüne sermektedir. Özellikle Afet Güneş ve Hakan Fidan'ın üslupları arasındaki fark, Türkiye burjuvazisinin o noktada birlikte hareket eden, stratejisi aynı ama taktiği farklı iki kesiminin olaya yaklaşımlarını ifade etmektedir. Afet Güneş'in kayıtta bir hayli kendinden emin bir havayla, bir hayli samimi bir tonla, pek hoşlanmadığı bir duruma alışmış bir kişiyi andırır bir biçimde konuşmakta olduğuna dikkat etmek mümkündür. Ses kaydı, PKK ileri gelenleri ile Öcalan arasındaki yazışmalara bizzat MİT'in aracılık ettiğini ortaya koymaktadır ki, eğer böylesi bir iletişim olacaksa bu o kadar da şaşırtıcı değildir. Afet Güneş, içerisinde bulunduğu pratik duruma dair PKK'li temsilcilere şöyle sitem eder:

"Sabri Ok: Bugün için size [Öcalan'a iletilmek üzere] kısa bir şey hazırlasak nasıl olabilir?

"Afet Güneş: Yani götürmeye çalışırız ama dediğim gibi altı buçuğa kadar yetiştirebilirseniz. Ama ne olur on beş sayfa yazmayın gözünüzü seveyim. Niçin söylüyorum?

"Sabri Ok: Yok biz kısa yazacağız.

"Afet Güneş: Hakikaten kısa yazmayı hiç bilmiyorsunuz.

"Sabri Ok: Doğru Afet Güneş: Nasıl bir şey oluyor biliyor musunuz? Bakın çok samimi söylüyorum sıkıntıyı. İçeri giriyoruz. Konuşmuyoruz. Biz sana bilmem ne getirdik falan demiyoruz. Al şunu içinden oku diyoruz, çünkü bu kadar da deklare etmek istemiyoruz açıkçası. Adam bir başlıyor zaten o da böyle sindire sindire okuma derdine giriyor. Mutfak kadar bir yerin içerisinde, bir buçuk saat falan böyle boş boş oturuyoruz. Dedik her halde şeyde olanlar da çok sıkılıyor bu işten. Artık bir buçuk saatin sonunda zaten çok fazla üstünden tartışma yapmak istemiyoruz. Şimdi sen çevir arkasını diyoruz, ne diyeceksen de diyoruz. Onun da yazması maşallah bir yarım saat kırk beş dakika sürüyor. Ona da yalvarıyoruz ne olur kısa yaz diye."[1]

Afet Güneş'in bu samimi sitemi, devletin kendisi gibi perde arkasındaki üst düzey görevlileri ile PKK önde gelenleri ve Abdullah Öcalan arasındaki ilişkinin biçimini ortaya koymaktadır. Yapılan gizli müzakeredir nihayetinde, gizli müzakereler açıkta konuşulamayanların konuşulması ve açıkta birbiriyle konuşamayanları konuşması içindir ve dolayısıyla kendine göre kuralları vardır. PKK ve devlet gibi savaş veya çatışma halindeyken birbirleriyle gizlice müzakere etmek durumundaki burjuva yapılar, genelde böylesi müzakere sırasında birbirlerine methiyeler düzmekle, sempatik jestlerde bulunmakla uğraşmaları pek de gerekli görülmez. Masaya oturmaları, işlerini yapmaları ve sonrasında kalkıp gitmeleri icap eder. Nihayetinde iş yapmaktadırlar. Bu minvalde, Afet Güneş'in bu iletişimdeki pratik bir meseleye dair yaptığı sitem gayet de anlaşılabilir bir noktadadır. Kaydın başka bir noktasında, yine Afet Güneş, Hakan Fidan heyecanla konuşurken araya girip, yemek saatinin geçtiğini hatırlatacaktır ve yemek arası verilmesini sağlayacaktır. Düşününce, bütün bunlar gayet olağandır. Esasında olağan olmayan Hakan Fidan'ın tutumudur. Hakan Fidan bir yandan görüşmeden sonra bir yandan 'Sayın Öcalan'dan ne kadar etkilendiğini, onun ne kadar derin bir kişi olduğunu, kendisinin ve temsil ettiği Başbakan Erdoğan'ın Öcalan'ın söylediklerinin yüzde doksan – doksan beşine katıldığını söylemekte, bir yandan Türkiye Kürdistanı'ndaki üst düzey devlet yetkililerinin ve komutanların çoğunun ne kadar iyi insanlar olduğundan, nasıl bu sorunun çözülmesini istediklerinden bahsetmekte, bir yandan da Erdoğan'ın bu sorunu çözmeye ne kadar kararlı olduğunu söyleyip parti içinde bundan rahatsızlık duyanlardan şikayet etmektedir. Hakan Fidan, PKK'nin başını çeken kişilerden üçüyle müzakere için buluşmuştur ama methiyeler düzmekte, onları başta iyi niyetine, sonra da gerçekten ortaklaştıkları noktalar olduğuna ikna etmeye çalışmaktadır. Afet Güneş pratik ilişkilerdeki sorunlarla ilgili olarak PKK'lileri azarlayabilecek kadar samimidir fakat sıcak değildir; tartışmalar esnasında karşı tarafı ikna etmekten ziyade kendi tarafının haklılığını savunmakla daha ilgilidir. Hakan Fidan ise PKK ileri gelenleriyle komik anılarını paylaşacak kadar sıcak tavırlar içerisindedir; PKK'lilere saygılı davranmaya çalışmaktadır. Belki de hükümetin gerçek niyetleri konusunda PKK'yi nasıl bu denli uzun uyutabildiğine ışık tutmaktadır bu durum: Hakan Fidan, birbirleriyle açıktan açığa konuşamayanların gizli müzakere masasına, açık müzakerelerin en ince diplomasisini getirmiş gibi gözükmektedir.

Bugüne dönecek olursak, ortaya atılacak biri önemli, öbürüyse o kadar önemli olmayan iki soru vardır: İlk soru, bu teybin sızdırılması kimin yararına, kimin çıkarına? İkinci soru, bu teybi kim sızdırdı? Bizim için bu işin arkasında kimin olduğu, bu işin kimin çıkarına olduğu kadar önemli değildir. Kaydın düzenleniş biçimi sızıntıyı PKK'nin yaptığına işaret etmektedir, ki bu durumdan en fazla kazanacak olan da PKK tarafı gibi gözükmektedir. Kayıtta söylenenler, her ne kadar esasında PKK ile TC devletinin ne denli ilişkili olduğunu göstermektedir. Öte yandan, kitlesine liderinin karşısında savaştığı devlet yetkililerine yakalanınca "size nasıl hizmet edebilirim?" diye soruşunu yedirebilmiş bir yapı için bu durum ciddi bir sıkıntı göstermemektedir. Eğer bu kaydı PKK sızdırmışsa, hükümetin, hükümete yakınlığıyla bilinen Hakan Fidan'ın ve temsil ettiği Başbakan Erdoğan'ın kirli çamaşırlarını ortaya dökerek, şiddetlenen savaş ortamında düşmanına ciddi bir siyasi darbe indirmiştir. Kayıtın internette ilkin "Görüşmelerin iç yüzü Erdoğan'ı yakacak" başlığı ve "KCK Heyeti ile devlet heyeti arasında yapılan görüşmelere ait kayıtlar, Kürt halkına ve gerilla güçlerine karşı vahşi bir savaşa girişen Erdoğan ve AKP hükümetinin Türkiye toplumuna söylediği yalanları ve ikiyüzlü karakterini ortaya çıkardı” altbaşlığı ile yayınlanması da böylesi bir niyete işaret etmektedir. Bu kaydın sızdırılmasıyla kaybeden ise şüphesiz Hakan Fidan ve Irak Kürdistanı'nı işgale hazırlanan AKP hükümetidir. Kaydın AKP hükümetini ve hükümetin savaş seferberliğini ne kadar etkileyeceğini kestirmek güç fakat ne kadar olursa olsun, savaş arifesinde milliyetçiliği tırmandırmaya çalışan Erdoğan ve arkadaşlarını olumlu etkilmeyeceği aşikardır. Daha şimdiden AKP tarafından alttan alta bu işin arkasında İsrail olduğu gibi bir söylenti yayılmaya çalışılmaktadır. Afet Güneş bu işlerden elini eteğini çekmiş görüntüsündedir; Hakan Fidan'ın MİT'te kendisiyle çalışmaya devam etmek istemediği anlaşılmaktadır ve şu anda resmi olarak emeklidir; kimliği de zaten bu kayıtlardan önce açığa çıkmış bir istihbaratçıdır. Bu yüzden bu kaydın sızmasının ona özel bir zarar vermesi olası değildir. Bununla birlikte, fazlasıyla düşük de olsa, Afet Güneş'in kendisini emekli eden Hakan Fidan ve hükümete zarar vermek istemiş ve garanti olarak tuttuğu kaydı düzenleyip yayınlamış olması ihtimali olduğu söylenebilir. Devletin istihbaratçılarının karanlık dünyasında herşey mümkündür. Öte yandan öyle olsa dahi, bu yapılanın etkilerini, kimin işine gelip kimin işini bozacağını etkilemeyecektir.

Her halükarda, burjuva güçler arasındaki satranç maçının ufak bir kesitini ifade eden, gerçek bir satranç maçına ne denli benzediğini, milliyetçilik uğruna canlarını veren işçi çocuklarının hayatlarının bu "büyük oyuncular"ca nasıl da harcanmakta olduğunu gözler önüne seren bu ses kaydı, şimdi aynı satranç maçında bir hamle olarak oynanmıştır. Bu hamlenin etkilerinin ne kadar şiddetli olduğunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Gerdûn


1. https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/kuert-mes...

2. https://vimeo.com/28936085

Tags: 

Dünya Ekonomik Krizi: Kredinin Ölümü

Eğer yalan ölümcül bir günah olsaydı, egemen sınıf uzun bir zaman önce ölmüş olurdu.

Her yerde, çatı katlarından çığırıyorlar, televizyonlarda, radyolarda, gazetelerinde ve bültenlerinde haykırıyorlar: Bakın: orada, tünelin sonundaki ışık! Kanıt: işsizlik düşüyor. Ya da öyle görünüyor. ABD ve Fransa’da, geçtiğimiz birkaç ayda işsizlik oranında 2007 krizinin patlak vermesinden beri en büyük düşüş gerçekleşti. Almanya’da işsizlik oranı 1992’den beri hiç bu kadar düşük olmamıştı! Ve büyük uluslararası kuruluşlar iyimserliklerini gösteriyorlar. IMF’ye göre 2011’de dünyanın büyümesi % 4.4’e ulaşacak. Asya Gelişim Bankası, Çin için % 9.6 ve Hindistan için % 8.2’lik büyüme oranları öngörüyor. Almanya, Fransa ve ABD'nin sırasıyla % 2.5, %1.6 ve %2.8’e erişecekleri söyleniyor. Hatta IMF, Japonya için deprem ve nükleer felakete rağmen bu yıl % 1.7’lik bir büyüme oranı beklediğini söylüyor.

İyi zamanlara dönüş için net bir argüman: borsa yükseliyor...

Bu nur parçaları ekonominin çabucak yeniden inşaa edileceğini mi duyuruyor? Yoksa söylenenler ölen bir yaratığın tipik halüsinasyonlarından mı ibaret?

Yoksulluk, yoksulluk

Birleşik Devletler’de işler iyiye gidiyordu. 1929 buhranının hortlağına elveda! 1930'lar kabusunda olduğu iş bulma ofislerinin önleri ucu gelmez sıralarla dolup taşmayacaktı. Yalnız bir tek şöyle bir sıkıntı var… Mart’ın sonunda, McDonald bir günde 50,000 gibi istisnai sayıda kişiyi istihdam edeceğini duyurdu. 19 Nisan’da restoranların kapılarında üç milyon insan işe alınmak için bulunuyorlardı. Şirket yalnız 62,000’ini işe aldı.

Mevcut krizin gerçekliği, işçi sınıfının ızdırabında gözler önüne seriliyor. Amerika’daki işsizlik resmi olarak düşüyor ancak devlet istatistikleri büyük bir aldatmaca. Bu duruma bir örnek olarak “iş gücü harici” diye sınıflandırılan herkesin bu istatistiklerin dışında tutuluşunu verebiliriz. Bu torbaya işten çıkartılmış yaşlılar, uzun süre işsiz kaldıklarından iş arama konusunda cesareti kırılmışlar, iş arayan öğrenciler ve öteki gençler dahil edilmiş durumda… Kısacası, Ocak 2011 itibariyle 85.2 milyon insan “iş gücü harici” damgası yemiş durumda. Devletin kendisi, fakirlik sınırında yaşayan insanların Amerikan nüfusunun %15’ini kapladığını ve bu oranın giderek arttığını itiraf etmek zorunda kalmış durumda.

Dünyanın önde gelen güçlerinin ülkelerindeki yoksulluk patlayışı, uluslararası ekonominin gerçek durumunu gösteriyor. Yeryüzünde yaşam koşulları sürekli biraz daha insanlık dışı hale geliyor. Dünya Bankası tahminlerine göre yaklaşık 1.2 milyar insanın fakirlik sınırı (günde 1.25 dolar) altında yaşıyor. Ama gelecek daha da karanlık. İnsanlığın artan bir kesimi için enflasyonun geri dönüşü, yaşayacak bir yer ve hatta yiyecek bulmanın sürekli zorlaşacağı anlamına geliyor. Dünya geneli için gıda fiyatları bir önceki seneki fiyatlara nazaran %36 artmış bulunuyor. Dünya Bankası tarafından çıkarılan Food Price Watch’un son sayısına göre dünya fiyatlarındaki her %10’luk artış en az 10 milyar insanı daha fakirlik sınırının altına itiyor. 44 milyon insan resmi olarak 2010’dan beri yoksulluk sınırının altında. Somut olarak temel ihtiyaç fiyatları sürekli artıyor da artıyor: mısır %74, tohum %69, soya %36, şeker %21.

Sistemin çöküşü: Kapitalizmin tarihi krizinde yeni bir sayfa açılıyor

2007’den bu yana ve ABD’de yüksek faiz balonunun patlamasıyla burjuvazinin derdine bir deva bulmayadursun, dünya krizi artan bir hızla ve geri döndürülemez şekilde daha da kötüye gitti. Daha da kötüsü, burjuvazinin çözüme yönelik çabaları yaklaşmakta olan yeni sarsıntıları hazırlıyor. Son birkaç yılın iktisadi tarihi, aşağıya doğru çeken bir girdaba, cehennemvari bir döngüye benziyor. Ve bu oyun geçtiğimiz 40 yıl boyunca kuluçka misali sahnelendi.

Dünya ekonomisi 1960'ların sonundan 2007'nin fena yazına kadar sistematik olarak ve artan bir biçimde sadece ve sadece borca sığınmıştır. Neden? Burada konumuzdan kuramsal bir açıklama yapmak için kısa bir müddet sapmamız gerekiyor.

Kapitalizm kendi pazarlarının emebileceğinden fazla meta üretir. Bu adeta bir totoloji:

Sermaye kendi işçilerini sömürür – farklı biçimde ifade edecek olursak; işçilerin ücretleri emekleri aracılığıyla yarattıkları gerçek değerden daha düşüktür.

Sermaye bu nedenle ürünlerini metalarını kar için satabilir. Ancak esas soru şu: kime satacak?

Şüphesiz, işçiler bu metaları satın alırlar… Fakat tabii, ancak ücretleri yettiği kadar alabilirler. Dolayısıyla geriye ürünün satılmamış bir hayli büyük bir kesimi kalır. Bahsi geçen işçilerin üretirken ücretini almadıklarına tekabül eden kesimdir, yani artı değerdir; sermayenin kar üretme gücüne sahip yegane büyülü asadır.

Kapitalistlerin kendileri de ürünleri tüketirler ve biliyoruz ki; genelde kişisel ihtiyaç, keyif ve sefaları için hiç de ufak bir harcama yapmazlar... Fakat tek başlarına artı-değer içeren bütün metaları da satın alamazlar. Sermayenin bütünü açısından, kar etmek adına kendi metalarını satın almak saçma olur: Bu sol cebindeki parayı alıp sağ cebine koymasından farksız olacaktır. Fakir olan herkes ise böyle zengin olunamayacağını bilir.

Birikimi yapmak ve gelişmek için sermayenin işçiler ve kapitalistlerden başka alıcılar bulmaya ihtiyacı vardır. Farklı bir biçimde ifade edecek olursak, sermayenin bu düzenin dışında pazarlar bulması zorunludur, yoksa kendisini satılmamış mallar ve tıkanmış bir pazar altında ezilirken bulur. Bu duruma, iyi bilinen ismiyle 'aşırı-üretim krizi' denir.

Bu 'içsel çelişki', bu tabii aşırı üretim eğilimi ve bu bitmez tükenmez dış pazar bulma zarureti, bu sistemin akıl almaz dinamizminin de kökenlerinden bir tanesidir. Kapitalizm tarihinde istisnasız bütün ekonomik katmanlarla, yani eski hakim sınıflarla, köylülerle ve zanaatkarlarla ticaret etmek zorunda kalmıştır. 18. yüzyıl sonlarının ve 19 yüzyılın kapitalizminin tarihi, sömürgeciliğin tarihidir; kapitalizmin dünyayı fethinin tarihidir. Bu dönemde burjuvazi yeni bölgelere, aç kurtların kuzulara duyduğu açlığı duymuş ve her yolu kullanarak buralarda yaşayan nüfusları ürünlerini satın almaya zorlamaktaydı. Fakat böyle davranarak, burjuvazi bu eskimiş ekonomileri dönüştürüyor ve yavaş yavaş onları kendi düzenine dahil ediyordu. Sömürge ülkeler zamanla kendileri de sistemin kanunlarına göre üreterek kapitalist oldular. Dolayısıyla gün geçtikçe ekonomileri, Avrupa ve ABD gibi ülkelerde üretilen mallar için bir dış pazar olmaya elverişsizlikle kalmıyordu, bir yandan aşırı üretim yapmaya da başlıyorlardı. Dolayısıyla sermaye gelişmek için tekrar tekrar yeni bölgeler aramak zorunda kalıyordu.

Bu sonu gelmez bir hikaye olabilirdi ama gezegenimiz uzayda ufak bir küreydi nihayetinde. Ne yazık ki ona, sermaye, 150 yılı bile geçmeden yer kürenin fethini tamamlamıştı. 20. yüzyılın başında, bütün temel bölgeler alınmış, büyük kapitalist uluslar dünyayı paylaşmışlardı. Bu noktadan sonra mesele artık yeni keşifler yapma meselesi olmaktan çıktı ve rakip ulusların sahip olduklarını alma meselesine dönüştü. Sömürgesi en az olan devlet Almanya dolayısıyla saldırgan bir tutum geliştirmek durumunda kaldı ve Birinci Dünya Savaşı'nın başlatıcısı oldu. Almanya'yı bu noktaya iten, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Hitler'in “Ya İhracat, Ya Ölüm” biçiminde ifade ettiği ihtiyaçtı.

O gün bu gündür, yüz elli yıllık bir yayılma döneminin ardından, kapitalizm çöküş evresine girmiş bir düzen oldu. İki dünya savaşının ve 1930'ların büyük buhranının dehşeti bunun acı ve yadsınamaz kanıtıdır. Öte yandan, 1950'ler sırasında şurada burada tek tük kalmış olan kapitalizm harici pazarları (mesela Fransız köylülüğü) yok etmiş olsa da, kapitalizm ölümcül bir aşırı üretim krizinin pençesine düşmedi. Neden? Ortaya koymaya çalıştığımız ilk noktaya dönelim: “Kapitalizm kendi pazarlarının emebileceğinden fazla meta üretir”, bu durumda çareyi suni bir pazar üretmekte bulmuştur: “Dünya ekonomisi 1960'ların sonundan 2007'nin fena yazına kadar sistematik olarak ve artan bir biçimde sadece ve sadece borca sığınmıştır”.

Geçtiğimiz kırk yıl, bir dizi iktisadi düşüş ve kredilerin finanse ettiği bir dizi toparlanma olarak özetlenebilir. Açılan her krizle, sermaye borca sığınmıştır. Meselesi ise artık yalnızca 'hane tüketimini' devlet yardımları ile karşılamakta sınırlı değildir... Hayır, bütün devletler öteki ülkeler karşısında ekonomilerinin rekabetçi yönünü canlı tutabilmek uğruna, (altyapı yatırımlarını doğrudan kendileri karşılayarak, hanelere ve işletmelere kredi verebilsinler diye bankalara mümkün olan en düşük faiz oranlarıyla borçlar vererek, vs.) kendileri borç batağının dibine batmış durumdalar. Uzun lafın kısası, kredinin bent kapaklarının açılmasıyla, dünya parayla doldu ve ekonominin bütün sektörleri, borçlu bir kişinin içinde bulunduğu olağan durum içerisindeler: her gün, dünün borçlarının ödenebilmesi için yeni borçlar alınıyor. Bu dinamik ister istemez bir çıkmaz sokağa çıkmaktadır.

İşte 2007 yazında da kapitalizmin düşüş tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Dünya burjuvazisinin krizin gelişimini artarak devasalaşan borç müracatlarıyla yavaşlatma kapasitesi sınırlarına ulaşmıştır. Bugün, gerçek bir soluklanma veya toparlanma olmaksızın sarsıntılar birbirlerini izlemekteler. Burjuvazinin bu durum karşısındaki çaresizliği fazlasıyla aşikar. 2007'de, yüksek faiz balonunun patlaması ve 2008'de bankacılık devi Lehman Brothers'ın çöküşü karşısında dünya devletlerinin yapabildiği tek şey finans sektörüne para pompalayarak kamu borcunun fırlamasına yol açmak oldu. Ki bunlar bir defaya mahsus durumlar da değillerdi. 2007'den beri dünya ekonomisi, bankalar ve borsalar, devlet parasının sürekli onlara akıtılması ile ayakta kalabilmekteler. Bu parayı ise devletler yeni borçlar alarak veya basitçe daha fazla para basarak elde etmekteler. Bir örnek olarak ABD'yi verebiliriz. 2008'de, mali sektörün genel iflastan kurtarmak için ABD Federal Bankası, ilkin bir para basma aşamasına girdi. NG1 veya Nicel Genişleme 1 denilen bu sürecin sonucunda 1.400 milyar dolar basıldı. İki yıl sonra, bütün operasyonun yenilenmesi gerekti ve NG2 devreye girdi: daha fazla dolar basılması sayesinde mali sektöre 600 milyar dolar daha pompalandı. Bu da yetmedi, 6 ay çıkmadan, 2010'un yazında, Federal Banka satın alım sürelerinin sonuna gelmiş olan borçların satın alımını, yıllık 35 milyar dolarlık bir faizle yeniledi. Nihayetinde, krizin son aşaması başladığından beri, ABD Merkez Bankası'nın cebinden çıkan 2.300 milyar doları aşkın bir para etmişti. Bu rakam, İtalya veya Brezilya gibi ülkelerin gayri safi milli hasılasına eşittir! Öte yandan tarih haliyle burada da durmayacak. ABD Federal Bankası NG3'ü de kısa süre içerisinde devreye sokmak zorunda kalacak, sonra NG4'ü[1]...

Dünya ekonomisi dipsiz bir kuyu veya daha net olmak gerekirse bir kara delik haline gelmiştir: giderek daha astronomik bir hal alan bir miktarda para/borç emmektedir.

Gelecek mi? Enflasyon ve resesyon!

Öte yandan, gezegenimizin dört bir yanındaki devletlerce pompalanan bütün bu paranın hiçbir etkisi olmadığını söylemek hatalı olur. Gerçekten de bu paralar olmasaydı, sistem kelime anlamıyla içine doğru patlardı. Fakat bu durumun ikinci bir sonucu da var: küresel düzeyde para miktarındaki, özellikle de dolar miktarındaki eşi benzeri görülmemiş artış sistemi çürütmek üzeredir, bir zehir işlevi görmektedir. Kapitalizm morfinine bağlı bir ölümcül hasta haline gelmiştir. O morfin olmazsa ölecektir fakat her yeni şırıngayla da birazcık daha kemirilmektedir. 1967-2007 arasındaki aşılar ekonominin dayanması sağlamışlardı; bugünküler ise tam tersine, hastayı nihai sonuna götürmekteler.

Somut olarak, para basarak farklı merkez bankalar, iktisatçıların 'sahte para' dedikleri şeyi bilinçli bir biçimde üretmekteler. Para kütlesi, gerçek faaliyetten hızlı büyüdüğü zaman değerini kaybeder. Bunun sonucu olarak fiyatlar artar ve enflasyon olur.

Şüphesiz, bu kulvarda dünya şampiyonu ABD'dir. Para birimlerinin İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri ekonomik istikrarın yapı taşı olduğunu biliyorlar. Hala kimse doları atlatamıyor. İşte bu yüzden 2007'den beri ekonomisini sağlama almak için en fazla para yaratan ABD oldu. Eğer dolar kullanılamaz hale gelmediyse, bunun nedeni Çin, Japonya gibi devlelerin, bunu yapmak istememelerine rağmen dolar almaz zorunda kalmakta oluşlarıdır. Öte yandan bu kıymetli denge de sonlanmakta. ABD hazine bonolarının alıcıları düştükçe biliyor; zira herkes bu bonoların aslında hiçbir değeri olmadığını biliyor. 2010'dan beri, değerlerini korumak için ABD Federal Bankası kendi hazine bonolarını alıyor! Herşeyin ötesinde, (bakacağınız kaynağa göre %2 ile %105 arasında olan ve ceremesini özellikle gıda harcamalarında işçilerin çektiği) enflasyon ABD'de ciddi boyutlara ulaşmaya başlamış bulunuyor. ABD Federal Bankası'nın Dallas biriminin ve bu sene mali politika komitesinin başında bulunan Richard Fisher, hiperenflasyon tehlikesini 1923'te Alman Weimar Cumhuriyeti'ndeki durumla kıyaslanır bir noktaya taşımış durumda.

Bu temel bir eğilim. Enflasyon bütün ülkelerde artmakta. Kapitalistler ise bütün para birimlerine karşı giderek güvensizleşiyor. Yaklaşan şoklar, büyük ihtimalle bankaların ve koca koca devletlerin iflası, bütün uluslararası mali sistemin üzerine büyük bir soru işareti koyuyor. Durumun sonucu ise bir hayli hissedilir durumda: altın fiyatı tavan yapmış bulunuyor. 2010'daki %29'luk artışın ardından altın avı rekor üstüne rekor kırıyor. Altın tarihinde ilk defa 1500 dolar çıtasını aşmış durumda, ki bu on yıl önceki değerinin beş katı. Aynı durum 31 yıldır en yüksek değerine ulaşan gümüş için de geçerli. Ekonomist eğitmesiyle ünlü Teksas Üniversitesi geçtiğimiz günlerde bütün hazinesini altına yatırdı. Amerikan büyük burjuvazisinin kendi para birimlerine ne kadar güvendiğini buradan görebiliriz! Durum yalnızca bir yan tesir olmaktan çok öte. Merkez bankalarının kendileri 2010'da sattıklarından çok altın aldılar ki bu 1988'den beri ilk defa gerçekleşiyor. Bütün bunların anlamı, (resmen olmasa da fiilen) İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra doların istikrarına dayalı bir uluslararası mali sistem kurmuş olan Breton Woods'un sonu anlamına geliyor.

Burjuvazi şüphesiz tehlikenin farkında. Kredi akışını ve darphanelerin çalışmasını engellemeyi başaramayan burjuvazi, hasarı sınırlamaya ve borcu zalim kemer sıkma planlarıyla azaltmaya çalışıyor; ki bu planların ilk ve en büyük hedefi işçi sınıfı. Neredeyse her yerde, hem özel sektörde, hem de kamu sektöründe ücretler donduruluyor veya kesiliyor ve sağlık ve sosyal güvenlik haklarında kesintiler yapılıyor. Kısacası yoksulluk tırmanışta. ABD'de Obama 12 yılda ABD borcunu 4.000 milyar dolar azaltmak istediğini açıkladı. Nüfusa dayatılacak zorunlu fedakarlıkları hayal bile edemiyoruz. Öte yandan bu çözüm de gerçek bir çözüm değil. Yunanistan'da, Portekiz'de, İrlanda'da, İspanya'da ve daha pek çok ülkede bir kemer sıkma planının ardından diğeri geliyor ama mali açık büyümeye devam ediyor. Bu politikaların tek etkisi ekonominin birazcık daha derine batması. Bu dinamiğin yalnız tek bir sonucu var: Amerikan hanelerinin 2007'de, bankaların ise 2008'deki fiyaskosunun ardından şimdi iflasa batma sırası devletlerin kendilerinde. Buna karşı yalnızca yanılsamalar olabilir: Yunanistan gibi ülkelerin borçlarını ödeyememeleri engellenemez. Kaliforniya gibi Amerikan eyaletleri dahi bu sorunlardan muaf değiller ve ABD ekonomisinin tamamının kredi güvenilirliği sorgunlanmaya başlamış durumda. Dünya krizinin ivme kazanmasının sonuçlarını kestirmek güç: avro bölgesinin patlaması, para birimlerinin serbestleşmesi, hiper-enflasyon...

Kesin öngörülerde bulunmak, dünya ekonomisindeki sıradaki çöküntü nerede ve ne zaman olacak kestirmek mümkün değil. Ateşleyici, dünyanın üçüncü sıradaki ekonomik gücü olan Japonya'daki üretimi %15 azaltan doğal felaket mi olacak? Orta Doğu'daki istikrarsızlaşmanın etkisi ne olacak? Doların çöküşüne veya Yunanistan ve İspanya'nın iflasına mı tanık olacağız? Önceden kimse bunu söyleyemez. Öte yandan kesin olarak tek bir nokta var: bir dizi fazlasıyla sert iktisadi sarsıntı yaşanacak. 1967 ile 2007 arasında, dünya iktisadi krizinin yavaş gelişiminin ardından, şimdi kapitalizmin çöküş evresinin, düzenin ardı arkası kesilmeyen çırpınışlarının ve yoksulluğun nüksetmesinin damgasını vuracağı yeni bir sayfası açılıyor.

Pawel

 


 

1. Öte yandan bir sonraki sefer, eski önlemlerin hepsinin açıktan açığa başarısız olduğunu itiraf etmemek için, bunu gayri resmi biçimde gerçekleştirebilirler.

Tags: 

Dünya Kapitalizmine Kurtuluş Yok!

2007’de borç balonu patladığında çökmenin eşiğinde dev bankalar bulunuyordu. Sadece dünya devletlerinin hazinelerinden gelen muazzam kredi akışları sayesinde varlıklarını sürdürebildiler. Bu durum, hükümetin doymaz bankerlere ne yapmaları gerektiğini anlatmasından değil, kapitalist sistemin küresel finansal makinesinin çöküşüne dayanamayışından kaynaklıydı.

Ama bankaların kurtuluş paketleri kapitalizmin sorunlarını çözemedi. Buna karşıt olarak: birkaç yıllık boşlukta bankalara verilen kurtuluş paketlerinden büyük devletlere verilen kurtuluş paketlerine geçtik. İlk olarak Yunanistan, ardından İrlanda, ardından Nisan 2011’de Portekiz. Kendi ülke borcunu karşılayamayan Portekiz onu 80 milyar euro’dan kurtarması için Avrupa Birliği’ne başvurmak zorunda kaldı. Sırada kimin olduğu büyük spekülasyon konusu: İspanya en muhtemel aday, ancak hükümeti vahşi ücret kesintileri programı ile vahim önleyici uygulamalar gerçekleştiren Britanya, dünyanın iktisadi beyin takımının gözünde finansal açıdan aynı derecede yetersiz görünüyor. AB’nin zayıf üyelerini su üstünde tutma ihtiyacı Almanya gibi daha güçlü ekonomilerini korkunç gergin hale getiriyor ve avronun ve AB’nin kendi istikrarının altını oyma tehlikesini barındırıyor. Ve sadece Avrupa’da değil: ulusal borcu kendi gayrısafi yurt içi hasılasının iki katı olan Japonya ve hatta güçlü ABD aynı akibete yürüyorlar. Uluslararası Para Fonu’nun bir sözcüsü, Jose Vinals, ABD hükümetinin kredilerinin artık risksiz olmadığını açıkladı. Ve devasa borçlarını ödeyemeyince ABD’yi kim kurtaracak?

Yalnız şu veya bu şirketin veya şu yada bu ülkenin değil, bütün kapitalist düzenin iflası daha aşikar olamaz, daha kolay gözler önüne serilemezdi. Bu konu üzerine “kredinin batışı” başlıklı bir makalede kapitalist düzenin uzun tarihsel çöküşünde yeni bir dönemi başlatan günümüz ekonomik krizinin nedenlerini inceleyeceğiz. Kapitalist sistemin bu krizden bir çıkış yolu olmadığını anlamak hayatidir çünkü bu kapitalist sınıfın hangi ülke ve hükümetin korumasında olursa olsun bizlerin ezici çoğunluğunun yaşam koşullarına saldırmak dışında alternatifi bulunmayan, bizleri kemer sıkmaya, yoksulluğa ve hayati ihtiyaçlarımızdan feragat etmeye zorlayacak olması anlamına gelmektedir – savundukları ‘ideolojiler temelinde’ değil, üretimin ölmekte olan işleyişinin somut ihtiyaçları temelli olmalarından ötürü bu böyledir.

World Revolution

Tags: 

Karanlık Değilse Bile Stalinizm Sizi “Aydınlatır!” : Karanlığın Ötesinde

Öyle anlar vardır; insan için artık mücadeleden başka çarenin bir seçenekmiş gibi görünmediği. Buradaki kısa anlatıda konusu geçen, zamanının iki “belirleyici” aygıtı arasında geçirdiği koskoca geçmişini 840 sayfalık bir kitaba sığdırabilen Jan Valtin'in hikayesi de işte böyle bir anda, henüz daha çok küçük yaşlardayken birlikte yaşamaya, katran kavanozuna elini daldırmaya alıştığı “denize gittiği” anda başlıyor; Richard Julius Herman Krebs'in mücadelesini de bu şekilde okuyabiliriz. Özellikle de sefil yaşamına alternatif olarak gördüğü tek şey olarak, bu sefil yaşamın temellerini yoketmeye çalışma ideali için savaşan bir insanın hayatının 20 yıllık kesitini.

Kitap ortalama 1918 ila 1938 yılları arasında, partinin deniz limanlarındaki örgütlenmesinin önemli mevkilerinde çalışma yürüten Jan, henüz daha 14 yaşındayken de illegal bir gençlik örgütlenmesi olan, Berlin merkezli Spartakus Jugend ile görüşmeye, tartışmaya başlıyor ve 1919 ayaklanmalarında bisikletli kurye olarak çalışıyor. Genç yaşlarda edindiği tecrübe ile “pişiyor”. Üstelik 1923'teki Hamburg ayaklanmaları da yaşıyor.

Komintern'e o zaman varolan inancı ile bağlanıyor ve Nazi Almanyası'na yeraltı çalışması yapmak için gönderiliyor. Yalnız buradaki çalışması çok uzun sürmeden bir diğer yok etme örgütü tarafından yarıda kesiliyor. Bir “diğer” demeyi tercih etmek gerek çünkü aslında Jan'ın kontrol altında tutulduğu, emirleri kapsamında eylemlere giriştiği bir de aslında başka bir aygıt var ve daha henüz kendisi Almanya'da Gestapo'nun zindanlarında ağır işkenceler görüyorken, bu aygıt palazlanıyor ve her devletin varoluşunun malumu, gizli servislerin de varoluşlarına uygun olarak, tam bir karşı-devrim aygıtı gibi çalışmaya başlıyor. Binlerce iyi niyetli devrimci koğuşturmalara tabi tutuluyor; zindanlara atılıp işkence görüyor; “kim vurdu”lara gidiyor. Ve bu örgüt sözüm ona “tüm dünyadaki sosyalizmin zaferinin Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizmin zaferine bağlı” olduğu “gerçeği”'nden hareket ediyor ve dünya çapında kıyımlara girişiyor; sadece Stalin ve kliğine yöneltilen eleştiri bile olsa tahammülsüzce saldırıyor.

Gestapo'nun zindanlarında iken bir de gizli bir üniversite örgütleyen otobiyografinin kahramanı Jan, içinde bulunduğu zor durumdan kurtulup çalışmaya yeniden dönmek ve (belki) Belçika'da tanışarak ailesinden alıp yanında pratiğe kattığı eşini (Firelei) kurtarabilmek için Gestapo ile bir “anlaşma” yapıyor. Bu anlaşmaya göre kendisi Danimarka'ya geri dönerek çalışmaya Gestapo'nun söylemiyle “komünist vatan hainleri” arasında ajanlık yapmak üzere geri dönüyor olacaktı. Kendisi ülkeye geri dönüyor ancak uzun süredir görmeyi umduğu eşini görebilmek için yola çıkışını o zaman ülkedeki aygıtın başındaki Wollweber engelliyor. Üzerine bir de aygıtın başındakilerin yaşantıları, içlerindeki kadın yoldaşlarını gecelik ilişkiler için “paylaşan”(!) “liderleri”'n lüks içerisindeki hayatlarını da eleştiriye tabi tutmaya başlayınca kendisini GPU'nun lanetine uğramış olarak buluyor. Bir süre önce yoldaş dediği insanlar kendisini kaçırıp bir dağ evine kapatıyorlar. İddiaları ise; “merkezden gelecek kararın ne olacağı”. Karar aslında belli; zaten Rusya'ya gidip geri dönmeyen ve hakkında haber alınamayanların da akıbeti de bu şekilde oluyor o zamanlar.

Bir arkadaşı vasıtasıyla edindiği gazetelerden bahsederken şu cümleleri kuruyor:

(...) Hepsinin birinci sayfasında kendi resmimi görünce şaşırdım. Aynı fotoğraf vardı hepsinde. -Gestapo kimliğindeki fotoğraf- Hitler'in toplama kamplarından Kopenhag'a geldiğimde Yoldaş Jensen'e teslim ettiğim kimlik ve üstündeki fotoğraf. Gazetelerin hepsinde şu manşet vardı: Dikkat Gestapo!

İlk tanıştığı “anarşist karakterli” Bandura'yı hatırlıyor. Komintern'in birlikte çalışma teklifinine reddedeceğini bildiği Bandura'nın nasıl oradan güvenliği için “uzaklaştığını”; sonrasında da haber alamayışını. Diğer bütün tanıdık simaları tekrar aklından geçirmeye başlıyor ve aslında emrinde çalıştığı mekanizmanın ne olduğuna dair kafa yormaya çalışıyor:

Soru: Tüm ezilenlerin babası kimdir? Yaşayan en büyük devlet adamı kimdir?

Elcevap: Yoldaş Stalin.

Bir diğer ses zihninde yankılanıyor:

Richter ve Bandura'ya; Bela Kun, Heins Neumann, Hans Kippenberger ve Dambal'a; Schubert, Remmel'e, Max Hoelz, Samsing ve dah birçoklarına neler yapıldığını biliyordum. Ölüm, sürgün, boğulma, canlı canlı gömülme.

Bu kavganın ortasında, karanlığın ardında zindanlarda ve işkencelerde sürekli diri ve işler tutmaya çalıştığı hafızasını zorluyor ve ideolojik çıkarsanımlara başvuruyor:

(...) Bu yalnızca, isyan etmiş bireylerle Enternasyonalle arasındaki bir kavga değildi. Bu, genelde, enternasyonalist bilince sahip proletarya ile Stalin'in peşinden giden bürokratik klik arasındaki kavgaydı.

Bu kendi ile kavgasında yine mizah yeteneğini yitirmeden, politik hicvini de konuşturuyor. İnsan şu Bulgaristan'ın “kurtarıcısı”, Komintern'in yiğit komünistini, çokça anıp emirler aldığı, kusursuzca uyguladığı Dimitrov'un pahalı parfümünün kokusunu duydukça hele de Jan kadar kötü koşullarda çalışma yürütüyorsa, “mizah” yeteneği nasıl depreşmesin? :

(...) Kazanan daima bu klik oluyordu. Stalin, Dimitrov'a, Komintern'in Moskova'daki binasına gamalı haç bayrak dikmesini emretse, Dimitrov bunu yapardı. Stalin, Wollweber'e, Lenin'i yankesici ilan eden bir broşür yayımlamasını söylese, Wollweber yayımlardı."

On sekiz yaşındayken kendisini bir dev gibi hisseden bu orta yaşlı adam, artık sorguluyor ve bir zamanlar hararetli monolog tartışmalarına konu ettiği ideolojisinin kendisine doğru, sadece eleştirdiği, eşini görebilmek için emirlere uymadığı üzerinden ona yöneltilen saldırı sonrasında kendisini bir dağ evinde, aynı aygıt tarafından alıkonmuş infazını bekliyor olarak buluyor; gerçeklerin acılığı ile “yanıyor”.

Stalinizmin karşı-devrimci karakterinin, GPU'nun ne gibi bir yoketme cihazı olduğunun, nitekim sözkonusu olanın, tıpkı 89 yılında yıkılan duvar gibi, yokolanın dünya devrimi ideali değil, bu zehirli teori ve pratiğin kendisi olduğunun daha inandırıcı ölçülerde, bir otobiyografi üzerinden kavranılabilmesinin yolu bu kitabı okumaktan ve o tarihlere tekrar tanıklık edip bir kez daha devrimin mezar kazıcılarına bir sövgü fırlatmaktan geçiyor; tıpkı oraya, dağ evindeki hücresine ilk gelenin kendisi olmadığı yerde, çam tahtalarına yazılı iki kelime gibi:

Kahrolsun Stalin!

Bunçuk

Tags: 

Kürt Meselesi: Burjuvazi Kan İstiyor

Temmuz ayı ortalarında devlet ile PKK arasında süren savaşın alevlenmesinin ardından geçen iki ay içerisinde toplamda sayıları yüzlerce olan asker, gerilla ve sivil hayatını kaybetti. Gerek hükümet ve devlet cephesinde, gerekse PKK cephesinde şimdi büyük ölçüde savaş çığırtkanlığı başlamış vaziyette. Siyasetçiler verdikleri demeçlerde ölüm tehditleri yağdırıyor; PKK ise, bize güçleri yetmez, hodri meydan diye cevap veriyor. Metropollerde etnik çatışma havası esiyor; devletin faşistleri gölgelere gizlenmiş, saldırı emri bekliyor. Son dönemde 90'larda yedikleri haltlardan utanıp sıkılan, değiştiklerini iddia eden gazeteci ve sunucu müsvetteleri, pek çabuk dönüverdiler eski hallerine. Kan istiyoruz diye bağırıyorlar. Burjuvazi yine ölüm saçıyor.

AKP'nin Osmanlı Oyunu

Görünüşe aldananlar, her söylenene inananlar, satır aralarını önemsiz bulanlar siyasi atmosferin kısa bir süre içerisinde ne kadar hızla değiştiğine şaşırabilirler. Ne az zaman geçti Kürt açılımı politikalarından, TRT Şeş'lerden, barış sözlerinin sarf edilmesinden beri değil mi? AKP sanki daha dün çözüyordu Kürt meselesini. Ne oldu da bir anda 90'lara dönüverdik?

Esasında AKP iktidarı döneminde bütün o açılım iddialarının, demokrasi laflarının ardında eski savaş politikasının aynısı sürüyordu. TC devleti, Kürt meselesini çözemeyecek biçimde kemikleşmiş bir yapıdır. Bütün mekanizması ve ideolojisi bu sorunun gerçek çözümünün önüne yığılmış paslı bir yığın gibidir; bütün refleksleri sorunun devamını gerektirir niteliktedir. Bu minvalde, bu devletin tepesine gelen herhangi bir hükümetin, meseleye dair hareket kabiliyeti fazlasıyla sınırlıdır ve dahası o mekanizmanın bir parçası olan herhangi bir hükümetin çıkarlarının yönelimi, aynı politikaları şu veya bu şekilde sürdürmekten başka birşey olamaz. Politika farklılıkları ancak anlık, gösterişsel değişiklikler olabilir; genel strateji ne olursa olsun değişemez. Türkiye'de Kürtlere uygulanan ulusal baskının kaynağı emperyalist TC devletinin kendisidir ve bu devletin herhangi bir hükümeti ister açıktan açığa, ister üstü örtülü bir biçimde bu baskıyı uygulamaya devam edecektir.

AKP hükümeti de, bütün o şatafatlı sözlerinin altına saklanarak tam da bunu yaptı. Binlerce kişinin KCK davasından tutuklanması, ateşkes dönemlerinde PKK'liler geri çekilirken yüzlerce gerillanın arkadan vurularak katledilmesi, Kürtlerin yaptıkları eylemlere pek çok kişinin yaralanmasına neden olan ve kimilerinin öldürülmesiyle sonuçlanan sert polis saldırıları, Türk şehirlerindeki Kürtlere karşı toplumsal baskının teşvik edilmesi, linç girişimleri... Durum belki meclisteki Kürt burjuva siyasetçileri için 90'lardakinden farklı hissediliyordu fakat Kürt işçi sınıfı için pratikte durum ne kadar değişmişti? Öte yandan, AKP hükümetinin stratejisi önceki hükümetlerle aynı olsa da, taktikleri önceki hükümetlerden bir hayli farklıydı. Özünde aynı baskı politikasını sürdürürken bir yandan TRT Şeş'i kurmak ve Habur olayına müsade etmek gibi ayak oyunları ve göstermelik jestlerle görünürde Kürt hareketinin Türkiye siyasetindeki temsilcilerini (önce DTP sonra BDP) arka planda ise PKK'yi oyalamak bir hayli hırslı bir plandı. Oyunun son parçası ise bütün bunlara ek olarak Türkiye Kürdistanı'nda muhtelif gıda, ev eşyası ve benzeri yardımlar yaparak ve dini ideolojiden beslenerek Kürt hareketinin kitlesel desteğini ele geçirmekti. Bu nokta AKP hükümetinin planının belki en önemli kısmıydı; zira devletin geri kalanı gibi onlar da PKK'nin salt silahlı güçle alt edilmesinin mümkün olmadığının farkındaydılar. Bu yüzden Türkiye Kürdistanı'nda önce PKK'ye alternatif, sonra da ondan baskın ve onu marjinalleştirecek bir güç olmaya çalışmayı hedeflediler. Usta işi bir plandı, nihayetinde tutmadı. Son olaylar bu Osmanlı oyununun AKP hükümetinin elinde patladığını gözler önüne sermekteler.

Kürt Burjuvazisinin Yenilgi İçinde Zaferi

AKP'nin bu planı neden tutmadı? Bunun nedeni Kürt hareketinin oyuna gelmemiş olması değildi. Türkiye'deki Kürt burjuvazisinin PKK'den DTP ve BDP'ye, DTK'den Kürt işadamları derneklerine, ufak partilerine ve farklı bireysel siyasi temsilcilerine tamamı uzunca bir süre AKP'nin oyununa gayet güzel geldi. Zira nasıl devlet, PKK'yi ve Kürt hareketini salt silahlı güçle yenemeyeceğini anlamışsa, PKK ve DTP/BDP de devletten istediklerini, yani Türkiye Kürdistanı'ndaki güçlerinin tanınması ve resmen iktidar sıfatını kazanmasının salt silahlı güçle mümkün olmadığını fark etmiş durumdaydı. Buradan yola çıkılarak yapılan teorik formülasyon, savaş ile elde edilecek bağımsız bir devlet yerine uzlaşı ve siyasetle elde edilecek demokratik özerklik olarak ifade edilmişti. Bu yaklaşım, savaştan yılmış ve Irak Kürdistanı'ndaki Federe Kürt devletinin baskıcılığını ve zorbalığını bilen veya hiç değilse duyan Kürt işçi kitlelerince iyi kötü benimsenmişti. Tabii ki Kürt sorunun çözümünün esasında burada gündemde olmadığını anlamak kolaydır; zira zaten temelde Kürt işçi sınıfına uygulanan ulusal baskının, bu baskının kökeni ve uygulayıcısı olan TC devleti ile uzlaşarak nasıl ortadan kaldırılabileceği sorusuna verilecek hiçbir cevap yoktur. Kürt burjuvazisinin Kürt işçi sınıfı içerisinde yarattığı biat kültürü, bu sorunun yaygın bir biçimde sorulmasını halen engellemektedir. Öte yandan biz enternasyonalist marksistler netçe görebiliyoruz ki DTP/BDP'nin ve PKK'nin devletle uzlaşı talebinin ifade ettiği yaklaşım, Kürt burjuvazisinin stratejisinin Türk devletine eklemlenmek ve Türkiye Kürdistanı'nda, TC devletinin bir parçası olarak hükmetmektir. Geçtiğimiz seçimler öncesinde gündeme gelen, AB Belediyeler Yasası kapsamında belediyelere vali yetkilerinin verilmesi talebi, bu çabanın pratik yansımalarından yalnızca bir tanesidir. İşte bu stratejisinden dolayı Kürt burjuva hareketi, uzunca bir süre AKP hükümetinin ağzına çaldığı bir parmak bala kandı; hatta bu umutlarla ateşkes süresince yapılanları ve tutuklamaları o kadar da gündeme getirmemeyi tercih etti. Bardağı taşıran son damla ne olmuştur meçhul ama bir tahmin yürütmek gerekirse, yasal Kürt siyasi hareketinin başına geçmesi umulan Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin önüne geçilmesinin Kürt burjuva hareketini TC'ye eklemlenme düşlerinden şimdilik kesin olarak uyandıran bir tokat olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan bu uyanışı tetikleyenin ne olduğundan daha önemlisi, bunu mümkün kılanın ne olduğudur. AKP hükümeti, PKK'den her anlamda daha kudretli gözüken bir gücü, benzeri Osmanlı misali ayak oyunlarıyla alt etmeyi becermişti zira. DP-AP-ANAP'ın sağ liberal Türk burjuva geleneğinin mirasçısı AKP, hem askeri anlamda hem de destekçi sayısı bakımından Kürt burjuvazisinden daha güçlü olan geleneksel rakibi Türk askeri ve bürokratik burjuvazisine diz çöktürmeyi başarmıştı. Bu çabanın sonucu olarak özellikle ordunun itibarı ciddi bir biçimde düşmüş ve askeri burjuvazinin en güçlü siyasi uzantısı olan CHP dahi orduyla arasına mesafe koymak zorunda kalmıştı. Nasıl oldu da askeri ve bürokratik Türk burjuvazisini alt eden oyunlar nihayetinde Kürt burjuvazisine karşı amaca ulaşamadı? Bunun nedeni AKP hükümeti ile askeri ve bürokratik burjuvazinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanların, hükümetle Kürt burjuvazisinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanlardan çok daha fazla olmasıdır. AKP, hükümetteki mutlak egemenliğiyle, sahip olduğu devasa halk desteğiyle, içinde barındırdığı fazlasıyla kaşarlanmış uzman ve siyasetçi kadrosuyla kurduğu oyunlar karşısında uzun vadede Türk burjuvazisinin kendilerine rakip kesimlerinin kalelerinin hiçbirinin dayanmayacağını hesaplamıştı. Tamamen haklıydı. Arka arkaya askeri ve bürokratik burjuvazinin bütün kaleleri düştü. Kürt burjuvazisinin hemen hemen hiçbir kalesi düşmedi; çünkü Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisinin bir parçası değildi; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvaziydi. İşte AKP hükümetinin planındaki hata buradaydı. Kim bilir? Belki kendi attıkları "tek Türkiye" yalanlarına kendileri de inandılar. Her halükarda, kazanan Kürt burjuvazisi oldu. Bıçağın kemiğe dayandığını hisseden Kürt burjuvazisi, devletin Öcalan kozunu da, yakalanışından itibaren ilk defa göz ardı ederek karşı-saldırıya geçti. Bu konumdaki bir ulusal burjuva hareketi kenetlenmek zorundadır. Dolayısıyla hareketin içindeki ayrımlar silikleşti; Kürt hareketi içerisinde gayrı resmi bir milli cephe oluştu. Daha seçimlerden önce bile, Altan Tan ve Şerafettin Elçi gibi İslamcı Kürt burjuva siyasetçileri BDP'ye eklemlenmekten başka çareleri kalmadığını fark etmişlerdi. Olan, tam da olaylar patlamadan Türkiye'ye gelen zavallı Kemal Burkay'a oldu; tam burjuva siyaseti sahnesinde hakettiği yeri alacağını sandığı anda çatışmaların yeniden patlaması, 'Apê' Kemal'in kendi partisini AKP destekli evcil Kürt siyasetinin yüzü yapma umutlarını paramparça etti. Son süreçte Burkay'ın Haklar ve Özgürlükler Partisi bile BDP'nin çatı partisi sürecinde yer almaya yönelmek durumunda kaldı.

Kriz ve Savaş: Kimin Gücü Kime Yetiyor?

Sonrası malum: Yine işçi çocukları birbirlerini öldürmeye giriştiler, yine siviller öldürülmeye başlandı. Hangi taraftan ne kadar insan ölmüştür kestiremiyoruz ama bildiğimiz birşey varsa birkaç haftalık bir süreçte burjuva siyaseti işçi sınıfının yüzlerce genç evladının canını aldı. Emperyalist TC devletinin savaş uçaklarının bombalamaları sonucu içinde hamile bir kadın ve bir bebeğin bulunduğu sivillerin katledilmesi sonrasında HPG: "Güçleri bize yetmiyor, o yüzden sivilleri öldürüyorlar" şeklinde bir açıklamada bulundu. Bu açıklamada, açıklamayı yapanların kendileri için olmasa dahi bir doğruluk payı var. Devletin gücü gerçekten Kürt burjuvazisine yetmiyor; Öcalan avuçlarındayken ona dokunamıyorlar, Karayılan'ın yakalandığı söylentilerini çıkartıp sonra rezil oluyorlar; PKK'nin kamplarına ajanlarını sızdırmamış olma ihtimalleri yok denecek kadar az olsa da hareketin önemli önderlerinin yanından bile geçemiyorlar. Ne yapıyorlarsa, ya silahsız işçilere, köylülere, hamile kadınlara, çocuklara, bebeklere yapıyorlar; ya da Kürt işçi sınıfının köyü yakıldığından, devlet ve aşiret baskısından ve benzeri bir sürü nedenden dağa çıkmak zorunda kalmış kız ve oğullarına yapıyorlar. Öte yandan PKK'nin, HPG'nin gücü neye yetiyor? Onların gücü bu baskı politikalarının sorumlularına, Erdoğan'a, AKP hükümetinin öteki önde gelenlerine ve hatta katliam emirlerini veren generallere yetiyor mu? Hayır onlar da Türk burjuvazisinin temsilcilerine dokunamıyorlar, dokunmuyorlar. Onların gücü de Türk işçi sınıfının daha on sekizinde anasının bağrından zorla koparılmış, eline bir silah verilip ölmeye ve sınıf kardeşlerini öldürmeye gönderilmiş evlatlarına veya bombalı saldırılarda can veren sivillere yetiyor.

Kürt ve Türk burjuvazisi işte böylece yıllardır oynadıkları satranç oyununa dönmüş durumdalar. Ve kendilerini medeni medeni birbirleriyle oyun oynayan iki satranç oyuncusu kadar güvende hissediyorlar. Kürt burjuvazisi yaklaşan ekonomik krizin kendisini çok etkilemeyeceğini hesap ediyor. Hamlesini Türkiye ekonomisinin sıcak paraya ne kadar muhtaç olduğunu düşünerek yapıyor, rakip oyuncuyu yaklaşan kriz karşısında ekonomik istikrarını bozarak vurmak istiyor. Türk burjuvazisi karşı hamlesini bir yandan büyük operasyonlarla istikrarı yeniden sağlamaya çalışırken, diğer yandan milliyetçiliği ve etnik çatışmayı tırmandırarak savaşın yanı sıra yaklaşan krizin bedelini de işçi sınıfına ödetmeye hazırlanarak karşılık veriyor. Burjuvazi kan istiyoruz diye bağırıyor ama istedikleri birbirlerinin kanı değil, işçi sınıfının kanı; analarımızın, babalarımızın, kardeşlerimizin ve evlatlarımızın canı, bizim canımız.

Burjuvazinin gücü işçi sınıfına ancak dağınıksak, biat ediyorsak, ses çıkartmıyorsak, mücadele edemiyorsak, düşmanlarımızı ve sınıf kardeşlerimizi tanımıyorsak, ülke sınırlarının ötesini göremiyorsak, bütün dünyayı hepimizin bellemiyorsak yeter. Hem Kürdistan'dan hem de Türkiye'den bakınca durum kötü, durum acı gözüküyor şu anda.

Fakat her şeye rağmen cılız bir ses yankılanıyor milliyetçi fırtınanının arasından: Ölü askerlerin ailelerinin "tüm askerleri davar sürer gibi kırdırmanın sebebi başındaki komutanlardır, bunun sorumlusu komutanlardır” diye, “oğlumu tabutla gelsin diye yollamadım” diye, savaşa gitmeyi reddeden Kürt işçi çocuklarının “bu savaşın acısını en çok çekenleriz, bu savaşın bir tarafı olmayacağız” diye fısıldayan sesleri... Kısık, kafası karışık ve yalnız gözüken ama sessiz kitlelerin hissettiklerini yansıtan sesler... Yalnızca Türkiye'de değil, bütün Orta Doğu'da, bütün dünyada kapitalist savaşlara kurban edilen ve onları seven herkesin kalbinden geçen sesler... İşte bu seslerledir ki gün gelecek bir fısıltıdan burjuvaziyi sağır edecek billur bir intikam çığlığına dönüşecek ve bu çığlıkla dünya işçi sınıfı, sınırları yok ederek ve tüm devletleri yıkarak Kürt sorunu dahil tüm ulusal sorunlara gerçek ve enternasyonalist bir çözüm getirecektir.

Gerdûn

Tags: 

Mihri Öldü; Sırma Saçlı Oldu!

Atatürk’ün en büyük çabası, genç kuşaklara Türk milli gururunu telkin etmek olmuştur. Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmişlerdir sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa, korkma. Er geç temel ilkelerde birleşirsin onunla. Er geç dünyada Türk olarak başı dik yaşamanın, kapitalizmin dünya yüzünden silinmesi ile mümkün olabileceğinde anlaşılacaktır. Bunu kendimden bilirim. Bizim delikanlılığımızda biz ‘Bir Türk dünyaya bedeldir,’ ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sloganlarını ciddiye alan kuşaktık.” - Mihri Belli

"Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur" deyişleri, ölülerin ardından düzülen mehtiyelere gizli bir tepki ifade eden, asırlardır söylenegelmiş bir sözdür. Asırlardır söylenegelmiş bu sözü, çalışan insanlar genellikle sevdikleri, yakınları, komşuları, iş arkadaşları, köylüleri ve benzerlerinin arkasından akıllarına getirmezler. İsmi cisminin önünde giden, şu veya bu biçimle şan söhret hediye edilmiş olma ayrıcalığına sahip olsa da pek de sevilmeyenlerin arkasından söylenen sözlerdendir genelde. Sultanlar, vezirler, paşalar, siyasetçiler, generaller, bürokratlar, patronlar, ideologlar genelde görünüşte olmasa da hep bu kategoridedirler. Bunu da iyi bilirler ve kitlelerin cesetlerine tüküreceğinden korkarlar. İşte bu yüzden aralarında içlerinden biri öldü mü abartılı mehtiyeler düzmelerini gerektiren bir "hukuk" vardır. Hayatları boyunca kel ve kör ilan edilmiş devrimcileri ise, anılarını kullanmak için dahi pek nadir cesetleri soğumadan, hatta bedenleri toprağa karışmadan sırma saçlı, badem gözlü ilan eder egemenler.

Mihri Belli bir devrimci olarak değil, Kemalist burjuvazinin sözde "sosyalist" bir ideoloğu ve siyasetçisi olarak yaşadı ve öldü. Burjuvazinin Milliyet gazetesinden Zaman gazetesine bütün yayın organları onun "devrimciliğinden" ve "sosyalistliğinden" bahsediyorlar şimdi. Türk ulusalcılar onun vatanseverliğini öne çıkartıyor, Kürt yurtseverler onun Kürt hareketi ile ilişkisinden dem vurup onun mirasının sahiplenilmesi gerektiğini söylüyorlar; kendisi gibi Stalinist olanlar onu kendi çizgilerine uydurmaya çalışıyorlar ve troçkisler ise onun Yunanistan'da Rus emperyalist kampının mensubu kuvvetler içinde askerlik etmiş olmasından yola çıkarak onun enternasyonalist (!) olduğu iddiasında bulunuyorlar!

Mihri Belli hayatında hiçbir zaman bir proleter devrimci olmadı. Siyasetle 1930'larda ABD'de, stalinist Amerikan Komünist Partisi üzerinden tanıştı ve hayatı boyunca bir Stalinist olarak kaldı. Bununla birlikte, Stalinizmi Türk milliyetçiliğini ve kemalizmini yadsımıyor, tam aksine tamamlıyordu. Mihri Belli hiçbir zaman bir enternasyonalist olmadı. Sözde "enternasyonalist" olarak gittiği Yunanistan'da, Rum nüfusun Anadolu'dan zorla sürgün edilmesinin altında imzası olan Kemal'in ismini takma isim olarak kullanacaktı. Mihri Belli nasıl ABD'de ve Türkiye'de işçi sınıfı için savaşmadıysa, Yunanistan'da da işçi sınıfı için savaşmadı; Rus emperyalizminin çıkarları için savaştı. 1960'larda Türkiye'de ortaya attığı "Milli Demokratik Devrim" tezi ile Mihri Belli, işçi sınıfını milli burjuvazi arkasında koyun etmenin teorisini yapacak ve iyi niyetle sosyalizmi anlamaya çalışan pek çok genci de yaşının ve tecrübelerinin etkisiyle bu karşı-devrimci yola çekecekti. Mihri Belli'nin Kürt milliyetçileriyle yaptığı işbirliği, iki tarafın da fırsatçılığından kaynaklanıyordu: Kürt hareketi ünlü isimlerden kimin desteğini çekebilse, kişi kim olursa olsun buna tamam diyecek noktadaydı; Mihri Belli ise Kürtlere karşı şovenist eğilimlerine rağmen geniş desteği olan bu hareketi parlamenter hırsları için bir araç olarak görüyordu.

Mihri Belli'nin niyetlerini bilemeyiz – belki de gerçekten ve içtenlikle kendisini sosyalist bir devrimci sanıyordu. Ancak öte yandan, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir (Marx). Mihri Belli öldü, fakat milliyetçi ve Stalinist görüşlerinin etkisi ne yazık ki hala işçi sınıfını zehirlemeye devam ediyor.

Gerdûn

Tags: 

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (5)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

1908 İsyanı Sonrası: Kitle Grevleri ve Sosyalist Hareket

1908 isyanını en fazla benzetebileceğimiz olay, 1905 Rus devrimidir. Şüphesiz ilk göze çarpan benzerlik, iki örnekte de köşeye sıkışmış monarşilerin büyük tepkiler karşısında bir meşrutiyet rejimi ve parlamentolar ilan etmiş olmalarıdır. Bu noktadaki temel farklılık, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ının Rus Duma'sından fazlasıyla güçlü oluşu ve Osmanlı burjuvazisinin gerçek iktidarı monarşiye bırakmamakta kararlı oluşuydu. Tabii ki, Rusya'nın 1905 ile Osmanlı'nın 1908'i arasındaki en temel farklardan birisi, 1905 devrimi bizzat işçi grevleriyle başlamışken, 1908 isyanının ordu içerisinde ve subayların önderliğinde başladığı gerçeğidir. Öte yandan, tıpkı 1905 Rusya'sı gibi, 1908 Osmanlı'sında kitle grevi olarak nitelendirmemiz mümkün olan bir grev dalgası gerçekleşmiştir. Rusya'daki grev dalgası, Osmanlı İmparatorluğu'ndakinden daha uzun sürmüştür. Öte yandan ülkelerdeki greve katılım yüzdesi bakımından fark mevcut olsa da, sanılabileceğin şaşırtıcı derecede altındadır.[90] Bu minvalde, dönemde ne denli geniş olduğu sosyalist hareketçe çok az bilinen 1908 Osmanlı kitle grevi, hem Osmanlı işçi sınıfının ilk kitle grevi olarak hem dünya işçi sınıfının ilk kitle grevlerinden bir tanesi olarak, en az 1908'de Abdülhamit rejiminin devrilmesinin kendisi kadar büyük bir öneme sahiptir.

Dar sosyalistler 2 ile 5 Ağustos 1908 günleri arasında gerçekleştirdikleri kongrelerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nda proleter devrimin gerçek bir ihtimal olduğunu ve sosyalizmin Osmanlı işçi sınıfının gerçekten özgürleşmesi için tek yol olduğunu açıkça belirtmişlerdi. Birkaç hafta içerisinde dar sosyalistlerin bile akıllarının ucundan geçmeyecek kitlesellikte başlayan grev dalgası, ne denli haklı olduklarını ortaya koyacaktı. Aslında grevler 30 Temmuz'da İstanbul'da tütün ve vapur işçileri arasında başlamıştı. 30 Temmuz 1908 ile 20 Aralık 1908 arasında, Osmanlı İmparatorluğu'nda bilindiği kadarıyla 119 tane grev gerçekleşecekti. Grevler Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Midilli, Varna, Samsun, Üsküp, Manastır, Dedeağaç, Aydın, Afyon, Gevgeli, Kavala, Drama, Eskişehir, Ankara, Konya, Ereğli, Zonguldak, Manisa, Edirne, Mustafapaşa, Mitrovitza, Zibekçe, Şam, Rayak, Halep, Balıkesir, Diyarbakır, Hareke, Ksanti, Adana ve Kudüs gibi şehirlerinde gerçekleşti. Grevlere vapur tayfaları, tütün işçileri, rıhtım işçileri, dizgiciler, tramvay işçileri, halı fabrikası işçileri, kutu imalathanesi işçileri, hamallar, marangozlukişçileri, iplik ve boya işçileri, su şirketlerinde çalışan işçiler, çimento fabrikası işçiler, fırın işçileri, buz fabrikası işçileri, gündelikçiler, sabun fabrikası işçileri, tuğla fabrikası işçileri, bira fabrikası işçileri, un fabrikası işçileri, sigara fabrikası işçileri, tersane işçileri, postacılar, komiler, demiryolu işçileri, telgraf işçileri, bakkal, kasap, terzi ve berber dükkânlarında çalışan işçiler, garsonlar, madenciler, gaz işçileri, şeker işçileri, deri işçileri, fes fabrikası işçileri, belediye işçileri, zeytinyağı imalathanesi işçileri, mağaza işçileri, dikiş makinesi işçileri, depo işçileri, pamuk işçileri ve dokumacılar gibi Osmanlı proletaryasının neredeyse bütün kesimlerinden işçiler katıldı.

Grev dalgasına katılan işçilerin sayısı tam olarak bilinmemektedir. Gerçekleştiği bilinen 119 grevden ancak 31 tanesine tam olarak kaç kişi katıldığını biliyoruz ki bu sayı 42,752'ydi.[91] Öte yandan katılımcı sayısının tam olarak bilindiği grevler, en kitlesel ve güçlü olduğu aktarılan kimi grevler dâhil pek çok önemli grevi kapsamamaktadır. 1908 grev dalgasına katılmış işçilerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte, yirmi yılı aşkın bir süre önce yapılan araştırmalar Ağustos ve Eylül aylarında greve çıkan işçi sayısının 100,000'in üzerinde olabileceği sonucunu çıkartmaktaydı.[92] Bununla birlikte grev hareketi ile ilgili geçen sürede yapılmış çalışmalar daha önceden hakkında bilgi olmayan grevler yapıldığının ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1910 yılına gelindiğinde ise, 1908 öncesi Osmanlı'da ciddi bir biçimde var olmayan sendikal örgütlenmelerin 125,000-150,000 arası işçiyi kapsadığı, bizzat dönemin işçi hareketinin içinde olan Avraam Benaroya tarafından aktarılmıştır.[93] Mantıki olarak, sendikal örgütlenmeler içerisinde bulunan işçilerin hepsi 1908 dalgasına katılmış olsa bile, sırf sendikaların ortaya çıkmadığı şehirlerde de ciddi grevler olmuş olduğu gerçeğinden yola çıkarak, grev dalgasına katılan işçi sayısının bu sayının üzerinde olduğu sonucuna varabiliriz ki 1910 işçi hareketinin gerilemeye ve bastırılmaya başladığı bir yıldır. Ne yazık ki hareketin bütün detaylarının bir incelemesini yaparak hareket üzerinden bütünlüklü dersler çıkartmamız bu çalışmada mümkün değil; zira bu başlı başına 1908 grevleriyle ilgili başka bir çalışmayı gerektirecek kadar kapsamlı bir konu. Dolayısıyla, grev dalgasının gidişatını belirleyen önde gelen noktalarına değinip, hareketin genel hissiyatını yansıtan kimi örnekler vermekle yetinmek durumundayız.

Genel hatlarıyla bakacak olursak, 1908 grevleri, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin bir ürünüydü; grevlerin hepsi işçilerin ücretleri ile yaşama ve çalışma koşullarına dair talepleri etrafında gerçekleşmişti. Öte yandan bu taleplerin yanı sıra, grev komitelerinin, kendiliğinden kurulmuş işçi örgütlerinin ve yeni yeni oluşmaya başlayan sendikaların tanınması ve farklı işyerleriyle ayrı ayrı masaya oturulmaması da talep edilmekteydi. Ayrıca grevlere uygulanan baskılara karşı dayanışma sloganları da yükseltilmekteydi. İşçiler arasında İttihatçılara ve Temmuz isyanının vaatlerine dair var olan yanılsamalar, İttihatçıların ve devlet güçlerinin engelleriyle karşılaştıkları pek çok durumda işçilerin geri adım atmalarına neden olmadı. 1908 grevlerinde merkezi rolü demiryolu, rıhtım ve tütün işçilerinin grevleri oynamaktaydı. Demiryolları pek çok önemli şehre uzanmıştı. Kıyıdaki önemli kentlerde de limanlar vardı ve bütün bu işyerlerinde çalışmakta olan işçilerin sayısı bir hayli fazlaydı. Demiryolları, ülkenin her yanında ray tamircilerinden lokomotif fabrikası işçilerine, istasyon işçilerinden makinistlere ve kondüktörlere, aynı şirkete bağlı olsalar da farklı işyerlerinde çalışan işçilere sahipti. Rıhtım işçilerinin grevleri, gemilere yükleyecek malları olan işyerlerine de hızla yayıldı ve başka grevlerin de tetikleyicisi oldu. Aynı zamanda demiryollarındaki verıhtımların, hem ithalatı ve ihracatı, hem de şehirlerarası seyahati durdurmak açısından çok ciddi bir güçleri de vardı ki bu güç sınıfın geri kalan kesimlerini de mücadeleye atılmaya sevk edecekti. Tütün ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun en temel ihraç maddesi ve en büyük sanayisi olduğu için büyük bir öneme sahipti.[94]

30 Haziran'da İstanbul'da gerçekleşen tütün ve vapur işçilerinin grevi, Ağustos'un ilk yarısında yayılmaya başladı. Ağustos başında, İstanbul, İzmir ve Selanik gibi kentlerdeki rıhtım işçileri greve gitmişlerdi. İlerleyen haftalar içerisinde bu grevler, hem bu şehirlerdeki tramvay, matbaa, tütün ve dokuma sektörlerine ve başka fabrikalara hem de Beyrut, Varna, Manastır gibi kentlerdeki limanlara sıçramıştı. Ağustos ayında Samsun'da tütün işçilerinin de grevleri başladı. Samsun'daki işçiler, grev kırıcıların çalışmalarına izin vermemekle kalmıyor, aynı zamanda kendilerini bastırmak için gönderilen kolluk kuvvetlerine de karşı çıkıyorlardı. Ağustos'un 23'ünden sonra demiryolu işçileri grevlere kitlesel olarak katılmaya başladılar. Demiryollarındaki ilk grevler, 23 Ağustos'ta, Osmanlı'nın Avrupa'daki Şark demiryollarının Selanik-Zibekçe hattında ve İstanbul'daki Sirkeci lokomotif fabrikasında baş göstermiş ve yayılmaya başlamıştı. Polis İstanbul-Selanik hattında 31 Ağustos'ta başlaması planlanan grevi engellemek amacıyla tren istasyonlarını işgal etti fakat bu müdahale geri tepti. Aynı gün Üsküp'te de grev başladı ve Şark demiryollarının pek çok hattına hızla yayıldı. Osmanlı Avrupa'sında demiryolu işçilerinin greve çıktığı günlerde Anadolu demiryollarında da bir grev planlanmaktaydı. Grevin başlayacağı 26 Ağustos'ta Haydarpaşa İstasyonu polis tarafından kuşatıldı fakat beklenen grevin gerçekleşmekte olmadığı görünüyordu. Zira saldırıyı bekleyen Anadolu demiryolları işçileri o sırada Moda'da bir tiyatroda nasıl mücadele edebileceklerine dair bir toplantı yapmaktaydılar. İşçiler ülke çapında greve çıktıkları zaman, şirketin bütün çalışanlarını temsil eden bir grev komitesi kurmak için çalışıyorlardı. 30 Ağustos'ta İzmir civarındaki demiryolu işçileri de grevlere katıldı fakat devletin sert önlemleri ve tutuklamaları birkaç gün içinde bu grevin geçici olarak bastırılmasıyla sonuçlandı.[95]

Baskılara rağmen, Eylül ayında grev hareketine katılımlar artarak devam etti. 13 Eylül'de Kavala'da 12,000 tütün işçisi greve çıktı. Öte yandan bu işçiler greve yalnız çıkmamış, başta rıhtım işçileri olmak üzere bütün şehri peşlerinden bir genel greve çekmişti. Dükkânlar bile açılmadı. İşçiler meydanlarda kitlesel yürüyüşler yaptılar. Anadolu demiryolu hattı işçilerinin grevi ise bir gün sonra, ayın 14'ünde çok iyi örgütlenmiş ve azami katılımla başlayacaktı. Hükümetin uyarılarına rağmen greve başlayan işçiler, pek çok şehirde hem destek kazanmak hem de hükümete kararlılıklarını göstermek için bir hayli disiplinli eylemler düzenlediler. Buna rağmen 16 Eylül'de hükümet kimi taleplerini kabul ettiği bu işçi grevini sertçe bastırmayı başarabildi. Fakat Anadolu demiryollarındaki grev bastırılır bastırılmaz, 18 Eylül'de bu kez tüm Avrupa Şark demiryolları çalışanları greve gitti. Ancak Avrupa Şark demiryolları grevi de, 21 Eylül'de, Anadolu demiryolları grevi benzeri bir şekilde bastırıldı. Öte yandan Avrupa Şark demiryolları grevi biterken, Hicaz demiryollarında ve İzmir demiryollarında grevler başlıyordu. Beyrut'ta demiryolu işçilerinin grevi ile liman işçilerinin grevi tamamen ortak hareket ediyordu. Grev ancak %50'lik bir ücret artışı verilmesiyle bitirilebildi. İzmir'de 26 Eylül'de başlayan grev ise pek çok açıdan en sert geçen grev oldu. 30 Eylül'de grevcilerle grev kırıcılar arasında çıkan bir kavgayı bahane eden devlet güçleri, işçilerden bazılarını tutukladılar. 1 Ekim'de tutuklanan arkadaşlarını kurtarmak için toplanan işçilerle kolluk güçleri arasındaki çatışmada bir işçi katledildi, pek çoğu da yaralandı. Öteyandan bu durum, grevcilerin öfkesini daha da arttırdı; işçiler telgraf hatlarını kestiler, grev kırıcıları fabrikalara kilitlediler, patronların depolarını yakmaya başladılar. İttihatçıların patronlarla işçiler arasında aracı olma çabaları, işçilerce sertçe reddedildi. İzmir'deki askeri kuvvetler, ayaklanmış işçileri kontrol altına almayı başaramıyordu. İzmir'de ancak 7 Ekim'de, İstanbul'dan gönderilen birliklerin şehri bilfiil işgal etmesiyle düzen yeniden hüküm sürmeye başlayacaktı. Bu sırada Samsun'daki tütün işçileri grevinde, işçiler ile polisler ve yetkililer arasında silahlı çatışmalar çıktı. İzmir grevinin bastırılmasının ertesi günü, yani 8 Ekim'de grevleri yasaklayan Tatil-i Eşgal Kanun-u Muvakkati (Geçici Grev Kanunu) çıkartıldı. İzmir'in işçilerin elinden alınmasının ertesi günü çıkartılan bu kanun, yasakladığı sınıf mücadelelerinin önüne geçmeyi başaramayacaktı - ama dengelerin değiştiğini ortaya koyuyordu. Yangın sönmüştü.[96]

1908 grev dalgasında gerçekleşen grevlerin yarısı yalnızca iki şehirde gerçekleşmiştir: Selanik ve İstanbul. Grev hareketinin sektör açısından merkezleri tütün fabrikaları, demiryolları ve limanlar olduysa da, coğrafi olarak merkezleri Selanik ve İstanbul'du. Grevleri başlatan İstanbul işçi sınıfı olacaktı. İstanbul işçileri Ekim ayında yeni grev kanununu tanımadan yapılan garson grevleriyle sınıfın en kararlı kesimlerinden biri olarak göze çarpacaktı. Özellikle Eylül ayı içerisinde Selanik'te grevlerin etkilemediği neredeyse hiçbir iş kolu yoktu. Hayatın hemen hemen her alanı grevler tarafından etkilenmekteydi. Selanik'teki grevlerin kitleselliğine bir örnek olarak Eylül'de gerçekleşen garsonlar grevine değinebiliriz. Bu grev öylesine kitlesel, güçlü ve sağlamdı ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Selanik'e daha önceden davet etmiş olduğu Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan devletlerinin temsilcileri şehre geldiği zaman, şehirde onlara servis yapacak tek bir garson dahi yoktu! Utanç içindeki İttihat ve Terakki üyeleri, çareyi gelen temsilcilere bizzat servis yapmak üzere garson önlüklerini geçirmekte bulacaklardı.[97] Grev hareketi imparatorluktaki bütün farklı etnik kökenlerden işçileri ortak mücadelede birleştirecekti. Aynı zamanda rütbesiz askerler arasında da grevler bir hayli sempati uyandırmaktaydı. Yine Selanik'te gerçekleşen bir bira fabrikası işçileri grevinde, grev kırıcıları ve yöneticileri korumak üzere gönderilen askerler, işçilerin "Yaşasın asker!" sloganları ile karşılaşacaklardı. Bunun üzerine "Yaşasın hürriyet!" sloganları ile karşılık veren askerler, grevcilerle kucaklaştıktan sonra görevlerini yerine getirdiklerini düşünerek, grev kırıcıları veya yöneticileri korumak için hiçbir şey yapmadan fabrikayı terk edeceklerdi.[98]

Jön Türkler, kendi güçlerinden emin değillerdi. Osmanlı proletaryasının daha önce görülmemiş kitlesellikte kendiliğinden kalkışması ve asker tabanı içinde de hatırı sayılır bir destek sahibi olması, grev hareketinin başında, Jön Türkleri, hareketi açıkça karşısına almaktan çekinmeye, bir arabuluculuk rolüne girişmeye zorladı. Jön Türkler harekete karşı bin bir manevrayla ve ancak zamanla grevleri açıkça yasaklayabilecekleri bir noktaya geleceklerdi. Osmanlı işçi sınıfının önemli bir kısmı tecrübesizdi; mücadele, deneyiminden yoksundu, bu grevlerle ilk defa hak arama sahasına çıkmışlardı. Sınıfın deneyimli kesimleri ise grevler sırasında, yaşadıkları şehirleri (İstanbul, Selanik, İzmir, Kavala) peşlerinden sürükleyecek kadar güçlü olsalar da, bütün ülkedeki sınıf hareketine öncülük etmeyi başaramadılar. Uluslararası anlamda da hareket yalıtılmıştı; her şey bir yana, uluslararası işçihareketinin ciddi bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu'nda böyle bir grev dalgası olabileceğine ihtimal dahi vermiyordu. Osmanlı'da 1914'e kadar işçi sınıfı ciddi ve büyük pek çok mücadeleye girişecekti ama bu mücadelelerden hiçbiri 1908'in kitleselliğini yakalayamayacaktı. 1908 grev hareketi yenildi, ancak uluslararası sosyalizmin onur ve gurur kaynağı olan yenilgiler zinciri arasında yerini aldı. Zira gerçekleşen ve bastırılan, Rosa Luxemburg'un iki sene önce tanımladığı kitle grevinin ta kendisiydi:

"Kitle grevi (...) öylesine değişken bir olgudur ki siyasi ve iktisadi mücadelenin bütün evrelerini, devrimin bütün aşamalarını ve unsurlarını yansıtır. Koşullara uyum sağlayabilmesi, etkinliği, kaynaklandığı unsurlar sürekli bir değişim halindedir. Çoktan dar bir geçide gelmiş görüntüsü verirken ve kimse kesin olarak akıbetinden emin olamazken bir anda yeni ve geniş devrim perspektifleri açıverir. Bir anda bütün bir ülkeyi kesen geniş bir nehir gibi akmaya başlar ve bir anda devasa bir akıntılar ağına dönüşüverir; bir anda taze bir baharmışçasına topraktan fışkırır fokurdayarak ve bir de bakmışsınız ki tamamen kayboluvermiştir yine toprağın altında. Siyasi ve iktisadi grevler, kitle grevleri ve kısmi grevler, gösteri grevleri ve çatışmalı grevler, sanayinin tekil kollarında veya tekil şehirlerde genel grevler, barışçıl ücret mücadeleleri ve sokak katliamları, barikatlarda çatışmalar... Bütün bunlar iç içe geçmiştir, birlikte sürer gider, biri biter biri başlar, biri diğerine dönüşür, birbirlerine akarlar. Kitle grevi, değişen bir olgular deniziymişçesine durmaksızın hareket halindedir."[99]

Kitle grevi, Osmanlı sosyalizmi için bir dönüm noktası teşkil edecekti. 1908'den önceki sosyalist hareket tartışan, çalışkan, kararlı, faal fakat marjinal bir hareketti. 1908, Osmanlı sosyalist hareketini yaygın, güçlü ve etkin bir kitle hareketine dönüştürecekti. Kitle grevi, Osmanlı sosyalizmini kara bir kışın ardından toprağı ıslatan yağmur gibi beslemişti. Osmanlı sosyalizmi çok yakında çiçek açmaya başlayacaktı. İmparatorluğun bütün önde gelen şehirlerinde hem sol hem de sağ sosyalist örgütlenmeler görülmedik bir hızda büyüyecek ve güçleneceklerdi. Sosyalist hareketin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki en kuvvetli kaleleri ve merkezleri ise, kitle grevinin kalbinin attığı iki şehir, yani Selanik ve İstanbul olacaktı.

Kitle grevlerine başından beri en faal biçimde müdahale eden eğilim, imparatorluğun batısındaki dar sosyalizm oldu. Dar sosyalistler, Osmanlı Avrupa'sının pek çok şehrindeki mücadelelere etkin bir biçimde katılarak bu mücadelelerde rol oynadılar. Nikola Rusev, Emerich Fiala, Dimitar Tokhev, Ivan Pockov, Nikola Kasabov gibi dar sosyalist militanlar Eylül ayının başında Selanik'te şehrin ve ülkenin ilk sendikal örgütlenmelerinden birini kurdular. Bu yapı, örgütlenir örgütlenmez iddialı bir açık konferanslar programı başlattı. Ardından Pavel Delidarev ve Angel Tomov gibi anarko-liberal eğilimden Bulgar militanlar ve onların Avraam Benaroya önderliğindeki Yahudi destekçileri de kendi örgütlerini oluşturdular. Kısa bir süre sonra, bu yeni sosyalist sendikal örgütlenmeler, Nikola Rusev'in liderliği altında birleşeceklerdi.[100] Yeni örgüt önce İşçiler Derneği adını aldı. Özellikle Selanik'in Yahudi işçileri, örgüte büyük ilgi göstermekteydi ki bu da Benaroya'yı hızla yükselen bir lider yapacaktı. 1909 senesinin 1 Mayıs'ında ve Haziran ayında İşçiler Derneği binlerce işçinin katılacağı eylemler düzenledi. Ağustos ayında İşçiler Derneği, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu adını aldı. Aynı dönemde yeni Federasyon, bünyesine Makedonya İç Devrimci Örgütü'nün yasal parti oluşturmuş olan sol kanadı da katıldı. Federasyon içinburadan gelen katılımcılar arasından en önemlisi, Meclis-i Mebusan'da bulunan Dimitar Vlahov'un da örgüte böylelikle katılmış olmasıydı. Onun yanı sıra, örgüte Rasim Haşmet isimli bir öğretmenin başını çektiği küçük bir Müslüman işçi grubu ve küçük bir Rum grubu da katılacaktı. Federasyon, iddialı bir yayın çalışmasına girişti; dört dilde dört gazete çıkartılacaktı: Ladino dilinde Jornal do Laborador, Rumca Efimeris tu Ergatu, Bulgarca Rabotniçeski Vestnik ve Türkçe Amele Gazetesi.[101]

Bu noktada Federasyon ciddi bir güç olmuştu. Öte yandan kuruluş dönemi, pek çok açıdan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu'nun doruk noktası da olacaktı. Zira dar sosyalist militanlar ile oportünistlerin aynı yapı içerisinde bulunuyor olması, daha en başından beri problemliydi ve yeni örgütü sarsıyordu. Selanik'te bulunan dar sosyalistler bu çalışmalara katılmakla birlikte, Makedonya ve Edirne Sosyal Demokrat İşçi Örgütü'ne üyeliklerini de sürdürmekteydiler ki örgüt 1909 başında Rabotniçeski Iskra (İşçi Kıvılcımı) isimli yeni bir yayın çıkartmaya başlamıştı. Federasyonun ittihatçıların listesinden meclise giren Vlahov ve genel olarak MİDÖ'nün sol kanadıyla çalışması, dar sosyalistlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Dahası, Benaroya'nın Avusturya sosyalizminin federatif modelini benimsemiş olması, dar sosyalistlere göre işçiler arasındaki milliyetçi önyargıları canlı tutmaktaydı. Bölünme kaçınılmazdı. Federasyon, kuruluşundan yalnızca iki ay sonra, önderlerinin Ekim 1909'da, İspanyol anarşist Francisco Ferrer'in katledilmesine karşı yapılan protestolara burjuvazinin temsilcileri ve masonlarla birlikte katılması üzerinden bölünecekti. Bu durumu protesto eden dar sosyalistler, federasyonun Bulgar üyelerinin büyük çoğunu da yanlarında götürerek ayrılacak ve Selanik Sosyal Demokrat İşçi Örgütü'nü kuracaklardı. Sonraki süreçte ise Federasyon Türkçe ve Bulgarca yayınları kısa bir süre sonra durdurmak zorunda kalacaktı.[102] Öte yandan, Bulgarlar Federasyon'dan ayrılmış olsalar da, örgütün Yahudi kesimi içerisinde, Avraam Haason isimli bir terzinin başını çektiği bir sol kanat kalacaktı ki Haason ve yoldaşları hem masonlar ve burjuva temsilcileri ile çalışmaya karşı çıkacaklardı hem de genel olarak federatif ilkeyi reddedeceklerdi.[103] Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, dar sosyalistlerin rakip örgütüne kıyasla çok daha güçlü bir örgüttü ve hem sendikal hem de siyasi bir yapı olma çabasındaydı. Osmanlı sosyalizminin sol kanadının sert eleştirilerine maruz kalan bu yapılanma gerek önderlerinin teorik kaynağı olan Avusturya sosyalizmi, gerekse pratik kökeni olan Bulgar anarko-liberal ve geniş sosyalist gelenekleri ile uluslararası sosyalizmin sağ kanadının bir parçasıydı. Öte yandan, ilerleyen süreçteki gelişmeler yapının hem Osmanlı'da, hem de uluslararası alanda sağ kanattan ziyade merkezde yer almasına yol açacaktı.

Dar sosyalistler, Selanik'teki işçi hareketi içerisinde bir azınlık olarak kalmışlardı. Öte yandan, bu şehir dışındaki yerlerde durum böyle olmaktan uzaktı. Sosyalist İşçi Federasyonu'nun etkisi Selanik'le sınırlıydı - buna karşılık dar sosyalistler ülke genelindeki pek çok önemli şehirde sosyalist hareketin ve işçi hareketinin başını çekmekteydiler. Manastır, İskeçe gibi şehirlerdeki işçi örgütleri, bizzat dar sosyalistler tarafından kurulmuştu ve bu eğilim örgütler içerisinde hâkim olmaya devam ediyordu. Manastır'daki işçi örgütlenmelerinin başını çeken bizzat Makedonya ve Edirne Sosyal Demokrat İşçi Örgütü'nün lideri Vasil Glavinov'du.[104] Öte yandan dar sosyalistlerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki en önemli kalesi, İstanbul olacaktı. İstanbul'daki ilk sosyalist ve sendikalörgütlenmelerin başını çeken, Teodor Sivaçev adlı Bulgar matbaa işçisiydi. Sivaçev, aynı zamanda dar sosyalist akıma mensup bir militandı. 1909 başlarında İstanbul'un ilk sosyalist örgütü kurulmuştu ve bu örgüt şehrin ilk 1 Mayıs gösterilerini düzenlemişti.[105] İstanbul Sosyalist Merkezi adını almış olan bu örgüt, dar sosyalist çizgideydi. Örgütün kurucuları arasında Teodor Sivaçev'in yanı sıra Zaharias Vezestenis ve Stefanos Papadopoulos'un gibi dar sosyalist militanların başını çektiği kimi militanlar yer alıyordu. Onların yanı sıra, 1908'de İstanbul'a gelen Yessalem takma adlı Ermeni militan Karekin Kozikyan'ın başını çektiği diğer bazı militanlar da İstanbul Sosyalist Merkezi'nin kurucuları arasındaydılar.[106] İstanbul Sosyalist Merkezi Osmanlı dar sosyalist örgütünün organik bir parçasıydı.

Yeni örgüt, kısa bir süre içerisinde güçlü bir yayın çalışmasına girişecekti. Örgütün ilk yayını ise şaşırtıcı bir biçimde Türkçe bir yayın olacaktı. 1909'un Şubat ayının ortalarında çıkacak olan yayının adı İşçiler Gazetesi olup yayının sahibi yazar Şirvanizade Mahmud Tahir'di. Dönemin atmosferinden ve gerçekleşmiş kitle grevinden etkilenen bu kişi, İşçiler Gazetesi'nde Rum militanlarla birlikte çalışmaktaydı.[107] İstanbul Sosyalist Merkezi ile ilişkili olan Şirvanizade Mahmud Tahir 1910'da kurulacak Osmanlı Sosyalist Fırkası ile de ilişkiler kuracak ve kimi kaynaklara göre bu yapının katılımcıları arasında yer alacaktı.[108] İşçiler Gazetesi, İstanbul Sosyalist Merkezi'nin çizgisindeydi, bu örgütün bir yayınıydı. Yalın dili ve işçi sınıfının sorunlarına eğilen tonu ile İşçiler Gazetesi, Selanik Sosyalist İşçiler Federasyonu'nun Amele Gazetesi adlı Türkçe yayınına nazaran daha başarılı ve yaygın okunan bir yayın olacaktı.[109] İşçiler Gazetesi'nin çizgisi proletarya enternasyonalizmiydi:

"Karşılıklı dayanışmak ve ilişkiler geliştirmek amacıyla henüz yabancı ülkelerde yaşayan kardeşleriyle genel bir birlik oluşturamamış olan Osmanlı ülkesi işçileri, Avrupa'daki arkadaşlarına alenen beyan ederler ki kendileri daima kalben onlarla beraberdir. Yakın zamanda Osmanlı ülkesindeki işçiler gerek Avrupa'nın, gerek işçi ordusunun öncülerinden olacaklardır."[110]

İşçiler Gazetesi'nin yayınlanmaya başlamasından kısa bir süre sonra, Mart ayında Karekin Kozikyan, işçi sınıfının davasına inanmış büyük şair Ruben Sevak ve o sırada İstanbul'a gelmiş olan Arkomedes takma adlı Hınçak kurucusu Kevork Haraçyan gibi devrimciler ile birlikte, Nor Hossank (Yeni Akım) isimli haftalık sosyalist yayını kurdu.[111] Daha önce belirttiğimiz üzere İstanbul Sosyalist Merkezi adlı örgütün kurucuları arasında olan KarekinKozikyan, İstanbul'a gelince Hınçak Sosyal Demokrat Partisi içerisine de girmişti.[112] Kozikyan esasında İstanbul'a, Yerkri Tsayn gazetesinde beraber çalıştığı Tigran Zaven ile birlikte gelmişti ve başlarda Zaven'le eskiden olduğu gibi ortak hareket etmeye çalışmıştı.[113] Öte yandan 1908 isyanı ve anayasal düzenin ilanının oluşturduğu hava Tigran Zaven'i fazlasıyla etkilemiş, onun Jön Türk hareketine karşı uzlaşmaz enternasyonalist tavrını ciddi bir biçimde yumuşatmıştı. İstanbul'da Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu üyesi Dimitar Vlahov gibi milletvekilleriyle yakınlaşacak olan Tigran Zaven, bu çizgiyi temel hatlarıyla savunmaya başlayacaktı. Uzlaşmaz enternasyonalist ve sınıf mücadeleci tavrını koruyan Kozikyan ile Zaven'in yollarının ayrılması kaçınılmazdı. Kozikyan, Hınçak Sosyal Demokrat Partisi içerisinde İstanbul Sosyalist Merkezi'nin görüşlerini savunarak partinin sol kanadının tohumlarını atmaya başlamıştı. Fakat daha da önemlisi, Kozikyan'ın grubunun İstanbul Sosyalist Merkezi'ne katılımıyla, Osmanlı sosyalizminin doğu ve batı kolları ve bu kolların sol kanatları ilk defa örgütsel bir birlik kuracaklardı. Nor Hossank'ın ilk sayısında, Kozikyan Osmanlı İmparatorluğu'nda uzlaşmaz bir sınıf mücadelesi çağrısı yapıyordu:

"Türkiye'de ekonomik gelişmenin çok yavaş olmasına ve mekanize endüstrinin daha yeni başlamış olmasına karşın (...) Türkiye şimdiden kapitalist bir ülke olmak yolundadır. Sınıf mücadelesi başlamıştır bile (...) On binlerce işçi ülkenin fabrikalarında, atölyelerinde ve demiryollarında çalışıyor ve hiç kuşkusuz her zamankinden daha fazla sömürülüyor. Bunlar, Türkiye'nin Avrupa düzeyine erişmesini beklerken sessiz kalacaklar ve hiçbir tepki göstermeyecekler, öyle mi?"[114]

Nor Hossank'tan kısa bir süre sonra, Haziran ayında, İstanbul Sosyalist Merkezi'nin Yahudi üyeleri Ladino dilinde El Laborator (Emekçi) isimli haftalık yayını çıkartmaya; örgütün Rum üyeleri de Ergatis (Irgat) isimli haftalık gazeteyi yayınlamaya başlayacaklardı.[115] Bu yayınlar da, İşçiler Gazetesi ve Nor Hossank gibi enternasyonalist çizgideydiler:

"Bu gazete Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sosyalistleri bir araya getirmek ve burada uluslararası bir sosyalist parti kurmak - ‘uluslararası bir parti' çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda başka türlü bir sosyalizm olanaksızdır - onun sözcüsü olmak için yayınlanıyor. Dolayısıyla bize katılmak isteyen hiçbir Türk'ü, Yahudi'yi veya Bulgar'ı, eğer sosyalistlerse dışarıda bırakmayacağız."[116]

Osmanlı sosyalizminin yeni birleşmiş sol kanadı 1909'da imparatorlukta konuşulan beş temel dilde, yani Rumca (Ergatis), Ermenice (Nor Hossank), Bulgarca (Rabotniçeski Iskra), Türkçe (İşçiler Gazetesi) ve Ladino (El Laborator) dillerinde yayın yapmaktaydı. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu'nun aksine, sol kanadın kendi örgütleri binlerce üyeye sahip değildi; bunlar dar kadro örgütleriydi. Öte yandan buradan sol kanadın etkisiz ve önemsiz bir eğilim olduğu düşüncesine ulaşmak ciddi bir hata olur. Zira sol kanat, siyasi kadro örgütlenmelerinin yanı sıra sınıf sendikaları da kurmuştu. İstanbul'da, İstanbul Sosyalist Merkezi etrafında inşaedilen, sekiz sendikayı kapsayan ve kendisini devrimci enternasyonalist sınıf sendikaları olarak tanımlayan Rum, Türk, Ermeni, Yahudi ve Bulgar işçilerin ortak örgütü "Sendikalar Birliği"nin gücü, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu'nun gücüne denkti ki sol kanadın pek çok şehirde böylesi örgütlenmeleri vardı. Sol akımın kitleler üzerindeki etkisi yadsınamayacak bir noktadaydı. Bu akım, imparatorlukta ittihatçılara uzlaşmaz bir biçimde karşı çıkan tek akımdı. Eğer Osmanlı sosyalizminin bir parçası sayabilirsek, açık bir biçimde onun sağ kanadını oluşturan Taşnaksutyun ittihatçılarla sıkı bir işbirliği halindeydi; Bulgar geniş sosyalist eğiliminin imparatorluk içindeki savunucuları da ittihatçılara alkış tutmakla meşgullerdi. Merkezde yer alan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu veya Hınçak Sosyal Demokrat Partisi gibi örgütlenmeler, biraz daha mesafeli olsalar da yine de yeni rejimi kayıtsız şartsız desteklemekteydiler ve 13 Nisan'da Abdülhamit yanlısı güçlerin darbe girişimine karşı ittihatçıların örgütlediği Hareket Ordusu'na kitlesel olarak katılmışlardı. Öte yandan 1909'un sonlarına doğru, Abdülhamit'in geri gelmesi tehlikesine karşı ittihatçılar ellerini güçlendirmek amacıyla sosyalist harekete karşı bir baskı politikasına giriştiler. Bu politikalardan gerek Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu gerek Hınçak Sosyal Demokrat Partisi etkileneceklerdi; bu da sosyalistlerin birleşmesi meselesinin yavaş yavaş yeniden gündeme gelmesine neden olacaktı.

Bu arada 1910'un Şubat ayında, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sosyalist yayınlar arasına (kapatılmasının ardından İnsaniyet, Medeniyet, Sosyalist ve benzeri isimlerle devam edecek olan) İştirak gazetesi de katılacak; bu yayın çevresinin kuracağı Osmanlı Sosyalist Fırkası ise, Eylül 1910'da imparatorluktaki sosyalist örgütler arasında yerini alacaktı. Bu örgütün özelliği, Müslüman tebaadan kişilerce kurulan ve onların çoğunlukta oldukları ilk örgütlenme olmasıydı. İştirak çevresinin ve Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın başını çeken Hüseyin Hilmi adında bir maceracıydı. Hüseyin Hilmi Romanya'ya yaptığı bir gezide burada sosyalist eylemlere tanık olduktan sonra sosyalizmi benimsemişti. Hüseyin Hilmi'nin sosyalizm anlayışı uluslararası sosyalist hareketin genel hatlarıyla sağında yer alan, Jaures'in görüşlerine yakın, reformist ve oportünist bir anlayıştı. Hilmi'nin örgütünün Paris'te Refik Nevzat adlı, sosyalist olduğu kadar milliyetçi de olan bir aydınla ilişkileri vardı. Refik Nevzat'ın grubu bir süre sonra Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın Paris şubesi olarak tanınacaktı. Bununla birlikte OSF çevresi ittihatçılara karşı "metelik vermeden", "gözünü budaktan sakınmayan" bir muhalefet yürütecekti.[117] Ayrıca Osmanlı Sosyalist Fırkası içerisinde devrimci ve enternasyonalist sosyalizmin görüşlerini savunan kimi militanlar da yer almaktaydı. Öte yandan, bu militanların Osmanlı Sosyalist Fırkası içerisinde bir sol kanat veya muhalefet teşkil ettiklerini söylemek mümkün değildir; zira OSF gerçek anlamda merkezileşmiş bir parti değildi, ismine rağmen her zaman bir çevre olarak kalacaktı. Dolayısıyla zaten ortada ortaklanılmış görüşler yoktu. OSF içerisindeki sol eğilimin en kuvvetli temsilcisi, bir hayli etkili bir düşünür olan materyalist ve enternasyonalist Baha Tevfik'ti ki kendisinin Hüseyin Hilmi'nin sosyalizmi benimsemesine de etkisi olmuştu. İştirak'ın üçüncü sayısında çıkan bir yazısında Baha Tevfik açıkça devrimci olduğunu ortaya koymaktaydı:

"Sosyalistler devrim taraftarları yahut devrimcidirler. Çünkü amaçlarını barışçıl yollarla kabul ettiremeyeceklerini; kutsallığından ve yüceliğinden şüphe etmedikleri amaçlarını barışçıl olarak gerçekleştiremeyeceklerini anlamışlardır (...) Bir devrimi yapanlar değil, müdahaleleriyle ona vücut verenlerdir. Sosyalistler devrim taraftarıdır. Bunun nedeni devrimi haklı ve yararlı görmeleridir."[118]

Enternasyonalist ve materyalist olan Baha Tevfik, aynı zamanda anarşizmi de savunan bir yaklaşım geliştirmişti:

"Anarşizm demek; bireyin üzerinde doğa yasalarından başka bir yasa bırakmamak, muazzam hayat kavgası düsturunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmak demektir. Ben bu yeniçağın içinde anarşizmi görüyorum. Kanımca kölelikten ücretli köleliğe ve ücretli kölelikten sosyalistliğe geçen insanlık en sonunda anarşizme ulaşacak ve orada bireyselliğin bütün bağımsızlığını, bütün azametini duyumsayacaktır."[119]

Osmanlı Sosyalist Fırkası'nda enternasyonalist görüşleri güçlü bir biçimde savunan isimlerden bir tanesi de Ruşen Zeki isimli bir gençtir. İştirak'ın ikinci sayısında Ruşen Zeki şöyle yazacaktı:

"Milliyet denilen bağlılık insanlık için bir felakettir. Çünkü onu aynı hayatta asırlarca süründürecektir."[120]

1910 yılı boyunca ittihatçı hükümet sosyalistlere karşı baskılarını büyük ölçüde arttırmış, aynı zamanda genel hatlarıyla da hayli baskıcı bir rejim halini almaya başlamıştı. Taşnaklar ittihatçılara bağlılıklarını sadakatle sürdürürlerken Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve 1909'da aldığı adla Sosyal Demokrat Hınçak Partisi gibi örgütlenmeler ittihatçılarla aralarına mesafe koyar olmuşlardı. Bu durum da Osmanlı sosyalizminin sol kanadıyla yeniden birlikte çalışma yapma, hatta belki örgütsel olarak bir araya gelme perspektifini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla 1911'in Ocak ayının sonlarına doğru Selanik'te Osmanlı Sosyalist Örgütleri 1. Konferansı düzenlendi. Konferansa solun ve merkezin pek çok yerel örgütünün temsilcisi katılmıştı. Çıkan kararlar, Selanik Sosyalist Federasyonu'nun büyük ölçüde sol kanadın çizgisini kabullendiğini gösteriyordu. İttihatçıların milliyetçi ve militarist politikaları güçlü bir biçimde lanetlenmiş, Osmanlı proletaryasının çıkarları için ortak mücadele yürütmenin gerekliliği vurgulanmış ve bir Balkan federasyonu kurulması isteği ifade edilmişti. Konferans bir örgütsel bütünlük oluşturamayacağını da kabul etmekteydi fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun İkinci Enternasyonal'de bütün sosyalist örgütleri birleştiren tek bir parti ile temsil edilmesi[121], böylesi bir birleşimin sağlanması temenni edilmişti.[122] Ayrıca konferansa temsilci olarak Stefanos Papadopulos'u gönderen İstanbul Sosyalist Merkezi, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu'nun yeni yayını Solidaridad Obradera'nın İstanbul'da satışını kolaylaştırmak amacıyla kendi Ladino yayını El Laborator'un yayınını durduracaktı.[123] Bu ortaklaşmanın meyvelerinden ilki Selanik'teki 1 Mayıs gösterisiydi. 150,000 kişilik bir nüfusa sahip kentte eyleme tam 20,000 işçi katılacaktı.[124] Öte yandan bu ortak hareketlenme çok uzun ömürlü olamayacak, 1911 sonlarında yine dağılacaktı. İttihat ve Terakki Cemiyetine muhalif olan önemli Jön Türk liderlerinin Kasım 1911'de kurduğu liberal Hürriyet ve İtilaf Fırkası kısa zamanda ittihatçılara karşı güçlü bir burjuva muhalefet odağı haline gelmişti. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve Hüseyin Hilmi'nin Osmanlı Sosyalist Fırkası gibi merkezci örgütler artan ittihatçı baskılar karşısında ve yaklaşan seçimlerden önce çareyi sınıfsal niteliği ittihatçılardan hiçbir şekilde farklı olmayan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile işbirliğine gitmekte bulacaktı. Sol kanat ise, merkezciler arasındaki işbirlikçiliğine bakınca, çalan şarkının birkaç yıl öncekinin aynısı olduğunu düşünecekti ister istemez.

Gerdûn


90. Nüfus ve grevci sayılarını karşılaştırmamız üzere elde ettiğimiz veriler Rusya'daki 1905 grevlerine nüfusun yaklaşık %1,5'inin, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki 1908 grevlerine ise nüfusun yaklaşık %0,75'inin katılmış olduğunu gösteriyorlar.

91. Kırpık, Cevdet. "Osmanlı Devleti'nde İşçiler ve İşçi Hareketleri (1876-1914)". Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 2004. Isparta. s. 256-263

92. "Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi". Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1836

93. "Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi". Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1840

94. Dinçer, Sinan. "The Revolution of 1908 and the Working class in Turkey". Boğaziçi University. Political Sciences and International Relations. 2006. İstanbul s. 28

95. Dinçer, Sinan. "The Revolution of 1908 and the Working class in Turkey". Boğaziçi University. Political Sciences and International Relations. 2006. İstanbul s. 29-30, 33, 42-43

96. Dinçer, Sinan. "The Revolution of 1908 and the Working class in Turkey". Boğaziçi University. Political Sciences and International Relations. 2006. İstanbul s. 31, 36-37, 40-41, 43-45

97. Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 66-67

98. Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 68

99. Luxemburg, Rosa. "The Mass Strike". 4. Bölüm 1906. https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1906/mass-strike/index.htm

100. Dumont, Paul. "Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 90

101. Dumont, Paul. "Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 91-93

102. Dumont, Paul. "Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 94-95

103. Benaroya, Abraham. "A Note on the ‘Socialist Federation of Saloniki'". Jewish Social Studies XI. 1949. s. 70

104. Yalımov, İbrahim. "1876-1923 Döneminde Türkiye'de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 141

105. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 44

106. Harris, George. "The Origins of Communism in Turkey". Hoover Institute Publications. Standford University Press. Standford. 1967 s. 21

107. Gazel, Ahmet Ali ve Şaban Ortak. "İkinci Meşrutiyet'ten 1927 Yılına Kadar Yayın İmtiyazı Alan Gazete ve Mecmualar (1908-1927)". https://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/SBED/article/viewFile/318/313 s. 243

108. Topçuoğlu, Hayriye. "Bektaşi Ahmet Rıfkı: Hayatı ve Eserleri". https://www.hbektasveli.gazi.edu.tr/dergi_dosyalar/19-87-142.pdf s. 7

109. Harris, George. "The Origins of Communism in Turkey". Hoover Institute Publications. Standford University Press. Standford. 1967 s. 20-21

110. Ökçün, Gündüz. "Tatil-i Eşgal Kanunu, 1909: Belgeler - Yorumlar." Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi Yayınları No 503. Ankara. 1982 s. 38

111. Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 233-234

112. Ter-Minasian, Anahide. "Le mouvement révolutionnaire arménien, 1890-1903" Cahiers du monde russe et soviétique. Vol. 14 N°4. pp. 596

113. Papazyan, Vahan. "Anılarım". Cilt II. Bölüm 15.

114. Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 235

115. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 45

116. Kechriotis, Vangelis. "Greek-Orthodox, Ottoman Greeks or Just Greeks? Theories of Coexistance in the Aftermath of the Young Turk Revolution". https://www.arts.yorku.ca/hist/tgallant/documents/kechriotisottomangreek... p. 69

117. "Meşrutiyet, Emperyalizm ve İşçi Hareketi". Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988 s. 1841

118. Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 43

119. https://hasat.org/forum/Baha_Tevfik-k11110s1.html

120. Zeki, Ruşen. "Sosyalizmin Terakkiyatı ve İstikbali", İştirak, No: 2, 21 Haziran 1328

121. Osmanlı'daki sosyalist örgütlerin her birinin İkinci Enternasyonal ile ilişkileri vardı ve Jaures ile ilişkiler geliştiren Osmanlı Sosyalist Fırkası hariç hepsi şu veya bu şekilde İkinci Enternasyonal'de üye olarak temsil edilmekteydi, fakat İkinci Enternasyonal'in resmi bir Osmanlı İmparatorluğu şubesi hiçbir zaman olmadı. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1903-1904 yıllarından beri Enternasyonal'in üyesiydi ve bir Kafkas partisi olarak, Plekhanov tarafından temsil edilmekteydi. Osmanlı dar sosyalistleri ve sol kanat, (Dar)BSDİP'nin bir parçası olarak Enternasyonal'in üyesiydi ve Bulgar dar sosyalistlerince temsil edilmekteydi. Taşnaklar 1907'de Enternasyonal'e Osmanlı Ermenistanı alt-şubesi olarak, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ise 1909'da Selanik alt-şubesi olarak katılmışlardı.

122. Haupt, George ve Paul Dumont. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler". Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 225-227

123. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 45

124. Dumont, Paul. "Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tags: 

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (6)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

Savaşlar ve Soykırımlar: Osmanlı Sosyalizminin Ateşle İmtihanı

29 Eylül 1911’de İtalya Devleti’nin Osmanlı egemenliğindeki Libya topraklarını işgal etmesiyle Ekim 1912’ye kadar devam edecek İtalyan-Türk savaşı patlak verdi. Esasında İtalya yaz aylarından beri bu savaşa hazırlanmaktaydı. İtalya, geçmiş yüzyıllardaki paylaşım yarışında geri kalmış ülkelerdendi ve dünyanın büyük güçlerce paylaşılmış yerlerinin hızla tükendiği bu konjonktürde, İtalyan burjuvazisinin tereddütleri hızla erimişti. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı Devleti de, başta zayıf konumundan dolayı pek istekli olmadığı bu savaş için kollarını sıvamakta gecikmeyecekti. Türkiye’de bugün Trablusgarp Savaşı olarak anılan İtalyan-Türk savaşı, bu dönemde dünya genelinde gerçekleşen diğer savaşlarla 1. Dünya Savaşı’nın öncüllerinden olma özelliğini paylaşmaktadır. Savaşa dair İtalyan Sosyalist Partisi içerisinde büyük bir kavga patlak vermişti; partinin sağ kanadı hükümete açık desteğini ilan ederken, uzlaşmaz sol kanat savaşa karşı sert bir mücadele yürütmekteydi.[125] Osmanlı sosyalizmi için ise, çizgiler İtalyan sosyalizmi için olduğu kadar net değildi. Devrimci sosyalistler, şaşırtıcı olmayan bir biçimde savaşa karşı çıkacaklar, ittihatçılarla işbirliği içerisindeki sağ kanat unsurlar ise şaşırtıcı olmayan bir biçimde hükümeti destekleyeceklerdi. Öte yandan, bu iki kanadın arasındakilerin evrimi açısından İtalyan-Türk savaşı daha büyük bir önem teşkil etmekteydi. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, savaşı lanetlemekle birlikte, temel suçu İtalyanlarda görüyordu ve ittihatçıları onları kınadığı kadar kınamıyordu. Bununla birlikte İtalyan Sosyalist Partisi içindeki ayrışma, İkinci Enternasyonal’deki Osmanlı örgütleri federasyonunun belki de ilk kez bir olayda uluslararası sosyalist hareketin sol kanadından yana tavır takınması sonucunu doğuracaktı. Bu savaş sayesinde federasyon yön değiştirmişti. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’ne bağlı Öğrenci Birliği’nin tutumu da ittihatçılara sorumluluk yüklememesi bakımından Sosyalist İşçi Federasyonu’nun tutumuna benziyordu ama savaşın genel olarak düzenin bir sonucu olduğu çıkarımıyla bir adım daha öteye gitmekteydi:

İtalyan-Türk savaşı hâlâ devam ediyor. Tek sebebi, İtalyan kapitalizminin saldırı siyasetidir (…) Biz sosyalist öğrenciler, insanlığın gelişmesi ve ilerlemesi açısından son derece zararlı olan bu savaşın bugünkü toplumun kapitalist düzeninin bir sonucu olduğunu ve bu düzen ortadan kalkıp sosyalizm gerçekleştirilmedikçe yok olmayacağı inancındayız (…) Amacımız savaşa ve İtalyan saldırısına karşı derin öfkemizi dile getirmek ve hep birlikte haykırmak: Kahrolsun savaş! Kahrolsun İtalya’nın kapitalist saldırısı! Yaşasın sosyalizm![126]

Savaş devam ederken Şubat 1912’de Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimleri gerçekleşti. Bu seçimler, bize kapitalizmin çöküş evresinin şafağında parlamentarizmin mahiyetine dair pek çok çıkarımda bulunma olanağı vermektedir. 1912 seçimleri Osmanlı tarihine “sopalı seçimler” olarak geçmiştir. Devlet seçimlerini, devletin sopasıyla kazanan devlet partisi, devletin zaferi… Sopalı seçimler, yeni yüzyıl ve sonrasının bütün seçimlerinin, parlamentarizminin, demokrasilerinin ve meclislerinin geleceğinin bir aynasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerek muhalefet temsilcilerinin kafalarında patlattığı sopalarla, gerek seçim sandıkları başında ellerinde sopayla bekleyen üyeleriyle 20. ve 21. yüzyıl boyunca açık veya örtük bir biçimde uygulanacak olan burjuva demokrasisinin acı bir karikatürünü çiziyordu. Öte yandan Osmanlı sosyalizminin, parlamenter ihtirasları olan Dimitar Vlahov gibi kimi isimleri buruk bir biçimde yenilgiyi kabul ede dursunlar, ittihatçılara muhalefet bayrağı açmış burjuva kanadı Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın teslim olmaya hiç niyeti yoktu. 1912’nin Mayıs ayında, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın Osmanlı ordusu içerisindeki destekçileri Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlendiler. Halaskar Zabitan aynı yılın Haziran ayında, Temmuz 1908 benzeri bir biçimde Makedonya dağlarına çıktı; hükümet düştü, Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidara geldi. Osmanlı sosyalizminin merkezci eğilimi bu anı da Temmuz 1908 gibi bir zafer anı olarak değerlendirdi. Gerçekten de son dönemde iyice artan ittihatçı baskıların ardından iktidarı yeni almış ve daha konumunu sağlamlaştıramamış Hürriyet ve İtilaf Fırkası siyasal örgütler için başlarda daha rahat koşullar sağladı. Ancak kısa bir süre sonra sol kanadın yine haklı olduğu ortaya çıkacaktı. İşçi sınıfı için yeni patronlar, eskilerini aratmamaya başlamışlardı. Grevler, işçi mücadeleleri ve sosyalistler yine bastırılmaktaydı; İttihat ve Terakki gibi Hürriyet ve İtilaf’ın da sosyalistlere istediklerini yapma özgürlüğü vermeye hiç niyeti yoktu.[127]

1912’nin Ekim ayında, daha İtalya-Türk savaşı bitmeden Balkanlarda yeni bir savaş başladı. Eğer İtalyan-Türk savaşı, yaklaşan 1. Dünya Savaşı’nın bir öncülüyse, tarihe 1. Balkan Savaşı olarak geçecek bu savaş da, büyük savaşın bir provasıydı. 340,000 Osmanlı askeri vurularak veya hastalıklardan dolayı öldü, yaralandı veya esir düştü. Osmanlı’nın karşısındaki Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ’ın da 145,000 askeri ölmüş veya yaralanmıştı. Savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanacaktı ve başa yeni geçmiş olan Hürriyet ve İtilaf iktidarının da sonunu getirecekti. Art arda alınan hezimetlerin de etkisiyle, önde gelen bir ittihatçı grubu 23 Ocak 1913 tarihinde, hükümet binası olan Bab-ı Ali’yi bastı. Bu darbe, günümüzde dahi isimleri ve canilikleri unutulmamış üç paşanın, İsmail Enver, Mehmet Talat ve Ahmet Cemal’in iktidarının başlangıcı olacaktı. Londra Antlaşması’yla 30 Mayıs 1913’te 1. Balkan Savaşı sona erdi. Osmanlı İmparatorluğu için bilanço ağırdı: Edirne dâhil Avrupa’daki neredeyse bütün topraklar yitirilmişti. Ekim 1912’de fiili olarak kaybedilen Selanik’in artık imparatorluğun bir parçası olmadığı kesinleşmişti. Hürriyet ve İtilaf’ın savaştaki başarısızlığına karşı aşırı milliyetçi bir söylev geliştirmiş olan ittihatçılar da durumu kurtaramamışlardı. Balkan savaşlarının ilkinin bitiminden yalnızca iki hafta sonra ikincisi baş gösterdi. Bu sefer Hıristiyan Balkan devletleri birbirlerine girmişlerdi. İlk savaşta başı çeken Bulgaristan’ın karşısında Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve ayrıca eğlenceden yeteri kadar mahrum kaldığını düşünen Romanya vardı. İttihatçı hükümetin de dışarıda kalmaya niyeti yoktu. Bulgaristan’a karşı öteki devletlerin yanında savaşa giren Osmanlı, savaşın sonunda Edirne’yi tekrar almayı başaracaktı. İkinci Balkan Savaşı, ilkine kıyasla çok daha kısa sürdü. Savaş, başlamasından yaklaşık bir ay sonra, 18 Temmuz’da Bükreş Anlaşması’yla sona erdi. Balkanlar’da barış sessizliği hüküm sürüyordu artık. Öte yandan, çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkacaktı ki bu barış, insanlığın o güne dek görmediği ölçüde büyük bir savaşa gebeydi.

Balkan savaşları, Osmanlı sosyalizminin bütün dengelerini altüst etmişti. En fazla etkilenen de, başından beri kendisini bir Osmanlı örgütü olarak gören ve İkinci Enternasyonal’in Selanik alt şubesi kabul edilen Sosyalist İşçi Federasyonu olacaktı. 1913’ten sonra, Selanik bir Osmanlı şehri olmaktan çıkınca Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu da ister istemez bir Osmanlı örgütü olmaktan çıkmıştı. O artık tıpkı temsil ettiği şehir gibi Yunanistan’a aitti. Genel bağlamda Osmanlı’nın parçalanması karşıtı bir tutum geliştirmiş olan federasyon, durumdan pek memnun olmasa da sonuçta Yunanistan işçi ve sosyalist hareketinin içine girdi. Öte yandan, Balkan Savaşları, Selanik örgütünün tutumunu İtalyan-Türk savaşının çektiğinden de daha sola çekmişti. Balkan Savaşları esnasında federasyon Selanik’te savaşa karşı kitlesel gösteriler düzenledi, din ve milliyet farklılıklarını açıkça lanetledi.[128] Bütün bu deneyimler, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun yaklaşmakta olan 1. Dünya Savaşı’nda enternasyonalist bir tutum almasına ve daha sonra Yunanistan’da oluşacak komünist örgütlenmelere katılımına neden olacaktı.[129]

Öte yandan Balkan Savaşları’nın sosyalist hareket üzerindeki etkisi, yalnızca Selanik İşçi Federasyonu ile sınırlı değildi. Sol kanadın örgütleri de Selanik’in ve Selanik İşçi Federasyonu’nun Osmanlı dışında kalmasından fazlasıyla etkileneceklerdi. Daha öncesinde sol kanat her ne kadar Selanik İşçi Federasyonu’nun oportünizmini ve çeşitli burjuva güçlerle işbirliği yapmasını eleştirmiş olsa da, iki örgütün bir geçmişi ve bir hukuku vardı ve Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Ermeni Devrimci Federasyonu ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın aksine her iki örgüt de uluslararası nitelik taşımaktaydı. Selanik’in Osmanlı sınırlarının dışında kalmasıyla, devrimci sosyalistler yalnız kalmışlardı. Bununla birlikte İstanbul Sosyalist Merkezi’nin başını çektiği Osmanlı devrimci sosyalistleri, daha İtalyan-Türk savaşı başlamadan, çizgileri etrafındaki sendikal örgütlerle birlikte Türkiye Sosyalist Fırkası adını aldılar ve İtalyan-Türk savaşını cüretkâr bir biçimde protesto ettiler.[130] Balkan savaşları Osmanlı’daki devrimci sosyalist örgütleri, Bulgar dar sosyalizminden de fiili olarak ayırmıştı. Bunun siyasi bir yansıması seçimler konusunda kendisini göstermekteydi. 1912 sonrasında Osmanlı devrimci sosyalistleri, seçimlere giren dar sosyalistlerin aksine, Meclis-i Mebusan’daki sosyalistlerin işbirlikçi tutumu karşısında anti-parlamenter bir tavır benimsemişlerdi.[131] Osmanlı sosyalizminin sol kanadı, uluslararası sosyalist hareket içerisinde başka bir eğilimin yansıması değil, ayrı bir eğilim haline gelmişti. Devrimci sosyalistlerin savaşa karşı tutumu da imparatorluktaki diğer sosyalist örgütlere kıyasla bir hayli radikaldi. 1914’te, 1.Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce İstanbul örgütünün enternasyonal proletaryaya hitaben yazdığı bir bildirgede bu tutum açıkça görülmekteydi:

Bütün dünya sömürülenlerinin protesto haykırışlarının bir kere daha birleştiği bu tarihi günde, biz de, kapitalist toplumu, emeğin sömürülmesini, emekçilerin ezilmelerini, büyük toplumsal haksızlığı sizlerle beraber protesto ediyoruz.

"Sınıf çıkarlarımızın ve her birimize düşen görevin bilincinde olarak insanın insan tarafından sömürüsüne ve sefalet düzenine son verebilecek tek şey olan büyük toplumsal devrimin gerçekleşmesine katkımızı ve bağlılığımızı kardeşçe tekrar dile getiriyoruz. (…)

"Ne yazık önleyemediğimiz Balkan Savaşı denilen savaş, etkilerini Doğu emekçi sınıfının daha uzun süre üzerinden atamayacağı, halkın ve proleterlerin henüz yeni uyanışlarını geciktirecek sonuçlar doğurmuştur.

"Bu savaş, bugün açlık içinde kıvranan şehir ve kır işçi ailelerinin binlercesini öksüz bıraktı, bu zalim toplumun insafına terk etti.

"Bu savaş, şehirleri ve köyleri yerle bir etti ve beraberinde bütün halkı kırıp geçiren sefalet ve açlığı getirdi.

"Bu savaş, Doğu ulusları arasında kin ve bağnazlığı yeniden canlandırdı, yöneticiler ve sermayedarlar çıkarına milliyetçi zihniyeti güçlendirdi.

"Bu savaş, devlet hazinesini tamtakır bıraktı; şimdi de o paraları bizlere, kölelerine ödetiyorlar.

"Bu savaş şimdiye kadar görülmemiş bir siyasi zorbalık getirdi.

"Şehirlerimizin sokakları, yersiz yurtsuz, aç yaşlılar, kadın ve çocuklarla dolu. Rumeli’yi istila edenlerin savaş sırasında bütün mallarına mülklerine el koydukları göçmenler kafileler halinde bize sığınıyor, Trakya’ya ve Anadolu’ya yerleşiyorlar. Bu kez de Anadolu’da bağnazlık ve din ayrılıklarına bağlı kinlerin körüklediği yeni olaylar patlak veriyor ve yerli ahali ters yöne göç etmek zorunda kalıyor.

"Hükümet, mahvolmuş halkın sırtına, tabii sürekli anayasaya uygun etiketi altında, rezil bir baskı yönetimi yerleştirdi: Devamlı sıkıyönetim, örgütlere, toplantılara ve basına karşı şiddet tedbirleri…

"1 Mayıs 1914 günü yürüyüş yapamadık, bu keyfi yönetimi protesto ediyor ve sizlerle birlikte bir kez daha haykırıyoruz: ‘Kahrolsun burjuvazi! Yaşasın özgürlük! Yaşasın toplumsal devrim!’”[132]

Osmanlı sosyalizmi, özellikle Osmanlı sosyalizminin devrimci kanadı, İtalyan-Türk savaşını da, iki balkan savaşını da açıktan açığa kınamış, lanetlemiş ve işçi sınıfının desteği sayesinde varlığını sürdürmeyi başarmıştı. Sosyalizm, özellikle de sosyalizmin sol kanadı, hem Osmanlı sınırlarındaki topraklar için, hem de bütün dünya için savunulabilecek en güzel geleceği savunuyordu. Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi, Türk ve benzeri bütün etnik kökenlerden işçilerin enternasyonalist örgütleri, Osmanlı sınırları içerisindeki tüm işçilerin hep beraber sosyalist bir dünya yaratacakları bir toplumsal devrimin gerçekleşeceğine tamamen inanmaktaydı. Mücadeleleri, göreceklerini umdukları gelecek kadar temizdi ve mücadelenin gelişim sürecinde zaman zaman ortaya çıkan hataları onurlu hatalardı. Öte yandan kapıda uluslararası sosyalizm ve dünya işçi sınıfı için büyük bir felaket vardı. Osmanlı sosyalizmi ve işçi sınıfı için ise kapıda bekleyen felaket çok daha katmerliydi.

28 Haziran 1914 tarihinde, Gavrilo Princip adındaki Bosnalı bir Sırp milliyetçisi, Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ı vurdu ve dünya değişti. Şüphesiz savaşın nedeni Sırp bir gencin bir arşidükü öldürmesinden çok daha derinlere gidiyordu; suikast yalnızca bir bahaneden ibaretti. Ağustos başlarına gelindiğinde, Avrupa’nın dört büyükleri olan İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya savaşa girmişlerdi. Bilindiği üzere savaş başladığı zaman Osmanlı İmparatorluğu üç paşalar iktidarı altındaydı. Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Enver, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat ve Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) Cemal üçlüsünün fiili diktatörlüğü altında, Osmanlı devletinin savaşa gireceğine ülkenin bütün hâkimleri kesin gözüyle bakıyorlardı. Cemal’in başını çektiği kesim İngiltere ve Fransa gibi güçlerle ittifak ararken, Enver ve Talat Almanya’yla birlikte savaşa girilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Cemal ve arkadaşlarının İtilaf kuvvetleriyle bir arada hareket etme çabasının başarısız kalması Enver ve Talat’ın istediği doğrultuda bir gelişime yol açtı. 2 Ağustos’ta Almanya ile gizli ittifak anlaşması imzalandı. 30 Ekim’de, birkaç gün önce Rus gemileriyle Karadeniz’de gerçekleşen çatışmaların ardından Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya birbirlerine savaş ilan ettiler. Osmanlı böylelikle 1. Dünya Savaşı’na katılmış oluyordu.

Öte yandan, Osmanlı işçi sınıfının karşı karşıya olduğu tek felaket savaş değildi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye, nüfuzu için, insanları ellerine silah verip ölmeye veya sınıf kardeşlerini katletmeye göndermekten daha fazlasını planlıyordu. 1913’te gerçekleşen Bab-ı Ali baskınının ardından Osmanlı devlet burjuvazisi kendi içerisindeki husumeti, belirli bir kanadın büyük ölçüde mutlak iktidarını oluşturmasıyla geçici olarak da olsa çözmüş durumdaydı. İttihat ve Terakki galipti, Hürriyet ve İtilaf mağluptu. İttihat ve Terakki öylesine galipti ki Hürriyet ve İtilaf, iktidarda olduğu süre boyunca ittihatçıların kendilerine yönelik eylemlerinin basit bir benzerini dahi yapabilecek güce sahip değildi. Devlet burjuvazisi kendi evini düzene sokmuştu; ittihatçılar hanenin tek efendisi olmuşlardı. Öte yandan ittihatçıların iktidarı mutlak olsa da, zaferleri mutlak değildi. İşçi sınıfının efendisi olamamışlardı; çünkü yenilmiş de olsa sınıf hareketi hâlâ canlıydı, hâlâ grevler oluyordu. 1908 grevlerinin anısı da henüz tazeydi. Osmanlı işçi sınıfının en ileri, en militan, burjuvazi için en tehlikeli unsurları gayri Müslim kesim içerisinden çıkmıştı. Öte yandan ittihatçıların efendisi olamadıkları bir başka güç daha bulunuyordu: Gayri Müslim burjuvazi. O da sanayi, ticaret ve finans sermayesi üzerinde egemenliğini ve ayrıca bağımsız bir güç olarak da mevcudiyetini korumaktaydı. Gayri Müslim sermayenin artık en ciddi siyasi temsilcisi olan Taşnaklar, ittihatçıların, yaklaşan savaşta anavatanı savunmaları yönünde yaptıkları talebi kabul etmişlerdi fakat Rusya’daki örgütlerinin Osmanlı lehine ve Rusya aleyhine faaliyet göstermesi yönündeki dayatmayı reddetmişlerdi.

Tarihin öyle bir noktasıydı ki bu, değişen, yalnız düzen içi güçlerin dengeleri değil, düzenin kendisinin niteliği, biçimi ve işleyişiydi. 19. yüzyılın herhangi bir kesitinde burjuvazi, etnik ve dini farklılıklarına rağmen kendi içerisindeki herhangi bir sıkıntıyı 20. yüzyıl standartlarından farklı olarak çok da fazla kan dökmeden çözebilirdi. Ancak 19. yüzyıl kapitalizminin koşullarında böylesine önemli bir aktör haline gelmiş bir devlet burjuvazisi olabileceğini düşünmek zordur. Bir üretim biçimi olarak dünyaya yayılmak 19. yüzyılda ve öncesinde kapitalizmi sağlıklı bir bünye kılmıştı. Kapitalist üretim biçiminin dünya geneline yayılımıyla o sağlıklı, gürbüz delikanlı yaşlı ve hasta bir adama dönüştü. Avrupa’nın hasta adamı diye anılan Osmanlı İmparatorluğu bu dönüşümü fazlasıyla yansıtmaktaydı. Bu yıllarda Osmanlı’da devlet burjuvazisinin ve burjuva devletin oynadığı işlevin büyüklüğü, yeni yüzyılda bütün devletler için aşağı yukarı geçerli hâle gelecekti. Osmanlı devlet burjuvazisi her şeyi, herkesi kontrol etmek istiyordu. Bunu yapmaksızın kendisini rahat ve güvende hissedemezdi. Yirminci yüzyıl başında devlet kendisini güvende hissedebilmek için yeni bir ideolojiye ihtiyaç duymuş ve bu ideolojiyi Türk milliyetçiliğinde bulmuştu. Eğer devlet haricinde bir özel sermaye, bir sanayi, ticaret ve finans burjuvazisi olacaksa, Osmanlı Devleti bu burjuvazinin kendisine her açıdan ve her konuda mutlak bir bağlılık göstereceğinden emin olmak zorundaydı. Aksi takdirde rahat bir uyku yüzü görmekten aciz kalacaktı. Çözüm ancak sermayenin kanla ve ölümle Türkleştirilmesi olabilirdi.

Devlet-i Ali Osman, Gayri Müslim’den korkuyordu, hem de ölümüne korkuyordu. Gayri Müslim işçiden, bütün Osmanlı işçi sınıfına önderlik ettiği için korkuyordu. Osmanlı ekonomisinin ana damarlarını elinde tutan gayri Müslim burjuvaziden, devletten bağımsız bir güç olduğu için korkuyor, kendisini onun karşısında zayıf hissediyordu. Osmanlı Devleti, tamamı kendisinden büyük ve güçlü devletlerle masaya oturmuş bir devlet olmanın da ezikliğini taşıyordu. Avrupa devletleri arasında bir en zayıf halka vardıysa, bu, Osmanlı idi. Bir devlet delirebilir miydi? Dışta her biri tek başına Osmanlı’yı bozguna uğratabilecek devletlerle müzakere etmek, içte ölümüne korktuğu güçlerle birlikte yaşamak zorunda kalmak belki de Osmanlı devletini dünya üzerinde deliren ilk devlet yaptı. Osmanlı Devleti’nin işçi sınıfına karşı hissettiği, yerinde bir korkuydu. Aynı korkuyu bütün dünya devletleri de kendi sınırları içerisindeki işçi sınıfına karşı duyuyordu. Kısa bir süre sonra dünya burjuvazisinin işçi sınıfa karşı duyduğu korkunun ne denli haklı olduğu, 1917’de zafere ulaşan Ekim Devrimi ve sonraki yıllarda dünyayı kasıp kavuran proleter devrimci dalga ile ortaya çıkacaktı. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin gayri Müslim burjuvaziden duyduğu korku tamamen akıl dışıydı; Devlet-i Aliye-i Osmaniye ne kadar bitikse, gayri Müslim burjuvazi de o kadar bitikti. Osmanlı Devleti gayri Müslim burjuvaziden akıl dışı bir biçimde ne kadar korkuyorsa, gayri Müslim burjuvazi de Osmanlı Devleti’ne akıl dışı bir biçimde bir o kadar güveniyordu. En büyük Ermeni partisi olan Taşnak Partisi, 1915’te İstanbul’da önde gelen Ermeni siyasilerin tehcirleri başlayana kadar, hararetle bütün Ermenilerin katlini planlamakta olan Osmanlı Devleti’ni büyük bir sadakatle desteklemeye devam edecekti. Taşnaklara yakınlığı ile bilinen ve en önde gelen Ermeni milletvekillerinden Krikor Zohrab’ın tutuklanıp İstanbul’dan gönderildiği 24 Nisan gecesinin gündüzünde Beyoğlu’ndaki ittihatçılar kulübünde Ermeni soykırımının en büyük mimarlarından Talat Paşa ile tavla oynadığı söylenir. Bu söylenti doğru olmasa dahi önde gelen Ermeni siyasilerinin yaklaşımının ne minvalde olduğunu göstermektedir.

Oysa Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra, Osmanlı’da başta Ermenilere karşı olmak üzere gayri Müslim’e yönelik faaliyetler başlamıştı. 1909’da Adana’da Meşrutiyet’e karşı ayaklanan kalabalık bir güruhun, Meşrutiyet’i istedikleri gerekçesiyle Ermenilere saldırısı pek çok ittihatçı tarafından açıktan açığa desteklemişti ki, kimilerinin olaylara karışmış olması ihtimali de bulunmaktaydı. 1914’te Rum erkekleri Amele Taburları oluşturmak üzere askere alınmaya başlanmıştı. Bu taburlar günde on sekiz saat çalıştırılmaktaydılar. Amele Taburları, kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin ve 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında pek çok büyük devletin kuracağı çalışma kamplarının bir öncülüydü. Amele Taburları’nın amacı, hedefteki etnik nüfusu ölümüne çalıştırmak ve çalıştırarak öldürmekti. Öte yandan 1915’te gayri Müslimlere saldırılar yeni bir boyut kazanacaktı. Şubat 1915’te Ermeniler de Amele Taburları’na alınmaya başlandı. 20 Nisan 1915’te Van valisi Cevdet Bey’in şehri gayri Müslim’in erkek nüfusundan arındırmak için 4,000 kişinin silah altına alınması emrine Ermenilerin uymaması üzerine Van’da Ermeniler ile Osmanlı ordusu arasında çatışmalar çıktı. Mayıs başına kadar Van bölgesinde 55,000 Ermeni katledilmişti. Kanlı Pazar olarak anılan 24 Nisan gecesi önde gelen Ermeniler İstanbul’dan gönderilmeye başlandı. Mayıs’tan itibaren ülke genelinde Ermeniler kitlesel olarak tehcire, ölüm yürüyüşlerine zorlandılar, katliamlara uğratıldılar, toplama kamplarında ölümlü işkencelere maruz bırakıldılar. Saldırı altında olan yalnızca Ermeniler de değildi; Kasım 1916’da Karadeniz Rumları da benzer saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Tirebolu'dan Samsun'a uzanan bölgede yaşayan kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı bütün Rumlar, yanlarına hiçbir şey almalarına izin verilmeden yola çıkartılarak bir ölüm yürüyüşüne zorlandılar. Bu ölüm yürüyüşü sonucunda 350,000 Rum hayatını kaybetti. Savaşın sonuna gelindiğinde yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı 1.500.000’i buluyordu. 20. yüzyıl kapitalist düzen için bir soykırımlar yüzyılı olacaktı. Yüzyılın ilk soykırımını gerçekleştirmek Osmanlı Devleti’ne nasip olmuştu.[133] Osmanlı Devleti’nin ardılı olan TC devleti ve ittihatçıların devamı olan Kemalist hareket aynı politikaları, aynı korkulardan dolayı ve aynı amaçları güderek sürdürmeye devam edecekti. Öte yandan bugüne dek Türk devlet burjuvazisi, ne kadar kan dökmüş, ne kadar ölüm saçmış olsa da, deliliğinin kendisini mahrum bıraktığı rahat uykuya bir türlü kavuşamayacaktı.

Osmanlı sosyalizmi, özellikle devrimci sosyalistler, İtalyan-Türk savaşı ve Balkan savaşları sınavlarından geçmeyi başarmışlardı, ancak 1914’te başlayan savaş ve sonrasında gerçekleşen soykırımlar Osmanlı sosyalizminin belini kırdı. İşçi hareketi, 1914 öncesindeki savaşlarda sosyalist hareketin varlığını sürdürmesini mümkün kılacak kadar güçlüydü. Ancak, nasıl Osmanlı Devleti Avrupa devletleri arasındaki en zayıf halka idiyse, Osmanlı işçi sınıfı da Avrupa’nın en genç ve en deneyimsiz işçi sınıfıydı ve Osmanlı sosyalizmi de doğal olarak uluslararası sosyalizmin en yeni ve dağınık sosyalist akımlarından biriydi. Dahası soykırımlar bizzat Osmanlı’daki sosyalist militanların çoğunluğunu oluşturan gayri Müslim kesimi hedef almaktaydı. Müslüman işçiler arasında, her ne kadar gayri Müslim işçilerle sınıf mücadeleleri sırasında dayanışma geleneği gelişmeye başlamış olsa da, bu işçiler, böylesine büyük ve örgütlü bir soykırım pratiğine karşı kurbanlarla ciddi bir fark yaratacak kadar, yani kitlesel bir biçimde dayanışacak kadar bilinçli değillerdi. Gayri Müslim işçiler de böylesi bir dayanışmayı uyandırabilecek kadar etkin değillerdi. Sosyalistlerin ise ancak devrimci azınlığı, enternasyonalizmin ilkelerine sonuna kadar ve ne olursa olsun bağlı kalacak irade, netlik ve kararlılığa sahipti ki onlar da örgütlerinin fiili varoluşunu koruyacak güce dahi sahip değillerdi.

1914’e gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde sosyalist kabul edilebilecek iki tane örgüt kalmıştı. Bunlardan ilki Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, diğeri ise dar sosyalist gelenekten devrimci sosyalist örgütlenmeydi. İttihatçılarla yıllarca işbirliği yaptıktan sonra Taşnakların sosyalistlikle uzaktan yakından alakası kalmamıştı ki, zaten parti 1914 öncesindeki son yıllarını Meclis-i Mebusan’da demokratik reformlar elde etmeye çalışarak geçirmişti. Hüseyin Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası, ittihatçılar 1913’te muhalefete karşı baskı politikalarına başlar başlamaz sürgün cezalarıyla kolaylıkla etkisiz kılınmıştı. Müslüman kesim içinden çıkan sosyalist eğilimlerden bir diğeri olan Dr. Hasan Rıza’nın etrafında İkinci Enternasyonal’le iletişime geçen bir diğer çevre partileşmeyi dahi başaramamıştı. 1914’te Avrupa’nın en çok sosyalist örgütü olan ülkesinde kala kala iki tane sosyalist örgüt kalmıştı. Bütün etnik kökenlerden militanların ortak bir örgütünü oluşturmuş olan devrimci sosyalistler arasındaki Ermeniler ayrıca Sosyal Demokrat Hınçak Partisi içerisinde de faaliyet yürütüyorlardı. 1914’te savaş patlak verdiği zaman hem devrimci sosyalistler hem de Sosyal Demokrat Hınçak Partisi savaşa karşı bir tutum aldı. 24 Temmuz 1914’te toplanan Hınçak kongresi şu kararı alacaktı:

Dünya tarihinde benzeri görülmemiş, gayet önemli ve ciddi bir aşama geçirmekteyiz. Bir süredir bütün medeniyet âlemi Dünya Savaşı’nın boğucu baskıları altında çırpınmaktadır. Bugünkü olay, geçmişteki sakat hareket ve düşüncelerin feci ve korkunç bir darbesinden başka bir şey değildir (…) Bütün bu karamsar ve uygunsuz duruma rağmen memnuniyetle ilan ediyoruz ki evrensel olan devrim döneminde meydana gelen bu yeni olaylar gericiliğin getirdiklerinden olup, yeni dönemde ayakta kalamayacak ve insanlık yok edici ve gerici etkilerden kurtularak hummalı bir hamleyle sosyal kurtuluşumuzu kucaklayacaktır.[134]

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1913’ten beri Osmanlı Devleti’ne karşı illegal faaliyete geçmenin bir zorunluluk olduğu görüşünü savunuyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde Sosyal Demokrat Hınçak Partisi egemenlere karşı faaliyetlerine hız verdi. Buna karşın partinin bu noktadaki faaliyetleri, Rusya’da bulunan ve Rus silahlı kuvvetleri altında gönüllü birlikleri kuran ve çoğunu Kafkas Taşnaklarının oluşturduğu Gönüllü Birlikleri’nden bağımsız yürümekteydi. 14 Haziran 1915’te 20 Sosyal Demokrat Hınçak Partisi militanı devlet ve savaş karşıtı faaliyetlerinden dolayı evlerinden toplatıldı ve ertesi gün, 15 Haziran 1915’de bu yirmi militan Beyazıt meydanında asılarak katledildi. Asılan sosyalist militanlardan Paramaz takma isimli Mateos Sarkisyan, idam sehpasında şu sözleri haykıracaktı:

Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla. Bu ideallerimiz yakın gelecekte gerçekleşecek ve bütün dünya bunu görecek. İdeallerimiz sosyalizmdir.[135]

15 Haziran’da katledilen 20 devrimci militan, Osmanlı sosyalizminin ilk şehitleri olacaktı. Bugün mücadeleleri milliyetçi Türk solu tarafından görmezden gelinen ve dünya genelinde ancak mevcut Ermeni milliyetçi yapıları tarafından bilinen ve sahiplenilen bu militanlar, son nefeslerinde sosyalist bir gelecek umudunu haykırmışlardı. Bu yüzden onların anısı hâlâ uluslararası proletaryaya aittir ve hep öyle kalacaktır. Öte yandan 1915’te özellikle Ermenilere karşı soykırım etkinliklerinin nüksetmesi ve 20 militanın Osmanlı Devleti tarafından katledilmesi, Hınçak Partisi içerisindeki dengeleri de değiştirecekti. Programının barındırdığı sosyalizm ideali ve Ermeni ulusal kurtuluşu fikrinin çelişkisi etrafında tarihi boyunca bir o yana bir öbür yana sallanmış ve sonuçta bu yüzden merkezci bir yapıya dönüşmüş olan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’ne yeni koşullar bir karar anı dayatmıştı. 1914’te, parti içinde genel olarak savaşa karşı duranlar ve temel derdi Osmanlı Devleti ile olanlar arasında büyük bir husumet gerektirecek bir durum yoktu. Ancak Ermenilere uygulanan katliamların artması aralarındaki ayrımı giderek keskinleştirdi. Artık temel derdi Osmanlı Devleti ile olanlar Taşnaklar gibi Rusya yanlısı Ermeni Gönüllü Birlikleri’ne katılmayı savunmaya başlamışlardı. Gerçekleşmekte olan olaylar ve bu olaylar karşısında işçi sınıfının tepkisizliği parti içerisinde ibreyi bu görüşten yana döndürdü. Kısa bir süre içerisinde parti içerisinde Rusya’yı destekleme karşıtı olanlar hain ilan edilmeye başlanacaktı. Rus yanlılarının başını çekenlerden Stepan Sabah-Gulyan şöyle yazıyordu:

Ermeni gönüllü teşkilatı hakkındaki girişimlerimizi takdir edip yaygınlaştıracakları, gelişme ortamını hazırlayacakları ve çalışmaları hızlandıracakları yerde, şimdi bazı taraflar tenkide gelmez, çocukça görüşlerle bu teşkilatın kapatılmasını, buna artık son verilmesini tavsiye ediyorlar. Hayır! Bu bir cinayettir. Ermeni gönüllü teşkilatını durdurmayacağız, buna son vermeyeceğiz, hayır, tam aksine sonuna kadar şiddetlendirip arttıracağız. Her tarafta biz öncü olarak en önde bulunacağız. Sonuna kadar, düşmanın kahrolmasına, imha edilmesine değin, pazılarımızla, göğüslerimizle, Rus Kazaklarının yanında yer alacağız (…) Gönüllüler meselesi hakkında eleştirilerde bulunan hain diller sussunlar, fesat eller ortalığı karıştırmasınlar! (…) Bugün en birinci düşmanımız Türklerdir. Gizli veya açık olarak gönüllü teşkilatı aleyhinde bulunanlar, bu kuvveti sınırlamaya çalışanlar iç düşman sayılırlar.[136]

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi böylelikle İkinci Enternasyonal’in savaşı destekleyerek işçi sınıfına ve enternasyonalist ilkelere ihanet eden partilerinden biri olacaktı. Sabah-Gulyan’ın sözünü ettiği iç düşmanlar, şüphesiz, parti içerisinde bulunan ve savaş karşıtı söylemin başını çeken devrimci sosyalist örgütün mensuplarıydı. Öte yandan savaş ve soykırım ilerledikçe içerisinde muhalefet yapılabilecek bir siyasi yapı olarak bir Hınçak Partisi de pek kalmayacaktı. Savaşa eklemlenmeyi seçmiş bir örgütlenme içinde muhalefet yapmak çok da mümkün değildi. Savaşa eklemlenmeyen Hınçaklarsa illegal bir siyasi faaliyet gösterebilecek bir örgütlenmeden bu yüzden mahrum kalmış ve pasifizme mahkûm edilmişti. Dahası böylesi bir muhalefeti yürütebilecek kimse de kalmayacaktı. Önde gelen Ermeni enternasyonalistlerinden şair Ruben Sevak 24 Nisan 1915’ta tutuklananlar arasındaydı ve Ağustos ayında katledilecekti. Arkomedes takma adıyla bilinen Kevork Haraçyan ise Kafkasya’ya geri dönecekti. Öte yandan Ermeni devrimci sosyalistleri arasında ölümü hareket için en büyük etkiyi yaratacak olan, Yesalem takma adlı Karekin Kozikyan’dı. Kozikyan 1915’te öğretmenlik yapmak için gittiği Trabzon’da katillerin eline geçmemek için eşiyle birlikte dereye atlayarak can vermişti. İstanbul’daki matbaacı grevlerinin başını çekenlerden bir militan işçi ve enternasyonalizme sıkı sıkıya bağlı bir devrimci sosyalist olan Kozikyan’ın bu trajik ölümü yalnızca Ermeni sosyalist hareketi için değil, bütün Osmanlı işçi sınıfı için acı bir kayıp olacaktı.[137]

Koşullardan muzdarip olan yalnızca Ermeni sosyalistleri değildi. Savaş uluslararası bir niteliğe sahip olan devrimci sosyalist teşkilatı da yok etti. Devrimci sosyalist grubun ve onun etkisindeki Sendikalar Birliği’nin büroları kapatıldı. Devrimci sosyalistlerin etkisi altında olan gayri Müslimlerden birçoğu çareyi kaçmakta buldu; kaçamayıp askere alınanlar ise korkunç koşullar altında yaşamaya mahkûm edildiler ve pek çoğu yaşamını kaybetti. Grubun etkisi altındaki Müslüman işçiler de askere alınmış ve askere alınanların büyük bir bölümü evlerine geri dönememişti.[138] Savaş ve soykırım felaketi, Osmanlı sosyalizminin de felaketi olmuştu. Buna rağmen devrimci sosyalistler güçlerine göre etkileri sınırlı olsa da sonuna kadar enternasyonalist ilkeleri savundular ve emperyalist savaşa karşı savaştılar.[139] Savaş bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda ne bir işçi örgütü ne de etkin bir devrimci yapı mevcuttu. Öte yandan, hiçbir şeyin tarihin gidişatına dokunmadan silinip gitmeyeceği kısa bir süre içinde bir kez daha ortaya çıkacaktı. Ne Osmanlı İmparatorluğu kalmıştı, ne Sendikalar Birliği ne İstanbul Sosyalist Merkezi ne de Türkiye Sosyalist Fırkası… Kozikyan ve Sivaçev ölmüşlerdi, Glavinov Sofya’da, Haraçyan Kafkasya’da, Papadopoulos ise Yunanistan’da yaşıyorlardı artık, Vezesthenis ise çareyi Amerika’ya kaçmakta bulmuştu. Öte yandan bu sayıca az ama ilkeli ve kararlı militanların yaktıkları kıvılcım, İstanbul burjuvazisini yakacak bir yangına dönüşmüş olmasa da ciddi bir şekilde yayılmıştı. Enternasyonalist sosyalizmi benimseyen işçilerden büyük bir kısmi savaştan dolayı ölmüş, başka ülkelere gitmiş veya en azından mücadeleden kopmuş olabilirlerdi ama o ateşin hala yanmakta olduğu da çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk komünistleri bu ateşin geleneğinden gelenler olacaktı.

Gerdûn

 


 

125. Enternasyonal Komünist Akım. "The Italian Communist Left". 1992. p. 15

126. Haupt, George ve Paul Dumont. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler". Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 142

127. Dumont, Paul. "Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 106-107

128. Haupt, George ve Paul Dumont. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler". Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 175

129. https://en.wikipedia.org/wiki/Socialist_Workers%27_Federation

130. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

131. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

132. Haupt, George ve Paul Dumont. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler". Gözlem Yayınları. İstanbul. 1977 s. 191-192

133. Osmanlı devletinin soykırım politikalarının detaylarına burada girecek fırsatımız maalesef mevcut değildir. Öte yandan Türkçe kaynaklardan Ermeni ve Rumlara yapılmış olanlar hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlarımıza Taner Akçam'ın "Ermeni Meselesi Hallolunmuştur: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar" ve Pervin Erbil'in "Anadolu'ya Ağlıyordu Niobe Tüm Yönleriyle Rum Tehciri Ve Tehcirin Tarihsel Kaynakları" isimli kitapları tavsiye edebiliriz.

134. "Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri". Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 206-207

135. Çetinoğlu, Sait. "Türkiye ‘Sol' Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 2". https://www.norzartonk.org/?p=3406

136. Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri". Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 214

137 Çetinoğlu, Sait. "Türkiye ‘Sol' Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 1" ve . "Türkiye ‘Sol' Hareketlerinde Milliyetçi Virüs 2". https://www.norzartonk.org/?p=3401 ve https://www.norzartonk.org/?p=3406

138. Ginzberg, Roland. "Beynelmilel İşçiler İttihadı A". "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 46

139. Dimitrov, Georgi. "The European War and the Labour Movement in the Balkans". The Communist International. 1924, No. 5 (Yeni Seri), https://www.marxists.org/reference/archive/dimitrov/works/1924/x01.htm

Tags: 

Yunanistan: Kitle Meclisleri Hareketi (TPTG)

Bir süre önce Yunanistan'daki Ta Paida Tis Galarias (TPTG - https://www.tapaidiatisgalarias.org/) örgütü bize Yunanistan'daki kitle meclisleri hareketlerine dair kaleme aldıkları yazılarını gönderdiler. Bu yazıyı yayınlamaktan ve yaygınlaştırmaya çalışmaktan mutluluk duyuyoruz, zira kanımızca, bizzat hareket içinde yer almış yoldaşların yazmış olduğu bu yazı Yunanistan'daki kitle meclisleri hareketinin ilk açık, net anlatısını ve yorumunu teşkil ediyor. Arkadaşların Yunanistan'daki son olaylara dair analizi bizim Atina ve öteki Yunan şehirlerindeki eylemlere ilham veren İspanya'daki 'öfkeliler' hareketine dair söylediklerimize bir hayli yakın. Nasıl biz İspanya'daki hareket içerisinde kitle meclislerini bir kapitalist reform projesine alet etmek isteyen 'demokratik kanat' ile işçi sınıfının öz-örgütlülüğünün gelişimini savunan ve kapitalist toplumsal ilişkileri temelden sorgulayan proleter kanat arasındaki mücadelenin altını çizmişsek TPTG'den arkadaşlar da yazılarını şöyle diyerek noktalıyorlar:

Kesin olan bir şey var: bu değişken, çelişkili hareket siyasi yelpalzenin her tarafının ilgisini çekiyor ve sınıf ilişkilerinin ve genel olarak siyasetin bir ifadesini teşkil ediyor. Son dönemde kendisini bundan daha belirsiz ve patlayıcı biçimde ifade eden başka bir mücadeleye rastlamadık. Bütün siyasi yelpazenin bu kitle meclislerinde rahatsız edici bulduğu büyüyen proleter (ve küçük burjuva) öfke ve tepkilerinin artık siyasi parti ve sendikaların resmi kanallarından aktarılarak üzerinden ifade edilmediği. Dolayısıyla, kontrol edilmesi zor ve siyasi ve sendikalist temsiliyet sistemi için genel bir tehlike oluşuyor... Hareketin yekpare olmayan ve açık niteliği, içeriği bulanık da olsa gündeme mücadelenin öz-örgütlülüğü meselesini koyuyor."

Uzun lafın kısası pek çok zayıflığına rağmen (ki öyle görünüyor ki Yunanistan'daki hareketin zayıflıkları İspanya'daki benzerinden daha yoğun), bütün bu deneyim daha derin bir proleter sınıf bilinç biçiminin ve örgütlenmesinin ortaya çıkışında çok büyük bir öneme sahip ve devrimcilerin faal bir biçimde katılımını gerektiriyor.

Örgütlerimiz arasında fikir ayrılıkları olsa da, bu metinden net bir biçimde ortak olarak sahiplendiğimiz ilkelerin önemi farklılıklarımızdan daha büyük: solcuların ve sendikacıların manevralarına karşı çıkış, milliyetçiliğin topyekün reddi ve yalnız sınıfımızın artan kitlelerinin kapitalizmin hayatlarımıza saldırılarına nasıl karşı koyağımızı tartışacağımız değil, ayrıca bizi topyekün yeni bir yaşam biçimine götürecek teori ve eylemleri geliştireceğimiz bir alanı, yani TPTG'den yoldaşların verdiği ismiyle bir "açık proleter alanı" yaratmak için kararlı bir biçimde katkıda bulunma çabası.

EKA

Kitle Meclisleri Hareketi

Meydanlardaki bu kitle meclisleri hareketi 25 Mayıs'ta, Atina'da tamamen beklenmedik bir biçimde başladı. Facebook'ta, hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı Syntagma meydanında “öfkelerini” ifade etmek için toplanma çağrısının ilk kimden çıktığı tam olarak netleşmiş değil. Öyle gözüküyor ki, Cornelius Castoriadis'in son dönem demokratik ideolojisinden etkilenmiş bir siyasi yapı çevresindeki unsurlar bu inisiyatifi alanlar arasındaydı. Çağrı kitlesel medya tarafından olumlulanarak duyuruldu ve ilk günlerde medyada İspanyol eylemlerinde yer almış “Şşşt, bağırmayın – Yunanlıları uyandıracağız” gibi bir pankarta atıfta bulunuldu. Tabii ki medyanın bu tutumunun baki kalmaması kimseyi şaşırtmadı.

İlk çağrı, siyasi partilerden, temsiliyetten ve ideolojilerden bir bağımsızlık ve ayrılık bildirgesiydi. Ayrıca devletin borç krizini yönetimine ve “bizi bu noktaya getiren herkese” karşı barışçıl protestolar gerçekleştirme iradesi ifade edildi. Ayrıca temel bir slogan “gerçek demokrasi” çağrısıydı. “Gerçek demokrasi” sloganı ilk birkaç günün ardından “doğrudan demokrasi” sloganına döndü. Örgütleyicilerin kitle meclisine bir dizi demokratik kural dayatma çabası katılımcılar tarafından reddedildi. Öte yandan birkaç gün sonra konuşmalara zaman sınırı konulması (90 saniye), katılımcıların nasıl tartışma konusu önerisinde bulunabilecekleri (yazılı olarak, kitle toplantısı başlamadan iki saat önce sunulacak biçimde) ve konuşmacıların nasıl seçileceği (çekiliş yöntemiyle) gibi kimi düzenlemeler yapıldı. Ayrıca altını çizmeliyiz ki, kitle meclisinin kalbinde her zaman pek çok tartışma, olay ve hatta kimi zaman katılımcılar arasında zıtlaşmalar dahi gerçekleşiyordu.

Başlangıçta, meydanın işgalinin öz-örgütlülüğü çabalarında komünel bir hava hakimdi ve resmi olarak siyasi partilere tahammül edilmiyorlardı. Öte yandan başta SYRIZA (Radikal Sol Koalisyonu) örgütü olmak üzere solcular hızla Syntagma kitle meclisine karıştılar ve başta “sekreteryal destek” grubu ve “iletişimden” sorumlu komite olmak üzere Syntagma meydanı işgalini yürütmek için kurulmuş muhtelif komitelerde önemli konumları elde etmeye başladılar. Bu iki komite hepsi içinde en önemlileriydi zira hem kitle toplantılarının gündemini hem de tartışma akışını örgütlüyorlardı. Altını çizmemiz gereken önemli bir nokta ise bu kişilerin siyasi eğilimlerini açıkça ifade etmeden, 'bireyler' gibi gözükerek bu konumlara seçilmiş olduklarıydı. Öte yandan bu siyasetçiler böylesini değişken ve heterojen bir kitle meclisini tamamen manipüle etmeyi başaramıyorlardı zira siyasi partilerin gözden düşmüş olduğu, güvenilmediği ortadaydı. Öte yandan bu özel gruplara bireysel olarak katılmak çok zordur çünkü bunu yapmak için solcuların gölge parti mekanizmalarını karşıya almak gerekir.

Gündelik olarak örgütlenen gösteriler adım adım kitleselleştiler ve hükümetin ve genel olarak siyasi düzenin itibarını topyekün yitirdiğini ifade etmeye başladılar. En kitlesel eyleme 500,000 civarı insan katıldı (5/6 Pazar).

Her gün toplanan karma kalabalıkların sosyal bileşeni işçilerden işsizlere, emeklilerden öğrencilere, hatta ufak işletmecilere veya krizin tokadını yemiş eski küçük patronlara kadar uzanıyordu. Syntagma meydanındaki bu eylemlerde, ilk günlerde “yukarıdakiler” (Parlamento binasına yakın konumlanmış olanlar) ve “aşağıdakiler” (hakikaten meydanda olanlar) arasında bir ayrım ortaya çıktı. İlk kategoride, başından beri kimi milliyetçi veya aşırı sağcı gruplar mevcuttu ve özellikle (çoğu ya proleter ya da proleterleşmiş eski ufak mal sahipleri olan) daha muhafazakar ve apolitik kesimler üzerinde bir etki ediyorlardu. Parlamento önünde toplananların Yunan bayrakları sallamaları, milletvekillerine hareket çekmeleri ve “Hainler!” ya da “Hırsızlar” gibi popülist ve milliyetçi sloganları atmaları olağanlaşmıştı. Öte yandan bu kişilerin siyasi olarak daha muhafazakar olmaları polisle çatışmalar tırmandığında daha kontrol edilebilir oldukları veya örgütlü aşırı-sağcı grupların saflarında sayılabileceği anlamına gelmiyor. Öte yandan kitle meclisinin tabanını oluşturan ikinci grup daha ziyade demokratik solun yönelimlerinin etkisi altındaydı (yurtseveri, anti-faşist, anti-emperyalist) ki bu oylanan bildirgelerden (bknz. real-democracy.gr) görülebilir. Ayrıca ikinci grubun bileşeni proleterdi (işsiz işçiler, kamu işçileri, üniversite öğrencileri, özel sektörden işçiler vb.)

Solcular “borç krizi” ve “doğrudan demokrasi”ye dair bir dizi tartışma etkinlikleri düzenlemeyi başarmışlardı ve etkinliklere çoğu muhtelif sol siyasi partilere yakın (temelde SYRIZA ve ANTARSYA) solcu akademisyenler (solcu siyasi iktisatçı Lapavitsas gibileri) konuşmacı olarak çağırıldılar. Böylesi etkinliklerin örgütlenmesi, “uzmanlar” ile “uzman olmayanlar” arasındaki ayrımı yeniden üretiyor ve keskinleştiriyordu ve bu çağrılan konuşmacıların sunumları kapitalist ilişkilerin ve krizin farklı bir şekilde siyasi ve iktisadi olarak yönetilmesine odaklanıyordu. Mesela, borç meselesine dair ifade edilen temel görüşler, “borcun yeniden yapılması” ve “çirkin borcun” iptalinden Yunan devletinin borç ödemelerini iptaline veya Avro bölgesinden ve AB'den çıkışına çeşitlenmekteydi. Her halükarda, bu etkinliklerde ifade bulan siyasi içerik, alternatif ve daha yurtsever bir “ülke gelişimi” ve gerçek bir sosyal-demokrat devletin yaratılmasıydı. Başka bir değişle, bu etkinlikler tartışmaları Yunanistan kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminin, solcuların hakettiklerini düşündüğü rolü oynadıkları farklı bir hükümet tarafından gerçekleşmesi gerektiği noktasına çekme çabasının bir ifadesi oldular... Kimi durumlarda katılımcılar kitle meclislerinde, panellerde uzmanlara verilen önemli rolü ve ayrıca borç meselesini lojistik bir milli mesele olarak gören yaklaşımı eleştirdiler. Öte yandan bu eleştiriler genel gidişatı etkileyemecek kadar cılız kaldı. “Milli borcun” solcu yönetimi için en bilinen öneri muhtelif solcu siyasetçi, akademisyen ve sendika ağasının oluşturduğu Yunan Denetim Komisyonu'ndan geliyor ve ortaya konulan fikir Ekvador modelini izleyerek “çirkin borcu” iptal etmek. Komisyon'un meydana katılımı, ilk günlerde, siyasi partilerin katılımına karşıt bildirgelere rağmen, bir “vatandaşlar birliği” olduğu iddiasıyla kabul ettirilmişti!

Bazılarımız, genel kitle meclisi tarafından emek ve işsizlik meseleleri etrafında kurulmuş tematik bir mecliste yer aldık. Yer aldığımız bu meclisin ismi İşçi ve İşsizler Grubu idi. Başka yoldaşlarla birlikte, bu meclis “borçların ödenmeyişinin” proleter, tabandan ve doğrudan ihtiyaçlarımıza odaklı bir öz-örgütlü pratiğini örmeye çalıştık. Şüphesiz, bu yaklaşım, solcu siyasi grupların “dış borçların ödemesi durdurulsun” yaklaşımından tamamen farklılaşıyordu. Bu amaçla, işsizlik bürolarında, işsiz işçilere Syntagma meydanındaki gruba katılma çağrısında bulunan ve işsiz işçilerin yerel meclislerinin örgütlenmesini hedefleyen müdahaleler düzenlendi (maalesef özellikle ikinci hedefe dair müdahaleler bir sonuç elde edemedi). Ayrıca, Syntagma meydanı metro istasyonunda, konuyla ilgili faal olan başka bir grup olan “Ödemiyorum” adı verilen komiteler koalisyonu ile ortak üç eylem düzenledik. Eylemlerde bilet okuma makinaları tıkandı. Bu mecliste yer alan solcular, faaliyetleri “çalışma hakkı”, “herkese tam, düzgün, istrikrarlı iş” gibi solcu siyasi sloganlarla sınırlı tutmaya çalıştılar ve (eğer edinmişlerse) mücadele deneyimlerini paylaşmaya veya kollektif doğrudan eylemlere girişmeye yanaşmadılar. Bu çelişkinin sonucu, real-democracy.gr/en/node/159 sitesinde yayınlanmış olan bildirgede görülebilir. Öte yandan esas sorun, örgütlenen eylemler genel kitle meclisi tarafından karar verilmiş olsalar dahi, bizim – kimi anti-otoriterler/anarşistler ve kimi solcular – dışımızda öteki kişilerin tartışmalarda ve eylemlerde varlığının neredeyse mevcut olmayışı.

Bu da bizi Syntagma meydanına dair bir başka önemli gözleme götürüyor. Kitle meclislerinin doğrudan eylemlerin örgütlenmesine yönelik kararları almalarına rağmen, günün sonunda bu eylemlere çok az kişi katılıyor. Öyle görünüyor ki, böylesine kitlesel toplantılarda şu veya bu özel öneriden yana veya ona karşı doğrudan demokratik oy verme süreci, edilgen ve pasif yaklaşımları ve bireyselleşmiş izleyici/seçmen rolünü yeniden yaratma eğiliminde.

Katılımcıların ciddi bir kesiminin pasifliği ve bireyselleştirilişinin ciddi bir kesimi genel grev gününde (15/6), devlet güçlerinin eylemi dağıtma ve Syntagma meydanını yeniden ele geçirme çabasına karşı koyma ihtiyacı ortaya çıktığında açıldı. Devlet güçlerinin bu saldırısı, yalnız pratikte binlerce kişinin pratikte polisle çatışmalara katılımına yol açmadı, aynı zamanda eylemciler arasında gerçek dayanışmanın ifade bulmasını da sağladı: insanlar polislerin elinden başka eylemciler tarafından kurtarıldılar, eylemci sıhhiye ekibi biber gazları ve polisin vahşi saldırıları karşısında tehlikede olan herkese yardım etti; binlerce eylemci gaz bombalarına rağmen kol kola dans ettiler.

Öte yandan şiddet meselesi ve kimi şiddetli eylemcilerin polis ajan-provakatörleri olduğu suçlamaları üzerinden kimi güçler, başta burjuva medyası, solcu partiler ve faşistler, eylemcileri parçalamaya ve birbirlerine düşürmeye çalıştılar. Anarşist/antiotoriter blok ve taban sendikalarının bloğu Syntagma meydanına varınca bazı yoldaşlar parlamentonun önündeki bölgeye yöneldiler ve bir grup faşist, bir iki bireyin attığı az sayıda (en fazla 2 veya 3) molotof bombasının atılmış olmasını bahane ederek eylemcilerin “kapşonlular” olduklarını, gizli polis ve provakatör olduklarını ve bu yüzden tecrit edilmeleri gerektiğini bağırmaya başladılar. Bu grup anarşist/antiotoriterlere saldırdı ve farklı eylemcileri de saldırıya dahil etmeyi başardılar. Anarşist/antiotoriterler saldırıya göğüs germeyi ve geri püskürtmeyi başardılar. Öte yandan medya bu olayı, anarşistlerin “öfkelilere” (meydanlardaki kitleye genel olarak bu isim verilmişti) bir saldırısı olarak çarpıtarak “şiddet yanlısı” ve “barışçıl” eylemciler arasında bir ayrılık yaratmaya çalıştı. Olayın görüntüleri gün boyunca tekrar tekrar televizyonlarda gösterildi. Öte yandan, sokak siyaseti düzeyinde, bu çaba polis günün ilerleyen saatlerinde eyleme saldırıp karşısında tamamen kenetlenmiş bir kitle bulunca büyük ölçüde boşa çıkmış oldu.

Medyanın haricinde, sol partiler de “provokatöroloji” pratikleriyle ve anarşist/antiotoriter kesime karşı sürekli yaptıkları suçlamalar ve kara propaganda ile “şiddet yanlısı” ve “barışçıl” eylemciler arasındaki farkı vurgulamaya çalıştılar. Şüphesiz hedefleri farklıydı: gelecek hükümetlerde yer alarak Yunan kapitalizminin alternatif, solcu bir yoldan ilerleyişini sağlamak hayalleriyle, hareketi siyasi olarak kullanabilmek için legalite ve barışçıllık sınırlarında tutmak istiyorlardı. Burada eklemeliyiz ki içimizden bazılarının bir parçası olduğu Syntagma meydanı İşçi ve İşsizler Grubu provokatörolojiyi ve hareket içerisindeki yalan bölünmeleri lanetleyen bir bildiri yayınladı fakat bu bildiri asla bir tartışma konusu olarak onaylanmadı. Bu solcu örgütçülerin müdahalesi ve manipülasyonu ile öteki katılımcıların zayıf desteğinin sonucuydu.

Bununla birlikte bu “provokatöroloji” meselesine ve “hareketimizin niteliği şiddet yanlısı mı barışçıl mı” sorusuna dair de pek çok farklı görüş ifade edildi. Kitle meclisinin dinamiği ve çelişkili niteliği kitle meclisinin 28-29 Haziran genel grevi öncesi kararlarına dek izlenebilir. Solcu örgütçüler, polis güçlerine “halkın iradesine ve halkın anayasal bağımsızlık hakkına saygı gösterme [...] ve halkın kendi anayasasını korumasına engel olmama” gibi bir çağrı yapılması (!) yönünde bir oy kazanmayı becermişlerdi. Aynı zamanda, “harekete değil düzene hizmet eden şiddet profesyonellerini” kınayan bir bildirge de yayınlanmıştı ki bu da “kanun ve düzen”e itaat ideolojisine göre hareket etmeyenlere karşı solcu provokatörolojiyi temsil ediyordu. Öte yandan, bir gün sonra, “baskı güçleriyle çatışanlar” lehine “megafondan hiç kimse onlara karşı konuşmayacak” kararı alındı. Aynı gün, “48-günlük grev sırasında gerçekleşecek her tür şiddet eylemini kınama” önerisi de reddedildi.

Altını çizmeliyiz ki “meydanlar hareketi”, alışılagelmiş genel grevlerin ve yalıtılmış yerel grevlerin yapamadığını yapıp hükümet politikasına muhalefet alanını genişletmekte gerçekten etkili olmuştu. İtibarını yitirmiş sendika konfederasyonu GSEE'ye 15/6 tarihinde bir 24 saatlik genel grev kararı alması ve ikinci “memorandum” oylanacağı sırasında 48 saatlik bir genel grev kararı alması dayatıldı ki bu esnalarda pek çok işçi sabahtan akşama eylemlere katılma olanağını buldu. Eylemler, memorandum oylamasını değiştirmekte başarılı olamamış olsalar da, herşeye rağmen derin bir kabine krizi ve siyasi kriz yarattılar. Siyasi temsiliyet düzeni daha önce asla, 2008 kalkışmasında dahi, itibarını bu denli geri dönülmez biçimde yitirmemişti. Öte yandan solcu örgütçüler sendikaların aracı işlevini, hiç değilse ideolojik alanda, 48-saatlik genel grev çağrısı yapan ortak bir poster ile baki kılmayı becerdiler.

Greve dair yapılabilecek ilk gözlem, bu iki gün içerisinde olaylara katılan insan sayısının miktarını tam olarak hesaplamanın mümkün olmadığıdır. Atina merkezindeki mücadele alanına (Syntagma meydanı ve çevre sokaklar) sürekli bir giriş çıkış oldu ve eylemci sayısı birkaç binden 100,000'e kadar çıkabildi. Öte yandan greve katılım ilk gün ikinci güne kıyasla çok daha düşüktü: 28/6 tarihinde Syntagma meydanındaki eylemci sayısı 20,000'i aşmıyordu.1 İki günde de eylemciler ile çevik kuvvet ekipleri arasında Syntagma meydanı etrafındaki şehir merkezinde şiddetli çatışmalar gerçekleşti. Çevik kuvvet ekipleri, binlerce kimyasal silah kullanarak zehirli ve boğucu bir atmosfer yarattılar. Şüphesiz ikinci gün eylem daha sert ve daha kitleseldi.

Polise göre 131 polis yaralandı, 75 kişi göz altına alındı ve 38 kişi tutuklandı. Syntagma meydanı sıhhiye ekibine göre 700'ü aşkın kişiye meydanda ve Syntagma metro istasyonunda oluşturulan tedavi merkezlerinde ilk yardım yapıldı ve 100 kişi hastanelere gönderildi. Bankalara, bakanlık binalarına, lüks otellere, Syntagma meydanı postanesine ve kimi dükkan ve lokantalara hasar verildi.

Şüphesiz devletin başından beri hedefi meydanı boşaltmak ve eylemcileri terörize edip dağıtmaktı.1 Öte yandan “meydanı terk etmeyeceğiz” gibi sloganların muhteşem bir biçimde eylemcilerin ısrarcı ve kararlı ruh halini ortaya koyuyordu. Sonuç olarak polisle hem fiziki hem sözlü çatışmalar neredeyse sürekli yaşandı. İlk gün pek çok kişi meydanı çevreleyen şehirlere uzun veya kısa çatışmaların ardından, nihayetinde polis meydanda kimseyi yaklaştırmayacakları belirli bir bölge kazanmayı becerdi. Buna rağmen birkaç yüz kişi gece geç saatlere kadar meydanda kalmayı başardı.

İkinci gün ise, Syntagma meydanındaki buluşmanın haricinde, milletvekillerinin parlamentoya girmesini engellemek için sabahtan yolları kesme çabaları gerçekleşti. Hem Syntagma kitle meclisinde hem de Atina çeperindeki mahallelerdeki kitle meclislerinde bu plan kabul edilmişti. Ne yazık ki bu yol kesme eylemlerine yalnızca birkaç yüz eylemci katıldılar ve vahşi polis saldırıları karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar ve nihayetinde polis tarafından dağıtıldılar. Dolayısıyla siyasetçilerin parlamentoya gitmelerini engelleme planı işe yaramadı. Vasileos Konstantinou bulvarındaki barikat esnasında, eylemciler kenar sokaklara çekilerek burada barikatlar kurdular ve çevik kuvvetle düşük seyirli çatışmaların ardından şehir merkezinin turistik kısımlarından geçerek Syntagma meydanındaki bütük eyleme katıldıkları bir uzun bir yürüyüş başlattılar. Ayrıca yol kesme eylemlerinin etkisizliğine Syntagma kitle meclisindeki temel eğilimleri kontrol altında tutan solcuların bu eylemere katılımı ciddi bir biçimde kısıtlamaları ve polisle gerçek bir çatışmatan kaçınmalarının da büyük bir katkısı olduğunu eklemeliyiz. Şüphesiz solcuların tavrı, kitle meclisinin kararlarını uygulama konusundaki yetersizliğinin ve katılımcılarının çoğunluğunun pasifliğinin bahanesi olamaz.

Parlamento çevresindeki çatışmalara gelince, ilk güne benzer olayların yaşandığını söyleyebiliriz; öte yandan bu defa polisin amaçlarına ulaşması çok daha zordu. İkinci günkü çatışmalara binlerce eylemci katıldı. Eylemcilerin çoğu polisle çatışmaya hazırlıklı gelmişti: kimileri gaz maskeleri takıyorlardı veya benzeri korunma yöntemleri geliştirmişlerdi; pek çok kişi anti-asit sıvıları taşıyordu, kimileri ise polislerle çatışmak için tepeden tırnağa giyinip kuşanmışlardı. Pek çok vakada, çatışmanın geliştiği bir “ön bölge” ve insanların sloganlar atıp ihtiyaç duyanlara yardım ettikleri, hatta kimi durumlarda “ön bölge”de devam edemeyeceklerin yerini aldıkları bir “arka bölge” oluştu.

“Barışçıl eylemciler” polisle çatışanları desteklediler: devasa bir kalabalığın toplanmış olmasının kendisi polisin manevralarına bir engel teşkil etti. Eylemciler, saldırı hazırlığı içerisindeyken önlerinde durarak polisin nefret edilen DIAS ve DELTA ekiplerinin motorsikletlerinin önünü kestiler. “Barışçıl” eylemciler çatışmalardan korkmuyorlardı ve yalnızca çevik kuvvetin ve motorsikletli polislerin devasa ve şiddetli saldırıları onların Syntagma çevresindeki sokaklardan kaçmalarına neden oldu. Önceki günlerde ve özellikle 28 Haziran'daki çatışmalar sırasında pek çoklarının olacağını iddia ettiğinin aksine, polisle çatışmalar “halkı” “korkutmadı”: zira bir açıdan bu çatışmalar büyük ölçüde itibarını yitirmiş hükümete, polisin vahşetine ve işçi sınıfının yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı birikmiş tepkiyi ifade ediyorlardı.

Özellikle bu günde, Aralık 2008'in isyancıları (anarşistler, anti-otoriterler, öğrenciler, ultralar, genç güvencesiz proleterler) yeniden Atina sokaklarına çıkarak işçi sınıfının daha “saygın” ve istikrarlı kesimleriyle birlikte kemer sıkma politikalarına karşı protestolara katılıp polislerle çatıştılar. 5 Mayıs 2010'dan beri ilk defa böylesi bir şey oluyordu.

48-saatlik genel grevin Aralık 2008 kalkışmasıyla bir ortak noktası daha vardı: yüzler gülüyordu. Eylemcilerin hükümete veya IMF'ye karşı sloganlarının büyük çoğunluğu teras kültürüne dayanıyordu; polisle çatışmalar sırasında ise davulcular eylemcileri cesaretlendiriyor ve mevzilerini korumaları yönünde telkin ediyorlardı.

İki günün sonunda da polis nihayetinde bölgeyi ve merkezi sokakları gece geç saatlerde “temizledi” ve yalnız birkaç kararlı kişi geceleyin meydanda kaldı.

Çatışmalara binlerce kişinin katılması, solcu örgüt/partilerin ve burjuva medyasının “provokatörlere” veya “devlet teşvikli çetelere” dair komplo teorilerini paramparça etti ve her zaman “karışıklık çıkartan” özel gruplara dair benzeri ana-akım propagandaların ne denli saçma olduğunu gözler önüne serdi. Pek çok kişi, sermayenin ve sermaye devletinin emirlerini yerine getiren silahlı, vahşi ve acımasız polisler karşısında taşlar atmanın, ateşler yakmanın ve barikatlar dikmenin gerekliliğinin farkına vardılar.

Bu değişim ayrıca “şiddet karşıtı” ve “şiddet yanlısı” eylemciler arasında geçtiğimiz ay boyunca süregelen (çoğu sözlü) çatışmaların aşılmasının da bir sonucuydu. “Şiddet karşıtı” eylemcilerin büyük çoğu, özellikle yaşlılar, “provokatör maskeleri” ardında sıradan öfkeli genç çocukları olduğunun nihayet farkına vardılar. Bir örnekte, altmışını devirmiş bir kadının “maskeli” 16 yaşında bir delikanlıyla “polislere karşı savaşma hakkına” dair dostça sohbet ettiği gözlendi; aynı esnada iyi giyimli “öfkeli” eylemciler, “isyancılar” ile benzer konulardan konuşmaktaydılar. Şiddet, sürekli sosyal ve siyasi tartışmalarda gündeme gelen konulardan ve harekete geçmiş bir kitlenin içerisinde ortaya çıkan sorulardan yalnızca biridir ve eylemleri ve eylemcilerin çelişkili tavırlarını şekillendirmekte önemli bir rol oynar. Bu fikir ayrılıklarının kısıtlı da olsa teorik ve pratik meselelerin ortaya atıldığı açık bir proleter alan yarattığını söyleyebiliriz.

Bu öfke günlerinin bir diğer belirgin özelliği ise, isyan ve kutlamanın birbirine karışmış olmasıydı. Çatışmalar esnasında canlı müzik vardı; insanlar şarkılar söylüyorlardı ve kimi durumlarda çevik kuvvete yapılan karşı saldırılara davulcular eşlik ediyordu! 28'inde öğleden sonra devam eden çatışmalara ve atılan kimyasal gazlara rağmen bir konser verildi: polis meydanı gaz bombalarıyla doldurduğu esnada eylemciler dans ediyorlardı. 29'unda meydana yakın bir pastaneden çörek, börek, pasta ve dondurmalara el konulması meydandaki mücadaleye lezzetli bir tat kattı; bununla birlikte gıda sağlama komitesi, büyük ihtimalle solcu “örgütçülerden” biri tarafından azarlandıktan sonra yağmaları megafondan kınadı. Aynı öğleden sonra, SYRIZA üyeleri, eylemcilerin çevik kuvvetin olası bir saldırısı ihtimaline karşı taş toplamalarını engellemeye çalıştılar, fakat bir saldırı gelirse ne yapılacağı sorusunu yanıtlamaya başaramayınca bu çabalarından vazgeçmek zorunda kaldılar. Kısa bir süre sonra, mikrofonlar ve hoparlörler, zarar görebilecekleri söylenilerek meydandan götürüldü. Eylemin tam da bu noktada, meydana yakın yerlerde çatışmalar devam ederken “sesini” alıp götürme seçimi, şüphesiz meydanın savunmasını zayıflatmaktaydı. Dakikalarla ölçülecek kadar kısa bir süre sonra, çevik kuvvet ekipleri meydana saldırdılar ve özellikle vahşi bir biçimde eylemi dağıttılar ve eylemciler metro istasyonuna çekilmek zorunda kaldı. Yalnızca birkaç yüz kişi geri dönecekti ve daha da azı akşama dek meydanda kaldı.

Ayrıca siyasetçilere ve polise karşı tepkilerin de gerçekten büyümekte olduğunu belirtmekteyiz. Yaygın çatışmalar haricinde, bu öfke eylemde insanın kulağına çalınabilecek kimi sloganlardan da hissedilebiliyor: “parlamentoyu yakmalıyız”, “onları yükseklere asmalıyız”, “silahlanmalıyız”, “milletvekillerini evlerinde ziyaret etmeliyiz” vb. Böylesi sloganların çoğunlukla yaşlı kişilerden geliyor olması özellikle dikkate değer. Bir dolu eylemcinin gizli polisleri “tutuklama” durumları da biriken öfkenin derecesini gösteriyor: 29'u akşamı eylemciler Syntagma metro istasyonunda bir gizli polis ele geçirdiler ve Kızıl Haç müdahale edip polisi kaçırana dek adamı içeride tuttular (kimi söylentilere göre, adam kaçtığında silahı artık yanında değildi...).

Sendikaların (GSEE-ADEDY) rolüne gelince, özellikle büyük ölçüde “meydan hareketinin” baskısı sonucu ilan ettikleri 48 saatlik genel grev haricinde, önemli bir rol oynamadılar. GSEE kortejlerinin grevin ikinci günü yalnız bir kaç yüz kişi çekmesi de şaşırtıcı değildi; zira eylemlerini akşam üstü şehir merkezinin başka bir meydanına koymuşlardı! 30 Haziran'da GSEE, komplo teorilerine sadakatini göstererek “GSEE yıkımlar ve işçilere ve eylemcilere karşı işbirliği yapan 'kapşonlu kimseler' ile polis arasında gerçekleştirilen önceden kararlaştırılmış çatışmalar (...) gibi her türlü şiddeti kınamaktadır ve hükümete sorumluluklarını yerine getirmesi çağrısında bulunmaktadır” diye bir açıklama yaptı. Öte yandan kamu işçileri sendikası ADEDY daha ihtiyatlı bir tutum alarak 29 ve 30 Haziran'da yaptığı basın açıklamalarında “hükümetin barbarlığını” ve eylemcilere karşı “polis şiddetini” kınadı ve hatta 30 Haziran'da, Syntagma meydanında asla gerçekten örgütlemeyeceği ve düzenlemeyeceği bir eylemin çağrısını dahi yaptı.

2. Dünya Savaşı'ndan beri dayatılan en sert kemer sıkma politikalarının uygulanmasına karşı harekete dair genel kimi noktaların altını çizecek olursak:

  1. Hem aşırı sağcı kesimin, hem de solcu partilerin ve solcuların olumlamakta olduğu milliyetçilik, çoğunlukla popülist biçimiyle egemen durumda. Siyasi partilere üye olmayan pek çok proleter veya krizin tokadını yemiş küçük burjuva için dahi milli kimlik, herşeyin hızla paramparça olduğu bir durumda son hayali sığınak halini alıyor. “Yabancı, satılmış hükümet”e karşı veya “Ülkenin kurtuluşu”, “Milli egemenlik” ve “Yeni anayasa” yanlısı sloganların altında “milli toplumun” büyülü bir birleştirici çözüm teşkil ettiği derin bir korku ve yabancılaşma hissi yatıyor. Sınıfsal çıkarlar sıkça milliyetçi hatta ırkçı terimlerle ifade edilmeye çalışılıyor ki bu da şaşkın ve patlayıcı bir siyasi karışım yaratıyor.
  2. Syntagma meydanındaki esas kitle meclisinin (bunun benzerleri Atina'nın muhtelif mahallelerinde ve öteki Yunan şehirlerinde de mevcut), solcu parti ve örgütlerin “öfkeli” üyeleri tarafından manipüle edilmekte olduğu ortada ve hareketin sınıf doğrultusu için gerçek anlamda bir engel teşkil ediyor. Bununla birlikte bir yanda solcular genel olarak siyasi düzenin derin itibar krizinden dolayı onlar da siyasi kimliklerini saklamak durumundalar ve “kendi kaderini tayin”, “doğrudan demokrasi”, “kolektif eylem”, “ıkçılık karşıtlığı”, “sosyal değişim” gibi genel, soyut laflardan başka pek bir şey diyemiyorlar; öteki yandan gruplarda bulunan aşırı sağcı kişilerin aşırı milliyetçiliği ve çetevari davranışları da pek ciddi bir başarı elde edemiyor.
  3. Antiotoriter kesimin ciddi bir kesimi aynı zamanda solun da bir kesimi (özellikle marksist-leninistler ve sendikacıların büyük çoğunluğu) kitle meclisinden mesafeli duruyorlar veya ona açıkça düşmanca bir tavır alıyorlar: antiotoriterler kitle meclisini parlamento önündeki gruptaki faşistlere savunma komitesinin müsama gösterdiği ve kitle meclisinin muhtelif sol partilerin manipüle ettiği küçük burjuva, reformist bir siyasi yapı olduğunu iddia ederek eleştiriyorlar. Solcular ise kitle meclisini apolitik, sola ve “sendikalı, örgütlü emek hareketine” düşman olduğunu söylüyorlar.

Kesin olan bir şey var: bu değişken, çelişkili hareket, siyasi yelpalzenin her tarafının ilgisini çekiyor ve sınıf ilişkilerinin ve genel olarak siyasetin bir ifadesini teşkil ediyor. Son dönemde kendisini bundan daha belirsiz ve patlayıcı biçimde ifade eden başka bir mücadeleye rastlamadık. Bütün siyasi yelpazenin bu kitle meclislerinde rahatsız edici bulduğu büyüyen proleter (ve küçük burjuva) öfke ve tepkilerinin artık siyasi parti ve sendikaların resmi kanallarından aktarılarak üzerinden ifade edilmediği. Dolayısıyla, kontrol edilmesi zor ve siyasi ve sendikalist temsiliyet sistemi için genel bir tehlike oluşuyor. Dolayısıyla provokatöroloji meselesi kritik: bir şeytan çıkarma, nüfusun ıssız topraklara sürgün edilmiş büyüyen bir kesimine karşı bir “devlet teşvikli faaliyet” iftirası işlevi görüyor. Başka bir düzlemde, hareketin yekpare olmayan ve açık niteliği, içeriği bulanık da olsa gündeme mücadelenin öz-örgütlülüğü meselesini koyuyor. Borcun doğasına dair yapılan tartışma ise biraz dikenli bir mevzuu zira, hareketi Yunan devletine “ödeme yapmayı reddetme” noktasına götürebilir (ki bu siyasi partilerin, sendikaların ve parlamento harici ama devletçi solun büyük çoğunluğunun siyasi ufkunda dahi yer almayan bir yaklaşım). Orta-vade programın kanlı oylamasının ardından, kesinliklerin gökte eriyip gittikleri bir dönemde, kitle meclisleri hareketinin nasıl bir yol izleyeceği belirsizliğini koruyor.

TPTG

 


 

1. Pek çok kişinin "orta vade mali yoğunlaşma çerçevesi programı"nın oylandığı, 48-saatlik genel grevin 2. gününde grev yapmayı seçmiş olması, esasında solcuların süresiz genel grev çağrılarının ideolojik ve aldatıcı niteliğini açığa çıkardı. İşçilerin geliri ve kaynaklarındaki büyük düşüş, sendikaların topyekün krizi ile birlikte böylesi bir ihtimali, hiç değil hem nesnel hem öznel düzeyde kısa vadede, topyekün imkansız kılıyor. Dolayısıyla solcuların süresiz genel grev çağrısı herhangi gerçek bir içerik içermiyor ve "borçların ödenmeyişininin" proleter ve tabandan örülmesi yönünde doğrudan eylemlere girişmekte basiretsizliklerini veya isteksizliklerini saklayan sözde-militan bir propaganda mahiyeti taşıyor. Solcu parti ve grupçukların kadroları muhtelif sendika, dernek ve sivil toplum kuruluşlarında kendi koltuklarını korumayı, gerçek sınıf kavgalarını teşvik etmeye yeğliyorlar.

2. Sonrasında basında ortaya çıktığı üzere, hedef Yunan polis generallerinin Salı günü yaptıkları bir toplantıda çoktan planlanmış ve kararlaştırılmıştı ve hem hükümetin yeni kemer sıkma politikası oylamalarına verdiği önemi, hem de polisleri şiddetme "provoke" etme tezinin abesliğini gözler önüne sermekteydi. Dahası, çevik kuvvet ekipleriyle eylemciler arasındaki şiddetli tartışmalardan böylesi polis ekiplerine emirleri yerine getirmekte ahlaki kaygılar duymamaları amacıyla hükümet yetkilileri tarafından bir tür ideolojik eğitim verildiği sonucunu çıkartabiliriz: hakim argüman, eylemcilerin çoğunun "ayrıcalıklarını yitirmiş kamu çalışanları" olduğuydu.

Tags: 

İngiltere'de İsyanlar: Kapitalizmin çıkmaz sokağı

İngiltere'de patlak veren isyanların ardından, hakim sınıfın sözcüleri – hükümet, siyasetçiler, basın vs. - bizi geleceğe dair 'programlarını' desteklememiz amacıyla kulakları sağır edici bir kampanyaya maruz bırakıyorlar: derinleşen kemer sıkma politikaları ve şikayet eden kim olursa artan baskı koşulları.

Derinleşen kemer sıkma politikaları çünkü kendi düzenlerinin ölümcül iktisadi krizine verecek bir cevapları yok. Yalnızca işlerden, ücretlerden, sosyal yardımlardan, emeklilik maaşlarından, sağlıktan ve eğitimden kesmeye devam edebilirler. Bunun tek anlamı da bu isyanları doğuran toplumsal koşulların kötüleşmesi olacaktır ki bu koşullar bütün bir kuşağın geniş bir kesimini bir gelecekleri olmadığına ikna ediyor. İşte bu yüzden isyanların sosyal ve ekonomik nedenlerine dair bütün ciddi tartışmalar isyancılara bahaneler bulmak olarak gösteriliyor. Onlar suçlu diyorlar bize, ve suçlulara nasıl davranılıyorsa onlara da öyle davranılacak. Bu kadar. Pek hoş, zira bu sefer devletin 80'lerin sonundaki isyanlardan sonra yaptığı gibi şehir içlerine para akıtma niyeti yok.

Artan baskılar, çünkü bizi yönetenlerin bize önerebilecekleri başka hiçbir şey yok. İsyanların yol açtığı yıkımı azami derecede kullanarak polisin harcamalarını arttıracaklar, onları lastik mermiler ve panzerlerle kuşatacaklar, hatta sokağa çıkma yasakları koyup orduyu sokağa dökecekler. İnternet tabanlı sosyal iletişim ağlarının artarak izlenmesinin yanısıra bu silahlar ve isyanlardan sonra tutuklananlara dağıtılan 'adalet' parçaları yalnızca yağmalara ve rastgele karmaşalara karşı kullanılmayacak. Bizi yönetenler iyi biliyorlar ki Kuzey Afrika'dan İspanya'ya, Yunanistan'dan İsrail'e yükselen bir toplumsal kalkışmalar dalgası yayılmış durumda. Böylesi kitlesel hareketlerle gelecekte de karşılaşacaklarının farkındalar ve bütün demokratik gösterişlerine rağmen şiddet kullanmaya Mısır, Bahreyn ve Suriye'deki açıktan açığa diktatöryel rejimler kadar hazırlar. Bunu geçtiğimiz senenin öğrenci mücadeleleri sırasında ortaya koymaktan çekinmediler.

Hakim sınıfın 'ahlak tepeleri'

İsyanlarla ilgili kampanya egemenlerimizin ahlaki olarak yüksek mevkide bulundukları iddiasına dayanıyor. Bu iddiaların içeriğini değerlendirmek gereklidir.

Devletin çığırtkanları isyanların şiddetini kınıyorlar. Öte yandan aynı devlet şu anda Afganistan ve Libya nüfuslarını çok daha büyük düzeyde bir şiddete maruz bırakıyor. Aynı şiddet, gerçekte yalnız egemenlerimizin çıkarlarına hizmet ederken her gün kahramanca ve iyilik severmişçesine sunuluyor.

Hükümet ve medya kanunsuzluğu ve suç işleme eğilimlerini kınıyorlar. Öte yandan isyanları tetikleyen kendi kanun ve düzen güçlerinin, polisin vahşetiydi: Mark Duggan'ın vurulması ve ailesi ile destekçilerinin ne olduğunu öğrenmek Tottenham polis karakolu önünde yaptıkları eyleme karşı küstahça tavırlarla yaklaşım isyanların başlamasına neden olmuştu. Ki bu Tottenham gibi bölgelerde uzun bir gözaltında öldürülmeler veya sokakta günlük polis baskısına maruz kalmalar geçmişi üzerine gelmişti.

Hükümet ve medya yağmacıların aç gözlülüğünü ve bencilliğini kınıyorlar. Öte yandan örgütlü aç gözlülük ve hırs temelinde işleyen bir toplumun, zenginliğin ufak bir azınlık elinde birikiminin muhafızları ve propagandacıları olan yine kendileri. Bu esnada geri kalanımız onların kar etmesini sağlayan ürünleri her daim tüketmeye, değerimizi ne satın alabildiğimizle ölçmeye teşvik ediliyoruz. Ki eşitsizlik yalnızca bu düzene içkin olmayıp ayrıca gün geçtikçe derinleştiği için piramidin en altındakilerin, çözümü ihtiyaçları olduğu iddia edilen ama paralarının asla yetmeyeceği parlak eşyaları alabildikleri zaman ne alabilirlerse götürmekte bulmaları şaşırtıcı olmaktan uzak.

Egemenler bu ufak yağmaları kınarken bütün gezegeni yağmalamak için devasa çalışmalara girişiyorlar – petrol ve kereste şirketleri kazanç için tabiatı yağmalıyorlar, spekülatörler gıda fiyatlarını fırlattıkları için cömertçe ödüllendiriyorlar, silah tacirleri sattıkları ölüm ve yıkımdan inanılmaz kar ediyorlar, pek saygın mali kurumlar uyuşturucu ticaretinden elde edilmiş milyarları temizliyorlar. Soygunun içsel bir parçası sömürülen sınıfın büyüyen bir kesiminin açlığa, umutsuzluğa ve suça itilmesi. Peki fark nerede? Ufak kanunsuzlar her zaman cezalandırılıyorlar, öte yandan suçun efendileri güzel güzel yaşayıp gidiyorlar.

Uzun lafın kısası: hakim sınıfın ahlakı diye birşey yoktur.

Esas mesele: Nasıl direnmeli?

Kapitalizm denilen bu devasa suç şebekesinin kaymağını yemeyen bizlerin – yani geniş çoğunluğun – karşısımızdaki esas mesele şudur: artık gözle görülür bir şekilde borç içinde boğulan bu düzen elimizde avucumuzda ne varsa el koymaya çalışırken kendimizi nasıl savunabiliriz?

Geçtiğimiz haftalarda İngiltere'de gerçekleşen isyanlar karşı koymak, kontrolü ele almak, güçlerimizi kavuşturmak, kendimiz için yeni ve farklı bir gelecek şekillendirmek için bize bir yöntem sağlıyor mu?

İsyanlara katılanların büyük çoğunluğu şüphesiz polise ve zenginliğin sahiplerine karşı büyük bir öfke ifade ediyorlar, zira onları kendi sefaletlerinin esas nedeni olarak bellemişler. Öte yandan neredeyse hemen isyanlar, en fakir şehirsel alanlarda onlarca yıllık sosyal kopukluk yaşamaktan kaynaklı daha karanlık tutumlar, çete kültürleri, "her koyun kendi bacağından asılır" veya "zengil ol veya denerken öl" misali hakim ideolojileri benimsemek gibi daha olumsuz unsurlar ortaya çıkarttılar. Polis baskılarına karşı başlayan bir protesto işte böyle açıkçası anti-sosyal ve işçi sınıfı karşıtı eylemlerle yolundan saptırıldı: bireylerin tehdit edilmesi ve soyulması, ufak mahalle dükkanlarının dağıtılması, itfaiye ve ambulans işçilerine saldırılar ve binaların pek çok zaman sakinleri de içerisindeyken ayrım yapılmadan yakılması.

Böylesi eylemler altında yaşadığımız bu hırsızlık düzenine karşı çıkmak için kesinlikle hiçbir perspektif sunmamaktadırlar. Tam aksine, yalnızca bu düzenden muzdarip olanlar arasındaki ayrımları derinleştirmeye hizmet etmektedirler. Yerel dükkanlara ve binalara karşı saldırılar karşısında kimi sakinler beyzbol sopalarıyla silahlanarak 'koruma birimleri' oluşturdular. Kimileri isyanlardan sonraki günlerde temizlik operasyonlarına katılmak için gönüllü oldu. Pek çok sıradan kişi polisin mevcut olmayışından şikayet eder ve daha güçlü önlemler ister hale geldi.

Bu ayrımlardan en çok kim kar edecek? Hakim sınıf ve onun devleti. Söylediğimiz gibi: iktidardakiler şimdi polis ve ordunun baskı mekanizmalarını azdırmak ve her tür protesto ve siyasi karşı çıkışı suç ilan etmek için halk desteğine sahip olduklarını iddia edecekler. Çoktan isyanların faturası 'anarşistlere' çıkartıldı ve yalnız bir kaç hafta önce Westminster kenti büyükşehir polisi devletsiz bir toplum yanlılarının fişlenmeleri ve ihbar edilmeleri gerektiğine dair çağrıda bulunma hatasına düştü.

Bu isyanlar kapitalist düzenin ulaştığı çıkmaz sokağın bir yansımasıdırlar. Bir işçi sınıfı mücadelesi biçimi değildirler; daha ziyade işçi sınıfının bir sınıf olarak mevcut olmadığı bir durumda bir öfke ve çaresizlik ifadesidirler. Yağmalar daha üst bir mücadele biçimine doğru bir adım değil, o yolda bir engeldir. Dolayısıyla youtube'de binlerce kişinin izlediği Hackney'li kadının yağmaları insanların bir araya gelmelerini ve mücadelenin neyle ilgili olduğunu ortaya koymalarını engellediği için kötüleyen öfkesi haklıdır:[1]Bu mesele Tottenham'da vurulan bir adamla ilgili, eğlence için orayı burayı ateşe vermekle ilgili değil. Sizler kafamı bozuyorsunuz... Hackney'li olmaktan utanıyorum çünkü burada hepimiz toplanıp bir amaç için mücadele etmiyoruz.

Hep birlikte toplanıp bir amaç uğruna mücadele etmek: işte işçi sınıfının yöntemleri bunlardır; proleter sınıf mücadelesinin ahlakı budur, fakat bunlar yalıtılmışlık ve nihilizm tarafından yenilip bitirilmek tehlikesi altındadırlar ve bu nihilizm öyle bir noktadadır ki; işçi sınıfının koca koca kesimleri kim olduklarını, hangi sınıfa mensup olduklarını unutmuş duruma gelmişlerdir.

Fakat bir alternatif var. Sınıf kimliğinin yeniden yükselişi, sınıf mücadelesinin yeniden ortaya çıkışının ancak Tunus, Mısır, İspanya, Yunanistan veya İsrail'dekiler gibi kitlesel ve kapsayıcı hareketlerde ayırdedilebilir. Bu hareketler, bütün zayıflıklarına rağmen, herkesin bir sese sahip olabileceği kitle meclisleri ile; her meselenin tartışılabileceği derin siyasi tartışmalar ile; polise ve çetelere karşı örgütlü meşru müdafa ile; işçi eylemleri ve grevler ile; devrim sorusunu, insanın insanın kurdu olmadığı, insanlar arasında dayanışmaya dayanan, üretimin satış ve kar için değil gerçekten ihtiyaç duyduklarımız için yapıldığı bir toplum biçimini ortaya atarak bize farklı bir mücadele yolunun hissiyatını vermektedirler.

Kısa vadede, isyanların yarattığı ayrışmalardan ve devletin mevcut düzene her türlü saldırının kör yıkımla sonuçlanacağı mesajının belirli bir başarı elde etmiş olmasından dolayı, İngiltere'de gerçek bir sınıf hareketinin gelişminin eskisinden de ciddi sıkıntılar yaşaması olası duruyor. Öte yandan dünya genelinde perspektif bakidir: bu gerçekten hasta toplumun derinleşen krizi ve sömürülenlerin bilincinin ve örgütlü direnişinin giderek artması. İngiliz hakim sınıfı ne birinden, ne diğerinden paçayı sıyırabilir.

EKA - 14.08.11


1. https://www.youtube.com/watch?v=G18EmYGGpYI

Tags: 

İspanya: Tahrir Meydanı'ndan Puerta del Sol'e

İspanya'da gerçekleşmekte olan olaylar, nihai sonucunun ne olacağından bağımsız olarak ve kafa karışıklıkları ve yanılgılarına rağmen tarih yazmaktadırlar ve sınıf mücadelesinin evriminde bir mihenk taşı teşkil etmektedirler.

Enternasyonal sınıf mücadelesinin bir halkası

Olayları açıklamaya teşebbüs edenler, ünlü "İspanyol Devrimi"nin nedenlerini milli unsurlara bağlayarak özetliyorlar.

Daha büyük bir yalan ve aldatmaca olamaz! "Siyasi sınıf"a güvensizlik dünya genelinde yaygın bir olgudur. İster seçim sirkiyle iktidara gelmiş olsunlar, ister darbeler ile diktatörlük kurmuş olsunlar, "temsilcilerine" güvenen insanların bulunduğu bir ülke bulmak bir hayli zordur.

Olayların farklı bir nedeni olduğu söylenilen yozlaşma da küresel bir olgudur ve yozlaşmanın olmadığı hiçbir ülke yoktur. Şüphesiz, hem siyasetin "kalitesi"nin hem de yozlaşmanın, farklı ülkelerde farklı derecelerde olduğunu söylemek mümkündür, fakat bu farklar bizim dünyayı ve kapitalizmin tarihsel yozlaşma ve çürüme olgusunu görürken gözlerimizi kapatan ağaç dallarına dönüşmemelidirler.

Ortaya konulan bir diğer gerekçe özellikle gençler arasındaki kitlesel işsizliktir. Ayrıca seçimlerden sonra artan güvencesizlik ve bir sonraki seçim hazırlıkları öncesinde yaygın bir biçimde bastırılan sosyal kesintilerin payından da bahsedilmektedir. Bunlar da durumu daha İspanyol hale getirmezler. Benzeri durumları yalnız Yunanistan, İrlanda ve Portekiz'de değil, ayrıca ABD ve İngiltere'de de görmekteyiz. İşçi sınıfına ve nüfusun geniş kesimine karşı yöneltilen böylesi saldırıların ülkeden ülkeye değiştiği doğru olmakla birlikte, kapitalizm daimi bir eşitsizlik kaynağıdır ve herkesin her geçen gün fakirleştiği günümüz koşullarında herhangi bir ülkenin bir diğerinden daha az fakir olduğu üzerinden bir yorum geliştirmek, ciddi bir hata olacaktır.

Madrid'de ve Kahire'de, Londra'da ve Paris'te, Atina'da ve Buenos Aires'te gördüğümüz işsizliğin aynı ekşi yüzüdür. Gördüğümüz birleştiren ve genelleştiren herşeyken, ayrıştıran ve farklılaşltıranları aramak hem verimsiz hem de abes olur. Mevcut durumda her geçen gün dünyanın sömürülenlerinin yaşam koşulları biraz daha kötüye gitmektedirler. Hepimiz dipsiz bir kuyuya inecek tek damla içerisinde birleşmiş vaziyetteyiz. Bunu yalnızca işsizlik, enflasyon, güvencesizlik, sosyal yardımların kesilmesi gibi alanlarda değil, ayrıca nükleer felaketlerin artması, savaşlar ve artan ahlaki barbarlığın yanında sosyal ilişkilerin parçalanmasında görüyoruz.

Açık bir biçimde, egemen ideolojinin baskısı ve dar milliyetçiliği yaşamakta olduğumuz hareketi "İspanyol Devrimi"nin dört duvarı arasına haps etmeye niyetli. Farkındalık zorluklarının pek çok kişinin çarpıtılmalara kandığı anlamına geldiği ve kitle meclislerindeki işçilerin geneli arasında dünyadaki genel duruma ve hareketin kendisine dair tartışmanın sınırlı olduğu doğrudur.[1]

Fakat, hareketin katılımcıların çoğunun işçi sınıfına mensup olma anlamında işçi oldukları halde (işsizler, güvencesiz koşullarda çalışan genç işçiler, emekliler, çalışan öğrenciler, illegal göçmenler vb.) toplantılarda işçi sınıfı ifadesinin bile bu denli nadir geçtiği bu koşullarda işçi sınıfının enternasyonal hareketinin bir halkasından nasıl bahsedebiliriz?

Bu zorluğu açıklayan belirli sayıda unsur var: işçi sınıfının kimlik ve özgüven konusunda ciddi bir sıkıntısı mevcut. Öte yandan hoşnutsuzluk yalnızca işçi sınıfı ile sınırlı değil, toplumun ezilen ve sömürülen geniş kesimlerince paylaşılıyor. Bu sosyal katmanlar küçük burjuvazi ve liberal mesleklerin proleterleşmesinin neticesinde böyle bir noktada bulunuyorlar.[2] Şüphesiz bu ilk bakışta hareketi farklı bir dizi kaygı etrafından şekillenmiş, demokratik yaklaşımlara pek duyarlı, karmakarışık bir sınıflararası hareket olarak nitelendirmemize neden olabilir. Öte yandan daha derine baktığımızda hareketin işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine ait olduğunu görebiliyoruz. Şu anda neticesinde proletaryanın kendi gücüne güvenmeye başlayacağı ve kendisini bu lanetli harabe toplumuna bir alternatif sunabilecek bağımsız bir toplumsal sınıf olarak göreceği kitlesel mücadeleler evresinden geçiyoruz. Fransa 2006'dan Yunanistan 2008'e geçmiş olan bu hat, 2010'da Fransa'ya geri döndü ve İngiltere'ye de sıçradı, 2011'de ise Tunus ve Mısır'ı sallayarak devam etti. İşte İspanya'yı sarsan bu koca deprem bu fay hattının ifadesidir. Bu sarsıntılar, nihayetinde insanlığın kurtuluşuna gidecek toplumsal yolu açacak daha da büyük depremlerin altyapısını hazırlamaktadırlar.

Hareketin anlık tetiklenişi

Enternasyonal ve tarihsel bir analizde, muhtelif unsurların özel ulusal veya anlık durumları mı içlerine aldıkları, yoksa tam tersi bir durumun mu geçerli olduğu asla net olamaz. Zira, olguların kendilerinin bu özel unsurların birer parçaları olduğunu anlamadan durumu anlamlandırmak mümkün değildir. Hareket Democracia Real Ya (Gerçek Demokrasi Şimdi) isimli grubun "siyasetçilere karşı" bir protesto gerçekleştirmesiyle başladı. 15 Mayıs eylemleri muazzam bir başarı oldu: yaygın hoşnutsuzluk ve geleceğin yokluğuna duyulan rahatsızlık bu eylem içinde beklenmedik bir kanal bulmuş oldular.

Herşey burada bitmiş gibi görünüyordu, ama Madrid ve Granada'da, eylemin solunda bir polis saldırısı gerçekleşti ve 20'yi aşkın kişi gözaltına alındı, ve polis karakollarında sert bir muameleye maruz bırakıldılar. Gözaltına alınmış olanlar kendi içlerinde bir genel meclis biçiminde örgütlenerek toplandılar ve bir bildirge yayınladır ki bu pratik ciddi bir etki yaptı ve bir öfke ve dayanışma tepkisi tetikledi. Bir grup genç Madrid merkezinde, Puerta del Sol meydanında kamp yapmaya karar verdiler. Pazartesi günü bu örneği Barcelona, Granada ve Valencia da takip etti. Yeni bir baskı dalgası sinirleri iyice altüst etti ve eylemler inanılmaz bir hızla yetmişi aşkın şehre yayıldı. Salı akşamüstü bir dönüm noktası gerçekleşti. Örgütleyenler sessiz protesto eylemleri veya bir işe yaramayacak oyun gösterileri planlamışlardı ama katılım beklenmedik bir biçimde büyüdü ve katılanlar kitle toplantısı yapma sloganları atmaya başladılar. Salı günü saat sekiz civarında Madrid, Barcelona, Valencia gibi kimi şehirlerde ama atılan taş Çarşamba günü tam anlamıyla bir çığa dönüşmüştü ve bütün eylemler açık kitle toplantıları, kitle meclisleri halini aldılar.

Hareketin ismi bir sembol olarak 15 Mayıs hareketi (veya 15M) olarak kalsa da bu tarihte olanlar hareketi yaratmaktan ziyade ancak tetiklemişlerdi. Öte yandan, bu ceket esasında dar ve kısıtlayıcı bir kabuktu; zira harekete demokratik İspanyol devletinin "yeniden doğumu" gibi hem ütopik hem yanıltıcı bir yaklaşım veriyordu.[3] Kitlesel toplumsal hoşnutsuzluk "İkinci Geçiş"i kanalize etmek için kullandı. 34 yıllık demokrasinin ardından nüfusun büyük çoğunluğu büyük hayal kırıklığı içerisindeydi, fakat durum insanların Franko rejiminin kalıntılarından dolayı "kusurlu ve sınırlı bir demokrasi" içerisinde yaşadıkları iddiası ile "açıklanıyordu" ve ihtiyaç olan tek şeyin "tam demokrasiye" yolu açacak bir "ikinci geçiş" gerçekleşmesi idi.

İspanya proletaryası bu aldatmacaya dair zaaflı zira İspanyol anayasası fazlasıyla otoriter, kibirli ve sorumsuz; dolayısıyla "gerçekten demokrasinin mevcudiyetine" inanmayı güçleştiriyor. Öte yandan "halkı siyasetçilere karşı isyana" seferber ederek ve "Şimdi Gerçek Demokrasi" isteyerek burjuvazi bunun tek mümkün demokrasi olduğunu ve başkasının olmadığını gizlemeye çalışıyor.

Zapatero hükümeti genç işsiz oranı %40'ın üzerinde olan böylesine patlayıcı bir durum göz önünde bulundurulursa aslında pek de yumuşamadı. Zapatero hükümetinin "büyük sosyal başarılarını"(!) sorgulama cürretinde bulunanlara "ahlaksızlar" diye hitap etti ki bu demeçler pek çok gencin aklına öfke düşürdü. Öte yandan daha derin bir sorun vardı: Zapatero'nun İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) her şeye rağmen herkesin küstahlığından, vahşiliğinden ve otoriter reflekslerinden dolayı çekindiği Halk Partisi'ne (PP) bir alternatif olarak sunuluyordu. İspanya, Cameron'u destekleyen "modern" liberallerin yakın zamana kadar daha ciddi bir destek aldıkları İngiltere'ye benzemiyor zira. Her ne kadar pratikte en yoğun saldırıları yürüten kesim PSOE olsa da, sağcılar işçi sınıfını bir avuç önyargılı ve yoz çapulcu olarak sunduklarından açıktan açığa sınıf düşmanı olma ününe sahipler.

Nüfusun ciddi bir çoğunluğu "dost sosyalistlerin" vahşi saldırılardan ziyade can düşmanı PP'nin vahşi saldırılarına geçmek istemiyor. Sonuç: demokratik sürece ve seçim sonuçlarına güvenmek gerektiği! Kitleler kabul edilemez bir durum ve korkunç bir gelecekle karşı karşıya kalıp sokaklara döküldüklerinde hem kendi kafa karışıklıkları ve yanılgıları hem de demokratik propaganda kitle meclislerinde iki partili sistem karşısında çok partili bir düzenin oturması görüşünü güçlü kılıyor. Öte yandan bu yaklaşım gerçekçilikten bir hayli uzak olmanın yanı sıra tam bir yanılsama: Canovas zamanından gelen katı bir iki partili geleneği olan İspanya'nın son yerel ve bölgesel seçimlerin ardından siyasi haritasına bakacak olursak, bu eğilimin güçlenmiş gözüktüğünü fark etmemek imkansız.

Kitle meclisleri: Gelecek yüklü bir silah

Öte yandan "katılımı" dört yılda bir sözlerini asla tutmayan ve her zaman asla ağıza alınmayan "gizli emeller" ile işe başlayan siyasetçilerden birini seçmek yerine, İspanya'daki hareket geniş çoğunluğun bir araya gelmesini, düşünmesini ve karar vermesini sağlayacak devasa bir silah buldular: şehir ardına şehir, kitle meclisleri yayıldı.

Burjuva demokrasisinin karar verme gücü bürokratik bir profesoyel siyasetçiler kadrosuna verilmiştir ki bunlar da sorgulamadan partilerinin emirlerine uyarlar; partileri ise sermayenin çıkarlarını tasfircisi ve muhafızıdır.

Buna karşın, kitle meclislerinde karar verme gücü doğrudan katılımcılar tarafından uygulanır: düşünen, tartışan, bir arada karar veren ve kararlı uygulamak için örgütlenen katılımcıların kendileridir. Burjuva demokrasisi bireysel yalıtılmışlığı ve temsil eder ve kuvvetlendirir, tüm insanları "her koyun kendi bacağından asılır" anlayışına kilitlemek ister. Buna karşın kitle toplantılarında kolektif düşünce gelişir, herkes içinde en iyi olanı ortaya koyabilir zira herkes ortak dayanışmanın yarattığı gücü hisseder. Kolektif düşünce ve dayanışma gücü ise, parçalayacı ve yırtıcı kapitalist toplumun panzehirini geliştirecek ve küresel bir insan topluluğunun oluşması, sömürünün ve sınıfların lağvedilmesi temelinde kurulacak bir toplumun temellerinin atılması için gerekli alanı yaratır.

Burjuva demokrasisinin kral ve sultanların mutlak iktidarına karşı inkar edilemez bir ilerleme olduğu doğrudur; öte yandan 20. yüzyılın başlarından beri devletin evrimi siyasi sınıf denilen kesim ile büyük iktisadi güçler ve faaliyetlerin, yani uzun lafın kısası sermayenin bütünün mutlak iktidarına neden olmuştur. Ne kadar seçmen kağıdı doldurursanız doldurun, iki partili sistemi istediğiniz kadar kınayın, nihayetinde iktidar ayrıcalıklı bir azınlığın ellerinde, mutlakiyetçi hükümdarların elinde olduğundan daha mutlak ve diktatöryal bir şekilde durmaktadır. Öte yandan onların aksine, sermayenin diktatörlüğü düzenli olarak seçim aldatmacasıyla imaj tazelemeye çalışmaktadır.

Kitle meclisleri, 1905 ve 1917'nin Rusya'sından 1917-23 arası dünya devrimci dalgası sırasında Almanya'ya ve öteki ülkelere yayılan ve 1956'da Macaristan ve 1980'de Polonya gibi ülkelerde tarih sahnesine geri dönen proleter işçi konseyleri geleneğinin bir parçasıdırlar.

Ne acıdır "vatandaşların" şüpheler içerisinde, verilen oyun her daim "yanlış" olduğu hissinin hakim olduğu bir seçim sandığının havası! Fakat ne heyecanlıdır kitle toplantılarını yaşadığımız şu günler! Burada büyük bir heyecan ve katılım isteği görüyoruz. Pek çok konuşmacı her türlü meseleyi çekinmeden ortaya atıyorlar. Kitle meclisi komitesi toplantıları günde yirmi dört saate uzatılıyor. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın her zerresi tepeden tırnağa birbirlerini yeni bulmuş insanlarca masaya yatırılıyor. İnsanlar konuşabileceklerini, hep birlikte meseleleri ele alabileceklerini keşfediyorlar. İşgal edilmiş kütüphanelerin sandalyelerinde boş zamanlar için hem bilimsel hem kültürel, hem sanatsal hem de siyasi ve iktisadi her türlü meselenin aktarımı örgütleniyor. Dayanışma hisleri ifade ediliyor, insanlar birbirlerini kimsenin sözünü kesmeden, kimseye birşey empoze edilmeye çalışılmadan dinleyebiliyorlar; genel bir empati kanalı açılıyor. Utangaçça da olsa, yavaş yavaş kitlesel bir tartışma kültürü örülüyor[4], herkes görüşlerini yansıtıyor, akla gelmemiş öneriler çıkıyor, farklı fikirler ortaya atılıyor. Uzun bir yalıtılmışlık ve yalnızlık döneminin ardından katılımcılar düşünce ve duygularını adeta haykırırcasına paylaşmak istiyorlar. Toplantı yerleri devasa, kollektif bir fikir fırtınasıyla doluyor, kitle en iyi ve en derin niteliklerini ortaya koymayı başarıyor. Hayatın mağlupları olması icap eden bu mazlum ve isimsiz kitle içerisinde inanılmaz sosyal, geniş, derin ve öngörülemez düşünceler, duygular ve hisler vücut buluyor.

İnsanlar özgürleşmiş hissediyorlar ve kollektif tartışmanın inanılmaz hazzının tutkuyla tadını çıkartıyorlar. Öyle görünüyor ki düşünce akışı hiçbir yerde durmuyor, kolay kolay önerilerle somutlanmıyor. Öte yandan bu zorunlu olarak bir zayıflık değil. Yıllar boyunca çoğunluğun nefretin diktatörlüğünden, giderek yabancılaştırıcılıkları artan rutinlerden ve suçluluk duygusu, öfke ve yalıtılmışlıktan muzdarip olduğu baskıcı kapitalist normallik içerisinde yaşadıktan sonra patlamanın ilk evresi ister istemez düzensiz olmak durumunda. Bunun başka bir yolu yok, geniş çoğunluğun titiz düşüncelerinin ifade bulmasının bir planı yok. Görünürde bir yere gitmeden de olsa o yolun yürünmesi, yürüyenin tepeden tırnağa kendisini ve sosyal araziyi değiştirmesi için şart.

Örgütleyenlerin tekrar tekrar demokratik ve milliyetçi manifestolar ortaya koydukları bir gerçek. Bunlardan kaynakla yanılsamalar ve kafa karışıklıkları pek çoklarında mevcut fakat aynı zamanda gidişat gösteriyor ki mücadele pek çok farklı katılımcının düşüncelerini de su yüzüne çıkartıyor. Madrid'de, resmi konuşmacılar tarafından benimsenmemesine rağmen yaygınlaşan sloganlardan bazıları: "Tüm iktidar kitle meclislerine", "iş yok, ev yok, korku yok", "sorun demokrasi değil, sorun kapitalizm", "İşçiler, uyanın!". Valencia'da özellikle kimi kadın eylemcilerin attığı sloganlar: "Dede ve nineleri kandırdılar, çocukları kandırdılar, torunlar siz sakın kanmayın!", "Ayda 600 avro, bu cinayettir!".

Kitle meclisleri üç temel meselede kutuplaşmış bir gerilime neden olan bir tartışmaya sahne oldular:

  1. Demokratik yenilenmenin sınırlılıkları var mıdır, yoksa kapitalizmden kaynaklı sorunlar reformlarla çözülemeyecek bir nitelikte midir ve bu yüzden kapitalizm tepeden tırnağa yıkılmalı mıdır?
  2. 22'sinde, yani seçim günü hareket bitirilmeli midir, yoksa tam aksine devasa sosyal kesintilere, işsizliğe, güvensizliğe ve tahliyelere karşı kavga devam mı etmelidir?
  3. Toplantıları hareket işçiler, yani genelleşmiş bir mücadeleyi geliştirecek gücü ve temeli olan kesim arasında köklensin diye işyerlerine, mahallelere, işsizlik bürolarına, okullara ve üniversitelere yaymalı mıyız?

Kitle meclislerinde iki "ruh" yaşamaktadır: demokratik muhafazakarlığı körükleyen ruh ve kesin bir sınıf yaklaşımı benimsenmesini isteyen proleter ruh.

Geleceğe sükunetle bakmak

22 Mayıs Pazar günü gerçekleşen toplantılar, pek çok katılımcının “seçimler için burada değiliz, seçim yalnızca hareketi tetikledi” temalı müdahalelerinin ardından hareket içerisindeki ikinci meseleyi çözdüler. Üçüncü meseleye dair, “işçi sınıfına gitme” müdahalesi işsizliğe, güvencesizliğe ve sosyal kesintilere karşı net tutumlar alınması önerisiyle güçlendirildi. Aynı şekilde kitle meclislerini mahallelere yayma ve onların işyerlerine, üniversitelere ve işsizlik bürolarına yayılması yönünde sesler yayılmaya başladı. Malaga, Barcelona ve Valencia'da, bir konuşmacının ifade ettiği üzere bu sefer “gerçek” bir genel grev örgütlenmesi çağrılarıyla sosyal kesintilere karşı bir eylem gerçekleşti.

Hareketin ilk agora aşaması, kendi başına büyük bir başarıdır. Devam etmelidir, zira sömürülen kitlelerin “olağan yaşantılarına” direnmeye başlamaları da önemlidir; öfke ahlaki yenilenme ve kültürel değişim ihtiyacını vurgulamakta, öneriler yapılmakta, şimdilik saf ve çocuksu bir aşırı heyecanın her şeye rağmen biraz da utangaç ve şaşkın bir ifadesi olsa da “başka türlü yaşamak istiyoruz” sözleri söylenmektedir.

Öte yandan özel hedefler belirlemeden bu noktada kalmayı dahi başarabilir miyiz?

Bu sorunun cevabını vermek zor, zira sessizce mücadele eden iki cevabı var bu sorunun. Daha önce vurguladığımız iki “ruh” bu cevaplar: demokratik cevaba karşı proleter cevap. Demokratik yaklaşım sınıfın kendi gücüne güvensizliğine, proleter olmayan tabakaların etkilerine ve toplumsal yozlaşmanın[5] etkilerine dayanarak “canlı” ve “adil” bir devlet hayaline tutunuyor.

Öteki yol, mücadelecilerin yolu, kitle toplantılarını iş yerlerine, çalışma merkezlerine, işsizlik bürolarına ve mahallelere yaymaktan, işsizlik ve güvencesizliğe karşı kavgada kutuplaşmaktan, bize yöneltilmiş ve yöneltilecek sayısız saldırıya karşı kavgaya atılmaktan geçiyor.

Barcelona'da telefon işçileri, hastane işçileri, itfaiyeciler, üniversite öğrencileri sosyal harcamalardaki kesintilere karşı eylemler yaptılar, kitle toplantılarına katıldılar ve farklı bir tını yerleştirmeye başladılar: dolayısıyla Barcelona merkez kitle meclisi demokratik yenilenme fikirlerine daha mesafeli gözüküyor. Madrid merkez kitle meclisi, mahalle ve beldelerde toplantılar düzenledi. Valencia otobüs işçilerinin bir protestosu ve mahallelerde eğitim bütçesindeki kesintilere karşı eylemlerle ortak hareketlerde bulundu. Zaragoza'da otobüs işçileri eylemcilere büyük bir heyecanla katıldılar.

Bu ikinci yolun ek bir zorluğu da var. Şüphesiz hareketin “yayılmasının” nihayetinde dağılmaya ve sektörel ya da işletme bazlı yalıtılmışlığa evrilmesi ihtimali de mevcut. Bu gerçek bir çelişkidir. Bir yanda hareket ancak işçi sınıfının işçi sınıfı olarak katılımının başlaması veya en azından bu fikrin ifade bulması ile devam edebilir. Öte yandan böylesi bir yayılma sendikaların kaçırdıkları otomobile yetişmelerini ve sektörü sektöre, mahalleyi mahalleye kilitleyerek yerel taleplerin boğulmasına hizmet etmelerine de yol açabilir. Bu tehlikeyi inkar etmeden, şu soru karşımıza çıkıyor: Sonucu başarısızlık olacak olsa bile, yalnızca denemek dahi gelecekte büyük bir güce ulaşabilecek kolektif mücadelelerin altyapısını oluşturmuyor mu?

Hareket nasıl bir yöne saparsa sapsın, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine katkısı yadsınamaz bir noktadadır:

  • Bütün toplumsal katmanların katılımıyla, genel bir kitle hareketidir.
  • Atıfta bulunulan Fransa ve İngiltere'nin aksine özel bir saldırı değil, içerisinde yaşadığımız durumun yarattığı öfkedir. Bu özel taleplere odaklanılmasını zorlaştırmaktadır ki bu da hareketin proleter niteliğini ifade etmesini zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda, hareket net bir biçimde toplumun sorunlarına kitlesel bir uyanış ifade etmekte ve siyasileşmenin yolunu açmaktadır.
  • Hareketin kalbi kitle meclislerinde atmaktadır.

Bizim eski kalıpları terk etmemizi sağlayabilecek şey yalnızca anlamaktır. 1905 Rus Devrimi açıkça yeni bir kitlesel eylem biçimiydi. Bu ilerleyen yıllarda çaresizci aşamalı sendikal ve parlamenter çalışma ile “güç biriktirme yaklaşımına” tutunan Kautsky ve Plekhanov gibi pek çok önemli sosyal demokrat teoristi ve sendika liderini tereddütlere, sonrasında inkara ve en nihayetinde ihanete götürdü.[6]

Bugün benzeri bir tuzağa düşmekten kaçınmak zorundayız. Olaylar 70'lerin ve 80'lerin mücadelelerine bağlı bir takvime göre cereyan etmiyorlar. Şüphesiz, çatı katlarından benim diye bağırmasa da ortada kimliği ve özgüveni için mücadele eden bir proletarya var. Fakat ayrıca proletaryanın sömürücü-olmayan sosyal tabakalarla birlikte seferber olduğu da ortada. Kitle mücadeleleri ile devrimci bir mücadele arasındaki yolu doğrudan aşan ve sınıf zeminini net ve kesin kılacak bir tren yok. Bu da hala zayıf olan proletaryanın yönelimini yitireceği ve geniş bir sosyal hareket içerisinde şaşkın kalacağı, hatta belki 2001'de Arjantin'de olduğu kaybolacağı gibi tehlikeleri ortaya koyuyor.

Öte yandan bu, gerçekleşmekte olanların potansiyelini bir gram dahi azaltmaz, zira:

  • Bugün büyük sanayi merkezlerinin ağırlığı azalmıştır ve bunun üstüne bunlar devasa ulusal ve enternasyonal bağlantılar zinciri içerisinde gölgelenmektedirler, ki bu büyük fabrikaların geleneksel olarak yaptıkları üzere kavganın kıvılcımını çakmalarına mani olmaktadır. Bunu aşmak için proletarya farklı toplumsal katmanların da içine çekildiği kitlesel sokak eylemlerine başvurmaktadır. Bu da sınıf karakterinin eskiden olduğu gibi kolay ve doğrudan tespit edilebilir olmasını engellemektedir, fakat bu nitelik büyük bir farkındalık ve netleşme çabası ile takip edilebilir.
  • Sosyal bağları parçalayan ve ahlaki barbarlığı keskinleştiren hakim toplumsal çürüme karşısında, kitle meclislerinin yönelimi insan hayatının yalnız kafası karışık bir kendisini bulma çabasını içerdiği bir agoraya benzemektedir. Ki bu durum da proletarya ahlakını ve dayanışmasını ortaya koyan, sosyal bağların yeniden dikilebileceği, ölümüne rekabete dayalı kapitalist topluma alternatif teşkil etmektedir.
  • Çaresiz durumunun ve uzun süren kokuşmuşluk döneminin bir ifadesi olarak proletaryanın kitlesel mücadeleye sömürücü olmayan toplumsal katmanları çektiği doğrudur ki bu katmanlar proletarya ile aynı çıkarlara ve devrimci hedeflere sahip değildirler; bunun yanı sıra zaten kafası karışık olan kitleyi iyice bulandırmaktadırlar. Bu durum ciddi tehlikeler teşkil etmenin yanı sıra, kavgaya girerken bir canlılık yaratma, sorunlara yöntemli bir biçimde yaklaşmayı gerektirmekte ve daha gelişkin bir anlayış geliştirme avantajını da barındırmaktadır ki bütün bunlar nihayetinde burjuva devlete karşı çarpışacak olan geleceğin devrimcileri için hayati öneme sahip olacaktır.

EKA - 25.05.11


1. Öte yandan kitle meclislerinde enternasyonal yaklaşımlar da ortaya çıkmaktadır. Pazar günü Valencia'da söz alan bir konuşmacı kendisini "dünya vatandaşı" olarak tanımlamış ve kendimizi yalnız İspanya'yı değiştirmekle sınırlayamayacağımızı söylemişti. Kitle meclislerinin ifadelerini, ilk yayınlandıkları İspanyolcadan bütün "yabancı" dillere çevirmek yönünde çaba harcıyoruz.

2. Yalnızca "Üçüncü Dünya" (ki bu güncelliği ortadan kalkmış bir terimdir) ülkelerinde değil. Yüksek öğrenim görmüş bilgisayarcılar, avukatlar, gazeteciler ve benzerleri hepsi güvencesiz veya bağımsız çalışma statüsüne ve fazlasıyla istikrarsız koşullara itiliyorlar, ufak işletme sahipleri kendi kendilerinin işverenleri olmaya indirgeniyorlar vs.

3. Devlet hakim sınıfın organıdır. Demokratik biçim altında sunulsa da yapısı gereği iktidarın birilerine verilmesine dayanmaktadır ki bu üretim araçlarına sahip olan sömürücü azınlık için bir sıkıntı teşkil etmemektedir zira üstünlük her zaman onlardadır ve profesyonel siyasetçileri kendi çıkarlarına alet edebilirler. Öte yandan durum işçi sınıfı ve nüfusun büyük çoğunluğu için bambaşkadır: "katılım" devletin bürokratik ağı içerisinde bulunan riyakar siyasilere açık çek vermeye indirgenmiştir. Öte yandan daha özele bakacak olursak teklif edilmiş reformlar, eğer ciddiye alınacak olurlarsa, kısa bir sürede saptırılabilecek uzun parlamenter prosedürler gerektirmektedirler ki bu da onların uygulamasını daha da belirsizleştirmektedir.

4. Bknz: Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı: https://www.enternasyonalbakis.org/enternasyonal-bakis-n-1/tartisma-kuel...

5. Bknz: Çürüme üzerine tezler: https://www.enternasyonalbakis.org/enternasyonal-bakis-n-1/cuerueme-ueze...

6. Başta Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar eseri ile Rosa Luxemburg ve Bilanço ve Perspektifler çalışmasıyla Troçki, sınıf mücadelesinin yeni döneminin niteliklerini ve dinamiklerini kavramışlardı.

İsrail Protestoları: “Mübarek, Esad, Netenyahu”!

İsrail'de geçtiğimiz haftalarda yüzbinlerce kişi baş döndürücü yaşam maliyetlerini, ortalama insanların barınacak yer bulmalarının giderek imkansızlaşmasını ve refah hizmetlerinin kaldırılmasını protesto etmek için sokaklara döküldüler. Eylemciler “toplumsal adalet” çağrısı yapıyor, bir yandan da pek çoğu “devrim”den söz ediyorlar. Şimdi Yunanistan ve İspanya'ya sıçramış olan Arap dünyası kalkışmalar dalgasından etkilendiklerini açık açık ifade ediyorlar. Utanmaz sağcı politikaları geniş bir halk desteği kazanmış gibi görünen İsrail Başbakanı Netenyahu, birden bire Mısır ve Suriye gibi ülkelerin diktatörleriyle (yani şu esnada eylemcileri kurşunlattığı için yargılanmakla karşı karşı olan Mübarek ve rejime tepkisi giderek artan bir nüfusa karşı cani katliamlar emreden Esad ile) kıyaslanıyor.

Arap dünyasındaki ve Avrupa'daki hareketler gibi, İsrail'in başta Tel Aviv olmak üzere pek çok kentinde, yoktan varolurmuşçasına, meydanlarda toplanan üç beş kişiyle veya facebookta atılan bir mesajla kurulan çadır kentler çığ gibi büyüyorlar. Sayılar haftadan haftaya onbinlere, yüzbinlere ulaşıyor. En son gerçekleşen eylemde Tel Aviv'de 450,000 kişinin yürüdüğü tahmin ediliyor; ki ülke genelinde eylemlere katılanların sayısı belki bu rakamın üç veya hatta dört katı kadar. Eylemcilerin çoğunu yine gençler oluşturuyor.

Öteki ülkelerde olduğu üzere, eylemciler sıkça polisle çatıştılar. Öteki ülkelerde olduğu gibi resmi siyasi partiler ve sendikalar hareket içerisinde, şüphesiz mevcut olsalar dahi başı çeken bir rol oynamadılar. Hareketin içerisindeki kişiler çoğu zaman doğrudan demokrasi fikirleriyle, hatta kimi zaman anarşizm ile kendilerini ifade ediyorlar. RT televizyonunun röportaj yaptığı bir eylemciye protestoların Arap dünyasındaki olaylardan etkilenip etkilenmediği sorulduğunda delikanlı şöyle yanıt veriyor: “Tahrir meydanında olanların çok etkisi var... Tabii ki çok etkisi var. İnsanlar işte burada güçleri olduğunu, kendi başlarına örgütlenebileceklerini, hükümetin artık kendilerine ne yapacaklarını söylemesine ihtiyaç duymadıklarını, hükümete ne istediklerini söylemeye başlayabileceklerini anlıyorlar.” Böylesi görüşler, sadece bir azınlığın bilinçli fikirlerini ifade ediyor olsalar da, ister diktatöryel ister demokratik biçimiyle bütün burjuva siyasi düzenine dair daha genel bir hayal kırıklığını ifade ediyorlar.

Farklı yerlerdeki benzer hareketler gibi bu hareket de İsrail'li gazeteci Noam Şeizaf'ın ifade ettiği üzere tarihsel bir öneme sahip: “Diktatörlerin kendi vatandaşlarından yüzlercesini katlettikleri Suriye veya Libya'nın aksine, İsrail'de en azından Yahudi toplumu söz konusu olduğundan toplumsal düzeni ayakta tutan hiçbir zaman baskı değildi. Endoktrinasyondu, telkindi – eleştirel teoristlerin ifade ettiği biçimde söyleyecek olacaksak hakim ideolojiydi. Ve protestolarca çökertilen tam da bu kültürel düzendi. İlk defa, yahudi orta sınıfının ciddi bir kısımı – ne boyutta olduklarını kestirmek kolay değildir – dertlerinin başka İsraillilerle, Araplarla veya şu veya bu siyasetçi ile değil, bütün toplumsal düzenle, bütün sistemle sorunları olduğunu idrak ettiler. Bu minvalde gerçekleşenler İsrail tarihinde eşsizlerdir. Bu yüzden bu eylemler çok ciddi bir potansiyele sahiptirler. Ayrıca yalnızca anlık bir siyasi düşüş beklemememiz gerektiğinin de nedenidirler – hükümetin yakın zamanda düşeceğini göreceğimizi zannetmiyorum. Uzun vadedeki sonuçları, alttan gelişen akımı izlemeliyiz, bunların nihayetinde olacağına şüphe yoktur”.[1]

Olayların öneminin yadsınması

Bununla birlikte olayların önemini yasıtma, önemsiz gösterme derdinde pek çok kişi var. Resmi basın mümkün mertebe neler olduğunu görmezden gelmeye çalıştı. Kudüs'te sayıları 800 ile 1000 arasında olan (Washington'un ardından ikinci) yabancı basın mensupları ordusu ancak olaylar başladıktan birkaç hafta sonra harekete herhangi bir ilgi göstermeye başladılar. Harekete dair, özellikle başlarda Evrensel veya Özgür Gündem gibi 'ilerici' olma iddiasındaki gazetelerde herhangi bir ibare bulmak zorlayıcı olacaktır.

Çekilen bir diğer numara hareketin bir 'orta sınıf' hareketi olarak damgalanmasıdır. Doğrudur ki bütün öteki hareketler gibi geniş bir toplumsal kalkışma ile karşı karşıyayız ki bu küçük esnaftan fabrikadaki işçiye toplumun pek çok katmanının huzursuzluğunu ifade edebiliyor; zira bütün bu sınıflar dünya iktisadi krizi, zenginler ile fakirler arasındaki artan boşluk ve İsrail gibi bir ülkede savaş ekonomisinin doymak bilmez istekleri karşısında yaşam koşullarını saldırılar gibi durumlardan etkileniyorlar. Fakat 'orta sınıf' ne olduğu belirsiz, iyi kötü bir diploması veya işi olan herkesi kapsayan garip bir terim oldu bunlar için ve Kuzey Afrika, İspanya ve Yunanistan'da olduğu gibi İsrail'de de iş bulabildiklerinde düşük maaşlı ve vasıfsız işlerde çalışarak proletaryanın saflarına itilen diplomalı genç kişilerin sayısı giderek artıyor. Her halükarda, işçi sınıfının daha 'klasik' kesimlerinin eylemlerde bulunduğu biliniyor. Katılımcılar arasında kamu sektörü işçileri ve sanayi işçileri ve işsizlerin en fakir kesimleri var. Eylemciler arasında Afrika ve öteki üçüncü dünya ülkelerinden kimi yahudi olmayan pek çok kişi de var. Ayrıca Histradut Sendika Federasyonu kendi üyelerininin rahatsızlığıyla başa çıkabilmek için 24 saatlik bir grev ilan etmek zorunda kaldılar.

Fakat hareketin altını kazanların başında gelenlerin arasında aşırı sol da var. İngiltere'den militan bir işçinin troçkist SWP'den (Socialist Workers Party – Sosyalist İşçi Partisi) bir kişi ile yaptığı bir tartışma bu durumu gözler önüne seriyor: “Bugün SWP'nin sendika şubemdeki şeflerinden biriyle büyük bir tartışmaya girdim. Kendisinin görüşü İsrail'de bir işçi sınıfı olmadığı yönündeydi. Ona otobüsleri kimin kullandığını, yolları kimin yaptığını, çocuklara kimin baktığını vs. sordum. SWP şefi sorulara cevap vermekten kaçınıp siyonizm ve işgalden başka herhangi bir şeyden bahsedemedi.”[2]

Yine aynı troçkist çizgiye yakın bir sitede, aynı görüşlerin daha kurnazca bir savunusu görmekteyiz: “Şüphesiz İsrail toplumunun sendikalarından eğitim sistemine, silahlı kuvvetlerden egemen siyasi partilere, Apartheid sisteminin bir parçasıdırlar. Bu durum en başından, İsrail devletinin İngiliz mandalığı döneminde ortaya çıkan ilk filizleri döneminden beri böyleydi. İsrail toplumu bir yerleşmeciler toplumudur ki; bu da sınıf bilincinin dallanıp budaklanması önünde ciddi bir engeldir. Sömürge üsleri inşa etmeye devam ettikçe, halkı kendisini yerleşmeci-sömürgeciliğin çıkarları ile ifade etmeye devam ettikçe, işçi sınıfının bağımsız bir devrimci kuruma dönüşmesi ihtimali düşüktür. Yalnzıca yerleşmeci-sömürgeci bir toplum değildir, ayrıca ABD emperyalizminin maddi kaynaklarınca desteklenmektedir”[3].

İsrail işçi sınıfının özel bir vaka olduğu fikri pek çok solcuyu protesto hareketinin desteklenmemesi ya da yalnızca önce Filistin meselesine karşı bir tutum alınırsa desteklenebileceği sonucunu savunmaya itiyor: “Sosyal protestolar 1970'lerden beri İsrail'de gerçekleşen en büyük eylemler olarak tanımlıyorlar ve politikalarda reformlara ve hatta hükümet otoritesinin yeniden dağıtımına neden olabileceklerini söylüyorlar. Öte yandan, reformlar İsrail'in baskıcı ve ayrımcı barınma durumunun özündeki bütün konulara değinmezse, politika değişiklikleri Filistinleri İsraillilerle aynı koşullara koymazsa, tahliye ihtarlarının anlık uygulamaları kesilmedikçe, reformlar temelsizdir ve eylemlerin hiçbir yararı yoktur. İsrail'in tek taraflı 'liberal' barınma protestosu katılmaya, hatta savunmaya değecek bir hareket dahi değildir.”[4]

İspanya'da kitle meclisleri hareketinin katılımcıları arasında da benzer tartışmalar gerçekleşti. Bunun bir örneği, “İsrailli protestocular ancak bir hareket olarak Filistin meselesine dair bir tutum alıp açıkça Gazze'deki ablukayı açıkla kınar ve yerleşimleri bitirme çağrısı yaparsa desteklensin” yönünde yapılan öneriye dair tartışmaydı.[5]

Bu ve bunun gibi solcu argümanların yanıtını İsrail'deki hareketin kendisi veriyor. İlkin, İsrail sokaklarında gerçekleşen eylemler, zaten yahudiler ile Araplar ve öbür etnik gruplar arasındaki bölünmüşlüğe meydan okur nitelikteler. Birkaç örnek verelim: Yafa'da, onlarca Arap ve yahudi eylemci İbranice ve Arapça “Araplar ve yahudiler maddi olarak karşılanabilir evler istiyor” ve “Yafa kuşların yalnız zenginler için ötmesini istemiyor” başlıklı pankartlardı.

Arap aktivistler Tayibe kentinin meydanında bir kamp kurdular ve halen bu kampı her gece yüzlerce kişi ziyaret ediyor. Örgütleyicilerden biri, Dr. Züheyir Tibi “Bu Arap toplumundaki derin rahatsızlıktan beslenen bir toplumsal protesto. Bütün Araplar hayat pahalılığı ve barınak kıtlığından muzdarip” diyor. Batı Celile'deki Yarka ve Julis köylerinin etrafında ise Dürzi gençler kamplar kurdular. Protesto örgütçülerinden Wajdi Khatar “Herkesi protestolara katılmaları için çadırlara çekmeye çalışıyoruz” diyor. Akko kentinde ve Doğu Kudüs'te ortak birer yahudi ve Filistinli kampı kuruldu. Özellikle Doğu Kudüs'te, Şeyh Cerrah mahallesinden Arapların zorla sürülmesi çabalarına karşı yahudi ve Arapların ortak protesto eylemleri gerçekleşmekteydi. Tel Aviv'de, işgal altındaki bölgelerdeki mülteci kamplarında kalanlarla temaslar kuruldu ki bu kişiler çadır kentleri ziyaret ederek protestocularla olayları ve durumu tartışmaya giriştiler. Bu toplantılarda yer alan İsraillilerden biri, tartışmanın dayanışmanın farkındalığını nasıl geliştirdiğni şöyle aktaracaktı:

“Misafirlerimiz, kimi dini giysilere bürünmüş, yaşayacak, okuyacak veya çalışacak bir yeri olmayan orta sınıf gençlerin hikayesini büyük ilgiyle dinliyorlar. Hayretler içinde başlarını sallıyorlar; dayanışma duygularını ifade ediyorlar ve hatta kimileri bir kez daha böylesi bir dayanışmaya girdikleri için mutlular. İçlerinden keskin dilli bir tanesi, bize hiçbirimizin aklına gelmeyecek bir isim veriyor oracıkta: 'Hada Muchayem Lajiyin Israeliyin!' - 'İsrailliler için bir mülteci kampı'.

"Gülüyoruz bu ufak şakaya. Tabii ki arada hiç benzerlik yok – veya belki de azıcık birşey var mı ne? Rothschild'ın çocukları (Allah onlara yardım etsin, protestolarında muratlarına erdirsin) güya istedikleri an her şeyi, bırakıp geldikleri yere gitmekte özgürler. Öte yandan biliyorlar ki; malları mülkleri, toprakları veya başlarının üzerinde bir çatı olmadan İsrail barınak zincirinin en dibinde yaşamaya mahkum edilmiş durumdalar. Aramızdaki kadınlardan bazıları – coşkulu, merak ve eğlence tutkusu dolu kadınlar – yaşamlarının çoğunu “gerçek” mülteci kamplarında geçirdiler. Kimileri orada doğmuşlardı, kimi evlenip Batı Şeria kasaba ve köylerinin etrafında çadırdan bozma kırık dökük evlerde oturan büyük ailelerin kaderlerini paylaşmaya gittiler.

İsrail'in ülke çapındaki “mülteci kamplarının” öfkeli sakinleri bu günlerde onları 2011 yazındaki koşullara götüren yanlış bilinçten uyanma yaşamaktalar. Kolay bir süreç değil, ama sorunlarımızın köküne inmeye de tamamen değecek bir süreç. Geçen haftasonu Tel Aviv'de çatı katlarında köylerden ve mülteci kamplarından dostlarımızla kucaklaşabilme ayrıcalığına sahip olmuş olanlarımız asla bir zamanlar düşman olduğuna inandırıldığımız bu insanlarla kurduğumuz sıcak, insani bağları bir kenara bırakmaya ikna olmayacağız. Yalnız düşünelim: geçtiğimiz onlarca yıl boyunca yahudi olmayan herkesin “nüfusumuza bir tehlike” olduğu yönündeki ahmakça görüşü güçlendirmeye harcanan kaynaklarla ne de güzel evler yapılır.”[6]

Şehrin en büyük ikinci çadırkentinin duyduğu Güney Tel Aviv'deki Levinsky Parkı'nda İsrail çapında eylemler devam ederken yüzü aşkın Afrikalı göçmen ve mülteci protestoların hali hazırdaki durumuna dair tartışma yapmak için toplandı.[7]

Kesintilere, kemel sıkmalara boyun eğmeye gerek yok

Pek çok eylemci, sonu gelmez 'güvenlik' ve 'terörizm tehditi' naralarının nasıl insanların büyüyen ekonomik ve toplumsal sefaleti kabul ettirmek için kullanılmasından duydukları öfkeyi anlattılar. Kimileri hükümetin protesto hareketini bölmek ve 'milli birliği' yeniden sağlamak için askeri çatışmalar ve hatta yeni bir savaş provoke edebileceğini söylüyorlar.[8] Bir yandan da Netanyahu hükümeti ters ayak üstüne basmış, gafil avlanmış ve hareketin hararetini almak için her türden iyileştirme tekliflerini yapmaya çalışır gözüküyor. Şu noktada askeri durum ile toplumsal durumın birbirlerine ne denli yakından bağlı olduklarına dair artan bir bilinç mevcut.

Her zaman olduğu üzere, işçi sınıfının maddi durumu bilincin gelişimine anahtar ve mevcut toplumsal durum yaklaşan askeri duruma sınıfsal bir noktadan yaklaşma ihtimalini hızla arttırmakta. Sermayenin sol kanadının sıkça Filistinlilerin çaresizliğinden beslenen 'ayrıcalıklı' bir tabaka olarak sunduğu İsrail proletaryasına İsrail'in savaş seferberliği için çok ciddi bir bedel ödetiliyor: İsrail proletaryası bu bedeli canıyla, korkuyla ve sefalet dolu bir yaşamla ödemek zorunda bırakılıyor. Mevcut hareketin arkasındaki temel meselerden birine bağlı çok somut bir örnek, barınma: hükümet işgal altındaki bölgelerdeki inşaatlara, İsrail'in geri kalanındaki inşaatlara yatırdığından kat kat fazla oranla para akıtıyor.

İsrail'deki mevcut hareketin önemi, bütün kafa karışıklıklarına ve tedirginliklerine rağmen, İsrail'de gözüken ulusal bütünlük içerisindeki sınıf sömürüsü ve sınıf kavgasının varlığını kesin ve net olarak gözler önüne serişidir. İşçi sınıfının yaşam koşullarını savunusu, ister istemez savaşın dayattığı fedakarlıklarla çatışacaktır; ve sonuç olarak savaşın ortaya attığı bütün siyasi meseleler ortaya konulmak, tartışılmak ve netleştirilmek zorunda kalacaklardır: İsrail'deki ve işgal altındaki bölgelerdeki Apartheid kanunları, işgalin vahşeti, zorla askere alınma... Siyonist ideolojiye ve yahudi devletinin yalan idealine kadar her şey. Şüphesiz bunlar zor ve hareketi bölme ihtimali bulunan meselelerdir ve hareket nezdinde bu meseleleri doğrudan ortaya atmamak yönünde güçlü bir çaba süregelmiştir. Fakat siyasetin bütün toplumsal çelişkilere bir yolunu bulup sızmak gibi bir huyu vardır. Bunun bir örneği eylemciler ve aşırı sağın Arapları İsrail'den atmak isteyen kahanistler ve eylemcileri hainler olarak gören aşırı dinci yerleşmeciler gibi eğilimleri arasındaki büyüyen çatışmadır.

Fakat bu sağcı ideolojileri reddetmiş hareketin sermayenin sol kanadının Filistin milliyetçiliğine destek, iki devletli çözüm veya 'demokratik laik devlet' gibi formüllerinden birini benimsemesi de hareketi bir adım ileri götürmez. Kapitalist kemer sıkma politikaları karşı uluslararası kalkışma dalgası bambaşka bir çözümün kapısını aralamaktadır: dini veya milli bütün ayrımların ötesinde bütün sömürülenlerin dayanışması; bütün ülkelerde nihai hedefi dünya genelinde devrim olan ve milli sınırların ve devletlerin sonunu getirecek sınıf kavgası. Bir veya iki yıl önce belki pek çok kişiye bu perspektif tamamen ütopik gözükebilirdi. Bugün, sayıları gittikçe artan kitleler küresel sermayenin çöken düzenine karşı küresel devrimi gerçekçi bir alternatif olarak görüyorlar.

Amos

 


 

1. ‘The real importance of the tent protest'

2. https://libcom.org/forums/news/israelis-take-street-protesting-rising-pr...

3. https://leninology.blogspot.com/2011/08/few-observations-on-israels-prot...

4. Sami Kişavi, Sixteen Minutes to Palestine

5. https://libcom.org/forums/news/israelis-take-street-protesting-rising-pr...

6. https://mondoweiss.net/2011/08/will-israels-tent-protesters-awaken-to-th...

7. https://mondoweiss.net/2011/08/will-israels-tent-protesters-awaken-to-th...

8. https://www.youtube.com/watch?v=6i6JKSGEs8Y&feature=player_embedded#at=31

Tags: 

“Muhsin Yazıcıoğlu'nu Kim Öldürdü?” : Burjuvazinin Timsah Gözyaşları

''(...)Biz oranın kütüphane olmasından yanayız. Müze filan olması doğru şeyler değildir. Neyin müzesini yapacağız? O zaman Türkiye'nin her köşesini müze yapmak lazım.'' – Muhsin Yazıcıoğlu [1]

BBP (Büyük Birlik Partisi) eski genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, 2009 yılında kendisine Sivas'ta gerçekleşen ve 33 kişinin yanarak ya da dumandan boğulmak suretiyle hayatını kaybettiği Madımak yangını ile ilgili yöneltilen sorular üzerine bu şekilde cevap veriyordu. Aslında Nazım Hikmet'in “Benerci Kendini Niye Öldürdü?” adlı oyununun başlığını çağrıştırması açısından, ifadede mübalağa yapmayı tercih etmemizle birlikte, bugünlerde burjuvazinin arkasından timsah gözyaşları döktüğü bu kişinin arka planı aslında hiç de öyle göründüğü gibi değil. Ne de olsa eğer gerçekten “görünen, gerçek olsaydı”, “bilime gerek kalmazdı”.[2]

Gündemin son günlerini meşgul eden bir kaza olarak, alıntıladığımız sözlerin sahibi, 25 Mart 2009'da bir seçim konuşması için Kahramanmaraş'tan hareket eden helikopterin düşmesi sonucu ölmüştü. Kazada, BBP yöneticileri ile birlikte helikopterin pilotu da ölmüştü. İddiaya göre; araç, pervanesinin dağa çarpması sonucu düştüğü söyleniyordu. Burada kazanın anatomisi yerine gerçekleşme zamanı, kaza sonucunda ölen kişinin ardından iddia edilenler üzerinde birkaç kelam etmek gerektiğini düşünüyoruz.Bundan önceki bir yazılarımızda güncel gelişmeleri, burjuvazinin kimi zaman darbeler[3], kimi zaman da gizli görüşmeler[4] ile nasıl yönlendirdiğini göstermeye çalışmıştık. Hakim sınıfın makyavelizmlerinde güncel bir perde olarak, bizler de bu sefer, bu sınıfın her zaman kullandığı bir yöntemi ile karşı karşıyayız: “Manipülasyonda sınır yok!”. Kapitalizmin de ahlakı yok.

Konu ile ilgili ilk tartışma geçtiğimiz haftalarda cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yaptığı açıklamalar ile başlamış oldu. Twitter gibi sosyal medya kullanımında medya ve burjuvazinin boyalı basını tarafından “örnek” gösterilen Gül'e göre Muhsin Yazıcıoğlu ölmemiş, bir kazada hayatını kaybetmemiş; öldürülmüştü. Bütün bunları da kendisine “vatansever bir subay”dan gelen ve kazadan hemen sonra kaza yerinde çekildiği belli olan video görüntülerini[5] seyrettikten sonra söylüyordu. Görüntülere bakıldığında, resmi kıyafetli unsurlar, düşen helikopterin kara kutusunu çıkarmaya çalışıyorlardı. Bunun üzerine bir anda ortalık alevlendi, burjuva siyasetinde yer alanlardan birbiri ardına açıklamalar gelmeye başladı. Hatta AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ, “Muhsin Yazıcıoğlu, demokrasiyi askıya almak isteyenleri tespit ve deşifre etti” derken, BBP eski başkanının öldürüldüğüne dikkat çekmişti.[6] Burjuvazi hep birlikte yine aynı koroyu toplamış, yine aynı repertuarı sahneye koymuştu: “Demokratikleşiyoruz!

Burjuvazi belli dönemlerde kendi “işleri” için kullandığı, buradan hareketle belli bilgilere vakıf olan, o süreçlere hakim taşeron unsurlarını, yeri geldiğinde yine kullanmak için sahneye sürerken bir taraftan da “sahneden çekme” görevini de yerine getirir. Bu noktada, Muhsin Yazıcıoğlu'nun geçmişinde ne gibi görevleri gerçekleştirdiğine şöyle bir kabaca bakmış olmamız bile artık burjuvazi tarafından neden tedavülden kaldırılmaya gerek görüldüğünün anlaşılması için yeterlidir. Bu açıdan bir gözatıldığında bile, devletin yine kendi “işleri” için yönlendirdiği ve sınırsız imkanı emrine amade kıldığı Abdullah Çatlı'nın Ankara'da “gözaltına alınması”nın ardından telefon ile arayarak “Çatlı'yı serbest bırakmazsanız Ankara'nın her yanında bomba patlatırız!” diyen, Bahçelievler Katliamı'nın[7] organizesi işinde yeralan, Piyangotepe'de[8] yapılanların faili “yönlendirici”si[9] ve türlü “temizliğe” katılan zamanının Çatlı ile birlikte TUŞKO (Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu) yöneticisi, açığa çıkmış, çıkmamış türlü bağlantısı ve bilgisi ile “faili” açık olan bir olayın “talihsiz” öznesi olan, tescilli ve katmerli bir katil ile karşı karşıya kalıyoruz.

Hrant Dink suikasti, Alperen Ocakları (BBP'nin gençlik yapılanması) ile bağları bulunan unsurların bu suikastten ötürü gözaltında alınmaları ve tutuklanmaları, hatta Erhan Tuncel'in devlet adına istihbarat işleri için çalıştığının da ortaya çıkması ve son dönemde hükümetin (ve de aslında devletin) sözcülerinin, MİT-PKK görüşmelerinin medyaya sızmasının ardından sarfettiği “hükümet değil, devlet görüşür[10] serzenişlerinin fondan hissettirdiği hazin yankısı eşliğinde, bu gündemin, eski emniyet genel müdürü ve içişleri bakanı Mehmet Ağar'ın, 3 Kasım 1996'da gerçekleşen Susurluk Kazası[11] davası kapsamında göstermelik 5 yıla “mahkum edilmesi”nin denk gelişi de “hoş” bir sürpriz, hükümetlerin değil, arka planda aslında devlet(ler)in işlediğinin, hükümetlerden ziyade köklü olarak toplumsal hayata kök salmış başlıca düşmanın aslında istediği zaman “görüşen”, istediği zaman “ortadan kaldıran”, gözaltında kaybeden, delilleri yokeden, gerektiğinde katleden çöken kapitalizmin devletinin iğrenç karakteristiğinin bir kanıtı olmuş oldu.

Zamanında kapitalist devlet aygıtının toplumsal olarak erişemediği kör noktalara gönderip “temizlikler” yaptırdığı, ardından 1980'deki askeri darbe ile “bakın biz hem solcuları, hem de sağcıları yargılıyoruz”, böylece “aslında konu bundan ibarettir” imajı vererek gözaltına alıp “itirafçı” icad ettiği, burjuvazinin taşeronu, katili, bugün ardından timsah gözyaşları dökülen[12], 2002 seçimlerinde MHP'den 3 milletvekilinin partilerinden istifa ederek BBP'ye geçiş yapmasıyla birkaç saatte cebine 2,8 trilyon indiren[13], adına spor kompleksleri yapılan[14] çok müstesna, çok aziz bir insanmış gibi gösterilmeye; buradan da düzen, aslında bir taşla birçok kuşu vurabilmeye, hem “Faili meçhullerin artık failleri meçhul değil!” mesajı, kitleler nezdinde meşrulaştırılıyorken, hem de geçmişi ile hesaplaşan bir hükümet/devlet yönetiminin herşeyi kontrol altında tuttuğu imajı sağlamlaştırılmaya, ulus devletin sunduğu “güveni” pekiştirmekte ve tebaasını mümkün kılmaya çalışılmaktadır.

Burjuvazi yakınmaya devam etsin, bizler onların aynı yahnini tuzu, aynı kibritin suyu, aynı yolun yolcusu olduğunu da biliyoruz. Sömürü, baskı, yoketme üzerine kurdukları dünyalarını nasıl ayakta tutuyorlarsa, aynı şekilde devam ettikleri kutsama ritüelleri ile işçi sınıfı nezdinde zehirli enformasyon akışlarını sınıfın damarlarına enjekte etmeye devam ediyorlar.

O halde “Yazıcıoğlu'nu kim öldürdü” diye sorarken, kapitalizmi kim gömecek diye de zamanı gelince aynı sınıf, sorulmadan cevap verecektir. Evet, bugün Madımak Hoteli müze yapılamıyor ancak “katiller”in aranıyor, adına spor kompleksleri inşa ediliyor; “rahat uyu(!)” Yazıcıoğlu! Şimdi hangisi daha “masum” geliyor? Yavuz Turgul'un “Muhsin Bey”i mi[15], yoksa hizmet ettiği katliamcı sınıf ve onun makyavelist iç hesaplaşmalarının görünen yüzü Muhsin Yazıcıoğlu mu?

Bunçuk


1.https://www.haberform.com/haber/bbp-muhsin-yazicioglu-madimak-oteli-madi...

2.https://tr.wikiquote.org/wiki/Karl_Marx

3.https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/12-eyluel...

4.https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/burjuvazi...

5.https://www.nationalturk.com/muhsin-yazicioglu-helikopter-kazasi-cihazla...

6.https://www.ntvmsnbc.com/id/25282891/

7.https://tr.wikipedia.org/wiki/Bah%C3%A7elievler_katliam%C4%B1

8.https://tr.wikipedia.org/wiki/Piyangotepe_Katliamı

9.https://www.ntvmsnbc.com/id/25247595/

10.https://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-hukumet-degil-devlet-gorusur-dem...

11.https://tr.wikipedia.org/wiki/Susurluk_kazası

12.https://www.haber7.com/haber/20090328/Erdogan-Yazicioglu-icin-gozyasi-do...

13.https://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=45974

14.https://www.bahcelievler.bel.tr/bpi.asp?caid=171&cid=734

15.https://tr.wikipedia.org/wiki/Muhsin_Bey

Tags: 

2011 - Haziran

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (1)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi

1889 senesinde, dönemin farklı sosyal demokrat partilerini bir arada toplamak amacıyla Almanya, Fransa ve Belçika gibi Batı Avrupa ülkelerinin sosyalist partileri tarafından başlatılmış bir girişimin sonucu olarak, gelecekte dünya genelinde komünist hareketlerin çoğunluğunun içerisinden çıkacağı İkinci Enternasyonal isimli örgüt kuruldu. Kuruluşundan çöküşüne kadar Batı Avrupa merkezli bir yapı olarak kalsa da ve merkezileşmiş bir yapıdan ziyade ulusal partilerin bir federasyonu olarak tasarlanmış olsa da, Kuzey ve Güney Amerika’dan Uzakdoğu’ya, İkinci Enternasyonal dönemin dünya genelindeki bütün sosyalist hareketleri için bir çekim ve yönelim noktası olacaktı.

Esasında, İkinci Enternasyonal’in kuruluşunun öncesinde de Batı Avrupa dışındaki kimi ülkelerde sosyalist örgütler ortaya çıkmaya başlamıştı. Öte yandan sosyal demokrat partiler ancak Enternasyonal’in kuruluşunun ardından yaygın olarak şekillenmeye başlayacaklardı. 1891’de, Dimitar Blagoev öncülüğünde Bulgar Sosyal Demokrat Partisi kuruldu. Blagoev’in partisi, 1894’de Yanko Sakazov’un Bulgar Sosyal Demokratlar Birliği isimli örgütüyle birleşerek Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi ismini alacaktı. 1892’de bir yıl sonra Rosa Luxemburg ve Leo Jogiches önderliğindeki Polonya İşçileri Birliği grubunun kendi partilerini kurmak için terk edeceği Polonya Sosyalist Partisi kuruldu. 1896'da Güney Amerika'nın ilk sosyalist partisi olan Arjantin Sosyalist Partisi ortaya çıktı. 1898'de, Rusya'da George Plekhanov, Vera Zasulich, Pavel Axelrod gibi Marksistlerin on beş yıl önce kurdukları Emeğin Kurtuluşu örgütünün attığı tohumlardan, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi doğdu. 1901'de Sen Katayama önderliğinde Japonya Sosyal Demokrat Partisi, 1903'te Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin Erfurt programını benimseyen Sırp Sosyal Demokrat Partisi kuruldu. 1904'te Azerbaycan'da, Orta Asya'daki işçilere hitap etmesi amacıyla Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi denetiminde Müslüman Sosyal Demokrat Hümmet Partisi kuruldu. Bu partiyi 1905'te kurulan İran Sosyal Demokrat Partisi izledi. 1909'da Platon Drakoulis'in öncülüğünde Yunan Sosyalist Partisi kuruldu.

İkinci Enternasyonal'in kuruluşunun ardından, Batı Avrupa dışında partileşmeye başlayan sosyalist eğilimlerin büyük çoğunluğu, Batı Avrupa'daki partiler gibi işçi hareketinden geliyorlardı ve işçi hareketi temelinde güçlenmekteydiler. 1890 ile 1910 arasındaki dönemin kapitalizminin getirdiği koşullar, kurulan partilerin, Batı Avrupa'daki devasa partiler kadar olmasa da, kimi ülkelerde ciddi bir biçimde kitleselleşmesine olanak tanıdı. Bununla bağlantılı olarak ise, yine Batı Avrupa partilerini etkileyen oportünist, reformist ve revizyonist eğilimler, Batı Avrupa ülkeleri dışındaki partilerde de ortaya çıkmaya başladı ve bu partilerde de bu eğilimlere tepki olarak uzlaşmalara sıcak bakmayan sol kanatlar gelişti. Aynı şekilde, tıpkı Batı Avrupa ülkelerindeki sosyalist partiler gibi, öteki sosyalist partiler de enternasyonalizm sloganını savunduklarını söyleseler de, partilerin içinde hangi unsurların gerçekten enternasyonalizme bağlı olup hangilerinin olmadığı daha keskin bir biçimde sınanmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda ortaya çıkan işçi hareketi ve sosyalist hareket de temel hatlarıyla bu genel durumun çerçevesinde ortaya çıkacak ve gelişecekti.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Sanayileşme, Kapitalizm ve İlk İşçi Mücadeleleri

Osmanlı İmparatorluğu'nda burjuvazinin doğuşunun ve kapitalizmin Osmanlı topraklarında yayılmaya başlayışının temelinde, şaşırtıcı olmayan bir biçimde kapitalist Batı ile olan ilişkiler bulunmaktaydı. Yine şaşırtıcı olmayan bir biçimde kapitalist ilişkileri Osmanlı toplumuna ilk sokanlar, Batı ile ilişkileri daha yakın olan ve toplumun önemli bir kesimini oluşturan gayri Müslim kesimdi. Gayri Müslim burjuvazinin gelişimi özellikle başlangıçta Batı sermayesine, ticaretine ve himayesine doğrudan bağlı bir biçimde gerçekleşmişti. Gayri Müslimler arasından çıkan kapitalizm öncesi dönemin tüccarları ve esnafları, bu kesimin ciddi bir parçası olmasalar da, işlerini büyüterek, zenginliklerin topraktan ve toprağın işlenişinden kaynaklandığı bir ortamda kapitalist sermaye birikimi gerçekleştirmeye başlayarak giderek artan bir önem kazanmaktaydılar[1].

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, gayri Müslim burjuvazinin ortaya çıkan ve öncelikle gayri Müslim toplum içerisinde kendisini gösteren bu sosyal egemenlik durumu, bilinçsel ve ideolojik bakımdan da kendisini gösteriyordu. Gayri Müslim burjuvazi, köylere kadar uzanan okullar kurarak burada pozitif bilimler öğretiyor, ayrıca liberalizm ve milli ideolojiler gibi yeni burjuva fikirleri yayıyordu. Böylece şehirlerde sanayileşme ve kapitalist ilişkiler başlarken, hem kırsalda hem de şehirlerde ilk defa burjuva ideolojisi yayılmaya başlamış oluyordu. Köyden kente göç yoğunlaştıkça kentlerde oluşmuş olan fabrikalardaki iş gücünü oluşturacak bir işçi sınıfı da meydana gelmeye başlamıştı. Fakat Osmanlı devletinin zirvesi, kendi düzenine ve dünya görüşüne tamamen aykırı gördüğü bu gelişmelerden hoşnut değildi ve çareyi bir hayli baskıcı bir yaklaşım benimsemekte buldu. Bu baskı koşulları da gelişen burjuvazinin ideolojisinin özellikle milliyetçi yanının bilenmesini sağlayarak Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk ulusal kurtuluş mücadelelerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Gayri Müslim burjuvazinin belirli bölgelerde Rumlar gibi kimi kesimleri kendi burjuva devletlerini kurmayı başarırken, çoğunlukla Ermeniler gibi farklı kesimleri, Rumların aksine nüfusta çok yoğun oldukları özel bir bölge olmadığı için, bütün önemlerine rağmen bunu başaramadılar. Bu bağlamda gayri Müslimlerin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki sanayi burjuvazisi olma önemi devam etti. Ayrıca bu yükselen gücün siyasi etkisi de Osmanlı İmparatorluğu siyasetine etki etmeye başladı. Hem gayri Müslim burjuvazi, hem de onu destekleyen Batı kapitalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki baskılar karşısında çeşitli reformlar yapılmasını istemekteydiler[2].

Öte yandan bu güçlerin, şaşırtıcı bir biçimde benzer isteklere sahip, beklenmeyen bir ‘müttefiki' daha vardı. Bu müttefik, Osmanlı devlet bürokrasisi idi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son birkaç yüzyılda, diğer devletlerle rekabet etmedeki başarısızlığı sonucunda, devlet bürokrasisi içerisinde Batı ülkeleriyle rekabet edebilmek için yalnızca gelişmiş silahlar değil, ayrıca teknoloji, burjuva idari yöntemleri, sanayi ve bilime gerek olduğu yönünde düşünceler filizlenmeye başlamıştı. Bu bağlamda tarihsel olarak bir hayli ilginç bir biçimde, eski rejimi sembolize eden devletin tabanı mevcut koşullar dâhilinde radikalleşmeye ve eski rejime karşı toplumun kapitalistleşmesini ve hatta modern burjuva demokratik devlet modeline geçilmesini savunmaya başladı. Bu durum Osmanlı Devleti içerisinde de kapitalist ilişkilerin, nüveler halinde olsa da ortaya çıkmaya başlamasına yol açıyordu[3]. Bu genel durumun ciddiyetini gösteren etkileri Yunanistan'ın kurulması (1829), Bulgaristan ve Sırbistan'ın bağımsızlık elde etmesi (1876 ve 1878) ve Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenlerin mevcut iç ve dış dinamikler doğrultusunda ilk tarihsel öneme sahip taviz sayılabilecek Tanzimat Fermanı (1839) ve sonrasında 1. Meşrutiyet'in ilanı (1876) ile ortaya çıkmaya başladı. Bütün bunlar Osmanlı toplumunda kapitalist ilişkilerin, temelde iki koldan (gayri Müslim sermaye ve devlet bürokrasisi) hızla ilerlemekte olduğunu göstermekteydi. Ayrıca 1830'lardan itibaren Müslüman kesimde de özel sanayi zanaatın yerini almaya başlamıştı[4].

Kaçınılmaz olarak, toplumda ortaya çıkan kapitalist ilişkiler kısa süre içerisinde proleterleşmiş binlerce kişinin ortaya koyacağı sınıfsal mücadeleleri de beraberinde getirdi. 1800'lerden itibaren ortaya çıkmakta olan fabrikalarda protestoların yanı sıra yüksek olan vergilere karşı da İmparatorluğun çeşitli yörelerinde protestolar gerçekleştirildi. Fakat işçi hareketinin Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk yaygın biçimi, ilk fabrikalarda yapılmaya başlayan makineleri kırmak gibi sabotaj yöntemleriydi. Bu tür eylemlerden, 20. yüzyıla yaklaşırken yaygınlaşmaya başlayan grevlere kıyasla daha etkisiz oldukları için vazgeçildi fakat o zamana kadar devam ettiler. Hükümetin bu tür eylemlere karşı tavrı ise bir hayli baskıcı idi. Osmanlı Devleti'nde şu ana kadar araştırmalar sonucunda saptanmış ilk grev 1863'te Ereğli kömür madenlerinde örgütlendi. Fakat mevcut kayıtlara göre grevler 1870'lerin başında yaygınlaşmaya başladılar. 1872'de tersanede çalışmak için getirilmiş İngiliz işçilerin bir günlük grev yapmasının ardından, Şubat ayında Beyoğlu telgrafhanesi işçileri greve çıktılar. Nisan ayında ise Haydarpaşa-İzmit demiryolunda çalışan işçilerin grevi vardı. Bu dönemde sanayi hızla gelişmekteydi ve bu gelişim için İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerden pek çok uzman ve işçi getirtilmişti. Özellikle Haydarpaşa-İzmit demiryolu grevinde, bu işkolunda çalışan bütün işçiler birlikte harekete geçtiler. Bu durum, mücadele deneyimi daha az olan yerli işçilerin, Avrupa'dan gelmiş işçilerle iyi ilişkiler kurmasını, görüş alışverişi yapmasını ve Avrupa işçi sınıfının deneyimlerine dair birinci elden bilgi edinebilmesini mümkün kıldı. O dönemde işçilerin çeşitli mahallelerde birlikte oturmaları ve nüfusun çok yoğun olmaması da, bu deneyim ve kazanımların mahalleden mahalleye, kahveden kahveye yayılmasına olanak tanımış oldu. Ocak 1873'te yüzlerce yerli Hıristiyan ve Müslüman Kasımpaşa tersane işçisi birlikte bir hafta grev yaptı. 1875'te bu defa bini aşkın yerli ve yabancı işçi yine birlikte, korkunç sömürü koşullarına karşı greve gitti[5]. 1876 Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbinde önemli işçi eylemlerinin gerçekleştiği bir yıl oldu. Sadece İstanbul'da feshane, darphane, fişekhane fabrikalarında, tersanelerde ve ayrıca tramvay ve demiryolu işletmelerinde çalışan farklı etnik kökene sahip işçiler grevler ve yürüyüşler düzenlediler. Ayrıca Kocaeli demiryolu işçileri de greve gitmişti. İzmir'de gerçekleşen dokuma işçilerinin grevinde ise ilk defa bir işçi komitesi ortaya çıkacaktı. 1876 grev dalgasına binlerce işçi katılmıştı[6]. 1895'e kadarki süreçte de grevler, azalarak da olsa devam ettiler. Öte yandan biraz geç de olsa sınıf mücadelesinin rejime tehlikelerinin farkına varmış olan Sultan II. Abdülhamit'in 1878'den itibaren belirginleşmiş olan baskı rejimi, bu tarihten sonra işçi sınıfını ciddi bir biçimde hedef aldı. Yoğun baskılar grevlerin gerçekleşmesini tamamen durduramasa da, grevleri birkaç yılda bir gerçekleşen nadir olaylar haline getirerek işçi mücadelelerinin gelişimini bir süreliğine de olsa yavaşlatmayı başaracaktı. Ancak, işçi sınıfı 1902'den itibaren daha kitlesel ve militan bir biçimde mücadelelerine devam etti[7]. Ayrıca, bütün bu tecrübelerle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyalist eğilimler ve militan işçi örgütleri de ilk defa ortaya çıkmaya başlayacaklardı artık.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Sosyalizmin Doğuşu

Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk sosyalist partisi, 1890'da kurulan Devrimci Hınçak Partisi'ydi. Devrimci Hınçak Partisi, üç yıl önce kurulan Hınçak (Çan) isimli yayın çevresi temelinde kurulmuştu[8]. Bu yayın, Cenevre'de öğrenim görmekte olan ve Kafkas ve Rus devrimci hareketinden çıkma yedi Marksist eğilimli Ermeni tarafından kurulmuştu. Hınçak yayınının kurucularının isimleri Avetis Nazarbekyan, Maro Vardanyan, Kevork Haraçyan, Ruben Han-Azat, Christopher Ohanyan, Gabriel Kafyan ve Manuel Manuelyan idi[9]. Osmanlı İmparatorluğu'nda Hınçak çevresinin fikirlerini getiren ilk kişi Ruben Han-Azat olacaktı. 1889'da Cenevre'den İstanbul'a taşınan Han-Azat, aynı yıl ilk siyasi Hınçak teşkilatlarını da örgütlemeye koyuldu[10]. Han-Azat'ın giriştiği bu örgütlenme, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk sosyalist örgütlenmesi unvanına da sahip olacaktı. Dolayısıyla, 1890'da kurulacak olan parti de, imparatorluğun ilk sosyalist partisi olma unvanını elde edecekti. Temelleri Avrupa'da atılmış olmasına rağmen Hınçak çevresinin odak noktası Osmanlı İmparatorluğu idi. Öte yandan, Devrimci Hınçak Partisi, bir Osmanlı örgütünden ziyade bir Ermeni örgütüydü, dolayısıyla Kafkaslarda, İran'da ve Avrupa'da da varlık gösterecek ve özellikle Kafkasya sorunlarından ciddi bir biçimde etkilenecekti.

1888'de çevre Hınçak dergisinde azami ve asgari programlarını yayınladı. Hınçak azami programında şöyle deniliyordu:

"Şimdiki toplumsal sistem adaletsizlik, baskı ve kölelik üstüne kuruludur. Ekonomik köleliğe dayanan bu örgüt¬lenme, ancak yumruklarının gerçeğine inanan, işçi sınıfını yağmalayan, böylelikle de insan ilişkilerinde eşitsizlik ve adaletsizlik yaratan kuvvet sahipleri arasında gelişebilir. Bu eşitsizlik, yaşamın ekonomik, siyasal, toplumsal ve maddî bütün alanlarında ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın küçük bir azınlığı, emek gücünün teri ve kanı pahasına iktidarı eline geçirmiş ve pekiştirmiş, toplumsal ve siyasal ayrıcalıklar edinmiştir.

Özel mülkiyet, bütün insanlığın türlü biçimlerdeki köle¬liğine dayanmaktadır. Bugün dünyayı yöneten azınlığın temel ilkesi ve başlıca niteliği, budur.

Bu acıklı ve haksız duruma, ancak sosyalist örgütlenme, halkın doğrudan iktidarını kurup koruyarak, herkese top¬lumsal işlerin düzenlenmesine gerçekten katılma olanağı vererek çare bulabilir. Sosyalist sistem insanların doğal ve yadsınamaz haklarını gerçekten savunur; her bireyin bütün güçlerini, bütün yetenek ve olanaklarını çeşitli biçimler al¬tında tam olarak geliştirmesini destekler; her türlü toplum¬sal ve ekonomik ilişkiyi barış içinde, örgütler, halkın irade¬sinin gerçek ifadesi olur.

Bu temel inançlar doğrultusunda, Hınçak grubu sosyalisttir."[11]

Asgari program ise, Hınçak çevresinin örgütlenme hedefi olarak Osmanlı İmparatorluğu'nu ve özellikle de Türkiye Ermenistan'ını gördüğünü açıkça ortaya koymaktaydı:

"Türkiye Ermenistan'ındaki Ermeni halkı, bugün siyasal ve ekonomik kölelik zincirlerine vurulmuş bir cemaat ha¬linde yaşamaktadır. İktisaden müflis bir hükümetin yöneli¬minde birbirini izleyen her malî bunalımda iki ya da üç katına çıkan çeşitli dolaylı ve dolaysız vergilerle ezilmektedir. Topraklarına hükümet tarafından sürekli olarak saldırıl¬makla, emeklerinin ürünleri de gerek devletin gerekse özel kişilerin yağmasına uğramaktadır. Bu koşulların arasına sı¬kışmış insanlar, ancak hükümeti ve doymak bilmez sınıfları beslemek için çalışmakta ve üretim yapmaktadırlar.
(...)
Halkı yoksullu¬ğundan kurtarmak, doğru yola çıkarmak ve nihai amaç olan sosyalist örgütlenmeyi gerçekleştirmesine olanak sağlamak için, Türkiye Ermenistan'ında her şeyden önce, kısa erimli amaçlar olarak, geniş tabanlı bir demokrasinin ku¬rulması, siyasal özgürlüğün ve ulusal bağımsızlığın olması zorunludur."
[12]

Hınçak çevresinin özellikle azami programında, İkinci Enternasyonal'in aşamalı devrim anlayışının izleri net bir biçimde mevcuttu. Hınçak grubu ilk hedefini Türkiye Ermenistan'ının ulusal kurtuluşu olarak koyuyordu ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde, sosyalizmin böylesi bir gelişme olmadan mümkün olmayacağını ifade ediyordu. Ortaya konulan program, dönemin sosyal demokrasisinin sınırlarının dışına çıkmıyordu. Komünist Manifesto'yu Ermenice'de ilk defa yayınlayan da Hınçak grubu olacaktı. Öte yandan Hınçak çevresi her ne kadar Ermeni milliyetçi hareketinde mevcut olan Ermeni sorununun çözümü için Batılı güçlerden medet umma yaklaşımını eleştirse de, çevre Müslüman nüfusun desteğini kazanmaya önem verip Türkçe yayınlar çıkarsa da, görüşlerinde Ermeni milliyetçiliğinin etkisi de mevcuttu. Ayrıca Hınçak grubu, bireysel silahlı eylemlerin gerekliliğini de savunmaktaydı[13]. Bu da Hınçak liderleri arasında Plekhanov kadar, Rus narodnik (popülist) geleneğinin de etkisi olduğunu açıkça göstermekteydi. Zaten çevrenin ismi olan Hınçak da, narodnik geleneğinin babası sayılan Alexander Herzen'in Kolokol isimli dergisinin Ermenice'ye çevirisinden gelmekteydi[14].

1890 yılının yazında Tiflis'te Devrimci Hınçak Partisi temsilcisi olarak bulunan Ruben Han-Azat, kimileri Rus sosyalist-devrimci partisi geleneğinden gelen, kimileri ise sosyalizm karşıtı olan Ermeni milliyetçilerinin oluşturduğu yeni bir örgütlenme girişiminin kuruluş toplantısına katıldı. Bu girişim, toplantıdan sonra Ermeni Devrimci Federasyonu ya da daha iyi bilinen ismiyle federasyon anlamına gelen Taşnaksutyun ismini alacak olan yapılanmaydı. Sosyalist-devrimci parti geleneğinden gelen Christopher Mikaelyan ve Simon Zavaryan gibi Taşnak liderlerinin, sosyalizmden bahsetmeden sosyalizmi savunan bir manifesto üretmedeki insanüstü çabaları sonucunda, Devrimci Hınçak Partisi kısa bir süreliğine yeni partiye dâhil olmayı kabul etti[15]. Öte yandan, bu yeni birliktelik, yalnızca altı ay sürecekti. Kafkasya'da Taşnak örgütlerine dâhil olan Devrimci Hınçak Partisi militanları örgütlenmelerden dışlanmakta ve hor görülmekteydi. Daha da önemlisi, kuruluş toplantısının ardından Taşnak örgütünde ipleri elinde tutan kesimin Mikaelyan ve Zavaryan gibi sosyalistler değil, sosyalizm-karşıtı kesim olduğu ortaya çıkacaktı. Mayıs 1891'de, Devrimci Hınçak Partisi, Taşnaklarla hiçbir alakası olmadığını ifade eden bir açıklama yapacaktı[16].

Kurulduğu 1890'dan 1896'ya kadar Devrimci Hınçak Partisi, ciddi bir faaliyet dönemi içerisinde bulundu. Öte yandan bu faaliyetler, Marksist eğilimli bir sosyal demokrat partinin girişeceği türden eylemler değil, büyük ölçüde milli temelde ve narodnik tarzında gerçekleştirilen eylemlerdi. 1896'ya kadar Hınçaklar, devletin o dönemde Ermenilere yönelik katliamlara varan baskılarına karşı Kumkapı ve Babıali eylemleri gibi kitlesel gösteriler düzenlediler; Sason, Zeytun ve Van gibi yerlerde silahlı direnişlere giriştiler. Öte yandan, 1892'de Tiflis'de kurulan ve Gümrü, Kars, Gence ve Bakü gibi Kafkasya şehirlerinde örgütlenen Devrimci Ermeni İşçileri Derneği'nde belirli bir etkinlik edinmenin dışında, 1888'de yayınladıkları programda vurgulanan işçi ve köylü mücadelelerinde faal bir rol oynama ve katkı sunma görevini yerine getirmekten uzak kaldılar[17]. Devrimci Hınçak Partisi kurulduğu yıllarda, ulusal kurtuluş hareketleri ile işçi sınıfının mücadelesi arasında bir çelişki belirgin bir biçimde ortaya çıkmış değildi. Hınçak dergisinin kurucusu ve Devrimci Hınçak Partisi'nin liderleri konumundaki kişiler, çok net olmasalar da inançlı sosyalistlerdi; fakat partinin asgari programı partiye farklı bir pratiğin hâkim olmasına yol açmaktaydı ve bu pratik, kendisine uygun parti üyeleri yaratmaktaydı. Bu durum çok uzun süre devam edemezdi.

Devrimci Hınçak Partisi'nin sosyalizmi benimsemesinde Rus Marksizmi'nin etkisi olmuştu ve ilk Osmanlı sosyalistleri Ermeniler arasından çıkmıştı. Fakat ne Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyalizmin gelişimine tek etki Rus Marksizmi olarak kalacaktı ne de sosyalist görüşler ancak Ermeniler arasında yaygınlaşacaktı. 1891 Bulgar Sosyal Demokrat Partisi adıyla kurulmuş ve 1894'te Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi ismini almış olan geleneğin, Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyalizmin gelişimine, Rus Marksistlerinden çok daha doğrudan bir etkisi olacaktı. 1894'te, Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Vasil Glavinov isimli genç ve yeni bir militanı, Osmanlı Makedonya'sının ilk sosyalist örgütlenmelerinin temellerini atacaktı. Glavinov 1872'de Osmanlı Makedonya'sında, Köprülü kentinde doğmuştu. 1887'de, yaşadığı maddi çöküntü nedeniyle Sofya'ya göç etmek zorunda kalan Glavinov, 1892 yılında burada Bulgar Marksistlerinin önderi Dimitar Blagoev'in görüşleriyle tanışmıştı. İki yıl içerisinde Blagoev'in partisinin bir militanı olmuş ve partinin fikirlerini yaymak için doğduğu şehrin yolunu tutmuştu. 1896'da, Glavinov ve yoldaşları, çeşitli yayın çalışmalarına girişmenin yanı sıra bütün Osmanlı Makedonya'sında faaliyet gösterecek olan Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği isimli örgütü kurmuşlardı[18].

Glavinov'un sosyalizmi, Blagoev'in sosyalizmiydi. Blagoev ise her zaman İkinci Enternasyonal'in sol kesiminde yer almış bir kişiydi. Dolayısıyla Osmanlı Makedonya'sında sosyalizmin ilk olarak, uluslararası sosyalist hareket içerisindeki sol kesimin önemli eğilimlerinden bir tanesi tarafından örgütlenmişti. Bu örgütlenme, gelecekte Osmanlı sosyalist hareket içerisinde ortaya çıkacak olan sol kanat için çok büyük bir temel ve merkez oluşturacaktı. Makedonya'da ise Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi çizgisinde örgütlenen sosyalist hareket uzunca bir süre Bulgar sosyalizminin geçirdiği evrimlere paralel bir gelişme gösterecekti. Glavinov ve yoldaşları, Bulgar Partisi'nin genel görüşlerini yansıtmaktaydılar. Buna karşın Makedonya sosyalistlerinin tutumu meselesi Bulgar Partisi içerisinde yapılacak tartışmalarda önemli rol oynayacaktı. Dolayısıyla etki tek yönlü olarak başlamış gibi gözükse de öyle kalmayacaktı. Öte yandan, 1890'lar, sosyalist hareket içerisindeki ayrışmaların netlikten uzak olduğu, tarihsel açıdan bir hayli hareketli bir dönemdi ve ilk Makedonya sosyalistlerinin zayıflıkları da, Bulgar sosyalizminin zayıflıklarını yansıtmaktaydı. Bu durum, özellikle Bulgar sosyalizminin ilk yıllarında ulusal sorun konusundaki zayıflığının Makedonya'daki sosyalist harekete yansıması üzerinden belirgin bir biçimde göze çarpacaktı. Zira nasıl Osmanlı İmparatorluğu genelinde bir Ermeni sorunu vardıysa, Osmanlı Makedonya'sında da bir ulusal sorun vardı. 1893'te gizli hedefi Makedonya'da kurtarılmış bölgeler yaratıp bu bölgeleri Bulgaristan'a katmak, açık hedefi ise Makedonya ve Edirne'nin özerkliği olan, pek çok farklı isim almış ama en iyi Makedonya İç Devrimci Örgütü adıyla bilinen silahlı ulusal kurtuluş hareketi ortaya çıkmıştı[19].

Esasında Blagoev, Rusya'dan Bulgaristan'a döndüğü ve burada Marksist fikirleri savunmaya başladığı 1885 yılından beri, proletarya enternasyonalizmi temelinde oluşturulmuş bir Balkan Federasyonu fikrini savunuyordu ve Makedonya'nın kurtuluşunun ancak bu minvalde gerçekleşebileceği çözümlemesini yapıyordu. Dahası, Blagoev'in kurduğu Bulgar Sosyal Demokrat Partisi'nin 1892'de gerçekleşen ikinci kongresinde, burjuva ve küçük burjuva yapılarla hiçbir şekilde işbirliğine gidilmemesi kararı alınmıştı ki Blagoev bu tutumu bütün gücüyle destekliyor ve savunuyordu[20].Öte yandan tıpkı Ermeni sosyalistleri gibi, Bulgar ve Makedon sosyalistleri de, örgütlendikleri azınlık kesim arasında ortaya çıkmış milliyetçi hareketle karşılaştıkları zaman, ilk başta bu pratiğin bir parçası olmak ile sosyalist görüşler arasında bir çelişki görmediler. Blagoev'in kendisi, partisinin yanı sıra bir dönem Sofya'daki Yüksek Makedonya Komitesi'nin de üyeliğini yapmıştı[21]. Makedonyalı sosyalistler de ilk yıllarda Makedonya İç Devrimci Örgütü'nün çalışmalarına katılmaktan geri durmayacaklardı. Ayrıca hem Blagoev, hem de Glavinov'un yönetiminde çıkartılan ve Makedonya'ya yönelik ilk sosyalist yayın olma özelliğini taşıyan Revolyutsiya (Devrim) isimli haftalık dergi, 1885'de Makedonya'da gerçekleşen milliyetçi ayaklanmayı kayıtsız şartsız ve büyük bir heyecanla destekleyecekti[22].

Öte yandan Glavinov önderliğinde 1896'da kurulan Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği'nin 1898'de çıkartmaya başladığı yayın organı Politiçeska Svoboda, Makedonya meselesine Revolyutsiya'dan çok daha farklı bir yaklaşım geliştirecekti. Glavinov'un bu yayında ortaya koyduğu çizgi, üç yıl önce heyecanla savunduğu görüşlerden çok daha aklı başındaydı ve net bir biçimde proletarya enternasyonalizmi temeline dayanıyordu. Politiçeska Svoboda'da Glavinov, Bulgar Devleti'ni, Makedonya'da yayılmacı emeller izlemekle itham ediyor ve sertçe kınıyordu. Makedonya'nın sosyalist bir Balkan Federasyonu'nun kurucu bir parçası olması gerektiğini, kendi içinde de bulunan hiçbir etnik gruba baskı uygulamayacak, herkesin anadillerini konuşabilecekleri, resmi dillerin ise bölgelerdeki çoğunluklara göre bölgelerde çözüleceği bir düzeni savunuyordu. Politiçeska Svoboda net bir biçimde Makedonya emekçilerinin yapması gerekenin sınıfsal ideolojik görevlerinin bilincine varmak olduğunu vurguluyor, şovenizmi, yurtseverliği ve özellikle de Bulgar şovenizmini her fırsatta kınıyordu[23]. Bununla birlikte, Makedonya'nın bağımsızlığını elde etmesi fikri de hâlâ savunulmaktaydı:

"Makedonya devrimci sosyalistleri, en insani ve ilerici fikirlerin kılavuzluğuyla, Makedonya ve Edirne halklarının tam bir siyasal ve ekonomik özgürlüğe kavuşturulmalarını amaçlıyorlar."[24]

Öte yandan, Devrimci Hınçak Partisi'nin sahip olduğu aşamalı devrim yaklaşımına benzer bir biçimde, böylesi bir özgürlüğün elde edilmesinin ardından, ülkede bir toplumsal devrim savaşımına girilmesi gerektiğini söyleniyordu. Bunun haricinde Politiçeska Svoboda milliyeti ne olursa olsun, aynı nihai kurtuluş hedefini yani sosyalizmi benimseyen herkesle çalışılması gerektiğini savunmaktaydı[25]. Makedonya sosyalistlerinin bu ifadeleri, ulusal meseleye dair hala tamamen net bir tutum geliştirememiş olsa dahi, 1885 ayaklanmasının derslerinin etkin bir biçimde çıkartıldığının bir göstergesi olması açısından ve ayrıca Makedonya sorununa enternasyonalist bir çözüm geliştirme yönünde bir girişim olduğu için önem taşımaktaydı. Öte yandan, ortaya konulan analiz, belirli bir doğrultuya işaret etmekte birlikte, nihai bir sonuç değil, bir geçiş analiziydi. Makedonya sorunu konusunda Makedonyalı sosyalistlerin tutumu meselesi Bulgar Partisi içinde de giderek ciddi bir önem kazanmaya başlamaktaydı.

Müslüman kesim arasında ortaya çıkan ilk örgüt ise 1894 veya 1895 senesinde, İstanbul'da, Tophane savaş sanayisi fabrikaları işçileri tarafından kuruldu. Amele-i Osmanlı Cemiyeti (Osmanlı İşçi Birliği) adını alan yapı, gizli bir örgüttü ve işçileri örgütlemeyi hedeflerken aynı zamanda onları II. Abdülhamit'e karşı ayaklanmaya teşvik etmeye çalışıyordu. Bu örgütlenmenin liderleri bir yıllık bir faaliyetin ardından ciddi bir tehdit olarak algılanıp tutuklandılar, yapılanma dağıtıldı. Örgütün kurucuları 1901-1902'de İstanbul'a geri dönerek örgütü yeniden canlandırmaya çalıştılar. Bu çabalar büyük bir ilgiyle karşılaşmış ve örgütün yeniden yapılanması amacıyla pek çok tartışma toplantısı düzenlenmiş olsa da, devlet baskıları örgüt kurucularını tekrar mahpus ederken örgütü yeniden çökertti[26]. Çeşitli kaynaklara göre Amele-i Osmanlı Cemiyeti, Paris Komünü'nden ciddi bir biçimde etkilenmişti ve Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'sundaki fikirleri yaymak amacındaydı[27].

1890'ların Osmanlı İmparatorluğu için, ulusal kurtuluş hareketleri karşıtı tavrıyla bilinen devrimci militan Rosa Luxemburg şöyle yazabiliyordu:

"Hıristiyan toprakları Türkiye'ye sadece zor yoluyla bağlıdır, buralarda bir işçi sınıfı hareketi yoktur, bunların durumları doğal toplumsal gelişim, hatta çözülme sonucu giderek kötüleşiyor ve bu yüzden özgürlük talepleri burada kendilerini ancak ulusal mücadele biçiminde hissettirebilir, bu nedenle bizim bu yöndeki bir çözüm taraftarlığımız hiçbir şüpheye yer bırakmaz, bırakamaz."[28]

Luxemburg'un Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durum ve işçi sınıfı hareketine dair yaptığı yorumun hatalı olduğu çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkacaktı. Öte yandan ulusal mücadeleleri desteklemeye hiç de hevesli olmayan bir enternasyonalist militanın böylesi bir çıkarım yapması, sosyalist hareketin ilk ortaya çıktığı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nda sınıf mücadelesinin ne denli zayıf olduğunu da gözler önüne sermekteydi. Böylesi koşullar altında, yeni filizlenen Osmanlı sosyalist hareketi için ulusal soruna dair net ve pratik bir çözümleme yapmak imkânsız olmuştu. Hareketi bu konu üzerinde netleşmeye itecek olan ise, temelde yeni yüzyılın başlaması ile sınıf mücadelelerinin yine Osmanlı'nın ve çevre ülkelerin gündemine geri dönüşü olacaktı.

Gerdûn


1 "Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1783

2 "Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1784

3 "Osmanlı Devletinde Toplumsal Mücadeleler." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1785

4 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1796

5 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1797, 1798, 1800

6 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1797, 1798, 1802-1805

7 Kırpık, Cevdet. "Osmanlı Devleti'nde İşçiler ve İşçi Hareketleri (1876-1914)". Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 2004. Isparta. s. 251-252

8 Turabian, Hagop. "The Armenian Social-Democratic Hentchakist Party Part 1". Ararat No. 34. Nisan 1916. Londra. https://www.hunchak.org.au/aboutus/historical_turabian.html

9 https://en.wikipedia.org/wiki/Social_Democrat_Hunchakian_Party

10 https://en.wikipedia.org/wiki/Ruben_Khan-Azat

11 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" derleyen Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. s. 185

12 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 186

13 Nalbandian, Louise. "The Hunchakian Revolutionary Party 1887-1896" https://www.hunchak.org.au/aboutus/historical_nalbandian.html

14 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 22

15 Nalbandian, Louise. "The Armenian Revolutionary Movement 1890-1896". University of California Press. 1975. Los Angeles. s.153-154

16 Nalbandian, Louise. "The Armenian Revolutionary Movement 1890-1896". s.163-164

17 Nalbandian, Louise. "The Hunchakian Revolutionary Party 1887-1896" https://www.hunchak.org.au/aboutus/historical_nalbandian.html

18 https://en.wikipedia.org/wiki/Vasil_Glavinov

19 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 42

20 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm

21 ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 43

22 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 44

23 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 44

24 Mishkova, Diana. "We, the people: politics of national peculiarity in Southeastern Europe". Central European University Press, 2009. p. 122

25 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 46

26 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 47

27 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1816

28 Küpeli, Yusuf. "Türkiye proletaryasının tarih sahnesine çıkışı, Mütareke yıllarına dek örgütlenme ve mücadele deneyimleri, İştirakçi Hilmi, Mustafa Suphi, İttehat ve Terakki ve diğerleri üzerine kısa notlar". https://www.sinbad.nu/tcprolet.htm

Tags: 

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (2)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

Ermeni ve Makedonya Sosyalizminin Sol Kanadı’nın Gelişimi

Üç yıllık bir örgütlenme çalışması ve altı yıllık bir eylem deneyiminin ardından, 1896 yılına gelindiğinde Devrimci Hınçak Partisi içerisinde iki belirgin hizip ortaya çıkmıştı. Hiziplerden bir tanesinin başını, partinin kurucularından olan ve partinin yönetimini elinde tutan Avetis Nazarbekyan ve eşi Maro Vardanyan çekmekteydi. Öteki hizbi ise Nazarbekyan ve Vardanyan’ın muhalifleri oluşturmaktaydı. Öte yandan, Devrimci Hınçak Partisi içerisinde ortaya çıkmış olan bu ayrışma, basitçe Nazarbekyan ve Vardanyan’ın şahsiyetiyle ilgili olmaktan çok uzaktı. Muhalifler partinin çizgisinin çok temel bir yönüne, partinin sosyalist olmasına muhalefet etmekteydiler. Onlara göre merkezin Ermeni sorununu Rusya’nın işçi sorunlarını bağlaması çok ciddi bir hataydı ve böylelikle yalnızca tutucu Ermeni burjuvazisinin ve Müslüman toplumun değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkmış olan herhangi bir sosyalist hareketi de desteklemeye hevesi olmayan Batılı burjuva devletleri de ürkütülmüş oluyordu. Muhalefet, çareyi partinin programından sosyalizmin çıkartılmasında görüyordu; zira sosyalizm onlara göre Türkiye Ermenistan’ının özgürlüğe kavuşması için gerekli değildi. Muhalefet yeni bir merkez komite seçilmesi için bir toplantı yapılmasını talep ediyordu. Sosyalist kanat buna yanaşmadı. Bunun üzerine muhalifler 1896’nın Ağustos ayında Londra’da kendi başlarına bir toplantı yaptılar. Sosyalist kanat, muhalifleri bunun üzerine suçladı ve Eylül ayında Londra’da, muhalifler olmaksızın olağan 2. Kongresi’ni gerçekleştirdi. Bu kongrede kitle eylemleri, silahlı eylemler gibi pratikler reddedildi, sosyalist doktrinin savunulmaya devam edeceği kuvvetli bir biçimde vurgulandı. Dolayısıyla milliyetçi muhalefet ile sosyalist merkezin ayrışmaları tamamlanmıştı[30].

İki yıl sonra, 1898’de eski muhalifler Londra’da resmi olarak yeni partilerini kurdular. Partinin adı Veragazmiya Hınçak Partisi, yani Yeniden-kurulmuş Hınçak Partisi olmuştu. Bölünme sonrasında, muhalefet ilkin Osmanlı sınırları dâhilinde ve Mısır’da daha güçlüydü, sosyalist kanat ise Kafkasya’da ciddi bir çoğunluk desteğine sahipti[31]. Öte yandan, Veragazmiya Hınçak Partisi’nin, Ermeni milliyetçi hareketi içerisinde oynamak istediği rolü oynayabilecek kadar güçlü olmadığı da yakında ortaya çıkacaktı. Devrimci Hınçak Partisi’nin 1896’ya kadar oturduğu koltuğun yeni bir talibi vardı; zira Veragazmiya, genel hatlarıyla bu yeni kuvvetin, yani Ermeni Devrimci Federasyonu, yani Taşnakların peşine takılmaktan ileri gidemeyecekti. Devrimci Hınçak Partisi ise, ancak 1896’dan sonra dönemde anlaşılan anlamıyla sosyal demokrat bir pratiğin içerisine girmiş oldu. Artık çalışmaların merkezinde Marksist teorik çalışmaları Ermenice’ye çevirerek yayınlamak ve genel olarak propaganda faaliyetleri bulunuyordu[32].

Devrimci Hınçak Partisi, artık kendi pratiğinin ve kısmen kendi ideolojisinin yarattığı sosyalizm karşıtı unsurları içinde barındırmamaktaydı. Bununla birlikte, genel yönelimi sosyal demokrasi minvaline oturmuş olsa da, sosyal demokrasinin sol kanadında olduğu söylenemezdi; ayrıca genel hatlarıyla ulusal Ermeni siyasetinin, enternasyonalist sınıf mücadelesi namına terk edildiğini söylemek de mümkün değildi. Devrimci Hınçak Partisi’nin sosyalizm karşıtı sağ kanadı, partiden ayrılmıştı; fakat buna rağmen parti, çareyi yalnız sınıf mücadelesinde gören sol unsurları tatmin edecek noktada değildi. Ermeni Marksist solunun Devrimci Hınçak Partisi’nden ayrışmaya başlayacağı ilk coğrafya ise, partinin sınıf mücadeleleriyle en fazla ilişkilendiği Kafkaslar olacaktı. Bu coğrafyada, mücadele deneyimi ve geçmişi bakımından Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işçi sınıfına kıyasla bir hayli ileride olan bir işçi sınıfı mevcuttu. Aynı zamanda, Kafkasya için 1890’lar, Osmanlı’da olduğu gibi işçi sınıfının tamamen bastırılmış ve sindirilmiş olduğu bir dönem değildi. Bu minvalde Ermeni Marksist solunun ilkin bu coğrafyada ortaya çıkması bir hayli beklenebilir bir durumdu.

Ermeni Marksist solunun ilk örgütü, 1898’de Tiflis’te kurulan Marksist Ermeni İşçiler Grubu’ydu. Grubun kurucuları arasında başı çeken isimler Kevork Haraçyan, Melik Melikyan, Karekin Kozikyan, Haik Pilossian, Aşot Hümeryan ve Assadour Kakhoyan’dı. Arkomedes takma adıyla bilinen Kafkasya doğumlu Kevork Haraçyan, Hınçak dergisinin kurucularındandı ve Avetis Nazarbekyan ve Maro Vardanyan ile birlikte Hınçak programını kaleme almıştı. Ayrıca Komünist Manifesto’nun Fransızca ve Rusça çevirilerini karşılaştırarak Manifesto’nun ilk Ermenice çevirisini hazırlamıştı. Haraçyan, Hınçak çevresinin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra Hınçaklardan ayrılmıştı. Sonrasında Kafkasya’da, özellikle Tiflis’teki işçi hareketi içerisinde mücadelesini sürdürmüş, ayrıca buradaki Sosyal Demokrat örgütlerde de bulunmuştu. Dedüşka takma adıyla bilinen Melik Melikyan bugün Azerbaycan sınırlarında kalan bir köyde doğmuştu ve devrimci hareketle 1890’larda Kafkasya’da tanışmıştı. Yessalem takma adıyla bilinen Karekin Kozikyan 1878’de Osmanlı İmparatorluğu’nda, Harput’ta doğmuş ve 1894–95 kıyımları sırasında Kafkasya’ya göç etmişti. Bir işçi olan Kozikyan siyasetle çok genç yaşta tanışmıştı: Marksist Ermeni İşçiler Grubu kurulduğunda yirmi yaşında olan bu militan, aynı zamanda eski bir Hınçak üyesi olma özelliğini taşıyordu. Atamyan takma adıyla bilinen Haik Pilossian da Türkiye doğumluydu ve Kozikyan’ın yakın bir dostu ve yoldaşıydı. Aşot Hümeryan Tiflis doğumlu bir işçiydi ve Hınçaklara yakın olan Devrimci Ermeni İşçileri Derneği’nin kurucularından olmuş, 1 Mayıs ile ilgili ilk bildiriyi kaleme almıştı. Keço takma adını kullanan Assadour Kakhoyan ise Kafkasya işçi hareketi içerisinde siyasileşmiş ve Ermenistan’daki ilk grevin tarihini yazmıştı[33].

Marksist Ermeni İşçiler Grubu çok büyük olmasa da yalıtılmış bir Ermeni örgütü değildi. Tiflis’teki Gürcü devrimci işçileriyle sıkı bağları vardı. Yeni örgüt, ayrıca Ermenilerin çoğunlukta olduğu deri ve ayakkabı fabrikalarında yapılan grevlere katılmıştı[34]. Marksist Ermeni İşçiler Grubu, 1900–1901 yıllarında Banvor (İşçi) isimli illegal bir yayın çıkartmaktaydı. Bu yayından Ermeni Marksist solunun ilk örgütünün çizgisini net bir biçimde görmemiz mümkün olmaktadır. Banvor “Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” sloganı ile çıkıyordu ve kendisini Ermeni sosyalist işçilerin yayın organı olarak nitelendiriyordu. Yayında hem Taşnaklar hem de Hınçaklar Ermeni işçi sınıfını milliyetçi bir yaklaşımla yalıttıkları için sert bir biçimde eleştiriliyor, Ermeni sorununun çözmeye ancak işçi sınıfının kadir olabileceği vurgulanıyor, Kafkasya’da bütün milletlerden işçilerin ortak mücadelesi savunuluyordu. Bu minvalde küçük ama etkili olan Marksist Ermeni İşçiler Grubu, milliyetçiliğin hiçbir etkisi altında bulunmayan, tamamen proletarya enternasyonalizminin ilkelerine bağlı ilk Ermeni sosyalist örgütü olarak tarihe geçmekteydi[35]. 1901 senesinde devlet güçleri örgüte saldırılar düzenleyerek Marksist Ermeni İşçiler Grubu’nu dağıttılar, pek çok önemli militan hapse girdi. Öte yandan, Ermeni Marksist solunun varlığı devam edecekti.

Marksist Ermeni İşçiler Grubu, Kafkasya’da ortaya çıkmış enternasyonalist bir örgüttü. Bu da Kafkasya sosyalist hareketinin, dolayısıyla Rus sosyalist hareketinin örgütü oluşturan militanların siyasi geleceklerini ciddi bir şekilde etkileyeceği anlamına geliyordu. 1902 yılının ilkbaharında, Politeknik Enstitüsü’nden kovulduğu Riga şehrinden, doğduğu Tiflis’e gelen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesi genç bir adam, bu etkilerin büyük ölçüde merkezinde olacaktı. Stepan Shaumyan, Karekin Kozikyan’la aynı yıl, 1878’de doğmuş bir Ermeni’ydi. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne 1900 yılında, Riga’da katılmıştı. Shaumyan, Tiflis’e geldikten birkaç ay sonra, Marksist Ermeni İşçiler Grubu’nun Melik Melikyan, Aşot Hümeyran ve Assadour Kakhoyan gibi militanları ile bir araya gelerek Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği adındaki örgütü kurdu. Yeni örgüt, Proletaryat (Proletarya) adlı yayın organında yayınladığı manifestoda, kurulduğu temelleri şu şekilde açıklıyordu:

“Faaliyetlerinde, Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği, örgütlenme ağını bütün Rusya içerisinde yaymaya çalışan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin şubelerinden biri olarak, RSDİP ile tam bir mutabakat içerisindeyiz ve onunla beraberce, genel olarak Rus proletaryasının, özelde ise Ermeni proletaryasının çıkarları için savaşacağız.

(…)

Sosyalist gayeye ulaşılması kanımızca ne işçi sınıfının ekonomik düzlemdeki çabalarıyla, ne de kısmi siyasal ve sosyal reformlarla mümkündür; bunun tek yolu bütün mevcut sistemi toplumsal devrim yoluyla yıkmaktır ki bunun gerçekleşmesinin zorunlu öncülü proletaryanın siyasi diktatörlüğü olacaktır.

(…)

Rus devletinin değişen kültürel gelişim evrelerinde pek çok farklı milliyetten meydana geldiğini ve yalnızca yerel öz-yönetimlerin gelişiminin bu heterojen unsurların korunmasını sağlayabileceğini göz önünde bulundurarak, geleceğin özgür Rusya’sında federatif bir cumhuriyetin kurulmasını temel öneme sahip görüyoruz. Kafkaslara gelince, nüfusun fazlasıyla çeşitli milli bileşenlerinin mevcut olduğu şu durumda, bütün yerel sosyalist unsurları ve farklı milliyetlerden bütün işçileri birleştirmeyi amaçlıyoruz.

(…)

Kafkasların bahsi geçen milliyetler çeşitliliğini ve farklı milliyetler arasında coğrafi sınırların yokluğunu göz önünde bulundurursak, programımıza Kafkas halklarının siyasi bağımsızlık talebini eklemenin mümkün olmadığını düşünüyoruz.” [36]

Militan bir enternasyonalizm savunusu yapan Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği’nin yayınının ancak tek bir sayısı çıkabildi; öte yandan örgütün ortaya koyduğu görüşler, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin yurtdışında bulunan önemli sayılabilecek bir liderinin, Vladimir Lenin’in dikkatini çekmişti. Lenin, Iskra’nın Şubat 1903’te yayınlanan 33. sayısında, Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği’nin manifestosunu değerlendiren bir yazı yazacaktı. Lenin, yazdığı yazıda Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği’ni, ulusal soruna doğru bir yaklaşım geliştirdikleri için kutlamaktaydı. Öte yandan Lenin manifestoda ifade edilen federalist talebe de karşı çıkacaktı:

“Ermeni Sosyal Demokratlarının bakış açısına göre federatif bir cumhuriyet talebinden bahsetmek mümkün müdür? Federasyon için bir önkoşul olarak bağımsız ulusal birimler var olmalıdır, fakat Birlik ulusal bağımsızlık talebini reddetmektedir. Tamamen tutarlı olmak açısından, Birliğin programından federatif cumhuriyet talebini silmesi gerekmektedir (…) Federalizm ve milli bağımsızlık vaazları vermek proletaryanın işi değildir; ister istemez bağımsız bir sınıf devletinin oluşması yönünde bir talebe dönüşen böylesi talepleri ileri taşımak proletaryanın işi değildir. Proletaryanın işi, bütün milliyetlerden mümkün olan en fazla işçi kitlesini, daha da sımsıkı duracak biçimde bir araya toplamaktır.” [37]

Öte yandan, ayrı bir örgüt olarak Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği zaten uzun sürmeyecekti. Kafkasların enternasyonalist Ermeni solu, hızla bağımsız bir Ermeni örgütlenmesinden ziyade, Kafkaslardaki bütün sosyalistlerin ortak bir örgütlenmesinin gerekliliği sonucuna varmaktaydı. Gürcü Marksistleri de benzer bir sonuca varmaktaydı. Bu minvalde 1903’ün Mart ayında, Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Kafkasya Birliği’ne katıldı. RSDİP’in Kafkasya Birliği, Gürcü Marksistlerinin Brztola (Mücadele) gazetesi ile Proletariat’ın yazı kurullarını ve Tiflis, Bakü ve Batum’daki komiteleri içeren bir örgütlenmeydi ve Kafkasya Sosyal Demokratlarının bir birlik örgütlenmesi olma amacındaydı. Birlik Gürcüce ve Ermenice yayın organlarını birleştirerek Proletari Krive (Proletaryanın Mücadelesi) isminde Gürcüce, Ermenice ve Rusça yayınlanan yeni bir yayın çıkartmaya başladı. Ağustos 1903’te RSDİP içerisinde gerçeklenen Menşevik-Bolşevik ayrımının ardından, eski Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği’nin Melik Melikyan, Aşot Hümeyran ve Assadour Kakhoyan gibi önderleri, ilk Ermeni Bolşevikler olacaklardı[38]. Daha sonra Duma’da milletvekili olacak Arşak Zubaryan ve Aramayis Erzinkyan gibi eski Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği önderleri ise, Menşevizm’den yana saf tutacaklardı[39].

Marksist Ermeni İşçiler Grubu’nun önderlerinden olup 1902’de tutuklandığı için Ermeni Sosyal Demokratlar Birliği’nin dışında kalmış olan Kafkasyalı Kevork Haraçyan ise RSDİP’nin bir üyesi olmasına rağmen, Menşevizm ile Bolşevizm arasında kararsız kalacaktı[40]. Öte yandan, Haraçyan’ın hapisten çıktıktan sonra, Devrimci Hınçak Partisi içerisindeki gelişmelere ciddi etkisi olacaktı. Haraçyan, Ermeni sosyalistler arasında, çok kuvvetli bir biçimde Kafkasya’daki Devrimci Hınçak Partisi üyelerinin RSDİP’e katılmaları gerektiğini savunmaya başlamıştı[41]. 1903’te Kafkasya’da Ermenilere karşı uygulanan devlet baskılarının artmasının ardından Devrimci Hınçak Partisi hızla büyümekteydi[42]. Sınıf mücadelesi de yükseldikçe, Devrimci Hınçak Partisi içerisinde, partinin Kafkasya örgütlerinin RSDİP’e girmesini, Devrimci Hınçak Partisi’nin ise Osmanlı’da mücadeleye devam etmesini savunan bir sol kanat ortaya çıktı. Bu sol kanadın başını, parti kurucularından Avetis Nazarbekyan, Maro Vardanyan, Ruben Han-Azat gibi militanlar çekiyordu. Örgütün muhafazakâr kanadının başını ise Stepan Sabah-Gulyan isimli, Nahçivan doğumlu ama Türkiye’de faaliyet gösteren bir Ermeni militan çekiyordu. 1903’le 1905 arasında şiddetle devam eden bir hizip savaşının ardından 1905’te Paris’te toplanan Kongre’de hizipler kozlarını paylaştılar. Kongre’de Sabah-Gulyan’ın görüşleri hakim geldi ve Hınçak Partisi’nin birliği vurgulandı. Fakat Kafkasya temelli sol kanat, kongre dönüşü kongre kararlarını tanımayarak RSDİP’ne girdi. Nazarbekyan, Vardanyan ve Han-Azat gibi önde gelen kimi önderler, Haraçyan gibi Bolşevikler veya Menşeviklere katılmayıp, yalnızca RSDİP’nin programını benimsediler. Erivan ve Bakü gibi şehirlerdeki Hınçak örgütlerinin kimileriyse Bolşeviklere katıldı[43].

Kafkasya Ermeni sosyalistlerinin büyük çoğunluğunun sınıf mücadelesi yükseldikçe benimsemeye başladıkları enternasyonalist tutum, hem Kafkasya’daki Ermeni işçilerin çıkarları, hem de genel olarak Kafkas proletaryasının çıkarları doğrultusunda belirlenmişti. Öte yandan Kafkas Ermeni sosyalistleri, Osmanlı Ermenilerinin kurtuluşunun Rusya’daki devrimle gerçekleşebileceği görüşünü savunuyorlardı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi çalışma yapmayı kimi zaman tamamen yadsımaya varan yaklaşımlar gösteriyorlardı. Böylesi bir tutum ise, hem Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni sosyalistleri için, hem de Kafkasya’da bulunan ama Osmanlı kökenli ve Osmanlı Ermenileriyle bağlantılı olan Ermeni sosyalistleri için yeterli ve ikna edici olmaktan uzaktı. Hınçaklar arasında, Nazarbekyan’ın başını çektiği kanat hiç şüphesiz soldaydı ama Sabah-Gulyan ve yoldaşları Nazarbekyan’ın çok da sağında değillerdi – sınıf mücadelesindeki gelişmeler Hınçakları bir bütün olarak sola çekmişti[44]. 1905 Kongresi’nde Sabah-Gulyan ve yandaşlarının aldığı karar “Kafkasya’da proleter devrimci etkinlikleri gerçekleştirmek ve Türkiye’de Marksist ilkelere dayalı bir siyasal demokrasi kurmak için mücadele etmek” şeklinde ifade edilmişti[45]. Hınçakların 1905 kongresi, ayrıca partinin ismine ilk defa sosyal demokrat ifadesini ekleyerek Hınçak Sosyal Demokrat Partisi ismini aldıkları kongre olacaktı. Parti, 1909’da İstanbul’da gerçekleştireceği kongresinde ismini son defa değiştirerek Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını alacaktı[46].

Kafkasya’da ise Osmanlı Ermeni’lerinin sorunlarıyla daha fazla ilgilenen yeni bir sosyalist örgüt ortaya çıkmıştı. Sosyal Demokrat Ermeni İşçiler Örgütü, kimileri Hınçak, kimileri Taşnaklardan gelen, kimileriyse Marksizmle Avrupa’da, Plekhanov ve Kautsky’nin yazıları üzerinden tanışan Kafkasyalı Ermeni öğrencilerce 1903’te kurulmuştu. Öte yandan, bu örgüt her ne kadar Osmanlı sorunlarına değinse, kendisini enternasyonalist olarak görse ve özellikle Taşnakların milliyetçiliğini eleştirse de temelde Kafkas sosyalistlerinin enternasyonalizmine karşı kurulmuş bir tepki örgütüydü. Yalnızca Kafkasya hareketinin sağ kanadında bulunmuyor, aynı zamanda uluslararası sosyal demokrasinin Yahudi Birliği ve Avusturya Marksizmi gibi sağ kanat eğilimlerinden esinlendiğini açıkça söylüyordu. Milliyetler meselesinde de örgütün tutumu bir hayli sağdaydı; farklı milletlerden işçilerin ortak çıkarları değil, milli farklılıkları vurgulanıyordu. Sosyal Demokrat Ermeni İşçiler Örgütü’nün Ermeni proletaryasının yegâne temsilcisi olarak tanınma isteği, Kafkas sosyal demokratlarınca soğuk karşılandı; örgüt hiçbir zaman yapısından esinlendiği Yahudi Birliği’ne yaklaşacak kadar kitleselleşemedi ve işçi mücadelelerinin güçlü bir sınıfsal birlik eğilimi yarattığı Kafkaslarda küçük ve önemsiz bir sağ-sosyalist eğilim olarak kaldı[47]. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni sosyal demokrasisi için belki de en büyük öneme sahip olan çalışmayı ise, birkaç yıl sonra, Kafkasya’da bulunan Osmanlı kökenli Ermeni sosyalistleri yapacaklardı.

Bu sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğusundaki Ermeni ve Kafkas sosyalist hareketindeki gelişmeler, imparatorluğun batısındaki Makedon ve Bulgar sosyalist hareketinde de benzer bir biçimde bir yansıma bulmaktaydılar. Yeni yüzyılın başına gelindiğinde, Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisinde, genel olarak ulusal soruna ve özelde Makedonya hareketine dair şiddetli tartışmalar başlamıştı. BSDİP’nin lideri Blagoev, ulusların ve ulusallığın, kapitalist düzenin yaygınlaşmasıyla ortadan kalkmakta olan geçici burjuva kavramları olduğunu ifade etmeye başlamıştı. BSDİP’in uzlaşmacı sağ kanadı, esasında 1900’den beri, bir tür parti içi hizip olarak mevcuttu. Sağ kanadın başını, 1894’te Blagoev’in Bulgar Sosyal Demokrat Partisi’nin birleştiği Bulgar Sosyal Demokratlar Birliği’nin kurucusu olan Yanko Sakazov çekiyordu. Hizip Sakazov’un çıkardığı Obshto Delo (Ortak Amaç) isimli yayın etrafında oluşmuştu. 1901’de Bulgar partisinin Blagoev’e yakın militanlarından Gavril Georgiev ise, partinin yayın organı Rabotnicheski Vestnik’te (İşçi Gazetesi) yayınladığı bir yazıda, Makedonya mücadelesi gibi küçük burjuva işleriyle uğraşan parti üyelerinin, proletaryaya karşı yükümlülüklerini ihmal etmekte olduğunu ifade ediyordu. Hem Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği’nin hem de Makedonya İç Devrimci Örgütü’nün bir üyesi olan Dimo Hacıdimov, Bulgar partisinin sağ kanadının bu konudaki itirazlarının sesi olarak Obshto Delo’da Georgiev’e şiddetle karşı çıktı[48].

Bulgar Partisi ve dolayısıyla Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği hızla bir bölünmeye gidiyordu. Bölünmenin kaynağındaki meselenin en somut yansıması Makedonya sorunuydu ve hem pek çok tartışma, hem de sol ve sağ kanadın çatışması bu mesele üzerinden yürümekteydi. 1901’de BDSİP Merkez Komitesi’nin, parti üyelerinin Makedon milliyetçisi örgütlere girişini yasaklaması, sağ kanada karşı ciddi bir darbe olmuştu. Öte yandan, mesele sadece Makedonya’daki milli soruna yaklaşım ile ilgili değildi. Blagoev’in önderliğindeki sol kanat, çok net bir biçimde burjuva ve küçük burjuva kesimlerle uzlaşmaya gitmeye karşıydı, ve savunulması gerekenin yalnızca işçi mücadelesi olduğu görüşündeydi. Sakazov’un başını çektiği sağ kanat ise, partinin yalnız işçi sınıfına değil, farklı toplumsal sınıflara yaslanması gerektiğini düşünüyordu. Aynı zamanda sağ kanat burjuva ve küçük burjuva eğilimlerle işbirliğine gitmekte bir sıkıntı görmüyordu. Ayrıca, sol kanat ile sağ kanadın örgütlenme yaklaşımları da farklıydı. Bulgar solu, Bolşeviklerin yaklaşımına benzer bir biçimde inşa edilmiş bir dar kadro partisi inşa etmekten yanaydı, Sakazov’un sağ kanadı ise geniş bir kitle partisi görmek istiyordu. Bütün bu zıtlaşmalar, BSDİP’ni, 1903’te gerçekleşen 10. parti kongresinde ayrışmaya götürdü. Blagoev ve yoldaşlarının örgütü bundan sonra (Dar) Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Sakazov ve yandaşlarının örgütü ise (Geniş) Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi olarak anılacaktı. Bu ayrışma ile Bulgar dar sosyalistleri, Bolşeviklerle birlikte, dünya sosyalist hareketinde ayrı bir örgütlenmeye giden ilk sollardan oluyordu.

Bulgar Partisi’nin bölünmesi, Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği’ni de parçalamış oldu. Geniş sosyalistlerin Makedonya’daki yegane lideri, Dimo Hacıdimov’du. Onun önderliğindeki (Geniş) Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyeleri, bağımsız bir örgütlenmeye gitmek yerine faaliyetlerini Makedonya İç Devrimci Örgütü’nde sürdürmeye başladılar ve bu hareketin sol kanadıyla ilişkiler geliştirdiler[49]. Dar sosyalistler için ise, 1903’te gerçekleşen İlinden Ayaklanması, Makedonya sorununa ve ulusal meseleye dair görüşlerinin tamamen netleşmesine önayak oldu. 1903’ün Eylül ayında Rabotnicheski Vestnik’te çıkan bir yazıda dar sosyalistler, ayaklanmanın doğru düzgün hazırlanmamış olduğunu, Makedonya’nın kurtuluşunu ancak işçi sınıfının gerçekleştirebileceğini, dolayısıyla bir ayaklanma olacaksa, bunun ancak işçi sınıfı önderliği altında olursa başarılı olabileceğini savunuyorlardı[50]. Makedonya’da dar sosyalistlerin başını çeken, ülkedeki ilk sosyalist örgütlenmelerin temelini atmış olan Vasil Glavinov olacaktı. Özellikle 1903’ten sonra dar sosyalistler ile birlikte hareket etmek isteyen herhangi bir militan aynı zamanda Makedonya İç Devrimci Örgütü üyesi idiyse, Makedon dar sosyalistlerinden ayrılmamak için bu üyelikten vazgeçmek zorundaydı. 1904’te ise, artık Makedon milliyetçiliğine tamamen karşı olan ve proletarya enternasyonalizmini savunan Vasil Glavinov önderliğindeki Makedonya dar sosyalistleri, yeni dönemde nasıl bir siyasi pratik izleyeceği yönünde tartışmalara başlamak adına Makedonya Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği’nin yerine, Makedonya ve Edirne Sosyal Demokrat İşçi Örgütü ismini aldılar. Bu örgüt uluslararası sosyal demokrasinin sol kanadının Osmanlı İmparatorluğu içindeki ilk örgütü olacaktı[51].

Gerdûn

 


 

30 Nalbandian, Louise. "The Hunchakian Revolutionary Party 1887-1896"

31 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 24-25

32 Nalbandian, Louise. "The Hunchakian Revolutionary Party 1887-1896"

33 Ter-Minasian, Anahide. “Le mouvement révolutionnaire arménien, 1890-1903” Cahiers du monde russe et soviétique. Vol. 14 N°4. pp. 536-607. 1973. p. 581, 595-597, 599 Aşot Hümeryan için ayrıca Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 48

34 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 47

35 Ter-Minasian, Anahide. “Le mouvement révolutionnaire arménien, 1890-1903” Cahiers du monde russe et soviétique. Vol. 14 N°4. pp. 536-607. 1973. p. 597

36 https://marxistsfr.org/archive/lenin/works/1903/feb/01b.htm

37 https://marxistsfr.org/archive/lenin/works/1903/feb/01b.htm

38 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 49

39 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 59

40 Ter-Minasian, Anahide. “1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 234

41 Ter-Minasian, Anahide. “Le mouvement révolutionnaire arménien, 1890-1903” Cahiers du monde russe et soviétique. Vol. 14 N°4. pp. 536-607. 1973. p. 599

42 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 53

43Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 62-63

44 Taşnaklar bile sola kaymışlardı. Taşnak Partisi 1907 kongresinde sosyalizmi belirlediğini ilan ederek Kafkasya sosyal demokratlarının bütün itirazlarına karşın İkinci Enternasyonal’e başvurup kabul edilecekti. Bkz. Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 72-73

45 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 63

46 Turabian, Hagop. “The Armenian Social-Democratic Hentchakist Party Part 1”. Ararat No. 34. Nisan 1916. Londra. https://www.hunchak.org.au/aboutus/historical_turabian.html

47 Ter-Minasian, Anahide. “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)”. İletişim. 1992. İstanbul. s. 54-55

48 Adanır, Fikret. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 45

49 Adanır, Fikret. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 54

50 Adanır, Fikret. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 53

51 Adanır, Fikret. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”. “Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik” Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 54

Tags: 

2011 - Kasım

Kahrolsun Stalinistler! Kahrolsun Bürokratlar!

Sitemizi takip eden okuyucular, geçtiğimiz günlerde Yunanistan'da Stalinistlerin devlet güçlerinin öncü kolu rolüne soyunarak Yunan burjuvazisinin meclisini koruma çabalarını dair değerlendirmemizi fark etmişlerdir1. Şimdi ise, daha öncesinde de bir yazılarını çevirerek yayınladığımız2, Yunanistan'daki Ta Paida Tis Galarias (TPTG - https://www.tapaidiatisgalarias.org/) örgütün açıklamasını yayınlamaktan mutluluk duyuyor, ve TPTG'li yoldaşlarımızın ve bütün militan işçilerin burjuva Yunan devletine ve onun Stalinist karşı-devrimci ajanlarına karşı verdikleriyle mücadaleyle dayanışmamızı ilan ediyoruz.

EKA

Yunanistan'daki Olaylara Dair TPTG'nin Açıklaması:

Kahrolsun Stalinistler! Kahrolsun Bürokratlar!

Hepimiz, 19 ve 20 Ekim tarihlerinde gerçekleşen 48 saatlik grev sırasında, Yunan Stalinistlerinin öteki solcu sendikacılar ve polis güçleriyle işbirliği içerisinde yarattığı kabusu deneyimledik ve anti-otoriter saflardan kimi yoldaşlar ciddi bir biçimde yaralandılar. KKE (Yunan Komünist Partisi) üyelerinin üstlendiği polislik rolünün altını çiziyoruz: kafalarında kasklar, ellerinde sopalar, arkalarında çevik kuvvet güçleri, parlamento önünde askeri düzende konumlarak eylemcilerle yüzleştiler, kimseyi yaklaştırmamaya çalıştılar, gazetecilere dahi kimlik sordular ve daha sonrasında kordonlarını delmeye çalışanlara vahşice saldırdılar. Çatışmaların başladığı esnada, çevik kuvvet ekipleri Stalinistleri korumaya koşarak kimyasallar ve göz yaşartıcı bombalar kullanarak eylem alanını boşaltmaya çalıştılar. Sonradan Stalinistlerin polisle, eylemin polisliğini kendilerinin yapmasına izin verecek bir anlaşmaya vardıkları ortaya çıktı. Edindiğimiz bilgilere göre, KKE ile öteki sol parti ve çevrelerin sendikacıları arasında da, herkesin KKE'nin hegemonyasını kabul ederek parlamentoya yakın belirli bölgelere alınması minvalinde, benzeri anlaşmalar yapıldı. Sonrasında bu unsurlar, KKE'nin 'anarko-faşistlere', 'paramiliterlere', kısacası yapılan anlaşmanın parçası olmayan, onu kabul etmeyen ve kordonu kırmaya çalışan herkese yaptıkları kınamayı tamamen desteklediler.

Kapitalist saldırı derinleştikçe, böylesi 'sorunlu' kitle eylemlerinin Yunan tipi 'öz-polisliğinin' yapılması, solcu siyasi partiler ve solcu sendika bürokrasisinin, geçtiğimiz Haziran ayında gerçekleşen meydanlar hareketinde3 (çok çelişkili bir biçimde de olsa) ölümcül kıskaçlarından kurtulmuş proleter kitleden aldıkları intikamın işaretiydi. Neredeyse bütün sol ve solcu örgütlerin ve sendikaların onayıyla KKE ve polis teşkilatının ortaklaşa planladığı bu kamu-düzeni polisliğinin bir milli birlik hükümetinin (sokaklardaki) görünür yüzü olup olmadığını söylemek için erken olmakla birlikte, düşmanın ilerleyişine dair kaleme aldığımız iki açık mektupta da ifade ettiğimiz üzere4 kapitalist devletin bize karşı çok fazla alternatif polislik yöntemin yanı sıra çok fazla solcu rezerve de sahip olduğu, çarpıcı bir biçimde gözler önüne serildi. Bu noktada, bu açıklama kaleme alınmadan bir gün önce Eleftherotypia isimli büyük bir liberal gazetede yer alan şu alıntıya dikkat çekmek istiyoruz:

"Güvenlik güçlerinin, sürekli yükselmeye devam edecek olan toplumsal tepkilere müdahale doktrinlerinde yeniden düzenleme çabalarının gerçekleşiyor olduğu aşikardır. Ekonomik önlemlerden bu denli muzdarip olan bir toplum, şiddeti kendi içinde bir amaç olarak görenleri yalıtmanın bir yolunu bulmamış veya bunu yapmak istemeyen baskı güçleriyle ezilemez.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan olaylar, eğer bu olaylara 53 yaşında PAME üyesi bir sendikacının ölümü damgasını vurmamış olsaydı, polis doktrininde eylemlerin daha yumuşak bir biçimde yönetilmesi yönünde etkin bir değişimin bir işareti olarak görülebilirlerdi. Ki 90'larda MAT'ın [TPTG: Yunan çevik kuvveti] tasarımını yapan ve ismi 1995'te Maximou'dan [TPTG: Başkanlık Konutu] emeklilere karşı yapılan saldırıyla özdeşleşmiş olan Christofareizis C.'nin emeklilikten geri çağırılıp katılımına dair böylesi bir değerlendirme yapılabilirdi. Gözlemlenen bir diğer değişiklik ise, oto-kontrol ve eylemlerin öz-muhafızlığı için bıyık altından örgütlü sendikalara güç verilmesi doktrinine geri dönülmesiydi.

Perşembe günü PAME üyelerinin Meçhul Asker anıtındaki eylemlerini yalnızca defansif olarak değil ofansif olarak da muhafaza etmeleri, eylemci kitlesine sorun çıkartıcıların sızmasını engellemek amacıyla eylemcilerin ilk sözü söyleyecek öz-denetimlerine yer bırakan yeni bir taktiğin başlangıcıydı. Bu riskli bir yaklaşım, zira polisin göze batmadan geride dururken eylemciler arasında yaşanan inanılmaz şiddet daha ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Bununla birlikte, polisin olaya herhangi bir müdahalesi çok daha kötü sonuçlar da doğurabilirdi. Her halükarda, müzakerelerden sonra bu taktiğin yeniden uygulanması yüksek ihtimal.

Bu kritik dönemde, Chr. Papoutsis'in [TPTG: Eski adıyla Kamu Düzeni Bakanı, veya PASOK hükümetinin neo-orwellvari dilinde verilen yeni adıyla Vatandaş Koruma Bakanı] yalnızca liderlik düzeyinde değil, kadronun bütün düzeylerinde daha yumuşak bir yönetim arzuladığı açıktı. Bu yüzden, geçtiğimiz aylardaki eylemlerde eylemcileri ve gazetecileri ciddi bir biçimde yaralayarak polisin imajını zedelediğini düşündüğü sert polisleri tayin ettirdi. Şüphesiz, dengeyi sağlamak amacıyla, deneyimli bir eski kurtu da işe alarak onu operasyon danışmanı konumuna getirdi.

Bir yılı aşkın bir süredir, bakan güvenlik güçleri içerisindeki demokrasi eksikliğinden bahsediyor ve kimi yapılara, birimlere ve kumandanlara saldırmaktan çekinmeyeceği tehditini ortaya attı. Şüphe yok ki bu kumandanları iki yıl, o dönem yapılan resmi açıklamaya göre sokakları geri gazanmak için saldırgan doktrin uygulanırken önce atayan yine aynı hükümetti.

Öğrenci Al. Grigoropoulos'un öldürülmesi polisler açısından geniş bir etki yarattı, zira toplumun devasa kesimlerinde meşruluklarını yitirdiler, yani toplumsal ve mesleki olarak marjinalleştiler. Ekonomik krizin insanları mahvettiği ve toplumsal uyumdaki çatlakların artmakta olduğu, yani geçtiğimiz onyılların en kötü dönemine denk düşen şu günlerde, Vatandaş Koruma Bakanlığı'nın mesleki öz-tasfirinin ve davranışının dönüştürülmek yönünde bir çabası var."5

Bu durumda, kimi çevik kuvvet polislerinin eylemcilere sizi savunmak için buradayız demeleri şaşırtıcı değildir!

Tüm bunlara rağmen, hem her renkten polise ve onların çeşitli yöntemlerine, hem de işçi sınıfına karşı gerçekleştirilen kapitalist saldırılara karşı mücadele sürüyor!

TPTG


1https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/sendika-p...

2https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/yunanista...

3Bkz. Yunanistan: Kitle Meclisleri Hareketi, TPTG

4Bkz. www.tapaidiatisgalarias.org/wp-content/uploads/2011/10/OPEN_LETTER.pdf ve www.tapaidiatisgalarias.org/wp-content/uploads/2011/10/OPEN_LETTER_2.pdf (TPTG'li yoldaşlar bu mektuplardan ilkini İngiltere'de kendisini özgürlükçü marksist olarak tanımlayan Aufheben isimli bir dergi çevresinin önde gelen bir üyesinin, eylemlerde kitle kontrolü üzerine akademik çalışmaları olduğu ve mesleki olarak polis güçlerine danışmanlık yaptığını öğrenmeleri üzerine, başta İngiltere'deki enternasyonalist safları uyarmak için, ikincisini ise kör bir kişisel sadakatle bu kişiyi savunma gafletinde bulunan ve Aufheben çevresinin de dahil olduğu belirli bir kesime cevap olarak kaleme aldılar. - EKA)

5Yunan Polisi: Yeni doktrin yumuşak-yumuşak, Eleftherotypia, 13/11/2011

Tags: 

Sendika-Parlamento-Stalinist Parti : Yunanistan'da Kapitalist Devletin Şeytan Üçgeni

Yunanistan'da Neler Oldu?

Geçtiğimiz haftalarda, Stalinizm belası gündeme bir kez daha geldi. Bu metnin yazıldığı sırada manşetler Yunanistan başbakanı Yorgo Papandreu ile ana muhalefet lideri Andonis Samaras'ın ülkeyi erken seçime götürecek bir koalisyon hükümeti üzerinde anlaştığını yazmaktaydı. Birçok Avrupa ülkesi gibi ağır bir borç bataklığında debelenen Yunanistan kapitalizmi çözümü bu yolla arayadursun, geçtiğimiz ay bu ülkede yaşananlar adeta işçi sınıfının ajandasına bir not olarak düşülmesi gereken, değerli ve ders verici öneme sahip olayları da içerisinde barındırıyorlar.

Bu ibretlik olaylar Yunanistan'da 19 ile 20 Ekim tarihlerinde düzenlenen 48 saatlik bir genel grev sıradasında gerçekleştiler. Grevin çıkış noktası Yunanistan'da yaşanan borç krizi üzerinden gündeme gelen olası kemer sıkma politikalarıydı. İşçiler bu konuda bugüne kadar saldırılara iş bırakmalar ve sokak eylemlilikleri ile karşı koymaya çalışmışlardı.

Söz konusu iki günlük grevin örgütleyicileri ise 1918'de kurulan ve en büyük işçi kitlesini içerisinde barındıran GSEE (Genel Yunan İşçi Konfederasyonu) ile 280 bin üyeli ADEDY (Kamu Çalışanları Konfederasyonu) adlı “temel” Yunan sendikalarıydı. 1 milyonun üzerinde kişinin artık eylemlerin sembol mekanı olan Syntigma Meydanı'na yürüdüğü eylemler sırasında aynı zamanda sermayenin yaklaşık 10.000 kolluk gücü de yerini almıştı. “Ayaklanma polisi” tarafından Atina sokaklarında eylemcilere karşı zaman zaman saldırılar düzenlendi.

Bütün bu yaşananlar sırasında, KKE yani Yunanistan Komünist Partisi ve onun bir alt örgütü olan PAME (Tüm İşçilerin Militan Cephesi) adlı sendika, Syntigma Meydanı'nda bulunuyorlardı. Ancak ortaya çıkan görüntüler ilginçti. Ellerinde, bayraklarla adeta gizlenilmeye çalışılmış kalın sopalarıyla KKE'li Stalinistler, parlamento önünde barikat kurarak meclise yürümek isteyen eylemcileri engelliyor ve geçmek isteyenlerden KKE ya da PAME'ye ait üye kimlik kartlarını göstermelerini talep ediyorlardı. İşçiler içerisinde polislik görevi üstlenen bu “siyasi haydutlar”ın gerekçesi ise yüzleri maskeli olan ve çoğunluğunu anarşist/anti-otoriterlerin oluşturduğu unsurların bulunduğu gruplar içerisinde sivil polislerin olabileceği iddiası idi.

Sözü olay yerinde bulunanlara bırakalım: “Sonra, anti-otoriterlerin blokları ve Anarşistlerin Sosyal Kendi Kaderini Tayin Meclisi geldiler. Eylemciler parlamentoya ulaşmaya çalıştılar ve çatışmalar patlak verdi. Anarşist bir blok Stalinist saflara saldırdı. Syntagma'daki Büyük Britanya Oteli önünde kapıştılar. Polis göz yaşartıcı bombalar attı. Çatışmalar çok sertti; doğrudan kitlenin üzerine fişekler atıldı. Syntagma'da yüzlece anarşist ve Stalinist arasında topyekün çatışmalar gerçekleşti; taşlar, şişeler ve fişekler atıldı. Eylemciler parlamentoya ulaşmak için PAME saflarını delmeye çalıştılar. Komünistler karşı-saldırıya giriştiler ve kara blokta olmayanlar dahil pek çok eylemciyi dövdüler. Hatta bazı gençleri “tutukladılar” ve polise teslim ettiler. Devletle işbirlikleri ortadaydı.1

Bir taraftan da gündemi Stalinistler ile onlar tarafından “anarko-faşist” olarak isimlendirilen anarşistler arasında çıkan çatışma bir nebze de olsa değiştirdi. Stalinistler tarafından olayın ifadesi, bu çatışma sırasında PAME (ve muhtemelen de KKE) üyesi Dmitiris Kotzaridis adlı bir işçinin anarşistlerin attığı molotoflar yüzünden hayatını kaybettiği yönündeydi.2

Ardından gelen bilgiler ise, hastane tarafından verilen raporda, sendikanın üyesi işçinin polisin attığı gaz bombalarından çıkan yoğun gaza maruz kaldığı için solunum yetersizliğinden hayatını kaybettiği biçimindeydi.3 Burada KKE tarafından açıkça bir aldatmaca gerçekleştirilmiş, KKE bu dezenformasyon ile kendisini mağdur gösterip eylemin ilerleyen anlarında sahneye koyacakları saldırıların ön zeminini oluşturmuştu.

Ardından internet portallarına düşen bir haber ilk olarak Stalinistlerin bulunduğu yere anarşistler tarafından bir molotof kokteylinin atıldığını ve meclis önünde nöbet tutan PAME üyeleri ve KKE'nin gençlik kolu KNE mensuplarının parlamento önüne gelen kitlenin üzerine artık klasikleşmiş ve bayrak görünümü verilmiş sopalarıyla ve başlarına geçirdikleri kasklarıyla saldırdıklarını öğrenecektik.4 Ayrıca saldırıdan sonra Stalinistler tarafından şiddete maruz kalan “şüpheliler”i gözaltına almak için KKE'lilerin arasına gelen üniformalı kolluk güçleri yine aynı kitle tarafından alkışlarla(!) karşılanacaklardı.

Bütün bunların yanısıra sorunun aynı zamanda sendikalara dair bir mesele olduğu fikrini de taşıyoruz. İşin özünü de bu nedenle devlet-stalinist parti-sendika üçgeninde değerlendiriyor ve bu olaylara ancak bağımlı bir değişken olarak da anarşistleri ya da anti-otoriterleri ekliyoruz. Yaşanan olayların panoromasının devrimci enternasyonalist bir sınıf çizgisinden aktarmaya çalışmak gerektiği kanısındayız. Bunun aksi ya da farklı bir içerik teşkil eden bütün değerlendirme ve analizlerin olaylara açıklama getirmek için yetersiz kalacağını düşünüyoruz. Okuyucularımıza olayların akışını fotoğraflarıyla takip edebilecekleri faydalı bir tartışma kaynağına bir tartışma sitesinden ulaşabileceklerini belirtmek istiyoruz.5 Bununla birlikte, yaşanan bu olayların ve arkasındaki mekanizmanın temeline ancak KKE'nin bu tür manevralarla alt metinde ne ifade etmek istediğini tanımlayarak, “işin köküne inerek” ulaşabiliriz.

Konunun Stalinist Parti üzerinden şekillenen pratiği bu şekilde karşımıza çıkıyor. Bu noktada buram buram Stalinizm ve karşı-devrim kokan bu parti bütün bunları yaparken aslında “ne yapmış oldu?” diye sormak ve bunun cevabını vermeye çalışmak lazım:

1 - Mücadeleyi parça parça ettiler. Eylemlilikleri “A hareketinin” ya da “B grubunun” öznelliğine indirgeyerek aslında burjuva bir nitelik taşıdığını iddia ettiler.

2 - Çünkü zaten kendileri de genellikle kitleden ayrı eylemler düzenlemekteler. (Bu sizlere birilerini hatırlatmıyor mu?)

3 – Aslında olumlu yönde evrilme potansiyeli taşıyan bir hareketi6, Yunanistan işçi sınıfının burjuvazi tarafından maruz kaldığı saldırılara karşı henüz tam olarak randımanı yeterli olamasa da ortaya koymaya çalıştığı mücadele azmini daha başından kırmaya yeltendiler. Kendi güdümlerindekideki sendikayı meşru kılmaya çalıştılar.

4 – Kendilerini ister muhafazakar, ister liberal, isterse de “komünist” olarak adlandırsın, burjuvazinin şu ya da bu kliğini temsil eden partilerin eylemlerinin işçi sınıfı hareketinin kendisini topyekün temsil edemeyecek olması gerçeğini gözler önüne serdiler.7

5 – Sendikaları sözde “komünist” partilerinin birer aracı olarak değerlendirmek isteyen anlayışın (komünistlerin karşı çıkması gereken bir anlayış) ürünü olan PAME'nin, diğer sendikalar gibi sermayenin fabrikadaki polisliğini yaptıklarını ifşa ettiler.

6 – KKE de kendi güdümündeki bir sendika olan PAME aracılığıyla kendi karşı- devrimci pratikleri için bir kez daha rant elde etmiş oldu, zira meclisteki partilerin en aşırı sağcısı olan LAOS dahil bütün partiler KKE'nin meclisi korurken ortaya koyduğu “kahramanca” tutumunu tebrik ettiler.8 Ayrıca durduğu siyasi eksen itibariyle burjuvazinin politika yapma biçimini, yani kitlelerin temsilcisiymişçesine sendika aracılığıyla ilgili işkolu ya da meslekteki işçilerin sözcüsüymüş gibi konuşma hakkını bir kez daha kullandı. Böylece Stalinist Parti, kontrolündeki sendika aracılığıyla, başka bir yerden ifadesiyle, bir volan kayışıyla hem partiye nicelik sağladı, hem de işçiler üzerinde bu sendika aracılığıyla siyasi hegemonya kurmaya teşebbüs etti.

Sendika

Bu noktada, sendikaların genel işlevini daha derinlikli bir biçimde ele almamız gerekli. Burjuvanin araçlarından birisi olarak derdi sadece emeğin rasyonalizasyonu ve sermayenin birikimini daha da aşırılaştırmasının bir aracı olan, her defasında sınıf mücadelesinin önünde bir blok olarak durduğunun türlü ifadelerini gözler önüne seren sendikaların işlevi, genel grevler ile sınıfın bünyesinde biriktirdiği öfke ve sınıf kinini boşaltmak, “gaz boşaltmak”tır. “Dünün işçi örgütleri, bugün sermayenin araçları” olan sendikaların ya da sendikal “mücadelenin” derdi, işçi sınıfının kurtuluşu değil, sınıfın mücadelesini sektör, yerellik, vb. kriterler üzerinden bölerek devlet kapitalizmi ve sermayeye hizmet etmektir.

Sendikalar proleter karakterini kaybettiği için, "işçi sınıfı tarafından yeniden ele geçirilemezler" veya devrimciler için bir faaliyet alanı olamazlar. Son elli yılda işçi sınıfının, burjuva devletinin önemli bir parçası haline gelen sendikaların etkinliklerine olan ilgisi azaldıkça azalmıştır. İşçilerin, yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesine direniş amaçlı mücadeleleri ise, sendikanın dışında ve sendikaya karşı örgütlenen izinsiz grev biçimini alma eğilimindedir. Mücadelenin genelleşmesiyle işçilerin oluşturduğu kitle toplantıları sırasında seçilen delegelerin kurduğu komiteler tarafından düzenlenen bu grevler, daha ilk anda devletle ve devletin fabrikadaki temsilcisi sendikalarla karşı karşıya kalmaktadırlar.9

Sendikaların bu işlevinin tarihte başka bir örneğini çok uzaklara gitmeden, sadece geçen sene yaşananlardan hatırlayabiliriz. Fransa'da geçtiğimiz yıl gerçekleşen “Emeklilik Maaşları Reformu” karşıtı gösteriler sırasında çeşitli meslek ve sektörlerden işçilerin oluşturdukları bir kitle meclisinin AG InterPro imzası ile yayınlanan bir bildirisinde sendikaların bu pratikler sırasında neler yapabileceğini de gösteriyor:

Fakat Intersyndicale (ulusal ve yerel ölçekteki sendikaların birleşik komitesi, açıklama çevirene ait), grevin yayılmasına karşı savaşarak bizi kasten yenilgiye sürükledi:
- Meslekler ve branşlar arasındaki engelleri işçileri birleştirmek amacıyla kaldırmak yerine, her bir işyerindeki kitle toplantılarını diğer işçilere kapalı tuttu.
- "Ekonomiyi bloke etmek" amacıyla spekülatif eylemler yaptı ama diğer işçileri mücadeleye katabilecek grev gözcüleri ya da uçan grev gözcüleri (grev yapan işyerinden diğer işyerlerine işçileri grevden haberdar etmek ve greve katılmak için çağrı yapmak üzere giden grev gözcüsü) örgütlemek için hiçbir şey yapmadı- ki bu işçilerin ve geçici, sözleşmeli işçilerin yapmaya çalıştığı şeydi.
- Arkamızdan iş çevirerek, kapalı kapılar ardında kabine bakanlarıyla yenilgimizi müzakere ettiler.
10

Sendikaların varoluş sebebi Fransa'da geçtiğimiz yıl işçi sınıfının yaşadığı deneyimde olduğu gibi, sınıfın kimi kesimlerinin kendi kararlarını kendileri alıp uyguladıkları sektör, işkolu, işyeri, ve benzeri kriterleri gözetmeksizin biraraya geldiklerinde işçiler adına konuşmaya çalışmaktır. Karar almaya yeltenmek, kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilen sahte seçim ve oylamalar ile esas olarak sınıf mücadelesinin içerisinde devletin ajanlığını yaparken, bir yandan da burjuva karakterinin bir yansıması olarak karşı-devrimci pratikler sergilemektir. Türkiye'deki bir sendikalar da aynı devlet aygıtı karakterini taşımaktadırlar. Böylesi bir sendika toplantısında konuşan bir bakanın kolaylıkla şu sözleri sarfedebilmesi ve işyeri temsilcisi sendikacıların bulunduğu salondan hiçbir itiraz gelmemesi bu tespite dair bu küçük alıntıyı yapmamızı gerekli kılıyor:

Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz.11

Parlamento

Bütün bunların ifadesi, aslında sosyal bir devrim derdi bulunmayan karşı-devrimci bir Stalinist partinin eylemler sırasında polisin görevini işçiler içerisinde ve onlara karşı konumlanarak yerine getirmesidir. Nasıl bir “devrimcilik” ya da “komünistlik” ki bunlarınki, burjuva siyasi aygıtının bir ifadesi olan parlamento önünde nöbet tutarak onu koruyorlar? Hangi “devrimci”, hangi “komünist” burjuvanın “domuz ahırları”nın bekçi köpekliğini yapar? Bu noktada, bütün ülkelerdeki Stalinist partilerin karşı-devrimci ve devletten yana tutum alan pratiklerinin proletarya nezdinde oluşturabileceği kafa karışıklığına işaret edilmesini de gerektiriyor. Sözde “komünistler” parlamentoları, burjuvazinin sözcülerinin çıkarlarının hassas dengesiyle kendi orta-oyunlarını sergiledikleri burjuva meclislerini korurlarken, gerçek komünistlerin parlamentolara bakışı nedir?

Kapitalist sistemin çöküş dönemine girmesiyle parlamento reformların bir aracı olmaktan çıktı. Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nde söylendiği gibi: "Siyasi hayatın ağırlık merkezi sonunda parlamentonun sınırlarının tamamen ötesine çıktı". Parlamentonun oynayabileceği tek rol, onu hayatta tutan tek şeydi: Bir aldatmaca aracı olarak sahiplendiği rol. Böylece proleteryanın parlamentoyu kullanma ihtimali yok oldu. Sınıf, gerçek siyasi işlevini yitirmiş bir kurumu kullanarak imkansız reformlar elde edemez. Proleterya, temel görevi burjuva devletini, parlamentoyu ve meclisi yok etmek olduğu bir zamanda, genel oy hakkı ve burjuva toplumunun diğer izleri üzerine kendi diktatörlüğünü kurmak yerine parlamenter kurumlara ve seçimlere katılıyorsa, ölüm döşeğindeki parlamento ve meclise canlı bir görünüş armağan ediyor demektir.12

Komünistler neden parlamentolara karşıdır? Çünkü seçimler ile aynı düzlemin bir konusu olarak burjuva meclisler bugün:

a) Yıkılması gereken organlardır ve bu seçim aldatmacasının da reddini de gerektirirler.

b) “Demokrasi” yalanının proletarya nezdinde yarattığı kafa karışıklığından hareketle, bu gibi burjuva kurumlarda “demokratik” seçimleri takiben, sınıfımızın çıkarlarının temsil edildiği yanılgısını yaratırlar.

Bordiga'nın söylediği gibi:Parlamentolarda ve diğer demokratik organlarda vücut bulan tartışmaların gerçek niteliği, karşıt partilerin bir eleştirisinin ötesine geçip parlamentarizm ilkesine karşı propaganda yapma, parlamenter yapının sınırlarını aşan eylemler yapma olanağını dışlar. Tam da bu yüzden, seçim sürecinin bütün formalitelerine uymayı reddederek konuşma hakkı sağlayan bir temsiliyet elde etmek imkânsızdır. Parlamenter mücadele içerisinde başarı ancak bu kurumun üzerinde durduğu ilkeleri herkesin kullanabileceği bir silahı kullanabilme yeteneğiyle ve yasalardaki inceliklerden faydalanma yoluyla elde edilebilebilir. Nitekim seçim kampanyalarında elde edilebilecek başarının ölçüsü de giderek elde edilen oylar ve sandalyeler haline gelecektir. Komünist Partilerin parlamentarist pratiğe tamamen farklı bir nitelik kazandırma yönündeki bütün çabaları da basitçe bu pösteki sayma çabasına kurban edilecek olan enerjinin iflasına götürecektir. Komünist devrim davası ise tek cümleyle kapitalist sömürü düzenine karşı doğrudan eylemi gerektirir.13

c) Kapitalizmin çöküş aşamasında, hiçbir şekilde işçi sınıfının çıkarlarını temsil edemezler.

Yine Bordiga'nın dediği gibi:Komünistler işçi sınıfının her hangi bir parlamenter çoğunluk elde etme yoluyla iktidarı alabilme olasılığının asla olmadığını savunurlar. İşçi sınıfını iktidar hedefine ancak silahlı devrimci mücadele taşıyabilir. Komünist iktisadi yapılanmanın başlangıç noktasını oluşturan iktidarın proletarya tarafından fethi, demokratik organların şiddetli ve dikkatli yıkımına ve onların yerine proleter iktidar organlarının yani işçi konseylerinin konmasına götürür. Bu yolla sömürücü sınıfın bütün politik hakları ellerinden alınır ve sınıfsal temsile dayanan bir hükümet sistemi olan proletarya diktatörlüğü kurulmuş olur. Parlamentarizmin yıkımı bu anlamda komünist hareketin tarihsel bir hedefidir. Dahası, burjuva toplumunun, kapitalist mülkiyetten bile önce ilk yıkılması gereken formu tam da temsili demokrasidir.14

Stalinist Parti

Bütün bunların yanısıra, Stalinizmin derdinin ne olduğunu bizzat KKE'nin programından elde edebiliriz. Karşı-devrimin on yıllardır işçi sınıfının mücadelesini baltalayan ve yeni kan göllerinin akmasının yolunu açan neferleri olarak sözde “komünist” ve “sosyalist” partilerin ya da “işçi” partilerinin geldiğimiz noktada devrime karşı konumlanan tutumları ve bunların pratikteki yansımaları ortadadır. Bunlar, aslında bizlere bu tür yapılanmaların burjuva devlet aygıtını alaşağı etmek ve işçi sınıfının genelleşmiş mücadelesinin küresel ifadesi olan bir dünya komünist devrimini amaçlamak yerine, sadece bu aygıtın kimin (yani burjuvazinin bir kanadının) elinden hangi yektenin (veya burjuvazinin bir başka kanadının) eline geçip geçmeyeceğinin “kavgasının” temelinde olduğunu gösteriyor. Bu da bahsi geçen partilerin aslında hangi burjuva temelde olduklarını göstermiş oluyor. Programları: Seçimler yolu ile bir kitle hareketinin oluşturulması hülyası, parlamenter sirke katılma hayalleri ve “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisinin karşı-devrimci doğası!

Peki komünist sol bunları reddederken, meclisleri burjuva devlet aygıtının kendisini meşru kılmanın birer aracı olarak görüyorken, Stalinist “komünist” partiler hangi kaynaktan besleniyorlar? Programında KKE kendisini “yurtsever ve Yunan toplumunun ulusal, demokratik ve devrimci geleneklerinin mirasçısı15 olarak ifade ediyor, bir taraftan da “SSCB'nin, Avrupa'daki sosyalist sistemlerin (?!) ve diğer sosyalist ülkelerin bütünüyle savunulmasını16 kendisine amaç ediniyor ve “ekonominin sosyalist planlamasını” önüne yüce (!) bir hedef olarak koyuyor. Böylesi bir burjuva aygıtının programından ancak ve ancak Komünist Enternasyonal'in 2. kongresindeki parlamentarizm tartışmalarının ışığında bir sonuç çıkartabiliriz. Yani aslında “devrimci” parlamentarizmin mümkünlüğü yanılgısının karikatür bir hali olarak yine kendisini yani KKE'yi buradan su yüzüne çıkartabiliriz.

Geçtiğimiz birkaç aya da damgasını vuran ve Yunanistan proletaryası için yeni deneyimlerin bir başlangıcını temsil eden protestolar sırasında Syntigma Meydanı'nda ortaya çıkan kitle meclislerindeki tartışmalar esnasında kendisine SYRIZA (Radikal Sol Koalisyonu) diyen yapının, genelde yurtsever, anti-faşist, anti-emperyalist bileşenlerden oluşan Gerçek Demokrasi grubunun ve diğerlerinin tutumları da aslında birçok şeyin de ifadesini daha o zamandan ipuçlarıyla veriyordu.

Ayrıca bütün bunlar için yine çok da geriye gitmeden, kısa bir süre önce TPTG'li yoldaşlardan tarafımıza gönderilen ve sitemizden yayınladığımız “Yunanistan : Kitle Meclisleri Hareketi” başlıklı metinden yapacağımız alıntılar ile buradaki görünümü daha da netleştirebiliriz:

Bu mecliste yer alan solcular, faaliyetleri 'çalışma hakkı', 'herkese tam, düzgün, istrikrarlı iş' gibi solcu siyasi sloganlarla sınırlı tutmaya çalıştılar ve (eğer edinmişlerse) mücadele deneyimlerini paylaşmaya veya kollektif doğrudan eylemlere girişmeye yanaşmadılar.17

Bütün bunları ifadelendirirken aslında sermayenin solundan başka birşeyi nitelemeyen sahte “komünist”lerin, “sosyalist”lerin veya solcuların tuttukları devlet yanlısı konumların kendisinin neyi ifade ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz: Ortada bir sorun mu var, onu ancak sosyalizm çözer! Ama nasıl? Ekonominin sosyalist tarzda örgütlenmesi! Ortada ne bir topyekün dönüşüm, ne de ücretli emeğin yıkımı var; ortada olan sadece burjuva devlet aygıtının bir burjuva kanattan, bir diğer burjuva kanadın eline geçmesinin amaçlanması. Peki ya ondan sonrası? Tabii ki yoksulluk, ağır çalışma ve baskı koşulları, işçi sınıfına reva görülen yeni bir pranga olarak yeni model bir kapitalizm sureti.

Burjuvazinin çeşitli kesimlerini "sosyalizm", "demokrasi", "anti-faşizm", "ulusal bağımsızlık", "birleşik cephe" veya "kötünün iyisi" adına "şartlı" veya "eleştirel" olarak bile olsa destekleyen; politikalarını burjuvazinin seçim oyununa, sendikaların işçi sınıfı karşıtı faaliyetlerine veya öz-yönetim yanılgısına dayandıran bütün partiler ve örgütler sermayenin ajanlarıdır. Bu, özellikle sosyalist ve komünist etikete sahip partiler için geçerlidir.18

Devletin Stalinist karşı-devrimcilerinin ve sendikalarının, devletin meclisi ile elele yürüdükleri bu işçi sınıfı karşıtı yolu lanetliyoruz. Öte yandan Yunanistan'daki eylemlilikler sırasında kimi irili ufaklı anarşist grupların savruldukları, bireysel-terörizme yaslanan romantik-maceracı pratiklerini de eleştirmek ve sınıf mücadelesinin dışında varolmaya yönelik tepkisel konumlanışlarını da günyüzüne çıkartmak durumundayız. Proletaryanın mücadelesinde bu gibi bir küçük ayrıntıyı ve yeni bir dünya için doğru yerden yanlış biçimde yapılan küçük burjuva pratikleri es geçemez ve eleştirmeden halı altına süpüremeyiz.

Çünkü molotoflar ile gelecek olan bir özgürlüğün yerine sınıfın devrimci şiddeti ve örgütlülüğünü koymamak netice itibariyle hüsrana yol açmasından da öte yaşanan onca deneyim ve pratiğin ardından bir soğuk su içilmesine neden olacaktır. Bizlere göre bireysel-terörizmin yerine proleter eylemi koymak yegane belirleyici etmendir.

Terörizm hiçbir şekilde işçi sınıfı mücadelesinin bir yöntemi olamaz. Eğer kapitalist devletler arasındaki daimi savaşın bir ifadesi değilse geleceği olmayan bir toplumsal katmanın ve küçük-burjuvazinin çürümesinin bir ifadesi olan terörizm, her zaman burjuvazinin kendi amaçları doğrultusunda kullanması için uygun bir zemin olmuştur. Küçük azınlıkların gizli faaliyetlerini savunmak, proleteryanın bilinçli ve organize kitle faaliyetlerinden doğan sınıfsal şiddeti savunmanın tamamen karşıtıdır.19

Otoriter, baskıcı ve hiyerarşik bir kurum olarak devletin yıkılmasını ana hedef biçiminde önüne koyan ve enternasyonalist bir perspektifle işçi sınıfını temel alan bir bakış inşa edememiş; seçimlerle, sendikalarla ve parlamentolarla hesaplaşamamış, merkezileşmiş örgütsel biçimi reddederken marksizmi otoriter olmakla itham edip her daim birer kapalı arkadaş grubu olarak kalmaya mahkum olan bu türden anarşistleri de resmi anarşistler ya da düzen içi anarşistler olarak adlandırıyor ve onları burjuva solu ve siyasetinin bir parçası olarak gördüğümüzü ifade etmemiz gerekiyor.

Sonuç

Yazmızı bitirmeden, Yunanistan'da yaşanan bütün bu gelişmelerin bir de Türkiye solu üzerindeki yansımalarına bakacak olursak, durumun vahim hali acı bir şekilde önümüze dikiliyor. Kimi solcu yapılar konuyu geçiştirirken, bazıları sadece “tarafsız” bir şekilde olayları haber ajansı janrına uygun aktarmayı uygun görmekle yetiniyordu. Bunlar arasında başı çekenler Birgün20, Kızıl Bayrak21, Atılım22 ve Alınteri23 olarak göze çarpıyor. Kimi solcular ise açıkça KKE'nin karşı-devrimci eylemlerinin avukatlığına soyunmuş durumda. Bu yapıların en öne çıkan örneği, Türkiye “Komünist” Partisi denilen yapı ve bu yapının haber organı soL24. Durdukları yerin karşı-devrimci ve çürümeye yüz tutmuş konumunu ifşa eden Türkiye solunun bu hareketlerinin düştükleri acziyete diyecek pek de bir şey bulamıyoruz.

Sonuç olarak, Yunanistan'da sürmekte olan kitle hareketlerine yönelik devrimci ve enternasyonalist bir çözümün ana rotasının yine sınıfın kendi mücadelesini kendi ellerine almasının bir ifadesi olan kitle meclisleri ve/veya toplantıları ile bir aşama kaydedebileceği fikrini taşıyoruz. Grevlerin ne sendikalar, ne de kendilerini “komünist”, “sosyalist” ya da solcu diye isimlendiren burjuva sol partiler ve onların kılı kırk yaran plan ve projeleriyle zafere ulaşabileceği ortadadır. Zafere ancak bizzat yine Yunanistan proletaryasının dünya işçi sınıfının geçmiş deneyimleri ile çıkarttıkları komünist perspektifinin ana hatları üzerinde ilerleyecek dünya ölçeğinde devrimci bir kalkışma ile nihai olarak ulaşılabileceğini düşünüyoruz.

Bunçuk

 


 

 

6Burada ifade etmek istediğimiz şey, Yunanistan'da bir süredir gündemde olan kriz, ödenemeyen borçlar, AB'nin baskısı ve buna yönelik atılacak olan adımların proletaryanın kendisine birer kemer sıkma atağı olarak şekillenmesi ve iptal edilen referandum ile yeni koalisyon hükümeti konularının ışığında, proleter kitlelerin kapitalizmin bu saldırılarına karşı kimi zaman kitle meclislerini kurarak kendi eylemliliklerinin kaderinin yine kendi ellerine almak istemelerinin taşıdığı potansiyele vurguda bulunmaktır.

7Çünkü işçi sınıfı özellikle de üretim sürecinde tuttuğu ve tek devrimci sınıf olmasından gelen doğası nedeniyle, bilinç durumu ne olursa doğal olarak olsun bütün burjuva kurum ve kuruluşlarına karşıt konumda bulunur. Çünkü birisi sömürülen bir sınıf olarak proletaryayı, diğeri ise bu sömürü haddi üzerinden sermaye birikimini azgınlaştıran asalak bir sınıf olarak burjuvaziyi temsil etmektedir.

9EKA Platformu, Madde 7; https://tr.internationalism.org/platform/chap07

13Amadeo Bordiga, Parlamenterizm Üzerine Tezler, 1920. https://tr.internationalism.org/duenya-devrimi-2000s/duenya-devrimi-2009...

14Amadeo Bordiga, Parlamenterizm Üzerine Tezler, 1920. https://tr.internationalism.org/duenya-devrimi-2000s/duenya-devrimi-2009...

 

Tags: 

Van Depremi ve Burjuvazinin Fırsatçılığı-Çürümüşlüğü

Van depremi üzerine yazmayı belli açılardan bir sorumluluk olarak görüyoruz. Bunun bir çok sebebi olsa da, en başta depremin kapitalizmin çürümekte oluşunu bir kez daha ortaya koyması ve beraberinde onun nasıl aç gözlü fırsatçı olduğu gerçeğini ortaya çıkarması geliyor. Başka bir olgu ise işçi sınıfı içinde yayılmaya çalışılan milliyetçilik ve bu milliyetçi durumun her iki ulusun işçileri üzerinde yarattığı sınıfsal yabancılaşma. Van depremi üzerinden ise bu yabancılaşma üzerine inşa edilen milliyetçi histeriler.

Deprem bildiğimiz gibi çarpık ve plansız kentleşme, doğal olayları bir afete ya da yıkıma çeviren kentleşme ve alt yapı gibi bir çok neden sıralayabiliriz. Şüphesiz bunların temelinde ise daha fazla kar güdüsü, yani kapitalizme özgü sorunlar yatmakta. Örnek olarak da yıkılan binaların uygun malzemeyle yapılmadığı ifade edilmekte. Bunlara bakarak deprem değil kapitalizm öldürür vb. gibi belli ezber cümleler de kurabiliriz. Aslında kısmen bunu burjuva medya da söylüyor fakat bir farkla: Onlar eksik malzeme, denetim eksikliği gibi nedenleri belirtseler de, bunların kapitalizm koşullarında aşılabileceğinin propagandasını yapıyorlar. Fakat aslında kapitalizmin çürüdüğünü tam da burada yani bu sorunlara çözüm bulunup bulunamayacağı noktasında görebiliyoruz. Evet, burjuvalar bu sorunu çözebilirler fakat tek bir yolu var o da bunun onlar için kar ifade etmesi.

Biraz bu depremin yarattığı sorunların çözümünün nasıl karlı hale geleceğini açalım. İlk önce kapitalizmin fırsatçılığının Van depreminde nasıl depreştiğini görelim. Depreşmenin büyük kentlerdeki değerli arazilerin üzerindeki binaların yıkılarak kentsel dönüşüme sokulması amacıyla yaşandığını söyleyebiliriz. Özellikle İstanbul bu projenin merkezinde duruyor. Yıllardır konuşulan ve beklenen bir İstanbul depremi söz konusuydu. Bu depremden en az zararla çıkma propagandası ile deprem riski taşıyan bölgelerin kentsel dönüşüme tabi tutulması hedeflenmekteydi. Ama dikkat çekci olan, riskli olan bölgelerin şehrin merkezinde kalan gecekondu bölgeleri olması. Bu arazilerin üzerine kurulacak iş merkezleri ve konutların yüksek kar getirecek olması, yaşananların arka planını gözler önüne seriyor. Van depreminin ardından Başbakan deprem karşısında yaşadığı sahte samimiyetiyle ve tüm iğretiliğiyle ellerini ovuşturarak depreme uygun olmayan binaların yıkılacağını açıkladı. Çıkarılacak yasada, bina sahibi gönüllü olamasa bile zorla kamulaştırılacağını, bunu da o konutlarda oturanları düşündükleri için yapacaklarını yine aynı sahtelikle açıklıyordu Başbakan. Kentsel dönüşüm için bir fırsat yaratan Van deremi hemen değerlendirildi ve daha fazla insanın ölmemesi propagandası üzerinden inşaat sektörüne yeni pazar yaratılacağının sinyali verilmiş oldu. Kapitalizmde eğer karlı ise herşeyin bir fırsat olabileceğini bir kez daha gördük; bu yeryüzünün en yokedici doğal olayı olsa bile.

Depremle ortaya çıkan kentleşme sorunları, binaların depreme uygun olmayışı ve bu yapıların Türkiye'de milyonlarla ifade ediliyor olması inşaat sektörü açısından önemli bir potansiyeli ifade ediyor. Kriz içinde olan kapitalist ekonomi inşaat sektöründe açılacak olan bu pazarla bir canlılık kazanacak. Bir de bunun reel piyasadaki karşılığı söz konusu. Bu da özellikle sermayesini ve karını gerçekleştirmek isteyen sermaye için önemli bir olanak anlamına geliyor. Sürekli değer kaybeden sermaye büyümek için reel ilerleme katetmek zorunda. İnşaat sektörü bu anlamda temel pazar alanlarından birisi. Aynı zamanda işçilerinin bir kısmının yeniden borçlandırılması anlamına gelen bu dönüşüm süreci, yine burjuvazi için işçinin yaratacağı değerin büyük kısmına el koyacağı anlamına geliyor. Bir taraftan verirken, diğer taraftan evini yıkıp yeniden ona satarak, geri alacak. Kapitalist ekonominin çürümekte olduğu ve her türlü kar alanına azgınca saldırarak ayakta kalmaya çalıştığını görüyoruz. Deprem gibi bir yıkımı, kar alanı olarak görmeleri bu anlamda başka bir söze sanıyoruz ki yer bırakmıyor. Bu durum onun çözümsüzlüğünü ve aslında depremden daha yok edici olduğunu gösteriyor.

Van depreminin ortaya çıkarmış olduğu diğer bir sorun ise milliyetçilik meselesi. Depremden önce yaşanan emperyalist savaşın ve çatışmaların yarattığı milliyetçi atmosfer Van depremine de yansıdı. Milliyetçilik, işçileri gerçek kimliklerinden uzaklaştırarak onları burjuva politikaların etkisine sokulması için kapitalizmin tarihi boyunca kullanıldı ve hala kullanılıyor. Burjuvazi milliyetçiliği o kadar vahşice kullanıyor ki; Van depreminde bunun yansımalarını tüyler ürpertici biçimde yaşadık. Televizyon kanallarında "Her ne kadar Van'da olsa da acımız büyük" veya "Herkes haddini bilecek, yeri geldi mi taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın, sonra yardım isteyeceksin" gibi yorumların yapılması ya da satır aralarında "oh ne iyi oldu" diye fısıldanan düşünceler, milliyetçiliğin insanlık dışılığını bir kez daha gözler önüne serdi. Gönderilen yardım kolilerinin içinden taş, Türk bayrağı, sopa çıkması bu durumun en somut göstergesi. Bu durumun yardım kolilerini açan Kürt işçiler nezdinde benzer bir etki yaratması muhtemel. İnsanları bu kadar vahşileştiren sadece milliyetçilik mi acaba, yoksa ondan beslenen kapitalizm mi sorusunu sormak gerekiyor. Bu sorunun cevabını rahatlıkla yukarıda bahsettiğimiz kar güdüsüyle açıklayabiliriz. En azından sevindirici olan işçi sınfı tüm bunlara karşın dayanışma örneğini Gölcük depreminde olduğu gibi Van depreminde göstermiş olması. Tabi burjuvazi bu dayanışmayı kullanarak, dayanışma adı altında yeni vergiler koyarak işçilerin sırtına yeni yükler eklerse şaşırmamak gerekir.

Bitirmeden önce birkaç noktaya değinmeden geçmek olmaz diye düşünüyoruz. İlki yardımların dağıtımında yaşanan sorunlar, burjuva devletin büyük depremler yaşansa da ne kadar hazırlıksız olduğunu göstermiş oldu. Diğeri, 19 Ağustos depreminde koyulan vergilerin duble yol için kullanılması. Zaten bujuvaziden bu vergilerin deprem mağdurları için kullanılmasını beklemek budalalık olur diye düşünüyoruz. Yine bujuva mahkemelerin daha önceki depremler sonrasında müteahhitlere açılan davaların, Veli Göçer (bu şahıs da bir kaç yıllık tutukluluktan sonra bırakıldı, şu anda serbest) dışında tamamının çeşitli nedenlerle düşmüş olması. Buradan hareketle burjuva mehkemelerin adalet dağıtmadığını bir kez daha hatırlatabiliriz. Tüm bunlara başka örnekler de ekleyebiliriz fakat zannedersek bu kadarı yeterli.

Kapitalist sistemin kendi çıkarlarının dışında başka hiç bir şey için çaba harcamayacağını ve doğal afetler karşısında çözümsüz olduğunu Van depremiyle bir kez daha yaşadık ve yaşıyoruz. Burjuvazi bu çözümsüzlüğe, çözümsüzlük daha fazla kar ve yıkım üzerinden yaşandığı için, ancak yeni sorunlar ortaya çıkararak "çözüm" üretebilir. Bu da doğal afetlerin kapitalizm eliyle, işçi sınıfı için daha fazla yıkıma dönüştüğü anlamına gelmektedir.

Salih

Tags: 

2011 - Mart

Arap Dünyasındaki Olayların Sınıf Analizi: Dönemi Anlamak

1. Neler oluyor ve olayları anlamak neden önemli?

‘Devrim'... Bugün, Arap dünyasındaki olaylarla ilgili bu sözcük dolaşıyor herkesin dilinde. İlkin bu hususu tartışmaya açarken anlamamız gereken nokta, bu ifadeyi kullanan herkesin ‘devrim'den aynı anlamı çıkartmadığı noktasıdır. Devrim terimi, bugün öylesi bir anlam erozyonuna uğramış gibi gözükmektedir ki; Gürcistan'daki "Gül devrimi"nden, bugün verildiği isimle Mısır'daki "Lotus devrimi"ne (ki hatırlatalım ki Mısır'da yönetimdeki patronlar dahi değişmemiştir, eski kabine üyelerinin yirmi yedisi hala hükümette görev yapmaktadır), Ukrayna'daki "Turuncu devrim"den, peşi sıra gelen etnik temizliklerle Kırgızistan'daki "Lale Devrimi"ne (veya Pembe devrime), Lübnan'daki "Sedir devrimi"ne ve hatta (George W. Bush hiç de tutmayan ifadesi ile) Irak'taki "Mor devrim"den, İran'daki "Yeşil devrim"e (liste uzuyor, gidiyor) yönetimdeki herhangi bir patron takımı değişimine bu isim takılmaktadır.

Biz komünistler için, bir devrim, mevcut düzenin yönetiminde gerçekleşen bir değişimden ibaret değildir. Devrim, yalnızca iktidardaki yüzlerin değişmesinden ötesini ifade eder - düzenin temelden değişmesi ve kapitalist sınıfın devrilmesi anlamına gelir. Bu nedenle, şu anda Arap dünyasında ve İran'da olanların herhangi bir biçimde devrimler olduğu fikrini reddediyoruz. Öte yandan, eğer gerçekleşenler devrimler değillerse, bu saptama, olayların doğasının mahiyetine dair ortaya bir hayli mühim bir soru atmaktadır. Hatırlatalım ki; yalnızca büyük basın kuruluşları değil, solda bulunan pek çok kişi olayları devrimler olarak nitelendirmektedir. Hepsi hatalı mıdırlar? Şayet eğer haklılarsa, bu olayların işçi sınıfı için anlamı nedir?

2. Olayları tarihsel arka planı ile incelemek

Eğer mevcut olayları anlamlandıracaksak, onları tarihsel arkaplanlarına oturtmak gerekli olacaktır. Böylesi bir inceleme bize farklı sınıflar arasındaki güçler dengesini tahlil etme ve durumun dinamiğini anlama fırsatı vermektedir. Şüphesiz, geçtiğimiz on yıl içerisinde, 90'lardaki korkunç yıllara nazaran işçi sınıfının yavaşça mücadelecilik yoluna geri dönmeye başladığı aşikardır. Öte yandan, bugünkü sınıf mücadelesinin 1970'ler bir yana, 1980'lerle aynı düzeyde olduğunu iddia etmek vahim bir hata olacaktır.

Son on yıl sınıf mücadelesine bir dönüşün başlangıcına işaret etse de, altını çizmeliyiz ki; bu çok yavaş bir süreçtir. Bunu arkaplanına oturtmak için tarihte geriye dönüp bakmamız gereklidir. 1968'de başlayan uluslararası mücadele dalgası, 1970'lerde doruk noktasına ulaşmıştı. Kitle grevi, dünya çapında büyük bir gerçekliğe sahip bir ihtimaldi. Dönemin üç üst noktasını vurgulamak gerekirse, İngiltere'de 1978-79'da gerçekleşen ‘Hoşnutsuzluklar Kışı'nın, İran'daki 1978-79 kitle grevinin ve 1980-81 Polonya grevinin altını çizebiliriz. Bu hareketlerin yenilgisi işçi sınıfı için bir felaket olmuş ve 1980'lerin genel bir sınıf taarruzu yılları değil, müdafaa eylemleri yılları olmasıyla sonuçlanmıştı. 1980'lerdeki mücadeleler kimi noktalarda sert ve yoğun geçseler de, temel de teker teker saldırı uğrayan ve yalıtılmışlık içinde mağlup edilen farklı işçi gruplarının mücadeleleriydi.

Dönem aynı zamanda uluslararası alanda Reagan, Thatcher ve Kohl tarafından, bu ülkede ise Turgut Özal tarafından temsil edilen neo-liberalizmin de yükselişine de sahne oldu. 80'lerin sonunda ise, bilindiği gibi Sovyetler Birliği'nin çöküşüne ve bunun yanında gelen ve burjuva akademisyenlerinin ve ideologlarının hem sınıflı toplumun, hem de daha da ileri giderek tarihin sonunun geldiğini ilan ettikleri ideolojik kampanyalara şahit olduk. Bu derece bariz hatalı olmalarına rağmen çok, çok kısa bir süre dahi olsa kendilerini haklı göstermeyi başarabilmiş olmaları ve 1990'larda sınıf hareketlerinin azlığı sonucu yalnızca vurgulamaktaydı.

Yeni yüzyıla girerken, işlerin umulduğu gibi gitmemekte olduğu gerçeği su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Saddam'ın ilk Körfez Savaşında yenilgisinden sonra, yeni bir küresel barış dönemi çıkmıştı ve tarihin sonu dünya çapında elliden fazla savaşı beraberinde getirdikten sonra, kriz de geçtiğimiz birkaç yılda olduğu kadar bariz bir biçimde olmasa dahi yavaşça Türkiye ve Arjantin gibi ülkeleri vurarak derinleştikçe, işçi sınıfının yavaşça mücadele meydanına dönüşünü görmeye başladık.

Tabii ki bu yavaş bir dönüş oldu; zira on yıllık bir yenilgi döneminin işçi sınıfına etkileri ağır olmuştu. Türkiye'de yaygın bir biçimde fısıldanan "siyaset konuşmayın, çok tehlikeli" sözleri hala kulaklarımızda çınlamaktadır. Kayıp bir kuşak, işçi sınıfı içerisinde hayati bir deneyimin kaybı anlamına geliyordu.
Son on yıl içerisinde bu mücadelelerdeki bu yavaş yükselişi yaşamış olsak da, gerçekleşen mücadeleler dahi genellikle yalıtılmış işçi kesimlerinin mücadeleleri oluyordu. Öte yandan geçtiğimiz birkaç sene içerisinde işçilerin muzaffer olmak için birlikte kavgaya atılmaları gerektiğinin bilinci artarak yaygınlaşmaya başladı. Türkiye'deki Tekel hareketi, veya hatta çok uzun zamandır sınıf mücadelesinin arka suları sayılabilecek Amerika'da genelleşmiş saldırılara karşı Wisconsin öğretmenlerini destekleyen işçi kitlelerinin genelleşmiş cevabı ve yapılmış pek çok genel grev çağrısı bu durumun çok somut örnekleridir. Bugün gerçekleşen olayları anlamamıza olanak verecek olan böylesi bir kavrayış çerçevesi olabilir - ki bunu yapmak için de yakın zamanda gerçekleşen birkaç büyük çaplı mücadeleyi irdelemek yerinde olacaktır.

3. Olayları güncel mücadeleler minvalinde incelemek

Arap dünyasında gerçekleşen mevcut mücadeleler, kanımızca işçi sınıfının başı çeken bir konumda olduğu mücadeleler değiller. Bu tespit işçi kitlelerinin gerçekleşen olaylara katılmadığı anlamına gelmiyor fakat işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak öne çıkartamadığını ve nihayetinde başkalarının ortaya koyduğu gündemlerin peşine sürüklendiğini gözlemlememizden kaynaklanıyor. Bu durumun en korkunç sonuçlar doğuran örneğini şu anda Libya'da görmekteyiz - ki orada işçi sınıfının şu veya bu kesiminin temelde farklı patronlar arasındaki bir iç savaşta iki tarafın da arkasına heyecanla takılmış durumda. Bu noktada olayların yakın zamanda Yunanistan ve İran'da gerçekleşen olaylara nazaran nerede durduklarını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız.

4. Yunanistan

Aralık 2008'de Yunanistan'da başlayan hareket, bir Cumartesi gecesi 15 yaşında anarşist bir delikanlının polis tarafından vurularak katledilmesinin ardından patlak verdi. Cinayetin üzerinden bir saat geçmeden Atina'da, anarşistlerin geleneksel kalelerinden olan Exarcheia meydanı çevresindeki bölgede polisle şiddetli çatışmalar meydana gelmeye başlamıştı. Gecenin sonlarına doğru Yunanistan genelinde otuza yakın farklı yerellikte çatışmalar başgöstermişti. Ertesi gün eylemler devam etti, ve Pazartesi günü binlerce lise öğrencisi derslere girmeyi reddederek polis karakolları önünde eylemler yapmaya başladı.
Cinayetten sonraki Çarşamba günü, bir milyonu aşkın işçinin katılması planlanan bir genel grev gerçekleşti. Öte yandan bu grev, cinayet veya gerçekleşen eylemler ile alakalı değildi, olaylardan önce planlanmıştı. Zira olayların gerçekleştiği dönem, hükümetin ekonomik politikalarından dolayı işçilerin büyük rahatsızlık duyduğu bir dönemdi. Yunan hareketinin zayıflığını ancak bu minvalde anlayabiliriz.

Hükümetin politikalarına karşı yaygın öfke oluşuna ve bir gencin katledilmesine dair kitlesel protestolar gerçekleşiyor olmasına rağmen, iki hareket bağlar geliştiremedi. Protesto hareketine destek amacıyla gerçekleşen tek grev, ilkokul öğretmenleinin gerçekleştirdiği yarım günlük grevdi. Protestolara tabii ki pek çok işçi katılmıştı fakat bu katılım genelde bireysel bir düzlemde kalmıştı; işçiler harekete bir sınıf olarak katılmamışlardı. Öte yandan, şüphesiz bu hareketi işçi sınıfının mücadelesine bağlamak yönünde çabalar olmadığı anlamına gelmiyor. Militan işçiler, Atina'da ve sonrasında Selanik'te Genel Yunan İşçi Konfederasyonu'nun (GSEE) genel merkezini işgal ederek genel grev çağrısı yaptılar. Öte yandan bu tür teşebbüslere rağmen, işçi sınıfı bir sınıf olarak harekete geçmedi ve nihayetinde protesto hareketi sona erdi.

Bu durumun yani işçi sınıfının gerçek katılımından mahrum geniş çaplı protesto eylemlerini günümüzdeki mücadelelerinde tekrar tekrar karşımıza çıktığını görmekteyiz. Daha önce değindiğimiz, 1970'lerde İngiltere, İran ve Polonya gibi ülkelerde gerçekleşen mücadelelere dönüp bakacak olursak burada işçi sınıfının merkezi bir işlevi olduğunu netçe görebiliyoruz. Bugün durumun neden böyle olmadığı meselesi ve bunun mevcut dönemdeki mücadeleler için ne anlama geldiği sorusu, meselenin kalbindedir. Öte yandan bu sorunu çözümlemeye girişmeden önce, bir diğer örneği olan 2009 Yaz seçimlerinden sonra İran'da gerçekleşen olayları irdelemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

5. İran

Haziran 2009'da, seçime şaibe karıştığı iddialarının ardından, Tahran sokaklarında kitlesel eylemler patlak verdi ve hızla ülke geneline yayıldı. Devlet vahşice karşılık verdi ve yüzlerce ölüme yol açmak pahasına baskı güçlerini eylemlerin üzerine saldı. İlk protestolar seçimlerdeki bariz hileden kaynaklı olsalar da, kısa bir süre içerisinde çok daha radikal sloganlar ortaya çıkmaya başladı.

Yunanistan'daki harekete benzer bir biçimde, devlet güçleriyle kitlesel şiddetli çatışmalara şahit olduk. Hatta katılım Yunanistan'a kıyasla daha bile geniş sayılabilirdi. Öte yandan, yine gördüğümüz kadarıyla işçiler yalnız bireysel olarak harekete katıldılar; yani bir sınıf olarak katılmadılar. Bilgilere erişmek çok kolay olmasa da, öğrenebildiğimiz kadarıyla eylemlerle alakalı olarak yalnızca bir grev gerçekleşti. İran'ın en büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı. Nihayetinde, Yunanistan'daki gibi İran'da da birkaç haftalık protestonun ardından sokaklardaki hareket son buldu.

Oysa ki 2007'nin Mart ayında İran'da 100,000 kişilik bir öğretmenler greviyle başlayan ve aylarca farklı farklı sektörlere yayılan kitlesel işçi mücadeleleri baş göstermişlerdi. Fakat iki yıl sonra katılımcılarının çoğu işçi sınıfından gelen eylemlere yapılan devasa baskılara rağmen işçi sınıfı harekete geçmedi.
Arkalarında işçi sınıfının gücü olmadan, böylesi hareketler kendi enerjilerini tüketme eğilimi içerisindedirler. Eğer 1970'lerin sonundaki döneme bakacak olursak, 1978 sonbaharına gelindiğinde Tahran'daki Şah karşıtı hareket gücünü tüketmişti. Bugün gördüklerimizin kimilerine benzeyen bir halk hareketi olarak mülksüz bütün sınıfların yanı sıra başka sınıfları da içeren bu hareketin nefesi tükenmiş gibiydi. Ancak Ekim ayında işçi sınıfı başta petrol sektöründe olmak üzere kitlesel grevlerle mücadeleye girdiği zaman durum değişti ve devrim gerçek bir ihtimal gibi gözükmeye başladı. İşçi konseyleri kuruldu ve hükümet düştü. Humeyni iktidarı aldıktan sonraki birkaç yılı fabrikalardaki işçi komitelerine karşı savaşarak geçirmek zorunda kalacaktı.

Şüphesiz başka benzeri halk mücadelelerinden de bahsetmek mümkün. Mesela Tayland'daki ‘Kızıl Gömlekler' hareketi esnasında yine çoğu işçi olan onbinlerce hatta yüzbinlerce insanı kapsayan bir kitle hareketinin ortaya çıkmış olduğunu ve sonra enerjisini tükettiğini görebiliyoruz. Bu da işçilerin bir sınıf olarak katılmadığı bir hareketti.

6. Arap dünyasındaki hareketlerden önce perspektiflerimiz nelerdi?

Arap dünyasına yayılan kalkışmalardan önce mevcut dönemi nasıl nitelendiriyorduk ve ne derece haklı, ne derece yanılmıştık? Temelde, mevcut dönemi işçi sınıfının yavaştan mücadele sahnesine döndüğü bir dönem olarak görmekteydik. 2007'de krizin açıkça tekrar uç vermesi, şüphesiz bu dinamiği biraz değiştirdi fakat içeriğini derinden değiştirdiğini söylememiz mümkün değil. Krizin bir etkisi açıkça işçi sınıfının kendine güveninde anlık bir düşüş ortaya çıkartmasıydı; zira işçiler işlerini kaybetme kaygısıyla mücadeleden çekince duymaya başladılar. Öte yandan buna karşıt olarak patronların ekonomik saldırılarına karşı mücadele etmek zorunda kalan devasa işçi kitleleri olduğu gerçeği gösterilebilir. Ayrıca işçi sınıfının kendisi içerisindeki deneyim eksikliği ve işçilerin bir sınıf olarak güçlerine dair bilinç eksikliği de önemli bir unsur olarak karşımıza çıktı.

Yunanistan ve İran da dahil çeşitli ülkelerde kitlesel mücadelelerin patlak verişini bu minvalde değerlendirmiştik. Dünya genelinde gerçekleştirilmekte olan devasa tasarruf programlarını ise işçi sınıfının ama ayrıca başka fakir ve ezilen sınıfların da mücadeleye atılmasını mümkün kılan bir etmen olarak görmüştük - ki 2007-2008'de gerçekleşen kitlesel açlık isyanları bunun bir örneğidir. Öte yandan işçi sınıfının şimdilik bu mücadelelerde belirleyici bir rol oynayacak güce ulaşmadığı çıkarımını yapmıştık. Tabii ki; her zaman işçi sınıfının kendisini mücadeleye dayatması mümkündür. Rosa Luksemburg "Devrimden önceki hiçbir şey daha olasılıksız gözükmez. Devrimden sonraki gün ise hiçbir şey daha az olası gözükmez." der. Öte yandan, genel hissiyatımız, işçi sınıfı bilinci ve kuvvetinin gelişiminin, işçi sınıfının merkezi rolü oynamayı başaramayacağı kitlesel kalkışmaları içerecek yavaş bir süreç olacağı yönündeydi.

Sonra, 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus'un İdi Bouzid kentinde genç bir adam kendini yaktı, ve bir anda değişti dünya.

7. Tunus

Muhammed Bouaziz'in kendini yakmasının ardından, belediye binasının önünde eylem yapmak için toplanan yüzlerce genç biber gazı ve şiddetle karşılandı. Protestolar büyüdükçe, devlet şehri mühürlemek durumundan kaldı. Ama artık çok geçti. Yangın yayılmaya başlamıştı. Dört gün sonra kalkışma Menzel Bouzaine kentine yayılmıştı ve bir hafta içerisinde başkent Tunis'de aynı durumdaydı. 28 gün sonra Devlet Başkanı Ben Ali, yeni ikameti olacak olan Suudi Arabistan'a gitmek üzere Malta'ya kaçmış bulunmaktaydı.

Burada komünistler olarak tahlil etmemiz gereken, gerçekleşen ayaklanmanın sınıfsal doğasıdır. Burjuva basınının pek çok yorumcusu, gerçekleşen olayları yirmi yıl önce Doğu Avrupa'da yönetici patron takımları değişirken gerçekleşen olaylar ile ve daha yakın zamanda gerçekleşen "renkli devrimler"le karşılaştırmayı uygun buldular. Bizim için merkezi öneme sahip olan eylemlerin sınıf doğasıdır.

Ayaklanmanın nedenleri işçi sınıfı içinde yaygın bir rahatsızlık olması, kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve soyguncu bir hükümete karşı öfke olmuş gibi gözüküyor. Açıktır ki; Tunus'taki hareketin taleplerinin merkezinde iş ve ücret durumuna dair işçi sınıfı talepleri vardı ve tabii ki; polis baskılarına karşı gelişen tepki de büyük bir rol oynadı. Gençliğin yüzyüze olduğu kitlesel işsizlik problemi ve fazlasıyla genç bir nüfus minvalinde hareketin merkezini ciddi bir biçimde sokaklardaki çatışmalar ve eylemler oluşturdu. Öte yandan, özellikle öğretmenler ve madencilerin başını çektiği büyük işçi grevleri ve ayrıca Sfaks kentinde bir genel grev de gerçekleşti. Devlet ayrıca grevlerin yayılmasını engellemek için lokavt taktiğini de uygulamaya gitti - ki göreceğimiz üzere aynı hamleyi kısa bir süre sonra Mısır devleti de yapacaktı. Ayrıca rejimin sendika konfederasyonu olan UGTT'nin görünüşte ‘radikalleşerek' mücadeleden yana bir tutum aldığına da şahit olduk - ki hiç şüphesiz bu durum işçi sınıfının yaygın bir biçimde mücadele ettiğini gösteriyordu.

Bize göre şurası nettir ki; Tunus'taki olaylar, tamamen olmasa dahi, bütünüyle bakacak olursak bir işçi sınıfı hareketiydiler. Mısır'da bu düzeyde olmasa dahi işçi sınıfının yine de önemli bir rol oynadığına şahit olduk, Libya'da ise işçi sınıfı belirgin bir biçimde olaylara bir sınıf olarak katılmaktan uzaktı.

Tunus'taki olaylara geri dönecek olursak, Ben Ali'nin düşüşünden sonra, Ben Ali'nin partisi RCD'nin 12 üyesini ve ayrıca itibar kazanmak için partiyi terketmiş olan Başkan ve Başbakan'ı, üç sendika temsilcisini ve küçük muhalif partilerin kimi temsilcilerini içeren bir ‘Birlik Hükümeti' kurulduğu duyuruldu. Başbakan'ın hükümetteki bütün RCD üyelerinin ellerinin temiz olduğunu temin etmesi, protestoların devam etmesinin önüne geçmedi. Sendika temsilcileri bir gün içerisinde istifa ettiler, zira yeni eriştikleri itibarlarını kaybetmek istemiyorlardı, ve fareler batan bir gemiyi terk edermişçesine RCD'yi terk etmeye başladılar - ki partinin merkez komitesi de ayın 20'sinde kendi kendisini feshetti.

Ve Tunus'ta eylemler devam ettikçe, insanlar protetosları sürdürdükçe, hükümetler düşmeye devam ettiler. Meşale yakılmıştı.

8. Mısır

Ocak ayı başlarında geniş çaplı çatışmaların ve sokak gösterilerinin pek çok şehirde patlak vermesi ile alevlerin ilk yansımasının görüldüğü ülke Cezayir'di fakat yangının tamamen sardığı ülke Mısır olacaktı. Protestolar, 25 Ocak'taki Milli Polis Günü'nde başladı. Protestolar sosyal medya tarafından ciddi bir biçimde duyuruluyordu. Özellikle bir kadın gazeteci olan Asmaa Mahfouz, Youtube üzerinden eylemlerin duyurulmasına katkı sundu. Bundan feyz alan basın kuruluşları gerçekleşenlere bir ‘Facebook devrimi' yakıştırmasını yapmaya başladılar fakat çeşitli yapılarca yüzbinlerce bildirinin dağıtıldığı da hatırlanmaya değer bir gerçektir.

25 Ocak protestoları Kahire'de onbinlerce kişinin, Mısır genelinde farklı şehirlerde ise binlerce kişinin toplanmasına vesile oldu. Hareket büyüdükçe, Hüsnü Mübarek'in sonunun da Ben Ali gibi olması gerçek bir ihtimal haline geldi. Hükümet açıkça işçi grevlerinin patlak vermesini engellemek amacıyla işyerlerini kapatmaya başladı. Hem devlet yapısı içerisinde hem de askeri yapı içinde bölünmeler göze çarpmaya başladı; bu esnada bireysel olarak kimi askerler gerçek kurşunlarla kitleye ateş açmayı reddediyorlardı. Mübarek önce yeni bir hükümet kuracağını ilan etti. Daha sonra da Eylül'deki gelecek seçimlerde görevi bırakacağı sözünü verdi. Öte yandan eylemler devam etmekteydi. 2 Şubat günü, İçişleri Bakanlığı Mübarek'e hala sadık kalan kimi unsurları örgütleyerek onları eylemcilere saldırttı. Ordu devreye girdi ve kimi zaman isteksizce olsa da iki safı ayırmaya girişti ve dolayısıyla açıkça Mübarek'in bırakmaya zorlanmasının yolunu açmaya başladı. Ertesi hafta, işyerlerinin yeniden açılması üzerine Kahire'de ve Nil deltası genelinde pek çok farklı sanayide grevler başladı. Bu grevler, ve onların bir hayli güçlü olan yayılma ihtimali, orduyu Mübarek'in gönderilmesi gerektiğine ikna eden temel etken olmuş gibi gözüküyor.

11 Şubat günü, askeriyenin temsili yeni Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman, ordu anayasal bir darbe gerçekleştirdikten iki gün sonra Mübarek'in istifa ettiğini duyurdu. Grevcilere işe dönmeleri emredildi ve grevler yasaklandı. Birkaç gün devam etmekle birlikte, işçiler çoğunlukla kimi ücret artışları ve taviz kazanmalarının işlerine geri döndüler.

Mısır olaylarının sınıfsal niteliği, Tunus'takilerden farklı gözüküyor. Tunus'taki hareket büyük ölçüde bir işçi sınıfı niteliğine sahipken, Mısır'daki hareketin bütün toplumsal sınıfları barındıran geniş bir sınıflar arası niteliği olduğu göze çarptı. İşçi sınıfı olaylarda önemli hatta muhtemelen kilit bir rol oynamış olmakla birlikte, hiçbir zaman başı çeken kuvvet olamadı.

Pek çok solcu Mısır'da bir kitle grevi olduğundan bahsettiler. Mısır'daki protestolar sırasında, Tunus'a kıyasla daha fazla işçi grevi olduğu doğrudur. Bunu Mısır'ın daha deneyimli ve militan bir işçi sınıfına sahip oluşu ile açıklayabiliriz. Öte yandan, kitle grevi potansiyelinin mevcut olduğunu düşünmekle birlikte ve bu potansiyel büyük ihtimalle orduyu Mübarek'i gönderecek kadar korkutmuş olsa da, bu ihtimalin gerçekleştiğini düşünmüyoruz. Toplamda grevlere 50,000 civarında işçi katıldı - ki bu sayının 20,000'i tek bir fabrikada çalışmaktaydı. Bu önemli bir hareket gerçekleştiğine işaret etmekle birlikte, bir kitle grevi değildi, hatta birkaç yıl önce Mısır'da gerçekleşen grev dalgası kadar büyük bir ölçekte dahi değildi. Hareketin bu denli hızlı dağılması, aslında pek çok solcunun iddia ettiği kadar güçlü olmadığını gösteriyordu.

9. Libya

Libya'daki protestolar 15 Ocak'ta başladı ve başından beri çok farklı nitelikte oldukları barizdi. Protestoyu başlatan Bengazi'deki bir hapisanede katledilen İslamcı militanları temsil eden avukat Fethi Terbil'in tutuklanması oldu. Polis Bengazi'deki protestoları şiddetle bastırmakla beraber onların yakınlardaki al-Bayda ve aynı zamanda ülkenin batısında, Tripoli yakınlarında bulunan Az Zitan'a yayılmasını engelleyemedi. Eylemler yayılmaktayken taviz vermeye çalışan devlet eylemcilerin kimi taleplerini kabul etti ve cihat yanlısı bir örgüt olan al-Jama'a al-Islamiyyah al-Muqatilah bi-Libya'nın 110 üyesini hapisten salıverdi. Protestolar devam etti.

Devletin aşırı derece vahşi bir şiddetle karşılık vererek eylemcilerin morallerini kırmak için ölüm taburlarını kullanmaya başladı. Önde gelen İslami şahıslar ve kabile reisleri rejime karşı bildirgeler yayınlar ve hükümetin istifasını talep ederken, katliam haberleri geliyordu. Bu noktada eylemler batı Libya'ya yayılmışlardı ve Tripoli'deki protestolar devlet tarafından vahşice ezilmekteydi. Güneyde Taureg halkı, güçlü Warfalla kabilesinin çağrısı üzerine kalkışmaya katıldı.
Ayın 22'sinde Kaddafi devlet televizyonuna çıkarak Venezuela'ya kaçtığı haberlerini yalanladı ve "kanının son damlası dökülene dek" savaşma yemini etti. Ertesi gün bir yandan eylemler büyürken ve daha önce sessiz kalan pek çok kabile lideri Kaddafi'nin istifası çağrısında bulunurken, İngiliz Dışişleri Bakanı William Hague ilk defa ‘insancıl müdahale'den bahsetmeye başladı. Bu noktada durum açıkça bir iç savaşa evrilmişti.

Peki bütün bunlar olurken işçi sınıfı neredeydi? Libya, körfezdeki pek çok petrol devleti gibi fiziksel işlerini yaptırmak için büyük ölçüde yabancı göçmenlere dayanan bir ülkedir. Dolayısıyla, durum kötüleştikçe ve şiddet arttıkça, Libya işçi sınıfının büyük bir kesimi çaresizce ülkeden çıkmaya çalıştı. Tunus ve Mısır'ın aksine, işçi sınıfı herhangi bir biçimde önemli bir rol oynamadı. Hareket, en başından beri İslamcılık ve kabilecilik ekseninde yürüyor izlenimi veriyordu. Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işçi grevi gerçekleşmedi ve Arap basınında çıkan bir petrol grevi haberinin sonradan yalnızca müdüriyetin üretimi durdurması olduğu ortaya çıktı.

Tabii ki; Libya'da Libyalı işçiler de var. Öte yandan belirgin bir biçimde, bu olaylarda bir sınıf olarak herhangi bir rol oynayamayacak kadar zayıftılar. Öte yandan, bu demek değildi ki; işçilerin olaylara hiçbir katılımı olmadı. Tripoli'de gerçekleşen eylemlerin hemen hemen hepsi işçi mahallelerindeydi. Fakat işçi sınıfı kendi çıkarlarını dayatamayacak kadar zayıftı ve katılmaktan elde edecekleri hiçbirşey olmayan bir savaşta kurbanlık koyun olarak kullanıldılar; şimdi ise ABD ve müttefiklerinin bombaları altında can veriyorlar. Savaşın nasıl geliştiğine ve emperyalist güçlerin nasıl olaya karıştığına dair hikayemize devam etmeden önce hızlıca öteki Arap devletlerinde olanları ele alacağız.

10. Öteki devletlerdeki olaylar ve Bahreyn'deki devlet tepkisi

Tunus'un yaktığı ateşin kıvılcımlarının sıçradığı ilk ülke komşu Cezayir oldu. Eylemler 3 Ocak'ta, temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarına karşı başladı. Geçtiğimiz yıllarda Cezayir'de yalıtılmış çatışmalar ve yağma eylemleri olağan sayılabilecek olsalar da, son gerçekleşen olaylar farklıydılar; zira eylemler bütün ülkeye bir hafta içinde yayılabildiler. Protestolar neredeyse tamamen sınıf talepleri ekseninde gerçekleştiler ve devlet baskısı ile devlet tavizlerinin bir karışımı uygulanarak bastırıldılar.

Ocak ayında Ürdün ve Yemen'de de büyük çaplı gösteriler başladı. Ürdün'de yüksek enflasyon ve işsizliğe karşı gerçekleşen protestoların temel örgütçüsü Müslüman Kardeşler'di. Kral'ın hükümete birkaç yeni yüz getirmesi ve ciddi iktisadi tavizler vermesi ile eylemler sona erdi.

Yemen'deki eylemler ise an itibariyle hala devam etmekteler. Şu anda ordu, 1994 iç savaşında yaptığı katliamlarla tanınan Ali Muhsin al-Ahmar'ın eylemcilerin safına geçmesi üzerinden taraf değiştiriyor gibi gözüküyor.

Arap dünyası haricinde, İran ve KKTC'de de büyük protestolar düzenlendi. İran'da ‘Yeşil Hareket' yeniden ortaya çıkma görüntüsü verdi ve devlet güçleri sokaklarda eylemcileri vurarak öldürdüler. Bahreyn de eylemlerin bir başka odak noktasıydı ki; nihayetinde, Bahreyn devleti eylemcileri şiddetle bastırmaya kalkışmışken Suudi Arabistan ve Körfez işbirliği konseyi ‘istikrar' getirmek için ülkeye asker gönderdiler. Bahreyn'deki hareket Sünni monarşiye karşı başı çeken Şii çoğunluğun artık açıktan açığa bir İran müdahalesi çağrısı yapmaya başlamasıyla fazlasıyla sekter bir boyut kazanmış gibi gözüküyor. Suudi Arabistan'ın kuzeyinde Şii nüfusun çoğunlukta yaşadığı bölgelerde de Bahreynli isyancılara destek eylemleri gerçekleşti. Bahreyn eylemciler tarafından çoğu Güney Doğu Asya'dan gelen göçmen işçilere karşı da saldırılar gerçekleştiği gözlendi. Benzeri olayların Libya'da olduğu da aktarılıyor.

En son olarak, Suriye ordusu, bir okul duvarına Mısır ayaklanması yanlısı yazılar yazan bir grup öğrencinin tutuklanmasına duyulan öfkeden dolayı ülkedeki protesto hareketinin merkezi oldu; güneydeki ufak Daraa kentinde de bir caminin dışında 15 eylemciyi katletti.

Bu arada en az 35 kişinin devlet güçlerince katledildiği Irak'taki eylemler neredeyse fark bile edilmedi. Şüphesiz Irak çoktan ABD'nin askeri danışmanlarının işgal ettiği bir ‘demokrasi'. Bu cinayetlerin, medyada ötekilerinden az yer bulmasını bu duruma bağlayabiliriz.

11. Libya ve topyekün savaşa çöküş

Şu anda Libya'da gerçekleşmekte olan olaylara bakacak olursak, NATO topyekün bir bombalama harekatı başlatmış durumda. Tabii ki; bu Libya'nın Batı güçlerince ilk bombalanışı değil. 1986'da gerçekleşen ABD bombalaması da ilk bombalama harekatı değildi. Aslına bakılırsa tarihte hava bombamasının ilk kullanılışı 1911'e rastlıyor; havadan ilk bombalanan ülke ise yine Libya. İtalyan-Türk savaşı sırasında, İtalyan kuvvetleri bu bombalamayı gerçekleştirmişlerdi. Çok zaman geçmeden İtalyan kuvvetleri uçaklardan bomba yerine kimyasal silahlar atmaya başlamışlardı.

Son olaylara dönecek olursak, Şubat sonunda Libya'da Kaddafi inisiyatifi yitirmiş görünüyordu; öte yandan Mart ortalarında ülkenin yirmi iki idari bölgesinin on üçünü yeniden denetimi altına almış ve iki tanesini daha almak üzereydi. Başka bir deyişle, üstünlük yine Kaddafi'nin eline geçmişti; Bengazi yolu açık gibi gözüküyordu ve ufukta isyanın sonu gözükmekteydi. İşte tam bu noktada, 17 Mart tarihinde, Birleşmiş Milletler 1973. Bildirgesini onaylayarak Libya'da hava-sahası kapatma harekatına onay verdi. Katılımı bir hayli düşük bir Arap Birliği toplantısında, saldırıya itibar kazandırmak adına toplantıya katılanların yüzde ellisinin onayını aldıktan sonra, askeri operasyonlar NATO'nun kontrolüne geçti, Arap Birliği ise onayladıkları bombalama harekatını eleştirmeye koyuldu. Görünen o ki; dünyanın büyük bir kesimi gibi onlar da bir hava-sahası kapatma harekatının yalnızca sivilleri bombalamakta olan herhangi bir uçağı vurmayı kapsadığını ve hiçbir şekilde sivilleri katleden bir devasa bombalama hareketi anlamına gelmediğini düşünmüşlerdi. Gören de Irak'ta bir savaş olmadı zannedecekti neredeyse. Fakat eğer o derece hafızası kıt olanlar vardıysa da, 19 Mart gecesi Libya'ya yağan 110 Tomahawk füzesi, keskin bir hatırlatma işlevine sahipti.

Şu anda ortadadır k;i Libya'daki olaylar, iki taraftaki işçilerin de Libya'yı kontrol edenlerin, veya etmek isteyenlerin çıkarları uğruna katledilmekte olduğu bir iç savaşa dönüşmüş vaziyettedir.

12. Şimdi neredeyiz?

Şu anda net bir biçimde meydandadır ki; eylemlere devlet tepkisi sağlam bir hakimiyet sağlamıştır. Libya'daki olaylar işçi sınıfının zayıflığının ve kendisini duruma dayatamayışının bizi bırakmış olduğu durumu netçe göstermiştir. Kaddafi rejiminin ne kadar ısrarcı olduğunu ve dayanıp dayanamayacağını göreceğiz. Öte yandan kanımızca hatırlanmalıdır ki; geçen Şubat ayının ortasında pek çok kişi Kaddafi'nin günlerinin sayılı olduğundan emindi fakat Tripoli'de Kaddafi iktidarı devam ediyor. Batı'nın umduğundan daha uzun süre dayanabileceğini tahmin ediyoruz. At itibariyle vatanı korumak ve milli savunma fikrine hitab ediyor. Nüfusun %20'sini oluşturan ve sayısı bir milyonu aşkın Warfalla kabilesi, şimdi bir uzlaşının yollarını arıyor ve inanması neredeyse güç bir biçimde isyana hiçbir kabilenin katılmamış olduğunu iddia ediyor. Sadakatlar değiştikçe büyük miktar nakit paranın da el değiştirdiği söyleniyor.

Yemen'de gün geçtikçe netleşiyor ki; kendini en tepede bulan kim olursa olsun, sonuç liderin bir yer değiştirmesinden ibaret olacak. Bahreyn, 1990'lardaki olanın bir tekrarına, bir isyanın daha bastırılışına sahne oldu. Suriye büyük ihtimalle, birkaç katliam pahasına da olsa protestoları bastırabilecek. Nihayetinde, 1980'lerin başında Suriye'nin Hama kentinde katledilen on binleri hatırlayan herkes, Esad rejiminin birazcık kan dökmekten çekinmediğinin farkında.
Ve dolayısıyla bize öyle geliyor ki; şu anda Tunus'ta başlamış olan hareket bir sona yaklaşıyor. Bu demek değil ki; daha fazla protestocu katledilmeyecek; hatta şu veya bu ülkede, mesela Yemen'deki Ali Abdullah Salih gibi bir diktatör, yerine bir askeri kodaman gelmek üzere devrilmeyecek. Öte yandan, geçtiğimiz senenin sonunda çok umut vererek başlayan hareket bitmiş gibi veya işçi sınıfı için ölmüş gibi gözüküyor.

13. Ne sonuçlar çıkartabiliriz?

Bizim için, döneme dair genel tahlilimiz değişmeden duruyor. İşçi sınıfı yavaş ama emin adımlarla mücadeleye dönmekte fakat daha yaşadığımız zamanlara kızıl mührünü basacak kadar güçlenmiş değil. Geleceğin bize Arap devletlerindeki ve aynı zamanda daha önce Yunanistan ve İran'da ayaklanmalara benzer pek çok mücadele getirmesini bekliyoruz. Ekonomi durgunlaştıkça devletlerin tasarruf önlemlerini ve baskıları arttırmaktan başka seçenekleri kalmayacak - ki Libya'da devam eden savaşın petrol fiyatlarına etkisi, 11 Mart deprem ve tsunamisinin ardından Japonya'dan kaçınılmaz olarak sermayelerin çekilmesi de kapitalist ekonomiye bir hayli ter döktürüyor.

Başta Tunus ve Mısır'da ama ayrıca Cezayir'de de olmak üzere kimi Arap devletlerindeki işçi sınıfı nasıl mücadele edeceğine dair deneyimlerini geri kazanmak yönünde bir adım attı. Ötekilerde, işçi sınıfının zayıflığı bütün acılığıyla ortaya çıktı ve peşisıra gelen baskılar ve sekter gerilimlerdeki artış, Libya özelinde bir de kanlı bir iç savaşın patlak vermiş olması, kuşkusuz işçi sınıfının boynuna bir ağırlık olarak asıldı.

Sol kesim içerisinde Arap ülkelerinde bir işçi devrimi gerçekleştiğinden bahsedenlerin haksız oldukları ortaya çıktı. İşçi sınıfı hala kendisini dayatacak güçten mahrum. Kaybedilmiş deneyimleri ve sınıf bilincini yeniden inşa etme süreci uzun olacak. Öte yandan umutlu olmamız için nedenlerimiz var. Mısır ordusunun işçi grevleri başladıktan sonra Mübarek'i postalamakta ne denli hızlı davrandıkları, hiç değilse hakim sınıfın hala işçi sınıfının sahip olduğu potansiyelin farkında olduğunu gösteriyor. Ve Mısırlı işçiler, işçi sınıfı mücadelesinin yıllardır kayıp olduğu uzak bir ülkede, ABD'nin yıllardır gördüğü en büyük mücadelede kesintilere karşı mücadele eden Wisconsin işçileri için, Wisconsin'li işçiler ise Mısırlı işçiler için dayanışma panklartları yükselterek, sınıf mücadelenin aynı türden saldırılara karşı uluslararası bir mücadele olduğunu ortaya koyuyor.

EKA

Tags: 

Komünizm Nedir ve Ona Nasıl Ulaşırız?

Komünizm ‘hoş bir fikir' değil; somut bir gereklilik. Hoş bir fikir değil mi?... Aslında geçtiğimiz yüzyılın tamamı boyunca çok kötü bir fikir olduğu anlatıldı; çünkü o, totaliter devlet, fakirlik ücretleri, süper güç siyasetleri, işçi kampları, vb. anlamına geliyordu. Ancak komünizm eşittir Stalinizm büyük yalanına rağmen, bu fikir, Stalinizm'in gerçekten komünizm olmadığında, Marx tarafından tasarlanan komünizm hiç olmadığında diretti. Ama başka bir savunma hattı mevcut: Rusya'da olanlar artık ‘hoş bir fikir' olmadığını, insan doğası ya da çağdaş dünyanın karmaşıklığı nedeniyle pratikte işlemediğini kanıtlıyor. Nitekim, onu pratiğe dökmeye yönelik tüm çabalar korkunç bir son ile bitecek. O yüzden şu anki halimize katlanmak daha iyi...

Marksizm'in işaret ettiği komünizm belki ‘hoş bir fikir' değil; çünkü o, iyi niyetli reformistlerin icat ettiği bir proje değil. Komünizm, tarihin dinamiği tarafından sağlanan bir gereklilik ve olabilirliği karşılıyor. Komünizm bir gerekliliktir; çünkü insan toplumunun günümüz örgütlülüğü -yani kapitalizm- insanlık için işlemeyen bir sistem olma noktasına erişmiştir. Üretici güçleri emsalsiz bir aşamaya taşımış, ancak bu güçler insanlığa karşı hale gelmiş ve onu ezmek için tehdit etmekte. Açık olan şu ki; bizler teknoloji ve bilimin yöntemine baktığımızda, onun insanlığı angaryalardan kurtarmak ve insan türünün temel somut ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılmadığını; büyük imha cephaneliklerini doğal çevreyi yağmalamak için yarattığını ve küçük bir sömüren azınlığın ihtiyaçlarına sunduğunu görmekteyiz. Kapitalizmin devamı ister savaş yoluyla, ister ekolojik yıkım ile ya da her ikisinin bir kombinasyonuyla insanlığın hayatta kalması için bir tehlike haline gelmiştir. Bu nedenle mevcut sistemden kurtulmak sadece hoş bir fikir değil, insanlığın çıkarına tarihsel bir gerekliliktir. Komünizm mümkündür; çünkü sistem onu yenecek güçlerini harekete geçiriyor: Bolluğu yaratan ve bu suretle sömürüye son verme kapasitesine sahip üretici güçleri ve kapitalizme karşı, kapitalizmin toplumsal ilişkilerini yok ederek bir devrim yapmak ile somut bağlantısı olan toplumsal bir sınıfı. Ancak şunu not edelim ki, gereklilik kaçınılmazlığa eşit değildir. Komünizm mümkündür ama başka bir alternatif de olasıdır: Mutlak barbarlığa geçiş.

‘Komünizm nedir' sorusunu cevapladığımızda, sık sık olumsuzlarla başlamak gerekiyor; özellikle ‘komünizm SSCB, Çin ya da Küba değildir' diyerek; ancak daha genel olarak mevcut sistemin kurtulmamız gereken niteliklerinden bahsederek. Örnek olarak şunları söyleyebiliriz:

a) Komünizm sınıfların olmadığı bir toplumdur. Hakim ideolojinin temel düsturu, toplumun daima bir grup yukarıda, aşağıda ve bir miktar da ortadaki insandan oluştuğudur. Diğer bir ifadeyle, sınıf ayrılıkları daima vardır ve daima da var olacaktır. Oysa sınıflı toplum tarihsel olarak oldukça güncel bir icattır. On binlerce yıl insanoğlu komünizmin ‘ilkel' bir versiyonunda, aynı zamanda zorunluluk gereği yaşamıştır. Sınıf ayrılıkları uzun bir dönemdir su yüzüne çıktı ama neticesinde ilk ‘medeniyetler'e yol açtı. Bu yüzden komünizm kendi başına iddialı. O, kapitalizmden önce şekillenmiş despotluk, kölelik, serflik gibi versiyonları olan binlerce yıllık sınıf sömürüsünü ortadan kaldırma görevini önüne koyuyor. İlkel komünizmin varoluşu, sınıf farklılıklarının ‘doğal' şeyler olduğu yönündeki argümanı çürütüyor. Sınıf farklılıkları tarihin belirli bir aşamasında ortaya çıktılar; çünkü eski eşitlikçi toplumsal ilişkiler bir noktadan sonra üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geldiler; ama günümüzün toplumsal ilişkileri de bugün artık ileri yöndeki gelişim için bir engel teşkil etmekte. İnsanlığın şu anda ihtiyaç duyduğu şey, sınıfsal bölünmeler ile özel mülkiyetten kurtulmak ve zenginliklerin ayrıcalıklı azınlıkların değil, tüm toplumun ihtiyaçları için kullanıldığı hakiki bir toplum yaratmaktır.

b) Komünizm sınıfların ve devletin olmadığı bir toplumdur. Devletin varlığı uzun bir zamana dayanmıyor. O, toplumun çelişen sınıflara ayrılması nedeniyle hakim sınıfın toplumsal çıkarlarını koruma işlevi ile doğdu. Sınıf farklılıklarını bertaraf edersen devleti de bertaraf etmiş olursun. Bu, ekonomi devlet tarafından ne kadar kontrol altında tutulursa o kadar sosyalizme ya da komünizme yaklaşırız diyenlere de bir cevaptır.

c) Komünizm paranın olmadığı bir toplumdur. Diğer bir deyişle, kapitalizmde her şeyin satış ve kar için üretilmesinden farklı olarak, komünizmde üretimin amacı insan ihtiyaçlarını karşılamaktır. Para gereksiz hale gelecektir; çünkü üretim ve tüketim mübadele aracılığıyla gerçekleşmeyecek. Tekrarla, bu mümkündür; çünkü herkesin ihtiyacı için yeterince üretim olanaklı hale gelmiştir. Bu nedenle malları özgürce paylaştırmak, devlet ile çözümlenebilir bir şey değildir. Ve bu bir gerekliliktir; çünkü kar için üretim, kapitalist ekonominin -kar oranında düşmeye doğru eğilim ve aşırı üretim krizi- tüm çelişkilerinin kaynağıdır. Bu çelişkiler ilk olarak kapitalizmin dünya genelinde bir sistem olmasına neden olur ve bu nedenle komünizmin temellerini barındırır. Ancak kesin bir ifadeyle bunlar, bütün üretim sisteminin yeniden örgütlenmesini talep eden ve giderek büyüyen felaketlerin kaynağı haline de gelmişlerdir.

d) Komünizm aynı zamanda ulusal sınırların da olmadığı bir toplumdur. Kapitalizm ulus-devleti en ‘yüksek' biçim olarak geliştirdi, ancak ulus-devletin her biçimi insanlık için asli bir engel ve gerçek bir tehlike haline gelmiştir; çünkü kapitalist rekabet, aynı zamanda global kontrol için silahlı güçler arasında sürekli bir ekonomik ve askeri mücadeleye ortam hazırlamaktadır. Ancak bu, ‘herkesin herkese karşı savaşı'na rağmen, sistem hala bir bütün halinde işliyor ve onun kanunlarından bir bölge ya da bölge içerisinde kaçabilmek imkansızdır. Devrim dünya çapında olmalıdır ve yeni toplumsal örgütlenme yeryüzünün kaynaklarını ortaklaşa kullanmalıdır. Bu gerçek kapitalizmin yaratımı olan ekolojik kriz de düşünüldüğünde ayan beyan ortadadır.

Bunların tamamı olumsuz ifadeler. Bu, komünizmin sadece olumsuzlama olduğu anlamına gelmez. Marxistler ‘formüller' vermekten daima kaçınırlar. Ancak Marx gençliğinden beri komünizmi olumlu terimlerle tanımlamıştır, özellikle gelişkin ifadelerinde: Bir işkence değil, zevk kaynağı olarak çalışma; işin, bilimin ve sanatın kaynaşması; insanlığın doğa ile armonisi ve bilinç ile içgüdü arasındaki çelişkinin giderilmesi....

Bizler için Marxistlerin uzak komünist geleceği tanımlamak amacıyla ortaya koyduğu bu çabalar ‘ütopik' değildir. Çünkü onlar gerçek insan kapasitelerinde temellenmektedir: Troçki'nin ifade ettiği gibi, ortalama insan varoluşu bir gün Goethe ya da Shakespeare kadar yaratıcı olacaktır. Gerçek şu ki, Goethe de, Shakespeare de insanlığın, gerçek insan yaşamının ürünleridirler. Bu girişimler ütopik değildirler; çünkü komünizm, Marx'ın da ortaya koyduğu gibi, "olayların mevcut durumunu yok eden gerçek bir harekettir". Bir anlamda bu hareket, tarihte tüm sömürülen ve ezilenlerin hareketidir; daha belirgin olarak proletaryanın, işçi sınıfının hareketidir. En başından beri Marx komünizm anlayışını, toplumda mücadelesinin kendiliğinden komünist bir dinamiği olan bir sınıfın var olduğu üzerine kurmuştur. Bu, kendisini, toplumun tümünü binlerce yıllık sömürüden kurtararak özgürleştirebilecek bir sınıftır...

Proleter mücadele, içinde komünizme doğru bir dinamik barındırır; çünkü kendisini sadece ortak bir davranış ve mümkün olan en geniş dayanışma yoluyla savunabilir; geleceğin dayanışmaya dayalı toplumu yoluyla... İçerisinde komünizme doğru bir dinamik barındırır; çünkü komünizm insanlığın kendi üretici güçlerinin bilinçli ustalığına sahip olacağı tarihteki ilk toplumdur - ve proletaryanın sınıf mücadelesi kendi yöntem ve hedeflerinin artan bilinci olmaksızın ustalaşamaz. Başlangıçta, sınıf hareketinin bu iki asli ihtiyacı yani dayanışma ve amaçlarının bilincine varma ihtiyacı, örgütlü formların doğmasına yol açtı. Bir yandan sendikalar, karşılıklı yardımlaşma toplulukları, kooperatifler; diğer yandan siyasi örgütler ya da partiler...Bu biçimler egemen sınıf ve onun ideolojisinin baskısına sürekli maruz kalarak sık sık ortadan yok oldular ya da düşman sınıf tarafından ele geçirildiler. Ancak sınıf mücadelesi devamlı olarak kendi evrimine daha çok uyan yeni biçimleri yaratıyor.

Dolayısıyla, kapitalizm yükseliş aşamasının sonuna ulaşarak çöküş evresine girdiği gibi, proleter hareket de var olan düzen içerisinde kendisini tanımlama ve savunma ihtiyacına artık daha fazla göğüs geremiyor, ancak savunmayı saldırıya çevirmek ve bu düzenin tüm kurumlarına bir meydan okuma yükseltiyor. Marx, proletaryanın, zanaatçı köklerinin evrimleşmesinden gelen savunma amaçlı çatışmalarından, onun devrime önderlik edeceğini çıkarsamıştır. Marx işçi sınıfının cennette fırtınalar yaratacak kapasitesini görmüştür. İşçi sınıfının kapasitesinin ilk belirtisi günlük yaşamında bile "işçi yönetimleri" kurması ve Paris Komünü'nde görüldüğü üzere var olan devlet gücünü dönüştürmesidir. Proletaryanın kendisini sermayeye karşı bir güç olarak örgütleme kapasitesi 1905'te Rusya'da da kendini göstermiştir. Gerçekleştirdiği kitle grevleri, Birinci Dünya Savaşı'na bir cevap olarak yarattığı devrimci dalga ve varoluşunun en üst noktası olarak Rusya'da kurduğu sovyetler, diğer bir deyişle işçi konseyleri tarafından iktidarın ele geçirilişi onun sermayeye karşı kendisini örgütleme yeteneğinin güçlü belirtileridir. İşçi konseyleri, Lenin'in dile getirdiği gibi, proletarya diktatörlüğünün keşfedilmiş en son biçimidir: Tüm işçi sınıfını yeniden biraraya getirme, mücadelesini kitle toplantıları ve geri çağrılabilir delegeler vasıtasıyla kontrol etme, mücadelenin iktisadi ve siyasi boyutlarını kaynaştırma, kendini silahlandırma ve burjuva devleti yok etme imkanı tanıyan bir biçim. Sonuç olarak, işçi sınıfının bilincinin, sınıfın en ileri fraksiyonu olan komünist partinin müdahalesinden etkilenen sıçramalar aracılığıyla ilerletilmesine meydan veren bir biçim.

Savaşın ardından gelen devrimci dalga yenildi. Rusya'da, iktidarın ülke çapında ilk kez işçi sınıfı tarafından ele geçirildiği bir yerde devrim, izolasyon ve bir dönem ona hizmet eden, ardından da sırtını dönen birçok araç tarafından boğuldu. Ama bu trajik deneyimden hayati dersler de çıkartıldı. Bu dersler: İktidarın eski aparatının yok edilişinin ardından doğan diğer bütün siyasi kurumlardan bağımsızlığını koruyacak işçi konseylerinin gerekliliği; bu gerçeğin siyasi icraatlerin üstündeliğinde bir bütün olarak sınıfa ait görevleri üstlenen komünist partinin olanaksızlığı; ekonominin ulusallaştırılması kapitalist toplumsal ilişkilerin sonu demek değildir.

İşçi sınıfının acısını çektiği bu tarihsel yenilgiye ve onun uyanışının ardından gelen dehşete -Stalinist ve Nazi terörü ile İkinci Emperyalist Dünya Savaşı'na- rağmen bizler komünist devrimi imkansız bir rüya olarak ele almıyoruz. Bu dersleri, geleceğin devrimini besleyecekleri için korumak ve geliştirmek üzere saptıyoruz.

WR, 23/11/06.

Tags: 

Kuzey Kıbrıs'ta Genel Grev

Bugün yani 2 Mart Çarşamba günü, Kuzey Kıbrıs'ta, 5 Temmuz 2010 ve 28 Ocak 2011 günleri gerçekleştirilen iki genel grevin ardından, bir genel grev daha gerçekleştirilecek. Özellikle 28 Ocak günü gerçeleşen grev, açılan "Ankara: Ne Paranı, Ne Memurunu Ne De Paketini İstemiyoruz" pankartı nedeniyle, TC basınında geniş yer bulmuş, Başbakan Erdoğan'ın ise Kıbrıslı işçileri aşağılayan tepkisini çekmişti. 2 Mart'a giden süreçte de çeşitli tekil ve kısmi mücadeleler de gerçekleşmişti. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfının hayat ve çalışma koşulları için mücadele etme isteğini gösteren bu genel grevler, yalnız Kuzey Kıbrıs proletaryası için değil, bütün adadaki işçiler için büyük önem taşımakta ve Türkiye işçi sınıfına da örnek göstermektedir. Bununla birlikte, ufak bir ülke için ne denli kitlesel olsalar ve önemli bir mücadele deneyimi teşkil etseler de, işçi sınıfının uluslararası deneyimi göstermiştir ki; bir günlük grevler işçi sınıfının taleplerinin karşılanmasını sağlayamamaktadırlar. İşçi sınıfı genelinin mücadelesinin tek bir güne hapsedilmesinin önüne ise, ancak işçi sınıfının mücadeleyi kendi eline alması ile geçilebilir.

Sendikalar Platformu İşçilerden Yana Mı?

Kuzey Kıbrıs işçi hareketinde an itibariyle insiyatifin, grevlerin "örgütleyicisi" konumunda bulunan Sendikalar Platformu'nun elinde olduğunu söylemek pek zor olmayacaktır. Peki, Sendikalar Platformu, Kuzey Kıbrıs işçisinin bağımsız çıkarlarını savunmakta mıdır?

Hatırlatalım: İçinde bulunduğumuz Şubat ayında, Sendikalar Platformu, Demokrat Parti genel başkanı ve eski cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın oğlu Serdar Denktaş'ın başlattığı "Tek talebimiz kendi evimizin efendisi olmak" kampanyasına imza atmakta bir sakınca görmemişti.

Hatırlatalım: Serdar Denktaş ve partisi, işçi sınıfının çıkarlarıyla uzaktan yakından alakası olduğunu dahi iddia etmeyen liberal muhafazakar bir merkez sağ partisidir. Yani bir düzen partisidir; bir burjuva partisidir; işçi düşmanı bir partidir.

Hatırlatalım: Demokrat Parti, yakın zamana kadar TC emperyalizminin Kıbrıs'taki en sadık ajanlarından olmuş Rauf Denktaş'ın desteğine sahiptir ve bu şahıs tarafından geçmişteki kimi seçimlerden desteklenmiştir. Dahası, Sendikalar Platformu adına konuşan Kıbrıs Türk Kamu Görevlileri Sendikası (Kamu-Sen) Genel Başkanı Mehmet Özkardaş, Serdar Denktaş'ın kampanyasına attığı imzayı "Kıbrıs Türk halkı geçmişte İngiliz ve Rumlara olduğu gibi anavatanı da olsa, kendisine yönelik her türlü dayatmaya karşı çıkacaktır" diyerek açıklamıştır.

Bu zihniyeti, Kuzey Kıbrıs'da TC'nin çıkarlarına yıllardır hizmet etmiş milliyetçi zihniyetten ayıran tek nokta, vardığı sonuçtur. Bu sonuç ise, iki milliyetçi zihniyetten herhangi birini işçilerin çıkarlarına bir gıdım yaklaştırmamaktadır.

Kuzey Kıbrıs Kimindir?

Bu noktadan, kimi eylemlerde açılan ve Türkiye'de milliyetçi burjuva solunun unsurlarından duymaya pek alışık olduğumuz "Bu memleket bizim", "Ülkemiz satılık değil" ve benzeri pankartlara değinmek gereklidir. Nasıl Türkiye, "bu memleket bizim" sloganları atanlara değil, Koç'lara, Sabancı'lara ve TC devletine aitse, Kıbrıs da işçilere değil, Kıbrıs burjuvazisine ve TC emperyalizmine aittir. Zira ülkelerin egemenleri, egemen sınıflardır. Egemen oldukları coğrafyalar üzerinden sınırları yaratan da aynı egemen sınıflardır. İşçilerin vatanı yoktur. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfı, mücadelesini geliştirmek istiyorsa, mücadelesini ilkin adanın güneyindeki Rum işçi kardeşleriyle, ardından da Türkiye ve Yunanistan'da yaşayan işçilerle ortaklaştırmak durumunda kalacaktır. Güney Kıbrıs'taki Rum işçilerin ve Türkiye ile Yunanistan işçi sınıfının üzerine düşen ise Kuzey Kıbrıs'ta mücadele eden işçi kardeşleriyle dayanışmaktır. Ne TC ve Yunanistan gibi emperyalist devletler, ne adanın güneyindeki ve kuzeyindeki kukla burjuva devletleri, ne de kurulacak olası bir bağımsız Kıbrıs devleti işçilerin dostudur. İşçilerin tek dostu, yine işçilerdir.

KAHROLSUN TC EMPERYALİZMİ!

YAŞASIN KIBRIS İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ!

YAŞASIN ENTERNASYONAL İŞÇİ DAYANIŞMASI!

EKA

Tags: 

2011 - Mayıs

Kuzey Afrika’da Tek Parti Rejimleri Yıkılırken İşçi Sınıfını Ne Bekliyor?

Kuzey Afrika'da başlayan ve Kafkaslarda kadar tırmanan bir toplumsal olaylar dizisinden geçtik, geçiyoruz. Yaşananlara herkes kendi durduğu yerden bir anlam ve amaç tanımlama ihtiyacı hissederek onlarca yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Hatta başlarına sıfatlar eklenerek devrimler dendi. Ama bunların ancak iki yorumu olabilirdi özünde; birincisi burjuva yorum, diğeri ise işçi sınıfı yorumu. Buradaki amacımız kimin burjuva kimin işçi sınıfı yorumunu tahlil etmek olmayacak elbette.


Bizde işçi sınıfı cephesinden meseleyi anlamaya çalışacağız. Yaşanan toplumsal olaylar nasıl ortaya çıktı, sokağa dökülen insanların talepleri nelerdi bunları anlamlandırarak işçi sınıfının bu toplumsal olaylarda olgunluğu neydi ve buna karşı burjuvazi bu süreçte kendi iktidarını yeniden inşa etmek için hangi araçları kullandı. Aslolarak bu meseleye yoğunlaşacağız.


Olayların yaşandığı bu ülkelerde şüphesiz burjuva iktidarlar vardı ve yaşananları atılmış olan tarihsel bir çentik olarak görürsek, bu çentiğe kadar Tunus'ta, Mısır'da ve diğerlerinde tek adam tek parti vb. rejimler vardı. Bir anda patlak veren olaylar iktidardaki tek adamları salladı, devirdi ve sallamaya da devam ediyor. İlk önce bu rejimler nasıl ortaya çıktı ve niçin ardı ardına yıkılmak zorunda kaldılar. Meselenin tarihsel arka planına doğru giderek ve Türkiye'nin bu süreçteki özel konuma değinerek parlamenter demokrasi üzerine değerlendirmeler yapmak gerektiğinin kanısındayız.


Örnek Gösterilen Ülke Türkiye ve Parlamenter Demokrasi
Mısır üzerine değerlendirme yapan burjuva yorumcular ve politikacılar Türkiye'nin son yıllarda yaşamış olduğu değişimi örnek olarak gösterdiler. Bunun iki temel nedeni vardı, birincisi Türkiye'nin çok uluslu şirketlerle ilişkisi üzerinden kapitalizmle olan uyumu. İkincisi ise kendi topraklarında ki tek adam ya da tek parti rejimini tasfiye ediş biçimidir. Kendi gelişimi bakımından bu iki meseleye inşa ederken, işçi sınıfı üzerinde kuruduğu baskıda başarıya ulaşması ve parlamenter demokrasi ve sendikalar aracılığıyla da işçi sınıfı üzerinde önemli bir yanılsamayı yaratmış olması yine onun bölgede kapitalizm için en ideal rejim olma özelliğini kazandırıyordu.


Arap coğrafyasında doğrudan çıkar ve söz sahibi olan ABD'nin başını çektiği kapitalist blok yaşanan olaylar sırasında Mısır'da ve öncesinde de Irak ve diğer Müslüman ülkelere Türkiye'de yaratılmış olan bu rejimi her defasında örnek olarak gösterdi. Yukarıda de belirttiğimiz gibi bu geçiş süreci ve sonunda gelinen nokta burjuvazi açısından bölgede etkili olabilecek bir modeli de ortaya çıkarmış olmasıydı. Birbiri ardına sallanmaya başlayan bu diktatörler rejimi, çok uluslu şirketlerin devletleri ile ilişkisinde herhangi bir sıkıntımı yaşamaktaydı sorusuna hiç düşünmeden hayır diyebiliriz. O zaman iddia edildiği gibi olayların başlaması için emperyalistlerin düğmeye bastılar ve her şey öyle başladı. Böyle bir değerlendirme bölgeyi ve oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzak bir yaklaşım. Bundan dolayıdır ki meseleye Türkiye üzerinden bakmaya çalışacağız.


Tekrar Türkiye'ye dönecek olursak öncelikle öncesi ve sonrası olarak adlandıracağımız süreci tanımlayalım ki bu durum artık Tunus, Mısır ve Libya için geçerli. TC kuruluşuna kadar gidecek olursak ve önceki süreç olarak değerlendirirsek M. Kemal ile özdeşleşmiş tek adam ve tek parti rejiminden söz edebiliriz.
Osmanlının yıkılışının ardından kurulmuş olan burjuva cumhuriyet, klasik anlamıyla oluşmuş bir kapitalist sermaye birikimine sahip değildi. Sermayenin iktidarı yönetecek güce sahip olamaması ve bu güce sahip olanların Gayri Müslim olması ve Türk olmaması devlet tekelinde bir sermaye birikimi eğilimine gitmesine neden oldu. Devlet kapitalizmden söz edebileceğimiz tek parti yönetiminde bir rejim ortaya çıktı, birinci beş yıllık plan ve ikinci beş yıllık plan yüksek gümrük vergileri ve yerli üretimin artırılmasıyla devlet eliyle sermaye birikimi sağlanmayı hedeflenmekteydi. Benzer gelişmeler bu gün toplumsal olaylara sahne olan ülkelerde ikinci dünya savaşı ardından yaşanmaktaydı. 29 ekonomik krizinin etkileriyle ortaya çıkan korporatist iktisadi sistem, onun ürettiği rejimler Türkiye'yi de etkiledi, İnönü dönemini rahatlıkla bu doğrultuda değerlendirebiliriz.


Parlamenter demokrasiye geçişin ilk denemesinde rejimi simgeleyen parti hem seçimi hem de prestijini kaybetti. Demokrat parti dönemi diye adlandırılan bu dönem artık yerli sermayenin devlet desteğiyle Gayri Müslimlerin birikimlerine ve mallarına el koyarak gelişmesini sağlayan yıllardı. Marshall yardımlarının alındığı bu yıllar Türkiye'nin ABD eksenine girmesi ve ekonomik bir bağımlılık ilişkisini de yaratmaktaydı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi bu gidişe dur demek istedi ve sürecin yönünü sol tandanslı Kemalist rejimin yeniden prestij kazanmasına zemin hazırlayacak düzenlemelere gitti. Bu süreç ilk sendikaların kurulduğu dönemdi aynı zamanda, çünkü bir yandan işçi sınıfı olgunlaşmakta, fabrika işgalleri ve grevler örgütlemekteydi. Sayısal olarak ta kent nüfusları hızla artmaktaydı. Ardından dünyayı sarsan 68 sekiz olaylarının da etkisiyle 15-16 Haziran patlak verecekti. İşçi sınıfının yaratmış olduğu ilk tehlikeyi rejim üç kemaller (Sendikacı Kemal, vali Kemal ve garnizon komutanı Kemal) ve ardından kabul edilen birkaç kırıntı yasayla savuşturmayı başardı. Bu yılların ardından Dünya da Keynes tipi ekonomilerin terk edilmesi ve Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizminin atağa geçerek esnek üretimle beraber hizmet sektörüne yöneldi. Türkiye bu süreçte devlet kapitalizmden tedricen vazgeçerek serbest piyasa ve çok uluslu şirketlerle sermayesini birleştirerek kapitalist rekabet içerisinde kendisine emperyalist bloklar içerisinde yer bulmaya çalışıyordu. Çünkü yerli burjuvazi artık iktidarı kendi ellerine almak istiyordu ve bu olgunluğa da ulaşmıştı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla bunun yol haritası çizildi ve bir kez daha asker süngüsüyle siyasal planını hayata geçirdi. Özal dönemi olarak adlandırılan dönem başladı ve devlet hızla piyasadan elini çekerek Dünya'da ki neo-liberal furyaya ayak uydurdu.


Bizim Kuzey Afrika olaylarıyla bağını kuracağımız asıl gelişme 27 Şubat askeri darbesiydi. Bir öncekine benzemese de özü itibariyle siyasal düzene ve parlamentoya yapılan siyasi bir müdahaleydi. 1980 darbesi Turgut Özal figürünü yaratmıştı, bu ise Tayyip Erdoğan'ı ortaya çıkardı. Bu iki darbede devlet kapitalizmine karşı yapılmıştı özü itibariyle ve iki isimde neo-liberalizmi temsilen, siyasal olarak Kemalist ideolojiyle açıktan bir çatışma içine girdi. İlkinde başarıya ulaşmasa da ikincisinde başarıya ulaştı ve ikinci cumhuriyet olarak kavramsallaştırılan dönemi başlattı. Aslında pek kavga gürültü yaşamadan birkaç tankın Ankara'nın caddelerinde dolaştırılarak tek parti rejiminin kalıntılarını ortadan kaldıracak süreci başlatmışlardı artık.


Yukarıda bahsettiğimiz tasfiye harekâtı bugün Kuzey Afrika'da devrim denebilecek kadar birilerini heyecanlandıran olayların yaptığı şeyin aynısını yapmaktaydı. Türkiye'de bir diktatör yoktu fakat bu tasfiye süreci tek parti rejimi simgeleyen bürokrasiyi ve kurumsallaşmaların hepsini parçaladı. Çünkü bunun iktisadi alt yapısı olgunlaşmıştı sermaye artık çok uluslu şirketlerle olan ekonomik ilişkilerine engel olan devletçi anlayışı hızla tasfiye etti. Siyasi iktidarın bu bakımdan tasfiyesi parlamenter demokrasi ve sandıkla sağlandı, askerin, yüksek yargının elindeki siyasi otorite ergenekon operasyonuyla sarsıldı.


Tek parti rejimi hızla tasfiye edilirken parlamento etkinleştirilerek reformlar yapıldı ve bunun sonuçlarını burjuvazi sandıkta toplamayı başardı. Burjuvazinin seçimlere ilişkin temel argümanı, ekonomik sorunlar olan işsizlik, ücretlerin düşüklüğüne çözüm ve demokratik reformlardı. Bunda da önemli ölçüde başarı sağladılar; çünkü parlamento seçimleri tarihinde önemli bir katılım elde ettiler. Önceden beri demokrasi anlayışını aşamamış sol işçi sınıfına da bu bilinci taşıyarak burjuvazinin "demokratikleşiyoruz" yanılsamasına katkı sağladı. Kitleler nezdinde bir yanılsamanın yaratıldığının göstergesi olan bu durum burjuva demokrasisinin klasik anlamda inşası anlamına gelmekteydi. Parlamentosu, sendikaları vd. araçlarıyla burjuva demokrasisi sermayenin ihtiyaç duyduğu rejimi ortaya çıkarmış oldu.


Ekonomik Krizler Karşısında Çözülen Kemalizm Ve Peronizm
Korporatist ya da devlet kapitalizmi olarak değerlendirdiğimiz bu rejimlerin tasfiyesini incelediğimizde ekonomik krizlerin ardından geldiğini gözlemlemekteyiz. Türkiye 2000 krizinin ardından hızlıca ekonomik olarak istikrar sağlayacak düzenlemelere gitti, Kemal Derviş'in ekonominin başına geçirilmesiyle özellikle banka sermayesi denetlenerek bir ekonomik plana sokuldu. Bu dönem aynı zamanda Dünya tekeli olan bankaların Türkiye pazarına girdiği yıllar oldu. Tekelleşme eğilimi küçük işletmeleri hızla yutarak onları ya kendine bağımlı hale getirdi ya da ortadan kaldırdı. Türkiye tarihinde ilk defa esnaf kepenk kapatarak sokaklara çıkıp kitlesel eylemler yaptı.


Benzer bir süreç Arjantin'de yaşandı, Peronizm, Argentinazo kriziyle bir daha geri gelmeyecek biçimde yıkıldı. Tabi Arjantin'de yaşananlar bugün Kuzey Afrika'da yaşananlara daha çok benzemekteydi. Orada da işçi sınıfı sokağa çıksa da iktidarı alacak siyasi olgunluğa ulaşan bir hareket sağlayamadı, dolayısıyla burjuvazi IMF yardımlarıyla yeniden yapılanarak bu gün Güney Amerika kıtasının gelişen ekonomisi haline geldi. Dünya ekonomisi içinde kendine rol biçilen bu iki ülkede işçi sınıfına dönük köklü saldırılar yaparak ucuz iş gücü arzını yarattı. Sıra artık bu anlamıyla Tunus, Mısır gibi iş gücü potansiyeline sahip ülkelere gelmişti, bu anlamıyla tıpkı yukarıda ki iki örnekte olduğu gibi dünya ekonomisi içerisinde hızlı ve rahat hareket eden ve uyumlu iktisadi yapılanmayı destekleyen siyasi rejimlere ihtiyaç duyuldu.


Bu ekonomik krizlerin gösterdiği sonuç ise bize şunu göstermekte soğuk savaş ve iki kutuplu Dünya döneminde ortaya çıkmış olan bu rejimlerin, SSCB'nin de yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni döneme ayak uyduramaması oldu. Dünya ekonomisini yöneten tekellerin denetimine girmekten başka çaresi yoktu bu rejimlerin ve öylede oldular. Özellikle ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan bu çok uluslu tekeller aynı zamanda bu ülkelerde yerli burjuvalarıyla ortaklıklar kurarak artı değer sömürüsünü yoğunlaştırdılar, keza bu tekellerin reel piyasanın ürettiği artı değere ihtiyacı vardı. Yaşanan son krizde bunun bariz sonuçlarını ortaya koydu.

Krizlerin ardından toplumsal kalkışmaların yaşanmasının en önemli göstergesi de işçi sınıfı üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etki. İşsizliğin artması, ücretlerin değer kaybetmesi ve alım gücünün azalması olarak işçi sınıfına yansımakta, merkezinde ekonomik sorunların olması ve taleplerin bu temel üzerinden şekillenmesi, krizlerin bu etkisine bağlı. Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması işsizlikten bunalmış kitlelerin sembolik ifadesiydi. Bu durum Tunus ekonomisinin işçi sınıfı üzerinde yıkıcılığının dışa vurumuydu.


Kuzey Afrika'da yaşanan olayların 2009-2010 krizin ardından yaşanması tesadüfî olmasa gerek. Dünya ekonomisinde özellikle Rusya ve Çin karşısında hâkimiyet kazanmak isteyen Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizmi buralardaki iş gücü ve hammadde kaynaklarına önümüzdeki dönemde azgınca saldıracağa benziyor. Ki bu anlamıyla yeni şekillenecek olan Tunus ve Mısır ve bölgede ki bu potansiyele sahip diğer ülkelerin burjuvaları bu sömürünün önünü açarak siyasal iktidarını bu bağlamda işçi sınıfı üzerinde hem yanılsama hem de baskı kurarak şekillendirecektir.

Sendikacıların Hükümet Kurduğu Ülke Tunus
Tunus olayların ilk patlak verdiği ülke ve daha çok ekonomik sorunların ifade edildiği eylemlere de sahne olan yer aynı zamanda. Tunus'ta olayların başlamasının temel nedeni işsizlikti Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması fitili ateşleyen kıvılcım oldu. İşsizliğin yanında düşük ücretler de yine sokaklara dökülen işçilerin en ön sıralarda dile getirdikleri bir sorunlardı. Yasemin devrimi olarak isim verilen bu kalkışma 28 günlük eylemlerin ardından Ben Ali'yi Arabistan'a gönderse de biz komünistlerin anladığı anlamda bir devrim olmadı. Ama bölgede ki en kitlesel sınıf hareketini ortaya çıkardı yaklaşık 200 bin işçinin katıldığı grevler örgütlendi. İktidarı alabilecek olgunluğa ulaşamayan bu hareket diğer ülkelerdeki hareketlere bu anlamıyla önayak olmadılar.


İşçi sınıfının aktif rol aldığı bu kalkışma sonunda neyi getirdi? Hemen şu cevabı verebiliriz, gelen bir devrim değildi. Önceki rejimin sendikacılarının bu olaylarda istemese de işçi sınıfının toplumsallaşmış gücü karşısında, işçilerden yana tutum almak zorunda kalsa da burjuvazi adına hükümet kurma girişiminde bulundular. Görüyoruz ki eski rejimin yarattığı tüm araçların gelişen bu hareket karşısında tutunamaması aynı zamanda Ben Ali'nin partisi olan RCD'nin de sonunu getirdi. Eski kalıntılar bu partiyi terk ettiklerini ilan edip sendikacılarla ortak "Birlik Hükümetini" kursalar da protestolar karşısında yıkılmak zorunda kaldılar. Bunlar yaşanırken bölgeye gözünü dikmiş batılı kapitalistler düne kadar adamları olan Ben Ali'nin gitmesine kanaat getirdiler. Olayların toplumsal boyutu onlarında hesaplamadığı büyüklükteydi, ama akabinde yeni hükümeti desteklemekten de geri durmadılar.


Tek adam rejimine son veren olayların ardından istikrarın uzun süre sağlanamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Tunus'ta işçi sınıfı iktidarı bir devrimle alamadığına göre tıpkı Türkiye'de olduğu gibi seçimler yoluyla parlamenter demokrasi ve sendikacıların aktif olduğu bir siyasal atmosferin yaşanması olası görünüyor. Bu olasılıkta maalesef bir bölge devriminin belli bir olgunlaşma dönemine girdiği varsayımını akla getirse de işçi sınıfının devrimci bir kalkışmaya girişmeyeceğini anlamına da gelmiyor.


İşçi Sınıfından Çok Şey Beklenen Ülke Mısır
Ben Ali'nin olaylar karşısında fazla tutunamaması Mısır halkına Mubarek'in de yıkılabileceğini gösterdi, Tahrir meydanını doldurdular ve günlerce alanı terk etmediler. Mısırda da işsizlik, düşük ücretler ve Mubarek rejiminin yolsuzlukları sokaklarda en çok dile getirilen sorunlardı. Bölgede ki en deneyimli işçi sınıfına sahip Mısır'da olaylar ilk patlak verdiğinde beklentiler de beraberinde geldi. Bu beklentiler işçi sınıfının bu toplumsal kalkışmanın motor gücü olacağıydı. Böyle olmasa da grevler yoluyla işçiler kendi tepkilerini gösterdiler.


Mısır'da işçi sınıfının yanında diğer toplumsal katmanlardan da harekete katılım söz konusuydu. Mubarek rejiminin muhalifleri de eylemlerde önemli ölçüde yer aldılar. Başlarda mısırın en güçlü burjuva siyasal hareketlerinden biri olan Müslüman Kardeşler örgütü olaylardan uzak dursa da Mubarek'in sallandığını gördüğünde kendi kitlesine yönlendirmeye ve boy göstermeye başladılar. Diğer taraftan Muhammed El Baradey apar topar Avrupa'dan gelerek kurulacak hükümette yer alacağını duyurarak Batılı kapitalistlerin temsilcisi olarak rol üstlendi. Müslüman Kardeşler ise kendi içinde ikiye ayrılmış ve liberal eğilimi temsil eden bir kanat ortaya çıkmıştı. Tıpkı 28 Şubat sürecinde AKP de Refah Partisi'nin bölünmesi sonucunda "yenilikçi kanat" söylemiyle ortaya çıkmıştı bu anlamıyla Müslüman kardeşler ve AKP'nin birbirlerine benzediğini söyleyebiliriz. Önceden beri siyasal islam bağlamında bu iki hareketin kardeş örgütler olduğu söylenmekteydi. Bahsi geçen bölünmeler sonucunda ortaya çıkan bu liberal kanatlar burjuvazi için bölgede etkili olarak kullanılacak bir araca benziyor, keza Türkiye'de bu anlamıyla AKP burjuvazi için yıllardır bekleyen yasalarla reformlar yaptı ve işçi sınıfına en köklü saldırıları gerçekleştirdi. Öyle görünüyor ki Mısır işçi sınıfını da benzer bir süreç bekliyor.


Mısır işçi sınıfı kırıntı denecek kadar ekonomik iyileştirmeler sonucunda grevlere son verdi. Bunlar aslında tavizler verilerek savuşturma manevralarıydı. İşçiler ikinci kez sokağa çıktığında öncesinde tarafsız olan ordunun aslında bir taraf olduğunu anlayacaklardı. Mübarek gitmişti fakat burjuvazi ve onun iktidarı araçları olduğu yerde duruyordu, ikinci kez sokağa çıktıklarında gördüler ki onlar için değişen çok fazla bir şey yoktu. Ordunun silah kullanarak bastırmaya çalıştığı ikinci kalkışma birkaç günlük çatışmanın ardından sönümlendi.


Mubarek'in tasfiyesi yazının başında bahsettiğimiz gibi tek parti rejiminin tasfiye edilip yerine burjuva parlamenter sistemi ikame etmek olacak bunda ne kadar başarılı olacaklar bu yine Mısır işçi sınıfının süreç karşısında ki politik tutumuna bağlı. Bu tutum da kendi sorunlarının çözümünün ancak kapitalist iktisadi ve siyasi iktidarının yakılması ve işçilerin konseyler biçiminde örgütlenmesiyle mümkün olduğunu anladığında olacaktır. Bölgede önemli bir işçi nüfus barındıran Mısır, uluslar arası tekellerin ağzını sulandıracak artı değer potansiyeline sahip, işte bundandır ki Mısır yeni çalkalanmalara gebe.


Burjuva Demokrasisinin Temel Aracı Parlamento ve Kuzey Afrika Olayları
Tunus ve Mısırda ortaya çıkmış olan toplumsal kalkışmalar bir bütün olarak Arap coğrafyasını etkilemekle kalmadı İran'ı, Kafkasları da etkiledi ve şimdi bu yazıyı yazarken de Suriye'de olaylar devam etmekte. Bu rejimlerin artık miadını doldurduğuna şahit olmaktayız, hem de işçi sınıfının aktif katılımının olduğu kalkışmalar yoluyla. Fakat işçi sınıfının bu kalkışmalar yoluyla kendi iktidarını kuramadığına da şahit olmaktayız, birileri devrim olduğunu kanaat getirse de bu kalkışmalar dizisinin biz böyle olmadığını defalarca söyledik ve söylüyoruz. Peki, bundan sonra ne olacak? Asıl mesele de burada başlamakta. Yazının başında özellikle Türkiye'de yaşanan darbeler sürecine ve bu darbelerin ardından gelişen ekonomik ve siyasal sürece değindik. Burada ki temel neden aslolarak Türkiye'de parlamenter sistemin kurumsallaştırılarak kitlelerin demokrasi yanılsamasının içine sokularak burjuva iktidarının istenilen noktaya ulaştırılmış olması. Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde de hemen şimdi olmasa da bu sürece tedricen başlamış olması ve bu bağlamda Türkiye'ye bu sürecin örneği olarak batı kapitalizminin bölgede ki temsilcisi olma rolünü biçilmesi rastlantı sonu değildir.


Peki, parlamento işçi sınıfı için ne anlama gelmekte buna değinerek komünistler olarak kendimize düşen görevleri saptamak gerekiyor. Bilindiği gibi parlamentolar burjuva demokrasisinin iktidar aygıtlarından bir tanesidir. Parlamento, işçi sınıfı üzerinde en güçlü yanılsamayı yaratan, her vatandaşa verilmiş oy hakkı ve temsiliyet üzerinden işçi sınıfını burjuva demokrasisine bağlayan karşı devrimci niteliğe sahip en gelişmiş burjuva temsili devlet organıdır. Parlamento aynı zamanda burjuvazinin kendini işçi sınıfına karşı savunduğu bir araç olma işlevini görmektedir. Emperyalist çürüme ve yıkılma çağının getirdiği bir sonuç olan parlamentolar işçilerin çıkarları için kullanılmayacak niteliğe sahiptirler, dolayısıyla buralara girip işçi sınıfı mücadelesi adına bir siyaset yapmak mümkün değildir. Komünistler için bu gün esas sorun iktidarın işçi sınıfı tarafından alınma sorunudur. Bu bağlamda parlamentoların teşhiri ve onun yanılsamalarının kırılmasına dönük yapılacak olan devrimci propaganda bizler için tarihsel önemdedir. Bu sadece burjuva parlamenter sistemlerde değil bu gün buna yeni yeni geçmekte olan ülkelerde ki komünistlerin de temel sorunlarından birisidir.


Kuzey Afrika da ve tek parti rejiminin hakim olduğu tüm ülkelerde yaşanacak olan olası parlamenter sistem denemeleri oralarda ki işçi sınıfı için ciddi bir yanılsama ve bunun üzerine bina edilecek olan en küçük bir zaman dilimini bile boş bırakmadan sömürecek kapitalist barbarlıktır. Ama her şeye rağmen özellikle Tunus ve Mısır'da işçi sınıfı gerçek bir mücadele deneyimine sahip oldu, olası devrim döneminde bu deneyimler tarihsel anlamını bulacaktır.

EA

 

Tags: 

2011 - Nisan

İki Gün Yeter Mi?

Bugün sağlık işçileri iki gün sürecek greve başladılar. Artık herkes sağlık işçilerinin ne kadar zor koşullarda çalıştığını biliyor: Uzun çalışma saatleri ve düşük ücretler. Yeni düzenlemelerle ve bekleyen yasa tasarıları ile ise uzun çalışma saatleri, düşük ücret ve güvencesiz çalışma kural haline getiriliyor. Ancak bu durum sadece sağlık işçilerini değil, işçi sınıfının tamamını ilgilendiriyor.

2008 dünya ekonomik kriziyle her bir işçinin hayatı daha da zorlaştı. Bir çoğumuz işten atılırken, halen çalışmakta olanlarımız için işsizlik çok daha büyük bir tehdit haline geldi. Gençler içinse iş bulmak imkansızla yarışıyor. Sermayenin kriz politikası işçi sınıfına topyekun saldırı oldu. Ancak bunu farklı sektörlerde, mümkünse farklı zamanlarda ve farklı isimler altında yapmaya özen gösterdiler ama sonuç bir bütün olarak işçi sınıfı için çalışma koşullarının kötüleşmesi ve yaşam standartlarının düşüşü oldu.

Bu saldırıların önüne geçmek için ne yapabiliriz?

Sendika iki günlük grev ilan etti fakat bu saldırıyı durdurmak için yeterli bir adım değil. Bunu en yakın örneğinden TEKEL'den biliyoruz. Güvencesiz çalışma koşulları, özlük haklarının kaybı TEKEL işçilerine 4-C adıyla dayatılmıştı. Sendikalar bir günlük iş bırakma ilan ettiler ama bu pek bir işe yaramadı: Grev yaptığını iddia eden sendikalar, sokağa taşıyabilecekleri kitleyi bile alana taşımayarak grevi etkisizleştirdiler. Bu bir günlük iş bırakma, o zamana kadar mücadelenin sınıfın geneline yayılması ile kazanabileceğini gören ve bu yönde çaba sarf eden işçilerin gözünde bir hezeyan oldu. Bu hayal kırıklığından sonra hareketi yönlendirmek ve baltalamak sendikalar için çok daha kolay oldu. Günümüzde de kapitalizmin artık çürümüş aygıtları olan sendikalar mücadeleyi birleştirmekten (?!) bahsederken acaba hiç son dönemdeki metal işçileri grevi ile bugünkü sağlık işçileri grevini bile birleştirebilmeyi düşünmüşler midir?

Sendikaların birkaç saatlik ya da birkaç günlük grev ilan etmesi bizim bu saldırıları püskürtmemiz için bir araç olmadığını söylüyoruz. Peki, o zaman ne yapmalıyız?

Bizim ancak kendi irademiz ve gücümüz çalışma koşullarımıza ve hayat standartlarımıza yöneltilen saldırıyı durdurabilir. İrademizi, sendikaların dışında, bir araya geldiğimiz kitle toplantılarında ortaya koyabiliriz. Bu bir hayal değil, bunu daha önce de yaptık, şu anda da dünyanın farklı yerlerinde yapıyoruz. Bu yolla Mısır'da ve Tunus'ta işçiler büyük ücret artışı aldılar. Önemli olan kendi gücümüzün farkına varmamız ve mücadeleye dönük kararlar aldığımız, talepler ortaya koyduğumuz kitle toplantıları gibi öz-örgütlülüklerimizi yaratabilmemiz. Bu yolla mücadelemizi genişletebilir, sınıfımızın tümüne yayabiliriz. Zira bu sınıfımızın tamamına yöneltilen bir saldırı ve bunu ancak sınıfımızın tamamının birlikte mücadele etmesi durdurabilir.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir!

EKA

Tags: 

2011 - Ocak

AG InterPro Deklerasyonu

Fransa'da "Emeklilik Maaşları Reformu" protestoları kapsamında ortaya çıkan ve mücadele yöntemlerine, karar alma konusunda fikir beyan etmeye ve uygulamaya dair tartışmaların yapıldığı birçok açık toplantı gibi AG InterPro Deklerasyonu da böyle bir ihtiyacın ürünü, proletaryanın mücadelesini yine kendi ellerine alacağı bir gelecek adına atılan nacizane mütevazi ama bir o kadar da önemli bir adım olarak önemle karşılıyor ve selamlıyoruz.

İşçilerin kurtuluşu kendi ellerindedir!

EKA

 


 

Avrupa'ki işçilere, işsizlere ve öğrencilere,


Biz farklı endüstri ve sektörlerden (demiryolu işçileri, öğretmenler, teknisyenler, geçici, sözleşmeli işçiler...) çalışan ve işsiz işçileriz. Fransa'daki son grevlerde önce Gare de l'Est ( Paris'teki ana istasyon) 'in bir peronunda ardından da "Bourse du Travail" in bir odasında Tüm Sektörler Genel Asamblesi'ni oluşturmak üzere bir araya geldik. Amacımız farklı kentlerden ve kasabalardan mümkün olduğunca çok işçiyi Paris bölgesinde toplamaktı. Çünkü bizi ardı ardına yenilgilere sürükleyen sendikaların desteğini fazlasıyla almıştık, kendimiz örgütlenmek, grevdeki farklı sektörleri bir araya getirmek, grevi yaymak ve grevcilerin hareketi kendi kontrolleri altına almasını istiyorduk.


Kapitalistlerin sosyal savaşına karşı işçilerin sınıf savaşı yürütmesi gerekir.


Britanya, İrlanda, Portekiz, İspanya, Yunanistan, Fransa ... her yerde ağır bir saldırı altındayız. Yaşam standartlarımız gittikçe kötüleşmekte.


Britanya'da Cameron hükümeti, kamu sektöründeki 500.000 işin tavsiye edileceğini, soysal hizmetler bütçesinde £7 milyar kesinti yapılacağını, üniversite harçlarının üç katına çıktığını, vs. açıkladı.


İrlanda'da Cowen hükümeti daha yeni, saatlik asgari ücreti 1 euro (%10'dan daha fazla), emekli aylıklarını ise %9 düşürdü.


Portekiz'de işçiler, rekor işsizlik rakamlarıyla karşı karşıya kaldılar. İspanya'da esaslı "sosyalist" Zapatero her şeyden kesinti yapıyor: İşsizlik ödentisi, sosyal güvenlik, sağlık...


Fransa'da, hükümet, yaşam koşullarımızı mahvetmeye devam ediyor. Emeklilikten sonra sağlık hizmeti gelir. Sağlık hizmetlerini ulaşmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor, daha da pahalı hale gele geliyor: artık gitgide daha fazla ilacın bedeli ödenmiyor, sağlık hizmetleri planlarında ücretler arttırılıyor, hastaneler diğer kamu kuruluşları (postane, gaz ve elektrik, Telekom) gibi personel sayısını azaltıyor, sağlık hizmeti dağıtılıp, özelleştiriliyor. Sonuç olarak, milyonlarca işçi sınıfı ailesi sağlık hizmeti alamıyor!


Bu politika kapitalistler için vazgeçilmezdir. Krizin derinleşmesi ve kapitalist ekonomideki tüm sektörlerin çöküşüyle yüzleştiler. Sermayelerinin kar edebileceği pazarlar bulmakta gittikçe daha çok zorlanıyorlar. İşte bu nedenle kamu hizmetlerini özelleştirmek için artan bir telaş içindeler.


Ancak, bu yeni piyasalar inşaat, petrol ya da kar endüstrisi gibi kapitalist ekonominin temel sektörlerine göre çok daha az verimli satış kanalları sunuyor. En iyi koşullarda bile, ekonominin yeniden canlanmasını sağlayamazlar.


Bu genel çöküş koşullarında, uluslararası büyük tröstlerin piyasa için verdikleri kavga çok daha şiddetli olacak. Sermaye yatırımcıları için ölüm kalım meselesi haline gelecek. Bu mücadelede, her bir kapitalist kendi devletinin arkasına sığınarak, koruma talep edecek. Ulusal ekonominin savunulması adına kapitalistler, kendi ekonomik savaşlarına bizi sürüklemeye çalışacak. Bu savaşta kurbanlar her zaman ... işçiler oldu. Ulusal ekonominin savunulması adına, tüm ulusal yönetici sınıflar, tüm devletler, tüm patronlar "rekabet edebilirliklerini" sürdürmek için "maliyetleri" kısmaya çalışacaklar. Aşikar ki yaşam ve çalışma koşullarımıza saldırmaya bir son vermeyecekler. Yaptıklarını yanlarına bırakırsak, "kemer sıkma politikaları"na uyum sağlarsak, bu fedakarlığın sonu gelmeyecek. Mevzubahis olan hayatlarımızın ta kendisi olacak!


İşçiler, bizi mesleklere, branşlara, milletlere bölmelerine izin vermekten vazgeçelim. Ulusal sınırlar içinde ya da ötesinde bu ekonomik savaşı reddedelim. Birlikte savaşalım, mücadelede birleşelim!


Marx'ın sözleri hiç bu kadar aciliyet taşımamıştı: "Dünyanın bütün işçileri, birleşin!".


Kendi mücadelelerimizi kontrol etmek biz işçilerin ellerinde.


Bugün yönetici sınıfın hizmetkarları olan - sağ ya da sol- hükümetlere karşı mücadele edenler, Yunanistan ve ispanya'daki işçiler, Britanya'daki öğrenciler. Biz Fransa'da olanlar gibi, sen de işçilere, işsizlere, üniversite ve okullardaki öğrencilere karşı şiddetli baskı uygulamakta tereddüt etmeyen hükümetlerle karşı karşıyasın.


Bu sonbahar Fransa'da, biz kendimizi savunmaya çalıştık. Bu yeni saldırıyı kabullenmeyi reddetmek üzere milyonlarla sokaklara çıktık. Emeklilik ile ilgili yeni kanuna karşı, maruz kaldığımız tüm kemer sıkma önlemlerine karşı savaştık. Sözleşmeli, geçici çalışmanın ve yoksulluğun yükselişine "Hayır!" dedik.


Fakat Intersyndicale (ulusal ve yerel ölçekteki sendikaların birleşik komitesi, açıklama çevirene ait), grevin yayılmasına karşı savaşarak bizi kasten yenilgiye sürükledi:
- Meslekler ve branşlar arasındaki engelleri işçileri birleştirmek amacıyla kaldırmak yerine, her bir işyerindeki kitle toplantılarını diğer işçilere kapalı tuttu.
- "ekonomiyi bloke etmek" amacıyla spekülatif eylemler yaptı ama diğer işçileri mücadeleye katabilecek grev gözcüleri ya da uçan grev gözcüleri (grev yapan işyerinden diğer işyerlerine işçileri grevden haberdar etmek ve greve katılmak için çağrı yapmak üzere giden grev gözcüsü) örgütlemek için hiçbir şey yapmadı- ki bu işçilerin ve geçici, sözleşmeli işçilerin yapmaya çalıştığı şeydi.
- Arkamızdan iş çevirerek, kapalı kapılar ardında kabine bakanlarıyla yenilgimizi müzakere ettiler.


Intersyndicale, hiçbir zaman emeklilik ile yeni yasayı reddetmedi, hatta tekrar tekrar "gerekli" ve "kaçınılmaz" olduğunu söyledi! Sendikaları dinleyecek olsak, "hükümet, sendikalar ve işverenler arasında daha çok müzakere" ya da "kanunu daha adil bir reforma dönüştürecek daha çok önlem" ... talebi ile tatmin olmuş olmamız gerekirdi.


Bu saldırılarla mücadelede, kimseye bel bağlayamayız, sadece kendimize güvenebiliriz.


Bize gelince, işyerlerinde bağımsız kitle toplantıları ("genel asambleler") örgütlemenin, grevi ulusal ölçekte koordine etmenin ve bunun seçilmiş, her an geri çağrılabilir delegeler tarafından yürütülmesinin, işçiler açısından gerekli olduğunu savunduk. Sadece tüm işçiler tarafından başı çekilen, örgütlenen ve kontrol edilen bir mücadele- hem yöntemi hem de amaçları açısından- zafer için gerekli koşulları yaratabilir.


* * *


Biliyoruz ki; kavga daha bitmedi: saldırılar devam edecek, koşullar gittikçe zorlaşacak ve kapitalist kriz daha kötü sonuçlar doğuracak. Dünyanın her yerinde, savaşmak zorunda kalacağız. Bu nedenle, bir kez daha kendi gücümüze inanmalıyız:


- Biz, kendi mücadelemizin kontrolünü kendi ellerimize alabilir, kolektif bir şekilde örgütleyebiliriz.
- Biz, birlikte kardeşçe açık tartışmalar yürütebilir, özgürce birbirimizle konuşabiliriz.
- Biz, kendi tartışmalarımızı kontrol edebilir, kendi kararlarımızı alabiliriz.


Kitle toplantılarımız sendikalar tarafından değil, işçilerin kendileri tarafından kontrol edilmelidir.


Kendi hayatlarımızı ve çocuklarımızın geleceğini savunmak için mücadele etmek zorunda olacağız!


Tüm dünyanın sömürülenleri aynı sınıfın kardeşleridir!


Ancak bizim tüm ulusal sınırların ötesindeki birliğimiz, bu sömürü sistemini yıkabilir.

AG InterPro "Gare de l'Est et Île de France"
Bizimle iletişime geçmek için aşağıdaki internet adresini kullanabilirsiniz.
[email protected]

Tags: 

Bizi yenilgiye sürükleyen sendikalar

"Son Eylem Günlerinde, protesto eden ve greve çıkan milyonlarca kişi var bizlerden. Hükümet henüz geri adım atmadı. Sadece bir kitle hareketi onlara bunu yaptırabilir. Bu fikir kendi yolunu tuttu; sınırsız, genel,  yenilenebilir ve ekonomiye diz çöktürecek bir grev üzerine tartışmalar içinde ifade buldu..." 

"Hareketin alacağı biçim, bizim işimiz... Ne gibi önlemlerin alınacağı, ne gibi talepler öne süreceğimiz bize kalmış... Ve herhangi birine.  Chérèque (CFDT), Thibault (CGT) ve şirketin bizim için karar almasına izin vermek gelecek yenilgileri hazırlar. Chérèqu, emeklilik yaşının 42 yıl olması [1 ]taraftarı. Thibault'un kanunu iptalini isteyip istemediğinden emin olamıyoruz: bizden binlercesi topluca işten çıkartıldığında, bizi bölünmüş ve yenilmiş bir halde yüzüstü bırakarak,  Sarkozy ile şampanya içtiğini unutamayız. Sözüm ona "radikaller"e de daha fazla güvenemeyiz. Sosyalist Parti 42 yıl için oy veriyorken, ilkelerinden ödün vermez diye bilinen Mailly (FO), Aubry ile el sıkıştı. [...]"

 "Eğer bugün onlar yenilecek grev yolunu seçiyorlarsa,  görüşme masasındaki varlıklarını devam ettirmek için bir pazarlık kozu olarak kullandıkları direnişin kontrolünü kaybetmekten kaçındıkları içindir... Neden? Çünkü CFTC'den SUD-Solidaire'a kadar yedi sendika tarafından imzalanan mektupta yazıldığı gibi, onlar  "emeklilik sisteminin sürdürülebilirliğini sağlayacak adil ve etkin önlemler dizisine, sendikaların bakış açısı"nın duyulup bilindiğinden emin olmak istiyorlar. Kimse, bir an için bile olsa, 1993'ten beri emeklilik sistemini parçalayanlar, bizlerin yaşam ve çalışma koşullarını yıkıma uğratanlar ile olası bir anlaşmaya varılabileceğine inanabilir mi?"

 "Hükümete ve hakim sınıflara geri adım attıracak tek güç; devlet ve özel sektör işçilerinin, işsizlerin, emeklilerin ve gençliğin, yasadışı göçmenlerin, sendikalı ya da sendikasız işçilerin direnişimizi kendi kendimizce kontrol edebildiğimiz ortak kitle meclislerine dayanan birliğidir."

Bu alıntılar, Paris'teki eylemler sırasında yaygın biçimde dağıtılan Gare de l'Est'deki meslekler-arası Kitle Meclisi'nin işçi ve katılımcıları tarafından imzalanan bir bildiriden yapıldı. [2]

Aynı anlam ve nitelikteki başka birçok itiraz, diğer meslekler-arası kitle meclislerinden, direniş komitelerinden ya da küçük siyasi örgütlülüklerden geliyor ve bizleri yenilgiye götürdüklerini izlediğimiz sendikalara karşı büyüyen güvensizliği vurguluyor.

Sendikaların ötesinde, sendika mücadelesi sorgulanıyor

Nitekim sendikaların mücadeleyi 2003, 2007 ve şimdi 2010'da baltalamaları, daha geniş anlamda sendikaların gerçek doğası sorununu gündeme getirdi. Onlar hala işçi sınıfının tarafındalar mı? Son on yıllar boyunca süregelen mücadelelerin kısaca gözden geçirilmesi gösteriyor ki; sendikalar hakikaten burjuva kampına geçmiş bulunmaktadırlar.

100 yılı aşan zaman zarfında, kendiliğinden ortaya çıkan, kitlesel, yasadışı grevler (wildcat strikes, resmi olarak sendikalar tarafından düzenlenmemiş grevler -not çevirene ait), sadece temel, büyük mücadeleler oldu. Ve bütün bu mücadeleler, aynı temelde örgütlendiler; sendika biçiminde değil,  tüm işçilerin kendi mücadelelerini ve çözülmesi gereken problemlerini tartıştıkları,  seçilmiş ve geri çağrılabilir komiteler aracılığıyla mücadeleyi merkezileştirmek için savaşan kitle toplantıları temelinde.  Mayıs 1968'de, Fransa'daki büyük grev, sendikalara rağmen tetiklendi. İtalya'da, 1969'un Sıcak Sonbaharı'ndaki grevler esnasında, işçiler sendika temsilcilerini grev toplantılarından dışarı attılar. 1973'te, Antwerp liman işçileri grevi, yerel sendikalara saldırdı. 1970'lerde İngiltere'deki işçiler sendikalara sık sık diklendiler. Aynı şey 1979'da Fransa'da, Dunkirk'teki Longwy-Denain grevi sırasında gerçekleşti.

Ağustos 1980'de, Polonya'da işçiler (resmi olarak devletin bir organı olan) sendikaları reddettiler.  Genel toplantılar ve seçilmiş ve geri çağrılabilir delegelerin oluşturduğu komiteler (MKS) üzerinden bir kitle grevi örgütlediler. Tüm işçilerin görüşmeleri takip edebilmesi, bunlara müdahale edebilmesi ve delegeleri denetlemesi için devlet yetkilileri ile yapılan görüşmeler sırasında mikrofonlar ve PA sistemleri kullanıldı. Tabii ki, bu grevin nasıl sonlandığını unutamayız: yeni, özgür, bağımsız ve işçi sınıfının mücadelesinin dizginlerini teslim edebileceği savaşkan bir sendika illüzyonu ile. Sonuç çabuk oldu. Solidarity adındaki bu "tamamıyla parlak ve yeni" sendika, mikrofonları kesti ve Polonya devleti ile gizli pazarlıklara oturdu ve onlarla birlikte, dağılmayı, bölünmeyi ve en nihayetinde işçi sınıfının sert yenilgisini yönetti!

Sendikaları takip etmek daima yenilgiye götürüyor. İşçilerin dayanışması tarafından canlandırılan kitlesel bir mücadeleyi geliştirmek için kontrolü ele almak gerekli.

 "İşçilerin özgürleşmesi, işçilerin kendi görevidir."

EKA (22 Ekim, 2010)

[1] Fransız devleti çalışma yaşını, emeklilik 40'tan 42'ye yükseltmeyi öneriyor.

[2] Bir 'meslekler-arası' kitle meclisi, farklı sektörlerden biraraya gelmiş işçilerinden oluşur. Gare del'Est'deki 'meslekler-arası' kitle meclisi, demiryolu, eğitim, postane, gıda, bilişim, vb sektörlerinden oluşuyor.

 

Tags: 

Kitle Meclisi Nedir?

Kitle meclisleri mücadelenin can suyudur. Bunlar (özel sektörden kamuya, işsizlere, emeklilere, öğrencilere, çalışan ailelerin çocuklarına v.s. kadar) kendi mücadelelerini gerçekten sahiplenip, kolektif olarak karar verebilecekleri yerlerdir. Bunlar gerçek işçi demokrasisi mekanlarıdır. Herkese açık olarak, korporatizm ile sınırlanmayan kitle meclisi, sınıfımızın çeşitli sektörlerini birleştirir. Bunlar kavganın yaşamının inşa edilebileceği ve mücadelelerin genişletilebileceği yerlerdir.

İşte bu yüzden sendikalar bütün çabalarını kitle meclislerini sabote etmeye yöneltir! Aşağıdaki, CNT-AIT tarafından üretilen metin (https://sia32.lautre.net), grevcilerin kendi kontrolündeki gerçekten otonom kitle meclierinin nasıl olması gerektiği kısa ve öz bir biçimde açılıyor ve onları korumak gereken çeşitli tuzakları detaylandırıyor.

EKA


 

Kitle Meclisi Nedir? (CNT-AIT, Gers)

Tanım

İşçilerin, sendika, sendika konfederasyonu ve sosyal hareket gibi kriterlerle sınırlanmaksızın bir araya geldiği, demokratik, özerk, düzenli toplanmalarına genel kitle meclisi diyoruz. Hiçbir aşamada bu işçilerin delege olmaktan alıkonmaması esastır: Kitle meclisinin temel ilkesi her kişinin bir oyu olmasıdır.

Türleri

Birkaç türde kitle meclisi olabilir olabilir:
• Tek bir sendikada örgütlü işçilerden oluşan kitle meclisleri
• Bir çok sendikaya üye işçilerin oluşturduğu kitle meclisleri
• Grevdeki işçilerin oluşturduğu kitle meclisleri

Ek olarak, kitle meclisleri sadece tekil bir işkolu ya da birkaç iş kolu ile de sınırlanabilir.

Kitle meclislerinin işleyişi

Kitle meclisi demokratiktir ve dolayısıyla herkesin süre bakımından ve tartışma başlıkları açısında eşitçe paylaşılan konuşabilmesini güvence altına alır. Konuşmalar da, çeşitli karar alma anları hariç, toplantının başında belirlenen gündem ile tutarlı olmalıdır.

Kitle meclisi egemendir ve kararlar gündeme bağlı olarak, sonradan bozulmaksızın el kaldırarak alınır.

Kitle meclisi düzenli bir şekilde toplanır, karar ve tartışmaların kaydını tutar. Kayıtlar, sonradan kitle meclisinin tartışma ve kararlarını duyurmaktan sorumlu, toplantının başında atanan bir sekreter tarafından tutulur. Kitle meclisi toplantısı bir sonraki kitle meclisi toplantısının tarih ve yerini belirler.

Kitle meclisine karşı tehditler

Tartışmanın tekelleştirilmesi: Kitle meclisi anti-demokratikleşir. Bunun klasik örneği moderatör rolünü üstlenen, tartışmalara katılan ya da fikirlerini sistematik olarak veren işyeri temsilcileridir. Bunun bir benzeri kürsüyü tekeline alan ya da çok sık konuşan katılımcılardır.

Tartışmanın yoldan çıkarılması: Gündeme saygı duyulmaz. Tartışma özellikle doğrudan eyleme yönelirken ya da grevi yenilemeye yönelik bir karara ilerlerken günden tartışmanın netliğini bulandırmak ve bütün rolü ne ve nasıl sorularına cevap vermek olan kitle meclisini kafa karışıklığına sürüklemek için gündemin değiştirilmesi.

Kitle meclisi içerisinde demokrasinin yokluğu: Oylamaya saygı duyulmaz. Gündem ihlal edilir, çoktan alınmış kararları bozmak için bir çok kez oylama yapılır. Bu tarz manipülasyon sıklıkla toplantının bütünlüğünü ve cüretini zedelemek için sonda yapılır.

Kitle meclisinin etkisizleştirilmesi: Ne kadar zenginlik içerse de, kitle meclisinin bir alternatifi daha yoktur. Sıklıkla grevdeki işçilerin kitle meclislerine isyanlarını etkisizleştiren, militanlıklarını kısır bir gevezelikle boğan bir emniyet valvi muamelesi yapılır. Hazırlıklı olun! Bir kitle meclisindeyken, onların tekelleştirildiğini, manipüle edildiğini ve etkisizleştirildiğin fark edebilmek için gereken bütün araçlara sahibiz. Her durumda, yukarıdaki tehditleri ortaya serebilmeyi başaramamak etkinliğimizi, sözlerimizi ve kararlarımızı kırar: kısacası bizzat greve gitme nedenimizin önüne geçer!

İşçilerin Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır!

EKA

Tags: 

Mücadelelerimizi Nasıl Kontrol Edebiliriz?

Yaşayan bir mücadele, birçok kırılma ve dönüş yaşar. Uçan grev gözcüleri, barikatlar, iş bırakmalar, bildiriler, kendiliğinden eylemlilikler, vb. sınıf mücadelesinin alışılagelmiş ifadeleridir ve biz işçi sınıfından, gelecek kavgalarında başkalarını da ortaya çıkaracağını bekleyebiliriz. Ancak her mücadelenin merkezinde kitle meclisleri ya da kitle toplantıları kaçınılmaz bir biçimde bulunur. Burası bizim mücadeleyi nasıl ileriye taşıyabileceğimizi konuşabileceğimiz, tartışabileceğimiz ve kararlaştırabileceğimiz yerdir. Kitle meclisi/kitle toplantısı, işçilerin mücadeleyi açık bir şekilde tartışılabildiği ve kararlara kolektif olarak ulaşılabileceği yerdir. Ve bu nedenden ötürü, her türden sabotaj için büyük bir risk taşırlar.

Kitle meclisleri, işçilerin mücadelesinin akciğerleri

Mücadelenin aktif olmadığı zamanlarda, sendikalar, kendileri birçok tekdüze toplantı düzenlerler. Hepsi de çokça benzerdir. Az sayıda sıradan sendika üyesi ya da sendikalı olmayan işçilerin seyirci olarak katıldığı ve zaman zaman fikirlerinin de sorulduğu ama esasen 'resmi görevliler'in kendi aralarında tartışma yürüttüğü ve onlar tarafından idare edilen sendika toplantıları için şirketlerin tamamı, zaman ayırırlar. Şaşırtıcı olmayan biçimde, bu toplantılar az sayıda insanın ilgisini çeker. Çoğu işçi onlarla hiç ilgilenmez.Mücadele patlak verdiğinde, son zamanlarda olduğu gibi, sendikalar uyum sağlarlar ve farklı bir oyun oynarlar:

* Ellerinden geldiğince, tartışmayı mümkün olduğunca az insan ile kısıtlarlar. Ya hiçbir şey yapmaz, ya da sinsice propagandayı minimumda tutarlar.

* Kimi zaman, proleter saflardaki öfke taşar. O zaman, kendi kontrollerinin dışındaki beklenmedik toplantı ve tartışmaları engellemek için, sendikalar bir dizi toplantı çağrısında bulunurlar. Ancak bu toplantılar sektör sektör, işletme işletme, meslek meslek örgütlenirler... Ve bu yolda sendikalar, sınıf güçlerini güçlendirmek ve birleştirmek yerine onların bölünmeleri yönetir, onları tahrip eder, enerjileri dağıtır ve israf ederler. Şu anda, demiryollarında, tren personelleri, istasyon çalışanları ve ofis işçileri için hususi toplantılar yapıyorlar... Toulouse bölgesindeki bazı hastanelerde, sabotaj sınırları gülünçlük noktasında: her kat ayrı toplantılar alıyor!

* Sendikalar bu toplantıların kontrolünü sağlamak için her türden kirli oyuna başvuruyor. Paris'teki Gare de l'Est'de Perşembe günü, 14 Ekim sabahına bir kitle toplantısı kararlaştırılmıştı. Demiryolu işçileri kolektif olarak, grevi devam ettirmeye ya da sonlandırmaya yönelik karar ile yüzleşmişlerdi. Ancak en nihayetinde, sendika görevlileri bunu kendi aralarında, bir gün önce, 13 Ekim Çarşamba günü oyladıklarını açıkladılar. Kitle meclisine katılmak için bir sebep yoktu çünkü karar çoktan alınmıştı. Ve doğrusu, nerdeyse kimse o gün orda değildi. Bu işçi sınıfının kolektif yaşamını, mücadeleler içerisinde yok etmenin bir yoludur! Bu, düstura göre bir sendika sabotajıdır!

‘Kitle Meclisi Nedir?' yazısında, Gers CNT-AIT'i (Sia32.lautre.net), ‘kitle meclisleri için tehditler'i çok doğru bir şekilde tanımlamıştı:

"* Tartışmanın tekelleştirilmesi: Kitle meclisi anti-demokratikleşir. Bunun klasik örneği, sendika görevlisinin moderatör rolünü üstlenmesi, tartışmalara katılımının cevabını vermek ya da fikirlerini sistematik olarak vermek minvalinde olmasıdır. [...]

* Kitle meclisi içerisinde demokrasinin yokluğu: Oylamaya saygı duyulmaz. Gündem ihlal edilir, çoktan alınmış kararları için birçok kez oylama yapılması istenir ki bu işleyiş içinde var olan herkesin gücünü tüketir. Sıklıkla toplantının sonunda, toplamın bütünlüğünü ve cüretini zedeleyen kararlar alınır.

* Kitle meclisinin etkisizleştirilmesi: Toplantılar ne kadar verimli olmuş olursa olsun, başarılanları temel alıp üstüne inşa etme kapasitesi yoktur çünkü takip edecek toplantılar planlanmaz. Sıklıkla grevdeki işçilerin kitle meclislerine, militanlıklarını kısır bir gevezelikle boğarak isyanlarını etkisizleştiren; işçilerin öfkelerini dışa vuracakları duvarları sesler aksettiren bir oda muamelesi yapılır."

İşçilerin gerçek meclisleri tam tersi olmalıdır

Onlar tüm sektörel ve kosporatist bölünmeler ile yollarını acilen ayırmalıdır. Onlar sadece hangi kategoriye girdiklerine bakmaksızın tüm çalışanlara değil, aynı zamanda özellikle diğer işletmelerden işçilere, emeklilere, geçici ve işsiz işçilere, kolej ve lise öğrencilerine... hareketin genişlemesinde rol almak isteyen ve kendilerine "Nasıl mücadele ederiz?" sorusunu soranlara da açık olmalıdır. Ve tekrar, Gers'li anarko-sendikalist örgütün yazdığı gibi:

"Kitle meclisi demokratiktir ve dolayısıyla belirli zaman aralığında herkese eşit konuşma imkanını ve farklı tartışma başlıklarına eşit yer verilmesini güvence altına alır. Bu konuşma imkanı moderatöre verilen vekalet tarafından güvence altına alınır. [...]

* Kitle meclisi kararlar alır, bu el kaldırarak gerçekleşir [...].

* Kitle meclisi düzenli bir şekilde toplanır, karar ve tartışmaların kaydını tutar. Kayıtlar, toplantının başında atanan ve sonrasında GA'nın tartışma ve kararlarını duyurmaktan sorumlu bir sekreter tarafından tutulur. Kitle meclisi toplantısı sonraki toplantının tarih ve yerini belirler."

Bu son noktalar çok önemlidir. Bir kitle meclisi gerçekten sadece "işçilerin öfkelerini dışa vuracakları duvarları sesler aksettiren bir oda" değildir. Besbelli ki; bu konuşmak için bir araya gelinen bir yer, nitekim işçilerin kendilerini gerçekten ifade edebilecekleri nadir yerlerden biri. Ancak kitle meclisi aynı zamanda işçilerin birleşebilecekleri de bir yer:

* Burası, sınıfımızın kolektif kararları alabildiği yerdir. Bu nedenle yazılı metinlerin ve olası eylemlerin (el kaldırılarak oylama yapılması yoluyla) benimseneceği böyle bir toplantı almak zaruridir.

* Burası, mücadelenin yayılması için karar alabilen ve bunu örgütleyebilen yerdir. Mücadeleyi yaymak amacıyla coğrafi olarak en yakın ve en savaşçı olan işçileri mücadeleye katılmaları için çağırabilecekleri yerlere (fabrikalar, bürolara, hastanelere) ya kendisi gider ya da büyük delegasyonlar gönderir.

* Ve bu, mücadele içinde farklı bölüm ve sektörler arasındaki koordinasyonun nasıl inşa edildiğine denk düşer. Gerçekten de, kitle meclisleri arasında kendi komiteleri yoluyla, seçilmiş, onlara karşı sorumlu ve herhangi bir anda yeniden geri çağrılabilir olan delegeler yoluyla koordinasyon olmalıdır.

Emekliliğe karşı mevcut saldırılar, işçilerin öfkesinin derinliğini, huzursuzluğunun boyutunu, azimlerini ve kitlesel olarak seferber olabilme yeteneklerini açıkça gösterdi. Ama sınıfımız, bugün, mücadele içinde bağımsız ve özerk kitle meclislerinde kendisini bilfiil kolektif olarak örgütlemeyi henüz başaramadı. Bu, mücadelenin başlıca zayıflığıdır. Bu, proletaryanın, eğer mücadelesinin gerçek kontrolünü alacak ve sermayeye karşı birliği ve dayanışmasını açıkça sergileyecekse, gelecekte zaruri olarak atması gereken bir adımdır.

EKA, (22.10.2010)

 

Tags: 

Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki Proleter İsyanlarla Dayanışma

Bir isyan dalgası Tunus'u, Mısır'ı, Cezayir'i, Ürdün'ü ve Yemen'i sarıyor. Suriye rejimi de salgının kendisine de bulaşması korkusuyla internet bağlantılarını kesmiş durumda.

Mübarek'in özürcü savunucularının iddia ettiği gibi, bunlar islamcı hareketler değiller. Dinsel konulardaki tavırları ne olursa olsun, bütün nüfus bunlara katılıyor. Mısır'da binler imamlarının sokaklara çıkmama konusundaki buyruklarını yok sayıyorlar; dahası hıristiyan azınlığın çok yakında sekter bir katliama maruz kaldığı bu ülkede, müslümanlar ve hıristiyanlar arasındaki sekter ayrımların bilinçli bir şekilde reddedildiğini gösteren örnekler var.

Fakat aynı zamanda bu hareketlerin hiçbiri, her ne kadar katılımcılarının bir çoğu demokratik yanılsamalar tarafından kösteklenseler de, can çekişmekte olan bir toplumsal sisteme politik reform cilası çekmekten başka bir şeye yaramayacak parlamenter demokrasi hareketleri değiller.
Bunlar ‘orta sınıf' hareketleri de değiller: İngiltere'deki öğrenci isyanlarında olduğu gibi, Tunus'taki, Mısır'daki, Fransa'daki, Yunanistan'daki üniversite öğrencilerinin çoğunluğu bugün işçi sınıfının parçası.

Bu ayaklanmalar işçi sınıfının, proletaryanın, sömürülenlerin dünya çapındaki hareketinin bir parçasıdır. Bu sınıf hareketi kapitalist ekonomik krize, egemen sınıfın aşağılık yozlaşmışlığına ve iki yüzlülüğüne ve ister sağcı olsun ister solcu, bütün hükümetlerin vahşi kemer sıkma politikalarına cevaben Yunanistan'da, Fransa'da ve İngiltere'de çıkan aynı sınıf hareketinin parçasıdır.

İşte bu yüzden ‘diktatörlerin' açık polis şiddetinden, bu isyanları kendi amaçları için kullanmaya çalışan demokratik ya da islamcı politikacılara kadar, bu isyanların gelişimini engellemeye çalışan bütün güçlere karşı muhalefetimizi ve bu ayaklanmaların başını çeken işçilerle, işsizlerle, öğrencilerle ve diğerleriyle tam dayanışmamızı ilan etmeliyiz.

Bu hareketlerin açık toplantılarda, eylemlerde ve mücadelemizi yükselttiğimiz her yerde tartışmak çok önemli.
Ne tür inisiyatiflerin mümkün ya da faydalı olduğunu tartışmak için bize mail atabilir, sitemizdeki foruma yazabilir ya da meseleyi www.libcom.org gibi diğer sınıf mücadeleci forumlarda ortaya koyabilirsiniz.

WR, 29/01/11

Tags: 

Tutuklu Militanlarla Dayanışma: Güney Kore hakim sınıfı “demokrasi” perdesini yırttı

 

"Kore Sosyalist İşçi Birliği" (Sanoyun) isimli örgütün sekiz militanın tutuklandığı ve Güney Kore devletinin ünlü "Milli Güvenlik Yasası"[1] altında suçlandığı bilgisine henüz ulaştık. Tutuklanan sekiz militanın mahkemesi 27 Ocak'ta gerçekleşecek.

Bunun siyasi bir dava olduğuna ve hâkim sınıfın "adalet"inin mahiyetini gözler önüne serdiğine dair hiçbir şüphe yoktur. Aşağıda altını çizeceğimiz iki nokta bu durumu kanıtlamaktadır:

-İlkin, Güney Kore devletinin kendi mahkemeleri geçmişte iki defa tutuklulara karşı polisin iddialarına karşıt hüküm getirmişlerdir.

-İkincisi, tutukluların "düşman çıkarlarına hizmet eden bir örgüt kurmak" (bahsi geçen düşman Kuzey Kore devletidir) ile suçlanmalarıdır. Oysa ki tutuklu militanlar Oh Se-Cheol, Nam Goong Won ve diğerleri, Ekim 2006'da "Savaşa Karşı Kore Enternasyonalistleri Bildirgesi"nin altına imza atmışlardır, ki bu bildirge Kuzey Kore'nin nükleer testlerini kınamış ve özellikle "kapitalist Kuzey Kore devletinin işçi sınıfı ve komünizm ile hiçbir alakası yoktur, bu devlet çöken kapitalizmin militarist barbarlığa yöneliminin uç ve çirkin bir örneğinden başka hiçbir şey değildir" demiştir.

Bu militanların gerçekte suçlandıkları tek bir şey vardır: o da sosyalist olarak, düşünce suçu işlemektir. Başka bir deyişle, suçlandıkları şudur: işçileri kendilerini, ailelerini ve yaşam koşullarını savunmaya çağırmak ve açıkça kapitalizmin gerçek doğasını ifşa etmek. Savcılığın talep ettiği cezalar, Güney Kore hakim sınıfının yolunda duranlara karşı kullandığı baskının sadece yeni bir örneğidir. 2008'de Mumışığı eylemlerine çocuklarıyla katılan "Bebek Arabacıları Tugayı"nı oluşturan genç kadınlara yönelik hukuki baskı ve polis baskısı, işgal ettikleri fabrikalarını çevik kuvvet güçleri basan ve polisten dayak yiyen Ssangyong işçileri, aynı cani baskı politikalarının geçmişteki yansımaları olmuştur.

Ağır hapis cezaları ile karşı karşıya olan tutuklu militanlar, mahkemede örnek bir haysiyet ile davranmış ve bu olanağı yapılan mahkemenin siyasi doğasını ifşa etmek için kullanmışlardır.

Bölgede askeri gerilimler, geçtiğimiz Kasım ayında Kuzey Kore rejimi tarafından Yeonpyeong adasının bombalanması ve top atışlarıyla sivillerin öldürülmesi, buna karşı Güney Kore silahlı güçleriyle ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirmesi amacıyla bölgeye bir Amerikan nükleer uçak gemisi gönderilmesinin ardından tırmanışa geçmiştir. Bu koşullar altında, insanlığın karşısındaki seçeneğin ya sosyalizm ya da barbarlık olduğu ifadesi, her zamankinden daha büyük bir gerçeklikle kulaklarımızda çınlamaktadır.

ABD ve müttefiklerinin propagandası Kuzey Kore'yi bir "gangster devlet" olarak tasvir etmekte, açlıkla boğuşan nüfusun sertçe baskı altına alınması sayesinde sefa içerisinde yaşayan bir kesim tarafından yönetilmekte olduğunu söylemektedir. Şüphesiz, Kuzey Kore'ye dair bunlar doğrudur. Öte yandan, Güney Kore hükümetinin analara, çocuklara, direnişçi işçilere ve şimdi de sosyalist militanlara karşı uyguladığı baskı netçe göstermektedir ki son tahlilde bütün ulusal burjuvaziler korku ve kaba kuvvetle hüküm sürmektedir.

Bu durum karşısında, kendileriyle siyasi fikir ayrılıklarımız olabilecek olsa da, tutuklu militanlarla tam dayanışmamızı ilan ediyoruz. Onların mücadelesi bizim mücadelemizdir. Tutukluların ailelerine ve yoldaşlarını desteğimizi ve dayanışmamızı gönderiyoruz. E-mail adresimiz [email protected] üzerinden yoldaşa gönderilen destek ve dayanışma mesajlarını yoldaşlara ileteceğiz.

ICC

Loren Goldner'den Mektup

Acil Çağrı: 8 Koreli sosyalist 5-7 yıl arası hapis cezası ile karşı karşıya

 

Geçen yıl 3 Aralık'ta, Seoul Merkez Bölge Mahkemesi savcısı, devrimci sosyalist bir grup olan Kore Sosyalist İşçi İttifakından (KSİİ) Oh sei-chull ve diğer üyelerin (Yang Hyo-Seok, Yang Joon-Seok, Choi Young-ik, Park Joon-seon, Jeong Won-hyung ve Oh Min-gyu) 5 ila 7 yıl arası hapis cezasını çarptırılmasını talep etti. Kore işçi sınıfı hareketinin bu üyeleri Güney Kore'nin meşum Ulusal Güvenlik Yasası üzerinden yargılanıyorlar (bu yasa 1948'de geçti ve teorik olarak hala Kuzey Kore yanlısı eylemlere ölüm cezasını içeriyor). KSİİ'nin hem Güney hem de Kuzey Kore'de işçi sınıfı devrimini savunan sekiz enternasyonalist militanı sosyalist olmak dışında hiçbir suçla yargılanmasalar da, gerçekte 2007'den beri birçok grev ve harekete müdahaleleri iddianamenin esas temelini oluşturuyor. Ulusal Güvenlik Yasası kapsamında böyle ağır bir baskı yıllardır görülmemiş türden bir ilk. Daha geniş bir bağlamda Güney Kore Başkanı Lee Myong Bak'ın koltuğa oturduğu 2008 başlarından beri görülen aşırı sağa kayışın genel eksenine oturuyor (örneğin 2009'daki Ssangyong Motor fabrikası grevinin ezilmesi). Bu anlamda, KSİİ'nin Ssangyong grevinde dağıttığı bildiriler mahkemenin dayandığı esas kanıtları oluşturuyor.
Savcılar KSİİ'nin üyelerini 2008'den beri mahkemeye çıkarmaya çalıştılarsa da Aralık'a kadar savcıların bu talepleri mahkeme tarafından sürekli geri çevrilmişti. Bir protesto e-maili bombardımanının nihai hükmün verileceği 27 Ocak'a kadar hakim Hyung Doo Kim'in cezayı azaltmasını ya da tümüyle geçersiz kılmasını sağlaması tümden imkansız değil.

Hakim Kim'in düşünce suçuna karşı bu baskıya karşı duygularınızı ve kendi sözünüzü duyması için şuraya yazın:
swlk [at] jinbo.net

E-maillerin Seoul saatiyle 17 Ocak Pazartesi 2001de 6:00 am'e kadar atılması gerekiyor ki böylece KSİİ'nin avukatı onları hakim Kim'e karardan önce forwardlayabilsin.

Lütfen bu çağrıyı olabildiği kadar geniş bir şekilde yayın.

Loren Goldner
Detaylar için: lrgoldner (at) gmail.com

 

 

 

 

 


[1] Oh Se-Cheol, Yang Hyo-sik, Yang Jun-seok, ve Choi Young-ik'dan yedi yıl, Nam Goong Won, Park Jun-Seon, Jeong Won-Hyung, ve Oh Min-Gyu'dan beş yıl isteniyor. En uç noktada Milli Güvenlik Yasası kapsamında suçlananlara idam cezası verilebiliyor.

 

 

 

Tags: 

Çöken Kapitalizmin “Tabii” Sonuçları

 

Bundan yaklaşık bir yıl önce İstanbul'da Halkalı ve İkitelli semtlerinde 8 Eylül'ü 9 Eylül'e bağlayan gece başlayan yağışın, dere yatağında meydana getirdiği taşma neticesinde ortaya çıkan sel sonucunda onlarca kişi yaşamını yitirirken, yüzlerce yerleşim yeri sular altında kaldı. Burjuvazi tarafından sıcak döviz akışını destekleyen söylemlerle piyasaya sürülen "kültür" ve "medeniyet" başlıklarını taşıyan bir "başkent" olarak İstanbul için o günlerde bu tür tanımlamalar geçersiz kalıyor. İşgücümüzün pervasızca sömürüsüne denk düşen ücretli emek aracılığıyla "bizim yararımıza" var olan devlet aygıtının bizden kestiği vergiler ile altyapı çalışmalarına eğilmesi yerine, hakim sınıfın birikimi gerçekleştirebilmesi için, insanlık adına hiçbir yararı olmayan boşa harcamaların keyfice yapıldığı, içinden geçmekte olduğumuz süreçte proletaryanın yoğun olarak ikamet ettiği bir yerleşim yeri olarak İstanbul yine işçi sınıfına mezar oluyordu.  

 

İkitelli'de yaşayan semt sakini işçi ailelerinin çoğunun, evlerini su basmasından ötürü mağdur olmaları bir yana, sınıf olarak kaybın yaşandığı o günlerde burjuva basın manşetlerinde de yer eden bir olay, kapitalizmin bir taraftan doğayı katlederken bir taraftan da yanında aslında hiç önemsemediği hayatlar olarak proleter yaşamları da alıp götürüyordu. Aynı gecenin sabahında yağışların giderek yoğunlaşması ve Ayamama Deresi çevresindeki hemen hemen bütün yerleşim yeri ve işletmenin sulara teslim olması olgusunun kullanıldığı burjuvazinin boyalı basın ve beyaz camlarından retinamıza düşen bir görüntü ise tamamen kapitalizmin gerçek yüzünü gözler önüne seriyordu.

 

Bu görüntüler, Halkalı'da bulunan işçi ailelerinden, tekstil fabrikasında o günün sömürü haddini karşılamak ve evine günlük ortalama yirmi liralık yövmiyesini götürebilmek için işlerine gitmek adına kasalı bir kamyonet olan servis aracı ile yola çıkan işçilerin beyaz örtüler ile kapatılmış cansız vücutlarının televizyon camına ve fotoğraf karelerine yansıyan görüntüleriydi. 8 işçi, fabrika güzergahı üzerinde derenin yağış alması ihtimaline karşı düzenleme çalışmasının yapılmaması nedeniyle, sel sularının trafiğin yoğun olduğu sıralarda aniden yükselerek "servis aracının" içerisine dolmasıyla feci şekilde can vermiş oldu. Pameks Tekstil'de çalışan işçilerden kapitalist kodamanların deyişiyle "doğal afet" sonucunda bu can verişleri en nihayetinde yargıya taşınmıştı. Sel sularının taşmaması için önlem alınmayan dere yatağı; çevrede ikamet edenlerin evlerinin ve mevcut güzergahı kullanan işçilerin yine neredeyse ölüm ile burun buruna gelerek ulaşmaya çalıştıkları işletmelerin de uzun bir süre bakımdan geçirilmeden kullanılamayacak hale gelmesi nedeniyle adli işlemler başlatılmıştı.  Bu dava süreci herkes tarafından dikkatle bekleniyor; çıkacak sonuca dair yorumlar yapılıyorken, olayın nedenlerinden bağımsız olmayarak, mahkeme sonucu aslında hiç kimseyi de şaşırtmayacak biçimde sonlanmış oldu.

 

Güldane Çiftçi, Özlem Ünal, Bircan Karataş, Naciye Karadeniz, Altun Yüksek, Fikriye Özentürk, Nuriye Can ve Nebahat Salkım adlı işçilerin sel sularında can verdiği olaya ilişkin görülen duruşmalar devam ederken ilgi çekici durumlar da oluştu. Can veren işçilerden birinin ailesi davadan "Biz firmayla anlaştık. Şikayetçi değiliz" diyerek çekildi. Şirket müdürünün yaptığı açıklamalar, burjuvazinin işçi sınıfının canlarına karşı bakış açısının "berrak" bir göstergesiydi. Bu müdür işçileri kamyondan dışarıya çıkmamaları ve aracın üzerine konumlanmak suretiyle sel sularından korunmamalarından ötürü yine ölen işçileri suçlamıştı. "Afetin doğal olduğu"na yönelik koparılan yaygaralar ise bütün bu sürecin boşluklarını doldurdu ve nihayet burjuva yargısının sonucu açıklandı.

 

Buna göre; hazırlanan bilirkişi raporundan hareketle düzen adaleti, sorumlu saydığı kişilere kestiği, göstermelik ve asıl hedefi görebilmemizin önüne set çeken "Taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak" suçundan 3 yıldan 15 yıla kadar hapis hükümlerini içeren cezaların yanında bir de yetmiyormuşçasına, adeta adalet dağıtan bir tarafsız organmışçasına burjuva formelliğine de atıfta bulunarak boğularak can veren işçileri de "kusursuz" nitelemesiyle cezaya tabi tutmayan çürümüş burjuvazinin kokuşmuş adaleti bu sefer fütursuzluk sınırlarında gezinen üslubunda bir adım daha ileriye gitti. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaların neticesinde "Yönetim Kurulu Başkanı'ndan, İdare Amiri'nden ve aracın şoföründen sel felaketine karşı önlem almalarını beklemek mümkün değildir. Almaları gerekli bir önlem bulunmadığı için olayın meydana gelişinde kendilerine kusur bulunması mümkün değildir. Kazanın oluşunda asli ve tek etken meydana gelen doğal afettir." zaptıyla ifadelendirdiği, sınıfına uygun bir üslubun açıkça dışa vurulduğu sonucu kamuoyuna bir seneden uzun bir süredir devam eden mahkemenin sonuç açıklaması olarak duyurmuş oldu.

 

Bir devlet kapitalisti aygıtın ortaya koyacağı türden böyle bir karar, burjuva adaletinin yine burjuva sınıfın çıkarlarına uygun şekillenişi ve yapısı bir yana, alınan bu "karar" ya da "sonuç", birçok açıdan satacak emek gücünden başka birşeyi olmayan, "özgür" proleterlerin yaşamlarının kapitalizm karşısında neyi ifade ediyor olduğunu ya da diğer bir deyişle aslında nasıl kardan ve birikimden başka bir şeyi ifade etmiyor oluşunun da çok net bir göstergesidir. Tamamıyla burjuva sınıf çıkarları ekseninde oluşturulan anayasalar ve onların adli kurumları olarak sınıflı toplumun varoluş kanunlarının yaşamın her adımında hissedilen yine tek bir sınıf lehine olan bariz tutumu bu olay ile gün yüzüne, tarihin birçok evresinde olduğu gibi tekrar çıkmış durumdadır.    

 

Örnek vermek gerekirse; madenlerde her saniye ölümle burun buruna yaşam ve ekmek mücadelesi veren işçilerden, yalnızca yanardağ eteklerinden toplanabilen kükürtün toplanması işini icra eden kükürt toplayıcılarına; en son, işi sınıfı olarak Sapphire gökdeleni örneğinde şahit olduğumuz ve bir işçinin 2. kattan -5. Kata düşerek yaşamını yitirdiği örnekteki gibi her gün yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide bir de maaşlarından olan inşaat işçilerinden, bir ucuz emek cennet olarak Uzak Doğu'da, son derece sağlıksız koşullarda ve uzun saatler çalışmak zorunda bırakılan çocuk işçilere kadar genişletilebilecek yelpaze yaşamın tek acı yanının aslında kendi yaşantılarımızdaki küçük aksaklık ve mutsuzlukların da ana sebebi olan kapitalizmin kendisi olduğuna işaret ediyor.   

 

Kendisi bir "afet", bir felaket olan kapitalizmin, üretkenliğinin yanısıra kendi doğasına içkin olan "yıkıcı" karakteristiği özellikle de hem ağır çalışma koşullarında, hem de bu koşulların, dolayısıyla kapitalizmin daha çok kar ve sermaye birikimi için dayattığı çalışma "düzenleri" nin neticesinde meydana gelen işçi ölümlerinde gözler önüne seriliyor. İşçilerin yaşamlarının sermaye birikimi karşısındaki aczi, sadece kar demek olan çalışma ve üretim araçlarının azınlık bir sınıfın elinde varedilmesi meselesi ister Sapphire işçileri örneğinden, ister Pameks işçileri örneğinden hareketle kapitalist ekonominin neleri inşa ederken, neleri üretirken; bir taraftan da neyi elimizden aldığının da bizler için bir göstergesi de oluveriyor.

 

Pameks örneğinde, "Karar verildi: Suçlu 'doğa' !" sonucuna varan kapitalizmin yıkımdan, sömürüden başka bir getirisi olmadığı gerçeğinden, paranın tek yasa olduğu hakim düzenin adli, idari ve hukuki mercilerinin çürümüşlüğü bağımsız düşünülemeyeceği gibi burjuva makamlarının kendi sınıfından hareketle, kapitalist hakim azınlığın çıkarları çerçevesinde yasalaştırdığı kanunlarının Pameks olayındaki gibi "doğayı suçlu bulması" da bir o kadar şaşkınlıkla da karşılanmamalıdır. Bu pervasızlık, çalışma esnasında birbir ölen maden işçileri için ölümü reva gören burjuva anlayışın sadece temelindeki asıl "cevheri", hem siyasi ve adli çürümüşlüğü olduğu gibi ahlaki anlamda da, proleter sınıfına karşı burjuva sözünü türlü kılıflara büründürerek sarfetmeyi kendisi için bir göre bilen burjuva sınıfının temsilcilerinin ve onların kanunlarının net bir ifadesidir. Bu tarz; Haiti'deki depreme, kimyasal ilaçlamanın yüksek verim için sınırları aştığı dünyada kimi zaman artan, kimi zaman azalan nüfuslarıyla haşerelerin insan yaşamı için oluşturduğu tehditten, kapitalizmin kar hırsı sebebiyle fakirlik ve açlık içerisinde kıvranan ama bir yandan nükleer bombalara sahip Pakistan'da gerçekleşen ve milyonlarca insanın canına malolan sele, 17 Ağustos'ta İstanbul'da meydana gelen deprem sonrasında kontrolsüz yapılaşma ve kalitesiz beton ile temelin neden olduğu binlerce ölüme ve Afrika kıtasını kasıp kavuran salgın hastalıklara kılıfı aymazlıkla uyduran ve utanmadan da kalkıp bir yandan gericiliğe sığınırken, bir yandan doğal afetlere suçu yükleyen tarz, aynı sınıfın yani burjuva sınıfının sonuç üretme ve yargılama tarzıdır. Yargı kurumları ve onların sözcüleri de bu tarzın en somut göstergesidir. Yaşantımızı en dar çaplısından en geniş alanlısına olumsuz yönde etkileyen sis çökmelerinden, toprak kaymalarına; binlerce ve hatta milyonlarca insanın bir seferde yaşam alanlarından alıkoyan, hayatlarını perişan eden depremlerin akabinde ortaya çıkan dalgaların yarattığı, ciddi can kayıplarına yol açan tsunami, yani dev okyanus dalgalarına; hortumlardan yangın felaketlerine kadar daha nicesiyle örneklendirilebilecek "doğal afetler" in, tıpkı doğal yaşamda hiçbir şeyin nedensiz bir olgu olarak yaşamımızda kendisini hissettirmediği gibi, sadece bir nedenin eseri olduğu gibi, bütün bu sayılanların aldığı kaynak da, "beslendiği" mecra da, yaşamları pamuk ipliğine bağlı yeni canları almak için tarihin ve insanlığın üzerine bir karabasan gibi çöken kapitalizmdir.

 

Eğer doğanın afeti ne kadar "doğal" ise, kendi söylemlerinizdeki iç çelişkiden yararlanarak şu tarzı da biz proleterler geliştirebiliriz: Her yönü ve karakteristiğiyle "doğal olmayan"; iktisadi, siyasi, toplumsal, ahlaki ve kültürel olarak çürümüş ve çökmeye yüz tutmuş kapitalist sistemin kendisidir. Bu da 1914'ten bu yana çöküş evresi sonucu doğacak muazzam yokoluşunu aşırı sermaye birikimi yoluyla ertelemeye çalışan kapitalist üretim ilişkileri, meta üretimi ve paranın hakimiyetidir. Komünizm günümüz koşullarında ne kadar mümkün ve gerekli ise, hakim sınıf olarak burjuva azınlığın elinde tutmaya çalıştığı servetleri de toplumun kitlesel ayağa kalkışları karşısında o kadar aciz konuma düşecektir.

 

Kapitalizmin acilen yıkılıp, yerine sınıfsız bir komünist toplumun kurulması gerekliliği ile ücretli emek köleliğinin, meta üretiminin ve paranın saltanatının yıkılışı ile para, kar ve sermayenin birikimi ile azınlıktaki kapitalist sınıfın lüks harcamaları için değil tüm insanlığın ihtiyaçları için üretimin, insanca yaşamın ve aslında geleceğin sınıfsız toplum düzeni olan komünizmin gerekliliği herşeyden daha güncel ve mümkündür.

 

Doğa değil, doğayı suçlu ilan eden kapitalizm katildir!

Bunçuk

Çürümüş aygıtlar olarak sendikalar ve kapitalizm

Bir film karesi düşünün ya da bir tiyatro sahnesi. Geri planda birkaç yüz kişinin tekli sandalyelere oturdukları ve pür dikkat kürsüdeki konuşmacıyı "dinlediği" bir salonun uzunlamasına görüntüsü. Yakın planda ise burjuva siyasetinin bir piyonu. Konumuz bir sendika salonunda, bir toplantıda geçiyor. Bu toplantı Türk-İş Konfederasyonu Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanlığı'nı yaptığı Tes-İş Sendikası'nın 9. Olağan Genel Kurul görüşmelerinin yapıldığı salon. Konuk olarak layık görülen Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız. Yaptığı konuşmanın özü, kelamının neticesi ise, şu cümlelerde saklı:

"Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz."

Burjuva sınıfın temsilcisi işçi sınıfına, "gelişiyoruz yalanı" nın toprağından filiz veren bu sözleri söylerken de salondan herhangi bir tepki yükselmiyor. Proletaryaya bu kürsüden bir mesaj gönderilerek gerekirse gününüzün tamamına yakınını çalışarak geçireceksiniz deniyor. Buna karşılık yaratılacak bir çatlak ses, tepki bir tarafa, bir ses dahi çıkmıyor. Hangi  ayrıcalıklı ve "işçi sınıfından olmayan"ın, dolayısıyla burjuvazinin safında olanın; hangi dönem, hangi zehirli hançeri işçi sınıfının sırtına saplayacağının rutine uydurulmuş ve kürsüdekinin kağıttan okuyarak tekrarladığı klişe safsataları dinleyenlerin ellerinden salona yayılan alkışlar ile sonlanacak bu orta oyununun bir parçası olan bakanın sözlerindeki ifadelerin, aslında tam olarak neyi tanımlıyor olduğu üzerine söyleyebileceklerimizi maddeler halinde toparlayacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

1 - "Gelişmekte olan Türkiye" masalı. "Gelişiyoruz; asılın küreklere!": Gelişim sadece bizlerin yani proleterlerin yaşamında çalışma ve yaşam koşullarının eksi (-) yönde "gelişimi"; aldığımız ücretlerde, çalıştığımız işletmelerde küresel krizin yarattığı etki ile ortaya konan eksi (-) yönde "gelişim"; gündelik yaşamımızın her yönüyle çözülüşünü, çürüdüğünü ve kokuştuğunu somut olarak hissedebileceğimiz, karşılıklı menfaate dayalı ve "insani" ön ekiyle toplumsal ilişkilerimizde varedilmeye çalışılarak bizlere yutturulmaya çaba gösterilen, yine eksi (-), işçi sınıfının aleyhine "gelişim". Kapitalizmin çöküş aşamasında hakim olan devlet kapitalisti uygulamaların üzerine yapılan bütün devletlerin "gelişme" tanımlaması ancak ve ancak "dibe tırmanmak" olabilir.

2 - "Değişimi iyi idare edebilmek", ama kimin adına? Değişim ve burjuvazinin sahte demokrasi oyunları. "Değişeceğiz; bakın zaten demokratikleşiyoruz": "Açılım" politikalarından, yaşamımızı kolaylaştırıldığı iddia edilen, burjuvazinin domuz ahırı meclislerinde karara bağlananlardan, geceleri birbiri ile "ilgisiz" görünen kanun maddeleriyle ilişkilendirilmiş halde işçilerin yaşamını daha da zehir etmek için kurgulanan yine sahte "istihdam" stratejilerine kadar, güvencesiz çalışmanın önündeki birçok engelin bir anda, bir gecelik oturumlarla ortadan kaldırılması. İşçi sınıfını kendi içerisinde bölmek; türlü mizansenler ile sendikaların düzenlediği, birkaç yüzlük temsilci nüfusunun izin günlerine denk getirilen "tepki" mitingleri, sonuç yeni SSGSS bandrollü yasaların "torba" lanarak yürürlülüğe konulduğu çöküş sürecinin karagöz-hacivat oyunları. Demokrasi yalanına bulanmış, burjuvanın sağında olsun, solunda olsun; bu güne hakim sınıf ve onun düzen aygıtları tarafından "kemer sıkma" politikaları olarak isimlendirebileceğimiz burjuva meclisi çalışmalarını tanımlamakta kullanabileceğimiz " "ulusal", "ulusça kalkınmaya yönelik", "millete yararlı" planların yerine artık "demokrasinin burjuvazisinin" lugatında yer almayan "katmerli sömürü", "acımasızca baskı" ve "alabildiğine yoketme" ifadelerinin tercihen proletarya tarafından getirilerek tekrar okunabileceği, değerlendirilebileceği, her seferinde yerine başka boyalı bir terim ya da ifadenin geçirilmesi söz konusu olan uygulamalar; göz göre göre yalanın meşru sayıldığı çürümüş seçimler, parlamentolar ve burjuva siyaseti proletarya için ancak bir gösterge; çözülen siyasi üst yapının bir taraftan kendi egemenliğini muhafaza etmek için uyguladığı ağır baskı, yıldırma ve yoketme politikaları hakim sınıfın başlıca aygıtlarıdır ve "görevi gereği" sınıf mücadelesinin diplerde seyrettiği şu dönemlerde sadece semirtilmek için uykuya yatırılır; ara sıra copunun ucu, namlusunun sapı, tankının paleti gösterilir. Kapitalizm topyekün militarizm demektir.

3 - Uzlaşıdan kim bahsediyor? Kimler için uzlaşı; işçi sınıfına bundan arta ne kalıyor? Toplumsal barış ve uzlaşı yalanı. "Hepimizin çıkarları ortak; herbirimiz aynı gemideyiz!": Hakim sınıfın sivil toplum yalanları, üretim alanındaki sendika-sermaye-devlet işbirliği, işçi sınıfına "ulusal kalkınma/yükselme/teğetlerden teğet açı beğendirilip "geniş açıdan" krize maruz bırakılma. Devletin aygıtı, çürümelerinin sebebi içerisindeki bürokratik yöneticilerin bulunması değil, sendikaların artık yapısal olarak kapitalizmin kendisine eklemlenmiş formatları ve yöntemleri, sendikaların toplumsal barışa "katkıları", işçilerin yaşamına "kattıkları" ya da katamadıkları, katmaya muktedir olmadıkları, kapitalizmin çöküş aşamasında bundan sonra da katacak hiçbir şey olmaması. Tarih; sendikaların, kapitalizmin kendisi gibi çürümüş yapısı, artık barbarlığa doğru yavaş yavaş yelken açıyor olduğumuz şu dönemde, içeriye su alan, bir an önce terkedilmesi gereken bu derme-çatma teknenin, sendikaların derin sularına bir daha geri dönmemek üzere bırakılması gerektiğine işaret ediyor.

İşin daha da trajik ve tarihin proletaryaya yine bu zaman süreci içerisinde yaşatabileceği yegane deneyimlerden birisini sergilercesine, zamanın sahnesine koyduğu bu son derece somut oyunun en kritik tahlilini ise ancak enternasyonalist komünistler, toplantının yapıldığı salondan bu sözlere karşılık hiçbir tepkinin yükselmiyor oluşu üzerinden yapabilirler. Küresel sermaye birikiminin iç pazarı sakinleştirmek, yükselişte elde ettiği kazancı muhafaza etmek ve yine bu pazarı kar getiren bir mecraya dönüştürmek için ürettiği "toplumsal uzlaşı" yalanı dönüp dolaşıp günümüzde işçi sınıfının güvenebileceği bir mecra olmaktan çoktan çıkmış olan sendikalar sorununda düğümlenip kalıyor. Bu noktadan itibaren de işçi sınıfının komünist bir dünya devrimine yönelecek olsa, bu yolda elde ettiği deneyimler ile sınıfın yeni gelecek kuşaklara bırakma olasılığı bulunan bütün mücadeleler de daha baştan kaybediyor.

İbretlik bir örnek olarak Bakan'ın konuşma yaptığı yerin bir sendika toplantısı olduğu gerçeği ile sarfedilen bu pervasız sözlere karşılık hiçbir muhalif tepkinin ortaya konulmaması hakkında aslında konunun özeti, ibretlik ifade, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanı'ı olduğu bir sendikada bu konuşmanın normal karşılanması ile gündemde olan Torba Yasa'ya "karşı" yine Türk-İş Konfederasyonu tarafından yapılan sözde "protesto" eyleminin iç tutarlılığı çok rahatllıkla denkleştirilebilir. Bu noktadan sonra da her türlü gaz alıcı eylemlilikler, sınıflar arasında barışı isteyen sendikalar için "iç tutarlılığa sahip olmak" ifadesini kullanmak gerekiyor. Nitekim hava boşaltma taktiklerinin TEKEL süreci ile taşıdığı bariz benzerliklerin rahatlıkla görülebileceği şu tarihsel kesitte sınıfa yöneltilen ciddi saldırılarda bile daha önceden planlanmış ve organize edilmiş lokasyonlarda, yine önceden belirlenmiş sayılarda kişinin katılarak, yine önceeden belirlenmiş sloganların atılarak insanların (en vahim olan haliyle) evlerine dağılacağı, sembol niteliğini aşamayan her türlü demokratik/ sendikal oyunun kendisi bugün bizlere sendikaların güvenilmeyecek kimliğini ifşa etmiş oluyor. Buna göre şu tespitlerden hareket edersek; işçi sınıfı olarak, iktisadi, siyasi ve sosyal bir "sınıf" olduğumuz bilinciyle inandığımız yolda yürüyünce; önünde ne tür engel olursa olsun bunu 1905'ten 1917 Şubat ve Ekim'ine kadar örnekleyebileceğimiz gibi her türlü aşar. Bu engelleri, kurduğumuz barikatlarla aşarken bir taraftan deneyimler ve sonuçlar çıkartabiliyoruz.

Türkiye sınırları içerisinde bugüne kadar segilenen bütün deneyimler de birer "işçi birliği" olmaları konusunda sınıfta kalan sendikaların gerçek yüzünü açığa çıkartmaya yetiyor. 1970 örneği daha gün gibi ortadadır. Buna göre; 15-16 Haziran 1970'te gerçekleşen ve binlerce işçinin İstanbul ve çevresinden, sendikalara dair yasayı değiştirmek ve yükselen kitle muhalefetinin önünü alabilmek adına yapılan manevraların önüne geçmek için sokaklara dökülmesi, burjuva sınıfının zor aygıtları olan kolluk güçleriyle ve burjuvazinin silahlı kuvvetlerine karşı canı pahasına çarpışması bir tarafa, işçilerin o zaman zarfı için bir mücadele mevzisi gözüyle yaklaştığı DİSK'in Genel Başkanı'nın radyodan yapılan anonsuna kulak verelim. Burjuvazinin kolluk güçlerini ve silahlı kuvvetlerini öven, bir yandan da onlara karşı duranı "kendisinden saymayan" bu ses, bizlere hemen Kavel'i hatırlatıyor olmalı. Türkiye'deki işçi sınıfının yaşatmış olduğu ilk grev deneyimlerinden olan Kavel'de fabrika içerisinden sevkiyat için yükleme yapılıyorken, grev öncesinde üretilen tel ve diğer malzemenin dışarıya çıkmaması için barikat kuran, kamyonların önüne yatan işçi sınıfının mensupları ardından yine aynı sendikanın Genel Başkanı'nın yaptığı açıklamaları unutmasın. Bu açıklamada da sendika aygıtının burjuva temsilcisi, "eğer bilgi dahilinde olunsaydı şanlı Türk ordusuna gidecek malzemenin önüne geçilmeyeceğini" söylemekte bir sakınca görmüyordu.

Bu noktadan itibaren de eskiden işçilerin örgütlenme okulları olarak görülebilecek ancak şu dönemde hiç de öyle bir misyonu olmayan, aksine sınıf mücadelesinin önünde birer engel teşkil eden sendikaların dışında, aslen sorunun yapısal olmasıyla birlikte, işçi sınıfının gerçek ve kurtuluşuna dair tek adreslerinin bütün mekanizmalarında kendisinin hakim olarak mücadeleyi yönetip yönlendirebileceği genel kitle toplantıları ve komitelerin yapısı hakkında çürümüş yapılar olan sendikalara karşı bir "Ne Yapmalı Kıstas(ları)" belirleyeceksek de şunları daha baştan söylemek yerinde olacaktır:

a)   Sendikalar devlet kapitalizminin artık çürümüş birer aygıtıdır.

b)   Sorun sınıf bilinçli işçilerin, zaten yapısal olarak çoktan çürümüş sendikalarda ve bunların bizzat yönetiminde yer alması değil, sendikaları yıkmaktır.

c)   Yüklendikleri rol itibariyle de değil, bizzat yapısal olarak çökmüş olan bugün için uygun adresler olmayan sendikalar yerine, işçi sınıfı olarak yönelimimiz yine biz üreten snfıın kendi mücadele azmi ve sınıf olmaktan gelen inisiyatifleridir.

Sendikaların doğasına uygun olarak devlet kapitalizminin birer aygıtı görevini işçi sınıfına mücadelenin her evresinde karşı durarak ve mücadelesini sektörel bazda bölerek yerine getirirken adreslerimizin nereleri olması gerektiği sorusu ise daha ciddi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Buradan hareketle de önümüze yine kendi sınıfımızın taşıdığı toplumsal üretim tarzından, kapitalizmin kendi kuyusunu kazarak bizlere "hediye ettiği" bulunduğumuz her yerde, mavi/beyaz yaka, ağır sanayi/büro/küçük işletme, özel/kamu gibi ayrımları bir tarafa bırakarak sadece "ücretli emeğin köleliği" referans noktası alınarak yapılacak bütün çıkışlar en nihayetinde devrimci sonuçlar doğuracaktır.

 

Bu nedenle kendi karar alma ve yürütme örgütlülüklerimizin temel çıkış noktası yine kendi sınıfımız olduğunda proletaryanın bir öz-örgütlenme biçimi olarak "işçi konseyleri" ve yine kapitalizmin yıkıcılığının yakıcılığını en direkt biçimde hisseden proletaryanın en acil görevleri arasında sendikaların tamamen reddi ve kapitalizmin çöküş evresinde, moral etki yaratmaya çalışma hatası olarak görülmesi gereken "şunu ya da bunu yaparak örgütlenin", "bize katılın" gibisinden kaba sloganlara dayalı pedagogvari yaklaşımlara kulak asmak yerine, kendi öz inisiyatifimizi kullanarak yine kendimizin kuracağı, yöneteceği ve sonuç alacağı yapılanmalar olarak "işçi komiteleri", "işçi grupları", "işçi hücreleri" ve "işçi çevreleri" gibi örgütlülükler ise bugün sınıfımız için birer nimet gibidir. Bu araçlar "sovyet" biçiminde XX. yüzyıl Rusya'sında görülmüş olan işçi konseyleridir.

Daha çok kısa bir zamana kadar Fransa'daki emeklilik maaşlarının düşürülmesine karşı yapılan gösteri ve eylemliliklerde karar almakta kullanılan bir yöntem olarak "açık kitle toplantıları" nın örgütleneceği, en basitinden en karmaşığına kadar birçok toplumsal sorunun çözümünde rol oynayacak kararın, yine proletaryanın kendisi tarafından alınacağı ve yine aynı proleter yaklaşımla, disipline bir şekilde, kendi sınıfını kurtarırken tüm insanlığı da kapitalizm illetinden çekip alacak gücün işçi sınıfı tarafından somut yaşama uygulayacağı böyle bir kurgu ancak ve ancak işçi sınıfının kurtuluşu ele alması demek anlamına gelecektir. Ücretli emek sömürüsünün, devletlerin ve sınırların olmadığı bir dünyanın mümkünlüğü bizzat sınıfımızın kendi içerisinde beslediği dinamiklerde saklıdır.

Hepsinden de önemlisi sınıfların olmadığı komünist bir dünyanın nüveleri yine bu organlar vasıtasıyla, işçi sınıfının bizzat kendisi tarafından yaratılacaktır.

Bunçuk

2011 - Temmuz

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (3)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

Jön Türklerin Yükselişi ve Sosyalistlerin Tutumu

21 Mayıs 1889 tarihinde, İstanbul’daki Askeri Tıbbiye Mektebi’nde beş öğrenci bir araya geldi. Bu öğrenciler, İshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve Hikmet Emin’di. Bu beş tıp öğrencisinin bir araya geldiğinden ne hocalarının haberi vardı ne de sınıf arkadaşlarının. Çok önemli gördükleri bir meseleye dair büyük işler yapmak için, tam bir gizlilik içinde buluşmuşlardı. Bu beş öğrenci adlarını tarihin sayfalarına yazdırmayı belki o gün bir araya geldiklerinde umdukları kadar başaramayacaklardı ama o gün temellerini attıkları gelenek çok uzun yıllar yaşayacaktı. O gün, o toplantıda adı geçen beş öğrenci geleneğin yaratıcısı ve sürdürücüsü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temelleri atmışlardı.

Aslında II. Abdülhamit’i devirmek amacıyla kurdukları gizli örgütün ilk adı İttihat ve Terakki Cemiyeti değil, İttihad-ı Osmanlı Cemiyeti’ydi, fakat altı yıl sonra bu gizli örgüt, Abdülhamit karşıtı eski Bursa milli eğitim müdürü Ahmet Rıza adlı Abdülhamit muhalifi aydının grubuyla birleşerek tarihte tanınan adını alacaktı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, mutlak gizlilik içerisinde örgütlenmiş, Osmanlıcı ideolojinin mirasını taşıdığını düşünen, liberal eğilime sahip milliyetçi bir örgüt olarak ortaya çıkmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve devlet bürokrasisinde ortaya çıkan böylesi hareketlerin geneline Jön Türkler deniliyordu. Makedonya İç Devrimci Örgütü’nün mücadelesinden de etkilenen ve cesaretlenen Jön Türk hareketi, 1895’ten sonra ciddi bir yükselişe geçerek hızla büyümeye başladı. En sonunda, Şubat 1902’de, Paris’te Jön Türk ismiyle anılan bu hareketin çeşitli unsurlarının inisiyatifiyle özelde bu hareketi, genelde ise bütün Osmanlı muhalefetini bir araya getirmeyi hedefleyen bir kongre düzenlendi. 1. Jön Türk Kongresi, Osmanlı Hürriyetperverler Kongresi, Osmanlı Liberal Kongresi gibi adlarla anılan kongreye, farklı Jön Türk örgütlerinin yanı sıra Ermeni Devrimci Federasyonu, Veragazmiya Hınçak Partisi ve çeşitli Rum ve Bulgar milliyetçi cemiyetler de katıldı. Kongre, Jön Türk hareketi içerisinde kimi bölünmeleri su yüzüne çıkardı. Bölünme azınlıklar ve özellikle de Ermeni sorunu üzerinden gelişti. Kongre’de II. Abdulhamit’in yeğeni Prens Sabahattin’in başını çektiği liberal Jön Türk kanadı, Rum ve Arnavut delegelerle birlikte Ermenilere yaşatılan acıların bir an önce durdurulmasından yana olduklarını belirtmiş ve Ermenilerin huzur ve güvenlikleri için Avrupa’yı yardıma çağırmakta haklı oldukları vurgulanmıştı. Jön Türk hareketi içerisinde Prens Sabahattin’in görüşlerinin destekleyicileri bu noktada ciddi bir çoğunluğu temsil etmekteydiler. Fakat bu yaklaşıma karşı çıkan bir azınlık da vardı ve bu azınlığın görüşlerini İttihat ve Terakki Cemiyeti Paris şubesinin lideri olan Ahmet Rıza çekiyordu[52].

1902 Kongresinin ardından, Prens Sabahattin’in önderliğinde ortaya çıkmış olan çoğunluk grubu Batı destekli bir darbe örgütlemeye girişti. Ancak 1903’te gerçekleşen darbe girişiminin başarısızlığının ardından, çoğunluk grubu çöktü ve Ahmet Rıza’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti öne çıkmaya başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gövdesi Osmanlı sınırları içerisinde fakat başı Avrupa’daydı. Cemiyet de kendi içinde bölünmüştü: Ahmet Rıza Osmanlı’da değişimin barışçıl yollardan gerçekleşmesi gerektiğini savunurken, Şehzade Yusuf İzzetin Efendi’nin özel doktoru olan Bahaettin Şakir’in başını çektiği grup II. Abdülhamit’in devrilmesiyle bir değişimin mümkün olacağını savunuyordu. Cemiyet Mısır’da Bahaettin Şakir’in kuruculuğunu yaptığı Şurayı Ümmet adında bir yayın çıkartmaya başlayarak çalışmalarına hız verdi. Fakat 1905’te bu gazete kapatıldı. Bunun üzerine Bahaettin Şakir Paris’e gidip oradaki şubeyi daha radikal ve aynı zamanda merkezileşmiş bir yapı haline getirmeye çalıştı[53]. 1906’da da tarihe Talat Paşa adıyla geçecek olan Selanik’in posta müdürü Mehmet Talat, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurarak Jön Türk hareketiyle irtibata geçti. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, kısa bir süre içerisinde bölgedeki devlet yetkililerinden, Celal Paşa adıyla tanınan subay Ahmet Celal’in etkisiyle orduda ciddi bir yaygınlık kazandı. Bu sırada Prens Sabahattin de siyaset hayatına geri dönmüş ve 1906’da Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-ü Şahsi Cemiyeti adında bir örgüt kurmuştu. Mısır’da ise Ahd-ı Osmani Cemiyeti adında bir örgüt ortaya çıkmıştı. Öte yandan bütün bu örgütler 22 Aralık 1907’de Paris’te yapılan ve II. Jön Türk Kongresi adıyla anılan toplantıda bir araya geldiler. Cemiyet, toplantıya katılanların, Osmanlı’nın bütünlüğünün korunması ve bir önceki kongrede tartışılan dış yardımların reddedilmesi gibi konularda hassasiyet göstermelerini şart koşmuştu. Hareket, İttihat ve Terakki bayrağı altında birleşmişti[54]. Öte yandan bu toplantının gerçekleşmesi için harekete geçen temel unsur, Jön Türk örgütlerinden herhangi biri değil, Ermeni Devrimci Federasyonu’nun Batı Bürosu idi. Dolayısıyla bu toplantı vesilesiyle Jön Türk hareketi ile Taşnaklar arasında sağlam bir ittifak ortaya çıkmıştı[55].

Hiç şüphe yoktu ki özelde İttihat ve Terakki Cemiyeti ve genel olarak Jön Türk hareketinin büyük bir kısmı, ciddi ve büyük bir milliyetçi akımı teşkil ediyordu. Jön Türklerin aynı zamanda Prens Sabahattin çevresinin görüşleri çerçevesinde zayıf Müslüman Osmanlı özel sermayesinin çıkarlarını ve siyasetini temsil ettiğini söylemek de mümkündür. Ancak bir noktada çoğunluk elde etmiş bu görüşlerin Jön Türk hareketi içerisinde nihayetinde pek tutunamadığını görmek gerekir. Jön Türk hareketi nasıl bir sınıfsal zemine sahipti? Bu konuda en net analiz, dönemin Balkan devrimcileri hareketinin başını çeken, Bulgar dar sosyalistlerine yakın Christian Rakovsky tarafından yapılmıştır:

“Peki, Jön Türk hareketinin toplumsal niteliği nedir? Türk işçileri ve köylüleri hâlâ ruhbanın etkisi altındadırlar. Jön Türklere sempati duyan Müslüman burjuvazinin pek bir önemi olduğu ise söylenemez. Uzun bir tarihsel evrim, Türk burjuvazisini bir askeri ve devlet görevlisi katmanına dönüştürmüştür, Hıristiyan burjuvazi ise sanayi ve ticaretle uğraşmaktadır.”[56]

Jön Türk hareketi, Osmanlı devlet ve ordusunda üst ve orta katmanlarında öbeklenmiş olan radikal milliyetçi Türk burjuvazisinin bir hareketiydi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti 1907 II. Jön Türk kongresinin ardından Türk burjuvazinin sınıf partisi oldu. Zaten Jön Türklerin ideolojisi de sınıfsal niteliklerini ortaya koyuyordu. Nihayetinde ortaya konulan, tipik bir liberal milliyetçi hareketti. Abdülhamit ‘memleketi mahvediyordu’, ‘vatanı ondan kurtarmak lazımdı’, ‘imparatorluğun toprak bütünlüğünü korumaktan acizdi’ . Devlet ve ordu içinde doğup gelişmiş olan Türk burjuvazisi sonuçta padişahın siyasi baskılarından da giderek rahatsızlanmaya başlamaktaydı. Sonuçta ortada pek de olağanüstü bir durum olduğu söylenemezdi.

Öte yandan sosyalist olduğunu iddia eden, hatta II. Jön Türk Kongresi’ne katıldığı 1907’de İkinci Enternasyonal üyesi olan Ermeni Devrimci Federasyonu, neden Jön Türk hareketiyle işbirliğine gitmişti? Bu, tipik bir İkinci Enternasyonal partisinin oportünizminden mi ibaretti yoksa ortada bundan da öte bir durum mu vardı? Kuruluş sürecini göz önünde bulundurarak baktığımız zaman, Taşnakların sosyalizmi benimsemeleri pragmatik temelleri olan bir karardı. Esasında sınıf mücadelesinin fazlasıyla yoğun olduğu Kafkaslarda bile, Taşnaklar sınıf mücadelesini reddediyorlardı. Taşnaklar, Ermeni ulusunun aşırı dağılmışlığını ve karşısında pek çok güç varken sayıca az oluşunu gerekçe göstererek, ulusal kurtuluşun başlangıç aşaması olarak adlandırdıkları dönemde Ermeni toplumundaki bütün sınıfların birlik ve beraberlik içinde hareket etmesinin gerekli olduğunu iddia ediyorlardı[57] Öte yandan, Taşnakların büyük Avrupalı güçlerin Ermeniler lehine müdahale etmesi umutları karşılanacak gibi durmamaktaydı. Ciddi bir güç haline gelmekte olan Avrupa sosyal demokrat hareketinin Ermeni davasına desteğini kazanmak ise kulağa bir hayli cazip geliyordu. Dolayısıyla Taşnaklar, her ne kadar sosyalizmin kuruluşunun Ermenistan’da söz konusu olmadığını bir yandan vurgulasalar da, 1894’ten itibaren kimi sosyalist yayınları çevirmeye başladılar, 1896’da ise İkinci Enternasyonal ile ilişki kurdular[58]. Taşnaklar, içlerinde sosyalist görüşleri savunan kimi militanlar ve hatta Genç Taşnaklar adını alan bir hayli uzlaşmaz sosyalist bir hizip olmuş olsa da, 1907’de İkinci Enternasyonal’e giriş başvurusu yapana kadar Ermenistan için sosyalizm ile alakalı bir program benimsemediler. 1907’de benimsenen program ise azınlıkların yaşadığı ülkelerde sınıf mücadelesinin karmaşıklığından bahsediyor, ezilen ulus işçilerinin kendi milli kültürleriyle ilgilenmeleri gerektiğini söylüyor ve geleceğin sosyalist toplumunda da ulusların var olacağını vurguluyordu[59]. Taşnakların bu tarihten sonra savunduklarını söyledikleri sosyalizm anlayışı ise, teorik olarak Guiseppe Mazzini ve Guiseppe Garibaldi gibi İtalyan sol milliyetçilerinden Rus narodnik geleneğine, Eduard Bernstein ve Jean Jaures’ten Karl Kautsky’e, sosyal demokrasinin merkezinden sağına geniş bir yelpazeye dayanıyordu. Zamanla en fazla belirgin olan Fransız Jean Jaures’in uluslara, anavatanlara ve demokrasiye bağlı sosyalizm anlayışı oldu[60]. Bununla birlikte Taşnakların ulusal programı da değişmekteydi. Artık Türkiye Ermenistan’ı için, ulusal kurtuluş çizgisinden ziyade, yerel özerkliğe dayanan siyasal demokrasi ve Osmanlı İmparatorluğu ile federatif bağlar kurulması savunulmaktaydı[61].

Enternasyonalist Ermeni sosyalistlerinin hepsi, Taşnakların, sosyalist sloganları milli amaçları için kullanan burjuva milliyetçisi bir örgütlenme oldukları konusunda hemfikirdiler. Şüphesiz, Taşnak militanlarından bazıları zamanla gerçekten sosyalist görüşlerden etkilenmeye başladılar, hatta kimileri başından beri içtenlikle sosyalizme inanmaktaydılar. Öte yandan partinin sınıf mücadelesine yaklaşımı onu hem Kafkaslarda, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni küçük burjuvazisinin yoğun ve Ermeni burjuvazisinin özellikle muhalif ve radikal kesiminin mevcut ve etkin olduğu bir yapı haline getirmişti. Taşnaklar 1907’de Jön Türklerle ittifak yaptıklarında bunu Ermeni işçi sınıfının çıkarları uğruna mı yapmışlardı, yoksa Ermeni burjuvazisinin çıkarları namına mı? İttihat ve Terakki’nin iktidarı aldıktan kısa bir zaman sonra Ermenilere uygulayacağı soykırım, Ermeni işçi sınıfının Jön Türklerle ve Türk burjuvazisiyle bir ittifaktan anlık olarak bile elde edebileceği bir çıkarı olmadığını gösterecekti. Taşnakların Jön Türklerle ittifakının altında Ermeni burjuvazisinin çıkarları yatmaktaydı. Aslında, Ermeni burjuvazisinin Taşnaklar içinde ifade bulan kesimiyle, Jön Türk hareketinin ifade ettiği Türk burjuvazisi arasında ciddi tarihsel paralellikler vardı. Nasıl Türk burjuvazisi konumuna rağmen siyasal iktidarı elinde tutmuyorduysa, Taşnaklar içinde öne çıkan radikal Ermeni burjuvazisi ve küçük-burjuvazisi de Ermeni toplumu içerisinde resmi ve siyasi ayrıcalıklara sahip değildi. Ülke genelinde siyasi iktidar monarşideydi. Ermeni toplumu içinde sultanın iktidarına eklemlenmiş, resmi ve siyasi ayrıcalıklara sahip kesimse ruhbandı. Aslında radikal Türk burjuvazisi ile radikal Ermeni burjuvazisinin siyasi çıkarları; daha genel olarak da Osmanlı devlet ve ordu burjuvazisi ile Osmanlı sanayi ve ticaret sermayelerinin çıkarları bir işbirliğini gerektiriyordu. Eğer bir parti olarak Taşnak liderliğinin analizini yaparsak söylemeliyiz ki, Aralık 1907’ye kadar örgütün liderliğinin bir zerresine dahi sosyalist dersek, ittihatçılarla masaya oturulduğu zaman o zerre ölmüştü. İttihatçılarla ittifak, nihayetinde Taşnakları geri dönüşü olmayan bir biçimde Ermeni burjuvazisinin çıkarları için büyük oynayan bir harekete dönüştürecekti.

II. Abdülhamit’in devrilmesi öncesinde Osmanlı burjuvazisinin siyasi temsilcileri bu durumdaydı. Fakat 1908 isyanının tek etmeni Osmanlı burjuvazisi değildi. Yeni yüzyılın başlarından itibaren tekrar Osmanlı gündemine oturan işçi mücadelelerinin de 1908’e giden süreçte ciddi bir etkileri olacaktı. İşçi sınıfı, Abdülhamit dönemi baskılarına rağmen 1902’de tekrar sınıfsal mücadelelerine başlamıştı. 1908’e kadar, dünya genelindeki 1905 grevlerinin etkisiyle özellikle 1904–1906 arasında yoğunlaşan, başta Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında bulunan Kavala, Manastır, Vodenli, Üsküp, Edirne gibi şehirlerde binlerce işçinin katıldığı grevler gerçekleşti. Bu grev dalgasının Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki topraklarında gerçekleşmiş olması da pek şaşırtıcı bir durum değildi; zira burası bürokratik burjuvazinin İttihatçı hareketinin de gayri Müslim sermayenin ve örgütlerinin de güçlü olduğu, sanayileşmiş bir yerdi ve pek çok açıdan imparatorluğun en gelişmiş kesimiydi. Bu grevler dalgası anlık bir patlama olmaktan ziyade otuz yıldır devam eden baskıcı Abdülhamit yönetimine, ağır ve zorlu ekonomik koşullara ve tarımsal üretimdeki sıkıntılara ve kıtlıklara karşı işçi sınıfının hoşnutsuzluğunun, çeşitli makamlara yapılan çaresiz başvuruların sonuç vermemesinin bir ifadesiydi[62]. Grevlerin gerçekleşmesine neden olan en temel mesele, ekonomik sıkıntılardan dolayı hem devletin hem de özel işletmelerin işçilerin maaşlarını ödeyememeleriydi. Bu grevlerin ilginç fakat aslında şaşırtıcı olmayan yanı ise çoğunlukla gayri Müslimlerin elinde bulunan özel işletmelerde oldukları kadar, kamu sektöründe de gerçekleştirilmeleriydi. Kamu sektöründe çalışan işçilerin de greve gitmekte olması Osmanlı devlet yapısının sınıfsal niteliğini net bir biçimde ortaya koyuyordu[63].

1902–1908 arasında her yıl gerçekleşen grevleri 1908 isyanının temel nedeni sayamayız. Öte yandan, eğer bu yıllarda böylesi bir grev dalgası gerçekleşmemiş olsaydı, Osmanlı burjuvazisinin, II. Abdülhamit rejimine karşı harekete geçecek cesareti bulamayacağını söylemek, abartılı bir ifade olmayacaktır. 1902’den itibaren altı yıl boyunca devam eden bu işçi eylemlerinden her biri, Abdülhamit rejimine bir darbe olmuş ve rejimin itibarını zayıflatmıştı. Öte yandan, grevlerin gösterdiği en önemli olgu, geçen on altı yıl boyunca işçi sınıfının mücadele etmesini engellemeyi ve sınıfı pasif bir konumda tutmayı başarmış olan Abdülhamit rejiminin artık işçi sınıfının kontrol edemediğini gözler önüne sermiştir. Rejiminin bütün tehditkâr unsurlarıyla, baskı araçlarıyla ve acımasızlığıyla bile olsa Abdülhamit, sınıf mücadelelerinin önüne geçmeyi başaramamaktadır. İşte bu durumun yaşanması, 1902–1906 grevlerini, 1908’in nasıl gerçekleşebildiğini anlayabilmek için göz önünde bulundurmamız gereken en önemli arka plan yapmaktadır. 1908’de Abdülhamit’i işçi sınıfı devirmeyecektir ama Abdülhamit rejimi çatırdamaya, 1902’de sınıf mücadelelerinin yeniden ortaya çıkması ile başlamıştır. Dolayısıyla rejime karşı ilk darbe, bizzat işçi sınıfının eliyle vurulmuştur.

1908 öncesinde Jön Türkler konusunda Osmanlı sosyalizminin tutumu Taşnakların tutumundan genel hatlarıyla farklıydı. Gerek imparatorluğun batısındaki sosyalist hareketin milliyetçi Makedonya İç Devrimci Örgütü içerisindeki kesimi[64], gerekse Osmanlı’da faaliyet içerisinde bulunan önde gelen Ermeni sosyalist partisi olan Hınçak Sosyal Demokrat Partisi, Taşnaklar gibi Jön Türklere onlarla masaya oturacak kadar yakın olmasalar da giderek yaklaşmaya başlıyorlardı. Bunlara karşılık, Osmanlı sosyalist hareketinin hem batıdaki, hem de doğudaki sol kanadı, Jön Türk hareketine çok daha mesafeli bakmaktaydı. Makedonya’da Glavinov önderliğindeki Devrimci Sosyal Demokratlar Birliği, Girit olayı üzerinden daha 1897’den beri Jön Türk hareketine ciddi bir mesafeyle bakmaktaydı. 1898’de, örgütün o dönemki yayın organı Politiçeska Svoboda’da Jön Türk hareketinin Girit meselesine yaklaşımıyla ilgili Glavinov’un bir yazısı yayınlandı. Bir hayli sert bir dille yazılmış bir yazıda, Jön Türklerin Girit’te Türk milliyetçiliğini savunan tutumları eleştiriliyordu. Glavinov, Jön Türk’lerin Osmanlı’nın azınlıklara karşı uyguladığı milli baskıdan ve egemenliklerden yana olduğunu savunuyordu[65]. Zaten 1900’lerin başlarından itibaren MİDÖ ve benzeri ezilen ulus milliyetçileri dâhil hiçbir burjuva ve küçük-burjuva eğilimle çalışmama tutumunu benimsemiş olan dar sosyalist geleneğin, Jön Türk hareketiyle herhangi bir yakınlaşmaya girmesi düşünülemezdi. 1905’te (Dar)BDSİP çizgisinde kurulan Makedonya ve Edirne Sosyal Demokrat İşçi Örgütü’nün tutumu da bu şekilde devam edecekti. Bununla birlikte, Abdülhamit’in devrilmesine giden dönemde MESDÖ de ciddi devlet baskılarına maruz kalacaktı[66].

Ermeni sosyalist hareketinin Osmanlı odaklı kesiminin sol kanadı ise yine Kafkaslarda, Tiflis’te 1906’da çıkmaya başlayan Yerkri Tzayn (Ülkenin Sesi) isimli gazete etrafında şekillenmeye başlayacaktı. Bu gazetede, Marksist Ermeni İşçiler Grubu’ndan Hınçak Sosyal Demokrat Partisi’ne, Sosyal Demokrat Ermeni İşçiler Örgütü’nden Genç Taşnaklara kadar bütün sosyalist Ermeni örgütlenmelerden gelen çeşitli unsurları bir araya getirmekteydi. Derginin kurucusu Tigran Zaven’in hem Taşnakların doğu örgütlenmesiyle, hem de Hınçak Sosyal Demokrat Partisi ile iyi ilişkileri vardı. Sosyal Demokrat Ermeni İşçiler Örgütü’nün önemli teorisyenlerinden Bahşi İşhanyan da Yerkri Tzayn’a katkı sunanlar arasındaydı. Ayrıca Ermeni Marksist solunun ilk örgütü Marksist Ermeni İşçiler Grubu’nun kurucularından Yessalem takma adlı militan işçi Karekin Kozikyan da, 1904’te İsviçre’de çıkarttığı ve hem Taşnak hem de Hınçak partilerini eleştiren Banvor (İşçi) isimli yayının ardından bu gazetede çalışmaya başlamıştı[67]. Yerkri Tzayn, ismine rağmen daha ilk sayısında Osmanlı İmparatorluğu’na dair çok net ifade edilmiş olmasa da açıkça enternasyonalist bir yaklaşım sunuyordu:

“İki halkı ne ayırıyor? Hepimiz aynı zorbanın ayakları altında eziliyoruz. Aynı bahtsızlıklara üzülüyoruz. Çevrenize bir bakın. Türkiye, İran ve Rusya’da Türk halkı, katı önyargıları, engin cehaleti ve sonsuz yoksulluklarıyla sömürücülerin pençesindedir; kanlar içindeki bu zavallı yaratıklar Ermeni halkı kadar acı çekmektedir. Türkiye Ermenileri kendi kurtuluş davalarını, aynı boyunduruk altında yaşayan başkalarının kurtuluş davalarından ayırmamalıdırlar (…) Türkiye’de tek bir ihtimal vardır: Büyük Devrim (…) Ermenileri, Türkleri, Kürtleri, Süryanileri, Yezidileri, Dürzîleri, Rumları, Yahudileri, Arapları, Arnavutları ve Makedonları köle eden bu rejim, bütün bu halkların birleşik gücüyle devrilmelidir.”[68]

1907’nin başına gelindiğinde ise, çevrenin görüşü daha da net bir biçimde ortaya konulacaktı. Yerkri Tzayn’ın enternasyonalizmi sınıfsal temelde bir enternasyonalizmdi ve kendilerini ne kadar devrimci göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, farklı sınıfların hareketleriyle işbirliğine karşı çıkmayı bir görev olarak görmekteydi. Derginin Jön Türk hareketine bakışı da bu minvalde şekillenmekteydi:

“Biz ‘Ermeni Milleti’ adına konuşmak istemiyoruz; çünkü bize göre halkları ayıran ırklar ya da diller değildir, sınıflar, toplumsal, ekonomik ve siyasal kategorilerdir. Ermeniler ve Türkler yoktur. Sadece ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler vardır... Jön Türklere karşı tutumumuz ne olmalı? Kendilerini liberal bir sınıf olarak ortaya koydukları için, bizim onlarla organik bir ilişkimiz olamaz (…) Gerçek bir bağlaşma, ancak Türk halkıyla yapılabilir (…) Eğer onlar yalnızca ‘Müslüman Milleti’nin değil, bütün ezilenlerin bir siyasi partisini oluştururlarsa (…) Ancak o zaman Ermeniler Türklerle birlikte bir sınıf partisi kurabilirler"[69].

Yerkri Tzayn Tiflis merkezli bir yayın olsa da, içeriği Osmanlı İmparatorluğu’na yönelikti. Derginin sayfaları dönemin Prens Sabahattin, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet gibi önde gelen Jön Türklerine dair detaylı biyografiler ve sert eleştiriler içeriyordu[70]. Ayrıca Yerki Tzayn başta Van olmak üzere imparatorluğun Ermeni nüfusun yüksek olduğu kimi şehirlerinde dağıtılıyordu ve derginin yazıları Ermenice, Türkçe ve Kürtçe binlerce bildiri haline getirilip bölgede dağıtılıyordu. Taşnak Partisi önderlerinin Paris’te İttihatçılarla görüşmelerine aylar kala, bölgedeki Taşnak militanları da Yerki Tzayn’ın savunduğu görüşlerden çok ciddi bir biçimde etkileniyordu[71]. Gerek Kafkasya’daki Doğu Bürosu, gerekse Paris’teki Batı Bürosu sınıf mücadelesini reddeden Taşnak partisinin imparatorluğun doğu bölgesindeki kimi militanlarının yayınladığı aşağıdaki bildiri, Yerkri Tzayn’ın görüşlerinin etkisini, dilinin benzerliğiyle dahi doğrulamaktadır:

“Bizim kendimizin kim olduğumuzu, karşıtlarımızın ve düşmanlarımızın kimler olduğunu anlamamızın zamanı geldiğine inanıyoruz. ‘Biz’ derken, ‘Taşnak’ ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve zorba hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri, Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. (…) Bizim bayrağımız altına girenlerse, ırk ya da din ayrımı olmadan, özgürlük ve eşitliği isteyenler, müstebit hükümetten nefretle, bütün halkları kölelikten, yağmadan ve haydutluktan kurtarmaya çalışanlardır. Biz özgürlüğüz, bilgiyiz, eşitliğiz, adaletiz. Düşmanlarımız zorbalıktır, cahilliktir, köleliktir, yağmadır, adaletsizliktir. Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz.”[72]

Gerdûn


52 Karasandık, Özlem. "Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Hınçak Cemiyeti'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Siyasi Faaliyetleri (1887-1908)". Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 2005. Mersin. s. 93

53 Uzun, Cem. "Osmanlı Muhalefet Partileri". https://www.antikapitalist.net/makale/turkiye/84_ksdden_osmanli-muh-isya...

54 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1820

55 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 212-213

56 Rakovsky, Christian. "The Turkish Revolution". Le Socialisme, Paris No.37, 1 Ağustos 1908. https://www.marxists.org/archive/rakovsky/1908/08/01.htm

57 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 53

58 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 28-29

59 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 72

60 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 74

61 Ter-Minasian, Anahide. "Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912)". İletişim. 1992. İstanbul. s. 72

62 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1813

63 "Tanzimat ve Batılılaşma." Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6. İstanbul: İletişim Yayınları, 1988. s. 1814

64 MİDÖ'nün kendi sol kanadı ve (Geniş)BSDİP yanlılarını kapsayan bu gruba 1905'te (Dar)BSDİP'den ayrılan ve "Anarko-Liberal" olarak anılacak olan kesimin Makedonya'daki takipçileri de katılacaklardı.

65 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 57

66 Yalımov, İbrahim. "1876-1923 Döneminde Türkiye'de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 143

67 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 208

68 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 209

69 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 209-210

70 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 208

71 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 210

72 "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 19-20

Tags: 

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve İşçi Hareketi (4)

Türkiye Komünist Partisi'nde Sol Kanat - 1. Hareketin Kökenleri

1908 İsyanı’nın Analizi

Abdülhamit rejimi, 1902’den beri sallanmaktaydı; 3 Temmuz 1908’de, yanından geyiğini ayırmayan Resneli Niyazi adlı eksantrik bir İttihatçı subayın, komutasındaki iki yüz kadar asker ile Makedonya dağlarına çıkmasıyla, saltanat sallanmaya başladı. Üç hafta içerisinde bu ayaklanma Osmanlı ordusu içerisinde hızla büyümüştü. Kıvılcım, kısa zamanda Makedonya’daki Osmanlı ordusunun neredeyse tamamını, imparatorluk genelinde ise ciddi bir kısmını saran bir yangına dönüşmüştü. Arnavut “vatan fedaisi” Resneli Niyazi, 1908 isyanını başlattığı zaman, resmi Osmanlı İmparatorluğu’nu 1. Dünya Savaşı’na götürecek, imparatorluğun sonunu görecek ve Mustafa Kemal Atatürk şahsı etrafında Kemalizm adıyla yeniden doğup gölgesi günümüz Türkiye’sine hâlâ uzanıyor olacak geleneği iktidara getirdiğini bilmiyordu. Çünkü adı yeni başlamış yüzyılda çok iyi bilinecek olan Mustafa Kemal, 1908 yaşanırken Selanik’teki otelinin balkonunda olayları izlemekte olan başka bir İttihatçı subayın arkasındaki bir gölgeden ibaretti. Bu subay, Resneli Niyazi’nin askerleriyle dağa çıktığı haberi geldikten sonra Abdülhamit’in devrilmesi için ve tabii ki kendisi için de muhteşem bir fırsat doğduğuna inanarak görev yaptığı Selanik’teki Osmanlı ordusunda isyanı yaymaya çalışan İsmail Enver’den başkası değildi. Ayaklanma Selanik’e yayıldıktan sonra nüfusun sabahlara kadar sokaklarda kaldığı söylenir. Aynı gecenin sabahında, yani 24 Temmuz’da Selanik’e, isyanı bastıramayan II. Abdülhamit’in yeniden meşrutiyet rejimine geçildiğini ilan ettiği haberi ulaşacaktı[73]. Jön Türkler kazanmıştı. Osmanlı şehirlerinin sokaklarında yankılanan slogan, “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet”ti (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik). İstanbul birkaç ay içerisinde “dünya’nın en özgür şehri” olacaktı[74].

Ya da Jön Türkler, Taşnaklar ve tarihe II. Meşrutiyet olarak geçecek rejime inananlar içinde en iyi niyetlileri böyle düşünüyorlardı. Daha 24 Temmuz’dan birkaç hafta sonrasında devasa işçi mücadelelerinin patlamasıyla durumun böyle kalmayacağı açığa çıkacaktı. Öte yandan gerçekleşen, tarihte hak ettiği ilgiyi göremeyecek olsa da, fazlasıyla önemli bir olaydı. Fakat gerçekleşen neydi? 3 Temmuz’da başlayıp 24 Temmuz’da zafere ulaşanlar kimlerdi? Osmanlı İmparatorluğu’nda ne olmuştu ve bu olayların anlamı neydi? Gerçekleşen olaylar, Osmanlı sosyalizmi için bir hayli büyük bir önem taşımaktaydılar ve Osmanlı ve Balkan sosyalizminin sol kanadı bu tartışma içerisinde en net tavırları takınanlar arasında olacaklardı. Öte yandan uluslararası sosyalist hareketin önemli önderleri için de Jön Türk isyanı bir değerlendirme yapmayı gerektiriyordu ve dönemin pek çok önemli düşünürü gerçekleşenlere dair bir tutum alma ihtiyacını hissediyordu. İsyanın doğasına dair soruyu ortaya ilk atan sosyalist militan, Balkan sosyalizminin önde gelen isimlerinden Christian Rakovski’ydi. Rakovski 24 Temmuz’dan bir hafta sonra, 1 Ağustos’ta yayınlanan yazısında şu değerlendirmeyi yapmaktaydı:

“[B]ir devrim mi, yoksa fazla önemli sonuçlar yaratmayacak bir askerî darbe mi görüyoruz? Bunu, ancak gelecek gösterecek. Ancak diğer yandan, Türk devrimi başladığı günden beri çok tehlikeli bir yoldan çıkma sinyali veriyor.

"Hiç kuşku yok ki, öylesine fazla tutkuyla parçalanmış bir ülke olan Türkiye'de barış ortamını sağlamanın tek yolu özgürlüklerin azamî ölçüde sağlanmasıdır. Ancak imparatorluğun farklı halklarının taleplerinin karşılanmasını sağlayan onları dayanışma ruhu altında toplamayı başarabilir. Ne yazık ki Jön Türklerin gücü bu açıdan bakıldığında tamamen yetersizdir. Talep ettikleri ve elde ettikleri 1876 Anayasası istenecek çok şey bırakıyor. Sultan'ın mutlak gücüne ise neredeyse hiç dokunmuyor.

(…)

"Diğer yandan imparatorlukta karşılaştıkları çürüme durumu karşısında şaşkına dönmüş Jön Türklerin akıllarında sadece tek bir şey var: Merkezî iktidarı olabildiğince sağlamlaştırmak. Mutlakıyetçi sultanın yerini ondan daha az mutlakıyetçi olmayan oligarşi alacak gibi.

(…)

Jön Türklerin içinde ciddi bir şekilde tutulduğu ve desteklendiği tek çevre, ordu ve bürokrasi çevresidir. Bu iki unsur, kısa süreli oldukları kadar kısa ömürlü bir devrimi garanti edebilirler ancak. Sultan'ın mümkün olan en fazla sayıda Jön Türkü iktidara çağıran zekice bir manevrası, tüm hareketi dağıtabilir ve hareketin sonunu getirebilir. Jön Türkler Hıristiyan burjuvaziden ve işçi sınıfından sağlam bir destek bulabilir, ancak böyle bir işe kalkışacak ahlaki cesarete sahipler mi? [75]

Rakovski’nin ortaya attığı sorular kısa süre içerisinde gelişmeler tarafından yanıtlanacak, Jön Türk hareketinin, sultanın zekice bir manevrasıyla dağılmayacak bir yapıda olduğu ve Jön Türklerin ihtiyaç duydukları sürece, işçi sınıfıyla değilse de Hıristiyan burjuvaziyle birlikte çalışmaktan bir çekinceleri bulunmadığı ortaya çıkacaktı. Rakovski’nin genel tutumu ise, desteklediği dar sosyalist akım tarafından da sahiplenilmekteydi. Dar sosyalistler, daha en başından en ufak bir çekinceye veya tereddütte ve en ufak bir yanılsamaya düşmeden, 1908 İsyanı’nı bir askeri ayaklanma olarak nitelendireceklerdi[76]. Dar sosyalistlerin lideri Blagoev de 24 Temmuz’dan kısa bir süre sonra, Ağustos ayında yayınladığı bir kitapçıkta tamamen net bir biçimde proletaryayı burjuva ve küçük burjuva unsurların etkilerinden korumanın önemini vurguluyor; bu görev her zamankinden daha büyük bir önem kazanmışken Jön Türkleri desteklemek için Makedonya’ya koşan sosyalistleri kınıyordu. Blagoev, yalnızca Jön Türklere karşı değil, Jön Türklerin “sosyalist maskesi takmış” destekçilerini de sertçe eleştirmekteydi. Bununla birlikte, Blagoev dar sosyalistlerin olaylardan uzak durması gerektiğini de savunmuyor, Osmanlı sınırları içerisindeki yoldaşlarının olası grevlere katılması gerektiğini de güçlü bir biçimde vurguluyordu[77]. (Dar)BDSİP’nin 2-5 Ağustos arası gerçekleşen 15. Büyük Kongresi de duruma aynı netlikte bakıyordu:

“(Dar)BDSİP Kongresi (…) Türkiye proletaryasının, mutlakıyet rejimini ortadan kaldırmak ve Türkiye proletaryasının tamamıyla kurtulması için yaptığı savaşımı sürdürmesini ve bu savaşımda tam zafere ulaşmasını temenni eder. Türkiye proletaryası tam özgürlüğüne, ancak öz sınıfsal örgütüyle, sosyalizm bayrağı altında, uluslararası sosyal demokrat güçlerle omuz omuza savaşarak erişebilir.” [78]

Uluslararası sosyalist hareketin sol kanadının liderleri de 1908’de gerçekleşen olay ve sonrasındaki gelişmelere dair bir hayli önemli değerlendirmeler yaptılar. Ekim 1908’de kaleme aldığı bir yazısında Lenin, Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleşmiş olan olayı, bir demokratik burjuva devrimi olarak nitelendirdi. Ancak, Lenin’in Jön Türk hareketini desteklediği veya bu harekete dair yanılsamalar içerisinde olduğunu söylemek de pek mümkün değildi:

“Topraklarını ve kolonilerini geliştirmek açısından ‘yutulabilecek’ en büyük lokmayı yutma kaygısı duyan kapitalist güçler arasındaki rekabet, Avrupa’ya bağımlı veyahut Avrupa’nın ‘koruduğu’ ülkelerde bağımsız demokratik hareketlerden duyulan korku ile birlikte, Avrupa politikasının ana pınarlarını oluşturmaktadır. Jön Türkler ılımlılıkları ve ihtiyatlarından dolayı övülmekteler, yani Türk devrimi tam da zayıf olduğu için, halk kitlelerini bağımsız eyleme teşvik etmediği için, Osmanlı İmparatorluğu’nda proleter mücadelelerin baş göstermesine düşmanca yaklaştığı için övülüyor.” [79]

Lenin haricinde Troçki’nin de Jön Türkler ve Osmanlı’da 1908 üzerine yazıları vardır. Troçki’nin 1908’in mahiyetini belirlerken aldığı tutum Lenin’in çok uzağında olmamakla birlikte, özellikle kitle grevinin patlak vermesinin ardından 1908’i, Rusya’nın 1905’ine benzetmesi ve bir devamlılık görmesi farklılığıdır. Ayrıca uluslararası sosyalist hareket önderlerinden, Osmanlı’da sınıf hareketinin önemine en fazla vurgu yapan da Troçki olacaktı. Troçki, Aralık 1908’de yazdığı yazısında şöyle demektedir:

“Rus Devrimi’nin yankıları Rusya sınırlarının dışına taştı. Devrim, Batı Avrupa’da coşkulu bir proletarya hareketinin gelişmesini tetikledi. Aynı zamanda Asya ülkelerini de siyasi bir faaliyet içine çekti. Rusya’da olup bitenlerin doğrudan etkisiyle İran’da, Kafkasya sınırlarında iki yıldan fazla bir süredir çeşitli biçimlerde devam eden devrimci bir mücadele başladı. Kitleler, Çin’de, Hindistan’da, her yerde, hem kendi ülkelerindeki zorbaların hem de Avrupa proletaryasını sömürmekle yetinmeyip Asya halklarını da soyup soğana çeviren Avrupalı yağmacıların (kapitalistler, misyonerler) karşısına dikildi. Rus Devrimi’nin yarattığı en son etki, bu yaz Türkiye’de gerçekleşen devrim oldu.

"Rusya’da devrimin temel savaşçısı proletaryadır. Türkiye’de, daha önce de belirttiğim gibi, ancak başlangıç halinde bir sanayi vardı; proletarya zayıf ve sayıca yetersizdi (…) Bu yılın Temmuz ayında devrim patlak verdiği zaman, Sultan ordusuz kaldı. Askeri birlikler birbiri ardına devrim saflarına geçiyordu. Bilinçsiz askerler hareketin amacını kuşkusuz anlamıyorlardı ama yaşam koşullarıyla ilgili hoşnutsuzlukları, onları subaylarını izlemeye yöneltmişti. Subaylar, talepleri kabul edilmezse sultanı devirmek tehdidinde bulunarak bir anayasa istediler. Abdülhamit’in boyun eğmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bir anayasa ihsan etti (sultanlar boğazlarına bir bıçak dayandığı zaman genellikle böyle jestler yaparlar), liberallerin yer aldığı bir bakanlık oluşturdu ve parlamento seçimlerine gitti. Bu dönemde tüm ülkede büyük bir hareketlilik göze çarptı. Mitingler mitingleri izledi. Çok sayıda yeni gazete çıkarıldı. Genç proletarya, bir gök gürültüsüyle uyanır gibi harekete geçti. Grevler patlak verdi, işçi örgütleri kuruldu. Selanik’te ilk sosyalist gazete yayınlandı.

"Reformcu ‘Jön Türklerin’ çoğunlukta olduğu Türk parlamentosu, bu satırların yazıldığı sırada yeni toplandı. Yakın gelecek bize bu Türk 'Duma'sının yazgısının ne olacağını gösterecek.” [80]

1909’da yazdığı bir yazıda ise Troçki, Osmanlı 1908’ini, genel hatlarıyla geliştirmiş olduğu sürekli devrim anlayışı minvalinde değerlendirecekti:

“Türk devrimi, tamamlamak zorunda olduğu görevler nedeniyle (ekonomik bağımsızlık, devletin ve ulusun bütünlüğü, politik özgürlükler) burjuva ulusun kendi kaderini belirlemesine denk düştü ve bu anlamda 1789–1848 devrimlerinin geleneğini canlandırdı. Öte yandan devrim subaylarının yönettiği ordu, ulusun yürütme organı gibi görev yaptı ve bu da, olayların askeri manevralarla planlandığı izlenimini yarattı. Yine de pek çok insanın yaptığı gibi Türkiye’deki son Temmuz olaylarında yalnızca basit bir darbe görmek ve bu olayları Sırbistan’daki herhangi bir askeri-hanedancı darbeyle eş tutmak son derece aptalcadır. Türk subaylarının gücü ve başarılarının gizi, kusursuzca hazırlanmış bir planda ya da şeytanca bir ustalıkta ve suikast yeteneklerinde değil, toplumun en ileri sınıflarının kendilerine duyduğu sempatide yatıyor: Tüccarlar, zanaatçılar, işçiler, dinsel ve yönetsel kesimler ve nihayet köylülerin temsil ettiği kır kitleleri. Fakat bütün bu sınıflar beraberlerinde yalnızca “sempati”lerini değil, çıkarlarını, taleplerini ve umutlarını da getiriyor. Uzun süredir bastırılmış olan toplumsal özlemlerini, bunları dile getirmek için kendilerine zemin yaratan bir parlamento sayesinde, şimdi açıkça ifade ediyorlar. Türk Devrimi’nin artık tamamlandığını düşünenleri acı düş kırıklıkları bekliyor. Düş kırıklığına uğrayanların arasında yalnızca Abdülhamit değil, öyle görünüyor ki “Jön Türkler” Partisi de olacak.

(…)

Türk endüstrisi söylediğimiz gibi çok zayıf. Sultan rejimi yalnızca ülkenin ekonomik kuruluşlarını aşındırmakla kalmadı, proletaryanın gelişmesi korkusuyla fabrikaların yapılmasına da bilerek engel oldu. Ama aynı zamanda, rejimi bu tehlikeye karşı tamamen korumanın olanaksız olduğu da ortaya çıktı. Türk Devrimi’nin ilk haftalarına, fırınlarda, matbaalarda, tekstilde, toplu taşımacılıkta, tütün imalatında çalışanların, demiryolu ve liman işçilerinin grevleri damgasını vurdu. Avusturyalı marşandizlerin boykotu için, Türkiye’nin henüz çok genç olan ve bu kampanyada kararlı bir rol üstlenen proletaryası (özellikle liman işçileri) esin kaynağı olacak ve onları harekete geçirecekti. Peki, yeni rejim işçi sınıfının siyasi uyanışını nasıl karşıladı? Grevleri zor kullanarak engellemeyi öngören bir yasa çıkartarak. ‘Jön Türklerin’ programında, çalışanların lehine alınacak önlemlere ilişkin tek bir sözcük yer almadı. Fakat Türk proletaryasını önemsiz bir nicelik olarak değerlendirmek, ciddi sürprizlerle karşılaşma riskine girmek anlamına geliyor. Bir sınıfın önemi hiçbir zaman yalnızca sayısıyla değerlendirilmez. Günümüzde proletaryanın gücü, sayıca çok az da olsa, ülkenin yoğunlaşmış üreteci gücünü ve en önemli iletişim araçlarının denetimini ellerinde tutması olgusundadır.‘Jön Türkler’ Partisi, bu basit kapitalist ekonomi politik olgunun karşısında, gerçekliğe sertçe çarpacaktır (...) Bu yüzden geçtiğimiz Temmuz’da Makedonya’da gerçekleşen ve Meclisin toplanmasını sağlayan askeri isyanı, yalnızca devrimin önsözü olarak görüyorum”. [81]

Genel olarak Troçki’nin bu konudaki görüşlerinin dikkat çekici bir özelliği, Osmanlı sosyalist hareketinin sol kanadının tutumuna en yakın görüşleri ifade etmiş oluşudur. Tıpkı Osmanlı dar sosyalistleri gibi, Troçki de olanları genel hatlarıyla nitelendirmek için devrim terimini kullanmakla birlikte, Temmuz 1908’de gerçekleşen ayaklanmayı bir askeri isyan olarak nitelendirmiştir. Aynı zamanda Troçki, Osmanlı sosyalistlerinin netliğine nazaran bir hayli çekinceli, hatta utangaç bir biçimde de olsa, Osmanlı proletaryasının oynadığı role ve önemine dikkat çekerek ve Temmuz 1908’i devrimin yalnızca ‘önsözü’ şeklinde niteleyerek, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir proleter devrimin gündemde olabileceğini ifade etmiştir. 1915’te hapisten yazacağı Junius Kitapçığı adlı eserinde Rosa Luxemburg da, ayaklanmanın tahliline kalkışmaksızın Jön Türk hareketinin niteliğini, gidişatını ve Alman emperyalizmi ile ilişkisini net bir biçimde ortaya koyacaktır:

“İlk aşamada, Jön Türk hareketinde hala ideal beklentiler hâkimken, hareket Türkiye’nin gerçekten yeni bir bahar, bir yeniden doğuş yaşayabileceğine dair hırslı planlar ve yanılsamalarla yanıp tutuşurken, hareket siyasi olarak belirgin bir biçimde İngiltere’ye sempati duymaktaydı. Bu ülke, modern liberal yönetimin ideal durumunu temsil etme görüntüsündeydi. Almanya ise, çok uzun bir süre eski sultanın kutsal rejiminin koruyucusu olarak, doğal bir düşman olarak gözükmekteydi. Bir dönem 1908 Devrimi Alman doğu siyasetinin iflasıymış izlenimi verdi. Abdülhamit’in düşüşünün Alman düşüşüyle el ele gerçekleşeceği kesin gibi gözükmekteydi. Öte yandan Jön Türkler iktidarı pekiştirdikçe, büyük çaplı bir endüstriyel, toplumsal veya ulusal reform gerçekleştirmekten tamamen aciz oldukları ortaya çıktı, karşı devrimci tırnakları ortaya çıktıkça, Abdülhamit’in denenmiş ve geçerliliği tescillenmiş yöntemlerine dönmek zorunda kaldılar. Bu da birbirlerinin gırtlaklarına yapışana kadar birbirlerine karşı kışkırtılan ezilen halkların düzenli katliamları ve tarımın gerçek anlamıyla doğu tipi sömürüsünün ülkenin temeli oluşu anlamına geliyordu. ‘Genç Türkiye’nin en önemli özelliği, iktidarın zor kullanılarak yapay bir biçimde tekrar tekrar pekiştirilmesi oldu ve Abdülhamit’in Almanya’yla geleneksel ittifakı, Türkiye dış siyasetinin belirleyici unsuru olarak geri getirildi.” [82]

Öte yandan hem İkinci Enternasyonal hem de Osmanlı sosyalizminin sol kanat dışındaki kesimi, 1908 ayaklanmasını gerçekten eleştirel bir tutum takınmadan büyük bir heyecanla selamlayacaktı. Siyasi köken olarak (Dar)BSDİP’den 1905’te ayrılan anarko-liberal eğilim içerisinde yer alan Selanikli sosyalist Avraam Benaroya, İsyanı şöyle anlatıyordu:

“Günlerce ve haftalarca Sabri Paşa Caddesi ve Beyaz Kule Bahçeleri bayraklar, kutlamalar ve Türkiye’nin kurtuluşu şarkılarından başka bir şey görmedi, duymadı. Bütün konuşmaların ortak bir temposu, ortak bir motifi vardı: ‘33 yıl boyunca, 30 milyon insan despot bir padişahın ve onun 300 hizmetkârı ve ajanlarının baskısı altında inledi. 30 kahraman, devrimin bayrağını yükseltti ve despot düştü; özgürlük gelmişti. Türkler ve Hıristiyanlar; herkes için özgürlük. Şimdi hepimiz kardeşiz. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Museviler, Türkler, Arnavutlar, Araplar, Rumlar ve Bulgarlar, anavatan Osmanlı’nın özgür vatandaşlarıyız.” [83]

1908, Makedonya İç Devrimci Örgütü’nü de böldü. Hareketin Bulgaristan Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çıkarlarının uzantısı olan sağ kanadının Jön Türklere tutumunu, ‘Yeni’ Osmanlı ile Bulgaristan’ın ilişkileri belirleyecekti. Bu ilişkinin de pek yakın olmaması sonucu, MİDÖ’nün sağ kanadı Jön Türklere hep daha mesafeli kalacaktı. Öte yandan MİDÖ’nün, bu noktada barındırdığı geniş sosyalistler ve anarko-liberal eğilim tarafından çok büyük ölçüde şekillendirilmiş olan sol kanadı Jön Türklere bir hayli sıcak bakmaktaydı. Geniş sosyalistlerinin Makedonya’daki en önemli temsilcilerinden Dimo Hacıdimov Jön Türklerden yana tavır almıştı. MİDÖ’nün sol kanadının başı çeken silahlı önderi Yane Sandinski komutasındaki fedailer dağlardan inecek, Türk bayrağı önünde Jön Türk önde gelenleriyle pozlar vereceklerdi. [84]

Jön Türklere daha mesafeli bakan Hınçak Sosyal Demokrat Partisi bile, MİDÖ’nün sol kanadı kadar olmasa da, 1908 sonrasında faaliyetlerinin biçimini değiştirmeye razı oldu. Örgüt illegal çalışma pratiğini reddetme kararı aldı. 1890 Sason direnişinin başını çekmiş olan silahlı Hınçak fedaisi, Büyük Murat lakaplı Hampartsum Boyacıyan silahlarını bırakıp seçimlere girmek için İstanbul’a gelmişti [85]. Kısa bir süre sonra böylesi bir yasallaşmanın vahim bir hata olduğu sonucuna varacak olan Stepan Sabah-Gülyan bile, Ağustos 1908’de Beyoğlu Surp Yerrortutyun Kilisesi’nde Hınçak Sosyal Demokrat Partisi’nin düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada, şunları söyleyebilecekti:

“Biz Hınçaklar, artık devrim faaliyetine son vererek bütün mevcudiyetimizle vatanın ilerlemesi için çalışacağız." [86]

Taşnaklar daha önce de bahsettiğimiz üzere, Jön Türklerin apaçık müttefikleriydi; dolayısıyla yeni rejime destekleri Hınçak Sosyal Demokrat Partisi’nin tereddüt izlerini taşıyan tutumundan çok daha güçlüydü. Taşnakların Hınçak Partisi’nden daha fazla silahlı fedaisi vardı; dolayısıyla hem silahlarını bırakıp dağlardan şehirlere inen Taşnak fedailerinin sayısı, hem de dağlardan inerek meclise giren fedai önderlerinin sayısı az değildi[87]. Ermeni Devrimci Federasyonu’nun önderlerinden olan Arméne Aktoni, Taşnakların İttihatçılara tutumunu şu şekilde açıklıyordu:

“Taşnaksutyu’nun öncelikli görevlerinden biri de Osmanlı meşrutiyetini savunmak, Osmanlı milletlerinin en iyi şekilde birbirine karışmasını temin etmek ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle işbirliği yapmak olacaktır.” [88]

Buna karşın, İttihat ve Terakki Cemiyeti önde gelenleri de, ilk yıllarda, Ermeni Devrimci Federasyonu’na dair hiç de soğuk bir tavır takınmayacaklardı. İlk Meclis-i Mebusan’ın başkanı olacak İttihatçı Ahmet Rıza, meclise giren ilk Ermeni vekiller arasında fedailer olduğunu duyunca sevincini şu sözlerle belirtecekti:

“Ne güzel! Güvenilir dostlarımız meşrutiyetin kurumlarını savunmak için dağlardan inip meclise geliyorlar!” [89]

Kısa bir süre sonra, Osmanlı sosyalizminin sağ kanadının İttihatçılara bağladığı umutların ne derece boş, sol kanadın tavrının ise ne derece haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Fakat buna gelmeden önce şu soruya cevap vermemiz gerekir: Bugün baktığımızda Temmuz 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan durumun ne olduğunu söyleyebiliriz? 1908 isyanı Marksist anlamda bir devrim miydi, yoksa bir darbe miydi? Bu sorunun bu ikilem dışında bir yanıtı olduğu kanısındayız. 1908, Marksist anlamda ne yalnızca devrim terimiyle ifade edilebilir ve anlaşılabilir, ne yalnızca darbe sözcüğüyle. Temmuz 1908’de gerçekleşen isyanın, başını subayların çektiği bir askeri ayaklanma olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Nihayetinde Osmanlı’nın başına geçecek olan kişiler ve sonrasında Türkiye’ye hükmedecek gelenek, bu subayların askeri geleneği olacaktır. Öte yandan, bu olgudan 1908’in bir darbe olarak nitelendirilmesi gerektiği sonucunu çıkartmak, 1908 ile bugün İttihat ve Terakki denince akla gelen Enver-Talat-Cemal üçlüsünün iktidara gelişi (1913) arasındaki beş yılı ve bu beş yıl içerisinde gerçekleşen bütün mücadeleleri görmezden gelmek demektir. Ayrıca bu yaklaşım 1908 gerçekleşirken, İttihatçı subay ve bürokrat takımının, başka toplumsal güçlerin ortak mücadelesinin bir parçası olarak hareket ettiği gerçeğini de yadsımaktadır. Dahası, bu yaklaşım, 1908’de gerçekleşenlerde sanayi ve ticaret burjuvazisi, askeri burjuvazi ve bürokratik burjuvazinin siyasi temsilcilerinin meydana getirdiği birleşik burjuva cephenin, devletin tepesinden indirdiği kesimin başka bir sınıfa mensup olduğunu, bir monarşi olduğunu da unutmaktadır. 1908’de burjuvazinin harekete geçmesini mümkün kılan bir diğer gerçek, önceki yıllarda meydana gelen sınıf mücadelelerinin eski rejimi zayıflatmış olmasıdır. 1908 sonrasında esmeye başlayan hava ise, neredeyse burjuvazinin bütün katmanlarıyla karşı karşıya gelecek devasa sınıf mücadelelerinin patlak vermesine neden olmuştur.

Öte yandan, 1908, bir sınıfın devlet iktidarını başka bir sınıfın elinden alması tanımından yola çıkarsak, bir devrimdir. Öte yandan 1908’in Marksist anlamda bir devrim, yani bir toplumsal devrim olduğunu söylemek de mümkün değildir. Troçki’nin iddiasının aksine II. Abdülhamit döneminde ve hatta öncesinde Osmanlı’da sanayinin, işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin gelişmeye başladığı, bugün bilinmektedir. II. Abdülhamit rejimi aynı zamanda batı tipi bir iktisadi gelişimin karşısında değil, böylesi bir gelişimden yana olmuştur; zira Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmışlığı bunu gerektirmiştir. Zaten Osmanlı devletinde kudretli bir askeri burjuvazi ve devlet burjuvazisinin ortaya çıkışının kapitalist ilişkilerin gelişmeye başlayışı ve hâkim hale gelişinin altında bu iktisadi politikalar yatmaktadır. Bu politikalar ister istemez Osmanlı devletinde çalışan bir işçi kesimi de yaratmıştır. Nihayetinde herhangi bir siyasi rejimin proletaryanın gelişmesinden duyduğu öznel korkuyu, iradi olarak kendi çıkarlarının karşısına dayatabileceği düşüncesi abestir. Ayrıca Abdülhamit rejimi gayri Müslim sermayeyi kötü etkileyen işçi grevlerinin de her zaman karşısında yer alarak ülkedeki sanayinin çıkarlarını da, en azından işçi sınıfına karşı korumuştur. Dolayısıyla 1908, Avrupa’daki 1789–1848 burjuva devrimlerinde olduğu gibi, burjuvazi ve monarşinin ekonomik çıkarlarının zıtlaşmasından, burjuvazinin ülkenin ekonomik yapısını dilediği gibi şekillendirebilmede monarşi engelini aşma isteğinden ve bunu yapabilmek için devleti yeniden şekillendirme ihtiyacından doğmamıştır. Osmanlı Devleti, 1908’de yapısı ve işleyişi bakımından, tepesinde monarşi bulunuyor olsa da, zaten kapitalistleşmiş bir devlettir.

Dolayısıyla söz konusu olan, ülkenin veya devletin yapısını değiştirmek değil, devletin tepesinde kimin oturacağının mevcut genel yapıya uyumlu şekilde belirlenmesidir. Burjuvazinin Abdülhamit rejimine karşı böylesi bir işe girişmesi, rejimin siyasal ve kültürel baskılarına bir tepki minvalinde gelişmiştir. Osmanlı burjuvazisinin bütün katmanlarının çıkarlarına zıt düşmekte olan, Abdülhamit rejiminin ideolojisidir. Osmanlı burjuvazisinin Avrupa’nın hasta adamına yeni bir ideoloji getirmek için kapitalist devlete tepeden tırnağa hükmetmesi, onu bir uzvu gibi kullanabilmesi gereklidir. Dahası, 1908 isyanı Troçki’nin bahsettiği ‘ekonomik bağımsızlık, devletin ve ulusun bütünlüğü, politik özgürlükler’ gibi görevleri karşılamak şöyle dursun, bunların tam tersi sonuçları ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan yeni durumdan, Osmanlı İmparatorluğu kapitalizmi için bir atılım dönemi değil, bir baskı, kriz, savaş, soykırım ve imparatorluğun dağılma dönemi gelmiştir. İktidara gelen gelenek ise sonrasında, çöken kapitalizmin batıda ortaya çıkarttığı benzeri militarist ve devletçi bir rejim getirecektir. Bu nedenlerle, 1908’i nasıl tanımlayacak olursak olalım, tanımlamamızı yapmadan önce şunu ifade etmemiz gereklidir: Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan 1908 isyanı, tarihin bir ucubesidir. Devrimse ucube bir devrim, darbeyse ucube bir darbe... Bu durum, 1908’i net bir biçimde tanımlamak için ucube kavramlara başvurmamızı zorunlu kılmakta. Eğer 1908’e bir darbe diyeceksek, bunu ancak sosyal bir darbe, bir sınıf darbesi olarak nitelendirmek mümkündür – ki bu ucube bir tanımlama olacaktır. Öte yandan 1908’e bir devrim diyeceksek, onu ancak ideolojik bir devrim veya bir devlet devrimi olarak net bir biçimde açıklayabiliriz – ki bu da bir o kadar ucube bir diğer tanımlama olur. Bununla birlikte zaten bu iki tanımlama arasında gerçek bir farkın olup olmadığı da şüphelidir. İlk defa Rakovski’nin 1 Ağustos 1908’de sorduğu devrim mi darbe mi sorusunun en makul cevabı, 1908 isyanını dünya kapitalizminin çöküş aşaması arifesinde, Osmanlı koşullarının mümkün kıldığı ucube bir devrim-darbe kırması diye nitelendirerek verebiliriz.

Gerdûn

 


73 https://www.antikapitalist.net/makale/turkiye/83_ksdden_1908-devrimi.htm

 

74 Ter-Minasian, Anahide. "1876-1923 Döneminde Osmanlı Toplumunda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğun Rolü". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 213

75 Rakovsky, Christian. "The Turkish Revolution". Le Socialisme, Paris No.37, 1 Ağustos 1908. https://www.marxists.org/archive/rakovsky/1908/08/01.htm

76 Yalımov, İbrahim. "1876-1923 Döneminde Türkiye'de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 135

77 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 59

78 Yalımov, İbrahim. "1876-1923 Döneminde Türkiye'de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 137-138

79 Lenin, Vladimir Ilich. "Events in the Balkans and in Persia". Proletary No. 37, Ekim 16 (29), 1908. https://marxistsfr.org/archive/lenin/works/1908/oct/16.htm

80 Trotsky, Leon. "La révolution en Turquie et les tâches du prolétariat". Pravda n° 2, 17 Aralık 1908 https://www.marxists.org/francais/trotsky/oeuvres/1908/12/081217.htm

81 Troçki, Leon. "Young Turks". Kievskaya Mysl, sayı 3, 3 Ocak 1909. https://www.marxists.org/archive/trotsky/1909/01/1909-turks.htm

82 Luxemburg, Rosa. "The Junius Pamphlet". Bölüm IV. 1915 https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1915/junius/ch04.htm

83 https://www.antikapitalist.net/makale/turkiye/83_ksdden_1908-devrimi.htm

84 Adanır, Fikret. "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ulusal Sorun ve Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği". "Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik" Derleyen: Mete Tunçay ve Erik Jan Zürcher. İletişim. 2004. İstanbul. s. 65

85 https://en.wikipedia.org/wiki/Hampartsoum_Boyadjian

86 "Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri". Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 57

87 https://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazdir.php?yazi_no=1097

88 "Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri". Haz. Mehmet Kaynar. Der Yayınevi. İstanbul. 2001. s. 57

89 https://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazdir.php?yazi_no=1097

Tags: 

Türk-İş'i Biliyoruz!

Geçtiğimiz birkaç yılda özellikle Türkiye'deki sınıf mücadelesinin ileri çıkan dinamikleri olarak döneme damgasını vuran TEKEL Direnişi ve Direnişteki İşçiler Platformu gibi örnekler ile karşılaşmıştık. Şimdi de sitemizden Türk-İş Konfederasyonu'na üye 6 sendikanın üye işçilerinin Türk-İş'in geride kalan süre zarfında işçi sınıfı için "ne yaptığını" ifade ettikleri bir basın bildirisini yayınlıyoruz. Her ne kadar işçi sınıfının yararına reformlar (tıpkı son dönemde kıdem tazminatının kaldırılmasına dair spekülasyonları da içeren ve reformlar şöyle dursun, varolan hakların gaspına yönelik dünya çapında bir saldırının gündemde olduğu şu günlerde) mümkün olmadığı gibi bildiride ifade edilen "demokratik", "şeffaf" ve "temiz" sendikaların varlığı olası olmasa da, işçi sınıfının yararına elde tuttukları hiçbir yetileri kalmasa da, sendikaları "içeriden" sorgulayan bu çıkışı anlamlı buluyoruz.


EKA


Türk-İş'i de, 10 Sendika Başkanını da iyi biliyoruz;
Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika İstiyoruz!


Değerli Basın Emekçileri,
Türkiye ekonomisindeki büyümeyi yaratan işçi sınıfı, tarihinin en kötü döneminden geçiyor. Çalışma yaşamı, düşük ücret, uzun ve esnek çalışma ile patronların iki dudağı arasında belirleniyor. Sözleşmeli ve taşeron çalışma biçimi yaygınlaşıyor. Sendikasız, sigortasız, iş güvencesi ve iş güvenliği olmaksızın iş kazalarına kurban gidiyor. Haziran ayında iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 52'dir.


Hal böyleyken sendikalar ne yapmaktadır? En büyük işçi konfederasyonu olarak Türk-İş yönetimi hükümetin ve sermayenin koltuk değneği olmuştur. Hak-İş iktidarın sözcüsü gibi faaliyet yürütüyor, DİSK yöneticileri sendikacılığı milletvekili olmanın bir alt basamağı yapmış durumda. Diğer sendikacıların da düzen partilerinden millet vekili olma çabaları, sendikacıların düzenin koltuk değneği olduğunu ispatlıyor.


Özetle sendikal örgütlülüğün düşürüldüğü durumdan şimdi şikayet etseler de, devlet ve sermaye kadar, sendikacılığı meslek edinen profesyonel sendikacılar da sorumludur.


Değerli Basın Emekçileri,
Türk İş Genel Kurulu öncesi 10 sendika başkanı bir bildirge yayınlayarak "yüzü işçiye dönük" bir Türk İş yaratma amacıyla "bir adım öne çıktıklarını" açıkladılar.


Bu 10 sendika başkanının bu günkü durumla ilgili tespitleri genel olarak doğrudur. Eksik olan şey bu genel başkanların Türk-İş'in bugünkü durumundan Türk İş yönetimi kadar sorumlu olduklarıdır. İşçiye sırtını dönenlerin, "Yüzü işçiye dönük Türk İş" yaratmaları mümkün müdür? Bu konuda samimi bir özeleştiri ile sorumluluklarını kabul edip, bundan sonra farklı bir politika izleyeceklerini de söylemiyorlar. Şimdi birden bire taraftar oldukları "ilke ve hedefler" bugüne kadar tabanlarındaki işçilerin isteğine rağmen, kendi iktidarlarına tehdit görerek uygulamadıkları taleplerdir. Bu yüzden yayınlanan bildirge inandırıcılıktan ve umut yaratmaktan çok uzaktır.


Şeffaf olmayanın şeffaflık talebi, demokratik davranmayanın demokrasi talebi havada kalmaktadır. Sendika çalışanlarını işten atanların işçi kıyımına karşı mücadele etmesi mümkün değildir. Bizzat bu 10 genel başkan, artık "sorunun bir parçası" halindedir.


Her Türk-İş kongresinin öncesinde sadece bir üst yönetime girebilmek için eleştiren, bazı doğruları ifade eden, yer yer soldan konuşanlar aynı kişilerdir. Kongre günü ise, bir biçimde pazarlık paylarını artırarak yönetime kapağı atmaya çalışmaktadırlar.


Şimdi genel kurul öncesi mücadeleci kesilen bu genel başkanlara bir bakalım:


Belediye-İş genel başkanı Nihat Yurdakul geçen kongrede, önce muhalefette yer almış ve ardından kapağı Kumlu yönetimine atmış, yolsuzluk iddialarıyla basına konu olan, kendisine muhalefet eden şubeleri kapatan bir genel başkandır.


4-C'ye zorla geçirilen işçilerle birlikte sonuna kadar mücadele edeceğine dair namusu ve şerefi üzerine yemin eden, sonra da işçileri yüzüstü bırakan dünkü Türk-İş Genel Sekreteri, halen Tek Gıda-İş genel başkanı ve 10 imzacıdan biri olan Mustafa Türkel değil midir? Bugün bile sendika çalışanı engelli işçisini işten attığı için sendikaya karşı direniş yapılan tek sendikanın başkanıdır.


Hava-İş genel başkanı Atilay Ayçin ise, özellikle kadın sendika çalışanlarını gerekçe gösteremeden işten atacak kadar patronlaşmış, ikale sözleşmesini TİS ne yazdıracak kadar bürokrasiye batmış, mali harcamalarıyla ilgili tek satır açıklama yapamayan, 22 yıldır delege sisteminin avantajıyla koltuğunu koruyan bir sendikacıdır. Son Toplu sözleşmeyi 26 mayıs, genel eylem gününde imzalayarak dışarıdaki "sol" söylemlerine rağmen iktidara mesaj gönderen pişkin bir genel başkandır.


Sağlık İş başkanı Mustafa Başoğlu gibi 46 yıl boyunca sendikaların başından ayrılmamak için her türlü oyunu yapanlar kendileridir. Yıllardır işçinin ödediği aidatlarla saltanat süren ve şimdi demokrasiden, katılımdan, şeffaflıktan söz eden bu genel başkanları burada bulunan işçiler sizlere örnekleriyle anlatacaklar...


Değerli Basın Emekçileri,
Sendikal Demokrasiden söz eden bu bildirge, tabanın görüşü alınmadan sadece genel başkanların bir araya gelerek oluşturdukları bir metindir. Tepeden sendika uzmanlarına yazdırılan ilke ve hedefler açıklamak marifet değildir. "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!" Her cümlenin ardından "Öyleyse bunu önce kendi sendikanızda neden uygulamıyorsunuz?" diye sorulduğunda yanıtları yoktur.


Bütün bu gerçekleri bizler gibi sol siyasi partiler, günlük gazeteler, televizyonlar da bilmektedir. Ancak bunların bazıları salt Türk İş yönetimine muhalif göründükleri için, bilinen gerçekleri işçilere açıklamak yerine üstünü örterek, sendika bürokratlarının suçuna ortak olmaktadır. Oysa sendikal hareket içinde "evheni şer" politikalarla, bazı "doğruları" söylemekle işçi sınıfında umut yaratmak mümkün değildir. "Ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür!"


Sonuç olarak 10 genel başkan, 1989 bahar eylemleriyle kendilerine verilen desteği hovardaca harcayarak, zaman içinde karşıtlarına dönüşmüşlerdir. Şimdi tabandan gelen ve kendilerini de hedef alan işçi hareketinin önünü kesip, sisteme ve sendikal bürokrasiye yönelen isyan oklarını sadece Türk İş yönetimine çevirerek aradan sıyrılmak istiyorlar.


Sendikal mücadele bu krizden ve durgunluktan, ehveni şer politikalar ve kişilere bağlı kalmaksızın, işçileri sürece katan bir demokratik işleyişle; kendi dinamiklerini tabandan harekete geçirerek çıkacak ve yeni yapılanmalar gerçekleştirecektir.


Çeşitli iş kollarından sendikalı ve sendikasız işçiler olarak bu amaçla bir araya gelmiş bulunuyoruz. Temel hedefimiz, İŞÇİLERİN YÖNETTİĞİ DEMOKRATİK, ŞEFFAF, TEMİZ SENDİKALAR OLUŞTURMAK VE BAĞIMSIZ İŞÇİ HAREKETİNİ YÜKSELTMEKTİR.


İşçi sınıfının devletten ve sermayeden bağımsız siyasal hattını örgütlemek için Türk-İş ve diğer sendikalardaki işçiler, delegeler, şube yöneticilerini; sendikasız işyerlerinin emekçilerini birleşmeye, yan yana gelmeye, örgütlenmeye, çürüyene değil, yeşerene destek vermeye çağırıyoruz.


Hava-İş, Tek Gıda-İş, Belediye-İş, Tezkoop-İş, Deri-İş Selüloz İş Üyesi İşçi, Delege ve Temsilciler

 

 

Tags: 

2011 - Şubat

Ankara Direnişi Sonrası: Direnişteki İşçiler Platformu ve Sınıf Hareketi

Artık yolu Sakarya meydanına düşen Ankaralıların pek azı geçtiğimiz sene bugünlerde o sokaklarda toplanmış olan binlerce işçiyi, yakılmış olan ateşleri hatırlıyor gibi. Çok uzun bir süre değil, aylarla ifade edilebilecek bir zaman önce, işçilerin işgal ettiği, korumak için devlet güçlerinin önüne barikatlar çektiği Türk-İş konfederasyon genel merkezinin önü bir hayli sakin şimdilerde. O binanın içerisindeki adamlar, yüzlerinde rahat ve alçak bir gülümsemeyle oturuyorlar kısa bir süre önce şiddetle sallanmış koltuklarında. Ankara'da yalnızca geçtiğimiz sene kenti uyandırmış olan o işçilerin acı ve buruk yenilgilerinin rüzgârı kalmış gibi neredeyse.

Hatırlamayanlar için açıklayalım: Tekel işçilerinden, 2009 yılının Aralık ayında Ankara'ya gelip, 2010 yılının il aylarında devlete ve burjuvaziye başkentlerini dar eden işçilerden bahsediyoruz. Devletin şehirden çıkartamayıp ancak sendikalarının alt etmeyi başarabildiği Tekel işçilerinden bahsediyoruz. Ankara'da yeniden toplanan, devlet terörüne maruz kalan, yılmayan; toplu olarak kentte bulundukları son günde kendi sendikalarının başkanı ellerinden ancak polis tarafından kurtarılabilmiş o işçilerden bahsediyoruz. Son yıllarda Türkiye işçi sınıfının belki de en önemli ve yürekli mücadelesini yürütmüş ve yenilmiş olan onurlu insanlardan bahsediyoruz.

Sendikalar, devlet namına Tekel mücadelesinin belini 1-2 Nisan eylemlerinden önce kırmışlardı aslında. Düzen, Tekel'i 4 Şubat sözde "genel grevi" sonrası, sendika manipülatörlerinin mücadele stratejisi olarak, yasal sürece bel bağlamayı dayatarak hareketi pasifleştirmeleri ve hareketin yayılma perspektifini kırmaları ve bu yaklaşımın yarattığı ortamı, işçileri çadırların kaldırılmasına, Ankara'dan ayrılmaya ikna etmek için kullanmaları yoluyla yenmişti. Öte yandan, bu, sonradan ortaya çıkacağı üzere hareketi nihayetinde kırmış bir manevra olsa da, düzen için tam bir zafer değildi. Aylardır mücadele içerisinde bulunan işçilerin hepsi sendikanın bu oyununa gelmemişlerdi. Yapılanların farkında olan militan işçiler, işçi kitlesi arasında azınlıkta olsalar dahi, mücadeleye sonuna kadar açtılar ve birlikte hareket etmeye hiç olmadıkları kadar istekliydiler. Ayrıca, Tekel eylemleri bitmiş gözükse de, Tekel'in yenilgisi açık ve net bir biçimde görünemiyordu; işçilerin başlattıkları rüzgârın etkileri hala sürüyor ve işçi sınıfının bazı kesimleri ciddi bir biçimde mücadele etmek istiyordu. Düzen güçlerinin Tekel'i bitirmek için izledikleri yol kesinlikle tehlikesiz bir yol değildi; zira sendikaların maskesini yere çarpmaya kararlı bir işçi azınlığı bırakmıştı. Nasıl işçi sınıfı içerisinde Tekel'in yenilgisi net ve belirgin değildiyse, büyük ihtimalle devlet güçleri de kazandıklarının hareketi geçici olarak duraksatmak öteye gidip gitmeyeceğinden emin değillerdi. Aylar sonra sendikanın Tekel işçilerini ciddi bir tepki ile karşılaşmadan 4-C koşullarını kabul etmeye ikna etmesi gösterecekti ki; kitlesel mücadele kesin olarak bitirilmişti. Öte yandan, bu noktadan bakıldığında, militan işçiler ile sendikalar arasındaki mücadele yeni başlıyordu. Hâlihazırdaki yazımızda bu sürecin evrimini ele alacağız.

Ankara'daki Tekel direnişi boyunca militan öncü işçiler belirli bir iletişim halinde bulunmuş, pek çok toplantı gerçekleştirmiş, ortak tutumlar almış ve defalarca komiteleşmeye çalışmışlardı fakat bu çabaları başarılı olmamıştı. Ankara'daki çadırların toplanmasının ardından mücadeleci işçiler, resmi olarak ilan edilmese ve belirli bir isim almasa da bir işçi komitesi biçiminde örgütlenmişlerdi. Fakat ilk kez 9 Nisan tarihinde, başka işkollarında mücadele eden unsurlarla birleşmenin gerekliliğini hisseden İstanbul'daki kimi mücadeleci Tekel işçilerinin başını çektiği bir militan işçi örgütlenmesi şekillendi: Direnişteki İşçiler Platformu. Kuruluşuna mücadele etmekte olan İSKİ, Tekel, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi, Atık kağıt ve Atv-Sabah işçilerinin ortak olduğu platform, kendisini şu şekilde duyuruyordu:

"Herbirimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya hayır demek için, ücretlerini alamadığı için, işten atıldığı için, taşerona hayır demek için ve güvencesizlikle mücadele etmek için direnişteyiz. Biraraya gelmemiz ve birlikte mücadele etmemiz gerektiği üzerinden, sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve birleşe birleşe kazanacağız sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için toplandık. Bundan sonraki süreçte işçi sınıfına dönük saldırıları püskürtmek, direnişlerimizin dayanışmasını sağlamak, uğruna bedeller ödediğimiz 1 Mayıs'a direnişlerimizin ortak iradesiyle yürümek, 1 Mayıs'ı ve sınıfın gündemlerini belirleyenin ihanetçi sendika bürokrasisi değil işçiler olması gerektiğine inandığımız için direnişteki işçiler platformu altında birleştik."

Bu militan işçi örgütlenmesinin ilk aşamada göze çarpan en önemli özelliği, şu veya bu siyasi çizginin güdümünde kurulmuş olan "işçi" dernekleri, "mücadele" platformları ve benzerlerinin aksine, bizzat direniş içerisindeki işçilerin, sınıf mücadelesinin en temel ihtiyacından, mücadelenin yayılması ihtiyacından dolayı bir araya gelmiş bir yapılanma oluşuydu. Kuruluş bildirgesinde de belirttiği üzere, bu militan işçi örgütlenmesi, gündem olarak önüne ilkin İstanbul'da, yasaklı Taksim meydanında gerçekleşecek olan 1 Mayıs gösterisini koymuşlardı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturanların, o meydanı sendika patronlarına bırakma niyetleri yoktu. Mücadeleci işçiler, İstanbul'daki 1 Mayıs eyleminde kürsüye çıktılar ve Türkiye'nin en karanlık adamlarından bazılarını, yani başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu olmak üzere, sendika konfederasyonu başkanlarını ve başka sendika patron ve bürokratlarını o kürsüden kovuşturdular. Gerçekleştirilen, 2010 1 Mayıs'ının en önemli eyleminden başka bir şey değildi. Kürsüye çıkan işçilerin okudukları bildirinin içeriği ise, ülkedeki işçi hareketi açısından tarihsel bir öneme sahipti. İşçiler, kürsüden yaptıkları konuşmada şunları diyeceklerdi:

"Bizler Tekel, İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter metal, Esenyurt belediye, Atık kağıt, Atv-Sabah direnişlerinden direnişçi işçileriz.

Her birimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya, taşerona hayır demek, 4-C'ye ve güvencesizliğe karşı mücadele etmek için, direnişteyiz. Tekel direnişinin yaktığı ateşi birleşik mücadelenin kanallarını oluşturarak her yere taşımak için bir aradayız. Direnişteki İşçiler Platformu'nu sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve "birleşe birleşe kazanacağız" sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için oluşturduk.

Sermaye, işçi sınıfı için işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, sefalet üretir. Sermaye, ücretli kölelik üretir. Bizler biliyoruz ki, 4-C'ye, güvencesizliğe, taşeronlaştırmaya, işsizliğe karşı mücadele ederken, aynı zamanda bizler için ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizme karşı mücadele etmek zorundayız. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu sadece işsizliğe, sadece açlık ve sefalete karşı parça talepleri yükseltmekten değil, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, açlık, sağlıksızlık ve benzerlerini üreten sermayeye karşı birleşik sınıf eylemini büyütmekten geçer.

Bu 1 Mayıs sınıf taleplerinin damgasını vurduğu, direnişteki biz işçilerin sesinin tüm işçi kardeşlerimize ulaştığı bir 1 Mayıs olacak. Taksim'i kazandığımız gibi 1 Mayıs'ı da kazanacağız.

Taksim, burjuvazi ve devletinin icazeti sonucu açılmadı, 1 Mayıs'ta tüm yasaklamalara, baskılara, saldırılara karşı Taksim'de olma ısrarını sürdüren işçi sınıfının mücadele birikimiyle açıldı, Tekel direnişiyle açıldı, üst üste binen işçi direnişlerinin itilimiyle açıldı, açlık ordusunun kölece çalışma ve kölece yaşama karşı biriken öfkesinin örgütlenme ve mücadele dinamiği olarak sermayenin uykusunu kaçırtacak kadar büyümesiyle açıldı. Taksim'i özgürleştirdik, artık Taksim tartışmasız 1 Mayıs alanıdır. Sıra 1 mayıs kürsüsünün gerçek sahipleri tarafından alınmasında. 1 Mayıs'ın ve 1 Mayıs kürsüsünün gerçek sahibi işçi sınıfıdır, öncü işçilerdir, direnişteki işçilerdir. Söz/kürsü sınıf hareketinin her kabarışında sınıfı arkasından vuran ihanetçi sendika bürokrasisinin değil, uzun soluklu ve militan eylemleriyle işçi sınıfı mücadelesine yeni bir soluk kazandıran tekel işçilerinin; güvencesizliğe, taşeronlaşmaya ve işten atılmalara karşı güvenceli iş ve insanca çalışma talebini yükselten itfaiye işçilerinin, İSKİ işçilerinin; ücretlerini alamayan, kölece çalışmaya zorlanan Samatya inşaat işçilerinin, Marmaray işçilerinin; sendikal mücadeleden dolayı işten atılan Esenyurt belediye işçilerinin, ATV sabah işçilerinin, Direnişteki İşçiler Platformunun olmalıdır. 1 Mayıs kürsüsü, her seferinde sermaye devletinden icazet dilenen ve sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların değil, sınıf talepleriyle alanı dolduran işçi sınıfının olmalıdır."

Direnişteki İşçiler Platformu'nun bu konuşması pek çok açıdan çok ciddi bir önem taşımaktaydı. İlkin, platform bu konuşmayı yaparak açıkça burjuva devletine karşı düşmanlığını ilan ediyor, sermaye düzeninin aşılması için işçilerin birleşik mücadelesinin gerekliliğini vurguluyordu, dahası bunun kısmi talepler yükseltilerek değil, işçi sınıfının bütünü için geçerli olan bütün talepler etrafında gerçekleşebileceği vurgulanmaktaydı. Militan işçiler, yalnızca yaptıkları eylemle değil, yaptıkları konuşma ile de sendika bürokrasisine karşı tutumlarını ortaya koyuyorlardı. Fakat belki de en çarpıcı nokta, konuşmada Direnişteki İşçiler Platformu'nun mahiyetinin ve rolünün nasıl tanımlandığıydı. Platform, kendisini çeşitli direnişlerin mücadeleci işçilerinin bir birliği olarak tanımlıyor, amacını ise birleşik mücadelenin kanallarını oluşturmak ve sınıfa yaymak olarak ifade ediyordu. Bu yaklaşım ile platform kendisine hiçbir şekilde sendikal bir rol biçmemekteydi fakat üstlendiği işlev açıkça sendikaların dışında mücadele kanallarının oluşumuna işaret etmekteydi. Sınıfın geneline dair ikamecilikten uzak bir yaklaşım ortaya konuluyordu fakat yaşanmakta olan mücadelelerin militan işçilerinin oluşturduğu bir yapı olarak söz ve kürsünün sürekli sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların karşısında, işçi sınıfının ve sınıfın bütünün bir parçası olarak Direnişteki İşçiler Platformu'nun da meşru hakkı olduğunu savunuluyordu. Militan işçilerin 1 Mayıs kürsüsünü sendikacıların elinden almakla kalmamışlardı: yaptıkları konuşma ile devletin sendikalarına karşı savaş ilan etmişlerdi. Fakat hâkim sınıfı bu savaş ilanından daha fazla korkutan bir şey varsa, o da başta Mustafa Kumlu olmak üzere, 1 Mayıs'ta kürsüye çıkan sendikacıların, Taksim meydanını doldurmuş olan yüz binlerce işçi tarafından yuhalanmasıydı. Alandaki işçilerin geneli, sendikacıların değil, işgalcilerin arkasındaydı. Sendikacıları kürsüden indirenler, başta Tekel olmak üzere 1 Mayıs öncesi döneme damgasını vurmuş olan mücadelelerin militan işçileriydi ve bu noktada, gerek ülke çapında alanları doldurmuş olan işçiler, gerekse işçi sınıfı geneli nazarında onlara karşı devasa bir saygı duyulmaktaydı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturan işçilerin sayısı çok fazla olmayabilirdi fakat 1 Mayıs günü platform, proletaryanın gözünde ciddi bir etik otoriteye sahipti.

Konfederasyonların yanıtı gecikmedi. 9 Mayıs 2010 tarihinde, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK 1 Mayıs Kutlama Komitesi üyeleri bir araya gelerek başta İstanbul Taksim olmak üzere 1 Mayıs 2010 kutlamaları ile ilgili bir "değerlendirme" ve açıklama" yaptılar. Bu açıklamada şöyle diyorlardı:

"Konfederasyonlarımız, ülkemizin dört bir yanında yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katılan, katkı veren herkese teşekkür etmektedir.
Böyle önemli bir günde ve böyle önemli bir alanda Taksim Kürsüsü'ne biber gazı, pet şişe, sopa, bıçak v.s kullanarak yapılan saldırı ise emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs Taksim Kürsüsü'nde Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılan saldırıyı ve kürsüyü işgal girişimi ile kutlamaları sabote etmek isteyenleri kınamakta, bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmaktadır."

Solcusundan sağcısına, ülkedeki bütün sendika konfederasyonları, militan işçileri ve onların oluşturduğu Direnişteki İşçiler Platformu'nu kınamak ve ona teşhir ve tecrit etme tehdidi savurmak konusunda ağız birliğine varmıştı.

Direnişteki İşçiler Platformu, 18 Mayıs'ta, kendi 1 Mayıs değerlendirmesini ve sendikalara cevabını yayınladı. Yapılan açıklamada, özellikle solcu olarak bilinen DİSK ve KESK'in işlevine dair net değerlendirmeler yapılıyordu:

"1 Mayıs 2010'un içini boşaltan bu kurgu DİSK ve KESK'e aittir.1 Mayıs programının çatısını DİSK ve KESK oluşturmuştur. Kamu-Sen ve Memur-Sen başta olmak üzere konfederasyonların yan yana gelmesinde merkezi rol alan KESK'tir, DİSK de destek olmuştur. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi 25 Kasım 2009 grevinden, 4 Şubat 2010 Dayanışma Grevine kadar her adımda kararların içini boşaltan sendika yönetimlerine, işçi sınıfının karşısına çıkma hakkı tanıyan, buna aracılık yapan DİSK ve KESK olmuştur. DİSK ve KESK aracılık etmeseydi ne Türk-İş ne de diğer sendikaların liderleri 32 yıllık terle, kanla ödenen bedellerin omuzlarına basarak 1 Mayıs kürsüsüne çıkamazdı. 1 Mayıs Taksim Alanını kazanılması sırasında ödenen bedelleri Türk-İş ve Hak-İş ile pazarlık konusu yapıp bunun üzerinden işçi sınıfı mücadelesinde kendisine konum elde etmeye çalışanlar DİSK ve KESK'tir. 1 Mayıs bildirisinin Kürtçe okunmasına itiraz eden DİSK'tir; KESK de onay vermiştir (...) 15 Aralık 2009'da Ankara'ya ulaşılmasından sonraki süreçte yaşanan saldırılara karşı direnişte, çadırların kurulmasında ve Sakarya'yı Türkiye ve Dünyanın mücadele merkezi haline getirene kadar yaşanan bir dizi eylem ve etkinlikte, 17 Ocak Ankara Mitinginde, 4 Şubat TEKEL işçileriyle Dayanışma Grevinde, 2 Mart'ta çadırların sökülmesinde, 1-2 Nisan Ankara eyleminde Türk-İş (özelde Tek Gıda-İş), DİSK ve KESK (öncelikle Genel Sekreterleri) mücadelenin büyütülüp geliştirilmesinden yana bir siyaset izlemediler. Tek Gıda-İş Genel Merkezi, işçilere sormadan aldığı kararları TEKEL işçilerine açıklarken, her zaman DİSK ve KESK Genel Sekreterleri yanında bulunuyordu. Mustafa Türkel her seferinde ‘kararları birlikte alıyoruz' diyerek KESK ve DİSK'in itibarını kullanarak işçilere sormadan aldığı kararları işçilere dayatıyor; işçileri tehdide varan açıklamalarda bulunabiliyordu. İşçiler çadırları sökmeyelim dediklerinde çadırları sökme kararı alınıyordu. İşçiler Komite kurmak istediklerinde tehdit ediliyorlardı. 17 Ocak mitingine katılım için araç bile tutmadılar. Diğer yandan Memur/Sen 4 Şubat grevinden son dakikada çekildi, Hak-İş temsili katıldı, Türk-İş sendikalarından yarıdan çoğu greve katılmadı; Kamu Sen ve KESK 25 Kasım grevinin çok gerisinde kaldı; DİSK CHP'li İzmir Belediyesi olmasa hiçbir yerde ciddi olarak greve katılmamış olacaktı. Özellikle 1-2 Nisan eyleminde görülmüştür ki, KESK Ankara Şubeler Platformunun destek eylemine Ankara Valiliğinin gösterdiği sert tepkide; biber gazı ve cop kullanmasında Türk-İş Genel Merkezinin TEKEL işçilerine destek vermemiş olmasının payı büyüktür. KESK diğer sendikaların tutumlarını bildiği halde, gerçeği göz ardı ederek Türk-İş ve Hak-İş ile işçileri kınayan bildirilerin altına imza atabilmiştir. Konfederasyonlar bugüne kadar ne ektiyse, 1 Mayıs kürsüsünde onu biçti."

Bunun yanı sıra, Platform, konfederasyonların iftiralarını da net bir biçimde yanıtlıyordu:

"Çok açık ki, kürsüye çıkanlar işçiydi... Çok açık ki okunan bildiri işçiler tarafından hazırlanmıştı ve 26 Mayıs'ın taleplerini, birleşik mücadeleyi ifade ediyordu... Kürsüye çıkanların "bıçak" vb. ile orada oldukları Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu'nun senaryosudur. Tam aksine Hak-İş kortejinde plastik pankart sopaları içinde şiş ve demir çubuklar getirilmiştir. Gümüşsuyu kortejinden gelenler buna tanıktır. Hak-İş gibi Türk Metal, Tes-İş gibi sendikalar da alana çatışmaya niyetli olarak ve hazırlıklı gelmiştir."

Ayrıca, yayınlanan açıklama, konfederasyonların tehditlerine net bir biçimde ortaya koyup yanıtlamaktan geri durmuyordu:

"Metnin son paragrafında ifade edilen "teşhir ve tecrit" sözcükleri sendika bürokratlarının ne kadar zor durumda olduklarını ortaya koyan aynı zamanda mücadeleci işçilere düşmanlıklarını ifade eden bir vurgudur. Tabii ki böyle bir metne imzasını atmaması gerekenler ilk elden sorumludur. KESK Genel Başkanı Sami Evren, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi "teşhir ve tecrit" tehdidini kaleme alanlardır ve mücadeleci işçilerin gözünde diğer milliyetçi ve sağcı sendikacılardan çok daha suçludurlar. İşçileri kınayıp onları ‘teşhir ve tecrit' edeceğini açıklayanlar bu askeri terimlerin ardından ‘tenkil' (imha) geleceğini bilir. Dolayısıyla buradan ilan ederiz ki, biz kürsüde o gün bulunan TEKEL, itfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediyesi işçileri olarak, bu tehditlerin ardından hedef olacağımız her türlü baskı ve saldırının; can güvenliğimizin tehlikeye girmesi halinde, bizzat bu sendikacılar sorumludurlar. Bizler işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz. Şu çok açık ki, TEKEL işçileriyle birlikte tüm işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin önünü kesenler eskisi gibi koltuklarında oturamayacaklardır."

Konfederasyona verdiği yanıt vasıtasıyla Direnişteki İşçiler Platformu, durumu bir hayli güçlü bir biçimde analiz ediyor ve konfederasyonların saldırıları karşısında dayanışma çağrısı yapıyordu. Öte yandan yapılan değerlendirme, "Sendikalarımıza sahip çıkalım, denetleyelim!" cümlesiyle son buluyordu. Bu ibare, başka işçilere de sendika bürokratlarına karşı mücadele etme çağrısı yapıyor olması açısından şüphesiz önem taşıyordu. Öte yandan işçilerin sendikalara denetlemelerinin mümkün olmadığını, Platforum'un oluşmasına giden süreç şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermişti. Yapılan açıklamada ortaya konulan analizin kendisi de sendikalarla üyeleri arasında böylesi bir ilişkinin gelişmesinin mümkün olmadığına açıkça işaret etmekteydi. Bu çağrı, mücadele içerisinde, geçmiş yanılsamalardan kalma bir kafa karışıklığını ortaya koymaktan daha öte bir anlam taşımaktaydı. 1 Mayıs'ta yüz binlerce sendikalı işçiye hitaben militan işçilerin yaptığı konuşmada böyle bir düşünce yer almazken, yapılan bu açıklamada böylesi bir çağrı yapılması, sınıf hareketinin mevcut durumuna dair bir gerçeği ifade etmekteydi. 1 Mayıs günü, başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'ya yönelik olma üzere sendikalara karşı işçi kitlesi tarafından verilen tepkinin faal bir devamı olmamıştı. Bu ibare, militan işçilerin, sınıfın genelinin faal desteğini yanlarında hissetmedikleri için vardıkları bir sonucu ifade etmekteydi. Direnişteki İşçiler Platformu, sınıfın geneli kendilerini desteklerken, sözlerinde sendikalizme bir parça dahi taviz vermeyecek gücü kendilerinde hissetmişlerdi. Şimdi dahi, militan işçiler konfederasyonların saldırılarını karşı kendileriyle dayanışmaları için sendikalı işçilere bir çağrı yapacak güçte hissediyorlardı kendilerini. Öte yandan bu ibare, böylesi bir çağrının yapıldığı işçilerin yapabileceklerine dair, bu noktada ne kadar az olursa olsun, bir güvensizlik duyulduğunu göstermekteydi. İşçilerden sendikalarına sahip çıkmalarını, denetlemelerini beklemek, bu militan işçilere karşı olası saldırılara dair söylenmiş dahi olsa, 1 Mayıs konuşmasından geri adım atmaktı. Ayrıca, bu çağrı yazının geneliyle çelişmekteydi. İlk aşamada böylesi bir ibarenin yazılmış olmasının ve arkasındaki yaklaşımın ciddi bir etkisi olmadı. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu, ilk defa tökezlemişti. Bu şu aşamada hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek bir hata değildi. Biliyoruz ki; işçi hareketi tarihi boyunca, proleter mücadelenin en kararlı ve bilinçli savunucuları dahi hatalar yapmaya, tökezlemeye mahkûm olmuşlardır. Öte yandan, göreceğimiz üzere, sınıfın eylemlilikleri sönümlendikçe, bu ufak yırtık genişlemeye devam edecekti.

22 Şubat 2010 tarihinde Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK, Ankara'da günlerdir eylem yapmakta olan Tekel işçilerine, 26 Mayıs tarihinde bir genel grev yapılacağını duyurmuşlardı. Bu kararın açıklanmasının ardından Tekel işçileri, sorunlarının aciliyetine rağmen böylesi bir eylemin üç ay sonrasına konulmasını çok sert bir biçimde protesto etmişlerdi. Bu karar Tekel mücadelesi sürecinde, işçiler ile sendikacılar arasında gerçekleşecek pek çok kapışmadan bir tanesini tetikleyecek ve nihayetinde Tekel işçilerinin mensubu Tek Gıda-İş Sendikası başkanı ve Türk-İş genel sekreteri Mustafa Türkel'in, konfederasyon genel sekreterliğinden istifasına neden olacaktı. 26 Mayıs'a yaklaşırken konfederasyonlar grevinin "şartlarının ortadan kalktığını" ilan edilmiş, dört konfederasyonun yöneticileri grevin gerçekleşmesini engellemek için her türlü ayak oyunu denemişler ve en nihayetinde ortaklaşa bir şey yapılmayacağını, grev veya eylem yapıp yapmamanın konfederasyon üyesi sendikalara bırakılacağını ilan etmişlerdi. Ayrıca 17 Mayıs'ta Zonguldak'ta otuz işçinin canına mâlolan maden patlaması karşısında da ne konfederasyonlar, ne de tekil olarak sendikalar ciddi bir tepki vermişlerdi.

26 Mayıs grevini olabildiğine güçlü kılmaya uğraşmakta olan Direnişteki İşçiler Platformu, Zonguldak'taki patlamaya karşı net bir tutum aldı. Aynı zamanda internet sitesinde greve çağrı mahiyeti taşıyan bir bildiri yayınladı, çeşitli toplantılarda konuyu gündeme getirdi ve 21 Mayıs günü madencilerin ölümünü protesto etmek için İstanbul'da bir eylem düzenledi. Platform, Zonguldak'ta tehlikeli koşullarda çalışanların çıkarlarının mücadele içerisindeki işçilerle ortak olduğunu net bir biçimde vurgulamaktaydı. Nitekim Zonguldak'ta gerçekleşen patlamadaki işçi ölümlerini de protesto etmek amacı ile Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı bütün maden ocaklarında (Karadon, Üzülmez, Amasra, Armutçuk ve Kozlu) çalışan 15,000 işçi işe bir saat geç başlayacaktı. Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'nun bizzat katılacak kadar tehlikeli gördüğü eylemde, militan Tekel işçilerinin eylemlerine saldıran sendika bürokratlarına, madenciler "Arkadaşlarımız haklarını arıyorlar" diyerek tepki göstereceklerdi.

Bütün konfederasyonların 26 Mayıs grevinden fiili olarak çekildiklerini iddia etmeleri karşısında, Direnişteki İşçiler Platformu ve öteki illerden militan Tekel işçilerinin 24 Mayıs'ta İstanbul, 25 Mayıs'ta ise İzmir ve Samsun'da Türk-İş bölge temsilciliği binalarını işgal etmeleri, Diyarbakır ve Adana'daki temsilcilik ve Ankara'daki genel merkez binalarını işgal etmeye çalışmaları oldu[1]. İzmir'deki işgalci işçiler, Türk-İş'in yapılan eylemleri desteklediğini ilan eden ‘muhalif' kanadından bürokratları da protesto ettiler. İstanbul'da da, daha önce eylemlerini desteklediğini ilan etmiş olan Tek Gıda-İş sendikasının 26 Mayıs'ta 1 saatlik grev yapacağını ilan etmesi üzerine, işçiler ‘muhalif' Türk iş bürokratlarını protesto ettiler ve "Bizim için Kumlu da Türkel de aynı" dediler.

Gerçekleşen sendika işgalleri, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihine geçecek eylemlerdi. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu'nun merkezi olan İstanbul'daki Türk-İş bölge temsilciliği işgalinde, platform ismini kullanmayarak bu defa ciddi bir geri adım attı. Dahası, okunan bildirgede, 18 Mayıs'ta yapılan açıklamada açılan deliğin derinleştiği görülebiliyordu: işgaller "sendikalarına sahip çıkma, bürokratlara tepki eylemleri" olarak nitelendiriliyordu. Bunun yanı sıra, yapılan açıklama 1 Mayıs bildirisinden "Niçin bu eyleme başvurduk? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, söz verip de yapmayan, işçilere umut verip onların umudunu boşa çıkartan sendikacı istemiyoruz. Kararların işçilerle birlikte alınmasını istiyoruz. Sendikaların sahibi olan işçilerdir, onların elinden sendikalarını alamazsınız diyoruz. İkincisi, 26 Mayıs genel grev kararının gerekçeleri fazlasıyla vardır. Bunu gerçekleştirmeyen konfederasyonları kararlarını düzeltmeleri için uyarıyoruz. Greve çıkın ve işçilerin hakların alana kadar mücadeleyi sürdürün. O zaman biz sizin yanınızda olacağız. Üçüncüsü, 9 Mayıs'ta miting düzenleyen 6 Konfederasyonun 1 Mayıs değerlendirmesinde ifade edilen ve kürsüye çıkan işçileri 'işgalci' 'birliği sabote eden' olarak görerek, 'teşhir ve tecrit' edeceklerini açıklayan konfederasyonların bu açıklamalarını düzeltmelerini, sözlerini geri almalarını istiyoruz" ifadeleriyle üç adımda da uzaklaşılıyordu. 1 Mayıs'ta militan işçiler sendikaların yerine farklı mücadele kanallarının gerekliliğini savunmuşken, bu bildirgede sendikaların sahibi olanların işçiler oldukları iddia ediliyor. 1 Mayıs'ta konfederasyonlara en ufak bir taviz verilmemişken, bu bildirgede, alındığı zaman Tekel işçilerinin ciddi bir biçimde tepkisini çeken 26 Mayıs kararının arkasında durdukları takdirde sendikaların yanında olunacağı vaat ediliyordu. Son olarak, 18 Mayıs'ta sendikacıların tehditlerinin olası sonuçtan korkmadan sendikacıları sorumlu tutan, "işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz" diyen militan işçiler şimdi sendikalardan tehditlerini geri çekmelerini talep ediyorlardı.

Bu tutumların nedeni, militan işçilerin sendikalara bakışlarının herhangi bir şahsi neden dolayısıyla yumuşamış oluşu değildi. Şahsi anlamda militan işçiler sendikalara karşı aynı olumsuz hisleri taşımaktaydılar. Öte yandan, 26 Mayıs grevi kararlarının konfederasyonlarca iptaline sınıf genelinden bir tepki gelmemesi, militan işçileri biraz daha zayıflatmıştı. Direnişteki İşçiler Platformu yalıtıldığını hissediyordu artık. Bir öncü işçi örgütlenmesi olarak kendisine güveni 1 Mayıs'a kıyasla ciddi olarak zayıflamıştı. 24-25 Mayıs Türk-İş işgallerinin başını çekmesinin ardında da bundan başkası yoktu. Platform, ufak bir azınlık olarak sınıf genelinde etkisine artık güvenemiyordu fakat İstanbul'da platformun başını çeken militan Tekel işçilerinin, ülke çapındaki mücadeleci Tekel işçileri arasında hâlâ ciddi bir etkisi vardı. İstanbul'daki direnişçi işçilerinin gerçekleştirdiği işgale, ülke çapında öncü işçiler başta olmak üzere Tekel işçileri destek verdiler. Sırf gerçekleşmesi, sırf bu ülkede sendika binalarının işgal edilmesi, sırf işçiyi kandırmaktan geçinenlerin korkuyla titremesi dahi, ifade ettiğimiz üzere bu eylemleri ülke işçi sınıfı tarihine altın harflerle kazımıştı. Hatta nasıl Yunanistan'daki 2008 Aralık ayaklanmasında Atina ve Selanik'te genel sendika konfederasyonu GSEE'nin işgali dünya genelinde devrimcilere ışık tuttuysa uluslararası alanda öyle bir etki yarattı. Öte yandan bu eylemler, militan Tekel işçilerinin gücünün göstergesi oldukları kadar, işçi sınıfı genelinin zayıflığının göstergesiydiler ve İstanbul Türk-İş bölge temsilciliğini işgal eden direnişçi işçilerin belgesi bunu gösteriyordu. Böylesi bir işgali onlardan daha önce, işçi sınıfının başka kesimleri gerçekleştirmeliydi.

Bununla birlikte, İstanbul Türk-İş işgal bildirgesi, 1 Mayıs Platform bildirgesine kıyasla çok önemli bir noktayı işaret ediyordu. Zira bildirge şöyle diyordu:

"Kuşkusuz sendika bürokrasisine karşı gösterdiğimiz sembolik tepkilerimiz, genel bir mücadele biçimi değildir. Bürokrasiye karşı mücadelenin yöntem ve biçimlerini de işçiler kendi deneyimleriyle bulacaklardır (...) Konfederasyonları kınarken özünde birinin diğerinden farkı olmadığını da ifade etmek istiyoruz. "Önünüzde 3 ay vardı, grevi örgütlemediniz, sorumlusu konfederasyon yönetimleridir" diyoruz. İşçilerin tabanda örgütlenerek birleşik emek meclislerini oluşturarak sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükselteceğini, aynı zamanda da hak mücadelesini yürüteceğine olan inancımızla, bütün işçileri 26 Mayıs'ta greve destek vermeye, alanlarda yer almaya davet ediyoruz."

Özellikle yapılan "birleşik emek meclisleri", işçi mücadelesinin dünya genelinde yarattığı genel toplantılar, kitle meclisleri gibi uzuvlarına paralellik taşıyan böylesi bir sloganın ifade edilmiş olması, kanımızca çok büyük önem taşımakta idi. Zira, açıkça sendikacılara karşı kitle toplantılarının, işçi meclislerinin toplanması çağrısı, böylesi kitle toplantıları geçmişte gerçekleşmiş olsa dahi, çok ciddi bir adımdı. İstanbul Türk-İş işgalcilerinin bildirgeleri, ciddi bir biçimde arada durmaktaydı. Pek çok açıdan, 1 Mayıs bildirisinin gerisine düşülmüştü. Öte yandan çok önemli bir açıdan, aynı bildirinin ilerisine geçilmişti. Kısa ve öz de olsa bildirgenin ileri giden yanı, geri düşmüş yanını dengeliyordu. Eğer 26 Mayıs grevi ve sonrasındaki süreç farklı olsaydı, hâlâ bugün Direnişteki İşçiler Platformu'nun adını pek çok işçi duymuş olabilirdi.

Yanlış anlaşılmasın. 26 Mayıs grevi, konfederasyonların desteği olmaksızın 4 Şubat grevinin çok da gerisinde değildi. Eylem yapmak, iş bırakmak veya tüm gün grev yapmak biçimi ile 26 Mayıs'a ülke genelinde 70,000'e yakın işçi katıldı. Pek çok şehirde sendikacılar protesto edildi, "işçiler kürsüye" ve "kahrolsun sendika ağaları" sloganları yükseldi. 1 Mayıs'ın anısı işçi sınıfı için hâlâ tazeydi. İstanbul'da, Türk-İş bölge temsilciliği binasının işgalinin bitirilmesinin ardından, gelen işçi ve destekçilerle gerçekleştirilen eyleme 3.000 kişi katıldı [2]. Eylemde Tek Gıda-İş ve Tez-Koop-İş sendikacıların konuşmaları sürekli sloganlarla kesildi, nihayetinde sendikacılar mikrofonu ve kürsüyü işçilere bırakmak zorunda kaldılar. Açıklamadan sonra, 'muhalif' sendika patronları, işçilerin Taksim meydanına yürüyüşlerini anonslarla engellemeye çalıştılar, eylemin bittiğini ilan ettiler. Fakat işçiler, çaresizce kapabildiklerini Türk-İş binasına sokmaya çalışan sendikacıları geride bırakarak ve sloganlarını atarak Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. Türk-İş işgali sonrasında gerçekleşen bu eylem, ‘muhalif' olanları dahil sendika patronlarının tamamının bütün kontrolü kaybettikleri, bütün kontrolü işçilerin ele geçirdikleri tek eylemdi. Belki kimi açılardan 26 Mayıs, 4 Şubat'a kıyasla daha iyi dahi gözüküyordu[3] fakat 26 Mayıs'ta devam etmekte olan bir Tekel mücadelesi yoktu. 26 Mayıs, ancak kitlesel bir sınıf hareketi içerisinde güçlü bir biçimde var olabilecek olan militan işçilere gerekli güveni vermekten uzak kaldı. Bu durum, Direnişteki İşçiler Platformu'nun 30 Mayıs 2010 tarihinde yaptığı ve internet sitesinde yayınladığı şu açıklama ile de netçe gözler önüne serilmekteydi. Yazıda "TEKEL işçisi geç de kalsa, iki şeyi gerçekleştirme yönünde adım attı: Birincisi ve en önemlisi, özelleştirmenin işçiler açısından ne kadar vahim olduğunu ortaya koydu. Bir mücadele başlattı. İkincisi, sendika bürokratlarına korku saldı. Onların üzerindeki baskıyı artırdı. Bu aynı zamanda işçi ve emekçi hareketinin yeni rotası olmalı: Hükümete ve patronlara karşı mücadele ederken, sendika bürokratlarına karşı da elimize sopayı almayı unutmamalıyız! Kavga işte patronlara ve bürokratlara karşı iki yönden yürüyebilirse işçiler kazanacaktır" denilmekteydi ve dolayısıyla hâlâ patronlar ve bürokratlar aynı ortak noktaya konulmaktaydı. Öte yandan aynı metin şu sözleri de içermekteydi: "Konfederasyonların verdikleri sözde desteklerin hiçbir karşılığının olmadığını hepiniz biliyorsunuz. 4 Şubat ve 26 Mayıs Genel Grevlerinin nasıl boşa çıkarıldığına tanıksınız. Kuşkusuz sendikalı olmak, sendika çatısı altında mücadele etmek çok önemli. Sorun şu: Sendikalarda kim karar verecek? İşçiler mi işçiler adına sendikacılar mı? Kendisine en solcu diyen sendikalar, şubeler bile bugün işçiden kopmuştur; bürokratlaşmıştır; işçilerin adına karar almaktadır. Mevcut sendikaların yapısı, tüzükleri, maddi ayrıcalıkları işçilerin mücadele etmesine olanak vermediği için işçiler sendikalarına güvenmiyorlar. Devrimci işçilerin bugünkü görevlerinden biri sermayeye karşı mücadele etmekse ikincisi sendikaların işçilere ait olduğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle: karar yetkisini üye tabanına teslim edecek bir sendikal çizgiyi sendikalarımızda hâkim kılmalıyız. Yönetimde kalma süresini kısaltmalıyız, profesyonel maaşlarını azaltmalıyız, temsilci ve delegeleri seçimle belirlemeliyiz." İbre artık ortada durmuyordu; pusula taban sendikacılığını göstermekteydi.

Bu çizgi, özellikle İstanbul'daki militan işçilerin savundukları hat olarak sabitleşecekti. Zira başını özellikle 19 Ocak'ta Ankara'da, kentte yıllardır yaşanan en kitlesel eyleme vesile olan Tekel işçilerinin çektiği bu işçi grubu, 15-16 Haziran'ın yıldönümünde yaptıkları ve internet sitelerinde yayınlanan açıklamada "Tek Gıda İş yönetimi, özellikle 3 Mart' ta çadırların sökülmesiyle başlayan günden beri işçilere sormadan karar alıyor. 1-2 Nisan' da Ankara' daki cesaretsiz tutumu; daha önce yapılacağını açıkladığı "her ay Ankara' dayız" eylem programını önce Haziran' a sonrada belirsiz bir geleceğe ertelemesi işçilerin moralini bozmuştur. Sendika yöneticileri işçilerin toparlanıp harekete geçmesinin önünde engel oluşturuyor. Sendika bürokrasisi işçilerin moralini bozma noktasındaki kararlılığına DİSK ve KESK yöneticileri soldan destek veriyor" deseler ve 4-C koşullarında çalışan bütün işçileri birleşmeye çağırsalar da, ilk defa "İşçiler sendika yönetimine!" sloganını ortaya atacaklardı. Taban sendikacılığı çizgisi, bir öte noktaya ulaşmıştı. Bu yaklaşım kayması, militan işçilerin kötü niyetlerinden veya Kumlu'nun koltuğuna kendileri oturmak istemelerinden kaynaklanmıyordu. Mücadeleci işçiler, 26 Mayıs'a giden süreçte yalıtılmaya başladıklarını hissetmeye başlamışlardı. İşgallerin arkasında belki her şeyden fazla bu hissiyat yatmaktaydı. Öte yandan 26 Mayıs sonrasında, sınıfın genelinin suskunluğu, mücadeleci işçilerin ne denli yalnız olduklarını apaçık ortaya koymuştu. Dahası, 26 Mayıs sonrası mücadeleye devam etmek isteyen işçiler arasında, Tekel harici direnişlerden işçilerin katılımı ve etkileri azalmaktaydı. Militan işçilerin bildirgelerinde ve açıklamalarında ortaya koydukları çizgi taban sendikacılığına kaymıştı, öte yandan bu onların tabandan da olsa sendikacılık yapmaya koyuldukları anlamına gelmiyordu. Mücadelelerinin bir araya getirdiği ve içinden çıktıklarımücadelelerin deneyimlerine dayanan bu işçilerin gerçek gayeleri değişmemişti. Mücadeleyi, daha güçlü bir biçimde tekrar canlandırmak istiyorlardı.

2 Temmuz'da bir grup militan Tekel işçisi, Ankara'da Türk-İş Genel Merkezi'ni işgal etme teşebbüsünde bulundu. Önceden durumun haberini alan Türk-İş, polisi çağırmıştı. Haliyle, sendika ile aralarında polisi bulmak militan işçileri hiçbir şekilde şaşırtmıyordu artık. İşgal girişimi başarısız oldu. Zaten militan işçilerin beklentisi, olayın ve olası bir polis saldırısının basına yansıması ve bunun üzerine Tekel işçilerinin olanlarını televizyonlardan görüp Ankara'ya gelmesi idi. Fakat 3 Temmuz günü Ankara'ya akın etmesi beklenen işçi kitlesi içerisinde, militan işçilere desteğe koşanların sayısı elliyi dahi bulmuyordu. Bunun sorumluluğu da yalnız Tekel işçileri geneline yüklenebilecek nitelikte değildi. İşçilerin belirli bir eylemi televizyonlardan izleyip buna desteğe gelmeleri beklentisi, gerçekçi olmaktan bir hayli uzak bir beklentiydi. Zira böylesi bir beklenti, işçi kitlesi genelini mücadelenin faal bileşenleri olarak konumlandırmıyor, onları pasif bir noktaya koyuyordu. Dahası bu yaklaşım militan işçiler nezdinde ikameci bir tavrı ifade etmekteydi. Eylemin başını İstanbul'dan militan işçiler çekmişlerdi ve ortaya konulan yaklaşım onları ülke genelindeki militan işçilerin bir kısmından bile soğutacak nitelikteydi. Eylem militan işçiler genelinin dahi ortak bir kararı üzere gerçekleşmemişti. İşgali gerçekleştiren işçiler, ifade ettikleri üzere, zaten işçi kitlesi namına gerekli olan eylemi gerçekleştirmekteydi. Yapılan açıklamada, daha önce ortaya konulan isteklere dair: "ifade ettiğimiz acil taleplerimizin bütün işçilerin talepleri olduğunu biliyoruz" denilmekteydi. İşçi kitlesinden beklenen öncü işçileri takip etmekti.

Bu ikamecilikte, Türkiye solunun militan işçilerin kimileri üzerinde belirli bir etki edinmiş kimi çevrelin belirli bir etkisi söz konusuydu. Öte yandan, böylesi bir yaklaşımın hâkim duruma gelişinin temel nedeni, Tekel mücadelesinin yenilgisinin etkilerinin baş göstermesiydi. İşçiler, Ankara'daki çadırlarını topladıktan sonra dahi, mücadele etmek isteyen ciddi bir işçi kitlesi varken, militan işçilerin sansasyonel eylemleri, işçi sınıfı genelinde ciddi bir yankı bulabilmekte, hatta faal bir katılım yaratabilmekteydi. Fakat yalıtılmışlığın da etkisiyle, 2 Temmuz'a giden süreçte işgalin başını çeken militan işçiler nezdinde böylesi eylemlerin yeterli olacağı gibi bir yanılsama oluşmuştu. Bu işçilerin, devam etmekte olan kitlesel bir mücadelenin yokluğunda etki yaratabildiğini gördükleri tek eylem biçimi, böylesi sansasyonel eylemlerdi. Öte yandan, Tekel'in yenilmiş olduğu gerçeği hâlâ net bir biçimde görülmüş değildi fakat yukarıda söylediğimiz üzere, militan işçilerin yalıtılmış oldukları açıkça ortadaydı. Böylesi bir yalıtılmışlık, ortaya konulan çizginin biraz daha ılımlı bir hâle gelişini getirecekti. Yazılan bildirgede işgalci işçiler eylemlerini şu şekilde ifade edeceklerdi:

"TEKEL işçileri ve Türk-İş üyeleri bu sabah sendika yetkilileriyle işçilerin sorunlarını görüşüp, taleplerini iletmek istediler. Demokratik bir hakkı kullanmak isteyen işçilerin, sendika yöneticileriyle görüşme istekleri, emniyet yetkilileri tarafından darp edilerek engellendi. Gözaltına alındılar. Gösterilen tepki sonucu gözaltılar serbest bırakıldı. Polisin bu tutumunu kınıyoruz. Bu saldırı, sendikal hak ve özgürlüklerimize, Türk-İş'e, işçi sınıfına yöneliktir; AKP hükümetinin emriyle gerçekleşmiştir (...) AKP Hükümetini uyarmak ve acil taleplerimiz için sendikamız Türk-İş'in daha etkin, kararlı ve mücadeleci bir çizgi izlemesini talep etmek için Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen başta TEKEL olmak üzere Türk-İş'e üye işçiler olarak, sendikamızdan kararlılık belirten bir söz ve uygulama beklediğimizi ifade etmek isteriz".

Devletin bir kurumu olduğunu ve işçilerin mücadelesini devlet namına baltalama amacı güttüğünü defalarca göstermiş olan, kuruluş amacı komünizme karşı mücadele etmek olan Türk-İş'i işçilerden koruyan polisin eylemleri, Türk-İş'e bir saldırı olarak tanımlanıyor, amacın Türk-İş'in politikasını değiştirmesi olduğu ifade ediliyordu.

Böylesi bir görüş Ankara'daki Tekel direnişinin başlarında ifade edilmiş olsaydı, bunu mücadele içerisindeki işçilerin, mücadelenin belirli bir safhasında takındıkları ve mücadele geliştikçe netleşecek ve Türk-İş'e yönelik hatalı tutumunu değiştirmek durumunda kalacak bir ifade olarak görürdük. Öte yandan, ortaya konulduğunda böylesi bir tutumu ancak bitirilmiş bir mücadeleyi canlandırmak isteyen bir grup işçinin mücadelenin yenilgisinin ve içinde bulunulan çaresiz durumun bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkün olacaktır. İşgal teşebbüsünü gerçekleştiren işçiler, Türk-İş'in ne için kurulduğunu, ne olduğunu, mücadelelerini nasıl baltaladığını bilmiyor muydu? Buna inanmak imkânsıza yakın olacaktır. İşçi kitlesinin Türk-İş'e dair gerçeklerden bihaber olduğu, genel olarak cahil olduğu ve benzeri yaklaşımları baştan reddediyoruz. Özellikle militan işçiler, Tekel mücadelesinin en başından beri içerisinde bulundukları sendika konfederasyonunun kuruluş nedenlerinden haberdardılar. Türk-İş ne olduğu ve nasıl bir işlevi olduğuna dair ise, baştan bütün mücadeleci işçilerin tamamı yüzde yüz emin olmasa da, mücadele sonucunda netleştiler. 1 Mayıs'ta kürsüden direnişteki işçilerin okudukları bildiri dahi bunun net bir kanıtıdır. Bu yaklaşımın nedenlerini kanımızca başka yerde aramak gereklidir. Aslında, sınıfın desteğine güvenebilmek bir yana, tam tersini ifade etseler de sınıfın desteğinin arkalarında olmadığı açık olan bu mücadeleci işçiler, açıklamalarında kabul etmek istemedikleri gerçeği yansıtmaktaydı. 2 Temmuz Türk-İş işgali, eyleme katılan az sayıda kişinin dahi çoğu bunu görmek istemese de, üzücü bir eylemdi. Öte yandan, belirtmemiz gerekir ki; üzücü olmanın yanı sıra ciddi anlamda olumsuz bir öneme sahipti. İlk defa, bütün hatalı yönlerine rağmen gerçekleştirilen militan bir eylem ile eylemi gerçekleştiren yaptığı açıklama birbiriyle bariz çelişiyordu. Bundan sonraki süreçte böylesi çelişkiler, kısır bir döngünün hâkim oluşunu getirecekti.

Eylemin başarısızlığından cesaret alan Türk-İş ise, eylemci işçilere iftiralarla azgınca saldıran bir açıklama yayınladı. Açıklamada öncelikle şöyle deniliyordu:

"Tek Gıda-İş Sendikası'nın sahip çıkmadığı ve emek hareketi tarafından dışlanan saldırgan girişimleri, Türk-İş muhatap almayacaktır! Türk-iş Genel Merkezi, 2 Temmuz 2010 Cuma günü sabah 08:00 civarında, kendilerinin Tek Gıda-İş üyesi Tekel işçisi olduğunu söyleyen ve bina içine girerek Türk-İş'i işgale yeltenen bir grubun girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Tekel işçilerinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş Sendikası, bugün Türk-İş Genel Merkezi'ne gönderdiği yazıda, eylemle ilgili olarak, 'sendikanın yetkili organları tarafından alınmış bir karar olmadığını' ve ‘Tek Gıda-İş Sendikası'nın eylemle bir ilgisinin bulunmadığını' bildirmiştir."

Türk-İş, artık Tek Gıda-İş sendikasının kendisine muhalif olduğu yanılsamasını sürdürmeyi gerekli görmüyor, bu yanılsamayı mücadele etmek isteyen işçilere karşı kullanmak cesaretini kendisinde buluyordu. Dahası konfederasyon, militan işçileri açık bir biçimde hedef almaktan ve tehditlerini yenilemekten de çekinmiyordu:

"1 Mayıs Taksim kürsüsüne saldıranlarla; Türk-İş bölge binalarını işgal edenlerle; Türk-İş Genel Merkezi önüne kendini zincirleme teşebbüsünde bulunan ve gece yarıları Türk-İş kapısına dayananlarla, 2 Temmuz Cuma günü Türk-İş'i işgal girişiminde bulunanlar aynı kişilerdir (...) Türk-İş, gerçek Tekel işçisinin mücadelesine de zarar veren bu tür saldırgan girişimleri muhatap almama ve müsahama göstermeme kararlılığını, emek hareketi adına taşıdığı sorumluluk gereği sürdürmektedir. Şöyle ki; 1 Mayıs 2010 Taksim kürsüsünün aynı grup tarafından işgalinin ardından, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK adına yapılan ortak açıklamada, bu tür yaklaşımların ‘teşhir ve tecrit edilmeleri gerektiğine' işaret edilmiştir. Tek Gıda İş Sendikası tarafından sahiplenilmeyen ve emek hareketi tarafından da dışlanan bu saldırgan grubu Türk-İş'in muhatap alması mümkün değildir."

Dahası, konfederasyonun açıklaması, mücadelede ve işgal eyleminde öne çıkan işçilerden bir tanesini iftiralarla açıkça hedef gösterebilecek cüreti kendinde bulmuştu:

"Bu grubun içinde gazetelerde yer aldığı üzere 1 Mayıs 2010 Taksim kutlamalarında Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'ya biber gazı sıkarken fotoğrafı çekilen; Metin Aslan isimli şahıs da vardır. Nitekim Türk-İş'e verilen ve görüşme talep eden dilekçede sadece Metin Aslan'ın imzası bulunmaktadır."

Eğer Türk-İş, mücadele sürerken böylesi bir açıklama yapmak zorunda kalmış olsaydı, bu mücadelenin kontrolünü tamamen yitirmek üzere olduğunun ve buna karşı zavallı bir biçimde son kozlarını oynamakta olduğunu gösterirdi. Öte yandan, bu noktada, eylemci işçileri hedef alan böylesi bir açıklama, bu eylemin başarısızlığından Türk-İş'in, işçi karşısında kazandığı zaferi ilk defa ifade ve belki de idrak ettiği sonucundan başkasını çıkartmak mümkün olamaz.

Nitekim bu eylem sonrasında cesareti artan Tek Gıda-İş sendikası ise, 29 Temmuz itibarıyla işçilere 4-C koşullarını kabul ettirebilmek yönünde çalışmaya başladı. Samsun'un Bafra ilçesinden Tekel işçileri, Tek-Gıda İş'in tutumunu şöyle ifşa edeceklerdi:

"Tekel Direnişi, sendikanın engellemelerine rağmen işçilerin direnci ve kararlılığı ile 78 gün boyunca Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir örnek teşkil etmiştir. 12 Eylül'ün Türkiye halklarının üzerine serptiği ölü toparağını, verdikleri mücadele ile atan Tekel İşçileri ‘Ölmek Var, Dönmek Yok!' sloganı ile çıkmışlardı bu yola. Eylem süreci devam ederken sendika açıkladığı eylem takvimine hiç bir zaman sadık kalmadı. 1 Nisan'da Ankara'da Tekel işçilerini polis ile karşı karşıya getiren sendikacılar o gün Ankara'da bile yoktu. Şimdi de bu süreçte hükümet ile ortak hareket eden sendika Tekel İşçileri'ne 4-C'ye imza atmaları için şubelerine faks çekerek genelgeler yayınlamaktadır. Tekel işçisinin Ankara'da verdiği mücadeleyi hiçe sayarak; yaptığı açıklamalarla işçi sendikası mı yoksa, işveren sendikası mı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır."

Tek Gıda-İş yönetimi, işçilere 4-C'ye geçmelerini, gönderdiği fakslarda şöyle dillendirecekti:

"Tekel'de çalışmakta iken iş akdi feshedilen işçilerin herhangi bir hak kaybına uğramamaları açısından, sürenin sonunu beklemeksizin, mümkün olduğu taktirde Ağustos 2010 ayı içinde, geçici personel (4/C) statüsünde çalışmak üzere başvuru yapmaları, uygun bir çözüm yolu gibi görünmektedir. Böylelikle çalışma hakkı, geçerli bir düzenlemeye dayalı olarak somutlaştırılmış olacak ve bu işçiler Anayasa Mahkemesi ve Danıştay karaları ile hak doğması halinde, uygun çalışma koşulları içinde istihdam edilmiş olacaklardır."

Bafra'dan militan Tekel işçilerinin yayınladıkları bu bildirge, bir süredir militan işçi eylemlerinin başını çeken İstanbul Tekel işçilerinin bildirgelerinde rastlanmayan bir netlikte, yine sendikanın yalnız yönetimini değil, sendikanın kendisini sorgulamakta, Tek Gıda-İş'i bir "işveren sendikası" olarak tanımlamaktaydı. Nitekim Tek Gıda-İş sendikası 9 Ağustos tarihinde bir basın açıklaması yaparak 2 Mart'ta çadırlar kaldırıldığında açıklanan eylem kararlarının iptal edildiğini duyurdu. Yapılan açıklamada iptalin nedeni olarak ise pişkince "1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun ittifakla aldığı karar gereği 4-C'nin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesi" gösterilmekteydi. Sendikanın mücadelenin başından beri işçilere karşı attığı en cüretkâr adımlardı bunlar. Öte yandan Tek Gıda-İş, Türk-İş'in muzaffer çıktığı son kapışmanın ardından, ciddi bir karşılık beklemiyordu. Zira militan işçilerde dahi toparlanıp sendikaya karşı ciddi bir tepki ortaya koyacak moral mevcut değildi. 2 Temmuz sonrasında, Türk-İş işgalini gerçekleştiren mücadeleci işçilerden kimileri, sınıfın başta kamu işçileri olmak üzere mücadele etmek isteyebilecek kimi diğer unsurları ile birlikte "Ankara'ya beş koldan kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirmek" gibi bir fikri gerçeğe dönüştürmek için uğraşıyorlardı. Bilindiği üzere, böylesi bir eylem gerçekleşmedi. Militan işçilerin belirgin bir eylemlilik göstermesi, Ekim ayını bulacaktı. Bu noktaya gelindiğinde ise, sendikanın Tekel işçilerine 4-C'yi kabul ettirme çabaları büyük ölçüde başarılı olmuş, işçilerin büyük çoğunluğu, ailelerini geçindirmek zorunluluğunu iliklerinde hissederek işsizlikle yüz yüze geldikleri için, 4-C'ye geçmişlerdi.

Kendisini 2. Tekel Direnişi olarak adlandıran uzun eylem, 4 Ekim tarihinde böylesi bir arka planda başlatılacaktı. İşçiler, eylemlerini Tek Gıda-İş sendikasının 4. Levent'teki genel merkez binası önünde gerçekleştireceklerdi. Binada bulunan Mustafa Türkel, işçilerin gelişi üzerine çareyi binadan kaçmakta buldu. Tek Gıda-İş'in mücadeleye çağırıldığı basın açıklamasında, işçiler şöyle yazıyorlardı:

"Tekel işçilerinin bugün buradaki sayısına bakarak sakın olaki, işçilerin mücadeleye hazır olmadığı kanaatine varmayın. Bizim temsili olarak gelişimizi yanlış yorumlamayın. Tek Gıda-İş yönetimi de bu yanılgıya kapılmasın. 1 Nisan'dan beri mücadele eden işçilere uygulanan polis ve sendikacı baskısına her kesim gibi Tekel işçileri de sabır ve ibretle izlemekle yetiniyor. Herkesin olduğu gibi Tekel işçilerinin de bir sabrı ve sınırı var. Bu sınırı kimse zorlamaya kalkmasın."

Eğer gerçekten Tekel işçilerinin genelinin sabrı taşmaya yakın idiyse bile, bu İstanbul'daki eylemlere yansımayacaktı. Eylem, işçiler tarafından şu şekilde tanımlanıyordu:

"Bir kez daha Tek Gıda-İş'in kapısındayız. Temmuz ayında Türk-İş Genel Merkezi'ndeydik. Sendika yönetimden Tekel işçileri için verdiği sözleri tutmasını istemek için buradayız."

Burada Temmuz ayında Ankara'da gerçekleşen eylemle bağlantı kuruluyor olması önemliydi, zira 2. Direniş eylemleri de aynı yaklaşımın bir ürünü olacaktı. 2. Direniş, tıpkı Temmuz eylemleri gibi, çelişkili bir biçimde, bir yandan sendikaların mücadeleyi baltalamalarına karşıt bir eylem iken, bir yandan sendikalizm içinde bir çizgi ortaya koymaya çalışacaktı. Zira 4 Ekim'de yapılan basın açıklaması, "Sendika işçilerin evidir!" sloganı ile bitiyordu. Az sayıda eylemci işçi çadırlar kurdular.

18 Ekim tarihinde, İstanbul'da 2. Tekel Direnişini desteklemek amaçlı ilk eylem gerçekleşti. Eyleme yaklaşık bin kişi katılmıştı. Bu eyleme katılım, hiç şüphesiz, destekçilerinin sayısı dahi birkaç yüzü geçmeyen Ankara Türk-İş binası işgal girişimi eylemine kıyasla bir hayli ilerideydi. Öte yandan açıkça yeterli olmaktan bir hayli uzaktı. Eylemde atılan "Kahrolsun Sendika Ağaları!", "Kumlu'yu Alana Türkel Bedava!", "İşçiler Sendika Yönetimine!" gibi sloganlar, yaygın olan hissiyatın ne yönde olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır. Öte yandan, eylemde yapılan basın açıklamasında, "Demokratik, şeffaf, kirlenmemiş bir sendikaya olan ihtiyaç çok açık. Tüm sendikalarda işçilerin ve emekçilerin denetimini sağlamak üzere birleşmeliyiz. Sendikalar, işçiler için sendikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir. Hak alıcı bir işçi hareketi için, işçilerin sendikalaşmasını destekleyelim, sendikaların başındaki bürokratları kovalım" denilerek hâkim çizginin hala taban sendikacılığı minvalinde olduğu ortaya konuluyor olsa da, açıklama son dönemde İstanbul'un başını çektiği militan işçi kesiminden okumaya alışkın olmadığımız netlikte ifadeler de içermekteydi. Açıklamada şöyle deniliyordu:

"Sendika ne yapıyor? Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunu bekliyor! Mücadele etmek isteyen işçileri ‘provokatör, eşkıya' diye suçluyor. Sendikaya işçilerin girişini polis marifetiyle engelliyor (...) Sendikamızın mücadeleden havlu atmış olmasına öfkeliyiz. Bizi yarı yolda bırakmasına kızgınız. Bugün Tek Gıda-İş Genel Merkezinin önünde bekleyişimizin 14'üncü günü. Gelip görenler bilecektir, çadırlarımızı kurduk ve kadrolu iş hakkımız verilene kadar mücadele edeceğimizi ilan ettik. Holding gibi sendika binasında bizim aidatlarımızla yaşayan sendikacılar sıcak odalarında yaşarken, bize sendikanın kaldırımında, yağmurun altında, soğukta çadırlarda yaşamak düştü. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika binası çevik kuvvet otobüsleri, zırhlı araçlar, tazyikli su panzerleriyle korunuyor. Kimden korunuyor? Bizden, işçilerden. Ankara'da polis yine karşımızdaydı ama sendika yanımızdaydı. Şimdi sendika da karşımıza geçti. Bu işte bir terslik yok mu? Soruyoruz: 1 Nisan'da açıkladığı eylem takvimini, her ay Ankara'da olacağız, Ağustos'tan sonra süresiz olarak yeniden Ankara'dayız diye eylem kararını kamuoyuna açıklayıp sonra da uygulamayan sendika olur mu? Aldığı kararları uygulaması için demokratik baskı yapan işçilere, üyelerine "eşkıya" diyen sendika olur mu? Üyesini sendika binasına sokmayan sendikacı olur mu? (...) Tek Gıda-İş yönetimi aldığı kararları uygulamayarak işçiden koptu. Mücadeleden vazgeçti. İşçinin gözünde iki Mustafa yani "Kumlu ve Türkel" arasında fark kalmadı (...) İkincisi, işçilerin hükümete ve patronlara karşı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri sendika yönetimleri. Sendikalarda koltuk çıkarları işçilerin çıkarlarının üzerinde yer alıyor. Yolsuzluklar almış başını gidiyor. Sendikalar denetlenemiyor. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika bürokrasisi işçinin önüne geçen, onu frenleyen en önemli güçlerden biri. Öyleyse, mücadelemizi büyütmeliyiz. Sendika ağaları tabii ki bize engel olacak. Sayımızı çoğaltmak, birlikte mücadele edersek mümkündür (...) Bundan böyle ağa, ağayı, bürokrat bürokratı, işçi işçiyi destekleyecek."

Burada dikkat çekmek gereken önemli bir nokta, pek çok yerde sendikanın kurumsal bir bütün olarak işçilerin karşısında konumlandırılmış olmasıydı. Gerçekleştirilmekte olan eylem ciddi bir sayıya ulaşamamış olsa da mücadele etmek isteyen işçiler ile sendikayı günlük bir düzeyde karşı karşıya koyarak, iki tarafta da belirli bir netliğin gelişmesinin altyapısını sağlamıştı.

24 Ekim'de Şişli Camii'nden AKP binası önüne işçilerin başını çektiği sayısı beş yüzü bulan bir grubun gerçekleştirdiği yürüyüşte konuşma yapan Samsun, Bafra'dan bir Tekel işçisi ise şunları söyleyecekti:

"Bu mücadelemiz sadece 4-C'ye karşı değil, tüm esnek çalışanları, iş güvenliği ve iş güvencesi olmayanları, taşeronda çalışanları, sigortasız ve sendikasız emekçileri birleştirerek yeni bir aşamaya geçebilirse sonuç alacaktır. Yaşasın İşçilerin Birliği!"

Yapılan bu vurgunun ciddi bir önemi vardı; zira sendikalı ve sendikasız işçilerin birliği çağrısı yapması ender rastlanır bir durumdu. Böylesi bir çağrının yapılması, düzen ve sendikalar için, sendika yönetimlerinin değişmesi, sendikaların şeffaflaşması, işçilerin sendikaları denetlemesi ve benzeri doğrultularda yapılan bütün çağrıların hepsinden çok daha büyük bir tehlike arz ediyordu. Eyleme Paşabahçe'de tek başına mücadeleye geçmiş olan Türkan Albayrak ve TÜBİTAK'ta tek başına mücadeleye geçmiş ve nihayetinde işe geri alınmış olan Aynur Çamalan da katılmışlardı. Bu da, sendika yönetimlerine karşı bir eylem niteliği taşıyor, eylemcilerden sıklıkla "Kahrolsun sendika ağaları!" sloganları yükseliyordu. İstanbul'daki çadır eylemi devam ederken başka eylemler de gerçekleşiyordu. 25 Ekim'de Tek Gıda-İş sendikası önünde, sendikacılar ve yaverleri, militan işçilere saldırdılar, özellikle daha önce Türk-İş yönetiminin ismini vererek hedef gösterdiği bir öncü işçiyi ise öldüresiye dövdüler. 31 Ekim'de Taksim'de, 4 Kasım'da ise Ankara'da 200 civarı kişinin katılımıyla eylemler gerçekleşti. İstanbul'daki eylemde militan işçilerin yaptığı basın açıklamasının metni de ciddi kafa karışıklıkları barındırmaktaydı. Bir yandan "mevcut sendikaların bürokratik yapılarını parçalayalım. Tabandan işçilerin sendikalarda söz ve karar sahibi olmasını sağlayalım. İşçilerin, işsizlerin güveneceği sendikalar yaratalım. Örgütsüz, güvencesiz, işçi kesiminin yüzde 95'ini oluşturan kesimlere güven verecek bir sendikal yapı oluşturalım." denilerek daha önce ifade edilenden çok daha radikal bir biçimde de olsa yine eski sendikal çerçevede bir yaklaşım ortaya konuluyordu, fakat öbür yandan "Tekel işçilerinin 2. Direnişi ayrışma noktasıdır; yeni işçi hareketinin başlangıç noktasıdır. Ya TEKEL işçileriyle birlikte güvencesizliğe, esnek çalışmaya, taşeronlaşmaya karşı mücadele edeceksiniz ve bürokratik sendikal yapıları karşınıza alacaksınız, ya da sendika bürokrasisiyle işbirliği yaparak, hükümetin yanında olacaksınız. Üçüncü bir yol bulunmuyor" denilerek, Tekel işçilerinin eylemleri doğrudan mevcut sendikal yapıların karşısına konuluyor ve mücadeleci işçileri destekleyen herkese bu yapıları karşılarına almazlarsa işçilerin karşısında ve hükümetin ve sendika patronlarının yanında olacakları duyuruluyordu.

Bu havaya yapılmış bir çağrı değildi. Burjuva solunun Türkiye "Komünist" Partisi denilen örgütü, aylık yayın organı soL gazetesinde, "TKP TEKEL işçilerinden ne bekliyor?"(!) başlıklı yazısında, eyleme karşı tavır takınmıştı. Eylemi sendika karşıtı olmakla eleştiren (!) bu yapılanma, işlere Tek Gıda-İş'e karşı çıkmamalarını buyurmaktan geri durmamış, bunun yanı sıra, kendi tabanlarından eyleme gitmek isteyenleri geri çekmek için ellerinden geleni yapmış, hatta kendi yapıları içerisindeki Tekel işçilerinin eyleme gitmesini engellemek için bin bir yola başvurmuştu. Yazıda bu yapı şöyle diyordu: "Sendikanın merkez ve şubelerinin basılması ile TEKEL işçilerinin mücadelesinin yükseltileceğini düşünenler de bu boşluğu doldurmaya aday olduklarını ifade etmiş oldu (...) ortaya çıkan tablo, 12 bin TEKEL işçisinden en fazla 10 işçinin yaptığı ‘eylemcik'e dönüşmektedir. TKP bu tabloyu benimsememektedir". Böylesi bir yaklaşım, işçilere açıkça şunu diyordu: sakın ola kendi başınıza hareket etmeyin, sendikanın dibinden ayrılmayın, yoksa on kişi kalırsınız! Sınıf mücadelesinin dengelerini ve evrimini incelemekten aciz, sendika yalakası sözde "komünist" bir yapıya yakışan bir analiz! Bununla birlikte Tekel işçisine yönelik yaşanan darp vakası sonrası bir grup TKP'linin Levent'teki çadırları ziyaret zamanının, bu partinin 90. yılına ithafen yapacağı gecenin hemen öncesine denk gelmesi başka bir aymazlığın göstergesiydi. TKP'liler Tekel işçilerini hazırlamakta olduklara toplantıya çağırdılar. Öte yandan işçiler, gittikleri gecede konuşma yapmak istemelerinin ardından oradaki "yetkili komünistler" gece programını onlara göstererek yer olmadığını, konuşamayacaklarını belirttiler. Levent'teki çadırlarda bulunmayan TKP'li bir Tekel işçisinin konuşma yapması da "ilginç" ve ibretlik bir durum oluşturmuştu. Öte yandan, tutumunda bu örgütlenme de tek başına değildi. Türkiye solunun günlük gazetesi olan nadir yapılarından EMEP denilen örgüt, yapılan eylemlere dair ciddi bir suskunluk içerisindeydi. 25 Ekim'de sendikacıların işçilere saldırısı, bahsi geçen günlük gazetede şu şekilde aktarılıyordu:

"Tek Gıda-İş'in karşısına kurdukları çadırlarda sendikayı protesto eden grupla sendikacılar arasında gerginlik yaşandı.
Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel dün sabah sendikaya geldiği saatlerde burada bekleyen grup Türkel'e yumurta attı. Sendikadaki güvenlikçilerin araya girmesinin ardından bu kez arbede daha da büyüdü. Yaşanan arbede sırasında orada bulunan polisler ise havaya ateş açtılar. Konuyla ilgili olarak açıklama yapan Mustafa Türkel, sendika önünde sadece 4 tane Tekel işçisi olduğunu onların da 4-c'ye başvuru yaptığını ve çalışacakları yerlerin belli olduğunu söyledi. Bu kişilerin kurdukları çadırları kaldırabilmek için böyle provokatif işlere başvurduğunu savunan Mustafa Türkel, ‘Çadırı kurmak değil kaldırmak marifettir. Şimdi çadırları kaldırmak için yol arıyorlar' diye konuştu."

Tarafsızlık kisvesi altında tutulan taraf, kimin ne olarak yansıtıldığını bu haber net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tutum üzerine Aralık ayında bahsi geçen gazetenin genel yayın yönetmeniyle görüşen militan işçilere, eylemlerinin görülmemesi kararının alındığı, talepleri haklı bulunsa da, eylemlerinin haksız bulunduğu, kendilerine dair haber yapılmayacağı ve tarafsız kalınacağı aktarılacaktı. Türkiye solunun sözde "işçi dostu" kimi yapıları açıkça devletin sendikasından saf tutuyorlardı. İşçilerin vurguladıkları ayrışma ciddi bir maddi gerçekliğe dayanarak ifade buluyordu.

Bunun yanı sıra, Kasım ayının başlarında militan işçiler bir bildiri yayınladılar. Daha önceki süreçte sayısız basın açıklaması metni ve eylem bildirgesi hazırlanmış, konuşmalar yapılmış ve bütün bunlar internet üzerinden şu veya bu biçimde yayınlanmış olsalar da, işçiler tarafından yazılı bir yayın çıkartılmamıştı. Bu anlamda böylesi bir bildirinin yayınlanması bir hayli önemli bir adımdı. Bildiride şunlar ifade edilmişti:

"Bizi yarı yolda bırakıp, mücadelemize ket vuran sendikamız, Tek Gıda-İş'in Genel Merkezi'ne polis barikatıyla girişimizin engellenmesinin üzerine; karşısında kurduğumuz çadırlarda gece gündüz sürdürdüğümüz direnişimiz 35 günü geride bıraktı! (7.11.2010) Direnişimize olan destek her gün büyürken, direnişimizin etkisiyle adımlar da atılıyor. Bir aydır sendikanın bahçesinde duran polis panzeri ve çevik otosu görüntüyü kurtarmak için çekildi. Görüntüyü kurtarmak için diyoruz; çünkü, polis yine sendikanın içinde adeta karakolunda durur gibi duruyor."

Ve bildiri şu taleplerle son bulmaktaydı:

"Sendika eylemsizlik kararından vazgeçmelidir. Şu an burada olmayan Tekel işçisi arkadaşlar da yanımıza gelerek direnişimizi büyütmelidir. 4-C kapsamındaki tüm işçiler şimdiden mücadeleye başlamalıdır. Sendikalar 4-C'ye ve güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleyi yükseltmelidir."

Dolayısıyla yine, çelişkili bir biçimde Tek Gıda-İş, bir kurum olarak ele alınıp polis ile işbirliği kurumsal bir düzeyde ortaya konulurken, diğer yandan polis ile işbirliği yapan bu kuruma eylemsizlik kararından vazgeçmesi çağrısı yapılıyordu. 4-C'ye karşı mücadele çağrısı, hem muzdarip olacak işçilere hem de sendikalara yapılmıştı. Eylemlerin boyutunun istenenin çok altında olduğunu gören militan işçiler, bir yandan da yanlarında olmayan Tekel işçilerine eyleme katılma çağrısı yapmışlardı. 7 Kasım'da gerçekleşen bir eylemde yapılan basın açıklamasında ise, Tek Gıda-İş'in eylem kararını yerine getirmesi taleplerinin yerine, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin harekete geçmesi umudu hâkimdi. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, ne geçmişte militan işçiler karşısında Türk-İş ile etle tırnak kadar yakın durmuş olan KESK ve DİSK, ne de TMMOB ve TTB gibi meslek odaları ciddi bir eylemlilikte bulunmadılar. 16 Kasım'da gerçekleşen eylemde, Tekel işçileri yaptıkları basın açıklamasında "DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye geçen hafta yaptığımız çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Sermayenin ve AKP hükümetinin dayattığı, güvencesizliğe, taşeronlaşmaya, esnek çalışmaya karşı mücadele programı oluşturalım ve mücadeleyi birlikte büyütelim. Bu süreçte DİSK, KESK, TMMOB, TTB dahil sendikalardan, meslek örgütlerinden birleşik mücadele yönünde somut bir cevap alamadık. Vaat değil somut bir mücadele programı görmek istiyoruz" denilecekti. Öte yandan bu solcu sendikal ve mesleki örgütlerden destek görme beklentisi karşılıksız kalmaya devam edecekti. DİSK ve KESK'in, direnişçi işçilere karşı Türk-İş'in ve devletin yanında saf tutacağı 1 Mayıs'ta net bir biçimde görülmüş ve Tek Gıda-İş ve Mustafa Türkel'e verdikleri itibar desteği işçilerce sonraki süreçte netçe ifade edilmişti zaten. Bu yanıtsızlık, TMMOB ve TTB'nin de pek farklı olmadıklarını gözler önüne sermekteydi.

23 Kasım'da 2. Direnişi gerçekleştirmekte olan işçiler, Tek Gıda-İş'e ve DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye eyleme geçme çağrıları yapmanın fayda getirmeyişinin net bir şekilde ortaya çıkması üzere, Tekel işçilere geneline bir çağrı yayınladılar. Bu çağrıda şunlar ifade ediliyordu:

"Şu an çalışan ve çalışmayan tüm tekel işçisi arkadaşlara sesleniyoruz.

Tekel işçisi olarak neler başardığımızı, neler yaşadığımızı en iyi sizler biliyorsunuz. Ve gelecekte sizi nelerin beklediğini de iyi biliyorsunuz! Açlık, işsizlik tehdidi, gelecek kaygısı ve güvencesizlik. Bizi bekleyen iyi hiçbir şey yok. Çünkü kaderimizde 4C yazılı. Çalışan arkadaşlar; Ocak ayından itibaren bir kısmımızı 4C'li çalışmak bir kısmımızı ise işsizlik bekliyor. Peki, ne yapacağız? Biz direnen tekel işçileri olarak biliyoruz ki; Kazanmak, beklemekten değil direnmekten geçiyor. Bu yüzden sizi iş işten geçmeden, harekete geçmeye, direnmeye çağırıyoruz (...) Bütün Tekel işçileri biliyor ki; Sendika, Ankara direnişimizi bitirirken açıklanan eylem takvimini iptal etti. Daha sonra; 14 Haziran 2010 günü illerden temsilciler olarak yaptığımız görüşmede, Genel Sekreter Mecit Amaç, ‘gidip tatilimizi yapmamızı, Ağustos'un sonunda gelmemizi, en geç Eylül'ün ortasına kadar KESK'le birlikte dört koldan Anakara'ya büyük bir yürüyüş yapılacağını' söylüyordu. Daha önce; ‘4-C hukuksuzluktur, 4-C angaryadır, 4-C köleliktir.' diye konuşan ‘Bizi köleliğe, bizi 4-C'li olmaya, bizi kölelik düzeninde çalıştırmaya güçleri yetmeyecek.' diyen Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, bizlere 4-C'Yİ imzalattı. Diğer taraftan; son yaptığı açıklamalarda; ‘9700 tekel işçisi 4-C kapsamında geçici olarak kamuda istihdam edilecek. Ancak işçiler memur statüsünde değil ve özlük haklarını alamadı. Sözleşmeli oldukları için 11 aylık çalışmadan sonra sözleşmeler yenilenmeyebilir' diyor. ( 4 Kasım 2010 - Radikal) Bizler bu gerçek nedeniyle sendikamızdan mücadeleye devam etmesini istiyoruz. Bir ayı aşkındır çadırlarımızda bu soruna son vermek için direniyoruz! Türkel ise; kendisinin açıkladığı bu gerçek karşısında hem eylemsizliği seçiyor hem de üyesinin karşısına polis barikatı çıkarıyor. Bu manzarayı protesto için çadır kuran bizleri de karalamaktan çekinmiyor, provokatör ilan ediyorlar."

Kasım sonları ve Aralık başlarında, bu çağrının da etkisiyle, İstanbul dışında, İzmir ve Diyarbakır gibi kimi şehirlerde bir hareketlenme başladı. 11 Aralık Cumartesi günü, Diyarbakır'da, İstanbul'daki 2. Direniş hareketinin temsilcilerinin de katıldığı bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantıda, aylar sonra ilk defa, militan işçilerin stratejisinde bir değişiklik olduğu gözlenebilmekteydi. İstanbul'daki mücadeleci işçiler için, yalıtılmışlıklarının azaldığını hissetmek, deneyimlerindeki başarısız noktalardan belirle dersler çıkartmalarını mümkün kılmıştı. Ankara direnişi sırasında mücadeleye çok fazla şey katmış Diyarbakırlı işçilerin faal bir rol oynamaya başlamasının da olumlu etkisi büyük olacaktır. Nitekim toplantı şu kararları alacaktı:

1. "Tek Gıda İş ile birlikte başladığımız yürüyüşümüzü birlikte devam ettirmek istiyoruz. Ancak Tek Gıda-İş Sendikası yönetimi TEKEL işçilerinin mücadelesini sürdürmemektedir; aldığı kararları uygulamamaktadır. Anayasa Mahkemesinin ise, 4-C konusunda ne zaman ve nasıl karar vereceği belirsizdir. Süreci işçiler olarak örgütlemeye ve sürdürmeye karar verdik.
2. Ankara Direnişinin birinci yıldönümü olan 18 Aralık'ta Ankara'da mücadeleyi yürütmek isteyen bütün işçilerin çağrılarak, durum değerlendirilmesi yapılacaktır. 18 Aralık'ta Ankara'da olmak için çağrı yapılacaktır.
3. Her ilde İşçi Komisyonları Kurulmalıdır.
4. İl Komisyonları birleşip Genel İşçi Komisyonunu oluşturacaktır.
5. İl Komisyonları kendi içinden sözcü seçecektir.
6. Toplantıya katılan işçiler Diyarbakır Geçici İl Komisyonu doğal üyeleri sayılarak, kendi arasından bir sözcü seçmiştir.
7. Ankara'da oluşturulacak Genel İşçi Komisyonu illeri gezecektir.
8. 4-C konusunda, 2011 genel seçimleri ve Türk-İş kongresi de dikkate alınarak illerde eş zamanlı eylem ve etkinlikler düzenlenecektir.
9. 4-C'ye geçen işçilerin çalışma koşulları izlenerek raporlaştırılarak kamuoyuyla paylaşılacaktır.
10. Alınan kararlar diğer illerle paylaşılacak, işçilerin iç örgütlenmesinin biçimleri (platform, dernek, sendika vb.) tartışılarak karar verilecektir."

Bu alınan kararlar pek çok açıdan önem taşıyordu. Öncelikle sendika ilk defa tamamen sürecin dışında olarak açıkça kabul edilmişti ve sendikanın yokluğunda tek alternatif olarak süreci işçiler olarak örgütlemek ve sürdürmek, yani işçilerin öz-örgütlülüğü olduğu vurgulanmıştı. İl il çalışma yapılması ve komisyonların kurulması da, ses getirici eylemler yapmaya kıyasla çok daha yavaş fakat sabırla yürütülürse uzun vadede çok daha ciddi etki yaratabilecek bir doğrultuydu. İşçilerin iç örgütlenmelerinin biçimlerine karar vermenin yolu olarak tartışmanın gösterilmesi de çok ciddi bir önem taşıyordu. Sonrasında yeni kurulmuş olan Diyarbakır Tekel İşçi Komisyonu, 18 Aralık'ta Ankara'da planlanan eylem için yaptıkları çağrıda bu kararları duyurmanın yanı sıra şunları yazacaklardı:

"[İ]ş güvencesi, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili taleplerimizi birleştirip, İstanbul, Diyarbakır ve İzmir başta olmak üzere TEKEL işçileri olarak Ankara'da açıklayacağımız yeni mücadele programıyla birlikte devam ettireceğiz. Azınlık işçi grubu olsak bile, haklı ve meşru mücadeleyi hem AKP hükümetine hem de sendikalarımızın başına çöreklenen sendika bürokratlarına karşı yürütmek zorundayız."

Burada ise, hareket edenin bir azınlık işçi grubu olduğunun vurgulanışı, ikameci yaklaşımın silinmeye başladığını ve militan işçilerin kendilerine ve yapmaları gerekenlere yönelik daha gerçekçi bir bakış edindiklerini gösteriyordu. 18 Aralık'ta planlanan Ankara eylem ise sönük geçti. Siyasi çevrelerden destekçilerin sayısı ise birkaç yüzü ancak buluyordu. Öte yandan bu durum, militan işçilerin 11 Aralık toplantısında ifade edilen doğrultunun haklılığını bir kez daha vurguladığının altını çizmek zorundayız. Eyleme gelen işçiler, İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Bursa, Tokat, Manisa, Bitlis ve Trabzon'dan işçilerin gönderdikleri temsilcilerdi. Gelen işçilerin sayısı yirmiyi bulmuyordu, fakat eylemde yapılan basın açıklaması 11 Aralık Diyarbakır işçi toplantısı kararlarını ileri taşımaktaydı:

"2. TEKEL Direnişi'nin 78. gününde: 4-C'ye, geçici, sözleşmeli, taşeron çalışmaya karşı mücadelemizi Türkiye'ye yaymak üzere çadırlarımızı kaldırıyoruz.

78 gündür Tek Gıda-İş Sendikası başta olmak üzere konfederasyonlara ve tüm sendikalara, meslek örgütlerine sesleniyoruz. Başta 4-C olmak üzere bütün esnek çalışma biçimlerine karşı birleşik mücadele çağrısı yapıyoruz.

Bu çağrımız gerekli karşılığı bulmadı ve 78 gün boyunca ortaya çıkan gerçek şu ki; sendikal hareket, hak arama mücadelesinin uzağındadır; ya da parça parça, kendi alanlarıyla sınırlı kalan mücadelelerle meşguldür. İşçi ve emekçi sınıfların genel çıkarlarını savunmaya yönelik birleşik bir mücadele hattı örülmemekte, örülmek istenmemektedir.

Tekel işçileri olarak işçi sınıfının özlük haklarını savunmak üzere başlattığımız 2. Tekel Direnişi'ni yeni aşamaya sıçratmak üzere, 78 gün önce kurduğumuz çadırları kaldırıp tüm Türkiye'ye açılıyoruz. Nitekim, bu amaçla geçtiğimiz hafta içinde Diyarbakır ve İzmir'de işçi toplantıları düzenledik, işçi komisyonları kurduk.

(...)

18 Aralık'ta Ankara'ya İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Tokat, Manisa, Bitlis, Trabzon, Bursa'dan; on ilden Tekel işçilerinin temsilcileri geldi. Ankara'da yapılan toplantıda, 4-C'ye karşı mücadelemizi "iş güvenceli, insanca yaşamaya yetecek ücret" talebiyle bütün Türkiye'ye yaymaya ve bizim gibi 4-C'de çalışmaya zorlanan işçilerle birleşmeye karar verdik.

Bu nedenle aldığımız kararları uygulamak ve tüm Türkiye'ye yayılacak mücadeleyi örgütlemek üzere, tıpkı birinci TEKEL mücadelesinin 78 günlük direnişine denk gelecek biçimde, ikinci TEKEL Direnişini de 78'inci gününde yeni bir aşamaya sıçratmak üzere karar aldık.

Böylece 2010 yılında iki TEKEL direnişi ve her ikisi de 78'er gün süren mücadeleler olarak tarihe geçmiştir. Şimdi sıra, mücadeleyi büyütmek üzere, tüm Türkiye'ye yayılacak bir mücadeleyi örgütlemek üzere harekete geçmektedir.

Tekel işçileri olarak mücadelemizi Tek Gıda-İş Sendikası olmaksızın devam ettireceğiz. Çünkü Tek Gıda-İş yönetimi, Tekel işçileri artık üyesi olmadığı için onları terk etmiştir. AKP Hükümetiyle anlaşmış ve 4-C'yi işçilere kabul etmeleri için telkinde bulunmuştur.
Verdiği sözleri tutmamış, açıkladığı eylem tarihlerine uymamış ve sürekli biçimde işçileri yanıltmış, yanlış yönlendirmiştir.
Şimdi görev bilinçli işçilerdedir. İşçiler olarak illerde oluşturacağımız İşçi Komisyonları'yla, yeni bir mücadele dönemini başlatacağız. Bu yeni dönemde, merkezinde TEKEL işçileri olmakla birlikte bütün 4-C'liler, güvencesizler, işten atılanlar, haklarını arayanlar yer alacaktır.

(...)

[İ]şçilerin mücadelesinden korkup uzak duran, "sayınız az" deyip destek vermeyen, geleceğini işçilerle değil de sendika bürokrasisiyle birlikte gören sendika ve partileri de bu mücadele içinde tanıdık. Adında halk, emek, komünist, işçi bile yazsa, işçi sınıfı mücadelesiyle değil, sendika bürokrasisiyle işbirliğini tercih edenleri buradan kınadığımızı da açıklamak zorundayız.

İşçi sınıfı öncelikle kendi gücüne güvenmeli, öncelikle kendi iç örgütlenmesini yapmalı, kendi kaynaklarını oluşturmalı ve daha sonra mücadeleye girişmelidir! Çünkü mücadele ayrıştırıyor ve yanınızda olacağını varsaydıklarınızın, an gelip sizinle yan yana olmayacağını da hesap etmek zorundasınız.

İşçi sınıfının bağımsız bir işçi hareketi olabilmesi için, işyerlerinde ve tabanda örgütlü ve bilinçli işçilerin, emekçilerin olması mutlaka gerekli.

İşte bu deneyimlerle, yeni bir mücadelenin başlama işaretini vermek üzere buradayız."

18 Aralık basın açıklaması, 1 Mayıs sonrası süreç sonucunda, militan, mücadeleci, direnişçi işçilerin, çetin deneyimlerden geçtikten ve bu deneyimlerin sonucu olarak çizgileri evirildikten sonra, çok daha net, çok daha gelişkin ve çok daha somut bir biçimde, 1 Mayıs'ta Taksim kürsüsünde ortaya konulan görüşlere geri döndüklerini göstermektedir. Özellikle işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığı, işçi sınıfının kendi öz örgütlülüğünü kurması gerektiği, mücadelenin yayılması gerektiği vurguları ve de genel olarak sendikal harekete ve sendikalizme yönelik yapılan tespitler, bütün ülke işçi hareketi tarihinde belki de ortaya konulmuş en net görüşler arasındaydı. 2. Tekel Direnişi eylemlerinin ciddi sıkıntıları olsa da, elde ettikleri çok büyük bir kazanım olmuştu -ki bu her şeye değerdi: bu hareket, işçi sınıfının mevcut dönemdeki en militan unsurlarının çok ciddi dersler çıkarmalarının önünü açmıştı.

İşçi sınıfının mücadeleleri nasıl doğrusal bir çizgiyle ilerlemiyorlarsa, atılımlar ve geri çekilmeler sınıf mücadelesine nasıl içkinse, mücadelelerin işçilerde oluşturduğu netlik, deneyimlerin sonucu işçi sınıfı içerisinde mücadelenin derslerinin çıkartılması da dolambaçlı bir yol izler. 1 Mayıs sonrası süreçte, militan işçilerin en ciddi kesiminde, yalıtılmışlıktan kaynaklı olarak, bir yandan aktivizmi, öteki yandan ise taban-sendikacılığını savunan bir çizgi ortaya çıkmıştı. Çıkarlarını parçası olduğumuz sınıfımızdan ayrı görmeyen devrimciler olarak, hem geçmişteki yüz yüze görüşmelerimizde, hem de bu yazımızda, yakın zamana kadar hatalı gördüğümüz bu çizgiye yönelik eleştirilerimizi ortaya koymayı bir görev bildik. Öte yandan, bu çizgiyi savunanlar, sendikacılar değil, militan işçilerdi ve de sırf sendikalar karşısında varoluşları bile, sırf mücadeleye içtenlikle devam etmek istemeleri bile, onları düzenin, devletin ve burjuvazinin karşısına koymaktaydı. Defalarca devletin gerek kolluk kuvvetlerinin, gerekse sendikalarının vahşi saldırılarına maruz kaldılar. Hataları olduysa, bunlar mücadele içerisindeki işçilerin hatalarıydı ve ancak yine işçilerin kendilerinin deneyimlerinden çıkarttıkları sonuçlar doğrultusunda düzeltilebilirlerdi. Nihayetinde, bütün mücadele süreçlerinin ve burada farklı unsurların işlevlerinin en net ve kapsamlı derslerini ortaya koyan da aynı işçiler oldular. Bu yüzdendir ki; onların deneyimleri ve deneyimlerinin dersleri sınıfımızın bütününe aittir.

Doğrudur, Tekel mücadelesi yenildi. Tekel işçilerinin çok büyük bir kesimi 4-C'yi imzaladı. Tekel, hükümetin yeni dönemdeki işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarına yönelik başlatmaya niyetlendiği ağır saldırı planı karşısında duran ilk kaleydi. Uzun ve çetin bir mücadelenin ardından bu kale düştü. Sakarya meydanında düzen hüküm sürüyor şimdilerde. Hükümet ise, yeni saldırılarını uygulamak için, 4-C koşullarını işçi sınıfının daha geniş kesimlerine dayatmak için fırsat bekliyor, ellerini kavuşturuyor. Öte yandan sınıf mücadelesi bitmiş değildir. Ocak 1919'da, işçi ayaklanmasının bastırılmasının ardından Rosa Lüksemburg şöyle yazmıştı: "Kitleler mücadeleye hazırdılar ve bu ‘yenilgi'den, tarihsel yenilgiler zincirine yeni bir halka kattılar ki o zincir enternasyonal sosyalizmin gururu ve gücüdür. İşte bu yüzdendir ki bu ‘yenilgi'den geleceğin zaferleri doğacaktır." Aynı durum Tekel'in yenilgisi için de geçerlidir. Tekel yenilmiş olabilir, ama militan Tekel işçileri pes etmemişlerdir ve işçi sınıfının gelecek mücadelelerinde devletin ve onun sendikalarının kâbusu olmaya devam edeceklerdir. Tekel yenilmiş olabilir, ama Tekel'in dersleri işçi sınıfın gelecek mücadelelerine ışık tutacaklardır.

Gerdûn


 

[1] 24 Mayıs'ta Tekel işçileri, sendika konfederasyonlarının 26 Mayıs genel grevine dair tutumlarına karşı çıkarak Türk-İş İstanbul 1. Şube binasını işgal ederek binadan "İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor", "Türk-İş'ten hesap soracağız" yazılı pankartlar sarkıttılar. 25 Mayıs'ta Samsun'da birkaç saat süren işgalin ardından işçiler 26 Mayıs grevinin ardından binaya geri dönebileceklerini ifade ederek eylemlerini bitirdiler. İzmir'de ise Tekel işçileri Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal ettiler. İşçilerin işgaline, kısa bir süre içerisinde onlarla dayanışmak için motorlu taşıt işçileri ve belediye işçileri de katıldı, sonrasında ise mücadele içerisindeki UPS işçileri işgali desteklemek için binanın girişinde eylem yapmaya geldiler. Diyarbakır'da işçilerin Türk-İş binasını işgal edeceğini öğrenen sendikacılar, çareyi binanın kapılarını kilitleyip kaçmakta buldular, işçiler ise bunun üzerine bina önünde oturma eylemi yaptılar. Adana'da binayı işgal etmeye çalışan işçiler polis ve sendikacıların şiddetli saldırısına maruz kaldılar. İşçilere saldıranlar arasında Türk-İş 4. Bölge Başkan Yardımcısı Edip Gülnar da vardı. İşçilere küfürler savuran sendikacıya işçiler "Edip Gülnar'dan hesap soracağız" diyerek yanıt verdiler. Ankara'da ise Türk-İş Genel Merkez binasını işgal etmeye çalışan işçiler önce sendikanın güvenlik elemanları, ardından ise polis tarafından saldırıya uğradılar, altı kişi gözaltına alındı. İşgale destek vermek için yola çıkan Tekel Ankara işletmesi işçileri de yol da alıkonularak gözaltına alındılar. Ankara'da gözaltına alınanlar akşam saatlerinde serbest bırakıldılar.

[2] İstanbul'da ayrıca KESK'in düzenlediği, 3,000 civarı kişinin katıldığı bir eylem, Şişli Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü önünde DİSK'in örgütlediği 400-500 kişilik eylem, sayıları 500'ü bulan Tuzla deri işçilerinin 1 saatlik iş bırakma eylemi, Topkapı Nakliyeciler Sitesi'nde ambar işçilerinin iki saatlik iş bırakma eylemi, Kadıköy Vergi Dairesi'nde ise memurların grevi, ve Kadıköy'de DİSK üyesi belediye işçilerinin sendika konfederasyonlarını protesto ettiği eylem gerçekleşti.

[3] Bunda Muğla'da Kürt öğrenci Şerzan Kurt'un katlinin ardından Türkiye Kürdistanı'nda greve özellikle geniş katılım göstermesinin ve Zonguldak'ta patlama sonrası ciddi bir eylem gerçekleşmesinin payı da büyüktür.

Tags: 

EKAonline-2012

2012 - Ocak

TC Emperyalizminin Kıbrıs'taki Baştemsilcisi Rauf Denktaş'ın Yaşamı ve Ölümü

"Bu ölüler bize lazımdır, dünyaya sesimizi bu ölülerle duyuracağız!" - Rauf Denktaş

"Ömrünü Kıbrıs Türkünün onurlu mücadelesine adamış ve bu uğurda birçok güçlüğe göğüs gererek KKTC'nin kuruluşunu gerçekleştirmiş, daima anavatan olarak dilinden düşürmediği Türkiye'ye samimi ve gönülden bağlılığı ile bugünün ve geleceğin nesillerine ışık tutmuş, örnek olmuş, gerçek bir Türk milliyetçisini kaybettik. Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, merhum Denktaş'ın kişiliğini ve hizmetini unutmayacak, onu daima gönüllerinde yaşatacak ve ortaya koyduğu ideallerin yaşatılmasının takipçisi olacaktır." - 'Kimyasal' Necdet Özel, Genelkurmay Başkanı

13 Ocak 2012 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurucusu Rauf Denktaş öldü. Denktaş, başta, hayatının çok büyük bir bölümü boyunca hizmet ettiği TC emperyalizmine olmak üzere büyüklerine saygılı, fakat elini kana bulamaktan korkmayacak kadar da cürretkar ve hırslı bir politikacıydı. Türk emperyalizminin bir maşası olarak kurulmuş bir çetenin reisliğiyle başlayan siyasi yaşamı, Denktaş'ı cumhurbaşkanlığına, en nihayetinde ise dizi oyunculuğu ve yorumculuğuna kadar götürdü. Ömrü boyunca çıkarlarını savunduğu milliyetçi Kuzey Kıbrıs Türk burjuvazisi ve hizmet ettiği TC devletinin temsilcileri, Denktaş'tan mehtiyelerini eksik etmediler, hizmetle geçen ömründen dolayı minnetlerini ifade ettiler.

1924 yılında, bugünün Güney Kıbrıs sınırları içerisinde Baf'ta doğan Rauf Denktaş, siyasi yaşamına Kıbrıs'ta o zamanlar egemen olan İngiliz emperyalizmi güdümü altında başladı. Eğitimini İstanbul ve Londra'da yapan ve sonrasında Kıbrıs'a bir avukat olarak dönen Denktaş'ı, Kıbrıs'ta Türk milliyetçisi bir siyaset yapmaya ilk teşvik eden tarafın da, adadaki İngiliz güçleri olduğu düşünülmektedir. Bunun nedeni, Kıbrıs'ta, kısmen SSCB, kısmen de Yunanistan güdümündeki Rum siyasi oluşumlarının adanın İngiltere'den bağımsızlığı yönünde çeşitli çabaları olmasıdır. Kıbrıs'ta sıklıkla söylenen bir söz, bu yönelimi doğrulamaktadır: "Rumlar İngiliz'e karşı ayaklanırken, Türkler polis yazıldılar, bütün kavga böyle başladı."[1] Eğitimini bitirdikten sonra 1947'de Kıbrıs' a dönen Denktaş bir süre avukatlık yaptıktan sonra 1949'da Birleşik Krallık Kıbrıs Valiliği'nin resmi bir savcısı olarak çalışmaya başladı. Bu noktada Kıbrıs'taki Türk burjuva siyasetinde, iki önde gelen kişilik etrafında bir kutuplaşma olmuştu: bu kutuplardan bir tanesinin başını Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu başkanı Faiz Kaymak, diğerinin başını ise Kıbrıs Türktür Partisi başkanı Fazıl Küçük çekiyordu. Fazıl Küçük ve partisi, Rumlara karşı sert bir Türk milliyetçisi çizgiyi izlerken, Fazıl Küçük Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu'nu Rumlara ılımlı, Türkiye ve İngiltere'ye ise kısmen mesafeli bir çizgide yönetiyordu. Esasında daha İngiltere'de öğrenciyken ilişkiler geliştirdiği Fazıl Küçük'e daha yakın duran Rauf Denktaş'ın 1957'ye kadar Kıbrıs Türk siyasetinde oynadığı rol, Fazıl Küçük ile Faiz Kaymak arasında bir arabulucuk biçimindeydi. Öte yandan 1957 sonlarında Faiz Kaymak Türk Kurumlar Federasyonu'nda hem Türkiye hem de İngiltere tarafından istenmeyen adam haline gelmişti ve bu yüzden koltuğundan indirildi. Onun yerine hem Faiz Kaymak'ın hem de Fazıl Küçük'ün desteği, ve İngiliz ve Türk devletlerinin onayıyla Denktaş gelecekti. Aynı dönemde, İngiliz güçlerinin onayıyla savcılıktan istifa edecek olan Denktaş, Türk Kurumlar Federasyonu'nun başkanı olduktan sonra arabulucu rolünü bırakarak aleni bir biçimden Fazıl Küçük'ten saf tutacak ve onun görüşlerini açıktan açığa savunmaya başlayacaktı.

Denktaş, 1 Ağustos 1958'de, Genkurmay'ın Özel Harp Daire'sinde ve dönemin TC Başbakanı Adnan Menderes'in bilgi ve onayı dahilinde kurulan Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurucularından bir tanesi olacaktı. Dönemin Türk yetkilileri Fazıl Küçük'le yaptıkları görüşmeler sonucu, o zamana kadar Kıbrıs'ta, Rum milliyetçisi EKOA çetesine karşı ortaya çıkmış Volkan örgütü ve benzeri Türk milliyetçisi çeteleri bünyesinde toplayacak ve TC emperyalizminin mutlak kontrolü içinde tutacak böylesi bir yapının gerekliliğine kani olmuşlardı. TC'nin kendi sınırları içerisinde karanlık işlerini yürütmek amacıyla kurduğu çeşitli çetelere, kullandığı bozkurt simgesinden üyelerine verdiği mücahit ünvanına herşeyiyle benzeyen bu ırkçı oluşum, bu tarihten sonra Kıbrıs'ta Türk emperyalizminin en önemli organı olacaktı. TMT kurulmadan önce de zaten Kıbrıs'ta Rumlar ile Türkler arası etnik çatışma şiddetlenmekteydi. 27-28 Ocak olayları olarak tarihe geçen olaylarda, Dönemin Bozkurt Gazetesi'nin "İngiliz Taksim'i kabul etti" manşeti sonrası Türk nüfus sokaklara dökülmüş, Rumlarla çatışmalar gerçekleşmiş, pek çok insan hayatını kaybetmişti. Rauf Denktaş, bu ölümlerin gerekliliğine dair ünlü sözlerini bu olaylardan sonra söyleyecekti. Kuruluşu sonrasındaki yıllarda TMT, pek çok kişiyi süikast edecek veya bombalı saldırılarla katledecekti. TMT'nin kurbanları arasında yalnızca Rumlar yoktu: sol eğilimli ve Rumlarla Türklerin birarada yaşayabileceğini savunan Türkler de TMT'nin hedeflerinin başında gelenler arasında olacaklardı.

Denktaş'ın TMT için önemi 1960'lar boyunca giderek arttı - öyle ki 1964 ile 1968 arası adaya girmesi hükümet tarafından yasaklandı. Öte yandan yasağının kalkmasından sonra Kıbrıs'a dönen Denktaş, sonraki yıllarda Fazıl Küçük'ün sağlığının da kötüleşmesiyle, Kıbrıs Türk milliyetçisi hareketinin tartışılmaz reisi olarak öne çıkacaktı. Denktaş, 1970 seçimlerinde Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi'nin Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına seçildi, 1973′e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavinliği ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanlığı yaptı. 1974'te Ecevit'in başını çektiği sol-milliyetçi TC hükümetinin gerçekleştirdiği emperyalist işgal ise, Denktaş'ı daha da yukarılara çıkartacaktı. 3 Şubat 1975′te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra Denktaş devlet ve meclis başkanı görevlerini yürütmeye başladı, 1976′da yapılan genel seçimlerde de devlet başkanlığına seçildi. Türkiye'de gerçekleşen 12 Eylül darbesini fırsat bulan Denktaş, 1983'te ani bir operasyonla bağımsız bir devlet olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etti. Denktaş bu tarihten 2005'e kadar TC'nin Kuzey Kıbrıs'taki kukla devletinin cumhurbaşkanı olarak kaldı. Cumhurbaşkanlığının son döneminde Kıbrıs meselesine dair görüşmelere katılan Denktaş, ulusal sorunun kapitalist düzen çerçevesinde çözülemeyeceğinin komik bir resmini çizecekti. Otuz yıllık iktidarının ardından en sonunda çekilmek durumunda kalan Denktaş, ömrünün son yıllarını Türkiye'de dizi oyunculuğu ve dizi yorumculuğu gibi deneyimler yaşayarak geçirdi.

13 Ocak 2012'de öldüğünde hiçbir siyasi gücü kalmamış, sözde "kurtardığı" Kıbrıs Türk nüfusunun çoğu tarafından dahi sevilmeyen bir adamdı Rauf Denktaş. TC emperyalizminin çıkarları uğruna onlarca insanın kanını dökmüş milliyetçi katillerden sadece bir tanesiydi. Burjuva siyasetinin eceliyle ölen bütün siyasetçileri gibi, ölümü pek birşey ifade etmiyordu, yapacağını yapmıştı zaten. Öte yandan Rauf Denktaş'ın ölümünün acı bir hissiyat bırakan tek yanı, böylesi bir adamın İstanbullu Rum futbol efsanesi Lefter Küçükantonyadis'in hayata gözlerini yumduğu gün ölmesi oldu. Ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin alçakça aşağılamalarına ve saldırılarına maruz kalan Lefter, 6-7 Eylül 1955 "Kıbrıs Türktür!" sloganlarıyla İstanbul'daki Rum, Ermeni ve Yahudi'lerin evlerine saldıran it sürüsünün kurbanlarından bir tanesi olmuştu. Ona bunu yapanların kim olduğunu soran Fenerbahçe taraftarlarına da "Benim intikamla işim olmaz" diyebilecek bir kişi olan Lefter'in, Rauf Denktaş gibi bir adamla aynı gün ölmesi, bu iki ismin bir arada anıldığı adaletsiz bir manzara oluşturdu.

Yine de burjuvazinin çığırtkanlarının ağzından çıkanları iyi okuyan, bu iki ismin bir arada anılırken dahi ne kadar farklı görüldüğünü gözler önüne seriyor. Lefter Küçükantonyadis için takınılan genel "Rumdu ama iyiydi" tutumu arkasında hala onlarca yıl önce İsmet İnönü'nün sarfettiği "Lefter'i severim, ama Lefterleri sevmem" sözlerini saklıyor.

Ve bir yandan da milliyetçi katil Rauf Denktaş'ın hizmet ettikleri ve yolundan gidenler, arkadasından "Türk oğlu Türk, gerçek vatan evladı, kahraman bozkurt, şanlı mücahit" diye uluyorlar.

Gerdûn

Tags: 

Uludere'de Devlet Terörü

Önce internetten, Uludere'de kaçakçılık yapanların bombalanarak öldrüldüğü üzerine haberler yayılmaya başladı. Ortada bir çok rakam dolaşıyordu ve sanki bunlar nefesi kesilen, buz gibi soğukta ılık kanı akan ve ölen insanlar değildi de sadece rakamlardı. Bu insanların hepsi birer hayattı, kimisi dersane parası biriktirmek için gitmişti sınırın öteki tarafına, kimisi savaşta kaybettiği babasının yerini almak zorunda kaldığı için gitmişti. Sadece kazandıkları elli liraydı. Kürdistan'da bu parayı bile kazanmak oldukça zor olsa gerek ki bu yaştaki insanlar yaşamları pahasına katırlar sırtında yük yerine kendi cesetlerinin taşınacağı bu tehlikeli işi yapmaya mecbur kalmışlardı. Belki de bu işi yaptıkları için kendilerini şanslı sayıyorlardı, kimbilir.

Belki bir çoğumuz ilk defa "Sarhoş Atlar Zamanı"[1] filminde tanıdık sınırın iki tarafında katırlarla taşımacılık yapan bu çocuk işçileri. Herşey taşınıyordu katırların sırtında; otomobil lastiği, elektronik eşya, sigara ve daha bir çok şey. Orada anlatılan hikaye de gerçek yaşam üzerine kurulmuştu. Kaçakçı denilen bu çocuk işçiler, İran ordusu tarafından taciz ediliyordu ya da doğrudan hedef alınyordu. Filmde anlatılanların kurgu olmadığı, yaşadığımız bu acı deneyimle gözler önüne serildi.

Uludere katliamı burjuvaziyi ve onun gerçek yüzünü tanımak bakımıdan çok acı bir deneyim oldu. 35 genç insanın hiç düşünmeden katledildiğini gördük; bu durum da insanlığa bir kez daha kapitalizmin ve onunun siyasi emellerinin vahşetini gösteriyor. Biliyoruz ki; Kürdistan'da buna benzer olaylar daha önce de yaşandı. Belki ölenlerin sayısı bu kadar çok değildi ama birer birer insanlar öldürülüyordu. Ceylan Önkol'un havan topuyla öldürülmesi ve yine Hatay'da keklik avına çıkan köylülerin öldürülmesi olayları bunun en yakın örnekleri.

Aylardır süren askeri operasyonları cevvallikle ve yarışırcasına veren burjuva medya Uludere'de yapılan katliamı ilk önce sakladı, sonrasında ise yayınlamak zorunda kaldı. Elbette ki sansür devlet eliyle uyygulandı ve bu konuda bir kaç çatlak dışında burjuva medya su sızdırmadı, aynı zamanda sınıfsal konumunun gereği görevini söz birliği etmişçesine yerine getirdi. Katliam duyulduktan sonra ise kaçakçılığın Türk Devleti için ne kadar tehlikeli ve zarar verici bir faaliyet olduğunun propagandası yapıldı.

Katliam, istihbarat kazası olarak servis edildi. Mesele "istihbarat hatası" denilerek hedef saptırılmaya çalışıldı. Her zaman askerin geçişine izin verdiği bu iş, olayın yaşandığı gün askerin sınırdan geçiş sırasında ateş açıp geriye dönmelerini sağlaması katliamın hiç de istihbarat kazası olmadığını gösteren sadece bir veri ve buna benzer bir çok veri söz konusu. Daha fazlasını bilmek isteyenler bu adrese bakabilirler.[2] Tüm bunların hepsi bu katliamı haklı çıkarmaya yaramayacaktır. Bu çabaların beyhude olduğunu onlar da adları gibi bilmekteler.

Hükümet ve burjuva medya katliamın üstünü örtmek ya da meşrulaştırmak için kaçakçıların PKK adına çalıştıklarını döne döne söylüyolar. Bu bakımdan meseleyi PKK ile savaş eksenine çekmeye çalışıyorlar ve bunu da Kürt düşmalığı üzerine kurulmuş bir milliyetçilikle yapıyorlar. Yine sarıldıkları insanlığın yüz karası ve belası milliyetçilik. Meşrulaştırılmaya çalışılan bu katliamla başka katliamların da zeminini oluşturmaktalar. Zaten burjuvazi savaş uçağıyla olmasa da dolaylı yollarlar da katliamlar ve cinayetler işlemekte; zira bu onun sınıfsal konumu ve çıkarları gereği. Sadece Uludere'de değil, selde can veren kadın işçiler, Bursa'da yanarak ölen kadın işçiler, madende ölen işçiler ve erkek egemen anlayıştan kaynaklı işlenen kadın, eşcinsel cinayetleri kapitalizmin vahşeti ve sonucudur.

Kürdistan'da yaşanan bu emperyalist savaş ürünü katliamlar devam edecektir. Milliyetçilik üreten bu emperyalist savaş ancak Kürt ve Türk işçi sınıfının entenasyonal mücadelesiyle son bulabilir.

Gül


1 https://tr.wikipedia.org/wiki/Sarho%C5%9F_Atlar_Zaman%C4%B1
2 https://bianet.org/bianet/siyaset/135160-13-soruda-uludere-katliami

Şiddet Eleştirisi ve Onun Biricik Hümanizması

Yakın bir sempatizanımızın demokrasi aldatmacısını eleştirmek amacıyla kaleme aldığı bu yazıyı internet sitemizde yayınlıyoruz. Görüşlerimize yakın hisseden okuyucularımızı da bize yazılarla katkı sunmaya davet ediyoruz. - EKA

Şiddetin güçlü-bağımsız bir sol olmamasından kaynaklandığını düşünenler, düşüncelerine ikna olmamızın onların düşüncelerinin yükseldiği maddi temelleri inkar etmemizi öncellediğini göremiyorlar 1. " İdeal demokrasi"'nin, yalnızca parlamenter solu eksikmiş biçimindeki naif düşünce, kendi niyetini biz uğraşmadan kendisi gösteriyor. Eleştirinin eleştirisini gerektiren bu daveti elbette geri çevirmeyeceğiz. Hümanizme yönelen bu naif el, bizim o eli bırakmak istememizin nedeni ve sonucu oluyor, bu elin tuttuğu bir kuşun daldaki iki kuştan yeğ tutulmasının mantıki sonucuna varmamızı kolaylaştırıyor. Şiddet katı-amansız-neçayevvari bir şiddetin o pure demokrasi adına eleştirisi, o şiddetin asıl maktullerini, o şiddetin üzerinde yükselen bir sınıfın maruz kaldığı amansız-uçsuz-bucaksız şiddetin günbe gün emeğinin nesnesine dönüşen o öznenin basit bir temsiliyeti sorununa dönüşüyor ellerinde 2. Dışarıda ‘dağınık, başıboş, patlamaya hazır olmamızdansa'- deleuz'ün dile getirdiği biçimiyle bir köksüzlükten ziyade- parlamentonun soğuk duvarlarında sözde temsiliyetimizin tercih edilişinin kibar ifadesine dönüşüyor: ‘ Haydi Parlamentoya'. Bugün şiddet temsil edilememenin öfkesi biçiminde önümüze bir kez daha, ancak bu sefer naif bir hümanizmden de öte, bizler onu bir kez daha saf bir biçimde kabullenelim diye zekice sunuluyor. Bu saf hümanizm şiddetin eleştirisini, ‘bakan'ların gözünden dünyayı bir kez daha küçük düşürürken, bizler kendi düşüncelerinin yükseldikleri maddi-temelleri gözümüzün içine, bizler onun "gerçek" anlamını anlayalım diye sokuyorlar. Bugün o parlamenter-sol'un işçi sınıfını nasıl savaşlara sürüklediğini ezkaza unuturken, hatırlamamızı sağlıyor;2. Enternasyonal'in kendi burjuvalarının arkasında ‘en azından' savaş bitine kadar ‘ vatan savunmasına' giden dikenli yolları, şiddetten arınmış ‘demokrasi' taşlarıyla örüyor, biz o taşlı yollarda bir kez daha tökezleyelim diye. Katıksız şiddet eleştirmenleri düşünceye özgürlük sloganlarıyla yansak da dokunacağız katı iradesini, tecridin-yalıtılmışlığın-yabancılaşmanın, bilinçsiz bir şiddetin ürünü olan (eylemleri gördüğünde) şiddetin bilincine varıyor, eleştiriyor, imtina ediyor ve bu katı irade pasifizme dönüşüyor, ve tekrar şiddetin bilincini keşfetmek üzere buharlaşıyor; o şiddetin eylemleri buharlaşsın diye, bugün şiddetin katıksız eleştirmenleri, jakoben timsallerini karşılaştırırken, onların sınıfın içine uzanan Truva atı olduklarını teslim ediyorlar. Ancak bunu onun yerini alacak yeni Truvaları sınıfın içine uzansın ve hiç yer değiştirmesin diye demokrasi adına yapıyorlar. Şiddetin onlar nesnel olarak, devekuşunun başını kuma gömmesi gibi, bir kez daha demokrasi mitosunda ‘özgür yurttaşlar' olarak ölelim diye yapıyorlar. Bizler günbegün ölürken, onlar arkamızdan timsah gözyaşlarıyla yıkadıkları musalla taşlarını, taziye evlerini bu katıksız şiddetin, şiddetin katıksız yadsınması adına mahkum ediyorlar. Bizler bir kez daha sınıfımızın ölülerini yaşatalım diye, zombilerin fantastik bilim-kurgusunda parlamentarizmi gerçek kurtuluş sanmamız için.

Ulusal yanılsama içinde ayrıksı otları, kendini ikili bir dille ifade ediyor. Laisizmi, ‘geri olanın' ilerlemesi adına tanrılaştırıyor, kendi ‘geriliğini', kendi dogmatizmi ve kutsal savaşının dinine dönüştüğünü göremiyor. Bu çelişkinin anti-tezi, kendine karşı kullanılan silahı ona yöneltme becerisi ve kurnazlığını göstermekte bir adım geri durmuyor. ‘Bakan'ları dinsel özgürlüğü, sırf bakan körler olmamız için, acının öte dünyaya yansımasını meşru görelim diye yeniden kuruyor. Burada eleştirdiğini/yerdiğini, ekvatora yaklaştıkça, çölde susuzluktan sersemlemiş avının peşinde gezen akbaba çevikliğiyle, övüyor. Kureyş ittifakının; kız çocuklarının diri diri gömülmesi ( trajedi), Medine ittifakına dönüşmesine; laisizm güzel şey kardeşim! (komedi)3 tanık oluyoruz, bir farkla: kendi anladığı biçimiyle yeni Truvaları sınıfın içine sürmek için, demokrasi adına... Katıksız şiddet eleştirisinin temeli barış dolu bir dünya bulma ümidiyle, o çölde seraplar görmeye devam ediyor, barış suyundan içmek için yüzünü her çevirişinde, karşılaştığı bir kez daha yalnızlık ateşi oluyor. Sorunun kaynaklarına inmek için, yanılsamasının bulutlarından inmesi gerektiğinin farkında olmadan ( ya da sorunun kaynaklarına inmemek için yanılsamasının bulutlarına çıkması gerektiğini sanıyor); bir kez daha atlıyor ‘sivil toplumun' hayali kucağına. Barışı geciktirmek için, onun acil bir sorun olarak önüne gelmesini bekliyor, bombaların patlamasını, bebeklerin daha doğmadan toprağın rahmine dönmesini/düşmesini. Bizse sorun bir gerçekliğe dönüşmeden, onu kaldıramayacağımızı biliyoruz. ‘Birarada nasıl yaşayabiliriz ?' sorusunun yüklemi cevabın öznesini gizliyor. Biz açalım onu: Öncelediği, birey, ‘özgür birey', çalışmak ya da aç kalma özgürlüğü. Bu özgür bireylerin bir aradalığı, barışçıl hayatın, hümanizmanın, kendi arasından gücü temsil edecek ve onu adil kullanacağını varsaydığı daha üst bir güce havale etmesi, onu ertelemesi. Toplumun birbirine uzlaşmaz bir çelişkiyle bağlı olan karşıt sınıfları bir tarafta ‘üniterizm', öteki tarafta ‘otonomizm' harcıyla yoğruluyor, bu harcı karan milliyetçilik küreği ikisinin tek ortak yanı. Jönlerimizin bu tabloda gördükleri eksikse sol'un parlamentarist olmayışı. Peki, Hobbes'tan beri, bu çok saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler, neden bir adım daha atmak istemiyorlar? Görmedikleri, görmekten imtina ettikleri nedir? Koşulların dondurduğu bu insanlar bir körlük histerisine mi kapıldılar? Hayır. Onların düşüncelerinin dayandığı bu ‘maddi temelleri' sorgulamak, önceden gerçek olanın şimdi-burada- şu an gerçekdışına dönüşmesinin izini takip etmeyi gerektiriyor. Gerçekliğin tuğlasını, o duvarlar yıkılmasın diye çekemeyen bizler*, işte şiddete o duvarların yükseldiği temelleri yıkmak için bir seferliğine, kaçınılmaz olarak başvurulacak tarihsel bir zorunluluk olduğunu bilerek başvuracağız. İşe katıksız şiddet eleştirisinin ‘maddi temellerine', eleştirinin katıksız şiddetini yönelterek başlayacağız.

*M.Ağar'ın Güldal Mumcu'ya, eşinin faillerini neden açıklamayacağını ifade ettiği o donuk analoji.
1https://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=106...
2https://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&Articl...
3 R.T.Erdoğan'ın Kuzey Afrika gezisinde laiklik hakkındaki görüşleri, https://www.birgun.net/actuel_index.php?news_code=1316188189&year=2011&m...

2012 - Şubat

Güney Afrika'da İşçiler, Patron ve Sendikaya Karşı Mücadele Ediyor!

"(...) Siyasal ve ekonomik grevler, kitle grevleri ya da kısmi grevler, gösteri ya da mücadele grevleri ayrı ayrı sektörleri ya da tüm kentleri etkileyen genel grevler, barışçı talep mücadeleleri ya da sokak savaşları, barikat çarpışmaları - bütün bu mücadele biçimleriyle birbirleriyle kesişir ya da yakınlaşır, iç içe geçer ya da biri diğerine taşar." (Kitle Grevi, Siyasi Partiler ve Sendikalar, R.Luxemburg)

Bu başlığın konusu, Rustenburg kentindeki dünyanın en büyük platinyum üreticisi ve 17 bin 2 yüz işçinin bulunduğu şirket Impala Platinium'da, Ulusal Maden İşçileri Sendikası'nın (NUM) yaklaşık 5 bin kişilik bir işçi topluluğu ile, maaşların arttırılması yönündeki isteklerinin patron tarafından reddedilmesi. İşçiler patronun %18'lik arttırımına karşılık grevi devam ettirmek istemesi ile 5 haftadır düzen güçleri tarafından durdurulamıyor. Kaldı ki; bunun için yüzlerce polisi grev alanına yığmakta gecikmeyen devlet çatışmalarda iki işçinin de ölmesine neden oluyor. Bundan önce 12 Ocak'ta, işçilerin başlattığı eylemlerin hemen ertesinde gerçekleşiyor bu grev.[1]

Ancak geçen iki hafta boyunca hiçbir resmi açıklama yapılmaması nedeniyle işçiler artık üye oldukları NUM ile görüşmeleri sürdürmek istemiyor. Böylece sendika olmadan kendi mücadelelerini kendilerinin yürütebileceklerinin sinyallerini veriyor ve öyle de oluyor. Bunun üzerine bir grev komitesi kuran işçilerin gönderdiği temsilciler ile patron görüşmek istemiyor. Patronun yaptığı açıklamaya göre sendika ile kendileri ücret artışı miktarı konusunda daha başından anlaşmış durumda. %18'lik artış yerine şu anda 6 bin Rand[2] olan maaşlarının 9 bin Rand'a çıkartılmasını isteyen işçiler ile sendika gelip konuşmaya çalışıyor ve şunları söylüyorlar:

"Bu bir işe alım stratejisiydi. Biz sizinleyiz ve talepleriniz için ölümüne mücadele edeceğiz." [3]

Bir süre sonra grev, iki rakip sendikanın rant alanı haline gelmeye başlıyor. NUM 2009'daki bir grev hareketini de yine aynı şekilde kırmak istemesi ve bunu başarması, işçilerin giderek güvenini sendikaya karşı yitirmeleri ve NUM'ın işçileri ikna etmek için söylediği "yeni ücret görüşmelerini başlattık" yalanını takiben bu Implats tarafından yalanlanıyor ve işçiler ile sendikanın eylem birliktelikleri ayrılıyor. 2003'te NUM'dan ayrılan sendikacıların kurduğu Maden ve Yapı İşçileri Birliği (AMCU) işçilerin patron ile görüşmesinin engellenmesi üzerine ortaya çıkıyor ve grev komitesi ile bu sendika bir ittifak yaptıkları söyleniyor. Ancak Implats yine bir açıklama yapıyor ve kimsenin sendika adına kendileriyle görüşmediğini söylüyor.

Sonuçta patron sendika ile görüşmek istiyor. Karşısında Güney Afrika devleti tarafından yasalarca tanınmış bir sermaye aparatı sendika ile müzakere etmek, işçilerin mücadelesini teslim almak ve grevi bitirerek bir an önce işçilerin işyerinde yarattığı bu "huzursuzluğu" dağıtarak yeni karlara yelken açmak istiyor. Bunun için de birtakım atılımlar gerçekleştirmiş durumda ve işletmeye yeni işçileri almaya başlıyor.

Buna karşılık olarak eyleme geçen işçiler, işyeri binasını işgal ediyorlar. Ve bu "vahşi kedi" grevi sırasında bir tarihsel komedi yaşanıyor; NUM, "kontrol edilemeyen işçilere kararlı bir müdahalede bulunmaları" için devletin kolluk kuvvetlerini "göreve" çağırıyor. Daha bir süre önce çalışırken kırdıkları taşları müdahale için gelen polis araçları üzerinde "deniyorlar". 350 işçinin gözaltına alınıyor ve 2 işçi de yaşamını yitiriyor.

Tipik sendika manevralarına sahne olan bu "yasadışı grev" sırasında sendikanın yaklaşımına tanık olan işçilerin eylemlerini kendilerinin yönetmeleri ve grevin sürdürülmesi yönündeki kararlılığa rağmen şu anda yaklaşık 8 bin kadar işçi işlerine geri dönmüş durumda ancak eylemler devam ediyor. Burada söylememiz gereken belli başlı birkaç nokta var. İşçiler, sendikaların ranta yönelik manevralarını bariz bir biçimde gözlemleyebiliyorlar. Bunun üzerine kendi organlarını kurabiliyor ve eylemlerini yönetebiliyorlar. Sendikalar arası savaşta da önemli bir olguyu gözler önüne seriyor bu grev. Bir sendika gidiyor; diğeri geliyor.[4] Araç olarak sermayenin genel olarak tercihi sendikalar oluyor ve grevi kırma yönünde ellerinden gelmeyenleri sendikalara yüklüyor ve onlara aslında grev-kırıcı bir misyon atfediyorlar. Böylece sendikalar da grevi kırmak ve arkada patron ile yapılan pazarlıklardan nemalanmak, işletmedeki işçilerden kestikleri aidatlardan olmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sendikalar patron için çalışırken aslında polise sadece fiziki müdahale kalıyor; onlar da bunu yerine getiriyorlar. Her an sonlanma ihtimali taşıyan bu grevin verdiği ders bu yönde. Ama yine de belirleyici olanın işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alarak hareketi yönetmeleri, çeşitli araçlar ile şekillendirmeleri ve sonunda devlet ile karşı karşıya gelmeleri sözkonusu. Yaşanan bu grev aslında;

1 - işçilere işe geri dönün çağrısı yapan sendikaya karşı,
2 - yerel polis karakolunu yakan işçilerin üzerine saldıran kolluk kuvvetleri nezdinde devlete karşı,
3 - en nihayetinde ücretlerinden memnun olmadıkları ve daha iyi bir yaşam uğruna mücadele verdikleri düşman sınıfa karşı, her şeye rağmen devam etmeye çalışıyor.

Buradan hareketle grevin nasıl bir yön izleyeceğini, ülke genelinde ve Uluslar arası anlamda nasıl bir yankı bulacağını bekleyerek ve Güney Afrika'lı sınıf kardeşlerimizle dayanışmamızı, onların bu anlamlı eylemliliklerini selamlayarak, deneyimlerini sınıf içerisinde yayarak vermeye çalışıyor olacağız. İşçilerin dile getirdikleri nasıl bir yolun izleneceğinin de habercisi:

"Öfkeliyim, çocuklarımı okula göndermek istiyorum ancak yapamıyorum; evde yemeğimiz yok. (...) Gıda ve okul aidatları artıyor ancak maaşlarımız artmıyor".[5]

Bunun belirleyicisinin de işçilerin mücadelelerinde kendilerini ifade etme biçimleri olduğunu düşünüyoruz. Son dönem belki de hem patron ile hem de sendikalar ile mücadele eden işçilerin yegane araçları olarak "vahşi kedi grevleri"[6] ön plana çıkıyor da olabilir. Kendi kararlarını kendilerinin aldıkları eylem komiteleri, açık toplantıları ve eylem planlarının da bu grevin gidişatını etkileyeceği kesin gibi. İşçilerin kurtuluşunun kendi avuçları içerisinde olduğunun bir kanıtı bu grev ile dayanışmamızı ilan etmeliyiz ve sınıfın gelecek mücadelelerinde ibretlik bir deneyim olarak hatırlarda tutmalıyız.

Bunçuk

 

1. https://libcom.org/news/armageddon-implats-wildcat-strike-mine-eruptions...

2. Güney Afrika para birimi.

3. https://www.miningmx.com/news/platinum_group_metals/Num-challenged-in-Im...

4. https://dailymaverick.co.za/article/2012-02-22-impala-strike-welcome-to-...

5. https://www.bloomberg.com/news/2012-02-22/impala-platinum-protest-deaths...

6. https://en.wikipedia.org/wiki/Wildcat_strike_action

 

Kürdistan'da Şiddetlenen Emperyalist Savaşa Enternasyonalist Yanıt

EKA Türkiye seksiyonu olarak bir süredir düzenli bir biçimde yayınlamaya özen gösterdiğimiz Kürdistan bölgesindeki gelişmelere dair tartışmaların genel bir sonucu olarak aşağıdaki bildirgeyi yayınlamanın anlamlı olacağını düşünüyoruz. Süregelmekte olan bu emperyalist savaş çemberinde kalmış olan milyonlarca insanın, kimlerin çıkarına canlarını vermeye zorlandığının net ve bir o kadar da genel bir ifadesini vermeye çalışan bildirgemizin esas hatlarını, yine bu bildirgenin başlığında netleştirmeye çalıştığımız ve esas olarak farklı farklı ulusların emperyalist çıkarlarının ekseninde aynı sınıftan kardeşlerini boğazlamaya itilen işçi sınıfının tek çıkar yolu enternasyonalizm eksenli bir sınıf savaşıdır.

Kürt Sorununun Tek Çözümü Enternasyonalist Çözümdür!

1. TC Devleti, hem Kürdistan'da hem de genel olarak Orta Doğu'da emperyalist emeller peşinde koşan bir devlettir. PKK ise, henüz bir devlet olmayı başaramış olsa da Türkiye'deki milliyetçi Kürt burjuvazisinin temel aygıtı olarak bir devlet gibi hareket etmektedir; faaliyet alanında bir devlet gibi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır ve şu veya bu noktada TC emperyalizminin rakibi olan şu veya bu emperyalist devletin doğrudan veya dolaylı desteğine dayanmak durumundadır. Böylelikle de, güçleri emperyalist TC'ye kıyasla daha zayıf, çıkarları ise daha dar olsa da, dünya emperyalizminin TC kadar bir parçası konumunda bulunmaktadır. Kürdistan'da son aylarda şiddetlendikçe şiddetlenen bu savaş, halihazırda dünyada devam eden bütün savaşlar gibi emperyalist bir savaştır. Efendilerinin çıkarları için ölmek veya sınıf kardeşlerini öldürmek ise ne Türk işçilerin, ne de Kürt işçilerin çıkarınadır.
 
2. Irak Kürdistanı'nın durumu ve diğer Kürt bölgelerinin durumu, ABD'nin bölgeye girmesiyle değişmiştir. Türkiye ABD'nin bölgesel gücü olarak bir işleve sahiptir, buradan gelen ilişkinin ortağıdır. Bununla beraber Türk burjuvazisi için bu bölge çok kazançlıdır. Güney Kürdistan ile PKK arasındaki ilişki, Türkiye'nin bazı baskıları sonucunda sertleşebilmektedir. Ancak bir taraftan da Kürt halkının yarattığı basınç Güney Kürdistan hükümetini PKK'yi gözetmek durumunda bırakmaktadır. İran Kürdistanı açısından Güney Kürdistan ile böyle bir bağı bulunmamaktadır.
 
3. Kürt sorunu bölgede bir emperyalist politikanın parçasıdır. Bunun iki boyutu bulunmaktadır: İlki ABD'nin bölgeye girmesi, ikincisi ise Kürtlerin bu bölgede kilit bir noktada olmasıdır. Gelişemelere bakınca TC'nin ilişkileri ile ilgili şöyle bir durum tespit etmek mümkündür: Güney Kürdistan hükümeti ile zaman zaman bir ortaklık varken bazen de bu ilişkiler bozulmaktadır. Bunun arka planında ise ABD'nin petrolü geçişi için tasarladığı Nobacco projesi yatmaktadır. 2007'deki 5 Kasım görüşmelerinden itibaren Türkiye'nin perspektifi değişmiştir. Önceden tamamen askeri yöntemlerle ilerlenirken sonrasında demokratik açılım diyerek aslında görünürde daha farklı bir biçimde ilerlemeye başlamışlardır. Bunun arka planında ise Nobacco planının güvenliği yatmaktadır. Bölgenin istikrar kazanması için bu sorunun bir şekilde normalleşmesi gerekmektedir. İleriye dönük stratejik ortakları olan Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki sorununun çözülmesi istenmektedir.
 
4. Bütün bunlara rağmen esasında AKP iktidarı döneminde bütün o açılım iddialarının, demokrasi laflarının ardında, eski savaş politikasının aynısı devam etmiştir. Süreç içerisinde binlerce kişinin KCK davasından tutuklanması, ateşkes dönemlerinde PKK'liler geri çekilirken yüzlerce gerilla arkadan vurularak katledilmiş, Kürtlerin yaptıkları eylemlere pek çok kişinin yaralanmasına neden olan ve kimilerinin öldürülmesiyle sonuçlanan sert polis saldırıları yapılmış, Türk şehirlerindeki Kürtlere karşı toplumsal baskı teşvik edilmiş, linç girişimleri yaşanmıştır. AKP hükümetinin stratejisi önceki hükümetlerle aynı olsa da, taktikleri önceki hükümetlerden bir hayli farklı olmuştur. Hükümet, özünde aynı baskı politikasını sürdürürken bir yandan ayak oyunları ve göstermelik jestlerle görünürde Kürt hareketinin Türkiye siyasetindeki temsilcilerini, arka planda ise PKK'yi oyalamak gibi bir hayli hırslı bir plana girişmiştir. Oyunun son parçası ise bütün bunlara ek olarak Türkiye Kürdistanı'nda muhtelif gıda, ev eşyası ve benzeri yardımlar yaparak ve dini ideolojiden beslenerek Kürt hareketinin kitlesel desteğini ele geçirmek noktasında olmuştur. Bu nokta AKP hükümetinin planının belki en kritik noktası olmuştur; zira devletin geri kalanı gibi onlar da nihayetinde PKK'nin salt silahlı güçle alt edilmesinin mümkün olmadığının farkındadırlar. Bu yüzden Türkiye Kürdistanı'nda önce PKK'ye alternatif, sonra da ondan baskın ve onu marjinalleştirecek bir güç olmaya çalışmayı hedeflemişlerdir; fakat bu Osmanlı oyunu nihayetinde AKP hükümetinin elinde patlamıştır.
 
5. Bu planın tutmamış olmasının nedeni Kürt burjuvazisinin oyuna gelmemiş olması değildir, aksine Kürt burjuvazisi uzunca bir süre "oltaya gelmiştir". Kürt burjuvazisinin Türk devletine eklemlenmek ve Türkiye Kürdistanı'nda, TC devletinin bir parçası olarak hükmetmek stratejisi, onu sırf masada tutmak pahasına rakibinin pek çok hamlesini sineye çekmeye zorlamıştır. Öte yandan nihayetinde Kürt burjuvazisi güçlü bir karşı hamle yapmıştır: "30 yıldır savaşıyoruz, bunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini biliyorsunuz, bir kez daha hatırlatalım ve müzakere masasına dönelim." AKP hükümetinin benzeri ayak oyunlarıyla alt ettiği güçlerden farklı olarak Kürt burjuva hareketinin böylesi bir hamle yapabilmesinin arka planında, Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisinin bir parçası olmaması; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvazi olması yatmaktadır.
 
6. Bununla birlikte, Kürt burjuvazisi de bölgeye sermayenin gelmesini istemektedir. Bu açıdan Kürt burjuvazisi ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları ortaktır. Alarko şirketlerinin patronu işadamı İshak Alaton'la birlikte katıldığı bir konferansta Leyla Zana'nın sarfettiği "Bugüne kadar Kürtleri hep simitçi ya da ayakkabı boyacısı olarak gördüler" sözleri, Kürt burjuvazisinin serpilme hırslarını ifade etmektedir ki bunun için Kürt burjuvazisinin Kürdistan'a dış yatırım yapılmasına ihtiyacı vardır.
 
7. Türk burjuvazisi ayrıca kendisine yeni bir imaj çizmek istemektedir. Bu da Türkiye'nin ucuz emek cenneti haline getirilmesini kapsamaktadır. Bunun çok önemli bir kısmını da Kürt işçi sınıfı oluşturmaktadır. Mevcut dönem özellikle kamu alanında yeni uygulamalarla işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına saldırılarının planlandığı bir dönemdir. Sosyal bir devlet görünümü yaratarak artı değerini arttırmaktadır. Bunun bir örneği de Çalışma Bakanlığı'nın her işçi için sendika üyeliğini zorunlu hale getirmeyi planlamakta oluşudur. Kürdistan'da iyi(!) kullanılmayan çok önemli bir artı-değer potansiyeli bulunmaktadır. Pek çok sektörde Kürt işçiler çok düşük ücretlerde çalıştırılmaktadırlar. Bölgesel asgari ücret sistemi ile de Kürdistan'da ucuz emek politikası ortaya konulmaya hazırlanılmaktadır.
 
8. Bütün bu açılımlar ve müzakereler sürecinden sonra gelinen bu nokta, burjuvazinin barışından ancak savaş çıkacağını bir kez daha gözler önüne sermiş, Kürt sorununun çözümünün TC devleti ile herhangi bir uzlaşmadan geçemeyeceğini ve PKK'nin de hiç de alternatif önerebilecek bir yapı olmadığını tekrar ortaya koymuştur. Kürt sorununun çözümü yalnızca Türkiye'de mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü milletlerarası savaşla mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü demokrasiyle mümkün değildir. Bu sorunun tek çözümü, Kürt ve Türk işçilerin Orta Doğu ve tüm dünya işçileriyle birleşik mücadelesinden geçmektedir. Kürt sorununun tek çözümü enternasyonalist çözümdür. Bu sorun ancak sınıf savaşıyla sınırları aşarak çözülebilir. Milliyetçi savaşın barbarlığına karşı enternasyonalizm bayrağını ancak burjuvazi için ölmeyi reddeden işçi sınıfı yükseltebilir.

Yeni Sendikalar Yasası Üzerine Düşünceler

Geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanlığı'nın meclise sunduğu yeni yasa tasarısı kapsamında, sendikalar ve sendikalaşma üzerine birtakım değişiklikler yapılıyor olacağı haber bültenleri ve internetteki haber kanallarında dolaşmaya başlamıştı. "Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı" adı altında yapılması öngörülen bu değişiklere de övgü ve tepkileri de beraberinde getirdi. Meclis Genel Kurulu'na gelmesi sürecinde de, yapılacak olan değişikliklerin hangi düzlemde gerçekleşeceğinin karara bağlanması için de burjuvazinin meclisinin işkolu istatistiklerini de değerlendirmesi gerekeceğine vurgu yapılıyor.

Kimisi "bu yasa, iş ilişkilerini düzenleyecek" diyor, kimileri ise "bu sendikal örgütlülüğün önünde bir engeldir" diyordu. Peki her şey göründüğü gibi miydi diye soranlar için, işçi sınıfına bu yeni yasa tasarısının işçi sınıfının çalışma koşulları adına ne gibi bir "değişikliği" temsil ettiği ve bizim için ne ifade ettiği üzerine biraz düşünelim.

Yeni sendikalar kanununda birtakım değişiklikler arasında en göze çarpan değişiklikler şu maddeler halinde özetlenebilir:

a - Sendikanın bir işkolunda örgütlenebilmesi için en az %10'luk bir üye kesimini kapsaması gerekiyorken, artık bu oran %3'e çekilecek.

Bu madde ile ilgili en büyük tepki, işkolundaki baraj üye sayısı konusunun gündemde olması ile ilişkili. Buna göre, "demokratik" bir ülkede böyle bir şeyden sözedilmesi olanaksız. Bu nedenle kimi sanayisi daha ileri ve gelişmiş kapitalist ülkelerin kokuşmuş sendikal birlikleri, duruma tepki ile yaklaşıyor, barajın kaldırılmasını öneriyor.

b - Mevcut 29 işkolunun içerisindeki kimi sektörler birleştirilecek ve toplam işkolu sayısı %17'ye indirilecek. Bu aynı zamanda halihazırdaki 51 sendikadan 21'inin barajı aşarak üye sayısını koruyacağı, diğerlerinin ise üyesiz kalacağı, aslında de facto bir biçimde kepenk kapatacağı anlamına gelecek.

Buradaki en dikkat çekici nokta da DİSK'in bu kapsamda ne olacağı üzerine. Bu nedenle "sendikaların yönetimi devrimciler ya da devrimci işçiler tarafından ele geçirilirse o sendikalar devrimci olur" arkaik tezleriyle volan kayışlarını bellerine bağlayan burjuva solu yeni propaganda malzemeleri elde etmiş durumda. Tabii ki burada işçi sınıfının çıkarı değil, kendi hareketlerinin sığlığının sınırlarında dolanıyorlar ve yeni kampanya dönemleri organize ediyorlar. Yine tabandaki samimi militanlar, ruhsuz sendika mitinglerinde sıkılacak ve ertesi gün "bildiri-afiş-basın açıklaması" teslisinde kutsanacak ve demokratizmi (sözde) istismar edecekler ve "kitlelere seslenecekler". DİSK de burada yeni kampanyalar düzenleyerek Taksim'de ya da başka merkezi bir lokasyonda birkaç basın açıklaması ile işçi sınıfı ile hiçbir bağı olmadığına inat, sendika tüzüklerinden hadisler okuyacaklar, "mücadelelerinde" yaşamını yitirenler için ritüellerde yeniden motive olacaklar.

c - Tasarıya göre, işletme barajı %40, işyeri barajı ise %50 + 1 olacak.

d - Sendikalara üye olma yaşı 15'e düşürülecek.

Sendikaların girmemiş olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki patronlar ise bu yasa tasarısına tepkili yaklaşıyor ve bu tasarı ile "80 öncesi ve 80 öncesi sendikacılığı"na geri dönüş yapılacağından dem vuruluyor; böylece onlara göre işçilerin sendikalara üye olma oranlarında artış olacak, işçiler çalışmayacak; fazla mesaiye kalmayacak, gerekli artı-değer haddi yeni karlar ile beslenmeyecek ve işletme(ler) zarar edecek.[1]

Bu yasa tasarısı kapsamında DİSK'in herhangi bir işkolundaki mevcudiyeti de sona eriyor olacak. Buna da tepkili olan sendikacılar, "Devrimci" İşçi Sendikaları Konfederasyonu'na yönelik olduğu ifade edilen bu yasaya tepkilerini "Sendikal haklarımız çiğnenemez, DİSK engellenemez!" sloganıyla cevap vermeye çalışıyorlar.[2]

Yeni bir sermaye-emek düzenlemesi ve artı-değerin realize edilmesi sürecinin yaşandığı günümüzde, sendikaların sermaye ile bağları ve tuttuğu yer açısından dikkatli bir irdelemeye konu olmaz ise birçok tuzağın da işçi sınıfını beklediğini söyleyebiliriz. Zamanının yardım sandıkları olarak örgütlenen sendikaların malum güncellikte edindikleri role bakmak için çok da geriye gitmeden Türkiye'deki işçi sınıfının sesi olan TEKEL işçilerinin eylemliliğine bir gözatmamız ve sendikanın tutumuna dair birkaç haber linkini ziyaret etmemiz yeterlidir diye düşünüyoruz.

Üretimin düzensiz, eksik ve kimi zaman hatalı görünümleri yerine, daimi kar ve sürekli iyileştirmenin, rekabet koşullarında ne kadar hayati bir önemde olduğu gerçeğini de burjuvazi iyi biliyor. Bunun için de elinden gelen düzenlemeyi yapıyor. O nedenle bir taraftan Türk-İş'e akacak işçi kitlesinin kendisi ne daha reformist ya da uzlaşmacı bir çizginin esiri sendikal yönetimlerin güdümünde olacak, ne de DİSK (-ki kapatılmasa bile) daha mücadeleci olacak! Çünkü ne Türk-İş ne de DİSK, hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarları için varolmamıştır. Kuruluşları itibariyle ikisi de aynı etin yahnisi niteliğindeki bu sendikaların arasındaki sanal "reformist ve uzlaşmacı / devrimci" ayrımı, ikisinin de örgütlendikleri sektörler ve dönemler üzerine dikkatlice bakıldığında görülebilecektir.

Buna göre, ilk olarak 1952'de kurulan Türk-İş devlet kuruluşlarında üye işçi kaydediyorken, TİP'li birkaç Türk-İş "muhalifi"nin kurduğu DİSK ise önemli sanayi kodamanlarının işletme ve tesislerinde çalışma yürütüyordu. Nispeten yeni yeni serpilmeye başlayan bu büyük sanayi kuruluşlarının karlılığı ile paralel olarak elde edilen "ekonomik kazanımlar" DİSK'in "tuttuğunu koparan bir sendika" imajını yüklenmesinin de önünü açtı ve böylece bugüne kadar gelen ve nedense aşılamayan bir "mücadeleci sendikacılık" heyulası yaratmış oldu. Aslında ne Türk-İş daha az mücadeleci, daha az muhalif ve daha az "devrimci"ydi, ne de DİSK daha çok "işi biliyordu" ve "devrimci"ydi. Her ikisi konfederasyon, o zamanın güncelliğinde böyle bir sahte "ayrışma" içerisine girmiş oldular. Ne de olsa her ikisinin de kimliğini biliyorduk; birisi bizzat devlet eliyle teşvik edilen bir sendikal anlayışın yansıması olarak faaliyet yürütüyor, bir diğerinin kurucusu da 15-16 Haziran'da gerçekleşen ve etkisi birkaç ili kapsayacak derecede işçi sınıfının mücadele dinamiklerini besleyen ayaklanmalar sırasında işçilere "evinize dönün!" çağrısı yapıyordu. Her ikisi de sermaye-sendika evliliğinin uğursuz ürünleri, her ikisi de "emek barışı"nın ve emeğin rasyonalizasyonu, düzenlenmesi ve azami kar birliğinin sentezleriydi.

O nedenle üzerine çok yaygara kopartılan şu Sendikal güç Birliği Platformu dikkatlice izlenmelidir. Türk-İş'e muhalif olacağız derken genel kurullar sonrasında efendilerinin önünde ceket ilikleyenlerden bu yasa tasarısı ile ilgili yeni süreçte gelecek olan tepkilere odaklanmak gerekir. Nitekim böyle bir şeyin olmayacağını biliyor olsak da, aslında işin merkezinde duranın işçi sınıfının türlü yollar oyalanması, oyuna getirilmesi olduğunu söylemek istiyoruz. Yapısal bir sorundan öte tarihsel bir sorun olarak sendikaların işlevlerini yitirmiş olmasının bir ifadesi olarak sendikacılık ve ona muhalifçiliğin de son çırpınışlarıdır SGBP.

Bir taraftan yeni yasa tasarısı aslında devlet kapitalizminin yeni bir emek organizasyonu ekseninde, mevcut birikimine yoğunlaşmasının bir aracı olacak. Zaten bütün eleştiri ve alkışlar da bunun için. Yeniden ve yeniden burjuva demokrasisinin üretimi ile işçi sınıfı için mücadele ediliyor olduğu yanılgısı mahçup sendikacılar ve savunucuları ile burjuva solunun yeni dönem malzemeleri olacaklar. Sınıfın artık reformlar yönünde giderek inancını yitirdiği ancak bu eğilimin de negatif yönde evrilmesiyle, giderek (özellikle Türkiye işçi sınıfı nezdinde) mücadelenin sadece kendi ellerinde yükseleceği gerçeğinin daha da açığa çıktığı bir süreçte, sendikalar için mücadele etmek ile sınıf için mücadele etmek arasındaki keskin ayrım daha da netleşecek. Aslında işçi sınıfını ve onun mücadelesini satacak daha az ya da daha çok sendikanın varolması bir anlam taşımıyor; esas olan sendikaların günümüzde neyi temsil ettikleridir.

Bu ayrımı ortadan kaldıracak olan ise sermayeye ve sendikalara karşı işçi sınıfının bilinçli eylemleri gündemde yerini alacak. Bunun dışındaki bütün hayaller ise düzenin yeniden kendisini üretmesi ile sonuçlanacak. Yarın yine işyerinden kötü çalışma koşullarını, düşük ücretleri ve yitip giden sosyal hakları için yeni yollar arayan işçi sınıfının arkadan pazarlıklar yapan sendikaları ile mücadelesine tanık oluyor olacağız. Sonucun belirleyicilisi yine işçi sınıfının elinde yükselecek olan, yasadışı grevleri ve spontan eylemlilikleri ile işçi sınıfı mücadelesi ile sendikaların meşhur o artık meşhur sahte (genel) grevleri arasındaki o ince çizgide varolmaya devam edecek. Yani yine geleceksizlik üreten bir sisteme karşı savaşımında işçi sınıfı ile (sözde) tarihin, ideolojilerin ve insanlığın (sözde) "sonu" kapitalizmin açık/gizli mücadelesine tanık oluyor olacağız.

Bunçuk

1- https://yenisafak.com.tr/YurtHaberler/?i=366362

2- https://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=1287

İşgal Edilmiş Atina Hukuk Fakültesi'nden Bildirge (9 Şubat): Kendimizi Özgürleştirmek İçin Ekonomiyi Yıkmalıyız

Siyasi ve finansal gösteri artık kendine güvenini kaybetmiştir. Eylemleri tamamen çırpınmalardan ibarettir. Toplumsal uyumu korumak işinin başına geçen “acil durum” hükümeti emeği zapt etmekte başarısız oluyor, aynı zamanda nüfusun tüketim gücü de düştükçe düşüyor. Devletin, Yunan ulusunun uluslararası finans dünyasında hayatta kalmasını sağlamak amacıyla getirdiği yeni önlemler, emek dünyasına yapılacak ödemelerin tamamen dondurulması anlamına geldi. Şimdi artık yalnız kağıt üstünde olan asgari ücretin düşürülmesi, doğrudan veya toplumsal bütün maaşların kesilmesiyle uyum içerisinde geliyor.

Yeniden üretimimizinin bütün maliyetleri ortadan kalkıyor. Sağlık yapıları, eğitim kurulları, “refah” yardımları ve bizi egemen düzen içinde üretken kılacak herşey şimdi tarihe karışmış durumda. Bizi sıkıp herşeyimizi çıkarttıktan sonra, şimdi bizi doğrudan açlık ve sefalete atıyorlar.

Her türlü ücretin lağvının güvenceye alınması, yasal düzeyde, bir “özel, kapalı hesap” yaratılması üzerinden gerçekleşiyor. Bu şekilde Yunan devleti mali stokların tamamının, bizim hayatlarımız pahasına dahi olsa, yalnızca sermayenin hayatta kalışı için kullanılmasını güvence altına alıyor. Borcun (devletinkinin değil, sermaye ilişkisinin kendisine içkin olarak barındırdığı borcun) yükü başlarımızın üzerinde, üzerimize düşüp hepimizi ezecekmiş gibi sallanıyor.

Borç efsanesi. Hakim yurtsever söylem, bir Yunan borcu fikrini öne atıyorlar, meseleyi ulusaşırı bir yere koyuyorlar. Bu da devletsiz borç piranalarının Yunan devletini hedef aldığı ve “iyi hükümetimizin” bizi kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini ya da tam aksine, hükümetin uluslararası mali sermayenin bir parçası olarak bizi ezmek istediği izlenimini besliyor.

Bu yanlış milliyetçi yaklaşıma karşı, borç aslında siyasi ekonominin bir sonucu ve ayrılmaz bir parçasıdır, ki patronlar bunu çok da iyi bilirler. Ekonomi yoklukların, yeni kıtlık alanlarının yaratılmasına (yani her zaman uzun vadede kötü sonuçları olacak yıkıcı bir yaratım) dayanmaktadır. Borç ve acı, mülkiyet varoldukça; tüketim, değişim ve para varoldukça büyümeye ve topluma hakim olmaya devam edecektir.

Krizin yapısal ve sistemsel olduğunu söylediğimizde, siyasi ekonominin yapılarının bir sona ulaştıklarını, düzenin kalbinin – yani değer üretimi sürecinin, bizzat saldırı altında olduğunu kastediyoruz. Açıktır ki sermaye için biz feda edilebilir konumdayız (göklere ulaşan işsizlik rakamlarına bakın) ve bu noktada emeğin yeniden üretimi sermaye birikimi önünde yalnızca bir engel. Mali-borç krizi, yani maaşların yerine borçların gelmesi, ve borç verememe durumu, düzeni bir sürdürülemezlik kısır döngüsüne sokuyor. Bunun gerçekleşmesinin nedeni, işin kendisinin değerinin, yani tabandan düzenin rollerine uyacak ilişkinin bizzat kendisinin sorgulanması.

O zaman sosyalizme ve “halk ekonomilerine” mi geçmeliyiz? Her tür sendika bürokratı ve özenti halk önderleri kendi yanılsamalarını besleyerek düzenden ve mevcut siyasi ekonomiden siyasi bir çıkış olduğunu öne sürüyorlar. Bankaların millileştirilmesinden bahsediyor kimileri, başkaları rasyonal liberalizmin gençleştirilmesinden dem vuruyor. Sıklıkla iyileştirme ve alternatif “devrimci ruh” biçimini dahi alıyorlar. Başka zamanlar yeşil gelişim, ekolojik adem-i merkeziyetçilik, doğrudan demokrasi ve siyasi formların fetişleştirilmesini duyuyoruz.

Pazarın kendisi, ve devlet müdahalesi herhangi bir çıkış yolu göstermekten aciz kaladursun, siyasi gösteri halk ekonomilerinden otoriter devlet sosyalizmlerine her tür ürünü pazarlama derdinde. Kitlelerin üretimden, kurumlardan itilmiş, işsiz halde oldukları bir dönemden muhtelif proletarya diktatörlüklerinden bahsediliyor fakat bunların hiçbiri siyasi partilere ve sendikalarına güvenilir bir destek getiremiyor. Devlet kapitalizminin gerici siyasi tutumlarının yerini, boş bir ideoloji mesleği almış durumda.

Sosyal savaş sınır tanımaz. Kimileri, krizin ortasından, milli sınırların yeniden değerlendirileceğini hatta yeniden çizileceğini öngörüyorlar. Milli vücutlar ve çeşitli ırkçılar durumu göçmenleri hedef almak, saldırılar ve pogromlar düzenlemek ve Yunan devletinin yapısal ırkçılığını güçlendirmek için kullanmak derdindeler. Onlar için direniş milli renklere boyanmış vaziyette; onlar Yunanlılar olarak mücadele ediyorlar, yüzleştikleri sömürünün ve toplumsal baskının düşmanları olarak değil.

Biz, her tür milli simge veya bayrağın varlığının düşman tarafına ait olduğuna inanarak, bilinçli bir biçimde safımızı seçtik ve onun için elimizden gelen herşeyle savaşmaya hazırız. Altın Şafak Nazileri, otonom milliyetçiler ve öteki faşistler çözüm olarak salt milli bir toplum öneriyorlar: onlara karşı önlem niteliği taşıyan saldırılar ve göçmenlerle dayanışma, her hangi bir radikal çabanın gerekli bir koşuludur.

Tek çözüm toplumsal devrimdir. Yukarıdakilerin hepsine karşı, toplumsal devrim oluyoruz, ki yalnızca hayatta kalmak için değil, bir hayata sahip olmak için tek çözüm budur. Bu, bütün mali ve siyasi kurumlara karşı ayaklanmak demektir. Ayaklanma yoluyla, devletin, özel mülkiyetin, her tür ölçülebilirliğin, ailenin, milletlerin, değişim araçlarının ve toplumsal cinsiyetin lağvedilmesini gerektirir. Toplumsal hayatta haksızlığı ortadan kaldırmak ve özgürlüğü yaymak için bu gereklidir.

Devrim işte bu anlama gelir! Bu doğrultuya ücret talepleri merkezli mücadeleleri getirmek; her türlü öz-örgütlü yapılar ve kitle meclisleri, özellikle de hali hazırdaki gibi dönemeçte olanlar, siyasi-hükümet kurumlarının sistematik krizi toplumsal bir patlamaya yol açabilecekken kurulanlar, devrim işte bu anlama gelir.

İşgal Edilmiş Atine Hukuk Fakültesinde Eylemin hemen ardından gerçekleşen açık kitle toplantısı [1]

Hukuk Fakültesi İşgali - 9/2/12

 


1. www.occupiedlondon.org/blog/2012/02/10/statement-by-the-occupied-athens-...

 

Tags: 

2012 - Mart

1940: Troçki Suikasti

20 Ağustos 1940’ta Troçki, Stalin’in madunlarından biri tarafından katledildi. İkinci emperyalist savaş henüz başlamıştı. Bu makalede yıl dönümü modasından biraz taviz verecek de olsak; amacımız sadece proletaryanın büyük bir figürünü hatırlamak değil, aynı zamanda onun bazı hatalarını ve savaşın başında tutunduğu politik tavırlarını incelemek. Bir hayat boyu tamamen işçi sınıfının davasına adanmış kararlı ve tutkulu militan faaliyet sonrasında Troçki, bir devrimci ve savaşçı olarak öldü. Tarih kavgadan dönmüş hatta işçi sınıfını satmış devrimcilerin örneğiyle doludur. Rosa Luxemburg ve Karl Liebchneckt gibi bütün ömrü boyunca inancını koruyup kavgada ölenlerin sayısı ise azdır. Troçki de bu insanlardandır.

Troçki son yıllarında Sosyal Demokrasi’ye girişçilik politikası, birleşik işçi cephesi gibi bir dizi oportünist tavrı savunmuştur ve komünist solda bunlar 1930’lar boyunca haklı bir şekilde eleştirmiştir. Fakat o hiçbir zaman Troçkistlerin onun ölümünden sonra yaptığı gibi düşmanın saflarına, burjuvazinin safına geçmemiştir. Özellikle emperyalist savaş sorununda sonuna kadar devrimci hareketin geleneksel tavrını, emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesini savunmuştur.

Emperyalist savaş yaklaştıkça, Troçki’nin ortadan kaldırılması dünya burjuvazisinin olmazsa olmaz hedeflerinden birine dönüşmüştür.

İktidarını sağlamlaştırmak ve onu karşı-devrimin baş mimarı yapan politikalarını sürdürmek için Stalin, ilk olarak birçok devrimciyi, eski Bolşevikleri ve özellikle de Lenin’in Ekim devrimini birlikte inşa ettiği yoldaşlarını yok etti. Fakat bu kadarı bile yeterli değildi. 1930’ların sonlarında askeri gerginlikler yükseldikçe Stalin’in emperyalist politikalarını geliştirebilmek için Rusya’da daha serbest olmaya ihtiyacı vardı. İspanya’da savaşın başlamasıyla birlikte 1936 yılı davalarla ve ilkin Zinoviev’in, Kamenev’in ve Smirnov’un1 sonra Piatakov ve Radek’in ve son olarak da “Rykov-Bukharin-Kretinsky” grubu olarak adlandırılanların infazıyla geçti. Fakat sürgünde olmasına rağmen Troçki Bolşeviklerin en tehlikesi olarak kaldı. Stalin 1938’de zaten Troçki’nin oğlu Leon Sedov’u Paris’teyken katledebilmişti. Artık sıra Troçki’nin kendisine gelmişti.

1930’larda Sovyet ordusunun Batı Avrupa’da ki karşı-istihbaratının başında olan general Walter Krivitsky Stalin’in Ajanıydım 2 adlı kitabında şöyle sorar; “Bolşevik devriminin bütün Bolşevikleri öldürmesi gerekiyor muydu?”. Her ne kadar bu soruya bir cevap verme çabası göstermemişse de kitabı oldukça net bir cevap ortaya koymaktadır. Moskova duruşmaları ve son Bolşeviklerin tasfiyesi savaşa doğru yürüyüş için ödenen bedel oldu; “Stalin’in gizli amacı [ki bunda Almanya ile ortak bir anlayış içerisindeydi] aynıydı. Mart 1938’de Stalin Lenin’in en yakın çalışma arkadaşları ve Sovyet devriminin babaları olan Rykov-Bukharin-Kretinsky grubunun yargılandığı on günlük büyük davayı düzenledi. Hitler’in nefret ettiği bu Bolşevikler Stalin’in emriyle 3 mart’ta infaz edildi. 12 Mart’ta Hitler Avusturya’yı işgal etti (…) 12 Ocak’ta Hitler ve yeni Sovyet elçisi arasında önlerinde dizilmiş bütün bir Berlin diplomatik tugaylarının karşısında dostane ve demokratik görüşmeler gerçekleştirildi”. Bunu 23 Ağustos 1939’da Hitler ve Stalin arasında gerçekleştirilen Alman-Sovyet paktı izledi.

Ne var ki, eski Bolşeviklerin ortadan kaldırılması ilkin ve öncelikle Stalin’in iç politikası sorunu idiyse de, aynı zamanda bütün dünya burjuvazisinin de işine gelmekteydi. İşte bu yüzden de Troçki’nin kaderi de baştan çizilmişti. Bütün dünyanın kapitalist sınıfının çıkarları için, Ekim Devriminin sembolü olan Troçki’nin ölmesi gerekiyordu! “Fransa’nın Üçüncü Reich elçisi olan Robert Coulondre 3 tam İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler ile yaptığı son görüşmesini anlatırken çarpıcı bir tanıklık aktarır. Stalin ile yaptığı pakttan elde ettiği avantajlardan dolayı kendiyle övünen Hitler gelecekteki büyük askeri başarılarının manzarasını çıkararak konuşmasını bitirir. Fransız büyük elçisi cevap olarak onun “sağduyusuna” seslenerek, uzun ve korkunç bir savaşı takip edebilecek ve savaşa katılan bütün hükümetleri yutabilecek toplumsal çalkantılardan ve devrimlerden bahseder. Büyükelçi ‘kendinizi şimdiden galip görüyorsunuz… Fakat bir başka olasılığı, galibin Troçki olma olasılığını hiç düşündünüz mü?” der. Hitler bunun üzerine (sanki boğazı tıkanmış gibi) sıçrar ve bu olasılığın yani Troçki’nin galibiyetinin Fransa ve Britanya’nın Üçüncü Reich’e karşı savaşa girmemesi için bir başka neden olduğunu söyleyerek bağırır”. 4 Isaac Deutscher Troçki’nin bu konuşmayı duyduktan sonra verdiği şu tepkinin altını haklı olarak çizmiştir; “bunlara devrimin hayaleti musallat olmuş ve ona da bir insanın adını veriyorlar”. 5

Burjuvazinin planları için Troçki ölmeliydi6 ve kendisi de günlerinin sayılı olduğunun farkına varmıştı. Onun yok edilmesi, eski Bolşeviklerin veya Rus sol komünistlerinin öldürülmesinden daha öncelikliydi. Eski Bolşeviklerin katli Stalin’in mutlak iktidarını güçlendirmesini sağlamıştı. Troçki’nin katli ise Rus burjuvazisi de dahil dünya burjuvazisinin tümü açısından, savaşa girmek için ellerinin serbest kalması anlamında önemli bir ihtiyacın tatminin temsil ediyordu. Dünya savaşına giden yol, bir kere Ekim Devriminin en son büyük figürü ve en ünlü enternasyonalist temizlendikten sonra çok daha açık hale gelecekti. Stalin onu yok etmek için GPU’nun bütün gücünü kullandı. Hayatına kast eden bir çok hareket defalarca tekrarlandı. Stalinist makineyi hiçbir şey durduramaz gibi gözüküyordu. Troçki’nin ölümünden kısa bir süre önce, 24 Mayıs 1939’da bir komando timi evine gece yarısı saldırdı. 200-300 el ateş ettiler ve el bombaları attılar. Şans eseri, pencereler yerden oldukça yukarıda inşa edilmişlerdi ve Troçki, karısı Natalia ve torunları Sjeva yatak altına saklanarak mucizevî bir kurtuluş gerçekleştirdiler. Fakat bunu takip eden saldırıda Ramon Mercader diğerlerinin beceremediğini bir buz kıracağıyla gerçekleştirdi.

Fakat Burjuvazi için Troçki’nin katledilmesi yeterli değildi. Lenin’in Devlet ve Devrim’de çok yerinde bir şekilde belirttiği gibi: “Büyük devrimciler yaşarken baskıcı sınıflar onları amansızca yok eder, öğretilerine haince bir düşmanlıkla, en amansız nefretle ve en vicdansız yalan ve iftira kampanyalarıyla cevap verirler. Devrimciler öldükten sonra ise onları zararsız figürlere dönüştürmek, bir nevi onları azizleştirmek, ezilen sınıfları aptal yerine koyma maksadıyla “teselli etmek” için isimlerinin etrafına “kutsal bir hale” yerleştirmek ve aynı zamanda da devrimci doktrinin içeriğini boşaltmak için kısırlaştırmak, basitleştirmek ve devrimci köşelerini yontmak için çeşitli girişimlere başlarlar (…) [Marxist] doktrinin devrimci yanını, onun devrimci ruhunu bozar, siler ya da çıkarırlar. Burjuvazi için kabul edilebilir olan ya da öyle gözüken yönleri ön plana çıkarıp onları sulandırmaya çalışırlar” 7

Troçki söz konusu olduğunda bu pis iş, onun ardılı olduğunu iddia eden Troçkistler tarafından yapılmıştır. Troçkistler Troçki’nin oportünist tavırlarını SSCB’nin emperyalist kampını savunmak için olduğu kadar son emperyalist savaştan beri bütün ulusal savaşları meşrulaştırmak için kullana geldiler.

4. Enternasyonal 1938’de kurulduğunda Troçki yaklaşımını kapitalizmin “ölüm döşeğinde”, son çırpınışlarını yaptığı fikri üzerinde inşa etmişti. Komünist Sol’un İtalyan Fraksiyonu’da aynı fikri savunmuştu. Troçki’nin bu döneme yönelik yaklaşımına katılmakla birlikte bunun sonucu olarak “üretici güçler artık büyümemektedir” 8 diyerek ifade ettiği sonuca katılmıyoruz. Troçki kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğunu belirtip, kapitalizmin ilerici bir toplumsal form olmaktan çıktığını ve onun sosyalist dönüşümünün artık tarihsel olarak gündemde olduğunu söylerken tamamen haklıydı. Ne var ki, 1930’lar da devrim için koşulların olgun olduğunu düşünürken yanılgı içerisindeydi. İtalyan Solu’nun aksine, ilkin Fransa’da sonra İspanya’da Halk Cephesinin iktidarını devrimin başlangıcı olarak adlandırdı. 9 Gerçekte 2. Dünya Savaşına doğru gidilirken, onu devrimin o an için güncel olarak gündemde olduğuna inanmaya iten tarihsel gelişimin bu yanlış kavranışı, bu dönemde geliştirdiği oportünist tavırları anlamakta kilit bir öneme sahiptir.

Somut biçimiyle Troçki’nin bu yaklaşımı, onun 4. Enternasyonal’in kuruluşunda ortaya attığı “Geçiş Programı” kavramında ifadesini bulmuştur. Gerçekte bu bir dizi gerçekleştirilmesi imkansız talebin işçi sınıfının bilincini yükselteceği ve sınıf mücadelesini keskinleştireceği varsayımı üzerine kuruluydu. Bu kavram onun bu dönemdeki politik stratejisinin temel taşıydı. Troçki Geçiş Programındaki önerileri reformist olmadığını düşünüyordu çünkü ona göre bunlar zaten hiçbir zaman uygulanmak hedefi taşımadığı gibi uygulanamazlardı da. Aslında, bunlar kapitalizmin işçi sınıfına kalıcı reformlar önermesinin imkânsızlaştığını göstermeyi ve sonuç olarak da onun çöküş içerisinde olduğunu ortaya çıkararak sınıf mücadelesini kapitalizmin yıkımına doğru itmeyi hedefliyordu.

Aynı temelde Troçki, özünde dünya çapında bir savaş ve militarizm 10 çağında, Geçiş Programının uygulanmasını sağlayacak bir çerçeve olan ünlü “Proleter Askeri Programı”nı (PAP) 11 geliştirdi. Bu politik yönelimin silah altındaki milyonlarca işçiyi devrimci fikirlere kazanacağı umuluyordu. Bunun temelinde, devlet tarafından işletilen ama sendikalar gibi işçi sınıfı kurumlarının kontrolünde bulunacak olan özel okullarda seçilmiş subayların kontrolünde, işçi sınıfı için zorunlu askeri eğitim talebi bulunmaktaydı. Açık ki hiçbir kapitalist devlet işçi sınıfına böylesi talepleri karşılayamaz çünkü bu bir devlet olarak kendi varlığını yadsımak olacaktır. Troçki’nin bakış açısı ise kapitalizmin silah altındaki işçiler tarafından yıkılacağı, tıpkı 1. Dünya Savaşında olduğu gibi bir proleter ayaklanmanın uygun koşullarının yaratılacağıydı.

Bir çok sefer mevcut savaşın bir öncekinin devamı olduğunu belirtmiştik. Fakat devamlılık tekrarlanma anlamına gelmez (…) ikinci emperyalist savaş karşısında bizim politikamız, devrimci proletaryanın politikası, ilk emperyalist savaş sırasında, özellikle Lenin’in liderliğinde yürütülen politikanın bir devamıdır.” 12

Troçki’ye göre koşullar 1917’de olduğundan bile daha uygundu. Çünkü kapitalizm yeni bir savaşın başında olmasına rağmen tarihsel bir çıkmaz sokakta olduğunu nesnel olarak ispatlamış diğer yandan da öznel olarak işçi sınıfı dünya çapında büyük bir deneyim kazanımı biriktirmişti.

Ajitasyonumuzun kökünde olması gereken işte bu [devrim] perspektifidir. Mesela sadece kapitalist militarizme karşı bir tavır geliştirme ve burjuva devletini savunmayı reddetme meselesi değil, iktidarın ele geçirilmesine doğrudan hazırlanma ve sosyalist anavatanı savunma meselesidir.” 13

Troçki tarihsel akışın hala proleter devrimine doğru olduğunu düşünürken çoktan yönünü kaybetmişti. İşçi sınıfının durumunu ve burjuvaziyle arasındaki sınıflar arasındaki güçler dengesini doğru değerlendirmeyi beceremedi. 1930’lar sırasında sadece İtalyan Komünist Solu insanlığın açık derin bir karşı devrim sürecinden geçtiğini, proletaryanın bu dönem için yenildiğini, bu noktada tarihin çelişkisine tek olası çözümün burjuvazininki yani emperyalist dünya savaşı olduğunu gösterebildi.

Ne var ki, onu oportünizme iten bu “militarist” fantezilerine rağmen Troçki sağlam bir şekilde enternasyonalist zemin üzerinde durmaya devam etti. Fakat emekçi kitleleri devrime kazanmak için (Geçiş programıyla işçi mücadelelerinde ve askeri politikasıyla orduda) “sağlam” durmaya çalıştıkça kendisini marksizmin klasik perspektifinden uzaklaştırmış ve proletaryanın çıkarlarına karşıt bir politikayı savunurken buldu. “Taktiksel” olması niyetlenen bu politika ekonomik taleplerinin karşılanması için işçileri burjuva devletine bağlamaya ve onları iyi bir burjuva çözümünün olanaklı olduğuna inandırmaya eğilimli olduğundan gerçekte aşırı derecede tehlikeliydi. Kabul edilemez olanı meşrulaştırmaya çalışan bu ”incelikli ve gizli” taktik savaş sırasında Troçkistler tarafından geliştirilecek özellikle (2. Dünya savaşındaki “Anti-faşist” burjuvazinin işgal bölgelerindeki silahlı kanadı olan) Direnişe katılmaları ve vatan savunmasına girişmeleri yoluyla burjuva kampına dönmelerinin yolunu açacaktı.

Fakat temel olarak Troçki’nin kendi “askeri politika”sına verdiği önemli nasıl anlamalıyız? Ona göre insanlığın karşı karşıya olduğu perspektif artan ölçüde sınıflar arası silahlı mücadelenin damgasını taşıyacak olan bütünlüklü bir toplumsal militarizasyondu. Buna insanlığın kaderi her şeyden önce askeri düzeyde belirlenecekti. Sonuç olarak proletaryanın esas görevi kapitalist sınıftan iktidarı söküp alabilmek için acil olarak hazırlanmaktı. Bu bakış açısını özellikle savaşın başında şöyle ortaya koymuştu:

İşgal edilecek olan ülkelerde kitlelerin durumları anında kötüleşecektir. Sınıfsal baskının üzerine ulusal baskı da eklenecek ve bunun da asıl yükü işçilerin sırtına yüklenecektir. Bütün diktatörlükler arasında yabancı bir işgalcinin totaliter diktatörlüğü en katlanılamazıdır” 14

Silahlı bir askeri her Polonyalı, Danimarkalı, Norveçli, Hollandalı ve Fransız işçisinin yanına yerleştirmek imkansızdır” . 15

Fethedilen bütün ülkelerin hızla barut fıçılarına dönüşmelerini kesin olarak bekleyebiliriz. Tehlike daha çok patlamaların çok erken, yeterli hazırlık olmadan gelişmesi ve yalıtılmış yenilgilere dönüşmeleri. Ne var ki aynı zamanda genel olarak bir Avrupa ve dünya devrimini kısmi yenilgileri hesaba katmadan düşünemeyiz” . 16

Ne var ki, bu durum Troçki’nin sonuna kadar proleter bir devrimci olarak kaldığı gerçeğini değiştirmez. Bunun kanıtı ise genelleşmiş emperyalist savaşa karşı tek proleter devrimci tavır konusunda bulanık olmayan bir pozisyon geliştirmek için yazdığı “Alarm” olarak da bilinen 4. Enternasyonal’in Manifestosu’nun içindedir:

Aynı zamanda bir an için bile olsa bu savaşın bizim savaşımız olmadığını unutmuyoruz (…) 4. Enternasyonal politikasını kapitalist devletlerin militer ganimetleri üzerine değil bütün ülkelerdeki egemen sınıfların alaşağı edilmesi için emperyalist savaşın kapitalistlere karşı işçilerin savaşına dönüştürülmesinde, dünya sosyalist devriminde görür (…) Bizler işçilere onların çıkarlarıyla kana susamış kapitalistlerinki arasında hiçbir ortaklık olamayacağını açıklarız. Bizler işçileri emperyalizme karşı harekete geçiririz. Bizler bütün savaşan ve tarafsız ülkelerdeki işçilerin birliği için propaganda yaparız.” 17

Troçkistlerin “unuttuğu” ve ihanet ettiği işte budur.

Buna kıyasla sınıfsal perspektiften bakıldığında Troçki’nin “Geçiş Programı” ve “Proleter Askeri Strateji”nin tam bir fiyasko olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü II. Dünya Savaşının sonunda hiçbir proleter devrimi olmadığı gibi, PAS 4. Enternasyonalin militanlarını “demokrasi” ve Stalinizmin sadık kurşun askerlerine dönüştürerek bu katliama katılmalarını meşrulaştırmasını sağlamıştır. İşte tam da bu noktada Troçkizm kesin olarak düşman kampına geçmiştir.

Şurası açık ki, Troçki’nin hatası, İtalyan Komünist Solu’nun net bir biçimde ortaya koyduğu gibi tarihsel akışın kaçınılmaz olarak karşı devrimine ve bu yüzden de dünya savaşına doğru gittiğini anlayamaması olmuştur. 1936’da bile gidişatının hala devrime doğru olduğunu düşünerek “Fransız devrimi başladı” diyebilmiş 18 İspanya’da ki durum içinse “Dünyanın işçileri İspanyol proletaryasının yeni zaferini dört gözle beklemektedir” 19 diyebilmiştir. Böylelikle gerçekte dünyadaki durum ters istikamette giderken Troçki işçi sınıfına olan bitenin özellikle Fransa’da ve İspanya’da devrim yönünde geliştiğini söyleyerek büyük bir politik hataya düşmüştür: “SSCB’den kovulduğu 1929’den suikastla öldürülüşüne kadar Troçki dünyayı sürekli olarak tepe taklak görmüştür. Esas görevin yenilgiden kurtulabilen devrimci enerjiyi toparlamak, ilk ve öncelikli olarak da devrimci dalganın tam bir politik bilançosunu çıkarmak olduğu bir sırada Troçki, proletarya gerçekte yenilmiş olmasına rağmen körlemesine bir şekilde aslında onun ileriye doğru yürüdüğünde ısrar etmiştir. Bu yüzden 50 yıldan uzun bir süre önce yaratılmış olan 4. Enternasyonal, basitçe karşı devrimin önünde geri çekiliş sürecinde olduğu için işçi sınıfı yaşamının içerisine akamadığı boş bir kabuktan başka bir şey olamadı. Bu hata yüzünden Troçki’nin bütün eylemleri sadece zaten çok zayıf olan dünyanın devrimci güçlerinin 1930’lar boyunca daha da dağılmasına ve en kötüsü bu güçlerin büyük bir kısmının emperyalist savaşa katılması ve Halk Cephesi hükümetlerine verilen “eleştirel” destek yoluyla kapitalist pisliğine sürüklenmesine yol açtı.” 20

Troçki’nin SSCB karşısında takındığı tavır da onun en ciddi hatalarından biriydi. Stalinizme saldırmasına rağmen aynı zamanda SSCB’yi “sosyalist anavatan” ve en azından “yozlaşmış bir işçi devleti” olarak düşündü ve savundu.

Fakat bütün bu politik hataların dramatik sonuçlarına rağmen Troçki, ölümünden sonra kendi “takipçilerinin” olduğu gibi işçi sınıfının düşmanı olmadı. Savaşın başında gelişen olayların ışığında Troçki özellikle de SSCB söz konusu olduğunda politik yargılarını gözden geçirmesi gerekebileceği olasılığını kabul edebilmişti.

25 Eylül 1939 tarihli SSCB ve savaş başlıklı son yazılarından birinde şöyle demekteydi:

Yönelimimizi değiştirmiyoruz. Fakat farz edelim ki Hitler namlularını doğuya çevirsin ve Kızıl Ordu işgali altındaki bölgeleri ele geçirsin (…) Bu durumda Bolşevik-Leninistler elde silah Hitler’e karşı mücadele edecekler aynı zamanda bir sonraki adımda da Stalin’in alaşağı edilmesini hazırlayabilmek için Stalin’e karşı devrimci propagandaya girişeceklerdir…”.

Troçki elbette SSCB’nin doğası üzerine olan analizini savunmuştur fakat onun kaderini 2. Dünya Savaşı testinde geçeceği yargının sonucuna bağlamaktadır. Aynı makalede Troçki eğer Stalinizm savaştan muzaffer ve güçlenmiş bir şekilde çıkacak olursa (Troçki’nin olmayacağını zannettiği bir şeydir bu) SSCB ve hatta genel politik durum üzerine vardığı yargıları yeniden gözden geçirmesi gerekeceğini söylemektedir:

Fakat eğer mevcut savaşın devrimi provoke etmeyip proletaryanın çöküşü ile sonuçlanacağını düşünürsek bu durumda alternatif olarak tek bir olanak çıkmaktadır: bu da demokrasinin hala mevcut olduğu yerlerde totaliter rejimlere dönüşmesiyle tekelci sermayenin devletle birleşmesi daha da çürümesidir. Bu koşullar altında proletaryanın toplumun liderliğini ele geçirmeyi becerememesi Bonapartist ve faşist burjuvazi içerisinden doğacak yeni bir sömürücü sınıfın gelişmesine yol açabilir. Bu da büyük ihtimalle bir çöküş rejimi olacak ve uygarlığın alacakaranlığını işaret edecektir.

Eğer proletarya gelişmiş kapitalist ülkelerde iktidarı alıp SSCB’de olduğu gibi ona tutunamayıp terk ederek yerini ayrıcalıklı bir bürokrasiye bırakırsa da benzer bir sonuca ulaşacağız demektir. Böyle olursa bürokrasi içerisine yeni çöküşün bir ülkedeki gerilikten ve kapitalist çevreden dolayı değil ama proletaryanın egemen sınıf olmak hususunda gösterdiği organik beceriksizlikten dolayı olacağını kabul etmeye zorlanacağız demektir. Bu durumda da geriye bakıp temel özellikleri bakımından bugünün SSCB’sinin uluslar arası bir ölçekte yeni bir sömürü rejiminin öncülü olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Sovyet devletinin tanımı üzerine terminolojik tartışmalardan saptığımızdan beri çok yol aldık. Fakat bizi eleştirenlerde önce şunu görmeliler: bir toplumsal rejimin diğerinin yerini alması gibi bir soru üzerinde doğru bir yargı geliştirmek için kendimizi kaçınılmaz olarak tarihsel perspektif üzerinde temellendirmemiz gerekir. Mantıksal sonucuna vardırıldığında tarihsel alternatif şu şekilde belirmektedir: ya Stalinist rejim burjuva toplumunun sosyalist bir topluma dönüşmesi sürecindeki çirkin bir kazadır ya da Stalinist rejim yeni bir sömürü toplumu yönündeki ilk adımdır. Eğer ikinci tahmin doğru çıkarsa o zaman bürokrasi elbette yeni bir sömürgen sınıfa dönüşecektir. Bu ikinci perspektif ne kadar korkunç gözükürse gözüksün eğer dünya proletaryası tarihsel gelişme tarafından ona yüklenen görevi yerine getirmeyi gerçekten de beceremezse, bu durumda kapitalist toplumun içsel çelişkilerine dayanan sosyalist programın en sonunda bir ütopya olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, bu durumda totaliter bürokratik toplumun kölelerinin çıkarları için savunmamız gereken yeni bir “minimum program”a ihtiyacımız olacaktır”. (vurgular bize ait)

Troçki’nin geliştirdiği perspektifin, işçi sınıfına ve onun tarihsel olarak devrimci perspektifini gerçekleştirme becerisine olan güvenini kaybettiği derin bir demoralizasyona ya da bir cesaret kırılmasına işaret ettiği gerçeği bir kenara, burada Troçki’nin SSCB’nin “sosyalist” doğası ve bürokrasinin “işçi sınıfını” karakteri üzerine olan tavırlarını sorgulamaya başladığı açıktır.

Troçki savaşın sonunu göremeden öldürülmüş ve Rusya “demokrasiler” ile birlikte savaştan galip çıkan safta olmuştur. Bu, tarihsel koşulların tıpkı Troçki’nin planladığı gibi, onun inançlı takipçileri olduklarını iddia edenlerden de onun tavrını “temel özellikleri bakımından bugünün SSCB’sinin uluslar arası bir ölçekte yeni bir sömürü rejiminin öncülü olduğu” yönünde gözden geçirmelerini gerektirdiği andır. 4 Enternasyonal bunu yapmayı beceremediği gibi tasını tarağını toplayarak burjuva saflarına geçmiştir. Devrimci zeminde kalabilmek için Troçkizmden kaçabilenler 1941’de The Internationalist’i basanların oluşturduğu Çinli grup, Munis etrafındakilerden oluşan 4. Enternasyonal’in İspanyol seksiyonunun üyeleri, Revolutionaren Kommunisten Deutschlands (RKD), Fransa’da ki Socialisme ou Barbarie grubu, Yunanistan’da ki Agis Stinas ve Natalia Troçki 21 gibi bir grup azınlık olabilmiştir.

Hayatta eşi ve devrimde yoldaşı olduğu Troçki’nin ruhuna sadık kalan Natalia Troçki, 9 Mayıs 1951’de 4. Enternasyonalin Yürütme Komitesine yazdığı bir mektupta SSCB’nin karşı devrimci doğası üzerinde özellikle ısrar ederek şöyle demiştir:

Eski ve miyadı dolmuş formülasyonlara takıntılı bir şekilde bağlı olduğunuz için Stalinist devleti bir işçi devleti olarak görmeye devam ediyorsunuz. Bu noktada sizi takip edemem ve etmeyeceğim (…) Şurası herkes için açık olmalı ki Stalinizm devrimi tamamen yok etmiştir. Ve sizler hala Rusya’nın bu haksız rejim altında bile bir işçi devleti olduğunu söylemeye devam ediyorsunuz”.

Natalia bu açık tavırdan onun mantıksal sonucunu çıkararak, haklı olarak şöyle devam eder:

Kendinizi adadığınız tavırlar içerisinde en affedilmez olanı savaş üzerine olanı. Üçüncü dünya savaşı insanlığı tehdit ediyor, devrimci hareketi en zor en karmaşık durumlarla en zor kararlarla karşı karşıya bırakıyor (…) Fakat son yıllardaki bu durumlar karşısında bile siz Stalinist devleti savunma çağrıları yapmaya ve bütün hareketi buna yöneltmeye devam ediyorsunuz. Artık, Kore halkını çarmıha geren savaşta bile Stalinist orduları destekliyorsunuz”.

Natalia cesurca mektubunu şöyle bitirir: “Sizi bu noktada takip edemem ve etmeyeceğim (…) Ayrıldığımız konuların beni artık sizin saflarınızdan ayrılmaya zorladığını açık bir şekilde söylemekten başka bir yol kalmadığını size söylemem gerektiğini anlamış bulunuyorum” . 22

Troçkistler Natalia Troçki’nin de söylediği gibi, 2. Dünya Savaşı’ndan SSCB’nin zaferle çıkmasının ardından Troçki’nin örneğini izleyerek politik tavırlarını gözden geçirmedikleri gibi, bugünkü tartışmalarında ve sorgulamalarında da –tabi eğer olursa- hala “proleter politik strateji” üzerinde durmaya devam ediyorlar. 23 Bu tartışmalar SSCB’nin doğası, proleter enternasyonalizmi ve savaş karşısında devrimci yenilgicilik gibi temel sorunlar karşısında sağır edici bir sessizliği sürdürmeye devam ediyor. Pierre Broue sözde bilimsel bir lafazanlığın ortasında bunu fark ederek şöyle diyor: “Hiç şüphe yok ki bu sorun (PAS) üzerindeki herhangi bir tartışmanın ve çözümlemenin yokluğu 4. Enternasyonalin tarihi üzerine çok ağır bir biçimde binmiştir. Derinlikli bir analiz Enternasyonal’i 1950’ler de sarsan krizin temelinde bu sorunun yattığını ortaya koyabilir”. 24 Ne kadar da kibarca bir ifade tarzı!

Troçkist örgütlerin ihanet edip saf değiştirdiği bir gerçektir. Fakat Pierre Broue ya da Sam Levy gibi tarihçiler sorunu basitçe Troçkist hareketin bir krizine indirgemeye çalışmaktadırlar:

Troçkizmin temel krizi savaşı ve savaş sonrası dünyayı kavramadaki kafa karışıklığının ve beceriksizliğinin bir ürünüdür”. 25

Troçkizmin savaşı ya da savaş sonrası dünyayı kavramayı başaramadığı oldukça doğrudur. 2. Dünya Savaşı sırasında bir emperyalist kampı diğerine karşı savunarak ve ondan sonra da bütün sözde “ulusal kurtuluş” mücadelelerinde ya da “ezilen halkların” mücadelelerinde küçük emperyalizmleri sürekli olarak daha büyük olanlara karşı savunarak işçi sınıfını ve proleter enternasyonalizmi satmasının nedeni budur. Pierre Broue, Sam Levy ya da diğerleri bunun farkında olmayabilirler ama Troçkizm işçi sınıf için ölmüştür ve onu sınıfın kurtuluşunun bir aracı olarak yeniden diriltmenin hiçbir yolu da yoktur. Bu yüzden de, gerçek enternasyonalistleri ve özellikle de Cahiers Leon Trotsky dergisinin 39. Sayısında yaptığı gibi, savaş dönemindeki İtalyan Komünist Solu’nun faaliyetlerini kendilerine mal etme çabaları nafiledir.

Biraz edepli olun beyler! İtalyan Komünist Solu’nun enternasyonalistlerini işçi sınıfına ihanet etmiş şövenist 4. Enternasyonal ile karıştırmayın. Komünist Soldan gelen bizlerin 4. Enternasyonal veya onun bugünkü peygamberleri ile hiçbir ortak yönümüz olamaz. Çekin ellerinizi Troçki’den! O hala işçi sınıfına aittir.

Rol

 


 

1 Bakınız; 16 Fusillés à Moscou by Victor Serge, Spartacus editions.

2 J’étais l’agent de Staline, Editions Champ Libre, Paris 1979.

3 Robert Coulondre (1885-1959) Fransa’nın Berlin ve Moscova büyükelçisi

4 The Prophet Outcast, Isaac Deutscher, Oxford Paperbacks, p515.

5 Manifesto of the 4th International on the imperialist war and the world proletarian revolution içinden.

6 1914’te 1. Dünya Savaşının patlak vermesinden hemen önceki Jean Jaures gibi fakat şu farkla: Jaures bir pasifistken Troçki her zaman bir devrimci ve enternasyonalistti.

7 Essential works of Lenin, Bantam Books, 1971, p272.

8 Bize göre, sistemin çöküş içine girmesi onun artık gelişemeyeceği anlamına gelmez. Buna karşılık bizim için olduğu gibi Troçki için de çöküş içerisindeki bir sistem dinamizmini kaybetmiştir ve üretim ilişkileri toplumun daha ileri gelişmesi önünde engel haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, sistem tarihsel olarak olumlu rolünü oynamıştır ve artık yeni bir toplumu doğurmaya hazırdır.

9 Bakınız; The Italian Communist Left kitabımız ve Le Trotskisme contre la classe ouvrière broşürümüz.

10 Bu zaten İspanya’da ki savaşta ifadesini bulmuş olduğundan Troçki için yeni bir tavır değildi: “…kendimizi hainlikten ve hainlerden açık bir biçimde ayırırken aynı zamanda cephedeki en iyi savaşçılar olarak kalmalıyız”. Burada fabrikadaki en iyi işçi olma fikriyle cephedeki en iyi asker olmayı kıyaslar. Bu formülasyon Çin, Laponya tarafından “sömürgeleştirilmiş” ve “saldırıya uğramış” bir ulus olduğu varsayımıyla Çin-Japon savaşına da uygulanmıştır.

11 "Our military transitional programme is a programme for agitation” (Oeuvres, no24).

12 Trotsky, Fascism, Bonapartism and war.

13 Ibid.

14 Trotsky, Our course does not change, 30 Haziran 1940.

15 Ibid.Bu uluslar belirtilmiştir çünkü makale yazılırken bunlar henüz yenilmiştir.

16 Ibid.

17 Trotsky, Manifesto of the 4th International, 29 Mayıs 1940.

18 La Lutte Ouvrière, 9 Haziran 1936.

19 Ibid.

20 Bakınız; Le Trotskisme contre la classe ouvrière adlı broşürümüz.

21 Bakınız; International Review no.94, “Trotsky belongs to the working class, the Trotskyists have kidnapped him” in Le Trotskisme..., International Review no.58 ve “In memory of Munis”(1989’da ki ölümü üzerine basılmıştır), yine, Stinas’ın La Breche tarafından basılmış olan anıları, Paris 1990.

22 Les enfants du prophète, Cahiers Spartacus, Paris 1972.

23 Bakınız; Cahiers Leon Trotsky, no.23, 39, ve 43, ve Revolutionary History no.3, 1988.

24 Cahiers Leon Trotsky, no.39.

25 Britanya Troçkist hareketinin eski bir üyesi, Cahiers Leon Trotsky, no.23.

 

Tags: 

Bosch İşçilerinin Sendika Değiştirme Süreci : Türk-İş'ten DİSK'e Değişen Bir Şey Yok!

Burada yazının yoğunlaştığı konunun daha çok Bosch işçilerinin Türk Metal-İş'ten istifa ederek Birleşik Metal-İş'e toplu geçişlerinden öte aslında işçilerin mücadelesinde bu ana kadar olumsuz bir etkilerinin dışında pozitif hiçbir etki ve izlenim bırakmamış bir 'bozacı'dan, bundan sonra da birkaç yüzdelik maaş zammı ve mücadelenin önüne geçen sahte eylemlilikler ile günümüzde işçilerden sömürdükleri aylıklarla ayakta kalmaya çalışan 'şıracı'ya tamah ettirilen, işçilerin kendi mücadelelerini ellerine almadaki bir engel olarak sendikaların içerisinde bulunan Türk-İş konfederasyonu çetesinden DİSK'in Birleşik Metal-İş çetesine geçen işçilerin hikayesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanısıra burjuva solunun bu hadisenin şakşakçılığına soyunması ile yazımızın amacı işçi sınıfının mücadeleleri ekseninde etkisinin daima gelişen sınıfsal hareketliliklerinin önüne set çekmek dışında başka bir işlevi yerine getirmeyen burjuva demokrasisinin araçları olarak sendikaların varoluş amaçlarını Bursa'daki bu örnek üzerinden biraz daha açabilmek gayesidir.

Bilindiği üzere, son olarak Bosch işçilerinin üyesi oldukları Türk Metal-iş'ten DİSK konfederasyonunun bir üyesi olan Birleşik Metal-İş'e geçişleri ile yeniden gündeme gelen Türk-iş / DİSK arasındaki burjuva solunun kullandığı sahte ayrımın kökeninde aslında tamamen (özel / kamu ya da karlı / karsız) sektörler ayrımı varolmaktadır. Bu konuya dair düşüncelerimizi Yeni Sendikalar Yasası ile ilgili kaleme aldığımız yazımızda da dile getirmiştik ve bir süredir sendikalar üzerine güncel yazılar ve yorumlar ile programatik görüşlerimizi okuyucu ve sempatizanlarımıza aktarmaya gayret etmiştik, ediyoruz da.[1]

Buradaki mesele Türkiye'deki burjuva solunun, burjuva politikalarının dümenine su taşımaktan başka pek de bir işe yaramadığı ve yıkılması gerektiği noktasına dikkat çekmektir. Mesele konfederasyonlara üye sendikalarının işçilerinin bir sendika üyeliğinden istifa ederek bir diğer sendikaya üye olması meselesi değildir. Mesele birçok boyutuyla ele alındığında daha iyi anlaşılacaktır.

6 bin işçinin çalıştığı Bursa'daki Bosch fabrikasında Türk-İş'e 30-35 TL'lik aidatlar ödenmesine rağmen herhangi bir faaliyet gözlemlemediklerini, enflasyon oranında maaş zammı alamadıklarını ve 3 vardiya çalışarak sosyal yaşamdan tamamen koptuklarını ifade eden işçilerin tepkisi sonucu vardiya sonrası şubeye yürüyüşü ile toplu istifalar ve sendika değiştirme süreci başlamış oluyordu.

Bu sendika değiştirmeler ilk değillerdi; nitekim bazen tam tersi de oluyordu. DİSK / Birleşik Metal-İş'ten Türk-İş Türk Metal-İş'e geçişlerin kendisi de bunu gösteriyor. Buradan baktığımızda da görüntüdeki durumun aslında işçilerin haklarının daha az yendiğine, daha az dolandırıldıklarına "inandıkları" bir sendikayı tercih ediyor olmaları durumu ile karşılaşıyoruz.

Burada yaratılan "işçilerin mücadeleci bir sendikaya geçişi" havasının karşısına, işçilerin her iki sendika konfederasyonundan diğer bir konfederasyona geçişlerde önlerine koydukları kriterler, ölçütler ve gereklilikler mevcut. İşçilerin sendikalar arasında tercih yapmalarına neden olan etmenlerin başında Toplu İş Sözleşmeleri (TİS)'nin istenilen ölçütlerde imzalanması, diğer bir deyişle maaş zammı ve diğer maddi iyileştirmeler, çalışma koşullarının düzeltilmesi, varolan sosyal imkanların varlığının devam ettirilmesi, arttırılması ya da korunması. Bununla birlikte "işçilerin yuvaya dönmesi" bir tarafa, konu adeta o sendikadan bu sendikaya koşarak üye olmaları ve varolan yaşam koşulları yönündeki acil ihtiyaçlarının bir göstergesi olması ile alakalı.

Ama konuyu böyle görmeyen burjuva solunun manşetlerine bakınca beklenen sonuçlarla karşılaşıyoruz. Sendikaların dönüştürülebilecek birer "işçi evi" olarak gören solcular manşetlerinde "Bosch İşçileri Yuvaya Döndü!"[2], "Bosch İşçileri: '30 Yıllık Esaret sona Erdi!'"[3], "Ve Bosch İşçisi Tarih Yazdı"[4], "Bosch İşçisinin Tercihi Mücadeleci Sendika"[5], "Ve Esaret Kırıldı: Bosch İşçisinin Tercihi Birleşik Metal-İş"[6] gibi başlıklara yer veriyorlardı. Hatta sendikalara eleştirel yaklaşan kimi solcular ise konuya yine aynı pencereden bakmayı tercih ediyor, sınıf politikası yerine haber ajanslığı rolünü oynayıp kenara çekilerek aynı zamanda işçiler içerisinde olmayan birşeyi varmış gibi göstererek Türk-İş'ten istifa edip DİSK'e geçmeyi matah bir şeymiş gibi "Bosch'ta Türk-Metal Hanedanlığı Yıkılıyor" başlıklarıyla işçi sınıfı içerisinde yayıyorlardı.[7] Büyük bir akıl tutulmasının ürünü başka başlıklar da internet üzerine mevcut.[8]

İşçilerin bu sendika değiştirmelerinin temelinde aidat, vb. gibi konular olduğu halde, burjuva solunun bunu sendikalar arası isim tercihi gibi göstermek, daha reformistten daha mücadeleciye geçişi olarak kutsama ikiyüzlülüğü ile DİSK'e geçişler söz konusu iken ve bunu her gün servis ediyorlarken kendilerince daha az mücadeleci, ya da az "devrimci ya da "mücadeleci" / "devrimci" bir sendika konfederasyonuna ya da sendikaya geçişte bunu kimi zaman haber yapma gereği bile duymuyor, haber değeri görüp manşetlerine taşısa bile sadece yorumsuz bir haber içeriği döşeyip "haber vermiş olmanın rahatlığıyla" bu işçilerin neden böyle bir tercih yaptıklarını okuyucularına aktarmaktan kendilerini alabiliyorlardı.

Neden? Çünkü böyle yaparlarsa o çok savundukları mevcut "mücadeleci" sendikaların içerisindeki bağ kurabilecekleri işçi sayısı daha da artacaktır. Geçiş yapılan "devrimci" sendika ile olan bağlarından mütevellit bu sendikalar üzerindeki nüfusları belli bir mücadele pratiği içerisinden geçmiş işçiler nezdinde daha da artacak, genel kurul salonlarında "muhalif" sendikacılığın hadislerini okuyup işçilerden bağımsız kurdukları sözde "birlikler"inin yayınladığı birkaç bildiriyi kürsüden kendi siyasetlerinde ve ilgili sendikada örgütlü işçiler aracılığıyla okuyacaklar, hem üye işçilerin gözlerinde yerlerini sağlamlaştıracaklardır. Böylece hem işçi sınıfı içerisinde ikameci siyasetlerinin kara propagandasını yapacaklar, hem de böylece kendi politikaları ekseninde etkisi altına aldıkları işçilerin üzerinden bütün çirkinliğiyle "örgütlenebilecek potansiyel işçileri" tespit edecekler, hem de buradan aslında bütün bu pratikleriyle "demokratik","muhalif","mücadeleci", "sınıftan yana" "devrimci" sendikacılığı yalanının mümkün olduğu, sendikaların ele geçirilebileceği, böylece daha iyi sendikaların varolabileceği yalanını işçilerin gözlerinin içine baka baka söyleyeceklerdir. En nihayetinde, sözde sendikal demokratizmi meşrulaştıracaklardır.

Ancak solcular bunları biliyorlar. Ancak bilip de görmezden geldikleri şeyler bulunuyor. Birleşik Metal-İş'in de cevap veremeyeceği daha çok soru bulunuyor. İşçi sınıfının metal sektöründeki unsurları üzerine çöreklenmiş sadece bir başka sendika olan Birleşik Metal-İş, mesela kendileri ile MESS arasında yapılan TİS görüşmelerinin tıkanması neticesinde 9-15 Şubat 2011 tarihlerinde 33 fabrikaya asılan grev kararı ve sonrasına dair ne söyleyebilirler? Peki 2011 yılı sonunda, ÇİMTAŞ Çelik fabrikasında çalışan DİSK Birleşik Metal-İş Gemlik şubesine üye 320 işçinin, Türk Metal İş'e geçmesinin önünü açan etkenlerin neler olduğuna dair kendileri hangi fikirdeler? Ya da 2009'un Şubat ayında, Bursa Organize Sanayi Bölgesi'nde bir süredir patronun işçileri sendika değiştirmeleri yönünde tehdit ettiği ve Birleşik Metal-İş temsilcilerinin satın alındığı iddialarıyla çalkalanan Grammer fabrikasında çalışan 500 işçinin bir gün içerisinde Türk Metal-İş'e geçmesinin önünü açan etkenlerin ne olduğu konusunda hem bu işçi düşmanı sendikaların sadece bir tanesi olan Birleşik Metal-İş ya da DİSK'in, onların temsilcileri yekpare burjuva solunun bir cevabı bulunuyor mudur? Bu işyerinde de Nisan ayında Birleşik Metal-İş'e üye 118 işçi işten çıkartılmıştı. Peki ya Bosch işçileriyle aynı ilin proletaryasından Bursa ASEMAT işçilerinin sendikanın astığı grev pankartı ile uzun süredir devam eden eylemlilikleri ile ilgili düşünceleri nedir?

Bizce ne DİSK, ne Türk-İş, ne de başka bir sendika işçi sınfının mücadelesi için bir alternastif olamaz. Zira Birleşik Metal-İş'e üye olduktan sonra Bosch işçilerinin Türk-İş'e üyeyken yaşadıkları mağduriyetleri aratmayacak yeni saldırılar ile karşılaşacaklarını söylüyoruz. Yine patron ile TİS görüşmelerinde enflasyonun altında bir zamda anlaşılacak, gerektiğinde sosyal haklardan kısıntı yapılacak, gerekirse öne çıkan birkaç işçi işten bir gecede çıkartılacaktır. Türk-İş ve özellikle de Türk Metal-İş ve Tek-Gıda-İş'in karakterlerini geçtiğimiz yıllarda işçi sınıfının deneyimlediği pratikler ile görebilmiş olduk. Bu demek değildir ki teslimiyetçi ya da "sarı" sendikaları sadece gündeme gelenlerdir; sendikanın rengi yoktur çünkü sendikalar bugün yapısal ve içinden geçilen tarihsel konjonktür itibariyle birer devlet aparatlarıdır.

Peki ya burjuva solu? Varoluşlarının ana "ekseni" işçilere dışarıdan bilinç taşımak iddiası olan burjuva solunun devrimcileri işi daha da ileri götürdüğünün örneklerini de takip etmek zor değil. Mesela "direniş çadırı" meselesi. Örneğin ücretlerini alamadan birkaç ay öncelerine kadar yüksek karlar açıklayan Hey Tekstil'den atılan işçilere yaptıkları "tavsiyeler" oldukça düşündürücü. Bosch işçilerinin DİSK Birleşik Metal-İş'e geçişlerini kutlayanlar bu sefer de Hey Tekstil işçilere "Ontex/Canbebe direnişçilerinin kendi direniş çadırlarını Sefaköy İşçi Kültür Evi'ne bıraktıkları direnişin ilk günlerinden beri BDSP'liler tarafından işçilere ve komiteye defalarca söylenmişti."[9] tavsiyesi yaparak sözde "devrimciliklerini" aklamaya çalışmışlar, her zaman en doğrusu ve "en mükemmelini kendilerinin bildiğini" iddia edecekler, işçi sınıfı karşısında kendilerini birer öğretmen gibi göreceklerdi. Ama ne de olsa işçiler sadece seminerler verilmeyi hakeden birer "bilinç taşınması gerekenler topluluğu"dur, öyle değil mi?[10]

Artık işlevi de açık hale gelen ve direnişteki işçilerin hem moral hem de fiziken adeta çökmelerine, "mücadele" uğruna adeta sokaklarda açıkça sivil/resmi kolluk kuvvetlerinin ve patronun kiraladığı çetelerin saldırılarına açık hedef haline getirilen ve çadırlar, direniş noktaları, vb. kurdurularak aylarca ve hatta yıllarca bu biçimde sürdürülen ve açılan davaların sonuçlanması beklenirken samimi işçilerin iyi niyetlerinin stalinistler tarafından bu biçimde kullanılmasının önünü açan ve artık bir işlevi olmayan, aksine burjuva solunun dümenine su taşıyan, kendi haber kanalları, internet siteleri ve kampanyalarında propaganda malzemesi haline getirilen bu "işçi yanlısı olayım", "inadına sınıf politikası güdeyim" derken mücadeleyi baltalayan bu gibi uvyerist tavsiyeler üzerine kurulu stratejilerin hiçbir işlevi kalmıyor. Olan yağmur, çamur, kar, kış demeden işletme önlerinde bekletilen birkaç işçi ya da işçilere ve ailelerine oluyor. Direnişin doğası ve sınıfın mücadele azmi günümüzden ele alınarak değerlendirildiğinde henüz enternasyonalist, ciddi bir devrimci kalkışmanın olmadığı şu dönemde bu tür maceracılıklara itilen işçilerin de en son olarak refromlar bir yana sadece hakları olanın geri alınması ile mücadelelerini sonuçlandırdıklarını, herhangi bir reformun kazanılmadığını ve bunların tamamen dönemin gereklilikleri olarak sadece savunma eylemlilikleri olarak kalmak zorunda olduğunu söyleyebiliyoruz.

Özellikle Gebze Direnişi gibi dönemlerde "neden işten atılmak gibi dar bir hedefe kilitleniliyor" gibi eleştiriler getirenlerin bugün "işten atılmalara karşı direniş çadırları" olarak sloganlaştırabileceğimiz politikalarıyla düştüğü acziyet, Türkiye'deki burjuva solunun değerlendirmesinin sağlıklı yapılabilmesi için önemli bir ayrıntıyı oluşturuyor.

İşçi sınıfının kendi mücadelesinin kontrolünü devletin işyerindeki polisi olan sendikaları yıkmak iken, bunun destekçisi halindeki burjuva solunu da yıkmalıdır. İşçi sınıfı mücadelesini ancak bu şekilde geliştirebilir, sağlam deneyleri ile hayat laboratuarında yeni tecrübeler kazanabilir. Onun dışındakiler tamamen yenilgi ve varolan hakların gaspından başka bir anlam taşımayacaktır.

Nevin

 


 

1. https://tr.internationalism.org/yeni-sendikalar-yasasi-uezerine-duesuenc...
2. https://www.kizilbayrak.net/rss/arsiv/2012/03/15/artikel/170/bosch-iscil...
3. https://www.kizilbayrak.net/rss/arsiv/2012/03/15/artikel/170/metal-iscil...
4. https://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43647
5. https://muhalefet.org/haber-bosch-iscisinin-tercihi-mucadeleci-sendika-2...
6. https://www.unionbook.org/profiles/blogs/esaret-kirildi-bosch-s-n-n-terc...
7. https://devrimciproletarya.net/?p=29974
8. "Bosch İşçileri Çeteyi Aşıyor, Birleşik Metal'de Birleşiyor!" (https://www.kizilbayrak.net/rss/arsiv/2012/03/15/artikel/170/bosch-iscil...), "Bosch'taki Yetki Birleşik Metal-İş'te" (https://www.alinteri.org/?p=15789), "Bursa'da İşçi Baharı Başladı" (https://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43686), "Bosch İşçisi Birleşik Metal-İş Dedi" (https://www.demokrathaber.net/calisma-hayati/bosch-iscisi-birlesik-metal...), "Ve Bosch İşçisi Tarih Yazdı" (https://sosyalbilimler-haberportal.blogspot.com/2012/03/ve-bosch-iscisi-...), "Bosch İşçisi Kaderini Kendi Çizmek İstiyor" (https://www.evrensel.net/news.php?id=25136)
9. https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2012/03/19/artike...
10. www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2012/03/17/artikel/170/he...

 

Tags: 

Ekonomik Kriz: Cevap Mali Düzenleme Değil, Kapitalizmin Yıkımı

"Bir sonraki patlama şüphesiz gelecek ve şiddetli olacak. Kesinlikle hiçkimse kurtarma planlarına inanmıyor. Pazarların tıka basa dolduğu ve borsaların sonlandığı biliniyor. Ekonominin nasıl kurtarılacağı esnafın umrunda bile değil. Bu şartlarda bizim işimiz para kazanmak. Her gece rüyamda konjuktürel gerilemeyi görüyorum. 1929 patlamasında çok az insan kazanç elde etti, bugün bunu yalnızca elit kesim değil, herkes yapabilir. Bu ekonomik kriz kanser gibi. Siz daha kötüsünü düşünün! Hükümetlerin bu problemi çözebileceğini düşünmenin zamanı değil. Hükümetler dünyayı yönetmiyor, dünyayı Goldman Sachs yönetiyor. Bu banka kurtarma planlarıyla ilgilenmiyor. Tahminimce 12 aydan daha az zaman içinde milyonlarca insan yok edilecek ve bu daha bir başlangıç." Bütün bu satırlar BBC'nin 26 Eylül'de Londra esnafı Alessio Rastani ile yaptığı röportajdan. Bu video o zamandan beri internette muntazam bir ilgi toplandı. [1]

Şüphesiz bu ekonomistin olumsuz perspektifine katılıyoruz. İtinalı tahminlerimizi yapmayı denemeden, krizin daha da kötüleşerek tahripkar olacağı ve insanlığın giderek artan bir bölümünün, kapitalizmin çöküşe geçtiğini, bunun katlanılması gereken sonuçlarının olduğunu anladığını, tereddüt etmeden kabul ediyoruz. Buna rağmen Alession Rastani'nin açıklamaları son yıllardaki büyük yalanlara daha yakın: Yeryüzünün dünya finansmanından dolayı ve yalnızca dünya finansmanından dolayı zor durumda olduğu: Goldman Sachs dünyayı yönetiyor gibi. Ve bütün sol, radikal sol, globalizm karşıtları bu koroya katılıyorlar. Çok korkunç, işte bizim bütün problemimizin asıl nedenide burada yatıyor. 'Ekonominin kontrolünü tekrar kazanmak zorundayız.' 'Banka ve spekülasyonlarına sınırlar koymak zorundayız.' 'Güçlü ve hümanist bir devlet için mücadele etmeliyiz!' Bu tür söylemler 2008 yılından bu yana, ABD'deki banker Lehmann Brothers'ın etrafında çınlayarak durmadan dolanıp durmaktadır. Bugün klasik sağın bir kanadı bile vahşileşen finans ekonominin bu‘radikal' kritiğine inanmakta, devleti manevi olarak davranmaya ve daha fazla etki yapmaya çağırmaktalar. Bütün bu propagandalar, dönemin vahşetinin gerçek nedeninin kapitalizmin tarihsel iflasi olduğunu gizlemek için, ümitsizlige düşen ideolojilerin önlerine çektikleri perdeden başka bir şey değil. Burada söz konusu olan nüans veya kavram sorunu değil. Neoliberalizmi suçlamak ile kapitalizmi suçlamak iki farkli temel şey. Bir tarafta sömürü sisteminin reformize edilebileceği hayali, diğer taraftan kapitalizmin geleceğinin olmadığı, tamamen parçalanması ve yerine zorunlu başka bir toplumu geçirme anlayışı. Egemen sınıfın medya ve bilirkişilerine bu kadar çok enerji harcayarak, neden herkese finans pazarının sorumsuz tüccarlarını işaret ettiğini ve onları şimdiki ekonominin bütün sıkıntıları için suçladığını kavrayabiliyoruz. Onlar böylece sistem üzerindeki dikkatleri başka yöne saptırarak, zorunlu olarak gelmekte olan radikal bir değişimin yani bir devrim üzerine düşünülmesini engellemeye çalışıyorlar.

Tüccarlar: Suçlu ya da Günah Keçisi Arayışı

Son dört yıldır her borsa patlamasında tüccarların karanlığı masalı vurgulanıyor. Ocak 2008'de Jerome Kirviel skandalı manşetlerdeydi. O Fransız bankası Bank Societe Gegenerale'nin fiyaskosunun kötü yatırımlardan dolayı, 4,82 milyar euro kaybetmesinden sorumlu tutuldu. Krizin gerçek nedeni olduğu söylenilen ABD'deki emlak gevezelikleri arka plana itildi. Aralık 2008'de yatırımcı Bernard Madoff'a karşı zimmetine 65 milyar dolar geçirdiği ortaya atıldı. O pratik olarak ABD devi Lehmann Brothers'ın yıkılışının üzerindeki dikkatleri kendi üzerine çekerek her dönemin alçak herifi oldu. Eylül 2011'de esnaf Kweku Adoboli İsviçre bankası UBS'nin 2,3 milyar dolarını gasp etmekle (dolandırmakla) suçladı. Bu olay "tesadüfen'' dünya ekonomisinin yeniden büyük bir perişanlık içine girdiğinde gündeme geldi. Tabii ki herkes, bu bireylerin sadece bir günah keçisi olduğunu biliyor. İpler, kabarık olan kendi suçlarını örtbas etmek için bankalar tarafından çekildi. Güçlü medya propagandası herkesin dikkatinin, köhnemiş büyük sermayeye odaklanmasını sağlıyor. Bu kurgu canavarlarının imajı kullanılarak, kafalarımız fethedilmek ve düşüncelerimiz karartılmak isteniyor. Bir adım geri giderek biraz düşünelim. Çok yönlü bu olay kendisini nasıl anlatıyor, dünya neden uçurumun kenarında? Dünyanın her tarafında milyonlarca insanın açlıktan öldüğü bu dönemde, milyarlık gasplar ne kadar tiskinti uyandırırsa uyandırsın ve Alesssio Rastani'nın sözleri ne kadar edepsizce ve zararlı olursa olsun, şayet borsa düşüşlerinde zengin olunabileceğini umut ediyorsa, bu ekonomik krizin her bölümde ve bütün ülkelerdeki boyutunu anlatmaktan başka bir şey yapmıyor. İster banker isterse endüstri kaptanı olsunlar, hiç kimsenin çıkarını, insanlığın refahını değil, sürekli kendi azami karlarını düşünüyorlar.

Bunlar yeni şeyler değil. Kapitalizm başından beri her zaman insanlık dışı sömürüye dayalı bir sistemdi. 18. ve 19. yüzyıllarında Afrika ve Asya'nın barbarca ve kanlı bir şekilde yağmalanması buna trajik bir örnek. Bunun için sermaye tacirleri ve bankerlerin düzeni, şimdiki kriz hakkında bize yeni bir şey ögretmiyor. Şayet aldatıcı para ticareti büyük zarar veriyor ve bazen bankaları dibe vurmaya zorluyorsa, pratikte bu, krizin neden olduğu hassaslığın bir sonucu, aksi değil. Örnek olarak, şayet 2008'de Lehmann Brothers iflas etmiş olsaydı, bu onun sorumsuz yatırım politakalarından dolayı değil, çünkü aksine 2007 yaz aylarında, ABD emlak pazarları çökmüştü ve bu banka yığınla değersiz borç yükü altında müşkül bir durumda kalmıştı. Bu düşük prim krizi Amerikan ekonomisinin iflas ettiğini ve ona verilen krediyi hiçbir zaman geri ödeyemecegini göstermektedir.

Kredi değerlendirme acentalarına ya da ateşi ölçen termometreye karşı suçlamalar

Kredi değerlendirme acentaları da ateş altında. 2007'nin sonlarında yetkisizlikle suçlandılar, çünkü borçların miktarı üzerindeki devlet hakimiyetini ihmal etmişlerdi. Bugünde aksine ABD (für Standard and Poor's)'deki ve Euro bölgesindeki (für Moody's) devlet borçlarına daha fazla dikkat etmekle suçlanıyorlar. Bu acentaların tarafsız olmamaya özellikle ilgi duydukları doğru. Çin kredi değerlendirme acentaları, ABD'nin kredi notunu düşürenlerin başındaydı, ABD acentaları ise aksine Avrupa'ya karşı kendi ülkelerinden daha sert davrandı. Uygun, finans dünyasının her gerilemesi spekülasyonlara baş vurulmasının ortamını ve bu da ekonomik durumun kötüleşmesini hızlandırıyor. Bilirkişiler bu durumlarda ‘kendi kendini icra eden kehanet'den bahsediyorlar. Fakat, aslında bu acentalar durumun ölçüsünü tamamen küçümsüyorlar. Onların bahşettiği değerlendirmeler, bu borçları geri ödeyebilmeleri için bankalar, işverenler ve bazı devletlerin gerçek kapasitelerine oranla çok yüksek. Ekonominin aslını kritik etmek acentaların çıkarına değil, çünkü dünya ekonomisi herkesin üstüne bindiği bir dal ve bu panik yaratır. Değerlendirme düşürülecekse bunun minumum inandırıcı seviyede muhafaza edilmesi gerekir. Dünya ekonomisinin karşı karşıya olduğu ciddi durum tamamen gizlenirse, gülünç duruma düşülür ve ona hiçbir kişi inanmaz. Eğemen sınıf açısından belli zayıflıkları tanımak, sistemin ana sorunlarını gizlemek için daha akıllıca. Kısa bir zaman önce değerlendirme acentalarını suçlayanlar bunun tamamen farkında. Onlar termometrenin kalitesinden şikayet ediyorlarsa, bu yanlızca bizim dünya kapitalizmini sarsıntı içine sokan bu iğrenç hastalık üzerine düşünmemizi engellemek, bu hastalığın tedavisinin mümkün olmadığını ve daha da kötüleşeceğini zorunlu olarak itiraf etmekten korktuklarındandır.

Finans dünyasının suçu veya hastalık ile belirtilerinin karıştırılması

Ticarethane ve değerlendirme acentalarının kritiği, finans sektörünün manasız büyüklük iddiaları üzerine olan daha büyük propaganda kampanyalarının bir parçasıdır. Her zamanki gibi ufak bir tanecik, ideolojilerin temelini teşkil eden gerçekliğe dayanmaktadır. Fiiliyatta sermaye dünyasının son on yılda kibirli ve her zaman verimsiz bir garibe ile büyüdüğü tartışılmaz. Bunların kanıtları bol miktarda bulunuyor. 2008 yılının toplam küresel mali büyüklüğü 2,2 milyon dolara yükseldi, küresel toplam sosyal hasılayla karşılaştırılırsa 0,55 milyar. [2] Böylece kurgu, ekonomi ortalama söylenilen ‘gerçek ekomomi'den daha büyük! Ve bu milyarlar yıllar boyu çılgınca büyüyerek ve kendini mahvedercesine yatırıldı. Anlaşılır bir örnek, boş satım mekanizması. Burada mevzu bahis olan ne? Boş satış mekanizması ile başlayalım, elimizde olmayan bir şeyi sonra almak için satmak. Bu hilenin amacı açıkça şurada bulunuyor, belli bir fiyatla satın alınana yatırım yaparak, daha sonra onu daha uygun fiyatla geri satın almak ve aradaki farkı kar olarak hesaba kaydettirmek. Gördüğümüz gibi, bu mekanizmayı önce ele geçirmek ve sonrada tekrar satmanın tamamen karşıtı. [3] Somut olarak boş satışlar, kurgu kapitalin fiyat üzerine iddialaşan belli yatırımlarını içeren, ara sıra hedeflenen yatırımların çökmesine götüren, büyük bir nehir. Bu bir skandal haline geldi, bir yığın iktisatçı ve politikacı bize bunun ana problem olduğunu söylüyor. İflaslar ve euronun düşüş nedeni. Bunun için çözümü basit: boş satışların yasaklanmasıyla her şey düzelecek, güllük gülistanlık olacak. Boş satışların tamamen manasız olduğu ve ekonominin bir bölümünü telef ettiği doğru. Fakat tam da bu boş 'hızlanma' ve ana nedenler değil. Herşeyden önce şiddetli ekonomik kriz, ticaretin verimli olabilmesi için buna ihtiyaç duyar. Asıl gerçek, kapitalistlerin pazarların artmasına oynamadıkları, aksine düşmesi, dünya ekonomisinin geleceğine ne kadar az güvendiklerini gösteriyor. Bunun için giderek daha az, uzun vadeli ve sabit yatırım: yatırımcılar hızlı kazanç elde etmek için, uzun süreli kazanç vaat edebilen endüstri sektörlerinin özellikle fabrikaların hemen hemen olmayışı ve işverenlerin uzun yaşayamama endişesini istemiyor. İşte burada problemin özüne geliyoruz. Reel veya geneleksel denilen ekonomi çoktandır kötü durumda. Sermaye bu alandan verimliliği giderek azaldığı için kaçıyor. Dünya ekonomisi doydu, metaların satılması zorlaşıyor, fabrikalar üretmekte ve birikim yapmakta güçlük çekiyor. Sonuç: kapitalistler semayesini spekülasyonlara ‘gizli' ekonomiye yatırıyor. Finans dünyasının büyüklük iddiası, kapitalizmin tedavi edilemez hastalığının yanlızca bir belirtisi olan, üretim fazlası.

Suçlu neoliberalizm veya sömürülenler nasıl sadıklaştırılırlar?

Şu neoliberalizmi yöreselleştirenler, reel ekonominin nasıl kritik dönemde olduğunu tamamen kabul ediyorlar. Fakat onlar kapitalizmin çıkmazını bir an bile ileriye götürerek geliştirmiyorlar. Kapitalizmin çürüdüğünü ve can çekişmekte olduğunu reddediyorlar. Küreselleşme karşıtı ideologlar, böylece endüstrinin yıkılması suçunu, 1960'lardan beri yapılan kötü politikalara ve neoliberal ideolojilere veriyorlar. Onlar için bizim, Alessio Rastani'nin dediği gibi, dünyayı Goldman Sachs yönetiyor. İşte böyle daha fazla sosyal haklar, daha fazla düzenleme ve devlet müdahalesi için mücadele ediyorlar. Neoliberalizmin kritiğiyle başlıyorlar ve bizi yönlendirecek yeni yanılmalarla, devletçilikle sonlandırıyorlar. Sermaye üzerindeki daha fazla devlet kontrolü ile sosyal ve müreffeh yeni bir ekonomi kurabiliriz. Fakat biraz daha fazla devlet müdahalesi, kapitalizmin ekonomik problemlerini çözemeyecek. Sistemi dinamitleyen kendi eğilimi, pazarın emebileceğinden daha fazla meta üretmesi. On yıllar boyunca borçlanmaya dayalı suni bir pazar oluşturularak, ekonominin felç olması engellendi. Başka bir kelime ile söylemek gerekirse, kapitalizm 1960'lardan bu yana veresiye yaşadı. Bundan dolayı bugün bütçe, bankalar ve devletler şiddetli borç yükü altında inlemekte ve şimdiki borsa düşüşleri bunun için "borç krizi" olarak adlandırılmaktadır. Yanlızca, devlet ve merkez bankaları, özellikle Fed ve Avrupa Merkez Bankası 2008'den, Lehmann Brothers'ın batışından sonra ne yaptı? Milyarlarca dolar ve euro ekonomik dolaşıma yatırarak başka iflasları engellemeye çalıştılar. Bu milyarlar nereden geliyordu? Yeni borçlardan! Bütün yaptıkları özel borçları resmileştirmek ve Yunanistan'da gördüğümüz gibi böylece, bütün devletlerin iflas etmesinin temellerini hazırladılar. Önümüzde duran ekonomik akım, kontrol edilemez bir vahşiliği zorluyor. Daha büyük Avrupa ya da dünya hükümeti düşüncesi bir çıkmaz sokaktır. Onlar bunu ister yalnız ister başkalarıyla birlikte yapsınlar, devletlerin sürekli ve gerçek çözümleri yoktur. Onların bir araya gelmesi büyüyen krizlerin yavaşlamasını ve aynı zamanda parçalanmaların hızlanmasına olanak sağlayabilir. "Krizi kontrol edemezsek dahi, devlet sosyalleşerek böylece bizi koruyabilir" diyerek koro halinde bağırıyor bütün sol. Devletin sürekli patronların en kötüsü olduğuna dair bir kelime bile yok. İşçiler için devletleştirmeler asla iyi yenilikler değildi. İkinci dünya savaşından sonraki devletleştirmelerin amacı, savaştan sonra tahrip olan üretim araçlarını yeniden canlandırmak ve vahşi bir sekilde iş temposunu yükseltmekti. O zamanlar Fransa Komünist Partisi'nin genel sekreteri ve De Gaulle Hükümetinin devlet bakanı Thorez, Fransız işçi sınıfına özellikle devlet sektörlerinde çalışan işçilere verdiği ünlü (bildiride) mesajında: "Eğer maden işçileri görevdeyken ölürse onların yerini hanımları alacak." Veya, "Ulusal ekonomiyi kurmak için kemerlerinizi sıkınız" ve "grev tröstlerin işidir", diyordu. Devletleştirilmiş teşebbüslerin mükemmel dünyasına hoşgeldiniz! Bunlar beklenmedik veya şaşılacak (sürpriz) şeyler değil. 1871 Paris Komunü deneyiminden bu yana, devrimci komunistler sürekli, devletin işçi karşıtı ıslah olmaz rolünü vurgulamışlardı. "Modern devlet, burjuva toplumun söylediği gibi, yalnızca kapitalist üretim ilişkilerinin genel belli şartlarına saldıran, işçilere karşı korumak ne de, yalnızca tek tek kapitalistlerin örgütü değildir. Ve modern devletin biçimi ne olursa olsun, özünde kapitalist makine, kapitalistlerin devleti, bütün kapitalistlerin ruhudur. Ne kadar çok üretim aracı mülkiyetine alırsa, o kadar çok, gerçek bütün kapitalist olur, o kadar çok vatandaşı sömürür. İşçi, ücretli işçi-proleter olarak kalır. Sermaye ilişkileri ortadan kalkmaz, çoğalarak daha da yükselir. (Kap.5, Anti düring, MEW bd 20)" Friedrich Engels bu satırları 1878'de yazdığı zaman bile devletin dokunaçlarını bütün topluma uzatarak ve ekonomi politiği, resmi teşebbüsler gibi bütün özel teşebbüsleri üstlenmesi gerektiğini kavradığını göstermektedir. O zamandan beri devlet sürekli güçlendi. Bütün ulusal burjuvaziler kendi devletlerinin arkasına gizlenerek aralarında katı bir neticeye ulaşıncaya kadar acımasız ticari savaşlar sürdürüyorlar.

BRHÇG bizi kurtaracak... Ya da ekonomik mucize için dua edecek

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika (BRHÇG) ekonomide hatırı sayılır bir başarı gündeme getirdi. Özellikle Çin'in artık dünyada ikinci büyük ekonomiye sahip olduğu söyleniyor ve bir çok kişi ABD'nin tahttan düşeceğini düşünüyor. Bu görünen gelişme bir çok ekonomisti, bu grubun, İkinci Dünya Savaşı'nda ABD'nin yaptığı gibi dünya ekonomisinin yeni lokomotifi olacağı noktasında umutladırıyor. Başlangıçta Çin, rizikoya rağmen, devlet borçları krizinden dolayı parçalanan İtalyan devleti bütçesinin bir kısmını doldurabileceğini önerdi. Küreselleşme karşıtı cephe insanların, bunu sevinç nidaları atmanın bir nedeni olarak görmeleri gerektiğine inanıyorlar: ABD üstünlüğünün, neoliberalizmin en kötü mahkumu oldugu teşhir edilerek (BRHÇG)'nin yükselmesi ile dengelenmiş centilmen bir dünyanın oluşturulacaği şeklinde delillendiriliyor. BRICS 'in gelişmesine beraberce bağladıkları bu umut, sözde büyük burjuvazi ve anti-kapitalistleri, sadece komik duruma düşürmekle kalmıyor, onların kapitalist dünyaya ne kadar çok bağlı olduklarınıda gösteriyor. Bu umudun nasıl bir sabun köpüğü gibi patladığını düşündürüyor. Bu ekonomik gevezelik bir deja-vu duygusu uyandırıyor. Seksen ve doksanlı yıllardaki Arjantin ve Asya kaplanları veya daha önce İrlanda, İspanya ve İzlanda o zamanlar ekonomik mucize ile ödüllendirilmişlerdi. Ve her mucize gibi baş döndürücü bir şekilde çok geçmeden dışarı atıldılar. Bütün bu ülkeler hızlı gelişimlerini sınırsız borçlanmaya borçlular. Bunun için onların hepsi aynı akışkanlıkla sona gittiler. Konjonktürel düşüş ve iflas. BRHÇG de aynen böyle davranılıyor. Daha şimdiden Çin kırsalında bu büyüklükteki borç ve yükselen enflasyon üzerine büyüyen endişe mevcut. Çin devlet yatırım kuruluşu fonlarının başkanı Gao Xiping, kısa bir süre önce "biz koruyucu değiliz. Önce kendimizi kurtarmalıyız", dedi. Daha açık bir şekilde izah edilemez.

Gerçek: Kapitalizmin çözümü ve geleceği yok

Kapitalizm reformize edilemez. Realist olarak yanlızca devrimin bu faciayı engelleyebileceğini teslim etmek lazım. Kapitalizm kendinden önceki köleci ve feodalizm gibi yıkılmaya mahkum bir sömürü sistemi. Öncelikle 18.ve 19. yüzyılından beri 200 yıl boyunca gelişerek yeryüzünü denetimi altına aldı ve Birinci Dünya Savaşı'nı çıkardıktan sonra büyük bir gürültü ile çöküşe geçti. 1930' lardaki büyük buhran, İkinci Dünya Savaşı'ndaki iğrenç katliamlar, bütün bunlar sistemin yaşlandığını ve insanlığın yaşaması isteniyorsa sona erdirilmesi gerektiğini kanıtlıyor. Evet 1950' lerden sonra 1929'lardaki gibi zorba kriz yoktu. Burjuvazi zararı nasıl sınırlayacağını ve ekonomiyi canlandıracağını daha iyi öğrenmişti, böylece bugün bir çoğu bugünkü krizin yalnızca son 60 yıl boyunca olan yıkımlar gibi olacağını ve büyümenin geri geleceğine inanıyorlar. Özünde ise 1967, 1970-1971, 1974-75, 1991-93 Asya ve 2001-2002'de sırası ile gelen krizler yanlızca bugünkü kötü durumun yolunu açtı. Burjuvazi her seferinde ekonomiyi yürütebilmeyi, sadece kredi musluklarını açarak başarabildi. Problemin köküne yanaşmayı hiçbir zaman beceremedi: Kronik üretim fazlalığı. Yapabildiği tek şey ödeme günlerini ertelemek. Bugün sistem bu borçların ağırlığı altında boğuluyor. Hiç bir bölüm ve devlet bunun dışında kalamıyor. Boğazına kadar borçlanma kendi sınırlarını aştı. Bu ekonominin tamamen durdugu anlamına mı geliyor? Tabii ki değil. Burjuvazi kendi olanakları içinde tartışarak veba ve kolera arasında seçim yapmak zorunda kalacak. Ya şiddetli tasarruf politikaları ya da yeni bir para politikası. Birincisi çok kuvetli konjokturel dalgalanmalara, ikinciside kontrol edilemeyen eflasyona neden olacaktır. Daha şimdiden kısa dönem konjonktürel gerileme ile uzun dönem arasındaki değişim kredilerinin tekrarlanması geçmişte kaldı: İşsizlik patlayacak, fakirlik ve barbarlık dramatik bir şekilde genişleyecek. Eğer 2010'daki gibi dönemin tekrarı olursa, geçici havada duran bir soluklanmadan öteye gitmez ve ekonomik felaket devamcısı olur. Bunun aksini iddia edenler biraz Empire State Building'in tepesinden atlayan ve her kata geldiklerinde, her şeyin şimdiye kadar iyi gittiğini söyleyen optimistlere benziyorlar. Unutmayalım ki; büyük buhran başladığında ABD başbakanı "refah devri görünürde" demişti. Belli olmayan tek şey insan kaderinin nasıl olacağı. Kapitalizmle birlikte batacak mı? Yoksa dayanışma ve karşılıklı yardımla, sömürüsüz, sınıfsız, devletsiz ve karsız yeni bir dünya kurabilecek durumda olabilecekler mi? Engels'in 120 yıl önce dediği gibi! Burjuva toplum bir ikilem karşısında durmakta: Ya sosyalizme geçiş süreci ya da barbarlık. Geleceğin anahtarı işçi sınıfı, çalışanlar, işsizler, emekliler ve kötü işlerde çalışan gençlerin mücadelelerini birleştirmesinde yatmaktadır.

[1] www.bbc.co.uk/news/Business-15059135http
[2] www.jacquesbgelinas.com/indexfiles/Page3236http
[3] www.jacquesbgelinas.com/indexfiles/Page3236

Tags: 

Esenyurt Yangını: Kapitalizm İşçi Kanıyla Yaşamaya Devam Ediyor

11 Mart günü Esenyurt'ta bir inşaat şantiyesinde çıkan yangın bizlere bir kez daha kapitalist sömürünün nasıl bir gerçeğe sahip olduğunu gösterdi. Adana'daki baraj inşaatında çalışan işçilerin baraj sularına kapılıp kaybolmalarının ardından daha cesetleri bulunamamışken Esenyurt'taki yangın faciasını yaşadık. Bu yangının ardından burjuvazinin bakanları, belediye başkanları, dalkavukları ve soytarıları, aklınıza kim gelirse, bu sömürü sirkinin gülen yüzlü cellatları, hepsi aynı ağızdan “vadeleri dolmuş” ya da “kader” açıklamalarında bulundular. Ama şunu bilmiyorlar ki; onların kaderinde de savundukları bu sistemin işçi sınıfının ellerinde can vereceği gerçeği var.

Yaşanan bu iş çinayetleri ve bunların dışındaki iş kazaları kapitalizmin yapısal özelliklerinden sadece bir tanesi. Kapitalizm kendini var edebilmek için aynı zamanda işçi kanına ihtiyacı var. Son yıllarda iş cinanetleri ve iş kazalarının artmasındaki temel gerçeklik ise kapitalizmin ekonomik krizi, azgın piyasa rekabeti, esnek üretim sonucu teşeronlaşma. Esenyurt'ta da Adana'da ve diğer iş cineyetlerinin temelinde de aşırı kar ve piyasa rekabetinde güç kazanma ihtiyacı yatmakta.

Esenyurt'ta yaşanan yangının böylesine ölümle bitmesinin tek bir açıklaması var; o da inşaat sektöründeki üretim artışı ve bu artışla yaşanan piyasa rekabeti. Taşeron firmaların iş alabilmek için ihalelerde düşük fiyat vermesi ve buna bağlı olarak da düşürülen fiyatların işçi giderlerinden kesilerek kar etmeye çalışmalarından kaynaklanıyor. Bu durum ise işçilerin çadırda kalmaları, sigortasız çalışmaları ve uzun çalışma saatlerine maruz kalmalarına yol açıyor. Yukarıdan aşağıya doğru kurulu bu kar mekanizması; yani ana firmanın bir alt teşerona, bir alt teşeronun başka bir teşerona iş vermesi sonucu, en ağır yükü; somut, gerçek, reel değeri üreten işçiler çekiyor. Çadırlarda insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur kalmanın gerçeği, kapitalizmin işçi kanıyla yaşayabilmesinin sonucudur. Bunun başka bir izahı olamaz; bu izahı yapmaya çalışanlar ise bu kanla yaşayan sistemin asalaklarıdır.

İş cinayetleri, kapitalist ekonominin yapısal özelliğidir

İş kazaları konusunda genellikle burjuvazi propagandist bir içerikle şunu iddia eder: işçilerin dikkatsiz, özensiz ve keyfi davranışlarından dolayı iş kazaları yaşanmaktadır. Onlara göre tüm önlemler alınmıştır. İşçilerin iş sağlığı düşünüldüğü için üretim süreci yeni teknolojilerle desteklenmiştir. Bu durumda yeni gelişen üretim araçları teknolojisi sonucu şöyle bir kanı oluşabilir: teknolojinin bu kadar geliştiği günümüzde neden insanlar hala iş kazalarında ölmekteler? Bu sorunun cevabı ise yine üretim araçlarının neden geliştirilmeye ihtiyaç duyulduğunda yatıyor. İnsan emeğinin reddilemez bir rolü vardır; o da kapitalist ekonminin sürebilmesi için her zaman ona ihtiyaç duymasıdır. Kapitalist ekonomi içerisinde şekillenmiş insan emeği yani ücretli emek diğer üretim girdileri gibi sadece bir metadır. Kapitalist üretim her zaman işçi sınıfının üretimdeki temel rolünü ortadan kaldırmaya çalışır; yani üretilen metayı işçinin emeğinden arındırmaya çalışır. Bundan kaynaklı da sürekili üretim teknolojisini yenilemeye çalışır. Nihayetinde bu durum işçinin üretim sürecinde rahat etmesi için değildir, daha fazla kar amaçlıdır. Kapitalist sadece yeni yatırımlarını üretim araçlarını geliştirmek üzere yapar, bu durum canlı emek ile cansız emek arasındaki rekabeti açıklar ve bu kapitalist ekonominin çelişkilerinden biridir. Bu çelişki onu sürekli canlı emeğe karşı cansız emeği geliştirmeye iter. Tam da bundan kaynaklı işveren değişmeyen sermaye denen elindeki makine, hammade vb. diğer harcamalarının yanına iş güvenliği için yeni harcamalar eklemek istemeyecektir; zira bu yatırım, üretim için aktif olarak kullanılmayacaktır ve kapitaliste artı yük oluşturacaktır. “Kapitalist üretim tarzı bir yandan, toplumsal emeğin üretkenlik gücünün gelişmesini teşvik ederken, öte yandan da, değişmeyen sermayenin kullanılmasında tasarrufu kamçılar.” 1

Meselenin biraz daha şimdilerdeki yaşanış biçimine gelirsek, kapitalist ekonominin de temel ve kronik sorunlarına değinmiş olacağız. Bunların en başında yaşanan ekonomik kriz, aşırı borçlanma, mevcut sermaye birikiminin yavaşlaması ve eskiye oranla küçülerek büyümesi gelmekte. Bu kronik sorunları kapitalizmin daha fazla piyasa döngüsüne ve bu döngünün soluk borusu olan ücretli emek sömürüsü üzerinden yaratılmış daha çok gerçek değer elde etme yoluna itmekte. Yani kapitalist ekonominin can damarı olan artı değer oranlarını yükseltme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sömünürünün oranı arttırılmak istenmekte ve artı üretim harcamasından kaçınmaktadır. Burjuvazi uzun vadede esnek üretim denen, ihtiyaca göre üretim ve maksimal sömürü üzerine kurulan yapılanmayı, kısa vadede yada somut uygulamada ise taşeronlaşma, üretimin daha küçük birimlere ayrılması olarak ifade edebileceğimiz yöntemi kullanmaktadır. Günümüzde bu uygulama giderek yaygınlaşmaktadır çünkü sermaye kriz içerisindedir ve normal dönemlerden daha fazla kar ihtiyacı duymaktadır. Ve buradan hareketle iş kazalarıyla bu yapılanma arasında doğrudan bir ilişki olduğunu belirtmek gerekiyor.

İş kazalarının verilerine bakıldığında en fazla iş kazaları taşeron şirketler ya da 5-10 ile 40-50 kişi arasında çalışan işyerlerinde yaşanmaktadır. En son yaşadığımız Esenyurt şantiye yangını bu duruma verilecek acı bir örnek. Esenyurt'taki inşaat şantiyesinde çalışan işçiler taşeron aracılığıyla çalıştırılmaktaydılar ve maliyeti düşürmek için kış ayında insanlık dışı koşullarda çadırda kalmaya mahkum edildiler. İşçiler kendi kazançlarıyla normal bir konut kirasını karşılayamadıkları ve konut kirası için artı bir ücret talep edemedikleri için çadırda yaşamları son buldu. Başka bir örnek: Tuzla tersanelerinde yeterli düzeyde önlem alınmadığı ve alınacak önlemler maliyeti yükselttiği için taşeron şirket tarafından iş cinayetine zemin hazırlayan çalışma koşullarında yüzlerce işçi yaşamını kaybetti. Tuzla tersanelerinde yaşanan iş çinayetleri sonrası gündeme gelen, tersane sahiplerinin gemi maliyeti içinde bir işçinin kan parasını (işçinin ölümü durumunda ailesine verilecek olan para) da hesaplıdığı gerçeği iş kazalarının münferit olmadığını gösterdi. Maden kazalarında yaygın olarak yaşanan patlamalar, anti-grizu ve havalandırma sistemlerinin maliyetli gelmesinden kaynaklı her seferinde onlarca işçinin yaşamına mal oluyor ve daha başka bir çok örnek. Bunların dışında Bursa'da yanan kadın işçiler, selde, yük taşımak için yapılan kamyonetin kasasında taşınırken boğularak ölen kadın işçiler ve daha bilmediğimiz bir çok iş cinayeti kapitalizm tarihine geçti.

Sermaye durağandır ve onun yaşayabilmesi, hayat bulabilmesi artı değer üretimin sürmesine bağlıdır. Fakat bu da yetmemektedir; sermaye giderek ağırlaşan krizlerine çare olması için daha fazla artı değer, daha fazla sömürü ve daha fazla işçinin kanını içmek istemektedir.

İş kazalarını meşrulaştımak için burjuvazinin yalanları

İş kazalarının yaşanmasının bir başka sebebi de iş saatlerinin uzunluğudur. İş saatlerinin uzaması ve aşırı yorgunluk sonucu ölümle sonuçlanan iş cinayetleri söz konusudur. Bunlara her ne kadar kaza dense de, daha fazla üretim için uzatılan iş saatleri uygulamasının mutlak sonucudur. Kapitalistler işçilerin dikkatsizliği ve aşırı güven duygusundan kaynaklı kazaların yaşandığını iddia etmekteler ve yaş aralığı olarak da 25-35 yaş aralığını vermekteler. 2 Çünkü Türkiye'de en fazla iş kazasının yaşandığı yaş aralığı bu yaşlar. Ama eklemek gerekiyor ki; Türkiye'de toplam istihdam edilen işçilerin neredeyse yarısından fazlası bu yaş aralığında, dolayısıyla bu yaş aralığında iş kazalarının yaşanması istihdam oranlarıyla aynı paralellikte olması tesadüf değil. Ayrıca iş kazalarının %98'i engellenebilir özelliğe sahip ve gerçekten iş kazası diyebileceğimiz kısım sadece %2'lik kısmıdır; geri kalanı ise tamamen burjuva üretim koşullarıyla ilgilidir.

Diğer taraftan, iş kazaları veya iş cinayetlerini burjuvazi işgünü kaybı yada üretim kaybı olarak değerlendirmekte ve onları sadece işin bu tarafı ilgilendirmekte. Buna dair önlem alıyorsalar da bunun yapmalarının temel nedeni üretimin aksaması kaygısıdır. Çünkü bir işçinin işveren için hiç bir kıymeti yoktur. “İş kazalarının işveren bakımından maliyeti ise, iş koluna ve olayın niteliğine göre değişmekle birlikte, iş kazalarının işletmeler bakımından doğrudan ve dolaylı maliyetlere yol açtığı bir gerçektir. İşletmeler iş kazaları sonucu işgücü ve işgünü kayıpları, verimlilik ve motivasyon azalması, makine, araç-gereç ve hammadde kayıpları ve hatta üretimin durması gibi çok çeşitli sorunlarla karşılaşa bilmektedir. ”3 Bu alıntı durumu yeterince özetliyor olsa gerek.

Maliyetlerin düşürülmesi uygulamalarından birisi de kayıt dışı çalıştırılma. Yine somut bir örnek: Esenyurt'ta yaşanan yangında ölen iki işçinin sigortasının yangından sonra yapılmış olduğu gerçeği bir çok yasal düzenbazlıkların işveren tarafından yapıldığını bir kez daha gösterdi. Burjuva yasalar ve kanunlar tamemen işvrenin elini rahatlatacak biçimde hazırlanmakta. Ölen iki işçiye gece yarısı sigorta yaparak göstermelik cezalardan kaçmaya çalışan işverenin bu sahtekarlığı dikkatli bir doktorun sayesinde yakalanmış oldu. Hiçbir önlem almadan çadırda işçileri yaşamaya mahkum eden, öldükten sonra sigorta yapan işveren burjuva kanunlar tarafında sadece taksirli (istemeyerek gerçekleştirilen suç) suç işlemekten tutuklandı. Oysa ki bu iş cinayeti tamamen kasıtlı ve kar maksatlı ihmalin sonucudur.

Sonuç

Kapitalist ekonomi yaşadığı rekebet ve aşırı kar hırsının sonucu iş çinayetlerini yeniden üretmeye devam edecektir ve bunun aksini söylemek pek mümkün görünmüyor. Sadece işçilerin yaşamından kanından canından tasarruf yapan kapitalizm, diğer taraftan kapitalist rekabet yüzünden başka hiçbir şeyden tasarruf yapamaz. Bu da onun en temel açmazlarından biridir. İş kazaları ise bu açmazının yarattığı ve yaratacağı temel sorunlardan birisidir. “Kapitalist üretim, dolaşım süreci ile rekabetin aşırılıkları dışında ele alındığında, metalara katılmış bulunan maddeleşmiş emek bakımından çok ekonomiktir. Buna karşılık, başka herhangi bir üretim tarzından daha fazla, insan yaşamını ya da canlı emeği, ve yalnızca insan kanını ve etini değil, sinirini ve beynini de israf eder.” 4

İş cinayetlerine karşı işçi sınıfının mücadelesi kaçınılmazdır, fakat bu mücadele en nihayetinde kendi varlık koşullarını da ortadan kaldıracak boyuta ulaşmak zorundadır. Zira bu hareket buraya ulaşmazsa bu iş cineyetleri kapitalist sermayenin yaşaması için can suyu olacaktır. Esenyurt'ta ve diğer tüm iş cinayetlerinde olduğu gibi.

Salih

1 Karl Marx Kapital 3. Cilt Sayfa 81 Sol Yayınları.

3 Finans Politik & Ekonomik Yorumlar 2007 Cilt: 44 Sayı:509 Sayfa 83

4 Karl Marx Kapital 3. Cilt Sayfa 83 Sol Yayınları.

Hindistan'da Kitle Meclislerine Doğru

Hindistan'da 100 milyon işçi, 28 Şubat tarihinde bir günlük greve katıldı. Ülke genelinde birçok sektörü vuran bir grev, bazıları tarafından gelmiş geçmiş dünyadaki en büyük grevlerden biri olarak karşılandı. On bir merkezi sendika (bağımsızlıktan bu yana ilk defa birlikte hareket edeceklerdi) ve 5000 küçük sendika grev çağrısı yaptı. Talepler, ulusal bir asgari ücret, 50 milyon sözleşmeli işçi için kalıcı iş, (geride kalan son iki yılın tamamında %9'un üzerinde olan) enflasyon ile mücadele için hükümet önlemleri, tüm işçiler için emeklilik gibi sosyal güvenlik yardımları, iş kanunlarının daha iyi uygulanması ve kamu iktisadi teşebbüslerinin satışına bir son verilmesi idi. Aslında işçiler katılımlarıyla Hindistan'ın ekonomik 'canlanması'nın işçi sınıfının yaşadığı bir şey olmadığını göstermeye hazırlandılar

Ancak talepler, sendikaların öne sürdüğü üzere, Hindistan'ın kapitalist hükümetinin diğer sınıfların ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeteneğe sahip olabileceğini varsayıyor. Enflasyona karşı mücadele verilebileceği ya da kamu sektörü varlıklarının satışında durdurmanın işçi sınıfının yararına olduğu yönünde hatalı fikirler de bulunuyor. Ve yine burjuvazinin endişe duyacağı kendi dertleri var. Örneğin, Hindistan'da IT ve çağrı merkezi endüstrisi işlerinde %70 oranında ABD şirketlerine bağımlıdır. Bu sektör, ekonomik krizin etkisiyle travma geçiriyor. Artık büyük karların bir büyüme alanı ve kaynağı, yaygın ücret ve iş kesintileri deneyimletiyor. Bu model diğer birçok sektörde tekrarlanıyor. Hint ekonomisi, dünya ekonomisi ve onun krizinin dışında kalamıyor.

Bu vesileyle sendikalar bugün birlikte hareket ettiler ama geçmişte hükümet önlemlerini protestoları mobilize etmekte geri kalmadılar. 1991'den bu yana 14 genel grev gerçekleşti. Ancak şu anda daha fazla kendi inisiyatifi ile hareket eden ve sendikaların direktiflerini beklemeyen işçi örneği görüyoruz.

Mesela, Haziran ve Ekim 2011 arasında binlerce işçi fabrika işgallerinde, yasadışı grevlerde ve Maruti-Suzuki'de ve Delhi'deki bir 'canlanma semti' olan Manesar'daki diğer otomobil fabrikalarındaki protesto eylemlerinde yer aldılar. Ekim başlarında, sendika onaylı bir anlaşma ile 1200 sözleşmeli işçi tekrar işe geri alınmadı ve bu nedenle 3500 işçi greve geri döndüler ve dayanışma ile otomobil montaj fabrikasını işgal ettiler. Bu, 8000 işçinin bir düzine ve bölgedeki daha birçok yerleşkede dayanışma eylemlerine öncülük etti. Aynı zamanda sendikaların sabotajından kaçınmak için bazı oturma eylemleri ve genel kitle meclisleri1 oluşumuna öncülük etti.

İşçilerin en geniş katılımı sağladıkları ve en geniş fikirlerin paylaşıldığı kitle meclislerinin tekrardan keşfi, sınıf mücadesi için çok büyük bir ilerlemedir. Manesar'daki Maruti-Suzuki kitle meclisleri herkese açıktı ve mücadelenin yönelimini ve amaçlarını şekillendirmek için herkesi katılım yönünde cesaretlendirdi. Milyonlarca işçi katılmadı ancak Hindistan'daki işçi sınıfının açıkça, sınıf mücadelesinin mevcut uluslararası gelişiminin bir parçası olduğunu gösterdi.

Car 3/3/12

1Kitle meclislerinin mahiyeti ile ilgili olarak geride bıraktığımız sene içerisinde Fransa'daki işçi mücadelelerinde karşımıza çıkan genel kitme meclisi kavramına hem teorik, hem de pratik bir bakışın sergilendiği şu metni de destekleyici olması açısından bir gözatmalarını öneriyoruz: https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/kitle-mec...

Tags: 

Hocalı Mitingi ve Sonrası: Burjuvazi ve Köpekleri

Aslında insanlar ve köpekler arasında binlerce yıldır bir arada yaşamaktan gelen köklü ve güzel bir ilişki vardır. Bu tüm doğa tarihinde, iki tür arasında gerçekleşebilmiş en yakın ilişkidir aynı zamanda. Köpekler, binlerce yıl boyunca insanların canlarını, evlerini, ailelerini, mallarını, mülklerini, büyük ve küçükbaş hayvanlarını korumuş, bunun yanı sıra insanlara hem oyun arkadaşlığı hem de can yoldaşlığı yapmışlardır. Köpeğin bütün bunları, insanın bahşedeceği bir parça yemek umuduyla yapıyor olması da, onun insan tarafından kontrol edilmesini kolay kılmıştır. Sadakatleri, korumacılıkları, heyecanları ve saflıklarından kaynaklı sevimliliklerinden dolayı, acı bir ısırılma deneyimi yaşamamış insanların büyük çoğu köpeklerden sevecenlikle bahseder. İşçi mahallelerinde de, eğer koşullar elveriyorsa sokak köpeklerini besleyen haneler çok olur. Fakat köpekler aç da kalırlar kimi zaman, barınaksız da kalırlar, zorla çalıştırıldıkları da çok olur, sahiplerinden dayak da yerler, yeri geldi mi feda da edilirler, üzerlerine bombalar bağlanıp tankların altında ölmeye de yollanırlar, toplatılıp da öldürülürler, hatta kimileri zevk için dahi canlarını alır. Bu yüzden başlarken belirtmek istiyoruz ki bizim esasında köpeklerle, yani hem insana dost olan ama bir yandan da insanın yaşadığı sınıflı toplumların ceremesini de çaresizce, ne olup bittiğini de anlayamadan çeken bu gariban hayvanlarla bir alıp veremediğimiz yok. Bizim derdimiz, insandan yaradılma köpeklerledir ve mallarını mülklerini korumaya dünyanın tüm köpekleri gelse yetmeyeceği için insanları böylesine köpekleştirenlerledir.

26 Şubat 2012 tarihinde, Taksim Meydanı'nda sayılarının yaklaşık otuz bini bulduğu iddia edilen[1] bir kalabalık toplandı. Güya bu kalabalık, yirmi yıl önce, 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık-Karabağ Savaşı kapsamında gerçekleşen ve 613 Azeri sivilin hayatını kaybettiği Hocalı Katliamı'nı anmak için toplanmıştı. Katliamın ardından geçen yirmi yıl içerisinde ilk kez gerçekleşecek olan bu 'anma' mitingi, burjuva devletin açık desteğiyle örgütlenmiş, günler öncesinden İstanbul'un dört bir yanı "Ermeni yalanına sessiz kalma" başlıklı miting çağrılarıyla donatılmıştı. Öte yandan mitingin burjuva devletin tam desteğiyle yapılmış oluşunun en önde gelen kanıtı, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in mitingde yaptığı konuşmaydı. Şahin, konuşmasında: "Akıtlan kan bizim kanımızdır. 20 yıl önce bugün kan içiciler, katiller, acımasızlar, merhametsizler, yüreksizler, korkaklar Hocalı'da 613 insanın kadın demeden, çocuk yaşlı demeden, haklı haksız demeden kanını içmişlerdir. O kan o günden bugüne yerde kalmadığı gibi bundan sonra da kalmayacaktır. O kan o gün akmıştır ama hesabı bitmemiştir. Türk milleti yaşadıkça o kanın hesabı yapılacaktır ve hesabı sorulacaktır"[2] dedi. İçişleri Bakanı'nın hitap ettiği otuz bin kişilik kalabalık, ellerinde "Hepiniz Ermeni'siniz, hepiniz piçsiniz", "Türk'e kefen biçenin ölümü korkunç olacak", "Bugün Taksim, yarın Erivan; bir gece ansızın gelebiliriz", "Ceddim soykırım yapsaydı dünyada bir tane bile Ermeni kalmazdı" pankartları, ağızlarından salyalar akarak "Bozkurt Ogün", "Bozkurt Çatlı", "Dişe diş, kana kan, intikam intikam", "Bozkurtlar burada Ermeniler nerede" diye uluyorlardı.

Gözlemlemek için eyleme giden Ermeni gazeteci Aris Nalcı, eylemle ilgili şunları söyleyecekti: "Beyoğlu'ndaki yüzlerce insan, ellerinde ‘Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!' pankartı taşıyordu. Bir Ermeni olarak kırılmamak, korkmamak elde değildi."[3] Yaratılan saldırgan milliyetçi hava, haliyle miting sonrasına da taştı. Kürtler, ister istemez, bir kez daha şovenist saldırıların hedefi oldular, eylemden çıkanlar BDP il binasının bulunduğu bir sokakta durma gafletinde bulunan belediye otobüslerini taşladı. Ertesi günlerde İstanbullu bir Ermeni bahçesine üzerinde "Ermeni yalanına sessiz kalma" yazılı bir kasket atılarak tehdit edildi. Bu arada eylemin ardından aynı provokatif iklim bu kez Ankara'daki üniversitelerde yaratılmaya çalışıldı; solcu öğrenciler tepki göstermek isteyince bu kez onlar, böylesi bir durum önceden planlanarak okullara getirilmiş faşist gürühların hedefi oldular. Başbakan Erdoğan'ın da mitingi, "marjinal ve münferit birkaç pankartın olması Hocalı Katliamı'na dair acımızı ve dayanışmamızı gölgelemeye yetmez" sözleriyle sahiplenmesi ve savunması, bütün gerçekleşenlerin burjuva devletin isteği doğrultusunda ve güdümünde gerçekleştiğini de ortaya koyuyordu. Aynı dönemde Adıyaman'da Alevi ve Kürt kökenli kişilerin evlerinin işaretlenmesini bir tesadüf saymak da saflık olacaktır.

Biz bu sürüyü iyi tanıyoruz. 1915'te başlayan Ermeni Soykırımı'ndan beri burjuvazi ne zaman salsa onları, ağızlarından salyalar akıta akıta, uluya uluya koşuyorlar efendilerinin emirlerini yerine getirmek için. 6-7 Eylül olaylarında da işbaşındaydılar, Kahramanmaraş Katliamı'nı da, Çorum Katliamı'nı da onlar yaptılar, Sivas'ta insanları diri diri onlar yaktılar. Sırf Ahmet Kaya tişörtü giydi diye insanları linç etmek için toplanan da, Hrant Dink'i vuran da, Şerzan Kurt gibi sayısız delikanlının canına kıyan da onlardı. Böylesi bir kalabalık, tarihte hiçbir zaman kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Hakim sınıfın bilinçi ve örgütlü çabalarının etkisi altında kalmadan kimse tanımadığı insanların kanını akıtmak istemez. Hocalı'da katledilenler, gerçekte burjuvazinin insanlıktan çıkarttığı bu sürünün hiç de umurunda değildir - pek çoğunun devletin bilinçli provokatif çabalarından önce Hocalı diye bir yerden haberdar oldukları dahi şüphelidir. Bu otuz bin kişi Türk işçilerden de oluşmamaktadır. Aralarında işçiler de vardır şüphesiz ve böylesi görüşlerin belirli işçi kesimleri arasında etkisi olduğunu da görmezden gelemeyiz. Fakat dünyanın her yerinde burjuvazinin bu tip düşünceleri aşılamasına en el verişli unsurlar küçük burjuvaziden ve lümpen kesimden çıkmıştır. Sınıfsal konumları itibarıyla bugünlerinden tatmin olamayan fakat bir gelecek perspektifi geliştirmesi de mümkün olmayan bu kesimleri insanlıktan çıkartmak, burjuvazi için hep çok kolay olmuştur. 26 Şubat'ta Taksim'i dolduranların büyük çoğunluğu da yine onlardır. Sınıf bilinçli proleterler, böylesine insanlıktan çıkartılarak kullanılan bir kalabalık karşısında ancak acıma ve üzüntü hissedebilir ve Rakel Dink'in ifadesiyle 'bir bebekten katil yaratan karanlığa' yani burjuvaziye, kapitalist düzene isyan edebilir.

Peki, burjuvazi neden şimdi böylesi bir hava yaratma çabasına girişmiştir? Bütün bu olayların Fransa'daki Ermeni Soykırımı'nı İnkar Yasası'nın yeniden oylanacağı bir dönemin öncesine denk getirilmesi yalnızca bir tesadüf müdür? Gerek burjuvazinin bu çabalarını ifşa etmesi, gerekse yaratılmaya çalışılan milliyetçi havaya bir yanıt vermesi bakımından Türkiye Azerbaycanlı Sosyalistler Platformu'nun açıklaması anlamlıdır: "Fransa`daki `Ermeni Soykırımı'nı İnkar Yasası`nı fırsat bilen aynı milliyetçi çevreler, tekrar Hocalı Katliamı'nı `koz olarak` kullanmak istemektedirler. Yüzlerinde bu katliamdan dolayı en ufak acı ve keder bulunmayan bu insanlar, acıları birbiriyle tartarak gerçek niyetlerinin siyasi oyunda kendi ellerini güçlendirmek olduğunu göstermektedir (...) Unutmamak gerekir ki, çıkarılan her savaşta kazanan yalnız burjuvazi ve onun araç olarak kullandığı devletdir (...) Biz hiçbir katliamın diğerinin bahanesi olamayacağına, hiçbir acının diğerinden üstün olmadığına inanarak, Hocalı Katliamı'nın 1915`deki Ermeni olaylarıyla kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkar etmek için malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz. Hrant Dink`in katli sonrası karanlık güçlere karşı Türkiye`deki Ermeni azınlıkla dayanışma anlamında acı ve öfkeyle dile getirilmiş `Hepimiz Ermeniyiz` sloganını sulandırmak ve geçersiz kılmak için ortaya atılan `Hepimiz Azeriyiz` önermesine itiraz ediyoruz. Bu oyuna ortak olup Hocalı Katliamı'nın bu çevrelerin siyasi malzemesi olmasına göz yummak en başta Hocalı katliamında hunharca katledilen insanların anısına saygısızlık, Hocalıların acısına vurdumduymazlıktır. Biz bu oyunun oyuncusu da, seyredeni de olmayı reddediyoruz."[4]

20. yüzyıl, insanlık tarihine bir savaşlar, soykırımlar ve katliamlar yüzyılı olarak geçmiştir. Katledilenler her zaman, ister Ermeni, ister Rum, ister Kürt, Türk, Azeri, İranlı, Yahudi, Arap, Sünni, Alevi, Hristiyan vb. olsunlar, bizim analarımız, babalarımız, evlatlarımız, kardeşlerimiz ve arkadaşlarımızdır. Ölümler kimin eliyle gelirse gelsin, ölenler işçi sınıfının yani bizim canlarımızdır. İşçilerin vatanı yoktur. Bu yüzden TC burjuvazisi Hocalı Katliamı'nın hesabını soramaz. Bu katliamın hesabını sormak başta Ermeni ve Azeri işçi sınıfları olmak üzere dünya proletaryasına düşen bir görevdir. Ve yine bu yüzden başta Ermeni Soykırımı olmak üzere Osmanlı ve TC hakim sınıflarının gerçekleştirdiği bütün katliamlar, dünya proletaryasının ve bu toprakların işçi sınıfının bir parçası olan Türk işçi sınıfına karşı da yapılmış sayılır. Türk işçi sınıfı bu gerçeği, 26 Şubat'ta Taksim'de toplanan otuz bin kişiye karşı, Hrant Dink'in cenazesinde iki yüzbin kişi, tek bir ağızdan "Hepimiz Ermeniyiz" diye haykırarak ifade etmiştir. Net bir sınıf bilinçli tepki olmadığı aşikar olsa da, tarihsel bir dayanışma ifade eden bu sloganın burjuvaziyi ve burjuva devletin temsilcilerini bu kadar rahatsız etmesinin nedeni budur. Bu tepki, Ermeni soykırımını inkar edenlere, Ermenistan devletinin soykırım olgusunu siyasi çıkarlarına alet eden bütün manevralarından daha ağır bir darbe vurmuştur.

İdris Naim Şahin, Hocalı mitingi konuşmasında "Bizim Türk milleti olarak ne Kazakistan'da ne Azerbaycan'da ne Türkiye'de dünyanın hiçbir yerinde insanlık adına utanılacak tarihimiz yoktur."[5] demişti. Bu sözlere sadece gülüyoruz. 'Ermeni yalanları' diye köpüren ve ortamı provoke eden bir adamın, bu denli rahatça yalan söyleyebilmesi hiç şaşırtıcı olmasa da ibretlik bir durumdur. Burjuva devletin temsilcisi İçişleri Bakanı'nın söylediklerine, yine aynı konuşmada sarf ettiği kendi sözlerini değiştirerek yanıt veriyoruz: "Akıtlan kan bizim kanımızdır. 97 yıl önce kan içiciler, katiller, acımasızlar, merhametsizler, yüreksizler, korkaklar Anadolu'da bir buçuk milyon Ermeni'nin kadın demeden, çocuk yaşlı demeden, haklı haksız demeden kanını içmişlerdir. Proletarya yaşadıkça o kanın hesabı yapılacaktır ve hesabı sorulacaktır. Dayanışmayla, mücadeleyle, enternasyonalizmle bu kanın mücadelesini hep beraber İstanbul'da, Bakü'de ve Erivan'da, yeryüzünde işçi sınıfının haklı davasına kim inanıyorsa, hep birlikte takip edeceğiz."

Gerdûn


1.https://www.aktifhaber.com/hocali-mitinginde-6-7-eylul-plani-565686h.htm

2.https://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1251162

3.Radikal, 28 Şubat 2012

4.https://www.norzartonk.org/?p=5814

5.https://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1251162

Tags: 

Nijerya: Kıtlığın ve Katliamların Tek Çaresi Sınıf Mücadelesi

Geçtiğimiz Ocak ayında Nijerya'da gerçekleşen altı günlük genel grev, ülkede yaşanan en büyük toplumsal hareketlerden biriydi. Sendikalı işçi sayısı 7 milyon olan ülkenin her tarafında gerçekleşen grev dalgasına toplam on milyon işçi katıldı ve bütün önde gelen şehirlerde büyük eylemler gerçekleşti. Grev, bir gecede yalnızca benzinin fiyatını iki katına çıkartmakla kalmayıp, yiyecek, ısınma ve ulaşım maliyetlerini de devasa bir biçimde etkileyen benzin ödeneğinin kesilmesine karşı protestoların bir parçasıydı. İşsizliğin fazla (kırk yaş altı nüfusun %40'ı) ve açlığın yaygın (nüfusun %70 günde 2$'dan az bir parayla geçinmektedir) olduğu bir ülkede, böylesi bir öfke patlaması beklenebilir nitelikteydi.

Nijerya'ya dair önde gelen basın kuruluşları aşırı islamcı Boko Haram grubunun sürdürdüğü terörist kampanyaya yoğunlaşmayı tercih ettiler. Boko Haram, geçtiğimiz iki sene içerisinde binin üzerinde kişi öldürdü ve kalabalık meydanlarda bombalar patlatmak ve ayrıca polis merkezlerinede de saldırılar düzenlemek minvalindeki kampanyalarını sürdürme niyetinde olduğunu açıkladı. Nijerya devleti, eli kanlı ve ağır bir devlet olduğundan özellikle polis merkezlerine yapılan saldırılar bir miktar sempati topladı. Mesela grev sırasında, kitlelerin üzerine ateş açmaktan kaçınmayan polisin ve silahlı kuvvetlerin vahşi müdahalesi 20'den fazla kişinin katledilmesine, 600'ün üzerinde kişinin ise yaralanmasına yol açtı. Katı biçimde uygulanan sokağa çıkma yasakları ise ülkede hala yürürlüktedir. Kuzey'deki Kano kentinde, silahlı polis helikopterleri her gün kısmen nüfusu izlemek, kısmen de gözdağı vermek için her gün havada uçup duruyorlar. Bu sırada Ocak ayının son haftasında 200'ün üzerinde kişi Boko Haram'ın bombalı saldırılarının kurbanı oldu. Bir sonraki hedefin okullar olacağı söyleniyor.

Aşırı şiddetli doğasına rağmen, yakın zamanda bir sözcüsü Şeriat hukukuna uymayan herkesin öldürüleceğini söyleyen Boko Haram'ın Nijerya'nın Müslüman ve daha fakir Kuzey kesiminde belli bir destekçi kitlesi bulunuyor. Kuzeyde ortalama yıllık gelir 718$ civarındayken, Güney'de bu rakam 2010$. Öte yandan Boko Haram'ın şiddeti koşullar çerçevesinde görülmeli. Genel greve farklı dini ve etnik kökenlerden devasa sayılarda işçiler katıldı. Yüzlerce dilin konuşulduğu, yüzlerce etnik grubun bulunduğu bir ülkede, mücadelede ayrımları kırabilmek büyük önem taşır. Sendikaların önce eylemsizlik, sonra da grevin bittiğini ilan etmesi, yaşananların önemini ortadan kaldıramaz.

Genel grev öncesinde ülkenin büyük bölümünde gerçekleşen kitlesel eylemler işçiler arasındaki dayanışmanın gücünü ortaya koymuştu. Öte yandan, mücadeleyi sendikaların belirlediği ve başını çektiği bir çerçeveye odaklamakla, işçiler tanıdık bir tuzağa düştüler. Genel grev süresince petrol işçilerinin greve katılmaması, Nijerya'nın en büyük sanayisinin çalışmaya devam etmesi anlamına geldi. Sendika şefleri, hükümetle işçiye 'zafer' diye sunacakları bir anlaşma imzaladılar; oysa hareketin sönümlenmesi burjuvazi için bir zaferdi. Anlaşmaya Nijeryalıların büyük çoğunun verdiği tepki, şüphelerle doluydu. Ertesi günlerde sendika şeflerinin içinde bulunduğu yoz ilişkiler ve hükümetle gizli anlaşmaları konuşuldu.

Öte yandan, buradaki sorun şeflerin yozlaşmasının ötesinde bulunuyor. İşçi sınıfının temel gereksinimi, kendi mücadelelerini kontrol etmek ve kendi siyasi programını geliştirmektir. Bu da kendisini sendikal yapılar haricinde örgütlemesi gerek demektir. Mücadeleyi koordine etmek için kitle meclisleri ve seçilmiş komitelere gerek vardır. Bundan sonra mücadeleleri sektör, ırk ve milliyet ayrımlarının ötesine taşıma ihtimali billurlaşır.

Demokratik Yanılsamaların Ağırlığı

Böylelikle başka bir soruna geliyoruz: benzin ödeneğinin ardından ortaya çıkan Nijerya'yı İşgal Et! hareketinin geçtiğimiz birkaç sene içerisinde ortaya çıkan hareketlerin pek çoğunu domine eden demokratik fantazilere.

Demokratik kapitalist devlet, kapitalizmin milli çıkarlar çerçevesinde işleyişini temin etmek için vardır. Bu da milli burjuvazinin genel çıkarı anlamına gelir gerçekte. Serbest pazar kapitalizmi idealine rağmen, gerek 2008 krizi sonrasında, gerekse daha öncesinde ulusal ve uluslararası ortaya konulan binlerce yasa, anlaşma ve yapı ile gördüğümüz üzere, ekonominin devlet müdahalesi olmadan işlemesi mümkün değildir. Devletin işi, bir yandan da ulusu rakiplerine karşı ve kendisini işçi sınıfına karşı müdafa etmektir. Kendisini işçi sınıfı karşısında korumak için devlet işçi sınıfının geleneksel örgütlerini, yani işçi sınıfının huzursuzluğunu soğuran sendikaları ve geleneksel solcu partileri emer ve böylelikle işçi sınıfını zararsız eylemliliklere yönlendirir.

Mevcut fantazi, böylesi bir devletin ele geçirilebilip zengin fakir herkesin çıkarlarına uyacak bir hale getirilebileceği inancıdır. Yanılsamalardan biri, herkes demokratik düzende oy verebileceği iken, teorik düzlemde herkesin toplumda eşit güce sahip olduğudur. Bu, kapitalizm eşitsiz bir toplumsal ilişkiye dayanan bir düzen olduğu için imkansızdır. İstediğimiz adaya oy verebilsek de, kapitalizme karşı oy vermemiz, seçimle kapitalizmi göndermemiz mümkün değildir. Eğer kapitalizm tehlike altındaysa da burjuvazi seçim inceliklerini ve konuşma özgürlüğünü bir kenara bırakıp devletin tüm gücünü işçi sınıfını kanla bastırmak için kullanma seçeneğini devreye sokar. Tarihte bunun sayısız örneği vardır.

Sendikalar, işçi sınıfını kontrol altında tutmak için kullanılan demokratik aparatın içkin bir parçasını teşkil ederler. Nijerya'da sendikaların işçi mücadelelerinin gelişimine karşı ne biçim bir rol oynadıkları ortadaydı. Radikal fikirler artarak ifade bulurken sendika şefleri "amacımız benzin fiyatlarını 1 Ocak 2012 düzeyi öncesine çekmektir. Dolayısıyla bir 'Rejim Değişimi' kampanyası gütmüyoruz" açıklaması yaptılar. Financial Times dergisi (16/1/12) grevin ardından durumun değiştiğine yönelik yaptığı saptamada "protestolar sıradan Nijeryalıları cesaretlendirirken müsrif harcamalara dair yeni bir bilinç yarattılar. Ek olarak pek çok kişi, benzin ödeneği tamamen geri gelmeden grev bitirildiği için sendikalara hayal kırıklığıyla bakıyor" ifadelerini kullandı. Sendikalara yönelik hayal kırıklığı, bir yandan da devlet baskısını deneyimlemek ve kapitalizmin önereceği ne kadar az şey olduğunu idrak etmek, bütün bunlar hep geleceğin işçi mücadelelerinin gelişimine katkı yapan unsurlardır.

Gina 28/1/12

 

 

Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (1)

Dünyada yaşanan ekonomik krizin etkisiyle sarsılan K. Afrika ülkeleri geçtiğimiz yılı toplumsal çalkantılarla ve olaylarla geçirdi. Tunus'lu Boazizi'nin kendini yakmasıyla başlayan toplumsal ölçekteki olaylar, hala sönümlenmedi. Bu olaylar Akdeniz'e kıyısı olan birçok ülkede iktidarları, hatta rejimleri değiştirdi. Toplumsal rahatsızlıkların ve çatışmaların son bulmadığı ülkeler olan Mısır ve Suriye üzerine tekrar bir değerlendirme yapmanın şöyle bir anlamı olacak; özellikle Mısır’ın Port Said şehrindeki futbol provokasyonu, sokakların yeniden alevlenmesi, Suriye'deki savaşın arka planı, bölge ve emperyalist ilişkiler içindeki konumunu tahlil etmek gerekiyor. Sıcak gelişmelerin ve emperyalist gerilimlerin, hatta ABD ve AB'deki ekonomik kriz kadar dünyanın gözünü ve kulağını diktiği bu bölgedeki diğer çekişmelere de değineceğiz. İran'ın bölgedeki saldırgan dış politikası, Türkiye'nin bölgesel aktör olma çabaları ve Suriye savaşında taraf olması, muhalifleri desteklemesi ve diğer ülkelerin tutumlarına değinerek Ortadoğu’da olup bitenlere bir anlam vermeye çalışacağız.

Burada olayları incelerken belli noktalara dikkat etmek gerektiğini düşünüyoruz. En temel nokta, elbette ki olayları enternasyonalist bir perspektiften geçirerek yerli yerine oturtmak ve sınıf mücadelesi adına daha isabetli ve tutarlı pozisyon belirleyebilmek. Bir diğer konu ise, belli kafa karışıklıklarını giderecek biçimde enternasyonal bir sınıf mücadelesi ihtiyacından kaynaklı bölgedeki gelişmelerde işçi sınıfının nasıl bir rol oynadığını saptayarak, buralarda yaşanan rejim değişiklerinin birer devrim olmadıklarının genel çerçevesini çizmek. Zaten devrim meselesi de bu yazıdan bağımsız bir derinleşmeyi gerektirdiği için meseleye şimdilik çok girmeyeceğiz.

Belki de baştan şunu belirtmek yararlı olacaktır: Tunus'ta başlayan olaylar, Mısır'a sıçradığında işçilerin sınırlı bir içerikle olaylar içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Olayların yaşandığı dönemde konuyla ilgili çeşitli makaleler yayınlamıştık. 1 Yayınlanan bu makalelerde işçilerin bu hareket içerisinde nasıl ve ne oranda yer aldıklarına değinmiştik. Hepimizin de bildiği gibi, işçi sınıfı bu olayları kendi ekseninde toplayıp ve kendi talepleriyle topyekûn bir mücadele geliştiremedi.

Diğer taraftan Ben Ali'nin ardından Tunus'ta, 23 Ekim 2011’de gerçekleştirilen Ulusal Kurucu Meclis seçimleri sonucunda Gannuşi’nin başkanı olduğu en-Nahda seçimi kazandı. Bu parti aynı zamanda, Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütüyle aynı gelenekten geliyor. 2011 yılının Ocak ayında başlayan olaylardan bu yana aslında, Tunus işçi sınıfı için değişen tek şey, iktidardaki parti oldu ve işçi sınıfı için ücretli emek sömürüsü devam etmekte. Buradan hareketle Mısır'da, Suriye'de benzer bir sürecin yaşanma ihtimali oldukça yüksek. Sürecin sonrasında yaşananlar ya da yaşanacaklar ekonomik sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, kapitalizm açısından işçilerin yaşadığı bu sorunları daha formel hale getirerek ve artı değer sömürüsünü daha da yoğunlaştırarak sömürüyü derinleştireceklerdir.

Yaşanan olaylara daha yakından bakmak ve arka planını daha iyi kavrayabilmek için bölgedeki, emperyalist ve yerel devletlerin pozisyonlarını tahlil etmek gerekiyor. Bu bakımdan İran, Türkiye, İsrail ve bu yerel devletlerin, bir de uluslar arası işbirliği içinde oldukları diğer emperyalist devletler başta ABD, Çin ve Rusya olmak üzere Suriye ile olan ilişkileri ve Mısır'da yaşanan olaylara yaklaşımlarını da anlamak gerekiyor.

İran ve Türkiye'nin Emperyalist Eğilimleri

a - İran

İran, Ortadoğu’da bölgesel güç olma iddiası taşımakta ve buna yönelik de bir dış politika gütmekte. Bunun en temel nedeni, İsrail karşısında bölgede en güçlü karşıt ülke olma kaygısı. Çünkü İsrail, bölgenin tartışmasız lider ülkesi konumunda. Bu anlamda stratejik olarak geliştirdiği tüm ilişkileri bunun üzerine inşa etmekte. Bu iddiayı güçlendirmek için ilk olarak bölgede Şii mezhebi üzerinden bir siyasi, ekonomik hatta askeri birlik oluşturma çabaları söz konusu. Irak'ta Şii Maliki'nin başbakan oluşu ve Irak'ın Saddam sonrasında ülkedeki en büyük gücün Şiilerden oluşması, Şii birliğinin en önemli gelişmelerinden birisi. Diğerleri ise Lübnan'da ki Hizbullah ve Suriye’de 1963'ten beridir iktidarda olan Baas Partisinin Nusayri egemenliği.* İran bu dini motifli birliği, kendisinin başını çektiği bir İsrail ve ABD karşıtlığında kullanmak istiyor.

İran ekonomisi petrol ve doğalgaz üzerine kurulu, ekonomik yatırımların ise %80'i devletin elinde bulunuyor. İran dünya petrol rezervlerinin %10'una doğalgaz rezervlerinin ise %17'sine sahip. Aynı zamanda İran ekonomisinde petrolün yanında tarım ürünleri ihracına dayanmakta. Ekonomik verileri bakımından bölgede hızlı büyüyen ekonomilerden bir tanesi aynı zamanda. Böylesine petrol rezervlerine sahip olması, İran'ı ekonomik ve siyasal olarak diğer gelişmekte olan ekonomilere göre daha rahat manevra yapabilme kabiliyeti sağlıyor.

İran'ın kendi içindeki çelişkileri ise hala çözülebilmiş değil ve çözülmesi de olası görünmüyor. Bunun en temel nedeni, elbette ki İran burjuvazisinin bu bahsi geçen konuma ulaşmak için işçi sınıfı üzerinde arttırdığı ekonomik ve siyasi baskılar. 2009 seçimlerinin ardından yaşanan olaylar, Arap Baharı adı verilen toplumsal olayların aslında başlangıcıydı. Sokağa çıkanlar, Vali Asr meydanını dolduranlar, Musavi taraftarı olarak gösterilmeye çalışılsalar da, aslında Tahran sokaklarında burjuvazinin güvenlik güçleriyle (Devrim Muhafızları) çatışan işçilerdi. 10. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra başlayan olaylar, başta Musavi'nin seçimlere hile karıştığı yönündeki iddiaları üzerinden gelişmiş gibi görünse de aslında duyulan rahatsızlık daha farklı ve derindeydi yani sınıfsal antagonizma bağlamında nitelik kazanmaktaydı. Daha sonrasında bir burjuva reformisti olan Musavi, sokağa çıkmama çağrısı yapsa da kitleler tarafından ciddiye alınmadı ve hatta “Uzlaşmacılara Ölüm!” sloganlarıyla karşılık buldu. Bu kendiliğinden gelişen hareketin en büyük eksiği, sınıfsal taleplere sahip olmayışları ve tek tek işçiler biçiminde hareketin içinde yer almalarıydı. Böylesine sokakları dolduran işçiler, sınıf kimliklerini oluşturarak kendilerini siyasi olarak ifade edecek organlara sahip değillerdi. Bunun yanında ise sadece bir grev yapıldı; o da sadece bir fabrikayla sınırlı kaldı (İran'ın en büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı).2 Bu hareket, İran’da hala önemli bir potansiyelini barındırmakta ve olası bir istikrarsızlık ya da ekonomi koşullarının ağırlaşmasıyla ortaya çıkmaya müsait yapıya sahip. İran'da Şah'ın devrildiği 1979'daki Şuralar deneyimi, İran işçi sınıfının mücadelesi için önemli sayılacak tecrübeleri barındırıyor.

İran'ın dünya kapitalizmiyle olan ilişkileri ve bu bağlamda bölgede üstlendiği role değinmek gerekiyor. Bu ülkenin en yakın ortağının Rusya olduğunu söyleyebiliriz. Rusya ile daha çok silah ve nükleer enerji üzerine kurulmuş bir stratejik ortaklığı söz konusu. İran'ın nükleer enerji santralleri kurması, enerji üretiminden ziyade nükleer silah üretme olasılığını akıllara getirdi. Bu ihtimalden hareketle, Rusya nükleer enerji konusunda İran'la arasına belli mesafe koymak zorunda kalsa da, Rusya için hala en önemli silah alıcısı ve stratejik ortağı. İran, diğer ortağı Çin ile yirmi yıllık enerji anlaşması imzalanmış durumda. Bu iki ülke arasındaki ilişki tamamen ekonomik temellere dayanmakta. Çin, İran petrollerinin %22'sini satın almakta. İran petrollerini dünya piyasasına göre daha ucuza alan Çin, bu yolla ekonomisi için stratejik enerji kaynağı sağlamakta. Bu durum ucuz üretim maliyetleri üzerine kurulu olan Çin ekonomisi açısından oldukça önemli bir paya sahip.

İran burjuvazisinin nükleer yatırımları, kendi silah teknolojisini üretme çabası ve en son Hürmüz Boğazı'nda askeri tatbikat yapması; bunların hepsi İran'ın bölgede ekonomik gücünün yanına askeri güç katmak istemesinin bir sonucu. Bunun anlamı ise bölgesel ya da uluslararası olası bir savaşa hazır olmak ve Ortadoğu'da askeri gücüyle söz sahibi olabilmek. Hürmüz Boğazı'nda yapılan tatbikat doğrudan ABD, İsrail ve diğer Arap ülkelerine bir gözdağı vermek, askeri gücü ile petrol transferi için stratejik olan Hürmüz Boğazı'ndaki gücünü göstermek diyebiliriz. ABD ve AB'nin İran petrollerinde yaptırım uygulama kararına karşın İran, dünya petrollerinin %40'ının geçtiği Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı açıklamasını yaparak emperyalist dalaşı daha da kızıştırdı. Bu boğazdan geçen petrol hattı İran ve Rusya petrollerinin alternatifi yani rakibi. Böyle bir atak Rusya'nın elinde bulunan Karadeniz'in kuzeyinden geçen petrol boru hatlarının stratejik önemini daha da arttırmakta. Petrol transferi üzerine kurulu bu güç yarışı Ortadoğu’daki gelişmeleri tamamen belirlemekte.

İran'ın elinde önemli petrol yatakları bulunması, Hürmüz Boğazı'ndaki egemenliği, kendisine uluslararası anlamda ortak bulmasına olanak sağlıyor. Bu konumuyla güçlenen bir devlet görünümü çizse de, içerideki sınıfsal dinamikler İran burjuvazisinin uykularını kaçırıyor ve kaçırmaya da devam edecek.

b - Türkiye

Türkiye, Arap coğrafyasında başlayan bu toplumsal hareketler ilk ortaya çıktığında tutum belirleyemedi. Şüphesiz ki; belirleyemezdi; hareketin sınıfsal karakteri oldukça belirleyici bir olgu. Tabii ki; Suriye’yi bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz. Ama baştan şunu belirtmek gerekiyor: Kuzey Afrika olaylarının yaratmış olduğu istikrasızlık döneminden karla çıkan Türkiye oldu.

Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkinin nasıl bir zeminde olduğunu ve geçirdiği evreleri incelemek bu gün takınılan tutumların arka planını görmemeizi sağlayacaktır. Türkiye'nin 2005 yılında başlattığı çevresindeki ülkelerle, sıfır sorun dış politikasıyla, özellikle Ortadoğu'da siyasi ve ekonomik varlığını arttırmak istiyordu ve bu kapsamda Suriye ile eskiden beri iyi olmayan ilişkilerini geliştirmeye çalışıyordu. Daha öncesinde kronik sorunları olan bu iki burjuva devlet, son on yılda bu sorunları çözmek için belli adımlar attılar. Hatay sorunu ile başlayan ve Dicle ile Fırat nehirlerinin üzerine kurulan barajlardan dolayı Suriye'nin su sorunu ve PKK'nin Suriye'ye yerleşmiş olması gibi bir dizi sorunlara sahiptiler.

ABD'nin önce Afganistan sonra Irak'ı işgal etmesi, bölgede tüm politikaları değiştirdi. Türkiye'nin bölgede etkin kılınmak istenmesi, Suriye ile ilişkilerin iyileştirilmesine dönük bir dizi adım atıldı. Devletler düzeyinde birçok ziyaret gerçekleşti. Bu ziyaretlerden birisi Hariri suikastının ardından gerçekleştirildi. Hariri suikastından sonra yalnız kalan ve sıkışan Baas rejimine ilk uluslararası desteği veren Türk burjuvazisi oldu. Bölgede etkinlik kazanmak için bu durumu bir fırsat olarak değerlendiren Türk burjuvazisi, Esad rejiminin bu zor günlerinde ona destek oldu. Sonrasında ilişkiler diplomatik ziyaretlerle iyileştirildi. İki ülke tarihindeki en fazla diplomatik trafik bu dönemde yaşandı. Ardından 2009 yılında kurulan “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ” ekonomik, siyasi ve askeri birçok ortak yatırımı ve anlaşmayı içeriyordu. Vize uygulamasını kaldırması, ortak askeri tatbikatlar, gümrük birliği uygulaması ve serbest ticaret gibi birçok konuda ortaklıkların kurulduğu bu konsey Türkiye - Suriye ilişkilerinin tarihindeki zirveyi işaret ediyordu. Türkiye için Arap coğrafyasına açılma olanağını sağlayan bu anlaşmalar, Suriye için de Avrupa’ya açılma olanağını sağlıyordu. Türkiye için yıllardır kavgalı olduğu Suriye artık bir dosttu. Bu yakınlaşma “ Ortak tarih, ortak din ve ortak kader” olarak ifade ediliyordu. Suriye'de Esad karşıtı olayların başladığı güne kadar süren bu ilişki bir anda Türk burjuvazisinin Esad'a sırt çevirmesiyle son buldu.

Arap coğrafyasındaki olayların Suriye'ye sıçraması ile Esad karşıtı Sünni-Arap birliği ortaya çıktı. Türkiye'de bu hareketi doğrudan destekleyerek, Erdoğan ve Esad ailesinin beraber tatile gittikleri saadet günleri artık savaş söylemelerine yerini bırakmıştı. Suriye Ulusal Konsey'in İstanbul'da kurulması, Hür Suriye Ordusunu kuran subayların ilk önce Türkiye'ye kaçması, Türk burjuvazisinin Esad karşıtlarına açıktan destek verdiğinin göstergeleriydi. Tüm bu gelişmeler, Türk burjuvazisinin Esad döneminde geliştirdiği ilişkinin sekteye uğramaması için, iktidara gelmesine kesin gözüyle baktığı muhaliflere destek vererek bölgedeki söz sahibi konumu devam ettirmek istemesinden kaynaklanıyordu. Ama zamanla Esad'ın kolay gitmeyeceği, Rusya ve Çin, Suriye'ye desteğini dolaylı da olsa bildirmesi Türkiye'nin olayların başladığı günlerdeki gibi doğrudan Esad'ı hedef alan açıklamalardan ziyade, uluslararası baskıyı arttırma yoluna gitti. Olası bir NATO operasyonun zeminini hazırlamak için Suriye’nin Dostları Konferansı'nın aktif üyelerinden birisi oldu ve Arap birliği ile ortak hareket etti. Buradan hareketle, Türkiye genel çerçevede Ortadoğu'da ABD müttefiki bir dış politikanın ekseninde davransa da, zaman zaman kendi başına davranabilmekte ve bölgesel bir güç ilişkileri içinde söz söyleyebilmektedir.

Ayrıca Türkiye'nin Suriye'nin geleceğine ilişkin planlarının bir parçası olarak gördüğü, Esad karşıtı muhalefetin büyük bir kısmını oluşturan Müslüman Kardeşler örgütü ile bağ kurulmakta, bahsi geçen bu örgütün Mısır'da ve Tunus'taki Müslüman Kardeşler kökenli partilerle aynı ağın parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye Mısır ilişkilerine değinecek olursak; Mubarek'in gitmesinin ardından Mısır'la iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıldı. Bu ilişkinin iki boyutunun olduğundan söz edebiliriz. Birinci boyutu, Türk burjuvazisinin emperyalist eğilimleri. Diğer bir boyutu ise yeni rejimin şekillenişinde rol kapmaya çalışması. Rejim ve sermaye ihracı yapmak isteyen Türk burjuvazisi, Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu Adalet ve Özgürlük Partisi ile AKP üzerinden bağ kurmaya çalışmaktadır. “One Munite” krizi ve Mavi Marmara baskınından sonra, İsrail'e karşı almış olduğu tutumla Tayyip Erdoğan, Arap coğrafyasında popülerlik kazanmıştı. Bu popülist politikalar sonrası, Eylül ayında Tayyip Erdoğan yedi bakan ve üç yüz işadamıyla Mısır, Tunus ve Libya gezisi yaptı. AKP' nin seküler İslam modeli üzerine kurulu bu ziyaret, Tayyip Erdoğan'ın hem Mısır'da, hem de Tunus'ta vermiş olduğu en temel mesaj, seküler İslam ya da “Müslüman ama laik devlet” söylemiydi. Zira bu ziyareti takip eden dünya basını, Tayyip Erdoğan'ın Suudi Vahabizmi'ne ve İran Şii rejimine alternatif olarak laik bir rejim önerdiğini servis ettiler. Bu bir tesadüf değildi elbette. Tayyip Erdoğan Tunus'taki konuşmasında "Kişi laik olmaz, devlet laik olur" diyerek seküler İslam'a vurgu yapmaktaydı. Türkiye gibi müslüman bir ülkenin hem laik hem de parlamenter bir rejime sahip olduğu zaten olaylar başladığında özellikle ABD tarafından dillendirilmişti. Bu konuya ilişkin daha önceden belli değerlendirmeler yapmıştık.3 Şu konuya tekrar değinmek gerekiyor: Ortadoğu'da söz sahibi ve olmak isteyen Türk burjuvazisi bu konumu sağlamlaştırmak için bölgedeki Suudi Vahabizmi'ne ve İran Şii rejimlerine karşı kendi rejiminin ihraç ederek İran ve Suudi Arabistan’a karşı Ortadoğu'da ve Mısır'da rol kapmaya çalışmaktadır. Zira burası diğer pazar alanlarına göre bazı açılardan daha bakir.

Asıl meseleye tekrar dönecek olursak, Batı emperyalizm bölgenin bir an önce istikrar kazanmasını istiyor; bunu da kendi pazar ilişkilerini rahatlıkla sağlayacak liberal kapitalizmle tam uyumlu rejimler kurmak istiyor ve şu anda elde olan en uygun örnek ise Türkiye modeli. İstikrar ise bölgede işçi sınıfının tekrar hareketlenmemesi üzerine kurulu. Burjuva parlamenter rejiminin önerilmesinin altında yatan en büyük neden ise istikrar ve Mısır işçi sınıfının kendi politik olgunluğuna erişmesine engel olmak. Çünkü Mısır'da işçi sınıfı hala ortaya çıkma potansiyeli taşıyor ve yetmiş milyonluk bir ülkenin işçilerini uyandırmak istemeyen burjuvazi, Kuzey Afrika için en uygun rejimi ya da kitleleri yanıltan araçları geliştirmek istiyor.

c - İç Savaşa Doğru Giden Suriye

Tunus'taki toplumsal olaylar Mısır'a sıçradığında Ortadoğu'da artık Baas tipi rejimlerin hareket karşısında durmasının oldukça zor olduğu yorumları yapılmaktaydı. Sıradaki ülkeler içerisinde Suriye’de sayılıyordu. Esad'ın muhalefet karşısında iktidarı bırakacağı beklentisi vardı. Fakat öyle olmadı; Esad, Dera şehrinde başlayıp Hama, Humus gibi şehirlere yayılan gösterileri bastırmaya çalıştı ve olayları bastırmak için silah kullandı, kan döktü ve hala dökmeye devem ediyor. 15 Mart 2011'de başlayan olaylar hala devam etmekte ve Esad'a ne kadar da ömür biçilse bu olayların nasıl ve ne zaman son bulacağı belirsizliğini koruyor.

Suriye'deki olayları daha net anlayabilmek için ülkedeki etnik ve dinsel grupları tanımak gerekiyor; zira Esad rejimini destekleyenlerle ona karşı savaşanlar kendilerini ya etnik kimlikleriyle ya da dinsel kimlikleriyle tanımlamaktalar. Suriye etnik yapısının % 55’ini Sünni Müslümanlar, %15’ini Nusayriler (Aleviler) %10’unu Sünni Kürtler, %15 Hristiyanlar ve %5’ini Dürzi, Çerkez ve Yezidi’ler oluşturmaktadır. Ayrıca Suriye’de 2 milyondan fazla Filistin'li ve Irak'lı mülteci olduğu belirtilmekte. 4

Esad rejimine karşı muhalefet yapan ve savaşan grupların en büyüğünü sunni Arap'lar oluşturmakta. Suriye siyasi dengelerinde kilit noktada durun Kürtler'in ise bir kısmı Esad'ı destekliyor, bir kısmı da Esad karşıtı Suriye Ulusal Konseyi içinde yer alıyor. Diğer etnik gruplar ise aslında şu andaki belirsizlikten kaynaklı, emin olamadıkları için mevcut rejimi desteklemekteler. Diğer önemli bir kesim olan Arap Nusayriler ise yıllardır Suriye’deki Baas rejimini oluşturan etnik topluluk.

Yıllardır Suriye'de halkı baskı ile yöneten Baas rejimine karşı ilk girişim, Suriye Ulusal Konseyi adı altında toplandı. 23 Ağustos 2011 tarihinde İstanbul'da kurulan Suriye Ulusal Konseyi, Kürtler'in belli bir kesiminin dışındaki Esad rejiminin tüm muhaliflerini içeriyor. 5 Suriye, Türkiye, İran ve Güney Kürdistan'ı kapsayan bölgede en stratejik konumda olan Kürtler'in ikiye bölünmesinden sonra bir kısmı bu konseyin içinde yer aldılar. Konseyin ana gövdesi oluşturan grup sunni Arap'lar. Aynı zamanda Esad rejiminin en büyük muhalif grubunu oluşturuyorlar. Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır'dan sonra en güçlü oldukları ülkenin Suriye olduğunu hatırlarsak şu anki hareketin de başını çeken grup olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu rejim karşıtı sunni Arap ayaklanması ilk değil, daha önce de Müslüman Kardeşler örgütü Hafız Esad'a karşı ayaklanmış ve 1982'de on bin ve yirmi beş bin arasında değişen sayıda insanın ölmesiyle kanlı bir şekilde bastırılmıştı.6 Baas rejimine karşı tek muhalefeti oluşturan bu örgüt, Esad'ın devrilmesinin ardından iktidara gelesi yüksek ihtimal. Bu ihtimali en güçlü kılan durum ise Tunus ve Mısır'da aynı örgütün kurmuş olduğu partilerin seçimlerde en çok oyu almış olmaları.

Müslüman Kardeşler örgütü Genel Sekreteri Muhammed Riyad El Şafka ile yapılan röportajda, karşılıklı menfaatler çerçevesinde, küresel ve bölgesel güçlerle işbirliği yapabileceklerini belirterek Esad rejiminden sonraya dair fikirlerini de bir biçimde açıklamış oluyor. Yine aynı röportajda Esad'la hiçbir koşulda anlaşmayacaklarını ve rejimi devirmek gerektiğini ifade etmesi, savaşın giderek şiddetleneceğini gösteriyor.

Ekrem

 

Rusya: Demokratik Yanılsamalar Sınıf Bilincinin Gelişiminin Önünü Tıkıyor

Aşağıda eski-SSCB'de bulunan EKA sempatizanlarının, Moskova, St. Petersburg ve seksen kadar farklı şehirde seçime fesat karıştırılması üzerine onbinlerce kişinin katıldığı eylemlere dair yayınladıkları bildirgeyi yayınlıyoruz.
Bu kitlesel eylemlerin, onlarca yıldır (1920'lerin ortalarından beri, hatta) dünya çapındaki karşı devrimin pençesinde yaşamış, proletaryası fiziksel ve ideolojik olarak Stalinizm tarafında, bir de "komünizm" adı altında ezilmiş bir ülkede gerçekleşmesi özellikle dikkate değerdir. Dahası, SSCB'nin 1990'larda kapitalizmin çöküş çağının son evresine yani yozlaşma evresine girişinin de başını simgeleyen çöküşü ve dağılışı, dünyanın bu kesimindeki proletaryanın çözülüşünü ve moral bozukluğunu yeni noktalara taşımıştı. Son dönemdeki hareketler kuvvetle tüm bu tarihin etkisini taşıyor ve demokrasiye dair büyük yanılsamalar barındırıyorlar. Fakat diğer yandan da bu eylemler de, geçtiğimiz dönemde Arap ülkelerinde başlayan ve (son olarak Romanya olmak üzere) pek çok ülkeyi silip süpüren ve nüfusun kapitalizmin kurbanı olan ve bu düzenin sefil bir bugüne ve felaketvari bir geleceğe mahkum ettiği tüm sınıflarının katılımıyla gerçekleşen uluslararası dinamiğin de bir parçasılar. Seçimlere fesat karışması ilk kıvılcımı yakmış olsa da, bunun ötesinde Rusya nüfusunun sömürülen geniş kesimlerini rahatsızlıklarını ifade etmeye iten ve Putin kliğinin terör ve sömürü rejimine mutlak itaat talep ederek onları hapsetmeye çalıştığı edilgenlikten çıkmaya iten yaşama koşullarından duydukları derin mutsuzluk oldu. Bu açıdan, bu olayların ortaya çıkması önemli bir olaydır.

EKA

Demokratik Yanılsamalar Sınıf Bilincinin Gelişiminin Önünü Tıkıyor

4 Aralık 2011'de Rusya'da parlamento seçimleri gerçekleşti. Seçime karıştırılan fesat öylesine bariz ve cürretkardı ki yüzbinlerce vatandaşın öfkesini uyandırdı. Onbinlerce kişi ülkenin farklı şehirlerinde 'dürüst seçimler' talep ederek sokaklara döküldüler. Vurgulanmalıdır ki; demokratik ilüzyonlara sahip bu 'öfkelilerin' büyük çoğunluğu kapitalist düzene sınıf mücadelesi ile karşı çıkmak yerine onu iyileştirmek için mücadele ediyorlar.

Zenginler ve fakirler sokakta bir arada

En büyük eylemler 10 Aralık'ta Moskova'da, Bolotnaia Meydanı'nda ve Sakharov Caddesi'nde gerçekleşti ki tahminlere göre bu eylemlere onbinlerce kişi katıldı. Pek çok farklı slogan ve siyasi güç mevcuttu; liberal pankartların yanında kızıl bayraklar, milliyetçi pankartların yanında anarşistlerin kara-kızıl bayrakları dalgalanıyordu. Öte yandan eylemcilerin çoğu herhangi bir örgüte veya siyasi eğilime dahil değildi.

Eylemin temel talebi 'dürüst seçimler' talebiydi. Siyasi olarak şu veya bu yola girmemiş pek çok kişinin niyeti, otoritelerin kanuna uyması ve barışçıl demokratik değişimler elde etmekten öteye gitmiyordu. Genelde, büyük çoğunluk devrim veya herhangi bir radikal eylem çağrısına da sağır kaldı.

Ayrıca eylemcilerin fazlasıyla çeşitlilik gösteren sosyal bileşenlerini de vurgulamamız gerekli. Bir yandan işadamları, eski hükümet üyeleri (hatta eski Başbakanlardan Mikhail Kassianov), gösteri yıldızları, bilindik gazeteciler, hatta Xenia Sobtchak gibi, babası Anatoli Sobtchak, Putin'in siyasi destekçilerinden olan magazin isimleri vardı. Diğer yandan ise çok fazla sıradan insan vardı: ofis çalışanları, öğrenciler, fabrika işçileri, emekçiler, işsizler... Kimi gözlemcilere göre, taşradaki (ki bu bütün Rusya'da Moskova ve St. Petersburg haricinde her yer anlamına geliyor) eylemlerin bileşeni, başkente nazaran daha proleterdi.

Protestonun nedenleri ve Kremlin'in tepkisi

Şüphesiz ki; Rusya'daki eylemlerin katalizörü dünya iktisadi krizi olmuştur. Otoritelerin resmi iyimserliğine rağmen, sıradan insanlar krizi her geçen gün daha fazla hissediyorlar. 2011 parlamento seçimlerine karıştırılan fesat, patlak veren kitlesel eylemler için ancak bir vesile oldu. 'Dürüst seçimler' talebi, Uzak Doğu'dan Moskova ve St. Petersburg'a, bütün büyük şehirlerde yankılanan bir slogan oldu.

Putin'e karşı muhalefetin temel ideolojik silahı internet ağları oldu. Seçim yasasının çiğnendiğini gösteren yüzlerce, hatta binlerce video internette yayıldı. Öte yandan, seçim hilelerini doğrulamak amacıyla pek bir çaba gösterilmedi; zira bu tür şeyler kitlenin öfkesi için ancak resmi bir vesileyi teşkil ediyordu ki öfkenin gerçek nedeni, ifade ettiğimiz üzere, milyonlarca kişinin genelleşmiş huzursuzluğuydu.

Kendi paylarına otoriteler seçime fesat karıştığı iddialarının büyük ölçüde temelsiz olduğunu iddia ediyorlar. Kremlin ayrıca eylemcileri Batılı ajanların ve Sam Amca'nın etkisi altındaymış gibi resmeden bir medya kampanyası yürütüyorlar. Öte yandan bu genel rahatsızlıktan gerçekten korkuyorlar ve Putin rejimi kimi uzlaşmalara gitmek zorunda kaldı. Mesela Medvedev bir süre önce başta bölge valilerinin yeniden doğrudan seçilmesi gibi birkaç demokratik reform sözü verdi ki bu birkaç sene önce terörizme karşı mücadele bahanesiyle Putin tarafından kaldırılmıştı.

Demokratik yanılsamalar

Huzursuzluğun toplumsal nedenleri olduğuna şüphe yoktur. Rusya, dünya ekonomisinin bir parçası olarak, diğer ülkelerde yaşananla aynı krizle boğuşmaktadır. Rusya'daki sıradan insanlar, dünyanın her yerindeki milyonlarca işçi gibi, kapitalizmin onlara parlak bir gelecek sunmadığını anlamaya başlamış durumdalar. Öte yandan bu hissiyat daha sınıf bilincine dönüşmüş değil. Ve burjuva propagandasının dayattığı demokratik yanılsamaların gerçek bir ağırlığı var. Maalesef, pek çok kişi seçimlerin, (Marx'ın ifadesiyle) ezilenlerin düzenli aralıklarla hakim sınıftan bir temsilci seçme hakkında başka hiç birşey olmadığını anlayabilmiş değil. Ve iktidar nasıl bir surete bürünürse bürünsün, doğası aynı, kapitalist ve sömürücü kalıyor. Şu veya bu başkanın veya başbakanın seçilmesi ne fark ediyor ki? Proleterler, kol ve kafa işçileri, hala üretim araçlarından ve siyasi iktidardan mahrum ve sömürülmeye mahkum kalıyorlar. İşçiler eğer (1871 Paris komünü veya 1905 ve 1917 Sovyetleri gibi) kendilerini örgütlemez ve kapitalist sistemi devirmezlerse toplumsal kurtuluş mümkün olmayacaktır; zira yalnızca düzenin değişmesi sömürüye bir son verebilir.

Putin'e muhalefetin başında kim var?

Liberaller, 'sol' (başta Stalinistler) ve milliyetçiler kendilerini hareketin başına koymuş durumdalar. 'Dürüst seçimler' için Koordinasyon Merkezi'ni kurarak bir araya gelmiş durumdalar. Muhalefetin şefleri arasında Yeltsin döneminde bakan yardımcısı olan ve Rus işçilerin sırtından yapılan yağmaya az katkı yapmayan Boris Nemtsov gibi adamlar bulunuyor.

Kısacası Putin'in rakipleri, Rus proleterlerden az sempati görecekler. İnsanlar, bugünün muhalefetinden bazıları iktidarı aldıklarında yaşadıkları açlığı ve ücretlerin ve emekli maaşlarının ödenmemesini unutmadılar. Muhalefetin şefleri utanmadan kitlelerin huzursuzluğunu parlamenter hırsları için kullanıyorlar. Bu sefer, hedef bir sonraki başkanlık. Protesto eylemlerinde seçmene 'vermeleri gerektiği gibi' oy verme çağrılarında bulunuyorlar. Öte yandan açık ki; mevcut muhalefet Putin'in yerine geçebilse de, bu durum işçilerin işine yaramayacak.

Devrimcilerin görevleri

Çok iyi biliyoruz ki; dürüst seçimler talebinin sınıf mücadelesiyle hiçbir alakası yoktur. Fakat ayrıca unutmamalıyız ki; onbinlerce eylemci arasında pek çok sınıf yoldaşımız bulunmaktadır. Böylesi bir durumda üzerimize düşen, 'dürüst seçimlerin' partizanları arasında bize karşı sempati kazandıracak olmasa da, demokratik yanılsamaları açık açık eleştirmektir. Bu sorunların kökünde olana - kapitalist toplumun doğasına - dair bir bilinç gelişmezse, devrimci sınıf bilinci de gelişemez. Bu nedenle seçimlere dair medya engeline rağmen, devrimcilerin burjuva özgürlüklerinin maskelerini aşağı atmak için yorulmadan çalışma yükümlülükleri vardır. Bir yandan dürüst seçimler için eylemlere katılanların hatalarını eleştirirken diğer yandan kitlelerin öfkesini iktidar erkinde rahat koltuklar edinmek için kullanma derdinde olan burjuva 'muhalefeti' ile, mevcut Kremlin otoritelerinin küstahlığına ve yalancılığına içtenlikle öfke duyan sıradan insanlar arasındaki farkı asla unutmamalıyız.

Ve Moskova'daki bir dizi kısır eylem deneyiminin bize gösterdiği üzere, radikal bir ruh çok hızlı bir biçimde ortaya çıkabilir. Bir ay önce kimse onbinlerin Putin rejimine karşı sokaklara döküleceğini öngöremezdi.

Devrimci görevimiz, Putin kliğinin ve onun siyasi rakiplerinin gerçek doğasını ifşa etmektir. İşçilere ancak kapitalizmin devrilmesi ve sömürüsüz yeni bir toplumun inşası için bağımsız sınıf mücadelesine atılmanın gerçekten hem bireysel sorunlarını hem de insanlığın bütününün sorunlarını çözeceğini açıklamamız gerekmektedir.

Eski-SSCB'den EKA Sempatizanları, 1/12

 

Yeni Sendikalar Yasası Üzerine Düşünceler (2)

Bundan bir süre önce, yeni yeni gündeme gelen ve arkasından türlü yaygara kopartılan yeni sendikalar yasası üzerine düşüncelerimizi belirtmiştik.[1] Buna dair birtakım öngörülerimiz bulunuyordu ve yeni gelişmeler sonrasında tasarının burjuvazinin meclis ve komisyonlarında görüşülerek netleştirilmesi ve yasalaşması üzerine bu yazıyı kaleme almayı önemli görüyoruz.

Bunu yaparken de önceki yazımızdaki belli başlı noktalara dikkat çekmemiz gerekiyor. İlk yazımızda yasa ile ilgili esas hatlarıyla okuyucularımıza Türk-İş ile DİSK arasındaki aslında varolmayan "ayrım"dan sözetmiştik. Bunun bir sanal ayrışma olduğu, tamamen dönemin Türkiye'sine has bir özellik olarak gelişen muhalefet ortamında burjuva tarafların kendi içerisindeki, yine kendileri gibi sermayenin bir aygıtı olarak devletin yönetiminin paylaşılamaması ile ilgili bir çelişkinin sınıf-içi bir çözüm arayışı olarak yansıyor olduğundan bahsetmiş, yeni sendikalar yasasının sendikaların önünü açan, daha da merkezileştiren ve mümkün olduğu kadar da meşrulaştıran bir tarafı olduğunu ve bu gibi bir refleksin de altının boş olmadığını, planlı bir amacın göstergesi olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştık.

Buradan hareketle yeni yasalaşan bu tasarının maddelerinde şöyle bir göz gezdirdiğimizde karşımıza çıkanlar konu ile ilgili görüşlerimizi, devlet kapitalizminin Türkiye'deki temsilcilerinin gelecekteki manevralarına dair bir ışık tutuyor. Yeni işkolu sayısı olarak 21'in kesinleştiği yasada, sendikalara üyelikte noter şartının kaldırılması, aynı işkolunda ancak farklı işletmelerde farklı ve birden çok sendikaya üye olunabilecek. E-devlet üzerinden takip edilebilecek olan sendika(lar) üyeliğinin yanısıra sendikaların istedikleri ve kasalarındaki sermayenin %40'ını aşmayacak şekilde sanayi ve ticaret kuruluşlarına yatırım yapabilecek. İşçi temsilcilerinin atama yoluyla göreve başlaması uygulamasına devam edildiği gözlenen yeni yasada, taslakta üyelik için aranan 15 yaş sınırı da korunmuş görünüyor.

Bizce bu basit bir yasal düzenleme değil. Devlet eliyle sendikaların meşru kılınmasının önünün açılmasıdır. Sendikaların işyerinde devletin polisliğini, patronun yandaşlığını üstlendiğinin birçok örneği ile bu görüşümüzü yerli yerine oturtmamız, okuyucularımız tarafından daha net anlaşılmamız açısından işlevli olacaktır. Artık işletme odaklı yatırımlar yapan, işçilerinden aldığı parayı sektör(ler)de gerçekleyen, 15 yaşında olan bir işsizi işçiyi bile üye kabul edebilecek bir yapı ile karşı karşıya olacağız.

Türkiye sınırları içerisindeki sendikal gündemin başını, aslında ara ara ısınan, bazen de soğuyup ilerleyen dönemlerin gündemlerine yedirilen bir "Türk-İş / DİSK" gündemi vardır. Burada konu üzerinde saflaşanların büyük bir bölümü (ki bu büyük bölümün neredeyse tamamını burjuva solu oluşturuyor) DİSK'in savunusu, ve kimi zaman da yüzeyin sığlığını aşamayan sendikal bürokrasi eleştirileri ile süsleniyorken ve hatta Türk-İş'ten ayrılan işçilerin DİSK gibi başka bir sendikaya üyeliğini geçirmesini mutlulukları ve büyük puntolu manşetleri[2] ile ilan ediyorlar. Bütün dertler bir sendikadan diğerine geçişin bir an önce gerçekleşmesi, sonrasında burjuva solunun etki alanına girecek işçiler arasından devşirilecek yeni "kahramanlar" ve kendi siyasetlerinin dogmalar ile kutsanması. Ancak konunun esas kilit noktası gözden kaçırılıyor: sendikalar niye var?

Günümüzün durumu, sistemi göstermelik "restore" edebilmenin araçları, göstermelik birkaç "ağıza bal çalma" manevrası dışında işçi sınıfının yaşamında herhangi bir değişikliğe denk gelmeyecek demokrasi oyunları olarak, kapitalizmde (ekonomik, siyasi ya da toplumsal) reformların artık mümkün olmadığını işaret ediyor. Bu da elbette devrimcilerin aklına gaipten inmiyor. Bunun da somut sebepleri var ve devlet yapısı içerisinde genel bir eğilim olarak şu adımları izliyorlar:

-Devletin, bir yönetme ve hükmetme araçlarının sürekli yenilenmesi,

-Silah üretimine yapılan muazzam harcama (Rusya ve ABD gibi ülkelerin ülke bütçelerinin neredeyse %50'sini bu harcamalar oluşturuyor),

-Kronikleşen açıklarından muzdarip birçok sektöre devletin uyguladığı sübvansiyonlar,

-Maliyetli olmalarının yanısıra sistemin çelişkilerinin ve absürdüğünün bir göstergesi olarak pazarlama, tanıtım, ve genel olarak sermayenin sözde 'üçüncül' sektöründe maliyetleri yükseltme,

-Son olarak, sermayenin sürekli olarak işçi sınıfının sömürüsünü, çöküş dönemindeki kapitalizmin karakteristiklerinden olan üretici olmayan harcamaları karşılayabilmek için haddin, eşiğin ve dayanma noktasının ötesinde arttırma.[3]

Bütün bunların yanına, birer "harcama kalemi" olarak sistem üstleniyorken işçi sınıfının yaşamında gözle görülür ve hissedilir oranda artan sömürüsünün ve yaşam koşullarının da ters oranda düşmesini de ekliyoruz. Mesela üretimin fazlalaştırılması ve süreklileştirilmesi için çalışma saatlerinin uzatılması buna bir örnek teşkil ediyor. Birbirleri ile rekabet halindeki kapitalist işletmelerin bu tür bir manevrası, bir sınıf olarak burjuvazinin düsturu olagelmişken, artık "yeniden bir doğuş"u imkansız olan kapitalizmin barbarlığa dümen kıran gemisinde bu artık içinden çıkılmaz bir hal almaya başlıyor. Bu koşuldan ileri gelen işçinin makinanın bir parçası olması, yaşamına ve dolayısıyla kendisine, bir sınıf olarak içerisinde bulunduğu toplumsal kategoriye yabancılaşması, güncel hayattan kopuşu, adeta bir android misali düşünmeyen bir mekanik uzuv haline gelmesi, artan iş cinayetleri,vb. gibi koşulları daha da ağırlaştırıyor. İşte sistemin üretiminin süreklileştirilmesi noktasında devlet kapitalizmin resmi birer aparatı olarak devreye sendikalar giriyor.

1. Dünya Savaş'ında oylanan ve sosyal-demokrat partilerin yanında yer alarak savaş harcamaları lehinde oy veren birer güdümlü sermaye aracı olarak sendikalar, savaşın sonrasında proletaryanın yüzyüze kaldığı kıtlık, açlık ve ağır yaşam koşullarına karşı her türlü başkaldırısında bir güç olarak konumlanıyor ve bu hareketleri bastırmak için elinden geleni yapıyor. Sınıfın her mücadelesinde bir karşı-sınıf refleksi olarak sendikalar devletin yanındaki işlevlerini;

-ekonomiyi rasyonalize etmek, emek gücünün satışını bir düzene oturtmak için aktif rol üstlenme ve

-grev ve isyanları raydan çıkartmak için sektörlerin keskin çizgilerine hapsettikleri politikaları ile sınıf mücadelesini sabote ederek yerine getiriyorlar.[4]

Konunun daha da netleşmesi ve okuyucu tarafından daha net bir platformda anlaşılmamız açısından "sendikaların varoluş maddeleri"nizi şu biçimde aktarabiliriz. Devletin birer aygıtı olarak sendikaların işçi mücadelelerini sabote etme niteliklerine binlerce örnek verilebilir. Ancak ondan önce kendimize ve okuyucuya yönelttiğimiz sendikaların varoluşları üzerine sorumuzu cevaplayalım. Sendikalar varlar çünkü;

-Sendikalar, mücadelerin içeriğini ulusalcı, milliyetçi ve hatta ırkçı çıkmaz sonlara sürüklerler;

-Sendikalar, mücadeleyi ülke ya da yerellik ölçeğinde izole ederler;

-Sendikalar, sınıfın birliği karşısında organizasyonsuzluk sergilerler;

-Sendikalar, sınıfın militanlığını faydasız ve moral bozucu eylemliliklere sürüklerler;

-Sendikalar, sınıf dayanışması pratiğini zayıflatırlar.[5]

Peki bütün bunların oturduğu maddi bir temel yok mudur? Okuyucunun zihninde oluşanları nesnel bir zemine oturtmak için şu örnekleri vermemiz bizce faydalı olacaktır. Nitekim yaşamın "yeşil" hareketliliği, dinamizmi ve akışı teorinin griliğinden de öte bir şeydir :

-1979'da sendika aparatı, Fransız metal işçilerinin militanlıklarını, vagonlar dolusu "Alman demiri"ne karşılık "Fransız malı üretelim!" nidalarıyla milliyetçi eylemliliklere saptırdı;

-1970'te yeni çıkacak olan yasayı protesto için birkaç günlük eylemlilikler ile işçi sınıfının hem gazını hem de desteğini alarak Türkiye'deki işçi sınıfının eğilimini TİP eksenine kaydırmak için düzenlenen eylemliliklerin kontrollerinden çıkarak giderek militanlaşması ve siyasileşmesi, üzerine radyodan "Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz." diyerek işçileri uyardı ve sorumluluğu üzerinden attı;

-Britanyalı maden işçilerinin grevinde, mücadeleyi tek bir sektörle sınırladı. Bu manevra "kömür, sadaka değil" sloganıyla neticelendirildi. Maden sendikası NUM, kendisini sözde radikal göstererek "sendikaların işçi sınıfı doğası"na vurgu yapıp diğer sendikaların madencilerin grevini desteklemesinin önüne geçti;

-1984'te Lorraine'deki metal işçilerine bulundukları bölgeye giden bütün yollara barikatlar kurdurarak işçilerin mücadelesini diğer bölgelerden izole etmekle kalmadı, kendi içlerinde de bölünmelerinin önünü açtı;

-Doğu Almanya'da, 35 saatlik çalışma haftası kampanyası, sendikalar tarafından dikkatlice kontrol edilen ve yönlendiren bir grev "düzenleyerek" döne döne, şehir şehir, bölge bölge, saat saat işçi sınıfının militan itkisini pratikte dağıtmak amaçlı bir yöntem izledi.

-İtalya'da işçi sınfının öfkesini, "Roma'ya Yürüyüş" adı altında şehrin sokaklarında yaklaşık 1 milyon işçiyi iç karartıcı bir gezintiye çıkararak spektaküler ve umutsuz eylemliliklere kanalize ettiler.

-Britanya'daki madenciler grevi sırasında, işçi sınıfı içerisinde gelişmekte olan dayanışma manevralarını ikame ederek finansal tahsilat ve "satış için" saptırdılar;

-Türkiye'deki TEKEL mücadelesinde önce "anam avradım olsun bu davadan dönersem" deyip, sonra sözde konfederasyonları ve sendikaları ile birlikte grevler ilan edip ardından temsili katılım manevrasıyla aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecek "genel grevler" örgütlediler;

-2011'de Fransa'daki emeklilik maaşı ve yaşı protestoları sırasında kendi toplantılarını kapalı kapılar ardında, üye işçilerinden habersiz yaparak hem mücadelenin yönünü belirlemeye çalıştılar, hem de kurulan genel asamblelerdeki işçilerin kendi aralarındaki iletişime müdahale etmek için ses araçlarının volümlerini açtılar;

-Ve yine ama bu sefer 2012'de, G.Afrika'da daha iyi bir ücret için greve başlayan maden işçileri adına patron ile yaptığı anlaşma sonrasında aynı işçilerin anlaşmayı yeterli bulmaması üzerine işlerine gitmeyi reddederek "yasadışı" grevlere başvurması sonrasınra polisi göreve çağırdılar ve iki işçinin ölmesine neden oldular.[6]

Bir diğer konu olarak işçi sınıfının hala sendikalar gibi aygıtlara sahip olduğu, buraların mücadele odakları olduğu ve kazanılması, başına devrimcilerin ya da devrimci işçilerin getirilmesi ile bu çürümüş yapıların "devrimcileşmesi"nin mümkün olduğunun savunusu yapanların ilgi alanına giren "'işçilerin evi' : sendikalar" bakışı önümüzde duruyor. Burjuva solunun cengaverlerine göre, işçiler eğer sendikaları ele geçirirlerse bürokrasiden, seçim ve kulis oyunlarından bu kurumlar arındırılabilecek, sendikalar işçiler için tekrar bir adres olacak ve bundan sonra da işçi mücadelesi adına her şey daha güzel olacaktır. Ancak kazın ayağı bizce öyle değil. Bunun ötesinde, sonra hangi sendika gerçekten "iyi" birer sendika olabilir sorusunu yöneltmeyenlerin düştüğü acziyeti de işaret etmek istiyoruz.

Bu konu, proletaryanın bir sınıf olarak uluslararası konumlanışı ve somut varlık koşulları ekseninde değerlendirilmesi gereken, işçi sınıfının kendi mücadelesini geliştirmesinin önünde bir engel olarak duran diğer bütün konular olarak ulusal sorun, seçimler, parlamentolar gibi düzenin dekompozisyonu, sistemin çürümüşlüğü ve artık her anlamda barbarlığa geçişin arifesini yaşadığımız bu dönemde, kapitalizme karakterize olmuş niteliklerinin yanınıda gücünü militarizasyon çizgisinde merkezileştirme eğilimindeki devlet kapitalizminin, işçilerin yaşamında direkt olarak etkisi olan önemli bir faktörü olarak sendikalar da bulunuyor.

Hatta tarihin ilerleyişini nacizane bir "ders" gibi sunacak olursak, içerisinden geçmekte olduğumuz, yani üretim araçlarının gelişiminin önündeki engel olarak toplumsal üretim ilişkilerinin ulaştığı aşama itibariyle demokrasinin de bu konuda yaya kaldığını ve neticede sınıfın canlı ve sürekli hareket eden doğasının ve onun karşıt sınıfı ile sürekli çatışmasının gündelik yaşamda da bunun yansımasını karşıt sınıf güçlerinin kendi aralarındaki sürekli mücadelesinde olduğunu görebilmemiz gerekiyor. Bu dersler ise şu belli başlıklar altında bir anlam kazanıyor; sınıf adına bir deneyimsel kazanım olarak bir "yenilgi" ya da sınıfın tarihsel bir adımı olarak çetin sınıf mücadeleleri. "Nasıl?" sorusunun cevaplarını aşağıdaki başlıklar altında toplayabiliriz:

-İmzalanmış protokoller ile gelen bütün eylemsizliklerin reddi,

-Kendi gücünü birleştirmek için meslek, ırk ve ulus kategorilerinin ötesinde araçlar geliştirmek,

-Erki elinde bulunduran sınıfın güç odaklarına (onun devlet ve hükümetlerine) karşı direkt mücadele,

-Sistemin iktisadi mantığına karşı kendi çıkarlarını savunmasının gerekliliği[7]

Tek bir yasa taslağı bile bugün devletin merkezileşmesi yönündeki eğilimi ve emeği mümkün olduğunca sürekli kılmasının önünü açması eğilimi ile sendikaları bu siyasetlerinin birer aracı, kendi mekanizmalarının birer aparatı olarak kurgulamalarında şaşıracak bir şey yok. Çünkü bu aygıtlar artık çürümüşler ve bizlere, işçi sınıfına herhangi bir mücadele alternatifini sunacak durumda değiller. Yazımızın sonunda başlıklarımızı, sınıfın da kendi içerisinde, kendi mücadelelerini kendi ellerine alması yönündeki bütün isteklerinde somutlanmasını umut ettiğimiz tartışma başlıkları olarak şu biçimde netleştirebiliriz:

  • Kapitalizm artık işçi sınıfı lehine reforme edilemiyor;
  • İşçi sınıfından gelecek kitlesel, radikal ve siyasi bir karşı duruşun gerekliliği var;
  • İyi sendikacılık ya da devrimci sendikacılık mümkün değil ve
  • İşçi sınıfının, insanlığın geleceği açısından taşıdığı tarihsel sorumluluk gerektirdiğince sendikaları yıkması da gerekiyor. Bütün bunları yaratacak olan da işçi sınıfının dayanışma kararlılığı, mücadele azmi ve hayatının umut vermeyen geri kalanı için kaybedeceği birşeyi olmadığı günümüzde, "günümüz"ü de kendi sınıfsal konumlanışını da aşarak değiştirmesi ve yok etmesidir.

Bunçuk

 


 

 

1. https://tr.internationalism.org/yeni-sendikalar-yasasi-uezerine-duesuenc...

2. https://www.kizilbayrak.net/sinif-hareketi/haber/arsiv/2012/03/15/artike...

3. "İşçi Sınıfına Karşı Sendikalar" kitapçığı: https://en.internationalism.org/pamphlets/unions.htm

4. age

5. age

6. https://tr.internationalism.org/gueney-afrikada-isciler-patron-ve-sendik...

7. age

 

 

Tags: 

Çin: Ekonomik Krize de Sınıf Mücadelesine de Çare Yok

Burjuvazinin uzmanları Çin'in adını, dünyanın ekonomik 'kaleleri' listesinde, krizin kasıp kavurduğu kapitalizmin sözde kurtuluşu olacak Brezilya, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin adına yazıyorlar. Bu ön dörtlü Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya arka beşlisinin tam zıddıymış gibi lanse ediliyor. Arka beşli hızla ekonomik krizin derinlerine düşmüşken, ön dörtlü düşmek üzereler, ki bu da hakim sınıfın kapitalizmin ölümcül krizini aşabilecek iktisadi mucize umutlarını söndürüyor. Hindistan ve Brezilya gibi 'gelişen' ülkelerin faaliyetleri hızla düşüyor. 2008'den beri dünya ekonomisinin temel lokomotifi olarak sunulan Çin dahi, resmi olarak kötüye gidiyor. China Daily gazetesinin internet sitesindeki bir makaleye göre, iki bölge (ki bunlardan biri kitlesel tüketim ürünü imalat sektörünün büyük bir kesimini barındıran ve bu nedenle ülkenin en zengin bölgelerinden olan Guangdong) Pekin'e borçlarının faiz ödemelerini geciktireceklerini çoktan bildirmiş durumdalar. Başka bir değişle, Çin iflasla karşı karşıya.

Gerek özelde Çin ekonomisi, genelde ise kapitalizm için bir diğer can sıkıcı gelişme, an itibariyle ABD, İrlanda ve İspanya gibi ülkelerde patlaması ancak ciddi sonuçlar doğuracak büyük bir inşaat hamlesi/balonu var. Şangay'daki yüz milyonlarca metrekarelik kullanılamaz ve satılamaz inşaat alanı devasa bir kapasite-fazlası ortaya koyuyor. Şangay ve Pekin'de ev ücreti, sıradan bir işçinin yıllık maaşının yirmi katı civarından başlıyor. Ev ihtiyacı olan işçilerin %85'inin yeni bir ev alacak parası yok. Rejim, yükselen enflasyon yüzünden kredileri sıkılaştırdı, dolayısıyla tıpkı İngiltere, ABD, İrlanda ve İspanya ve benzeri ülkelerde olduğu gibi patlamaya hazır balon, özellikle 'yüksek faiz' balonunun Çin sürümü bankacılık sektörünü tehdit edecek. Buna karşın bu kayıplar da devletin önemli yerel otoritelerine tersi etki yapacak ve onları gereklilikleri yerine getirmekten aciz bırakacak. Bir umut ışığı olmak bir yana, kapitalizmin büyüyen küresel krizi Çin ekonomisinin yalnızca kapitalist çaresizliğin etmenlerinden biri olduğunu her zamankinden fazla gözler önüne seriyor.

Çin'deki sınıf mücadelesindeki gelişmeler, bu ülkenin de 2003'ten beri ağır ağır yükselen küresel sınıf mücadeleleri ve toplumsal protestolar dalgasına tamamen kapıldığını gösteriyor. Ayrıca artık ikinci kuşak, çoğunlukla okuma-yazma bilen göçmen işçilerin de katıldığı mücadeleler, genişliklerinden ve derinliklerinden dolayı büyük bir olanağa sahipler. Yalnızca burjuvazinin herhangi bir 'iktisadi sıçrama' yanılgılarını ifşa ediyor olduklarından değil, ayrıca sınıf mücadelesinin gelişmesinde dünya proletaryasının yolunu aydınlatan önemli bir fener olarak.

Şehirlerde grev ve protesto “olayları”nın sayısı yüzbinlerle ifade edilecek noktada ve bir yandan bu sayı sürekli artarken diğer yandan mücadelelerin yoğunluğu da artıyor. Kırsal kesimdeki huzursuzluk artıyor. Grevler bir yandan da büyüyorlar: The Economist dergisine (2/2/12) göre Ocak ayında Chengdu sanayi bölgesinde gerçekleşen üç günlük grev “merkezi hükümet mülkiyetinde bir işletme için olağandışı bir büyüklükteydi”. Burada işçiler ayda 40$'lık küçük bir ücret artışı kazandılar; ne grevleri böyle satın almak, ne de aleni baskı yeterli oluyor. İnternetin kullanımı yaygınlaştıkça, medyanın olayları karartması artık yetersiz kalıyor. Geçtiğimiz sene içerisinde özel sektördeki grevlerin sıklığı da artmış vaziyette.

Çin'in ihracatlarının üçte birini üreten İnci Nehri Delta'sında, Dongguan'da geçtiğimiz Kasım ayında binlerce işçi, ücret kesintilerine karşı sokaklara döküldüler ve polisle çatıştılar. Yaralanmış işçilerin resimleri internette yayılmaya başladı. Geçtiğimiz haftalarda burada daha fazla protesto gerçekleşti.

Guangdong'daki son ve gelişmekte olan eylemleri gözleyen The Economist, bu hareketin 2010'daki oturaklı ve barışçıl grevlere kıyasla farklı bir biçime sahip olduğunu ifade ederek devam ediyor: “Bu günlerde, koşullarını iyileştirmek için müzakere yapmaktan ziyade işçiler çoğunlukla ücret ve iş kesintilerinden şikayet ediyorlar. Grevciler daha militan gözüküyor... Çin Sosyal Bilimler Akademisi'nin geçtiğimiz ay yayınladığı bir rapora göre, 2010'da gerçekleşen grevlere nazaran, 2011'deki grevler daha iyi örgütlenmiş, daha çatışmacı ve benzer grevleri kendiliğinden tetiklemeye daha meyillilerdi. 'Bu sefer işçiler fedakarlık yapmaları gerekeceğini kabul etmeye istekli değiller ve ikinci olarak daha az kişi toplanıp eve gitmeye hazır'”.

Baskı, Çin devletinin temel silahı olmaya devam ediyor – sivil polisler her yerdeler. Öte yandan böylesi bir politikanın da tehlikeleri var. Guangdong'da kısa süre önce hamile bir kadının polis tarafından hırpalanmasının ardından binlerce işçi polise ve hükümet binalarına saldırdı. Bu işçilerin özellikle kırsal kesimde de, mesela Wukan köyünde, krizin etkilerine karşı çeşitli eylemliliklerin geliştiği şu günlerde yine köylü olmaya dönmeleri pek olası değil. Şehirlerde yüz altmış milyon göçmen işçi yaşıyor (ki 20 milyon işçi 2008'in ekonomik şok dalgaları Çin'i vurunca işsiz kaldılar). Geri dönecekleri hiç birşey yok ve göçmen oldukları için çocuklarının eğitimi ve aile sağlığı için para ödemeleri gerekiyor (ki şirketler bu parayı ödemekle yükümlü olsalar da, bu kanun da tıpkı asgari ücret kanunu gibi sürekli deliniyor), ki bu da yeni bir sınıf çatışması alanı açmış durumda.

Dünya ekonomik krizi derinleşiyor ve krizin Çin'e ve Çin ekonomisine çok ciddi etkisi olacak. Ülkede sınıf mücadelesinin mevcut ve gelişmekte olan düzeylerine bakacak olursak, Ocak ayında gerçekleşen bir dizi grev ve protestonun üzerine Çin'de daha fazla işçi mücadelelerinin inşaa edileceğini söyleyebiliriz.

Baboon, 2/2/12

2012 - Nisan

2011'in Toplumsal Hareketleri Üzerine Değerlendirme

Bu yazı, 2011 yılı toplumsal hareketlerinin önemi hakkında daha geniş bir tartışmaya katkıda bulunmak için onların geçici bir bilançosunu çizmeye çalışan uluslararası bir değerlendirmedir.

2011: ÖFKEDEN UMUDA

2011'deki en önemli iki olay kapitalizmin global krizi[1] ve Tunus, Mısır, İspanya, Yunanistan, İsrail, Şili, ABD, Britanya'daki toplumsal hareketlerdi.

Öfke uluslararası bir boyut aldı

Kapitalist krizin sonuçları dünya nüfusunun muazzam çoğunluğu için çok zor oldu: bozulan yaşam koşulları, yıllarca süren uzun-dönemli işsizlik, en alt seviyede bir istikrarı bile imkansız kılan belirsiz çalışma, aşırı yoksulluk ve açlık...

Milyonlarca insan dengeli ve normal bir yaşam ve çocukları için gelecek imkanlarının yokoluşu hakkında endişe duyuyorlar. Bu onları derin bir öfkeye, sokak ve meydanlara çıkarak pasifliği kırmaya, günümüz evresinde 5 yıldan fazla bir süredir devam eden bir krizin nedenleri üzerine tartışma girişimlerine sevketti.

Acı çeken çoğunluğun bu öfkesi, bankerler, siyasetçiler ve kapitalist sınıfın diğer temsilcilerinin küstahlık, açgözlülük ve kayıtsızlığı ile şiddetlendirildi. Aynısı ciddi sorunlarla yüzleşen hükümetlerin gösterdiği beceriksizlik için de geçerlidir: onların önlemleri herhangi bir çözüm getirmeden sadece yoksulluğu ve işsizliği arttırdı.

Bu öfke hareket uluslararası biçimde yayıldı: Sosyalist hükümetin ilk ve en ölümcül tasarruf planlarından birisini dayattığı İspanya'dan; borç krizinin sembolü Yunanistan'a; dünya kapitalizminin tapınağı Birleşik Devletler'den; en kötü ve en yerleşik emperyalist çatışmaların odağı olan Mısır ve İsrail'e, Ortadoğu'ya.

Enternasyonal bir hareket olarak bu farkındalık, milliyetçiliğin Yunanistan, Mısır ve ABD'deki eylemlerde ulusal bayrakların varlığında görülen yokedici ağırlığına rağmen gelişmeye başladı. İspanya'da, Yunanistan işçileriyle dayanışma “Atina direniyor, Madrid yükseliyor” gibi sloganlarla ifade edildi. Oakland grevcileri (ABD, Kasım, 2011) “İşgal hareketiyle dünya çapında dayanışma” dediler. Mısır'daki Kahire Deklerasyonu'nda Birleşik Devletler'deki harekete destekte bu kabul edildi. İsrail'de onlar “Netanyahu, Mübarek, Esat aynıdır” diye bağırdılar ve Filistinli işçilerle bağlantılar kurdular.

Bu hareketler zirve yapıp inişe geçtiler ve yeni mücadeleler hala gerçekleşiyor olsalar da (İspanya, Yunanistan, Meksika), birçok kişi şimdi şu soruları soruyor: bu öfke dalgasını ne başardı? Bizler bir şey kazandık mı?

Hareketlerin yaygın sloganı: Sokaklara!

Onları etkilemiş olan yanılsama ve kafa karışıklıklarına karşın bu gibi kalabalıkların kendi çıkarları için mücadele etmek için sokak ve meydanları işgal etmeleri 30 yılı aşkın bir süreden sonra ilk kez gerçekleşecekti.

Başarısızlar olarak sunulan, inisiyatif almaktan yoksun ya da ortak birşeyler yapamayan avareler zannedilen bu insanlar, işçiler, sömürülenler, birleşebilmeyi başardılar, girişimleri paylaştılar, sistemin günlük normalliğinin onları kınadığı felç edici edilgenlikten kurtulabildiler.

Her birisinin kapasitesindeki kitlelerin kolektif eylem gücünün keşfinde güven ilkesinin gelişmesi bir moral destek oldu. Toplumsal sahne değişti. Siyasetçiler, uzmanlar ve 'büyük adamlar'ın kamu yaşam tek boyutluluğu, duyulmak isteyen anonim kitleler tarafından sorgulandı.[2]

Bütün bunları söyledikten sonra, sadece kırılgan bir başlangıç evresindeyiz. Yanılsamalar, şaşkınlıklar, protestocuların ruh hallerindeki kaçınılmaz değişiklikler, kapitalist devletin baskısı ve tecrit kuvvetleri (sol partiler ve sendikalar) tarafından empoze edilen tehlikeli sapmalar inzivaya çekilmeye ve acı yenilgilere yol açtı. Öte yandan mevzubahis engellerle döşenmiş ve zafer garantisinin olmadığı uzun ve zorlu bu yol olunca, yürümeye başlama eyleminin ilk zafer olduğu belirtmemiz gerekir.

Hareketin kalbi : kitle meclisleri

Bu hareketlere katılan kitleler, kendilerini yalnızca hoşnutsuzluklarını haykırmakla sınırlamadılar. Aktif bir biçimde kitle meclisleri örgütlenmelerinde yer aldılar. Kitle meclisleri Birinci Enternasyonal'in (1864) sloganını somutlaştırmıştır: “İşçi sınıfının özgürleşmesi işçilerin kendi işidir yoksa hiçbir şeydir”. Bu, Paris Komünü ve daha yüksek bir biçim aldığı 1905 ve 1917'deki Rusya'ya, Almanya 1918, Macaristan 1919 ve 1956, Polonya 1980'e süren işçi hareketi geleneğinin devamıdır.

Kitle meclisleri ve işçi konseyleri proleter mücadelenin ve yeni bir toplum biçiminin gerçek formudur.

Kitlesel olarak birleşmemizi amaçlayan kitle meclisleri, bir sektör ya da toplumsal kategorinin gettosunda hapsolmuş ücretli kölelik ve “herkes kendi için” atomizasyonu zincirlerinin kırılmasına işaret etmektedir.

Kitle meclisleri, birlikte düşünmek, tartışmak ve karar vermek, hem karar almada ve hem de onların uygulanmasında yer alarak karara varılanlar için kolektif olarak sorumlu olmak içindir.

 

Kitle meclisleri sadece mücadeleyi ileriye taşımak için kaçınılmaz olan karşılıklı güven, genel empati, dayanışma inşa etmek için değil, sınıfsız ve sömürüsüz özgür gelecek toplumunun temel direkleridir.

2011, hakim sınıfın vaaz ettiği ikiyüzlü ve kendisine hizmet eden “dayanışması” ile hiçbir ilgisi olmayan bir gerçek dayanışma patlamasına şahit oldu. Madrid'teki eylemler, göçmenleri alıkoyan polisin gözaltına alınan ya da durdurulanları kurtarmak için çağrı yaptı; İspanya'da, Yunanistan'da ve Birleşik Devletler'de tahliyeler için kitlesel eylemler gerçekleştir; Oakland'ta “Grev meclisi temsilciler göndermeye ya da 2 Kasım Genel Grevi'nde yer alan çalışanları ya da öğrencileri cezalandıran şirket ya da okulları işgal etmeye karar verdi”. Herkes çevresindekiler tarafından korunmada ve savunulma halinde hissedebildiği canlı anlar kesik kesik de olsa gerçekleşti. Tüm bunlar, içinde yaşadığımız toplumun üzerine umutsuzluk ve savunmasızlığın acı hissi sinmiş “normalliği” ile katı bir biçimde zıtlaşmaktaydı.

Gelecek için ışık: Tartışma kültürü

Milyonlarca işçinin dünyayı dönüştürmek için ihtiyaç duyduğu bilinç, hakim sınıf ya da aydınlanmış liderlerin zeki sloganları ile kazanılmaz. Bu tartışma ve kitlesel bir ölçekte geçmişi hesaba katan ancak tıpkı İspanya'daki bir afişte yazan “Devrim olmadan gelecek yok!” gibi daima geleceğe odaklı tartışmalar bir mücadele deneyiminin ürünüdür.

Tartışma kültürü, yani karşılıklı saygı ve aktif dinleme üzerine kurulu açık tartışmalar sadece kitle meclislerinde değil onun çevresinde de filizlenmeye başladı: tartışma ve takas edilen fikirler için yapılan sayısız toplantı yapıldı, gezici kütüphaneler örgütlendi... Çok kısıtlı araçlar ile geniş bir entelektüel faaliyet sokak ve meydanlarda doğaçlama bir şekilde gerçekleştirildi. Ve kitle meclisleriyle olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesinin bir geçmiş deneyimini yeniden canlandırdı “Bütün Rusya okuma yazma öğreniyor ve okuyordu (politika, ekonomi, tarih ne bulursa) , çünkü öğrenmek istiyordu… Uzun yıllar eğitime susamış olan halkta devrimle birlikte delice bir okuma hastalığı başlamıştı. Yalnız Smolni Enstitüsü’nden ilk altı ay içinde her gün tonlarla, vagonlar dolusu, trenler dolusu basılmış kitap, dergi, gazete sevk edilip yurda dağıtılmıştı. Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü doymuyordu. Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din ya da dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar toplumsal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy'un, Gogol'ün ve Gorky'nin eserleriydi.[3]. Egemen ideoloji ve onun medyasının zorladığı ve sadece bir milyonlarca başarısızlar kaynağı, yabancılaşma ve yanlış klişeler olabilen “başarı modeli”ne dayanan bu toplum kültürü karşısında, binlerce insan özgün popüler kültür aramaya, onu kendileri için gerçekleştirmeye, kendi eleştirel ve bağımsız kriterleri için canlandırmaya çalışmaya başladılar. Kriz ve onun nedenleri, bankaların rolü, vb. ayrıntılarıyla tartışıldı. Çok fazla kafa karışıklığına rağmen devrime dair tartışmalar da vardı; demokrasi ve diktatörlük üzerine, bu “onlar buna demokrasi diyorlar ama değil” ve “bu bir diktatörlük ancak görünmüyor” olarak iki karşılıklı sloganda sentezlenen konuşmalar da vardı.

Proletarya geleceğin anahtarıdır

Eğer bütün bunlar 2011'i umudun başlangıç yılı yapıyorsa, bu hareketlere onun hala muazzam olan sınırlılıklarını ve zayıflığını gören keskin ve eleştirel bir göz ile bakmalıyız.

Eğer dünyada kapitalizmin modası geçmiş bir sistem olarak görüp “insanlığı kurtarmak için, kapitalizm yokedilmeli” diyen kişi sayısı artıyorsa, aynı zamanda kendi bütünlüğünde saldırılması gereken ve birçok yüzeysel ifadesiyle (finans, spekülasyon, siyasi-ekonomik güçlerin çürümesi) bir meşguliyet içerisine dağılmamış gerçekten karmaşık toplumsal ilişkiler ağı olan kapitalizmi bir avuç “kötü çocuğa” (vicdansız sermayedarlar, acımasız diktatörler) indirgeme eğilimi de bulunmaktadır.

Bu, kapitalizmin her bir gözeneğinden (baskı, terör ve terörizm, ahlaki barbarlık) beslendiği şiddeti reddetmek hakkında daha fazlası iken, bu sistem aynı zamanda sadece pasif yurttaş basıncı tarafından ortadan kaldırılmayacak. Azınlık sınıf gönüllü olarak gücünü bırakmayacak ve devleti içine onun her 4 ya da 5 yılda bir demokratik meşruluğuyla; asla yapmayacakları ve sözünü vermediklerini yapacak partileriyle; ve hakim sınıf tarafından masa üzerine konulan herşeyi imzalayarak dağıtmak için mobilize olan sendikalarıyla üzerini örtecektir. Sadece bir kitlesel, azimli ve inatçı mücadele sömürülenlere devleti ve onun baskı araçlarını yoketme gücünü verecek ve İspanya'da tekrarlanan “Bütün iktidar kitle meclislerine” sloganını gerçek kılacaktır.

Özellikle ABD'deki işgal eylemlerinde oldukça popüler olan “biz %1'e karşı %99'uz” sloganın bizleri etkileyen bir ölümcül sınıf bölünmelerine dair bir anlayışın gelişmeye başladığını ortaya koyuyor olsa da, bu eylemlere katılanların büyük çoğu kendilerini, toplum içerisinde “özgür ve eşit yuttaşlar” olarak kabul görmek isteyen “aktif vatandaşlar” olarak tanımladılar.

Ancak toplum sınıflara bölünmüştür: herşeye sahip olan ve hiçbir şey üretmeyen kapitalist sınıf ve herşeyi üreten ve daha ve daha azına sahip sömürülen -proleter- sınıf. Toplumsal evrimin itici gücü demokratik “bir vatandaş çoğunluğunun karar” oyunu (ki bu oyun hakim sınıfın diktatörlüğünün üzerini örten ve meşru kılan bir maskeli balodan fazla bir şey değildir) değil, sınıf mücadelesidir.

Toplumsal hareket asıl zenginliği kolektif olarak üreten ve toplumsal yaşamı işlevlileştiren sömürülen sınıf proletaryanın ilke mücadelesine katılmalıdır: fabrikalar, hastaneler, okullar, üniversiteler, ofisler, limanlar, binalar, postaneler. 2011'deki bazı hareketlerde Mısır'da patlayan ve sonuçta Mübarek'i istifa etmeye zorlayan grev dalgasında onun gücünü gördük. Oakland'da (Kaliforniya) “işgalciler” bir genel grev ilan ettiler ve liman işçileri ve tır şoförlerinin aktif desteğini kazandılar. Londra'da greve çıkan elektrikçiler ve Saint Paul işgalcileri aynı yaygın eylemleri uygulamaya koydular. İspanya'da grevdeki sektörler meydanlardaki kitle meclisleri ile birleşmeye yöneldiler.

Kapitalist zulüm tarafından sömürülen modern proletaryanın sınıf mücadelesi ile toplumsal katmanların derin ihtiyaçları arasında bir zıtlık yok. Proletaryanın mücadelesi egoist ya da özel bir mücadele değil “büyük çoğunluğun büyük çoğunluk yararına bağımsız hareketi”dir (Komünist Manifesto).

Günümüz hareketleri proleter mücadelenin iki yüzyıllık deneyimi ve toplumsal özgürleşmeye yönelik girişimlerinden, onları eleştirel olarak gözden geçirerek faydalanabilir. Yol uzun ve muazzam engellerle dolu ki bu olgu akla İspanya'da tekrarlanan “Yavaş gidiyor değiliz, uzağa gidiyoruz” sloganlarını getiriyor. Şimdi, kapitalizmin yerine başka bir toplumun gelebileceğini netleştirecek yeni hareketleri bilinçli bir şekilde hazırlamak için, hiçbir kısıtlama olmadan ve yüzleri karartmadan mümkün olan en geniş tartışmayı başlatmak zamanıdır.

Enternasyonal Komünist Akım 11/03/12


[1]    Bkz: Ekonomik kriz, hiç bitmeyen bir masal değil (İNG), en.internationalism.org/internationalreview/201203/4744/economic-crisis-not-never-ending-story. Sistemin global krizi ile, (Japonya'daki) Fukushima nükleer güç istasyonundaki ciddi hadise bize insanlığın yüzyüze geldiği muazzam tehlikeleri gösterdi.

[2]    Time Dergisi'nin, imzasız yayınladığı “Yılın Adamı” ilan ettiği Protestocu hariç. Bkz: time.com/time/specials/packages/article/0,28804,2101745_2102132_2102373,00.html.

[3]    John Reed: Dünyayı Sarsan 10 Gün. https://www.marxists.org/archive/reed/1919/10days/10days/ch1.htm ya da Yordam Yayınları Syf. 37

Tags: 

Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (2)

Baas rejimi, muhalif gruplara nazaran azımsanmayacak düzeyde etnik grup ve dinsel topluluklar tarafından destekleniyor. Bu gruplardan en büyüğü Nusayriler. Esad rejimi toplumsal olarak bu mezhebi gruptan  oluşuyor. Rejimin tüm elit kademesi, askeri yapısı ve bürokrasisi Nusayrilerden oluşmakta. Bu anlamıyla Suriye'de Nusayriler ayrıcalıklı bir konuma sahipler. Bu ayrıcalık hem siyasi, hem de ekonomik olarak iki boyuta sahip. Baas rejiminin yıkılması Nusayriler için zor günleri de beraberinde getirecek çünkü uzun zamandır iktidarı elinde bulundurmuş olması, hem de bunu totaliter yöntemle yapmış olması, düşmanlıkları da beraberinde getirecek. Bu sebepten dolayı Esad gitmek istese dahi onun gitmesini engellemeye çalışacaklardır. Hristiyan, dürzi, Çerkez ve yezidi gruplar ise iktidara olası geleceklerin İslamcı kökenli olmasından kaynaklı Baas rejimine yaslanmaktalar; aslında iki kötü arasında bir tercih yapıp Esad'ı desteklediler ama her an, her şey değişmeye çok müsait.

Kürtlerin ise daha farklı bir konumları var; bu özel konum şu anki reellikte, Esad rejimin elinde hem de bir koza dönüşüyor. Kürtler geçtiğimiz mayıs ayına kadar resmi kimlikleri bile olmayan bir halktı ve siyasi temsilcileri Baas rejimi tarafından hapse atılmıştı. Zaman zaman rejime karşı ufak çaplı başkaldırsalar da bu hareketlenmeler kendiliğinden söndü ya da bastırıldı. 2004 yılında Kamışlı‘da yaşananlar benzer bir durumun ifadesiydi. Kürtler yer yer başka emperyalist güçler tarafından Baas rejimine karşı kullanılmak istenildiler de aynı zamanda. Olayların başladığı tarihten sonra Esad, Kürtlere yönelik politikalarını değiştirerek, siyasi tutuklularını serbest bıraktı ve ardından reformlar başlattı. Hatta kuzeyde özerk bir Kürt yönetimini kurulacağını bile dile getirdi. Kürtlerin Esad için bu kadar önemli hale gelmesinin aslolarak iki sebebi var: birincisi, on bir Kürt partisinin Suriye Kürt Ulusal Meclisi'ni Barzani'nin desteğiyle kurmuş olması, Esad'ı Kürtlerle anlaşma yoluna itti ve aynı zamanda bu gelişme sunni Arap muhalefetinin yanına Kürtlerin de eklenmesi durumunu ortaya çıkardı. Bu çıkışa karşılık ise Esad, daha öncden müebbet hapis cezası verilen PYD'nin lideri Salih Müslüm'ü afla çıkarıp rejim yanlısı mitingler yapmasını sağladı. Bu yöntemle Esad, Kürtler üzerinde etkinlik kazanmaya ve muhalefeti bölmeye çalıştı ve kısmen de başarılı oldu. PYD, 26 Şubat'taki anayasa referandumunu boykot etme kararı aldı ve yeni anayasanın Kürtler için herhangi bir şey olmadığını açıkladı. Suriye dışındaki Kürt burjuvazisinin doğrudan ve dolaylı temsilcileri olan, KDP'nin ve PKK'nin Suriye'de kilit noktada duran Kürt bölgesine yönelik karşılıklı ataklarının olduğunu söyleyebiliriz. Barzani'nin desteklediği Suriye Kürt Ulusal Meclisi, üzerinden Suriye Kürtlerini domine etmek istiyor. PKK ise PYD ilişkileri üzerinden Suriye Kürtleri ilişkin siyaset belirlemeye çalışmakta; bunu yaparken de Türk burjuvazisine karşı stratejik konum elde etmekte. Diğer taraftan ise PYD aracılığıyla Esad'la Suriye'deki Kürtlerin geleceğine ilişkin pazarlıklar yapmakta. Öyle görünüyor ki; Baas rejiminin akıbetinde yıllardır baskı kurduğu Kürtlerin de bir parça payı olacak.

Suriye ve İsrail ilişkilerine kısaca değinilmesi gereken bir kaç nokta var. İlki yıllardır iki burjuva devlet arasında savaşa neden olan Golan Tepeleri. İkincisi Suriye'nin Lübnan'daki askeri varlığı ve politik etkisi. Bu iki konu üzerinden yıllardır bu iki burjuva devlet savaşmaktalar. Fakat Suriye'de olayların başlaması ile İsrail için Suriye ile olan ilişkileri daha karmaşık hale geldi; zira daha öncesinde savaştığı Baas rejimiyle, İsrail düşmanı Müslüman Kardeşler'in iktidara gelme olasılığından dolayı görüşmeler yaptığı söylenmekte. İsrail, islamcı rejimlerinin Ortadoğu'da güç kazanmasından oldukça rahatsız olmakta ve bundan dolayı Esad'a karşı tutumunu önemli ölçüde etkilemekte.

Suriye'deki olaylara işçi sınıfı nasıl ve ne düzeyde katıldı, biraz buna bakmak gerekiyor. Elbette ki; işçi sınıfı sokaklardaki kalabalıkların önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı. Ama sorun şu ki; Suriye'li işçiler, ne Mısır'daki gibi, ne de Tunuslu işçiler gibi bir tepkiyi bile ortaya koyamadılar. Maalesef Suriye'li işçiler, olaylar içerisinde, kendilerini etnik ya da mezhepsel kimlikleriyle ifade ettiler. Bu durum, Suriye'de olayların hangi zeminde yaşandığını açıkça ortaya koyuyor.  Arap Birliği'nin gönderdiği gözlemcilerin Suriye'ye geleceği gün muhalefet, genel grev çağrısında bulundu ve bunun yanında yine muhaliflerin etkisinin olduğu bir günlük genel grev gerçekleşti. Sivil itaatsizlik eylemi olarak da nitelendirilen bu eylemde Esad rejiminin gitmesini isteyenler, sınıf temelli herhangi bir talebe sahip değildiler. Ayrıca greve sadece işçilerin değil, daha çok işverenlerin ve esnafın da katıldığını belirtmek grevin nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlamak için daha açıklayıcı olacaktır. Bunun dışında herhangi bir varlığı olmayan Suriye'li işçiler, tekil bireyler halinde Esad ve muhaliflerin tarafında saflaşmış durumdalar.

Beşar Esad, reformlar ve seçimler yapılacağını söylese de, yeni anayasası referandumu muhalifler tarafından boykot edildi; bu da gösteriyor ki; Baas rejimi ya yıkılacak ya da muhalefet kanlı bir savaştan sonra bastırılacak. Çünkü iki burjuva güç arasında hiçbir uzlaşma zemini görünmüyor. Diğer taraftan Esad'ın uluslararası alanda Rusya ve Çin'den destek görmesi, olası BM müdahalesinin önünü tıkamış durumda. Rusya'nın askeri üssü ve silah pazarı, Çin'in ise enerji yatırımları olan Suriye'yi uluslararası alanda koruması kendi çıkarlarıyla ilişkilidir. Bu ilişkileri de göz önüne alırsak Esad'ın gidişi Kaddafi gibi olamayacak. İlk başlarda rejimler, kitlesel gösteriler karşısında bir bir yıkılırken herkes Esad rejiminin de rahatlıkla yıkılacağını düşündü. Fakat Esad, nusayri elitinin isteği doğrultusunda kolay kolay gitmeyecek ve iç savaş giderek tırmanacak.

d - Ucuz Emek Pazarı Mısır

K. Afrika olaylarının sonucunda Mubarek'in gitmesiyle Mısır için yeni bir dönemin başladığını ilan etmişlerdi. Ama K. Afrika'nın ve Ortadoğu'nun en kalabalık işçi nüfusunu barındıran ülkelerinden biri olan Mısır'da istikrarsızlık hala devam etmekte. Port Said olayları ile tekrar hareketlenen Mısır'da burjuvazi kimlik bunalımını çözebilmiş değil.

K. Afrika olaylarının Mısıra sıçramasının en büyük sebebi Tunus'ta ki gibi işsizlik oranlarının ve yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfus oranının oldukça yüksek olması. Mısır'da nüfusun %20'si yoksulluk sınırının altında yaşıyor, %90'ını gençlerin oluşturduğu işsizler ise resmi rakamlara göre%10 üzerinde. Resmi rakamlar gerçeği tam anlamıyla yansıtmıyor, bu gibi ülkelerde kayıt dışı çalışma yaygın olduğu için gerçek veriler daha yüksek. Kendi sermaye birikimine tam anlamıyla oluşturamamış Mısır ekonomisi, belli problemleri de beraberinde taşıyor. Ekonomik krizin etkisiyle daha da zayıflayan, işsizlik ve yoksulluk oranlarını büyüten Mısır ekonomisi Muberek'in gitmesine zemin hazırladı. Daha öncesinde bu yapısal sorunları çözmeye çalışan Mısır burjuvazisi 1974 yılında Açık Kapı Politikasıyla dışa dönük bir piyasa politikası belirledi. Bu şekilde kendi sermayesinin yarattığı açıkları dış yatırımlarla kapatma yoluna yöneldi. Fakat siyasi istikrarsızlığın nedeniyle bu anlamda fazla ilerleme kat edemedi. Zira yabancı sermaye yatırımı gayrisafi milli hasılaya oranı son verilere göre %6 dolaylarında. İşsizlik ve yoksulluk üreten Mısır ekonomisi işçi sınıfının sırtındaki yükleri daha da arttırdı, bunun sonucu K. Afrika olaylarına yansıdı fakat bu durum genelleşmiş bir sınıf hareketini ortaya çıkarmadı.

Mısır'da işçi sınıfı, bölgedeki en kitlesel sınıf kütlesini içeriyor. Önemli bir potansiyeli olan bu sınıf kütlesi, K. Afrika olayları başladığında büyük beklentileri de beraberinde getirmişti. Fakat sonuç pek beklenen gibi olmadı, yani işçiler sokağa çıkıp “biz burjuvaziyi alaşağı edeceğiz” demediler. Elli bin dolaylarında işçinin yaptığı grevlerle sınırlı kalan bu hareket, Tahrir eylemlerine işçi sınıfının damgasını vuramadı. Daha çok küçük gruplar halinde ve sınırlı ekonomik talepler ile demokrasi isteyen burjuva taleplerin ekseninden kurtulamadılar. Tabi burada kısaca da olsa komünist bir siyasetin eksiliğinden söz etmek gerekiyor. Komünist bir siyaset olsa dahi sonuç çok değişir miydi bilinmez ama sınırlı eylemliklerin ya da grevlerin genelleşmesinde belki bir parça payı olabilirdi.

Mubarek sonrası ekonomik politikaları neyin üstüne kurulacak veyahut Mısır burjuvazisi işçi sınıfına yeni bir sömürü cenneti mi vaat edecek? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Mısır ekonomisi sermaye birikimini tam tamamlayamamış bir yapıya sahip. Dünya ekonomisine tam entegrasyonu için ise tek bir şeye ihtiyacı var, o da artı değer sömürüsü. Mısır burjuvazisi genç ve üretken nüfusu istihdam etmesi ve tarımda istihdam edilen kesimin ise sanayiye kaydırılarak iş gücü potansiyelini azami ölçüde sömürmek istenmesi sermaye birikimi ihtiyacını göstermektedir. Mübarek döneminde başlayan bu süreç burjuvazi için dengeler yeniden kurulduğunda şüphesiz ki devam edecek. Burjuvazi ucuz işgücü potansiyeli sayesinde Mısır ekonomisini yoğun emek sömürüsü üzerine inşa edecek. Dünya işgücü pazarına ucuz emek arzı sunan bir Mısır ekonomisi, yatırımlar alma şansını da aynı oranda yakalayacaktır.

Değinilmesi gereken bir diğer konu ise burjuva güçler arasında yaşanan siyasal çekişme. Tahrir Meydanı'nda Mubarek karşıtları yer almaya başladığında şu anki çoğu burjuva hareket yoktu. Muberek'in koltuğu sallanmaya başladığında bir bir alana inmeye başladılar bu unsurlar. Mısır'da, Mubarek sonrası en büyük siyasal yapı tartışmasız Müslüman Kardeşler örgütü. Bir diğer güç ise giderek güçlenen radikal islamcı Selefiler. Mısır'ın siyasal yaşamında ordunun da bir payının olduğunu söylemek gerekiyor. Mübarek'ten sonra yapılan ilk seçimlerde Müslüman Kardeşler örgütün kuruduğu Adalet ve Özgürlük Partisi oyların üçte birini aldı; hemen ardında hiç beklenmedik bir şekilde güçlenen Selefiler %25 dolayında oy aldılar. İkisi de islamcı olan bu örgütlerden Selefiler daha radikaller ve oylarının büyük bir bölümünü kırsal kesimden almaktalar. Müslüman Kardeşler ise siyasi ve ekonomik anlamda daha ılımlı ve pragmatik bir çizgi izliyor. Hatta seçimlerde birkaç laik partiyle ittifak kurdu. Bu da gösteriyor ki; Mısır'da dış politikada ve içeride azgın kapitalizmin her anlamıyla hizmete hazır bir burjuva siyasetinin Mısır'lı işçilerin yaşamını belirleyecek.

Mısır siyasetinin gelgitli yapısında arada bir işçiler belli belirsiz ve düzensiz bir şekilde baş göstermekte. Bunlardan bir tanesi Port Said olayları. Bir futbol maçı sırasında yapılan provokasyon yetmiş dört kişinin ölümüne sebep oldu. Polis, iki takımın taraftarlarını karşı karşıya getirerek hatta dışarıdan sopalı ve silahlı birilerini içeri sokup kapıları kapatarak Ultraslar'dan öç almak istedi. Provokasyona ilişkin birçok senaryo döndü; ayrıca tüm burjuva güçler bu olaylardan kendilerine pay çıkarmaya çalıştı. Olaylar sonrasında ordunun artık yönetimi sivillere devretmesi gerektiği sesleri yükseldi. Fakat provokasyonun asıl çıkış sebebi, iktidar kavgası üzerinden olduğunu anlamamak saflık olacaktır. Yeniden alevlenen sokaklarda yaşanan çatışmalarda başı çeken Ultras Ahlawy grubunun "Devrime ve devrimcilere karşı suç işlendi. Bu suç, devrimcileri durduramayacak ya da devrimcileri korkutamayacak" söylemi ne kadar sistem karşıtı görünse de hareketin talepleri sınırlıydı ve işçi sınıfının diğer kesimlerinde tam bir karşılık bulmadı.7 Sadece ordunun olayları kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmasına karşı bir genel grev çağrısı yapıldı ve bu grevin talepleri içerisinde “Askeri Konseyin gitmesi ve Mısır şehitleri için adalet” yer alıyordu. Zira sokaklardaki söylemlere de yansıyan bu durum, Mısır'da işçi sınıfı adına hiçbir şeyin değişmediğine işaret etmekteydi. Ama Mısır'da işçi sınıfı, burjuva güçlerle sık sık karşı karşıya gelmekte ve her karşılaşma da burjuvaziyle arasına belli bir mesafe koymakta.

Bitirirken

K. Afrika olayları olarak tarihe geçen bu halk hareketleri, K. Afrika'nın ve Ortadoğu’nun tüm siyasal yapısını değiştiriyor. Küresel veya bölgesel burjuvazi tarafından siyasal dengeler yeniden oluşturulmaya çalışıyor. Bu demek değildir ki bu hareketlerin proleter mücadele için bir değeri yoktur. Kuzey Afrika'daki olaylar, İspanya'dan ABD'ye, İsrail'den Rusya'ya, Çin'den Fransa'ya dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce proletere ilham verdi. Dahası, bütün eksikliklerine rağmen, bu mücadele deneyimi Tunus ve Mısır işçi sınıfları için devasa bir öneme sahiptir. Buna rağmen, her ne kadar ilham ve deneyim kendi başlarına bir tür zafer sayılabilse de, Kuzey Afrika ve Orta Doğu proletaryası için anlık durumu iç açıcı olarak tasfir etmek mümkün değildir.

Başta bu konuya girmeyeceğimizi belirtmiştik ama son sözleri söylemeden önce devrim meselesine dair bir kaç söz söyleme ihtiyacını hissediyoruz. Devrim denen toplumsal dönüşüm, sadece mevcut iktidarların ya da rejimlerin değişmesi değildir; devrim tüm iktisadi yapının, üretim araçlarının, buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin ve mülkiyet biçiminin tamamen her şeyiyle değişmesi ve işçi sınıfının konseyler biçimiyle kendi iktidarını ilan etmesidir. Oysa ki, K. Afrika olayları sonrasında ne yazık ki, böyle bir dönüşüm yaşanmamıştır. Dolayısıyla bu olaylara devrim denilmesi proletaryanın mücadelesinin ne olduğundan hiçbir şey anlaşılmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır ya da meseleye burjuva ideolojisiyle yaklaşılmaktadır.

Suriye yaşanan rejim karşıtı olayların iki tarafında yerel burjuva güçler olsa da siyasal ilişkileri ve menfaatleri bakımından bölgesel ve küresel burjuvaları da içeriyor. Mevcut realite bir tarafta ABD, AB, İsrail ve Türkiye'yi saflaştırırken diğer taraftan şimdilik kısmen de olsa Rusya, Çin ve net bir şekilde Şii Irak ve İran'ı birlikte tutum almaya itiyor. Genel çerçeve de böyle olsa da İran ve İsrail'in dışındaki tüm güçler bu süreçte çıkarları gereği tutum değiştirebilirler.

Görünen bu fotoğraf, bölgesel ve küresel güçlerin amansız bir emperyalist paylaşımında hazırlığı içinde olduklarını gösteriyor. Suriye'de bu gün yaşananlar, işçi sınıfının mezheplere, ırklara bölünerek birbirlerinin katlettirileceği bir boyuttadır. Bu coğrafyanın her tarafında yaşanacak tüm savaşlarında böyle olacağı hiç şüphesizdir. Diğer taraftan, Mısır'da islam tandanslı bir rejimin kurulması yüksek ihtimal; bundan kaynaklı bölgenin yeniden alevlenmesi ve çatışan burjuva güçlerin yeniden yer değiştirmesi de mümkün.Tüm bu yaşanan ve yaşanacak olan çatışmalar işçi sınıfı için bir yıkımı ifade etmekle beraber, ücretli emek sömürüsüyle beslenen bu asalak sitemin yıkılışı bir yandan hızla yaklaşmaktadır. İşçi sınıfı, enternasyonal mücadeleye ihtiyaç duymaktadır. Zira bu yazının kendisini ifade ettiği ve sınıf mücadelesine katkı sunmaya çalıştığı yer, tam da burasıdır.

Ekrem

7. https://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1...

Tags: 

İspanya'da Genel Grev: Bağımsız İşçi Hareketi için Radikal Azınlıkların Çağrısı

Burada İspanya'daki son genel grev sırasında bir kitle meclisi çağrısı yapan Alicante Eleştirel Blok & Kitle Meclisi ve Palencia İşçi Grubu tarafından sendikaların rolünü mahkum eden iki bildiriyi yayınlıyoruz.

EKA

Genel grev için ALICANTE ELEŞTİREL BLOK VE KİTLE MECLİSİ tarafından BİR ÇAĞRI VE ÖNERİ

İşçiler, işsizler, gençler, öğrenciler, emekliler, hizmet kullanıcıları, inisiyatiflerde, kitle meclisleri ve mücadelede bulunan HERKES!

Bizler İş Yasası'nın iptalini ve bütün sömürü biçimlerini önlemek için kitle meclisleri yoluyla bir katılımcı, eleştiren ve birleştirici bir alan biçimi önermek istiyoruz.

Bizler mobilizasyonun yetersiz bir biçimi olarak düşündüğümüzün ötesine geçen eylemler ortaya koymak için “genel grev”den yararlanmak istiyoruz.

GREV YAPARAK YA DA DEĞİL, 29-M'de BİRLEŞELİM

  • sabah : Saat 11:00'da Plaza de la Montanyeta Alicante'de KİTLE MECLİSİ. Ayın 29'u için alternatif eylemler üzerine düşünmek ve teklif etmek etmek için.

  • Gün ortası: Etkileşim ve tartışma için bir alan yaratmak adına BİRLİKTE YİYELİM.

  • Öğleden sonra: Saat 18:00'da EYLEME BİR BLOK HALİNDE KATILMAK İÇİN. Eylemin arkasında olacağız.

  • Akşam işçilerin, işsizlerin BİR AÇIK KİTLE MECLİSİ... Plaza de San Cristobal'deki eylemden sonra, şu konu üzerine : 29 Mart'tan sonra mücadeleye nasıl devam ederiz?

Kitle meclislerinde yeralın, kimse sizin adınıza karar vermemeli!

Bizlerin öfkeden eyleme geçmemiz gerekiyor!

Birlikte herşeyi değiştirebiliriz!

ARACISIZ BİR GREV İÇİN

(Palencia İşçi Grubu)

Hakim sınıf yeniden sorumluluğumuzu bize hatırlattı; bu sefer işçileri işverenin merhametine daha fazla bırakan İş Yasası ile. Bundan sonra, işinizde kalın ya da kalmayın, sadece patronun karı maksimize etme ihtiyacına bağlı olacağız. Bu, şu ya da bu hükümet meselesi değil, bu sermaye için metadan başka bir şey ifade etmiyor oluşumuzun gerçeğidir. Bu ihtimal ile yüzleşen bizlerin mücadeleden başka seçeneğimiz yok: Bu mücadele ne olmalı? Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?

Çoğunluk sendikaları bizlere kendi modellerini öneriyorlar: onlar emrediyor, biz uyuyoruz. Onlar İş Kanunu ile ilgili birçok yaygara kopartıyorlar ancak aynı zamanda onlar işçiler için işlerin kötüye gitmesine neden olan ücret kesintilerini yapıyorlar. Gerçekte, haklarımız onlar için önemli değil. Onlar için bizler onların varoluşlarını ve çöküşlerini doğrulayan bir sayıdan fazla bir şey değiliz. Onlar için bizler sömürülmüş ve köleleştirilmiş iken önemli olan onların maskaralıklarına devam etmeleridir! Onlar kapitalistlerin kuklalarından başka birşey değiller! Onların gerçek varoşularının işlevi işçi sınıfının gerçek mücadelesini geri çekmek, oyalamak ve bastırmak olan varlıklarını devam ettiren; onun sistem ve egemen sınıfı karşısında gerçek bir tehlike oluşunun önünü almak içindir.

... biz ne çoğunluk sendikalarını ne de onların stratejilerini takip edebiliriz. Onlar bütün devrimci mücadeleyi etkisiz bırakmak için “minimum hizmet ” olarak adlandırılan koşullarla bir grev örgütlediler. Biz ne zaman “çok fazla probleme sebep olmasın” diye düşman ile bir anlaşma imzalanan bir savaşa ilk defa tanık oluyoruz? Bir grevin amacı zarar vermek, işverenleri çıkarlarımız karşısında boyun eğmeye mecbur bırakmaktır. Grevin onlara en çok zarar verdiği yer: ekonomi. Bu anlaşmalı bir grev ile sadece bir günde olmaz: bu belirsiz süreli yasadışı (vahsi kedi) grevler yoluyla başarılır.

Bizler hain sendikalar ve Burjuva Solu oportünistlerine daha fazla izin veremeyiz. Kitle meclislerinde, işçi konseylerinde kendimiz ve aracılarsız örgütlenmeliyiz. Sadece kararlı eylem ile sömürücüleri ve onların hizmetçilerini bütün alanlarda yenebiliriz: İş Kanunu'nu durdurmaktan kapitalist sistemin yokedilişine kadar.

KESİNTİLERE KARŞI KENDİNİZİ ARACISIZ ORGÜTLEYİN!

Tags: 

2012 - Mayıs

1 Mayıs: Burjuvazi için bayram, işçiler için mücadele günü

İşçilerin tarihte pratik olarak ortaya koydukları 1 Mayıs, enternasyonal mücadelenin ilk ciddi eylemlerinden birisidir. Bu özelliğinden kaynaklı da, hem işçiler hem de komünistler tarafından sahiplenilmelidir. İşçi sınıfı kendi tarihinden ne kadar çok öğrenirse o kadar ileri gidebilecektir. Bu genel yasa bize, 1 Mayıs'ın kendi tarihinde ortaya çıktığı dönemde iktisadi mücadele olarak başlasa da, genelleşerek siyasi bir içerik kazanmasıyla bir yol göstermektedir. Bugün işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu şey de işte bu siyasi mücadeledir.

 

Burjuvalar, 1 Mayıs'ın mücadele ile dolu tarihinin üstünü karartıp, onu ehlileştirerek işçi sınıfndan söküp almaktadır. Bunu yapmak için de işçi sınıfını kandırıp onu kendi sömürü koşullarına tabi kılmak için kullandığı araçları tekrar devreye sokmuştur. Bunların en başında burjuva demokrasisinin parçası haline gelimiş olan sendikaları kullanmaktadır. 1 Mayıs'lar sendika eylemleriyle, burjuva demokrasisine balans ayarı yapma görevini yerine getiren muhalif bir karnavala dönüştürülmekte. Bu karnavalın sendikalar aracılığıyla burjuvazinin organizasyonu olduğunu anlamak, görmek ya da farketmek için 2010 yılında “Direnişteki İşçiler Platformu”nun kürsüyü işgal etme ihtiyacını ortaya çıkarmasını örnek verebiliriz.

 

1 Mayıs'ın bayram olarak nitelendirilmesi karnavalcıların icadıdır. İşçilerin iş kazaları sonucu katledildiği bu dönemde 1 Mayıs'a bayram demek burjuva hissiyatına sahip olmaktır.

 

Biliyoruz ki, bugün resmi tatil; ama işçi sınıfının önemli bir bölümü şu anda çalışmaya ve burjuvalar için üretmeye devam etmekteler. Buradadan da gördüğümüz gibi sendikaların ve burjuva solunun iddia ettiği gibi 1 Mayıs'ın resmi tatil ilan edilmesi işçiler için bir kazanım değil göz boyamak, kafa karıştırmaktan başka bir şey değildir. Burjuva demokrasisi geliştiren sendikalar ve burjuva solu, 1 Mayıs'ın asıl özünden koparılıp burjuva demokrasisinin süsü haline getirilmesine en büyük katkıyı yapmaktalar. Biz komünistler ve işçiler 1 Mayıs'ı alanlarda kortejler halinde yürümeye sıkıştırmaktan çıkarıp işyerlerine yaymalıyız.

 

Son yıllarda tüm 1 Mayıs'lar ekonomik kriz içine girmiş olan kapitalizmin saldırıları altında geçmekte. Kuşkusuz bu gün de işçilerin yaşadığı en temel sorun bu krizin etkileridir. Giderek derinleşen ekonomik kriz beraberinde savaşları, yıkımları ve barbarlığı da getirerek burjuva hükümetlerin savaş çığlıklarını atmalarına neden olmakta. Ortadoğu ve Suriye'deki emperyalist kapışma bunun en somut örneğidir. Biz komünistler ve işçiler ancak emperyalist savaş çığlıkları karşısında işçi sınıfının uluslararası mücadelesini savunabiliriz; bunun dışındaki her türlü tutum işçi sınıfı için ölümcüldür.

 

Kapitalizmin girmiş olduğu ekonomik kriz giderek yıkıcı sonuçlarını hissettirmeye başladı. Kapitalist sermayenin giderek zayıfladığı bu dönemde burjuvalar zayıflayan sermayelerini yeniden eski haline getirmek için işçilerin başta emeğine ama eskisinden daha fazlasına ihtiyaç duymaktalar. Onlar sermayelerini ancak işçilerin emeklerine daha fazla el koyarak doyurabilmekteler. Çünkü kapitalist sermayenin ayakta kalabilmesinin temel koşulu işçilerin varlığıdır. Ama kapitalistler daha çok acıkan sermayesini doyurmak için daha fazla işçi kanını emmek, işçileri daha fazla sömürmek ve hatta işçileri daha fazla öldürmeye ihtiyaç duymaktalar. Artan iş kazaları işte bu kapitalist açlığın sonucudur.

 

2011 yılı ve 2012 yılının ilk dört ayında iş kazaları ve onların sonucunda çok sayıda iş cinayeti meydana geldi. Adana'da baraj inşaatında tebdirsizlik sonucu baraj kapağının patlamasıyla 8 işçi baraj sularına kapılarak yaşamını yitirdi. Esenyurt'ta inşaat şantiyesinde çadır yangınında 11 işçi yaşamını yitirdi, Erzurum'da, Kahramanmaraş'ta, Tuzla tersanelerinde ve daha bir çok yerde yaşanan bu ölümlü iş kazaları kapitalizmin yok ediciliğini, vahşiliğini gösteriyor. Son yıllarda iş cinayetleri ve iş kazalarının artmasındaki temel gerçeklik ise kapitalizmin ekonomik krizi, azgın piyasa rekabeti, esnek üretim sonucu taşeronlaşmadır. Yaşanan tüm iş cineyetlerinin temelinde aşırı kar ve piyasa rekabetinde güç kazanma güdüsü yatmaktadır. Ekonomik kriz içindeki kapitalizm her yanından kan damlayan zayıflayan sermayesini ancak bu şekilde doyurabilmektedir. Onun yaşamasının başka kaynağı yoktur. Ancak işçileri her anlamıyla israf ederek yaşayabilmektedir.

 

Tüm dünyada işçi sınıfının başına bela olan kapitalizm ve ekonomik krizi geçtiğimiz yıl içerisinde işçi sınıfı için zor koşulları orataya çıkarmakta. Başta Yunanistan olmak üzere Hindistan, İspanya, Güney Afrika ve bir çok ülkede kitlesel eylemlere sahne oldu. Çökmekte olan Yunan ekonomisinin gidişatını durdurabilmek için burjuvazi faturayı işçi sınıfına kesti. Yunan işçi sınıfı bu saldırılara Syntagma meydanında kitlesel eylemlerle ve genel grevlerle cevap verdi. İspanya'da yeni iş yasası çıkarılmak istenmekte ve buna karşı genel grev çağrısı yapıldı. Hindistan'da ise 100 milyon işçinin katılımıyla en kitlesel grev gerçekleşti. Talepleri ise, ulusal bir asgari ücret, 50 milyon sözleşmeli işçi için kalıcı iş, (geride kalan son iki yılın tamamında %9'un üzerinde olan) enflasyon ile mücadele için hükümet önlemleri, tüm işçiler için emeklilik gibi sosyal güvenlik yardımları, iş kanunlarının daha iyi uygulanması. Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan bu eylemler ekonomik krizin etkilerine karşı işçi sınıfının gücünü ve cevapsız olmadığını gösterdi.

 

Türkiye'de ise sendikaların organize ettiği grevler yapılmakta. Bu grevlerin en tipik özelliği tepeden alınan kararlarla profesyonel sendika eylemleri biçiminde olması. Bu durum işçi sınıfını çıkmaz bir sokağa sürüklemekte ve gücünü yok saymakta. Eğitim-Sen'in 28-29 Mart'ta yaptığı 4+4+4 grevi bunun en somut örneği. İşçi sınıfı içinde yayılmayan bu eylemler, sınıfın sadece küçük bir azınlığını kapsamakta ve bu küçük kısmı dışında ise işçi sınıfıyla hiçbir ilişkisi bulunmamakta.

 

İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin simgelerinden biri olan 1 Mayıs, ne kadar içeriğinden yoksun bırakılmaya çalışılsa da ya da bayram adıyla karnavala dönüştürülse de, içeriği ve tarihsel anlamıyla işçi sınıfına malolmuştur. Bugün ihtiyacımız olan renkli kutlamalar ya da eylemin hangi meydanda yapıldığı değil, 1 Mayıs'ı ortaya çıkaran sınıf kimliğinin yine işçi sınıfı tarafından ortaya çıkarılmasıdır. Bunun nerede ve ne zaman ortaya çıktığından ziyade asıl önemli olan, işçi sınıfının enternasyonal anlamda böyle bir sınıf karekteriyle hareket etmesidir.

 

1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür!

 

Enternasyonal Komünist Akım

Tags: 

EKA’ya Nasıl Yardım Edebilirsiniz?

İnsanlığın karşısında bulunduğu durumun ağırlığı gün geçtikçe daha da belirgin hale geliyor. Dünya kapitalist ekonomisi, kırk yıl boyunca açık iktisadi krizle başetmeye çalıştıktan sonra, gözlerimizin önünde kırılmakta. Doğanın yıkımının ortaya attığı perspektifler, her yeni bilimsel araştırmayla daha karamsar suretlere bürünüyor. Savaş, açlık, baskı ve yolsuzluk milyonların günlük hayatının parçası haline geldi.

Aynı zamanda işçi sınıfı ve toplumun öteki ezilen tabakaları kapitalizmin fedakarlık ve tasarruf taleplerine direnmeye başlıyorlar. Toplumsal kalkışmalar, işgaller, eylemler ve grev hareketleri Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya ve Kuzey ve Güney Amerika’ya bir dizi ülkede patlak vermiş durumda.

Bütün bu çelişki ve çatışmaların ortaya çıkması, devrimcilerin hızla evrilen bir durumu tahlil edebilecek, sınırları ve kıtaları aşıp birleşik bir sesle netçe konuşabilecek, sömürülenlerin mücadelelerine doğrudan katılıp mücadelelerin yöntem ve hedeflerini netleştirmelerine katkı sunabilecek bir örgütünün faal bir varlığının gerekliliğini her zamankinden de fazla ortaya koyuyor.

EKA’nın güçlerinin, karşı karşıya olduğumuz devasa sorumluluklarla kıyasladığımızda fazlasıyla kısıtlı olduğunu gerçeğini saklamak anlamsız olacaktır. Dünya genelinde düzenin krizine devrimci cevaplar arayan yeni bir kuşağın ortaya çıktığını görüyoruz fakat örgütümüzün genel hedeflerine sempati duyanların EKA’yla temasa geçmeleri ve EKA’nın eyleme ve büyüme kapasitesine kendi katkılarını yapmaları temel bir öneme sahip.

O konuya da değineceğiz ama burada yalnız örgütümüze katılımdan bahsetmiyoruz. Siyasetimizle genel olarak hemfikir olanlardan gelecek her türlü destek ve yardıma değer veriyoruz.

Nasıl yardımcı olabilirsiniz?

İlkin, bizimle tartışarak. Mektupla veya e-mail ile bize yazın, veya online tartışma forumuza katılın. Açık toplantılarımıza ve ilişkide olduğumuz arkadaşlar için düzenlenen toplantılarımıza katılın. Görüşlerimize, tahlillerimize, yazım tarzımıza, internet sitemizin çalışma biçimine ve daha başka pek çok meseleye dair sorular sorun.

İnternet sitemiz ve yayınlarımız için, ister katıldığınız toplantılara dair izlenimlerinizi, ister işyerinizde, sektörünüzde veya mahallenizdeki gelişmeleri yazın veya daha gelişmiş makalelerle teorik katkılar yapın.

EKA’nın yayın yaptığı pek çok dilden pek çok dile çeviriler yapmamıza yardımcı olun: EKA’nın İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca, Felemenkçe, İtalyanca, Portekizce, Macarca, İsveççe, Fince, Rusça, Türkçe, Farsça, Hintçe, Bengalce, Korece, Japonca, Çince ve Filipince dillerinde farklı boyutlarda web sayfaları bulunmaktadır. Her zaman bütün dillere çevrilmesini istediğimiz çok fazla yazı bulunuyor ki bunlardan bazıları örgütümüzün en temel metinleri. Eğer bu dillere veya başka dillere çeviri yapabiliyorsanız, lütfen bizi haberdar edin.

Sokakta yayın satışları ve grevlerde, eylemlerde ve işgallerde yayınlarımızı ve bildirilerimizi dağıtmak ve insanlarla konuşmak gibi açık faaliyetlerimize katılın. Siyasi toplantılarda müdahaleler etmemize yardımcı olun, kendi başınıza onlara gidin ve devrimci fikirleri savunun, internetteki tartışma sitelerinde tartışmalara katılın, Facebook’ta yazılarımızı paylaşın.

Eğer devrimci siyaset ve sınıf mücadelesi üzerine konuşmakla ilgilenen başkalarını tanıyorsanız, tartışma grupları, sınıf mücadelesi forumları veya benzer oluşumlar kurun. Böylesi grupların oluşturmanıza yardımcı olmaktan ve tartışmalara bizzat katılmaktan çok mutlu oluruz.

Fotoğraf, çizim, bilgisayar becerileri gibi pratik yeteneklerinizle yardımcı olun.

Düzenli bağışlarla, yayınlarımıza abone olarak, tanıdıklarınıza satmak veya yerel kitapçılara koymak için bizden yayın alarak çok kısıtlı olan kaynaklarımızı arttırmamıza yardım edin.

EKA’ya katılmak

Örgütümüze katkılarını üye olarak daha üst bir seviyeye çıkartmak isteyen yoldaşların bu taleplerini heyecanla karşılıyoruz.

Şüphesiz, her sempatizan örgütümüze katılmayacaktır, fakat üye olmanın proleter sınıf mücadelesi tarihinin mümkün olan en bütünlüklü biçimde bir parçası olmak anlamına geldiği kanısındayız. Proletarya, doğası gereği, kuvveti kolektif örgütlenme kapasitesinde olan bir sınıf ve bu olgu en başta her zaman komünist perspektifi egemen ideolojinin devasa ağırlığına karşı savunmak için örgütlerde birleşme eğiliminde olmuş devrimciler için geçerli. EKA’nın bir üyesi olmak, yoldaşların örgütümüz içerisinde sürekli devam eden tartışmalara katılmalarını ve sınıf mücadelesine müdahalemize en etkin katkıyı yapmalarını mümkün kılar. Örgütümüzün tahlillerini ve tutumlarını şekillendirmek için bireysel olarak militanın olması gereken yer örgütün içidir, örgütün geneli içinse üyeler güvenebileceği ve üzerinden faaliyetlerini dünya çapında geliştirebileceği yeri doldurulamaz bir kaynaktır.

EKA’ya katılmadan önce her yoldaşın marksist bütünlükle bağlı olan ve platformumuzda bulunan temel siyasi görüşlerimize dair derinlikli bir tartışma yapması gereklidir ki bize katılacaklar bunu içten bir ikna olmuşluk ile yapsınlar ve siyasi görüşlerimizi onları gerçekten anladıkları için savunabilsinler. Örgütsel tüzüğümüzün tartışılması ve yerel, ülkesel ve enternasyonal düzeyde nasıl kolektif olarak örgütlendiğimizi, kongrelerin ve merkezi organların işlevini, içsel tartışmalarımızı nasıl yürüttüğümüzü, üyelerimizden örgütün yaşamına nasıl katkı sunacaklarını beklediğimizi belirlerken işleyişimize kılavuzluk eden temel ilke ve kurallarda hemfikir olunması da aynı derecede önemlidir. Tüzüğümüzün ifade etiği temel yaklaşım Devrimci Örgütün Yapısı ve İşleyişi Raporu başlıklı yazımızda görülebilir.

Bu bağlamda, üyeyi yalnızca partinin programıyla hemfikir olan biri olarak değil, örgütün faaliyetleri üzerinden faal bir biçimde savunmayı hedefleyen ve dolayısıyla tüzüğünün taşıdığı işleyiş yöntemine katılmaya hazır biri olarak gören Bolşevik Partisi’nin geleneğini takip ediyoruz.

Bu bir gecede gerçekleşebilecek bir süreç değildir; zaman ve sabır gerektirir. Haksız biçimde Bolşevizmden geldiğini iddia eden Troçkistler ve diğer solcu grupların aksine, ne pahasına olursa olsun ‘adam kafalama’ peşinde değiliz ve onların üyeleri gibi bürokratik bir liderliğin oyunlarında piyonlardan başka bir şey olmayan üyelerimiz yok. Gerçek bir komünist örgüt, ancak üyeleri görüşlerini ve tahlillerini derinlemesine kavramışsa ve onları uygulamak ve geliştirmek yönündeki kolektif çabaya katılabiliyorlarsa serpilir.

Devrimci siyaset bir hobi değildir: sınıf mücadelesinin gereksinimlerine hem düşünsel hem de duygusal bir bağlılık gerektirir. Öte yandan devrimcilik keşişlik de değildir, insanın kendisini işçi sınıfının geri kalanından ve onun yüzleştiği kaygılardan kopartması anlamına gelmez. Biz üyelerimizin hayatlarının her yönünü kontrol etmeye çalışan, onları eleştirel düşünce geliştirmekten aciz fanatiklere dönüştürmek isteyen bir tarikat değiliz. Her üyemizin marksist teorinin her alanında ‘uzman’ olmasını, veya saflarımıza yazı yazmak veya konuşma yapmakta becerileri gelişmiş olarak katılmasını da beklemiyoruz. Bireysel yoldaşların farklı alanlarda farklı kapasiteleri olacağını kabul ediyoruz. Herkesin yeteneğine göre katkı sunması – yani bireysel enerjilerden en etkin biçimde yararlanmanın kolektifin görevi olması komünist ilkesi temelinde işliyoruz.

Devrimci bir örgüte katılmak hafife alınacak bir karar değil. Öte yandan EKA’ya katılmak, ortak bir amaç için mücadele eden dünya çağında bir yoldaşlığın parçası olmak anlamına geliyor, ve bahsettiğimiz amaç insanlığa gerçekten bir gelecek öneren tek amaç.

EKA, Kasım 2011

Tags: 

Peru ve Ekvador'daki Yeni EKA Şubelerine Merhaba

Bizler, EKA'nın Peru ve Ekvador'daki iki yeni şubesinin oluşumunu duyurmaktan çok memnunuz.

Örgütümüzün yeni bir şubesinin meydana gelmesi bizler için her zaman çok önemli bir olay olmuştur. İlk olarak onun zorluklarına rağmen uluslararası bir ölçekte devrimci azınlıkları dünya proletaryasının kapasitesinin ileri bir kanıtı olarak yükseltecek ve ikincisi bunun anlamının örgütümüzün küresel varoluşunu güçlendirecek olması nedeniyledir.

EKA'nın iki yeni şubesinin kuruluşu, işçi sınıfının 2003'ten bu yana bilincinde ve 1989 olaylarını takip eden militanlığında geri çekilmenin uzun döneminden toparlanmaya başladığı yerde meydana geldi.[1] Bu toparlanma dünya kapitalizmi ile yüzleşen çıkmaz sokağın büyüyen bir farkındalığı ve enternasyonal ölçekte iletişim isteyen, kendileri içerisinde birçok soru soran, devrimci bir uyum arayan ve işçi sınıfı mücadelesinin gelişimi için perspektifleri tartışan devrimci azınlıkların ortaya çıkması bütün bir dizi mücadeleler ile ifade edildi. Bu çevrenini bir kısmı komünist sol pozisyonlara döndü ve bu unsurların bazıları örgütümüze katıldılar. Böylece 2007'de Brezilya'da bir EKA hücresi yaratıldı.[2]. 2009'da Filipinler ve Türkiye'de iki yeni şubenin kuruluşunu selamladık.[3]

İki yeni şube aynı zamanda örgütümüzün ve militanların, örgütümüze katılsa da katılmasa da, komünist fikirler bulmaya çalışan grup ya da bireylerin politik tartışma ve netleşmelerinde yer almalarına yönelik bir sürekli çabalarının ürünüdür.

Yeni şubelerimiz bize dahil olmadan önce bu tip topluluklar Ekvador'da olduğu gibi EKA'nın görüşleri çevresinde siyasi netleşmeye yönelik dönüş yaptılar ya da Peru'da olduğu gibi farklı siyasi geçmişlerden geldiler. Her iki durumda da EKA ile onun platformu temelinde sistematik tartışma yoluyla olduğu gibi diğer siyasi güçler ile de tartışmalar geliştirdiler. Onlar daima uluslararası ve ulusal durumun önemli olayları üzerine pozisyon almada bir taahhütleri vardı. Bugün, ilişki açısından çok zengin bir gruba evrilmeye devam ediyorlar.

Güney Amerika temelinde ve EKA'nın günümüzde Venezuela, Meksika ve Brezilya ile çoktan varolduğu Latin Amerika'da bu iki yeni şube İspanyolca dilinde EKA'nın müdahalesini güçlendirecekler.

EKA'nın tamamı bu yeni şubeleri ve onları oluşturan yoldaşlara samimi ve kardeşçe selamlıyor.

EKA, Nisan 2012


1. Stalinizmin çöküşü sahtekarlıkla komünizmi ve Rus devriminin dejenerasyonunun uyanışında doğu ülkelerinde gelişen devlet kapitalizmi biçimini tanımlayan devasa burjuva kampanyalarını bir kez daha arttırdı.

2. Bu ifadelerin bazıları EKA'nın İspanyadaki ve EKA Online'ın İspanyolca'daki Accion Proletaria'da yayınlandı.

 

Tags: 

Spratly Çatışması : Filipinler ve Çin İşçileri, Birleşin!

“Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”. Kapitalist bir düzen altında bu doğru ve gerçekliktir. Biz işçilerin ulusal çıkarları ya da enternasyonalist bir sınıf olarak yan tutacağımız ve savunacağımız ulusalcılık yoktur. Dünyanın her neresinde bulunuyorsak bulunalım bizler sermaye ve yerel devlet tarafından sömürülür ve zulmediliriz.
 
Yurtseverlik ve ulusal çıkarlar sadece tek belirli sınıfa hizmet eder. Tarih bize egemenliğin, vatanseverliğin ve devletin, kontrol etmek ve işçi sınıfı ve geri kalan emekçi kitleleri sömürmek için sadece burjuvazinin çıkarına hizmet ettiğini öğretti.

(Herbiri küçük zengin kaynak adasına sahip olmayı talep eden) Filipinler ve Çin burjuvazileri arasındaki mevcut Spratly adaları soğukluğu "ulusal egemenlik" ve “bölgesel entegrasyon” için ağlıyor. “Ulusal birlik” ve “ulusal toprağın savunusu” için çağrılar yansıyor. Burjuva medya şimdi tek ırk ve ulusu, kapitalistler ve işçilerin kardeş ve müttefik olduğunu telkin ederek emekçi kitlelerin zihinlerini zehirliyorlar.

Burjuvazi bütün ülkelerin işçilerine “anavatan aşkı”nı işçileri bölmek, çarpıştırmak ve katletmek için enjekte ediyor.

Spratly adaları üzerinde bölgesel ihtilaf: Asya'da daha çok kar ve emperyalistler-arası rekabet için ihtilaf

Spratly adaları üzerinde sadece Çin ve Filipinler arasında ihtilaf yok. Vietnam, Tayland ve Malezya[1] gibi diğer ülkeler onlarla ağız kavgası yaptılar ve Brunei[2] bu zengin kaynak adası için açıklama yaparak onlara katıldı. Her ülkenin temeli onların “ulusal egemenlik”leri[3] değil, uzun sömürgeci saldırganlık tarihidir.

Spratly Adaları üzerinde anlaşmazlık yaşayan her ulusal burjuvazinin en temel nedeni daha fazla kardır. Her kim bugünkü anlaşmazlıktan galip çıkarsa, bunlar Çin'in ve Filipinlerin emekçi kitleleri değil, hükümet, bürokratlar ve kapitalistler olacaktır.

Diğer bir temel neden ise ulusal burjuvazilerin rekabet ettiği emperyalist çıkarlar; Çin, Vietnam, Tayvan ve ABD'nin üzerinde ihtilaf yaşamasının asıl nedeni Spratly Adaları'nın bir askeri üs için stratejik bir geçiş yolu olması. Günümüzde Çin ve (bir ABD müttefiği olan) Vietnam arasında onyıllardır sürtüşmeler ve silahlı çatışmalar yaşanıyor.

Açıkça Spratly adaları üzerindeki bu sürtüşme, Asya'da Çin ve ABD'nin emperyalist çekişmesinin bir parçasıdır. Kapitalizmin küresel krizinden ötürü hırslı emperyalist Çin'in kendi bölgesini bir genişletme ihtiyacı var. Bir numaralı emperyalist güç, ABD bunu biliyor ve bütün çabasını Asya'da ki[4] sınırlarını güçlendirmek ve korumak için veriyor.

Ulusal sermayeler işçi sınıfına karşı birleşti

Farklı kapitalist gruplaşmaların doğal rekabetine rağmen, ulusal sermayeler işçi sınıfına saldırmada yekparedir.

Ulusalcı/yurtsever ideoloji, işçileri zehirlerken, yarışan ülkeler arasındaki diplomatik ve iktisadi işbirliği devam eder.[5] Bu yarışan partiler nüfusunun bazı bölümleri ulusal egemenliği savunurlarken[6], onların kapitalistleri ve devlet bürokatları ziyafet çekerken ve Filipinler, Çin ve ABD'deki muadilleriyle cümbüş ederken, ekonomik ilişkilerini nasıl güçlendirebilecekleri hakkında konuşuyorlar. Diğer bir ifadeyle, onlar proletaryaya karşı saldırılarını nasıl yoğunlaştıracakları üzerine görüşüyorlar.

İhtilafa düşen ülkelerin ulusal burjuvazileri işçileri fazlasıyla sömürüyor ve onlara zulmediyor. Çin'de yüzbinlerce işçi kendi devletleri ve kapitalistlerine karşı neredeyse her gün yasadışı grevler veya eylemler düzenlediler. Vietnam'da düşük ücretler ve haksızlıklara karşı grevler gerçekleşiyor. Filipinli işçiler aynı konular ile yüzleşiyor ve bunları deneyimliyor. “Üçüncü dünya”nın proleterlerinin yüzleştiği zorluklar, özellikle ABD'deki, “birinci dünya” ülkelerindeki kardeşlerinin sıkıntılarından farklı değildir.

Her ulusal sermayenin temel ve merkezi konusu hoşnutsuz kitleleri “egemenlik hakkımızı çiğneyen” yabancı ulusa karşı kazanmak için tansiyon ateşini körüklemektir.

Milliyetçilik ve yurtseverlik zehrine karşı sınıf birliği ve mücadele

Kapitalist sınıf, yerel ya da dış, işçi sınıfının gerçek ve birincil düşmanıdır.

Biz ulusal burjuvazinin “ulusal egemenlik” ve “ulusal toprakların savunusu” çağrılarını desteklememeliyiz. Bu çağrının arkasındaki gerçek, işçi sınıfını daha çok sömürmek ve zulmetmek için burjuvazinin egemenliğidir; bu kapitalistlerin toprağının bizlerin özgür emeğinden daha çok kar sağlamasıdır.

Bunun yerine Filipinli ve Çinli işçiler olarak “kendi” ulusal burjuvazilerimizi devirmek için dünyadaki sınıf kardeşlerimiz ile birleşmeliyiz. Hükümetlerin tamtam sesleri ve koşullarımızı sadece kötüleştiren ve bizleri aşırı sömürü, ölüm ve yokoluşa sürükleyen, bizi bölen savaş tehditlerini mahkum etmeliyiz.

Biz mevcut soğuklukta, çekişen hiçbir partinin askeri karşılaşma ve saldırganlık kapasitesi ve çıkarı olmadığını biliyoruz.[7] Bunun yanı sıra, olası bir savaş propagandası onların yerel ulusal burjuvazisini yabancı burjuvaziye karşı destekleme bilincinden nispeten geride duran insanların bir bölümünün ilgisini çekebilir ve etkileyebilir. Çin ve Filipinler ulusal burjuvazilerinin temel ve merkezi meselesi emekçi kitlelerin zihinlerini milliyetçi şevk ve ideoloji ile zehirlemektir.

Yoldaşlar, Filipinli ve Çinli işçiler, tatlı sözlerle, yüzeysel nutuklarla ve “kendi” hükümetlerimizin zehirli propagandası ile kandırılmamıza izin vermeyelim! Sermayenin saflarımıza yönelik saldırılarına karşı mücadeleye devam edelim. Yerel ya da yabancı kapitalist sınıfın zulmeden ve sömürücü doğasını açığa çıkaralım. Bizler birliğimizi bir sınıf olarak güçlendirmeliyiz!

“Ulusal egemenlik” ve “ulusal birlik” bu kapitalist hapishanede bizi daima esir tutan zincirlerdir. Bunlar dünya işçi sınıfını bölen araçlardır. Milliyetçi çizgi hareketleri; uluslararası proleter hareketi daha fazla güçten düşürmek anlamına gelen hareketlerdir.

Filipinli ve Çinli proleterler, bunlar bizlerin çıkarları değildir ve Spratly Adaları'na kim sahip olursa olsun kazanacak hiçbir şeyimiz yoktur. Bizim çıkarımız yoksulluktan, ücretli köleler olmaktan kendimizi özgürleştirmektir. Bizlerin çıkarı kapitalizme son vermek ve zulmün ve sömürünün olmadığı bir toplum inşa etmektir. Bizlerin düşmanları Filipinler, emperyalist Çin ve tüm emperyalist ülkelerin hükümetleridir.[8]

Kapitalizm,emperyalizm çağında savaşların temel sebebidir. İnsanlık için kalıcı barış adına tek garanti kapitalizmin topyekün yokedilişidir.

 

DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!

KAHROLSUN YEREL, DIŞ KAPİTALİST SINIF!

“KENDİ” ULUSAL HÜKÜMETLERİMİZİ VE MİLLİYETÇİ İDEOLOJİYİ DEVİRELİM!

KAHROLSUN EMPERYALİST ÇİN VE ABD!

KAHROLSUN DÜNYA EMPERYALİST DÜZENİ!

 

Internasyonalismo

28 April 2012

 

[1] https://www.american.edu.

[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Spratly_Islands_dispute.

[3] Uluslar arası hukuk dışında, Filipinler, İspanyol sömürgeciliği döneminden bu yana Scarborough Shoal'a sahip olma iddialarında Vietnam'ın Fransız sömürgeciliği döneminden beri yaptığı gibi ısrar ediyor. (https://globalnation.inquirer.net/34031/ph-sovereignty-based-on-unclos-principles-of-international-law). Ve emperyalist Çin aynı çizgi boyunca konumlanıyor. (https://en.wikipedia.org/wiki/Spratly_Islands#cite_note-encarta-23).

[4] Asya'da emperyalist Çin ve ABD arasındaki güç dengesinde, Çin'in tek müttefiği Kuzey Kore. Bu, Asya'da ABD'yi ve yarış eden rakip ülkeleri birincil düşman ve “ikincil düşman” ya da “taktik müttefikler”yapmıyor. Dünya proletaryasının birincil düşmanı dünya burjuvazisidir.

[5] Filipinler ve Çin arasındaki ekonomik ilişki genişleyerek sürüyor (https://mb.com.ph/articles/346111/robust-philippineschina-trade-relations), aynısı Çin ve ABD ile (https://www.census.gov/foreign-trade/balance/c5700.html). Aslında, Çin, ABD'nin en büyük kredi sağlayıcısı (https://money.cnn.com/2011/01/18/news/international/thebuzz/index.htm).

[6] Çin ve Filipinler'in siber hackerları “düşman” ülkelerin web sitelerini yokediyorlar.

[7] Spartly adaları konusundaki ayrılık her iki ülke tarafından düzenlenen ve kontrol edilen, onların tek dertleri ülkelerinin milliyetçi ideolojilerini şişirmek olduğu için, topyekün savaşa neden olmayacak şekilde Vietnam ve Çin arasında birkaç küçük askeri çatışmaya neden oldu. Çin ve Filipinler arasında; Filipinler, ABD ve Çin silahlı kuvvetleri tarafından tamtamları çalınan, küçük askeri bir karşılaşma olma olasılığı bulunuyor. Çin medyası en son Çin ve Filipinler arasında küçük askeri çatışmaların olma olasılığını duyurmuştu.

[8] Filipinler maoist hareketi Filipin burjuvazisine, milliyetçi ideolojinin Filipinli işçiler arasında yayılması için yardım etti. Maoistler kararlı bir şekilde – açıkça onların yasal örgütlerinin Çin ve ABD arasındaki sürtüşmeyi gösteren “daha az kötü olanı seçme” devrimci taktiğine sarıldılar. (https://anakbayannynj.wordpress.com/2012/04/19/us-intervention-not-china-is-the-greatest-threat-to-peace-security-in-the-philippines-bayan-usa/). Bunun yanısıra, bunları düşünen tek Maoist hareket bunlar değildi, sol örgütlerin geri kalanı aynı iflas etmiş taktikleri benimsediler.

 

 

Tags: 

2012 - Haziran

Bangladeş: Asya'nın Grev Atölyesi

Bundan önce de Asya'da özellikle Bangladeş'teki işçi sınıfının grevlerine yazılarımızda yer vermiştik.[1][2] Bunun yanısıra Asya'nın işçi sınıfı açısından taleplerini en çok gün yüzüne çıkartma gayreti gösterme ve önündeki engelleri aşma bakımından adeta ders verir gibi grevlere çıkan Bangladeş'teki işçi sınıfının geçmiş deneyimlerinin derlendiği birçok video ve görsel medya internet üzerinden ulaşılabilir durumda. [3] Bu yazımızın konusu ise Ashua'da temel talepler idoğrultusunda artık yoksulluk ve açlık seviyesinde yaşamak zorunda bırakılan işçilerin yaptıkları zincirleme grevler. Bunlara katılım neredeyse 500 bin kadar işçi düzeyinde ve oldukça da radikal gelişen süreçleri açığa çıkartıyorlar.

Ancak bu bir gün içerisinde gerçekleşen bir grev değil. Aslında birkaç gün öncesinden giderek büyüyen bir öfke dalgasının bir yansıması. Buna göre işçiler ilk olarak 10 Haziran'da Dhaka'nın 10 mil güney doğusundanki Reck Work tekstil fabrikasında greve çıkıyorlar ve Narayanganj-Adamji-Demra otoyolunu yanan lastiklerle trafiğe kapattılar. Hemen ertesi gün, yani 11 Haziran'da Bangladeşli yaklaşık 24 bin işçi çalıştıran Hameem Grup şirketine ait Artistic Design fabrikasındaki 4 bin 500 işçi greve çıkıyor. Yolları üzerindeki araçları ateşe vererek ilerleyen işçi kitlesine çevredeki 100 kadar fabrikadan da işçilerin katılmasıyla kitle giderek büyümesi üzerine polis müdahale işçilere müdahale ediyor ve ardından 35 işçi yaralanıyor. 12 Haziran'da da grevler durmuyor. Polis bu sefer göz yaşartıcı gaz ve plastik mermilerle saldırıyor. İşçiler ise buna taşlarla karşılık veriyorlar. İçlerinde sanayi polisi amiri General Abdus Salam'ın aracının da bulunduğu yaklaşık 15 araç tahrip ediliyor. Ertesi günü işlerine dönen işçiler bu sefer de fabrikaların kapatıldığını görüyorlar ve tekrar mobilize olarak 200 kadar fabrikanın işçileriyle birlikte yollara barikatlar kurup çatışmaya başlıyorlar. Polisin saldırısı yine vahşice oluyor ve devreye su panzerlerini de alıyorlar. Ayın 15'inde de aynı durum tekrarlanıyor ve bu sefer burjuvazinin yetkili ağızları duruma çekimser yaklaşmaya devam ettikçe işçiler daha da radikalleşiyor ve kitleselleşiyor. Buna Banglades'in tekstil proletaryasının öfkesi büyüyor da demek mümkün. Zira her iki taraftan da yaralanmaların daha çok olduğu bir çatışma günü daha geride kalıyor.

Ve nihayetinde 500 bin işçinin katıldığı grev ayın 17'sinde gerçekleşiyor. Şu anda gelişmeler sürse de grev ateşinin kolay sönmeyeceği aşikar. Enflasyon oranının %10'larda seyrettiği ülkede işçiler %50'lik zam talebiyle seslerini yükseltiyorlar.

Bunların yanısıra burjuvazinin bir bakanının yaptığı bir açıklama da eylemi görmezden gelerek medya ve diğer araçlarlarıyla bu devasa grevleri bir sis perdesi ardına saklamaktan başka birşeye hizmet etmediğini gösteriyor. Hatta giderek komik oluyorlar:

Ashulia'daki karışıklığın gerçek nedenlerini bulmak için görüşmelere devam edeceğiz. Henüz gerçek senebi bulamadık.[4]

Bangladeş'teki işçilerin grev üstüne grev yapması ve bunu çatışmalı sokak eylemlikleri ile ifade etmek istemesinin en temel nedenleri arasında başı çeken ücretlerin yükseltilmesi yatıyor. Bir tekstil işçisi Bangladeş'te ayda 3000 Tk ($36) ile 5500 Tk ($61) arasında bir ücret alıyor. Talep ettikleri ise her ay artarak devam etmek üzere 1500 Tk ile 2000 Tk arasında zamların yapılması. 3.5 milyonluk işgücüne sahip tekstil sektöründe işçiler, eğer mesai yaparlarsa aylık ücretleri 7000 ile 8000 Tk arasında değişen bir miktara çıkıyor ancak kimse bu koşullarda günde neredeyse sadece 3 saatlik uyku ile işlerine tekrar gitmek zorunda kalmak istemiyor.

Emeğin militarize oluşunun en uç göstergelerinden biri olarak tekstil sektörü hemen hemen ağırlıklı olarak varolduğu bütün ülkelerde işçi sınıfına aynı kaderi yaşatıyor. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve üst üste mesailer ile bitkin düşen işçiler hem yeterli beslenemiyorlar, hem de sağlıksız koşullarda çalışmak zorunda kalıyorlar.

Bizler kimse ailesini asgari ücret ile geçindiremiyor, ürünlerin fiyatları da günden güne artıyorken, maaşlarımızı arttırmak istiyoruz.” (Rahima, kesim operatörü) [5]

Bütün bu olaylar İçişleri Bakanı Khandker Mosharraf Hossain'in fabrika patronları ve işçi liderleri ile yaptığı toplantıdan çıkan “sakin bir işyeri” kararının akabinde gelişmiş gibi görünüyor. Bu da 'işçi liderleri'nin aslında Bangladeş'teki tekstil ve hazır giyim işçileri ile direkt bir bağlarının olmadığını gösteriyor. Kendi arasında kolayca hareket edebilen ve hızlıca şehrin merkezlerinde kitlesel gösteri ve eylemler düzenleyen Bangladeş'teki işçiler ile devletin ilan ettiği bu 'işçi liderleri' arasında çok da bir bağın olmadığını yine bir işçinin kendisi dile getiriyor:

Bizler bugün buraya gelen işçi liderlerini tanımıyoruz. Onlar bizim taleplerimizi öğrenmek için gelmediler, onlar patronun çıkarlarını korumak için geldiler.[6]

Sendikalar ya hiç yok; ya da burjuva devletinin işçi yürüyüş ve grevlerini engellemek için dönemsel olarak piyasaya sürdüğü aygıtlar olarak sözde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Böylece işçiler de kendi eylemlerini kendileri örgütleyerek, diğer fabrikalardan arkadaşları ile sendikalar nezdinde ayrışmadan ve izole edilmeden birleşebiliyor ve birlikte greve çıkabiliyorlar. Yaşanan hemen hemen bütün grevlerin 'vahşi kedi' grevi olmalarının temel sebebi de burada yatıyor.

Kapitalizmin krizinin bizleri maruz bıraktığı sefalet koşullarına karşı Bangladeş işçi sınıfının pratiği grevleri ile ses getiriyor. Düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri kıskacındaki proletaryanın Bangladeş'teki kolu tekstil işçileri enternasyonal sınıf dayanışmasını gerektiriyor.

Kahrolsun Burjuvazi!

Yaşasın Bangladeş İşçilerinin Mücadelesi!

Yaşasın İşçi Sınıfı!

Bunçuk

  1. https://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2007/banglades-hazir-giyim-ve-tekstil-iscilerinin-isyani

  2. https://tr.internationalism.org/icconline/2009/Banglade%C5%9F%20ve%20%C3%87in

  3. https://libcom.org/article/video-machinists-against-machine-bangladeshi-garment-workers-struggles

  4. https://www.thedailystar.net/news-detail-238127

  5. https://libcom.org/article/resistance-high-garment-workers-force-shutdown-350-factories

  6. www.newagebd.com/detail.php?date=2012-06-15&nid=13798

Tags: 

Egemenler, Ekonomik Uçuruma Doğru Kaymayı Durduramazlar

Bıktıracak kadar argüman ile, artan işsizlik, borç ve emeklilik maaşlarını ve ücretleri düşüren ve düşürmeye devam eden enflasyon demek olan 'ekonomi' sorunu, Britanya'da yerel hükümet seçimleri kampanyalarında ve tam da Fransız başkanlık seçimleri ve Yunan parlamento seçimlerindeydi. Bütün bunlarda ve diğer burjuva seçimlerde yer alan partiler onlar için oy vermemizi çünkü diğer partilerin ilk etapta bizleri krize soktuklarını, ekonomik kriz ile onların başedebileceğini söylüyorlar. Onların hepsi yalan söylüyorlar. İzledikleri politika her ne olursa olsun, bu kriz sadece daha kötüye gidebilir.

Britanya birçok insanın muhtemelen farkı çok önemsemeyeceği derecede ağır biçimde gelişme gerçekleşmiş olmasına rağmen resmen resesyona geri göndü. David Cameron devam eden Euro-krizini suçladı; Ed Miliband David Cameron'u suçladı; Mervyn King rakamların doğruluğundan emin olamadı ancak aşırı borçlu tüketiciyi, bizleri bu karmaşaya soktuğu için suçlamaya karar verdi. Doğal olarak, kimse kapitalizmi suçlamadı.

Hükümet borçlarını düşürmek amaçlı eşi görülmemiş kemer sıkma programlarına rağmen, zayıf büyüme aslında borç alımı yükselişini görebilir: “Yeni iktisadi dışgörünümünü ortaya çıkarıyorken, CBI net borç alımı bu yıl resmi bir £120 milyara düşme tahmini ile karşılaştırıldığında, £126 milyardan £128.2 milyara yükselebilir. Extra borç alımı 2012'de planlanan resmi £18 milyarlık dengelemeden daha fazla olabilir.”(Daily Telegraph 3/5/12)

Ekonomik zorlanmada Britanya yalnız değil: “Tüccarlar ABD Çalışma Departmanı'nın analistlerinin umduklarından daha fazla ve emek pazarının bir bütün olarak daralmasıyla daha az işin yaratıldığını söylediğinde gevezelik ettiler. Birleştirilen, alarm veren ekonomi verileri rakamları gösteriyor ki Fransa'da, İtalya'da ve İspanya'da hizmet sektörü geçen ay daraldı.” (Telegraph 4/5/12)

Euro bölgesindeki işsizlik şimdi 10.9%. İspanya'da işsizlik 25 yaş altı işsizlikte yarının da üzeriyle (51.1%) 24.4%'ü vurmuş durumda.

Küresel ölçekte, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün son raporu “dünyada 3 işçiden 1'i -ya da tahmini 1.1 milyar insan- ya işsiz ya da yoksulluk içinde yaşadığını[1] açıkladı. Küresel olarak bu 50 milyon işin 2008 öncesindeki aşamaya geri dönmek için gereken miktar olduğu hükmünü veriyor.

Hakim sınıf, krizi yerel bir problemmiş gibi sunmayı çabalıyorken, bizler sanki doğru hükümeti seçersek çözülebilir olacağını, bu problemlerin yaygın doğası, onlar varolan -1930'lardaki Depresyon'dan ve hatta herhangi bir çözüme karşı daha vurdumduymaz, 2008'de girdiğimiz ve 1960'ların sonundan bu yana sadece zorlukların zirve yaptığı artan ekonomik fırtınalardan bu yana en derin ekonomik krizinin içerisinde olan küresel sistemin ürünleri olduğunu gösteriyor.

Kurtarma paketlerine harcanan trilyonlara ve ekonomiye pompalanan büyük miktarlardaki paraya rağmen, iddia edilen 'iyileşme' hala uçurumun kenarında duruyor. Yoksulluk paketlerinin programlayıcılarının ekonomiye yeniden balans ayarı yapacağı ve borç krizini daha da kötü yapan borçları ödeyecekleri söylenmişti. Yine daha çok harcama sürdürülemez halde ancak yoksulluk programları krizde sadece aşamalandı.

Sonunda, işçi sınıfı bunu işsizlik, ücret kesintileri, artan iş yükü ve sosyal hizmetlerde gerileme biçiminde ödedi. Ekonomi yavaş dağılmasına devam ettikçe işçi sınıfı bir seçim ile yüzleşecek: pasif kalmak ve umutsuz bir sistemi sürdürür kılmak için daha aşırı fedakarlıklar yapmak; ya da kolektif çıkarlarını savunmaya başlamak, kapitalizmin taleplerine karşı koymak ve ekonomik sona gerçek bir çözüm getirmek: toplumun devrimci dönüşüm.

Ishamael 5/5/12

Tags: 

Kaçış Edebiyatından Edebiyata Kaçış: “Taht Oyunları – George R. R. Martin”

Avam tabakası yağmur için, sağlıklı çocuklar için ve hiç bitmeyecek bir yaz mevsimi için dua ederler. Büyük lordlar taht oyunlarını oynayıp oynamadıkları, rahat bırakıldıkları takdirde onlar için fark etmez. Ve hiçbir zaman rahat bırakılmazlar.”

"Başrahip bir keresinde bana günah işledikçe acı çektiğimizi söylemişti... Öyleyse Lord Eddard, söyleyin bana... Neden siz büyük lordlar taht oyunlarınızı oynadığınız zaman en fazla acı çeken masum insanlar oluyor?"

Fantastik edebiyat ve bilim kurgu edebiyatı, uzun yıllardır siyasi çevrelerce, çok da haksız olmayan nedenlerle bir kaçış edebiyatı olma yaftasına maruz kaldı. Şüphesiz, insanın ancak düşlerinde görebildiklerini bir gerçeklik olarak betimleyen bu iki edebiyat türünün de, sırf bu yönleriyle dahi böylesi bir yaftaya en azından açık kapı bıraktığını söylemek mümkün olacaktır. Dahası, bilim kurgu edebiyatına, farklı, hatta komünist gelecek tasfirlerini mümkün kılmasından dolayı, yine çok ciddiye alınmasa da, Rus Bolşevik Alexander Bogdanov ve İngiliz sosyalist William Morris gibi devrimcilerin bu tür popüler olmadan çok önce bilim kurgu yazmış olmalarından dolayı sempatiyle bakılagelmişti. Buna karşı Orta Çağ temalarıyla fantastik edebiyat ise, yine haksız olmayan nedenlerle, en iyi ihtimalle feodal döneme bir matem niteliği taşıyan muhafazakar, en kötü ihtimalle ise, dünyayı beyaz, güzel, asil ve soylu iyiler ile kara, çirkin, soysuz avamlar arasında haklı bir savaş olarak yansıtan açıktan açığa gerici, hatta karşı-devrimci bir edebiyat türü olarak görülmüştü. Her ne kadar fantastik edebiyatın gerçek kökenleri olan halk efsanelerine ve mitolojik destanlara böylesi bir bakış geliştirmek haksızlık olacaksa da, Yüzüklerin Efendisi ile başlayan ve onun birkaç istisna hariç gittikçe daha da sığ ve yüzeysel bir surete bürünen takipçilerinin oluşturduğu modern fantastik edebiyat geleneği için böylesi bir değerlendirmenin gerçeğin pek de uzağına düşmediğini düşündüğümüzü belirtmemiz gerekir. Öte yandan Amerikalı yazar George R. R. Martin'in Buz ve Ateşin Şarkısı adını verdiği, herbiri yüzlerce sayfalık kitaplardan oluşan serisinin ilk kitabı Taht Oyunları'nın, başka bir fantastik edebiyatın mümkün olduğunu gösterdiğini söylememiz, çok abartılı olmayacaktır.

Öncelikle yazar George R. R. Martin'den birkaç cümleyle de olsa bahsetmekte fayda görüyoruz. İlkin, şunu belirtmek gerekir ki George R. R. Martin'in, bilim kurgu ve fantastik edebiyat türünde yazan Ursula K. Le Guin gibi nadir devrimci yazar gibi siyasi bir kaygısı olmadığını belirtmek gerekiyor. Her ne kadar işçi sınıfından bir aileden geldiğini, gençliğinde Vietnam savaşı karşıtı harekete katıldığını ve bugün de ABD'nin Irak ve Afganistan'daki savaşlarına karşı olduğunu açıkça ifade etse de, yazarın temel kaygısı, kendi ifadesiyle "hikayesini anlatabilmek". Peki George R. R. Martin'in hikayesini, fantastik edebiyatın kitapçıları dolduran sayısız örneğinden ayıran ve ona dünya çapında bu edebiyat türünün dar takipçilerinin çok daha geniş bir okuyucu kitlesi kazandıran nedir? Şüphesiz yazarın yaratıcılığını, dilinin akıcılığını ve karakterlerinin derinliğini göz ardı etmek mümkün değil. Öte yandan, Taht Oyunları'nı mensubu sayıldığı türün diğer örneklerinden ayıran en temel unsurun, gerçekçiliği olduğu kanısındayız. Şöyle ki, Taht Oyunları'nda pek çok fantastik edebiyat ürününde bulduğumuz gereğinden fazla uzatılmış bir masal havasını bulmuyoruz. Karşımızda "yaşasın kötülük" naraları atan çirkin, kapkara yaratıkları katleden iyi yürekli şovelyeler, beyaz atlı prensler, yakışıklı kahramanlar ve bu sığ çatışma çerçevesinde yüceltilmiş bir Avrupa feodalizmi kopyası yok. Taht Oyunları da feodal bir dünya tasarımından yola çıkıyor, fakat Martin'in kurguladığı dünya, en az yaşadığımız dünya kadar acımasız. Taht Oyunları'nda karşımıza çıkan feodalizm ise, bizim bildiğimiz feodalizmden aşağı kalmayacak vahşilikte bir düzen.

Taht Oyunları'nın işlediği temel konu, isminden de anlaşılabileceği üzere iktidar mücadelesi. Yazar, hikayesini farklı karakterlerin bakış açıları üzerinden anlatıyor, böylelikle de bu iktidar savaşında esasında iyilerin ve kötülerin olmadığını başarılı bir biçimde gösterebiliyor. Martin'in kurguladığı dünyada daha ziyade kazananları ve kaybedenleri, ezenleri ve ezilenleri, yönetenleri ve yönetilenleri, ve kurbanları, en fazla da herşeyden ziyade koşulların kurbanlarını buluyoruz. Soylu lordlar taht oyunlarını oynuyorlar, asil şovalyeler birbirlerine karşı kılıç oynatıyorlar, kazananlar yönetiyor kaybedenler ölüyor veya kaçıyor, fakat ne olursa olsun bu savaşlarda en büyük acıları hep sıradan insanlar, emekçiler ve köylüler çekiyor. Her ne kadar Martin'in temel karakterlerinin arasında ezilmiş, hor görülmüş, itilip kakılmış pek çok kişi olsa da, alt sınıflar hikayenin merkezinde değil. Bununla birlikte, serinin sonraki kitaplarında işlenen yan temalardan bir tanesi, savaş yüzünden herşeylerinden olmuş köylülerin ve fukaranın canlarını korumak için "Bayraksız Kardeşlik" ismi altında silahlanması oluyor.

George R. R. Martin'in fantastik evreninde büyüsel unsurlar mevcut, fakat hikayenin olabildiğince çeperinde, asgari düzeydeler. İşlenişleri biçimiyle, bir açıdan Gabriel Garcia Marquez veya Latife Tekin gibi yazarların eserlerinde görülen büyüsel gerçekçiliğe benzeştiklerini söyleyebiliriz. Hikayenin geri kalan unsurlarıyla birleşince bu durum Taht Oyunları'nı modern fantastik edebiyatın büyük ölçüde mahkum olduğu kaçış edebiyatı kategorisinden bir noktaya kadar çıkartmayı mümkün kılıyor. Martin'in eseri temel alınarak yapılan dizinin, gerçek olmayan bir diyarda gerçekleşmesine rağmen, izleyici tarihi bir dönemi anlatma iddiasındaki pek çok diziden daha gerçekçi gelmesi de bu noktaya işaret ediyor.

Taht Oyunları bir başyapıt olarak nitelendirilebilir mi, buna karar vermek önümüzdeki nesillerin işi. Biz böylesi bir nitelendirmenin doğru olmayacağını, fazla abartılı olacağını düşünüyoruz. Bununla birlikte, George R. R. Martin'in modern fantastik edebiyatın geleneksel kalıplarını kırarak bir kaçış edebiyatı olmaktan çıkan eserini, günümüzün önemli ve başarılı edebiyat eserleri arasında konumlandırmakta bir sakınca görmüyoruz, ve bu kitabu okurlarımıza öneriyoruz.

Pardayan

Tags: 

Kronstadt Ayaklanması 1921 : Bir Tarihsel Ders

Ayaklanmanın temelinde ne yatıyordu?

Bu ayaklanma tam olarak 1921'in Mart ayında ortaya çıkan ve sonunda işçi sınıfı olarak tarihsel bir ders aldığımız Kronstadt denizcilerinin bulunduğu Baltık Donanması ayaklanmasıdır. Kronstadt sovyeti düşüncelerini kendi Pravda'larında dile getirdiler. Öne sürdükleri taleplerden ayrılmayacaklarını Moskova'ya bildirmiş oldular. Sonunda “keklik gibi vurulmak” gibi bir kadere bağlanan Kronstadt ayaklanması proletarya için çok ciddi dersler içeriyor olduğundan nasıl geliştiğinde sadece ortaya konulan talepler ve sonrası üzerinden kabaca girişiyoruz. Zaten ayaklanmanın ortaya çıkışının iç savaş koşulları ve savaş komünizmi politikarını takip eden süre zarfına denk gelmesi zannedersek herşeyi en net biçimiyle anlatıyordur diye düşünüyoruz.

Yükselen yeni güç olarak parti diktatörlüğü ve esgeçilmez deformasyonlara karşı Kronstadt'lı denizciler sınıf talepleri şunlardı :

  1. Sovyet organları için hemen yeni seçimler yapılmalıdır. Halihazırdaki Sovyetler köylü ve işçilerin taleplerini yansıtmamaktadır. Yeni seçimler gizli oy ve serbest propaganda özgürlüğüyle yapılmalıdır.

  2. İşçiler, köylüler, Anarşistler ve Sol Sosyalist partiler için konuşma ve basın özgürlüğü.

  3. Sendikalar ve köylü örgütleri için özgürlük.

  4. En geç 10 Mart 1921’de gerçekleştirilecek olan partilerden bağımsız bir toplantı düzenlenecektir, toplantıya Petrograd ve Kronsdat bölgesi işçiler ve askerleri katılacaktır.

  5. Tüm sosyalist partilere ait siyasi mahkumlar ve işçi sınıfına mensup tüm mahkumlar serbest bırakılmalıdır.

  6. Hapishanelerdeki durumu öğrenmek amacıyla bir komisyonun seçilmelidir.

  7. Ordudaki tüm siyasi kurumlar kapatılmalıdır. Hiçbir siyasi parti propaganda için ayrıcalığa sahip olmamalıdır ve devletten yardım almamalıdır.

  8. Köylerde ve kırsal alanda oluşturulan silahlı milisler dağıtılmalıdır.

  9. Tehlikeli işler hariç tüm işçiler için sağlanan gıda miktarı eşit olmalıdır.

  10. Ordudaki tüm milis örgütlenmeleri kapatılmalıdır. Fabrikalardaki muhafızları işçiler seçmelidir.

  11. Köylülere ücretli işçi çalıştırmadıkları hallerde istediğini yapabilme özgürlüğü verilmelidir.

  12. Tüm askeri birlikler ve subaylar bu kararnameye uymalıdır.

  13. Bu bildiri basında yayınlanmalıdır.

  14. Gezici işçi denetçi gruplarının kurulmasını istiyoruz.

  15. Ücretli emek sömürüsüne dayanmayan el işleri üretimi yasadışı olmaktan çıkarılmalıdır.

Bu basit formülasyonlar, şüphesiz ki yetersizler, ancak hepsi Ekim ruhu ile beslenmişlerdir; ve dünyada hiçbir iftira 1917'nin kamulaştırmalarına yol gösteren düşünceler ile bu niyetin arasında varolan bu yakın ilişki üzerinde bir şüphe duyamaz.[1]

Anton Ciliga elbette durumu çok genel ifade etmiştir ancak alıntının da sahiplenilmeyecek bir şeyi yoktur. Tam da bu yüzden Stalinist karşı-devrimin nüveleri bu hareketin de ezilmesindeki nedenlerde gizli bulunuyor olduğunu düşünüyoruz.

Buradan hareketle Kronstadt Ayaklanması, devrimci projenin anlaşılmasının yegane mihenk taşlarından birisidir. Düşman sınıf ve burjuva solunun hem Stalinist yardakçıları bir taraftan direkt olarak 1917'nin ihtilalci ruhunu boğan bu hareketi alkışlarlarken, kimisi de utangaçlık yaparak “ama o olmasaydı...” sözleriyle edebi hokkabazlığa sığınıyor. Bir diğer taraftan da bu ayaklanma, aynı zamanda, kimi resmi anarşistler tarafından bir ilkokul dört işlemine çevrilmiş sahte formülasyonlarıyla konuyu Marx'tan Lenin'e, oradan Stalin ve Gulaglar eksenine çekiyor. Bu hareket bu ekseni de kıran bir niteliği de içerisinde barındırıyor olduğunu göremiyorlar.

Burada Kronstadt'a karşı görüşlerde eleştirilmesi gereken iki eğilim var :

  1. “Marxizmin otoriter yanı” ve “parti” eleştirisi ile anarşist eleştiri,
  2. “Trajik gereklilik” savı ile bordigist eleştiri.

Anarşist Eleştiri : Herşeyi Otoritede Görmek; Ama Önünü Görememek

Lenin, hiçbir şeyi anlamadı. Önemli olan partisinin yönetimi ele geçirmesiydi.(...) Marxistlere (otoriter ve devletçilere) göre, özgür kitlelere güven olmaz.[2]

Anarşistler sorunu ve bu problemin kaynağı olarak mimledikleri Bolşevik konseptini Marxizmin mantıksal bir çelişkisi olarak görüyorlar. Onlar her 1917 tartışmasında “Bolşevizm baskıyı getirir; tartışma, örgütlenme ve eylem bağımlılığını gerektirir” diyorlar; “partinin kendisinin parti diktatörlüğünü ve geçiş dönemi devletinin güç istencinin açığa çıkışını” ifade ettiğini öne sürüyorlar.

Ancak bizler 1936 İspanya'sında gördük ki; anarşistlerin bazı politikaları ile burjuvaziye kapitüle olmanın da yolunu açabiliyor.

O zaman şu soruları soralım:

  1. Eğer Bolşeviklerin bir güç istenci, işçi sınıfı adına devlet kurup yönetme isteği varsa, neden 1914-1917 dünya emperyalist savaşı sırasında bu savaşı bir iç savaşa çevirme çağrısı yaptılar?

  2. Neden Bolşevikler, Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin aksine Rus liberal burjuvazisiyle Şubat 1917'den sonraki geçici hükümette yer almayı reddettiler ve “bütün iktidar sovyetlere!” çağrısını yapma gereği duydular?

  3. Neden Rusya işçi sınıfına güvenerek Ekim'de dünya proleter devriminin, uluslararası sosyal demokrasinin bütün bir çoğunluğunun bir kısmı çok geri ve azınlıktayken, nihai zaferini öncelediler?

  4. Neden bütün Avrupa ve dünyanın geri kalanında Rusya örneğini takip etmelerini bütün dünya işçi sınıfına salık verdiler?

  5. Nasıl ve neden Bolşevik Parti, yeni bir dünya enternasyonalini yine dünya çapında örgütlemek için inisiyatif aldı? Neden böyle bir örnek, proleter kitlelerin yönetimi ele aldıklarında değil de, sadece sürümcemede kalan bir savaş sonrasında ortaya çıktı?

Bunlara cevap verilmedikçe anarşizmin resmi heyecanlı çocukları aynı akıl tutulmasının ürünü olmaya devam edecekler. Otorite, hiyerarşi, vb. tartışmalarını yaparken gerçek sınıf mücadelesinin çözünürlüğü net kılan ekranından bir kez olsun bakmayı denemeyecekler ise ne yazık ki yaşamı sadece iyi insanların birkaç ufak azınlığı ile yapacağı bireysel terör eylemlerinden kurtuluşa kapı aralayacağına dair beyhude çabalar içerisine girmeye devam edecekler.

Ancak anarşitler şunlara, nihayetinde toplumsal bir dönüşümün ifadelerinin tarihsel bir dersi olarak o dönemin en önemli başlıklarına cevap veremiyorlar: Proletaryanın politik üstünlüğü var mıdır , varsa nedir? İşçi sınıfının kendi elinde tuttuğu gücünü merkezileştirmesi eğilimi tam olarak neyi ifade ediyor? Uluslar arası durumun bir uzantısı olarak komünist bir dünya devriminin yegane dinamosu işçi sınıfını toplumda aslında tam olarak devrimci yapan etmenler neler? Komünist topluma geçiş periyoduna dair tam olarak ne denmesi gerekiyor? Ve tabii ki devrimin dejenerasyonu nasıl gerçekleşti? Bütün bunların hepsini hiyerarşi-otorite-anarşi teslisiyle kutsamadan ellerine alacakları özeleştiri torbasından çekecekleri tombalada ne yazık ki tarihsel olarak bunlar var.

Eleştiriyi çok yönlü bir yapı olarak düşünüyor olduğumuzdan bu konudaki payı da kendimize alıyoruz. Bütün bunlar Bolşeviklerin, Kronstadt'taki hatalarını örtmemelidir. Geçmiş enternasyonalist devrimci miras üzerinden hareketle Kronstadt ayaklanması ve ezilişine dair birçok eleştiriyi de sahipleniyoruz ve Bolşeviklerin hatalarıyla nerede durduklarına daha sağlıklı bakmaya çalışıyoruz. En büyük hatalar ise bizce proletaryanın bu öne çıkışını “karşı-devrimci” olarak nitelemek ve Kronstadt'ı askeri yöntemler kullanarak, anlamadan, dinlemeden, burjvua yöntem ve manevralarla ezmek ve yoketmek; bir devrimci mirası da orada katletmek. Zaten bundan sonrasını Stalinizm yeterince gerçekleştirmiş olacaktı.

Bu eleştirinin bir tarafında gelmeyen Alman Devrimi, başarısız Spartakist Ayaklanması ve içine kapanma duruyorken, yozlaşma ve çürümenin ana sebeplerini artık içine kapanmaya başlayan bir sözde “sosyalist” ülkenin maruz kaldığı ekonomik ambargolar, bitmek bilmeyen karşı-devrimci beyaz orduların saldırıları ve iç savaş koşullarının ağırlığı, 1. Dünya Savaşı ve iç savaş koşullarından sonra işçi sınıfının açlıkla perçinlenen içler acısı hali, endüstriyel altyapının çöküşü, proleter kitlelerin bir bölümünün şehirlerini terkederek aç kalmamak için daha çok kırsal alana yerleşme eğilimi, çözülmeyi hızlandıran Petrograd'taki, Şubat ortasında patlayan grev dalgası ve köylülerin topraklarının mülksüzleştirilmesin vb.'lerinde somutlaşan Bolşeviklerin kötü ününü görebiliyoruz.

O dönemde bütün tehlikelerin burjuvaziden, köylülükten ve uluslararası burjuvaziden geldiği anlayışının yanında, bunun bizzat yeni bir devlet aparatı olarak bürokratik devlet aygıtından geldiği (komünist sol tarafından bile) düşünülemedi. Bunları örnkeleriyle çoğaltabiliriz.

Örneğin Kollontai ve Shligonikov'un İşçi Muhalefeti grubu, devlete karşın sendikaların işçileri korumasını öngörüyordu. İşçi konseylerinin kendilerini devrimci proletaryanın kitle örgütleri olarak dönüştürdüğünü es geçerek. İşçi Muhalefeti, Kronstadt'ın ezilmesini destekledi. KAPD bile askeri müdahaleden yana oldu.

Bolşevik partide olanlardan sadece Miasnikov'un İşçi Grubu, Kronstadt müdahalesine karşı çıktı. İlk olarak, İtalyan komünist sol fraksiyonunun çıkarttığı 1938'de Octobre'de bu konuya dikkat çekildi: “Sınıf şiddeti, sınıf içerisinde kullanılmamalı!

Bordigist Eleştiri : Bütün İktidar Partiye!

Bordigistlerin de Kronstadt üzerine tutumları eleştiriyi hakediyorlar. Onlar geleneklerinde yeralan İtalyan komünist soluna zıt olarak, Lenin ve Troçki'nin söylemlerini savundular : “Kronstadt, bir trajik gereklilik!”. Troçki tam da bu ayaklanma için şu ifadeleri kullanmıştı: “Bir 'trajik gereklilik' ancak bir ihtiyaç hatta bir görev!

Göründüğü üzere bordigizm, Bolşevizm mirasını (enternasyonalist anlamda) sahiplenirken onun hatalarını da alıyor. Onlara göre parti ve sınıf ilişkisi ve devrim sonrası devleti bir prensip sorunu değil, bir amaca uygunluk oluveriyor; her devrimde en iyiyi, sınıfın inayeti için kullanmaktan kendilerini alamıyorlar. Prensiplerin ve devrimci perspektiflerin olmadığı bir yerde parti, “gerekirse işçi sınıfını makineli tüfeklerle hizaya getirebilir” demiş oluyorlar; böylece şöyle bir sahne çıkıyor önümüze: Devrimden önce “Bütün İktidar Sovyetlere!”, devrimden sonra “Bütün İktidar Partiye!”

Ancak bordigistler, proleter devrimin görevleri bir azınlığa devredilemeyeceğini, bunun taşıyıcısı, kendi öz bilincinin farkında olan çoğunluğun işçi sınıfı olduğunu ve işçi sınıfının özgürleşmesinin, yine işçi sınıfının kendi görevi olduğunu ne yazık ki unutuyorlar.

Sonuç olarak Bordigistler, Lenin'in deyişini takip ettiler : “Kronstadt, Beyaz ordu saldırısına kapı aralayan bir k.burjuva karşı devrimidir.

Tablo şu şekilde:

  • Bolşevik Parti, versiyon 1917: Sovyetlerde örgütlenen, işçi sınıfının öncü partisi

  • Bolşevik Parti, versiyon 1921 ve sonrası: Konseyleri kendi gölgelerine dönüştüren ve işçi sınıfına şiddet uygulayan bir devlet aparatı.

Ancak Kronstadt Pravda'sı şunu yazıyordu: “Bütün dünyanın işçileri, şunu bilsinler ki; bizler sovyet iktidarının savunucuları, toplumsal devrimin fethedicileriyiz. Bizler, proleter kitleler için dövüşerek ya kazanacak ya da Kronstadt harabelerine gömüleceğiz!

Kronstadt Ayaklanması'nın kanla bastırılmasından sonra, Bolşevikler Stalinizme kapı aralamış oldular. Dolayısıyla Rusya'da kendisine “komünist” diyen karşı-devrim kazanmış olacak ve burjuvazinin eline yeni ve etkisi onyıllarca işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını atmasını engel olacak bir silahı vermiş olacaktı.

Neticesinde ve “toplamda, Rus Devrimi tamamen sosyalist devrimin mekanizması sorunu için yeni bir yol teşkil etmektedir. Bu sorun uluslararası tartışmalarda üstün olmalıdır. Bu tartışmada Kronstadt konusu layık bir konuma sahip olabilir ve olmalıdır da.[3]

Bunçuk

1. https://www.marxists.org/archive/ciliga/1938/kronstadt.htm

2. https://www.ditext.com/voline/unknown.html

3. https://www.marxists.org/archive/ciliga/1938/kronstadt.htm

Tags: 

İspanya: Asturias'taki Maden İşçilerinin Mücadelesi Ne İfade Ediyor?

Krizin derinleştiği günümüzde her geçen gün özellikle Avrupa'nın Euro bölgesi olarak adlandırılan ve özellikle başını Yunanistan, İspanya, İrlanda, İtalya, vb. ülkelerin çektiği borç krizi gündemi ve Ortadoğu'nun dinmeyen toplumsal hareketlilikleri ile ilgili haberler ile doluyor. Bunlara ve son sosyal hareketliliklere yönelik bakışımızı yansıtan genel “2011'in Toplumsal Hareketleri Üzerine Değerlendirme” başlığı ile görüşlerimizi bir süre önce yayınlamıştık.[1] Buna göre; her bir hareketi kendi nesnel koşullarına göre değerlendirirken henüz sisteme karşı açık ve kitlesel mücadelelerin sözkonusu olmadığı uluslararası işçi sınıfının mücadelesinde geçtiğimiz senenin damgasını vuran olguları olarak “Sokaklara!” sloganına, hareketlerde tutunmaya çalışan genel kitle meclislerine ve tartışma kültürünün mücadelelerdeki yerine dikkat çekmeye çalışmıştık.

Özelinde İspanya ile ilgili olarak yayınladığımız bir işçi grubu bildirisinde ise sendikaların grevlerdeki mücadeleyi önleyici ve izole edici manevralarına işaret eden, mücadeleyi daha fazla yayma gerekliliğine vurgu yapılıyordu.[2] İspanya'da son kriz ve burjuva politikasındaki çalkantılı dönem bir anda resmi ekonomistlerin gözlerini bu ülkeye ve yine bu “bilim insanlarının” krizden çıkış için yeni fikirler ortaya atmalarına sebep oldu. Onlara göre ekonomi için bazı ülkelerin Euro bölgesinden çıkartılması Avrupa'daki borç krizi için hayati önem taşıyordu ve bu şu an için zarara girmek pahasına yapılmalıydı. Böylece paranın üzerindeki borç yükü azalacak, hem de nispeten daha az borç batağına saplanmış olan diğer Avrupa ülkeleri rahat nefes alacaklardı.

Kapitalist düzenin sözcüleri, her ne kadar geçici çözüm önerilerine her geçen gün bir yenisini ekleseler de, sonucu değiştirecek hiçbir gücün varolmadığını da biliyorlar. Ya kapitalizmin girdabında daha fazla yoksulluk, işsizlik ve açlık ya da krizi birkaç yıl daha ötelemek için büyük bir bölümü Almanya tarafından finanse edilen önlem ya da hibe paketleri...

Tabii ki bu yardımlar işçi sınıfının kendisi için yapılmıyor. Amaç sadece ulusal ekonomilerin kapitalizmin işleyişi içerisindeki istikrarına bir rot balans ayarı vermek. Bunun için ortaya konan manevralardan birisi de günümüzde İspanya'da gündemi bir süredir meşgul ediyor: Devletin yatırımlarını kısıtlama yönündeki bu kemer sıkma paketinde ülkenin maden sektöründeki harcamaları %60'a varan kesintilere uğratmak. Bu da milli ekonomi yanlıları ve devletçi solcuların dillerine doladıkları özelleştirme ya da işletmelerin karsızlaşması sonucu kamu elinden özel teşebbüslere devredilmesinin yarattığı bir olumsuzluktan dem vuran ulusalcı söylemin göremediği şekliyle, ya o sektördeki işçilerin maaşlarında kesinti ya da işçilerin işten çıkartılması anlamına geliyor.

Bu kapsamda Haziran ayının başından bu yana Asturias özerk bölgesindeki 40'ın üzerinde madende çalışan yaklaşık 8 bin işçi greve gitmiş durumda.[3] [4] Grevlerin kapsamı iş bırakmanın yanısıra, çalıştıkları madenlerin önlerinde oturma eylemleri, ana yollarda yürüyüşler ve barikatların kurulması eylemlerini de içeriyor. Grevci işçiler aynı zamanda iki demiryolunu da kesmiş durumda. Hatta çatışmaların şiddetlendiği anlarda işçilerin polise kendi el yapımı ve havai fişekler fırlatan düzenekleri ile karşı koyduğu da görülüyor. İnternet üzerinde grev ve çatışmalar ile ilgili oldukça fazla fotoğraf ve video mevcut. [5] [6] [7] [8] [9] Ayrıca EKA'nın İngilizce sitesinde de konu ile ilgili bir takipçimizin sorduğu “Neden sitenizde Asturias'taki mücadeleye dair bir değerlendirme bulunmuyor” şeklindeki siteminin de yer aldığı bir forum başlığı da bulunuyor.[10] Hatta başlığa cevap olarak yazılan bir metinde “Eğer böyle giderse, 'eğer onurlu İspanyol madenciler kazanamazsa', madencilerin bu sektör hapishanesindeki muhtemel yenilgisi, sınıfın bütün kesimi için bir silah olarak kullanılacak”, vb. ifadelerle sendikaların ve özelinde NUM'un 1984'te İngiltere'deki madencilerin grevlerinde yaptıklarını burada da yapabilme olasılığına dikkat çekiyor. Sol komünist bir diğer yapı olan EKE (Enternasyonalist Komünist Eğilim) de sitelerinde bu gündeme bir yazı ile destek vermiş durumda. [11]

18 Haziran'da da UGT ve CCOO tarafından duyurulan ve Asturias, Castilla Leon ve Aragon bölgelerindeki madenleri kapsayan bir genel grev gerçekleşti. Bunun yanısıra İngiltere'deki NUM (ki bu sendikayı birkaç ay önceki G.Afrika'lı işçilerin mücadelesinden çok iyi hatırlıyoruz: Bu sendika, patron ile yaptığı ve maddelerini işçilerin kabul etmediği anlaşmadan sonra işçileri işyerinde çalışmaya geri çağırmış; grevdeki işçilerin bunu geri çevirmesi üzerine fabrikaya polis çağırmış ve iki işçinin ölümüne neden olmuştu.) da “dayanışma” mesajları yayınladı. Onlar yine kimsesiz çocuğa sahip çıkan mahalle manastırındaki keşiş gibi davranmaya devam ededursunlar, mücadelenin sönümlenmesi için birkaç günlük genel grevler ve protesto gösterileri düzenleyerek, sınıfı sektör bazlı izole ederek, onun mücadelesini toplumsal barış ekseninde uçuruma sürükleyerek devam ediyorlar.

Grevlerin tarihsel olarak Asturias özerk bölgesindeki işçiler için ayrı bir ifadesi var. Bu da kendisini CEDA olarak bilinen İspanya Otonom Hak Konfederasyonu'nun İspanyol meclisine girmesiyle bir ayaklanmaya dönüşen 1934'teki grevlerde gösterdi. (Kendisini din, aile ve mülkiyetin savunucusu olarak sunan bu yapı İkinci İspanyol Cumhuriyeti dönemindeki bir siyasi partiydi. 1933 genel seçimlerinde sağ partilerin Allejandro Lerroux liderliğindeki galibiyeti solcu partilerin muhalefetine sebep olmuştu. Ancak İspanyol Sosyalist İşçi Partisi'i (PSOE) ve onun kuruluşu, anarko-sendikalist CNT'nin de ön ayağı niteliğindeki UGT'nin (Genel İşçi Sendikası) örgütlediği grev bütün İspanya çapında başarısız olmuştu. Böylece Asturias'ta süren grev yalnız başına kalmıştı. Semtleri ele geçirmeye kadar varan eylemliliklerinin yanında grev, 4 ila 7 Ekim arasında gerçekleşmiş ve İspanyol Cumhuriyetçi Ordu ve Donanması, sonradan da İspanya Fası'ndan askerlerin de katılımıyla ezilmişti.Bu grev 3000 kadar maden işçisinin ölümüne neden olmuştu.) [12] [13]

Ancak bizler biliyoruz ki; sınıfın mücadelesinin kurtuluşa giden yegane koşulu dönemin kalıcı işçi örgütlerini yani konseyleri yaratabildiği dönemde kapitalizmin çöküşünün son haddine ulaşılması, yeni maaş kesintilerine karşılık daha aza tamah ettirilen yeni toplu iş sözleşmeleri değil. Kalıcı mücadele dönemleri de mekanik süreçler içermiyor; sınıfın aktif katılımı ve sürekli çatışmaları gerektiriyor. İşçi sınıfının Asturias bölgesindeki maden işçilerinin bu mücadelesi sınıfın deneyimlediği bir eylemlilik olarak dikkat çekilmesi gereken bir hareketi içerisinde barındırıyor ancak hareketini tüm bölgeye, ülkeye ve olabiliyorsa diğer ülkelerdeki işçilerin mücadelelerine yayabildiği ve birleştirebildiği ölçüde... Şu anda her ne kadar radikal bir hal almış olsa da bu tür mücadelelerin dönemin bir ifadesi olarak giderek sönümlenmek zorunda olduğunun bilinci ile İspanya'daki ve dünyadaki bütün işçilerinin bu mücadeleyi sahiplenmesi ve destek olması gerektiğini dile getirmek istiyoruz.

Son dönemde İspanya'daki 15-M (ya da 15 Mayıs) ya da Öfkeliler hareketine dair de işçilerin bir göndermesi pankartlarından görülebiliyor: ”Öfkeli değiliz, sadece sinirlendik”. Bunlar tabii ki işçi sınıfının kimi kesimlerinin güncel gelişmelere yönelik yekpare bir görüşünü temsil etmiyor; zira içerisinden geçmekte olduğumuz süreç açık mücadele dönemi değil aksine sınıfın tümü ile karşılaştırıldığında azınlıkta kalan mücadeleci işçilerin kriz ve ardından kapıya dayanan kemer sıkma politikalarına karşı ortaya koydukları bu tepki; grev, iş yavaşlatma ve çatışmalı yürüyüşlerle kendisini ifade ediyor. Bunu yaparken de (her ne kadar kıyasladıkları burjuva demokratik talepler içeren hareketler olsalar da) diğer hareketlerle kendilerini karşılaştırabiliyor ve sonuçlar çıkartabiliyor. Bunu ister ekonomik bir hak arama mücadelesinde, isterse de siyasi içeriğe sahip bir hareketlilikte yapabiliyorlar. Bu da sınıf mücadelesinin (her ne kadar hala yüzeysel bir gelişme evresinde olsa da) sahip olduğu deneyimlerin yol göstericiliğine işaret ediyor. İspanyol devletinin demokrasi uygulamalarına rağmen Asturias işçi sınıfı da kendi politikasını uygulama ihtiyacı duyuyor.

Ancak amaç daha radikal olabilme savaşı değil, mücadelenin genel olarak bütün sınıf nezdinde kabul görecek kadar yayılmasıdır. Bunun için kalıcı savaşım dönemlerine kadar, açık kitle toplantıları ile tartışmak, eylemlerin yönünü belirlemek ve bütün sınıfa yaymanın temel çıkış noktası olması gerekliliğinin yanısıra sınıfın bilinci ve katılımcı ortaklığı ile mücadeleleri sınıfın bütün kesimleriyle sürdürmekteki kararlılığının belirleyici önemde olduğunu savunuyoruz. Bunların yanısıra, bu hareketliliklerin sendikalar ve burjuva solu tarafından yalıtılma, marjinalleştirilme ve sınıfa yayılmaktansa “içine kapanma” gibi pusuda bekleyen tehlikeler ile karşı karşıya kalma olasılığı çok yüksek.

Grevlerin son durumuna dair internet üzerinde sürekli yeni haberler ve fotoğraflar yayınlanıyor; yazılar yazılıyor ve yorumlar yapılıyor. Hatta takip etmekte kimi zaman zorlanıyoruz. Ancak her şeyin yanında ve temelinde görünen tek şey var ki, o da Asturias'taki maden işçileri kapitalizmin krizine karşı cevap üretmeye çalışıyor; sınıf, dünyanında her yanından artık bizler için hiçbir şey önermeyen kapitalizme karşı çıkış arıyor:

Bizler meta değiliz!, Sisteme Madreñazu! [14]

Nevin

  1. https://tr.internationalism.org/2011in-toplumsal-hareketleri-uezerine-degerlendirme

  2. https://tr.internationalism.org/ispanyada-genel-grev-bagimsiz-isci-hareketi-icin-radikal-azinliklarin-cagrisi

  3. https://libcom.org/article/coal-mines-ignite-asturias-updates

  4. https://www.dailymail.co.uk/news/article-2154402/Spanish-miners-fight-furious-battles-riot-police-protest-austerity-cuts.html#ixzz1y2r4Xt9P

  5. https://libcom.org/article/asturias-miners-strike-photo-gallery-2012

  6. https://elpais.com/economia/2012/05/30/album/1338387578_288308.html

  7. periodismohumano.com/economia/la-batalla-del-pozo-santiago.html

  8. https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=zuZ_jwmccCM

  9. https://propagandalalaland.blogspot.com/2012/06/video-miners-strike-turns-violent.html

  10. https://en.internationalism.org/forum/4975/spanish-miners-strike

  11. https://www.leftcom.org/en/articles/2012-06-19/the-struggle-of-the-asturian-miners

  12. https://en.wikipedia.org/wiki/Asturian_miners%27_strike_of_1934

  13. www.lacolumna.org.uk/article_asturian%20uprising.htm

  14. Asturias bölgesine özgü, tahtadan yapılan bir ayakkabı, https://www.indymedia.org.uk/en/2012/06/496705.html?c=on#c283573

Tags: 

2012 - Temmuz

Attac, Egemen İdeolojinin Tuzağına Uygun Hareket Ediyor

Genç kuşak dünyanın çeşitli bölgelerinde, içinde bulundukları koşullar karşısında kızgınlıklarını dile getirerek, örneğin aralarındaki kitlesel işsizliği, tehlikeli iş şartları için ödenen az ücretlere karşı protosto ederken, çeşitli bilgisayar sayfaları ve medyada giderek daha fazla kapitalizm yıkılmadan başka bir dünya mümkün gibi yeni çözümler duyuyor ve okuyoruz.

Bu sistemde 'gerçek demokrasi' mümkün“ (Attac sitesinden).

Tam açık olmasa da Attac 2006'dan beri işsizliğin ve kötü sartların aşılabileceğinin mümkün olabileceğini ilan ediyordu (Attac'ın 2006'da CPE'ye karşı mücadelesinde dağıttığı bildirilerinde böyle yazıyordu).

Her şeyden önce Attac şimdi mali sermayenin sorumsuz egemenliğini ve politik liderlerinin karmaşıklığını teşhir etmektedir.

Attac krizi asıl sorumlular, özellikle mali sermaye ve bankaların ödemesi gerektiği talebini, hatta bugün krizde olmadığımızı, aksine güçlü bir aldatma manevrası altında olduğumuzu iddia ediyor.

Bununla Attac bu sömürü sisteminin insanlığa yalnızca daha fazla yoksulluk ve barbarlık sunduğunu, kapitalizmin atlatılamaz ekonomik krizinin varlığını inkar ediyor.

Kısacası Attac gerçek kapitalist demokrasilerde, şayet bütün dünya yurttaşları barışçıl bir şekilde Attac'ın çözümünü uygularlarsa, insanca yaşanabileceği hayalini yaymaktadır.

BugünAttac'ın bu reformist ideolojisi, İspanya'daki Öfkeliler Hareketi içinde, 2006'da Fransa'da olduğu gibi oldukça yaygın.

O, genç kuşağın kapitalizmin iflas ettiği noktasında bilinçlenmesini ve bizi bu sistem içinde zorunlu olarak işsizlik ve müşküllüğün olmayacağına inandırmak istemekle karartmayı hedeflemektedir.

Banka ve pazarların zulmüne karşı, bu egemen olma mücadelesi de her şeyden önce toplumsal örgütlenme ve politik isteğe bağlı“ (Attac bildirisi).

Tabii ki, görünüşte bu radikal iddialar, dünyayı değiştirmek isteyen ve gerçek devrimci perspektif arayışı içinde olan, bir çok genç işçinin sempati ve ilgisini çekiyor.

Bunun için Mart 2006'da bizim görüşümüze göre ve hala geçerli nedenleri olan bir makaleyi tekrar yayınlıyoruz.

Attac Ne İçin Var

« Association pour une taxation des transactions financières pour l’aide aux citoyens » (ATTAC), 1999'da Le Monde diplomatique, Alternative économique, FSA, der Bauernverband, Handwerker der Welt,vs. gruplarından insanların bir araya gelmesiyle kuruldu.

Attac bu arada 50'den fazla ülkede faaliyet gösteriyor ve özellikle büyük enternasyonal konferansların tribünlerinde, zarar gören komşu ülkeleri savunarak, daha çabuk ünlenmekte; örneğin: 1999 Seattle'da ve birçok ülkede birçok foruma katılarak (Porto Alegre,Genua,Paris vs.)

Attac kendini, geleneksel politik partilerden farklı olarak, bilim adamları ve ekonomide çalışan komisyonlar ile birlikte,''başka bir dünya mümkün'' sloganı altında alternatif bir güç olarak göstermek istiyor.

Ekonomik kriz nedeniyle sallanan dünyada Attac, büyük bir ciddiyetle dünyanın değişebileceği ve adaletli olunabileceği çözümünü öneriyor.

Attac, sol partilere olan güvenlerini kaybetmiş bir çok dürüst insanı harekete geçiriyor.

Liberation gazetesine göre dünya, soğuk savaştan sonra, Attac'ın politik bir güç olması için her türlü kılıfa sahip.

Attac medya tarafından yeterince allandı pullandı. Bugün artık onun fikirlerine toslamadan hiç bir sosyal sorunla uğraşılamıyor.

Attac, Fransada'ki Avrupa Anayasası için yapılan refaranduma bir defa için ''hayır'' kampanyasına aktif katılımından dolayı oldukça göze çarptı ve 2006'da defalarca açık kitle toplantılarında ve CPE'ye karşı öğrenci hareketleri gösterilerinde hep öne çıktı.

Attac ne öneriyor?

Bakalım Attac ''neoliberalizme'' karşı ne öneriyor.

Attac bugün kapitalizmin bir krizi içinde olmadığımızı aksine ''muhafazakar devrim''lerin işsizlik ve yoksulluktan sorumlu olduğu düşüncesinde.

Attac, İspanya için iki geleneksel partinin PP ve PSOE dışında ''doğrudan demokrasi''den yana bir tavır alıyor.

Ona göre ultra liberal politikaların yönelimi, sosyal yaşamın kötüleşmesiden sorumlu.

Attac'a göre kapitalizm iyi durumda; yalnızca, yeni iş alanları oluşturma kapasitesi varken, sosyal hakları yok etmeye eğilimli ultra liberalizme karşı mücadele etmek ve ''sınıf kazanımları''nın yok edilmesini engellemek yeterli.

Başka kelimelerle kapitalizmi yönetebilmek için, başka politik imkanlarla, bu radikal davranıştan kaçınmak ve 30 yıl önce hakim olan refahı geri getirmek mümkün.

Yani kapitalizme karşı mücadele etmek zorunlu değil, aksine neo liberalizme karşı sosyal reformlar önerilerek sistem içinde yaşanabilecek iyileştirmeler yeterli.

İşsizliğe karşı mücadelede Attac ne öneriyor?

  • iş bulmada halkın birey ve kolektif ihtiyaçlarına duyarlı olmak,

  • iş süreleri kısaltığında fazla kazancın çalışanlar arasında paylaştırılmsı,

  • Avrupa'da milyonlarca işyeri yaratabilmek için Tobin-vergilendirilmesinin getirilmesi
     

Bu öneriler hakkında tutumumuz ne olmalı?

İlk önce kapitalistler neden halkın ihtiyaçlarına uygun yeni işyerleri açma düşüncesine gelmediler diye sorulabilir. Fakat Attac bu soruyu kendisi cevaplıyor:

Eğer toplumda,cevap verilmeyen büyük bir ihtiyaç varsa ve bunu tedarik etmek için milyonlarca iş yeri oluşturulabiliniyorsa (.....) özel şirketler bu tür iş akitleri nedeniyle işçi almıyorlar, aksine onlara gelen veya düşünülen ihtiyaçlar nedeniyle alıyorlar.

Attac'a göre ''pazar despotluğu'' bir ''ev ekonomisi'' ile sınırlandırılmalı ve Avrupa bankaları tarafından dikte ettirilen neoliberal çerçeveden radikal bir geri dönüş ortaya koymalı.

Attac'a göre büyüyen arz, büyük bir işgücü rezervini ortaya koyan umumi menfaatlere göre yapılmalı.

Böyle bir öneri Attac'ın, neoliberal politikaların ana sebebinin kapitalistlerin kar elde etmek olduğunu kanıtlayabilmesi için, entellektüel ve akademisyenlerin bu çalışmasını tekrar ele almak zorunda kalması hayret verici... Fakat bu, kapitalizm var olmaya başladığından bu yana başka türlü değildi.

Kapitalizm her zaman işgücüne mümkün oldugu kadar az ücret öder; bu genel olarak toplumun değişik yaşam alanları, eğitim ve sağlık gibi kamu sektörlerinde çalışanların ücretleri için de geçerlidir.

Ve bugün krizin giderek derinleştiği dünyada, bütün ülkeler dünya pazarında güçlü olabilmek için ücretleri daha fazla aşağıya çekiyor.

Attac, ''neoliberalizme'' karşı mücadeleye çağırırken, işgücünün sömürüsüne dayalı kapitalizmin, şimdiki şartlarda kar peşinde oldugu gerçekliğini gizlemektedir.

Yani söz konusu olan sistemin bir krizi, bu suretle giderek görünür olan ücretli işten korkması ve ''neo liberalizim'' tarafından kapitalizmin ''kötü'' yönetilmesi değil.

''İş saatlerinin kısaltılması'' konusuna gelince, bu işçilerin kendi yaşam tecrübeleriyle görebilecekleri, sol partilerin bir polikası.

35 saatlik iş haftası her şeyden önce sömürünün artması, sabit iş zamanının yükselmesi, iş ritminin yoğunlaşması ve ücretlerin donması anlamına geliyordu.

Tobin-vergilendirmesine gelince, bu Attac'ın hobisi.

Bununla bize, egemenlerin söz sahibi olduğu bu dünyada, zenginlerin cebinden alıp fakirlere verilebilme imkanı olduğunu yutturmaya çalışıyorlar.

Atttac, kapitalist düzeni savunuyor

Bu perde çekme konuşması yardımı ile Attac bizi 'iyi' ve 'kötü' kapitalizmin olduğuna; ki bu nedenle 'iyi' kapitalizmin işçi sınıfını sömürmesine rağmen ''hümanist'' ve insan yaşamı ve çevresini düzeltmeye daha çok uğraştığına dair inandırmak istiyor.

Attac yalnızca sermayenin bütün sol gevezeliklerinin yeni bir eserini sunuyor, kapitalist toplumu değiştirmek isteyen şeylerin dışında her şeyi, aksine işçi sınıfının kapitalizmi ve devletini güçlendirecek tedbirleri kabullenmeye zorlanmasını istiyorlar.

Attac, 1970'lerde solun yaptığı gibi, devlet denetimi altında zenginliklerin adaletli bir şekilde paylaşılmasını talep ediyor.

İşsizlik karlılığın artırılabilmesi için, işçilerin durumunun kötüleştirilmesinde milyarderlerin elinde bulunan bir araç.

Eğer bütün ülkelerde devletler sosyal hakları etkili bir şekilde kısıyorsa, sol partilerin ve Attac'ın bizim kafamıza sokmak istediği olmaz çünkü milyarderlerin tahakkümü altında bulunuyor, aksine çünkü fazla üretim krizi bir vicdanlı sosyal barış için, azami sosyal sınırı muhafaza etmeyi imkansız kılıyor.

Gerçekte ise devlet, sosyal hakların kısıtlanması, işyerlerinin sınırlanması, özellikle meslek ve sağlık sorunları söz konusu olduğunda, yaşam koşullarına karşı sadırıların başını çekiyor.

Devlet gerçekte ne olduğunu giderek daha fazla gösteriyor: toplumsal ilişkileri muhafaza etmek ve sömürücü sınıfların çıkarlarını savunmak için varolan bir araç.

Attac, sermayenin sol partilerinin işlemiş oldugu bu konuları tekrar ele almakla, egemen sınıfın hizmetine koşuyor.

İşçi sınıfı dünyadaki durumun gerçekliği üzerine giderek daha fazla kurcalayıcı sorular sordukça, mücadele eden işçilere özellikle genç kuşağa cevap vermek için Attac'ın plana dahil olması tesadüfi değil.

Bütün bu sistemin eksikliklerine verilen sözde yığınla ''cevaplar'', yalnızca dünyadaki barbarlığı ve yoksulluğu ortadan kaldırabilecek tek gerçek perspektifi ve kapitalizmin üstesinden gelinmesini gizlemeye hizmet etmektedir.

Gençler bugün dünyanın her tarafında, sistemin önünde duran işsizlik ve genelleşen yoksulluğun, kapitalizmin ''gelecek yok'' çıkmazının bir ifadesi olduğunu kavramaya başladı.

Yoksulluğu, işsizliği, savaş barbarlığını ortadan kaldırabilecek tek devrim, kapitalizmi ortadan kaldırmayı, sınıfsız ve sömürüsüz yeni bir toplumu kurmayı önüne hedef olarak koyan işçi sınıfının dünya devrimidir.

Sandrine

Tags: 

Rubric: 

Demokrasi Yalanı

Açık Mücadele Dönemleri Haricinde Proletaryanın Örgütlenmeleri (İşçi grupları, Hücreler, Çevreler, Komiteler)

(Bu metin EKA'nın Belçika Şubesi Internationalisme'nin Şubat 1980'deki 3. Kongresi'nde kabul edilen yönelim metninden derlenmiştir)

Açık mücadele dışındaki dönemlerde ne yapmalı? Grev bittiğinde nasıl örgütlenmeliyiz? Gelecek mücadelelere nasıl hazırlanmalıyız?

Bu soru ve işçi sınıfının küçük azınlıklarını tekrar toparlayan komitelerin, çevrelerin, hücrelerin, ve benzerlerinin varlığı ile ortaya çıkan sorunlara cevap olarak vereceğimiz hazır tarifler yok. Devrimci proleterler olarak ne mücadele eden işçilere ahlaki dersler verebiliriz (‘böyle ya da şöyle örgütlenin’,‘kendinizi feshedin’,‘bize katılın’) ne de onları demogojik olarak göklere çıkartabiliriz. Bunlar yerine bizim kaygımız şudur: bütün sınıfın bir parçası olarak proletaryanın bu militan azınlık suretlerini anlamak. Eğer onların yerini genel sınıf mücadelesi hareketi içerisinde düşünürsek; şayet onları kesin bir biçimde sınıflar arasındaki bu mücadelenin farklı dönemlerinin güçlülükleri ve zayıflıkları ile ilişkilendirirsek, ancak o zaman onların ne tür bir genel ihtiyacın cevabı olduğunu anlayabiliriz. Ne siyasi olarak onlarla kesin olmayan bağlantıları sürdürerek, ne de kendimizi katı şemalara hapsederek onların olumlu görünümlerinin ne olduğunu ve onları bekleyen tehlikelerin neler olduklarına işaret edebiliriz.

Çöken kapitalizmde işçi mücadelesinin özellikleri

Anlama yönündeki ilk kaygımız, bu problemi genel olarak, içerisinde bulunduğumuz tarihsel şartları hatırlayarak ele almak gerektiği üzerinedir. Kapitalizmin çöküş evresinde, tarihsel dönemin (toplumsal devrimler döneminin) doğasını ve sınıf mücadelesinin niteliklerini hatırlamalıyız. Bu analiz esastır çünkü bu şekildeki bir dönemde varolabilecek sınıf örgütü tipini bizlerin anlayabilmesine izin verir.

Detaya girmeden önce, örgütlü kalıcı bir güç olarak ondokuzuncu yüzyılda varolan proletaryayı hatırlayalım. Proletarya, kendisini reformlar için iktisadi ve siyasi mücadele yoluyla bir sınıf olarak birleştirmişti. Kapitalist sistemin gelişen karakteri proletaryaya burjuvazi üzerinde basınç kurmasına ve bunun için sendika ve partilerde gruplaşmasına izin veriyordu.

Kapitalizmin çöküşü döneminde, sınıfın örgütlenme nitelikleri ve biçimleri değişti. Proletaryanın yarı-kalıcı bir seferberliği onun acil ve siyasi ihtiyaçları çevresinde artık ne mümkündü, ne de geçerliydi. Bundan böyle sınıfın kalıcı organları, mücadele dönemi hariç varolamayacaktı. Bu tarihten itibaren bu birleştirici araçların işlevi baistçe proletaryanın yaşam koşullarını (çünkü uzun erimli bir iyileştirme mümkün değildi, çünkü tek gerçekçi cevap devrimdi) 'iyileştirme'yle sınırlandırılamıyordu. Onların görevi iktidarı ele geçirmek için hazırlanmaktı.

Proletarya diktatörlüğünün birleştirici araçları işçi konseyleridir. Bu organlar, eğer proletaryanın öz-örgütlülüğüne götüren bütün bir süreci anlayacaksak, netleştirmemiz gereken birçok karakteristiği barındırmaktadır.

Böylece, açıkça konseylerin işçi sınıfı mücadelesinin doğrudan bir ifadesi olduklarını göstermeliyiz. Onlar kendiliğinden (ama mekanik olmayan) bir şekilde bu mücadelenin içerisinden yükselirler. Bu nedenle konseyler mücadelenin gelişimi ve olgunluğu ile yakından ilintilidir. Onlar gücünü ve canlılığını buradan alırlar. Onlar basit bir güç 'delegasyon'u ya da bir parlamento taklidi değil, gerçekten bütün işçi sınıfının ve onun gücünün örgütlü ifadesidirler. Görevleri, toplumsal gruplaşmaların bir nispi temsilini örgütlemek değil, pratik olarak proletaryanın istencini gerçekleştirmesini sağlamaktır. Bütün kararların alınması bu yolla olur. Bu sebepledir ki; işçiler konseylerdeki geri çağrılabilir delegelerin kontrolünü genel kitle meclisleriyle sağlarlar.

Sadece işçi konseyleri acil mücadele ve nihai amaç arasındaki yaşayan kimliği uygulayabilme kapasitesine sahiptir. Acil çıkarlar ve siyasi iktidar için mücadele arasındaki ilişkide, konseyler devrim için maddi ve öznel temeli pekiştirirler. Onlar mükemmel bir şekilde sınıf bilincinin çetin sınavını teşkil ederler. İşçi sınıfının konseyleri meydana getirmesi basit bir örgütlenme sorunu değil, mücadelenin gelişiminin ve sınıf bilincinin ürünüdür. Konseylerin ortaya çıkışı, ara organların örgütsel reçetelerinin, önceden hazırlanan yapılarının bir ürünü değildir.

Fabrika ve sınırların ötesinde, daha bilinçli uzantı ve mücadelelerin merkezileşmesi yapay ve iradeci olamaz. Bu fikrin doğruluğunu görmek için, Almanya Komünist İşçi Partisi'nin 1920'lerde kurulan işçi birlikleri1 deneyimini ve onun mücadele geri çekilme dönemindeyken 'fabrika örgütleri'ni yapay olarak birleştirme ve merkezileştirme girişimini hatırlamak yeterlidir.

Konseyler sadece kalıcı, açık mücadele mümkün iken, mücadeleye işçilerin artan sayıda katılımının bir simgesi olarak varolmaya devam edebilir. Onlar ortaya çıkışı esasında mücadelenin ve sınıf bilincinin gelişiminin bir işlevidir.

Köprü kurma girişimleri

Ancak bizler henüz işçi sınıfının kendisini işçi konseylerinde örgütlemesine olanak sağlayan bir açık mücadele döneminde, bir devrimci süreçte değiliz. Proletaryanın konseyleri meydana getirmesi somut (krizin derinliğinin, tarihsel dönemin) ve öznel (mücadelenin olgunluğu ve sınıfın bilinci) koşulların ürünüdür. O bütün bir öğrenme döneminin olgunlaşmasının, örgütsel olduğu kadar siyasi bir mayalanmanın ürünüdür.

Bu olgunluğun, bu siyasi mayalanmanın, iyi tasarlanmış düz bir hatta gelişmediği konusunda bilinçli olmamız gerekiyor. Bu süreç kendisini bunun yerine zorlayan, düzensiz hareket içerisinde ateşli, atılgan, kafası karışmış bir süreç olarak ifade ediyor. Bu süreç devrimci azınlıkların aktif katılımını gerektiriyor.

Bu gerçeklikten ayıksılaşmış soyut ilkeler, önyargılı planlar ya da iradeci şemalar ile mekanik olarak hareket edemediği için, proletarya birliğini ve bilincini acılı bir hazırlıkla biçimlendirmek durumundadır. Önceden kararlaştırılmış bir günde bütün güçlerini toparlayamayacağı için, savaş döneminin kendisinde kendi sınıfını birleştirir. 'Ordu'sunu kendi çatışmasında oluşturur. Ancak mücadele döneminde sınıfının daha mücadeleci unsurları, daha dirençli bir öncülüğü örgütler. Bu unsurlar kendilerini devrimci örgütte toparlamak zorunda değildir (çünkü belli dönemlerde hemen hemen bilinmemektedir). Bu mücadeleci azınlıkların proletarya içerisinde ortaya çıkışı, açık mücadelelerden önce ya da sonra, anlaşılmaz ve yeni bir fenomen değildir. Bu mücadelenin, sınıf bilincinin gelişiminin eşit olmayan ve heterojen, düzensiz karakterini ifade eder. Tarih boyunca, mücadelenin arttığı ama devrimci bir döneme daha evrilmediği dönemlerde aynı zamanda mücadelenin gelişimi ile devrimci azınlıkların bir desteğinin ve işçi sınıfını öncü biçimde yeniden gruplaştırmaya çalışan komitelerin, hücrelerin, çevrelerin, ve benzerlerinin ortaya çıkışlarına tanıklık ettik. Yeniden toparlanmanın tutarlı siyasi kutbunun gelişimi ve işçi sınıfının kendisini sendikalar dışında örgütlemeye çalışması eğilimi aynı mücadele olgunluğunun konusudur.

Bu komite, çevre, ve benzerlerinin ortaya çıkışı gerçekte mücadelenin içerisindeki bir gerekliliğe cevap verirler. Eğer bazı mücadeleci unsurlar, mücadeleden sonra birarada kalma ihtiyacı duyarlarsa, onlar bunu kendiliğinden biçimde 'birlikte hareket etme'ye devam etmek (olası yeni bir greve hazırlık) ve (siyasi tartışma yoluyla) mücadelenin derslerini çizebilmek için yapıyorlardır. Bu işçilerin karşısına çıkan problem, geçmişteki ve şu anda gerçekleşmekte olan mücadele için örgütlenmek olduğu kadar, ortaya çıkan soruları netleştirmek için bir bakış geliştirerek gelecek eylemlilikler için de örgütlenmektir.

Bu davranış sendikaların 'iflası' ve devrimci örgütlerin çok büyük zayıflıklarının yarattığı örgütsel ve siyasi boşluk koşullarında kalıcı mücadelenin olmayışı hissinde anlaşılabilir. İşçi sınıfı kendi tarihsel mücadele yoluna geri döndüğünde, bu boşluk korkusu ile karşılaşır. Bu nedenle, örgütsel ve siyasi boşluk tarafından ortaya çıkan soruna cevap ihtiyacı arar.

Hala kendi işlevlerini açıkça algılayamamış komiteler, hücreler, proleter azınlıklar bu ihtiyaca bir cevaptır. Onlar aynı zamanda bugünkü sınıf mücadelesinin zayıflığının ve sınıfın örgütlülük olgunluğunun bir ifadesidir. Proletaryanın işleyen bütün bir gizil gelişiminin billurlaşması mahiyeti taşırlar.

Bu nedenle bu organları anlaşılması zor, katı bir şekilde sınıflandırılmış bir çekmeceye kilitleyip kaldırmamak için dikkatli olmalıyız. Biz onların ortaya çıkışını ve gelişimini tamamen kesin bir yöntem ile öngöremeyiz. Dahası, kendimizi yanlış ikilemlere sürüklememek için bu komitelerin yaşamlarında farklı anlarda 'eylem ya da tartışma' gibi yapay ayrılıklar koyamayız.

Daha önce de söyledik; bu durum bizi bu yapılara karşı müdahalede bulunmaktan alıkoymamalı ve alıkoyamaz. Bizler aynı zamanda bir canlanma döneminde ya da geri çekilme döneminde olduğumuza bağlı olarak dönemin koşullarındaki evrimlerinin değerini bilebilmeliyiz. Çünkü onlar kendiliğinden doğarlar, mücadelenin acil ürünleridirler ve bu hücrelerin ortaya çıkışı esas olarak (proletaryanın tarihsel gerekliliklerinin temeli üzerinde beliren devrimci örgüt ayrımındaki) konjonktürel sorunların üzerine temellendiği için sınıf mücadelesinin etrafını saran çevreye oldukça bağımlı kalmaktadırlar. Onlar hareketin genel zayıflığı tarafından daha güçlü bir şekilde sınırlandırılırlar ve mücadelenin iniş ve çıkışlarını takip etme eğilimine sahiptirler.

Geri çekilmenin varolduğu mücadele ile enternasyonal olarak sınıf mücadelesinin yeniden canlandığı günümüz dönemi arasındaki bu hücrelerin gelişiminde bir ayrım koymamız gerekiyor. Her iki dönemde de mevcut tehlikelerin benzer niteliklerinin altını çiziyorken, yine de onların evrimini ifade eden dönemde hangi değişimlerin gerçekleştiğini anlayabilmeliyiz.

Sınıfın tek ve aynı zamanda iktisadi ve siyasi olan kalıcı bir örgüt fikri, sonrasında klasik sendikacılığa bir geri dönüş ile sonlanan 'yeni sendikalar' fikrine dönüşme tehlikesini de barındırır. Genel kitle meclisi vizyonu, herhangi bir içeriğin bağımsız bir biçimi olarak, doğrudan demokrasi ve genel güç derdinin yanılsaması aracılığıyla klasik burjuva demokrasisine güvenin tesis edilişi ile sonuçlanabilir. Başlangıçta haklı görürebilecek kafa karışıklıkları olarak öz-yönetim ve üretiminde işçi kontrolü gibi fikirler, 'genelleştirilmiş öz-yönetim', 'komünizm adacıkları yaratmak' ya da 'işçilerin kontrolünde millileştirme' efsanelerinin yaygın destek bulmasına evrilebilir. Bütün bunlar işçilerin güya işten çıkarmalardan ya da 'krizden çıkma' yolu olarak sunulan ulusal dayanışma anlaşmalarına geri dönmelerinden kaçınmak demek olan ekonominin yeniden yapılandırılması planlarına hizmet amaçlı kullanılmışlardır.

Bunu engellemek için gerekenler şunlardır:

  • Fabrikacılık gettosundan öteye geçmek, mücadeleye daha evrensel siyasi bir çatı görünümü vermek için mücadele alanını genişletme isteği. Fabrikalarda mücadeleci öncü işçilerin birliğinin oluşturulması, işçiler tarafından siyasi bir bağımsız mücadelenin gerekliliğinin anlaşılması ve fakrika sınırlarını kırmak için mücadelenin gerekliliğinde ısrar edilmesi;

  • Mücadelenin acil görünümü ile nihai hedef arasındaki bağlantıyı kurma meselesi. Mesela işten çıkarmalara karşı mücadele ile parlamentarizm yanılsamasına karşı tutumun mücadele içerisinde bağdaştırılabilmesi;

  • Gelecekteki mücadelelere daha iyi hazırlanılması; uzun erimli perspektifin gelişimi ve örgütlenme meselesinin görülmesi.

Korporatizm, 'devrimci sendikacılık' ve bu dönemde de varolmaya devam eden dar bir ekonomik alana mücadelenin hapsedilmesi böylesi dönemlerde mevcut olabilecek tehlikelere başka örneklerdir. Ancak gözönüne almamız gereken şey, açık mücadelelerin hem öncesinde hem de sonrasında ortaya çıkan komite ve hücrelerin evrimi üzerine dönemin önemli etkisidir. Dönem, sınıf mücadelesinin mücadeleciliği ve canlanması dönemi ise, bu tür azınlıkların müdahalesi, bizim yaklaşımımızda olduğu gibi farklı bir anlam kazanır. Mücadelenin genel bir geri çekiliş döneminde ise, yarı-sendikalara dönüşebilen, solcuların pençesine düşebilen, terörizm yanılsamasının oluşumuna ve benzeri problemlere elverişli bu tür organların gebe olduğu tehlikelerin de özellikle üzerinde durmamız gerekir. Sınıfın yeniden güçlendiği bir dönemde ise iradeci ve aktivist tehlikelere, ve eski mücadelelerden öncü işçilerin gelecek mücadelelerin grev komiteleri ve benzerlerinin yapılanmalarını oluşturma yanılsamasının getirebileceği tehlikelerin üzerinde durmamız gerekir. Mücadelede bir yenilenme döneminde ise, bizim de ortaya çıkan ve grev, grev komitesi, genel kitle meclisleri gibi çağrılar yapma fikriyle biraraya gelen mücadeleci azınlıklara daha açık yaklaşmamız gerekir.

Bu araçların imkanları

Öte yandan sınıf mücadelesi kazanında komite, hücre ve benzerlerinin yerlerini belirleme, onları ortaya çıktıkları dönemi göz önünde bulundurarak anlamlandırma endişemiz, sınıf mücadelesinin farklı evreleri karşısında aniden tahlilimizi değiştirmemiz anlamına gelmiyor. Hangi an bu komiteleri doğuruyorsa, biliyoruz ki onlar sadece örgütlülüğün olgunluğu ve sınıfın bilincinin aynı anlarına denk gelen bir dinamik içerisinde, genel süreçte oluşuyorlar. Böylesi araçlar sadece genel süreci dondurmamak için, kendilerine içerisinde işleyecekleri genel çerçeveyle uyum sağladıklarında olumlu bir role sahip olabilirler. Bu nedenle, bu yapılar eğer aşağıdaki tuzaklara düşmekten kaçınacaklarsa uyanık olmalıdırlar:

  • grev komitelerinin ya da konseylerinin ortaya çıkış yolunu hazırlayan bir yapıyı tesis ettiklerini sanmak;

  • gelecek mücadeleleri geliştirebilecekleri 'olasılığı'yla yetkilendirilebileceğini zannetmek (bir grevi veyahut bir açık kitle meclisini yapay olarak yaratan ya da bir komiteyi, onlar bu süreçte aktif bir müdahalesi olsa bile, ortaya çıkaran azınlıklar değillerdir.);

  • evrimlerini donduracak ve böylece siyasi kafa karışıklığına mahkum edecek platform ya da ilkeler ya da herhangi bir şey bahşetmek;

  • ara yapılar olunduğu yanılsamasına düşmek, kendilerini sınıf ve bir siyasi örgütlülük arasında sanki tek ve aynı anda birlik olmuş ve siyasilermişçesine ara geçiş olarak sunmak.

Bu nedenle bizim bu azınlık araçlarına karşı yaklaşımımız açık olmalıdır ancak aynı zamanda siyasi etkinin evrimini de içerisinde bulunduğumuz dönem ne olursa olsun etkilemelidir. Bu komitelerin, hücrelerin, ve benzerlerinin tek bir yönde (kendisini işçi konseylerinin ön görünümü olduğunu kurgulayan bir yapı gibi görmek gibi) hareketsiz hale gelmelerini engelleyebilmek için elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Bütün bunlardan önce, müdahalemize yön gösterecek olan, bu yapıların ihtiyaç ve konjonktürel sorunları değil (çünkü biz onlara ne örgütsel reçeteler ne de hazır cevaplar sunabiliriz), bütün sınıfın genel çıkarlarıdır. Bizim derdimiz daima sınıf bilincini bütün işçilerin daha büyük ve daha kitlesel katılımını sağlayacağı ve mücadelenin hangi biçimde olursa olsun, bir azınlık tarafından değil, işçilerin kendisi tarafından kontrol edildiği sınıf mücadelesi yoluyla homojenize etmek ve geliştirmek olmalıdır. Bu yüzden bizler hareketin dinamiğinin öneminde ısrar ediyoruz ve mücadeleci unsurların ikameciliğe, aynı zamanda da mücadelenin ve sınıf bilincinin ileriki gelişmesine ket vuracak herhangi bir teşebbüse karşı tetikte olmaları gerektiğini savunuyoruz.

Bu yapıların evrimini yönlendirirken belirlenecek bir eksen diğerine diğerine tercih edilecekse (mesela mücadelenin derslerini çıkartmaya ve siyasi tartışmaya odaklanmak gibi), bu mücadelenin dinamiğine uygun olacak biçimde seçilmelidir. Fakat şunu iyice anlaşılsın ki bu bizim bu yapıların 'müdahale' ya da 'eylem'lerini kötülediğimiz veya kınadığımız anlamına gelmez. Şurası açık ki bir grup mücadeleci işçi, görevlerinin kendilerini bir yarı-sendika olarak konumlandırmak değil, geçmiş mücadelelerin deneyimlerini çıkartmak olduğunu anladıklarında, bu onların politik netleşmelerinin dünya dışında, soyut, pratik bilinçten yoksun pratik sonuçları olmadan gerçekleşeceğine işaret etmez. Bu mücadeleci işçiler tarafınndan üstlenilen siyasi netleşme aynı zamanda onları kendi işyerlerinde (hatta kendi fabrikalarının dışında ve en olumlu biçimde) birlikte hareket etmeye yönlendirecektir. Onlar siyasi netleşmelerini (bildiriler, gazeteler, ve benzerleri ile) maddi, siyasi bir biçimde ifade etme ihtiyacı hissedeceklerdir. İşçi sınıfının yüzyüze kaldığı somut konularla olan bağlantıda, tutumlar edineceklerdir. Tutumlarını savunmak ve yaymak için de somut bir müdahale yapmak zorunda kalacaklardır. Bu kesin koşullarda onlar mücadeleyi geliştirmek için somut eylem araçları (kitle meclisleri, grev komiteleri) önereceklerdir. Mücadele dönemi sırasında, mücadele için kesin bir yönelim geliştirmek için uyumlu bir çabanın gerekliliğini duyumsayacaklardır; mücadelenin kendi içerisinde genişlemesine izin veren talepleri destekleyecekler ve mücadelenin büyümesi ve genelleşmesini ısrarla savunacaklardır.

Bu çabalara katılıyor olsak da, onlara takip edecekleri katı şemalar şartı koşmasak da, yine de şu açık ki, en çok üzerinde durduğumuz nokta, mücadeleye bütün işçilerin faal katılımıdır ve mücadeleci işçiler örgütlenmede ve grevin koordinasyonunda diğer işçi yoldaşlarının tamamının yerini kendileri doldurmaya, kitlenin tamamının yapması gereken işleri kendi başlarına üstlenmeye çalışmamalıdırlar. Dahası, devrimcilerin örgütünün mücadeledeki etkisi ne kadar artarsa, daha mücadeleci unsurların ona doğru yönelişleri de o kadar artar. Bu örgütün adam kafalamacı bir pratiğe sahip olmasından ötürü değildir; yalnızca ve basitçe mücadelenin gidişatı içerisinde, mücadeleci işçiler gerçekten faal ve etkili bir siyasi müdahalenin sadece böylesi bir enternasyonal örgüt çerçevesiyle gerçekleşebileceğinin bilincine varacakları içindir.

Devrimcilerin katılımı

Parlayan herşey altın değildir. İşçi sınıfının mücadelesinde daha fazla mücadeleci işçinin ortaya çıkmasını sağlaması, bu azınlıkların sınıf bilincinin ileriki gelişiminde belirleyici bir etkiye sahip olacaklarını garantilemez. Bizler böylesine mutlak bir sonuç çıkartamayız yapmamalıyız: bilincin olgunlaşmasının bir ifadesi, onun gelişiminde aktif bir etmene eşittir.

Gerçekte bu hücrelerin gelecekteki gelişen mücadelelerdeki etkisi çok sınırlıdır. Onların etkisi tamamen proletaryanın genel mücadeleciliğine ve bu hücrelerin siyasi netlik arayışının durmasına izin vermeme kapasitesine bağlıdır. Uzun vadede, bu arayış bir devrimci örgütün çerçevesinin dışında süregelemez.

Ancak burada tekrar vurgulamamız gerek ki, bizim her derde deva bir mekanizmamız bulunmuyor. Devrimci örgütler bu unsurları yapay bir tutumla kazanamaz. EKA yapay olarak, iradeci bir biçimde parti ve sınıf arasındaki 'geçişi' doldurmak ile uşraşmıyor. Bizim tarihsel bir güç olarak işçi sınıfı algılayışımız ve kendi rolümüzü algılayışımmız bu komiteleri ara yapılar olarak dondurma isteminin önüne geçiyor. Bizler sınıf ve parti arasında aktarım kayışları olarak 'fabrika grupları'nı yaratmayı da savunuyoruz.

Bu da böylesi gibi çevreler, komiteler, ve benzerlerine karşı tutumumuzun ne olması gerektiği sorusunu ortaya atıyor. Onların sınırlı etkilerinin ve zayıflıklarının farkında olsak da, onlara karşı açık olmak ve ortaya çıkmalarına katkı sağlamak için elimizden geleni yapmak durumundayız. Onlara yapacağımız en önemli öneri tartışmalara geniş bir biçimde açık olmalarıdır. Hiçbir zaman onların 'karışık' siyasetleri, onlara karşı güvensiz ve kınayıcı bir yaklaşımda bulunmamız için bahane oluşturamaz. Bu nedenle, kaçınmamız gereken birinci nokta budur; diğeri ise onları gereğinden fazla gözümüzde büyütmek ya da özel olarak enerjimizi onlar üzerinde yoğunlaştırmaktır. Bizler işçi gruplarını gözardı edemeyiz ancak eşit olarak onlar hakkında da saplantılı davranamamalıyız. Zira biz, mücadele ve sınıf bilinci bir süreç olarak geliştiğini görüyoruz.

Bu süreç içerisinde, sınıfımız içerisinde mücadeleyi siyasal alana çekme yönünde eğilimler varolacaktır. Sürecin bu aşamasında, bizler biliyoruz ki proletarya mücadeleci azınlıkların kendi içerisinden ortaya çıkmasına izin verecektir ancak onların siyasi örgütlerde örgütlenmelerine gerek olmayacaktır. Sınıftaki bu gelişme sürecini, geçmiş yüzyılda mücadelenin gelişimini niteleyen durum ile karıştırarak ifadelendirmemekte dikkatli olmalıyız. Bu anlayış çok önemlidir çünkü bu bizim, bu komitelerin, çevrelerin, ve benzerlerinin sınıf mücadelesinin gelişiminin ifadeleri olarak, sınıf mücadelesinin gelişiminde sabit ve yapılandırılmış örgütsel basamaklar olarak değil geçici ve kısa ömürlü yapılar olarak değerlendirmemizi sağlar. Kapitalist çöküş evresinde sınıf mücadelesi patlama yarata yarata gelişir. Ani kabarışlar, mücadele devam ederken varolan en savaşçı unusurları bile şaşırtacak biçimde ortaya çıkar ve bu kalkışmalar ile birden ortaya çıkan bilinç ve yeni mücadeleler sonucu gelişen olgunluk, bir önceki deneyim sonucu gelişmiş olanın ötesine geçer. Proletarya kendisini sadace mücadeledeki içerisinde birleştirici biçimde örgütleyebilir. Mücadele kalıcı hale geldiği ölçüde bu, sınıfın birleştirici örgütlülüklerinin gelişmesi ve güçlenmesini sağlar.

Bu anlayış, belirli durumlarda işçi komiteleriyle ilişkiye geçmemizde, tartışmaya başlamamızda, düzenli olarak tartışmaya devam etmeye ve onların toplantılarına katılmamızda çok faydalı olabilecek olsa da neden böylesi yapılara dair belirgin bir politikamız ya da kesin bir taktiğimiz olmadığını anlamamız için gereklidir. Bu mücadeleci unsurlar ile (bilhassa açık mücadelenin varolmadığı zaman) tartışmamız mümkün ve hatta giderek kolaylaşıyor. Bu unsurların bazılarının zaman içerisinde bize katılmak isteyebileceğinin de aynı zamanda farkındayız ancak bütün ilgimizi onlar üzerine odaklamıyoruz. Çünkü bizim için başlıca önemli olan, mücadelenin genel dinamiğidir ve bizler bu dinamiğin içerisinde katı sınıflandırmalar ve hiyerarşiler inşa etmiyoruz. Herşeyden önce, kendimizi bir bütün olarak sınıfa odaklıyoruz. Sınıf içerisinde yapay yöntemler ve işçi grupları üzerine yanılsamalarla kendilerini besleyen devrimci azınlıkların etkisinin yokluğu problemini aşmaya çalışan diğer siyasi grupların aksine, EKA olarak bugün etkimizin çok az olduğunu kabul ediyoruz. Bizler işçiler arasında, onlara hakkımızda yapay 'güvenler' vererek etkimizi arttırmaya çalışmıyoruz. Bizler ne işçiçiyiz, ne de megalomanyağız. Mücadeleler içerisinde ilerleyen bir biçimde gelişen etkimiz, bizim bu mücadelelerdeki siyasi pratiğimizden geliyor; kendilerini teknik görevlerin yerine getirilmesiyle sınırlayan şakşakçılar, dalkavuklar ya da yangından mal kaçıranlar gibi davranmaktan değil. Üstelik, bizler siyasi katılımımızı tüm işçileri, proletaryanın tamamını bir bütün, bir sınıf olarak düşünerek konumlandırıyoruz çünkü bizim temel görevimiz, mücadelelerin en üst deredece yayılmalarıdır. Bizler, iki üç işçinin güvenini kazanmakla kendimizi iyi hissetmek için değil, sınıfın bilincinin gelişimini genelleştirmek ve hızlandırmak için varız. Şunun farkında olmak gereklidir ki proletarya, ancal devrimci sürecin kendisi içerisinde devrimci partiyi kendi tarihsel mücadelesinin gerçekten bir parçası olarak kavradığı ölçüde siyasi 'güvenini' bizimle paylaşacaktır.

1Allgemeine Arbeiter Union Deutschlands, ‘Almanya Genel İşçi Birliği’. 'Birlikler' sendikalar değillerdi ancak Almanya'da 1919 Berlin ayaklanmasının bastırılışını takip eden yıllarda, örgütlenmenin bütün işçilerin sendikaların dışında ve onlara karşı yeniden bir araya gelmelerini sağlayacak kalıcı biçimlerini yaratmaya çalışıyordu. İşçi konseyleri için birer nostaljiyi ifade ediyorlardı ancak hiçbir zaman konseylerin işlevlerini taşımayı başaramadılar.

 

Tags: 

Behzat Ç. ve Kadın Cinayetleri

Behzat Ç. dizisinin geçtiğimiz bölümlerinden birinde Suna karakterinin intihar etmeden önce attığı “yüzde bin dört yüz” çığlığı (son yedi yılda kadın cinayetlerindeki artış) izleyicinin yüzüne çarpan bir tokat gibiydi. Kağıt üzerinde yazılan 'adalet'e inanmayan Suna karakteri, dizide adaleti kendi eline alarak canilerin ve tecavüzcülerin peşine düşmüştü ve listesindeki isimleri tamamladıktan sonra silahı kafasına dayayıp “sadece beş dakika daha yaşamak istedim, öldürülen bütün kadınlar gibi” diyerek tetiği çekti. Sevilen dizinin ikinci sezonu kadın katilleri ve tecavüzcülere yönelik seri cinayetlerin çözülmesini işliyordu. Son dönemde pek çok dizide alttan alta böylesi mesajlar verilmeye çalışılsa da, en güçlü, sert ve gerçekten samimi tavrın Behzat Ç.'de olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.

Behzat Ç. diğer polisiye dizilerin aksine emniyet teşkilatını yüceltmeyen bir dizi, hatta ilk sezonda cinayet büro amiri Behzat karakterinin ağzından “biz egemen sınıfların çıkarlarını korumak için yaratılmışız” sözleri dahi dökülüyor. Dizinin devletin kolluk teşkilatını büyük ölçüde olduğu gibi karanlık, kirli, yoz, vahşi ve canilerin, katillerin kısacası insanlıklarını yitirmişlerin kol gezdiği bir yapılanma olarak resmediyor. Dahası pek çok bölümünde bu teşkilatın gerek siyasi muhaliflere, gerekse Kürtlerden travestilere, farklı ezilen kesimlere karşı işlediği suçlar işleniyor. Tabii ki bütün bunlar da hükümetin ve egemen sınıfın tepkisini çekiyor; dizide alkol kullanımı ve küfürleşmelere dair ise gerçekçi bir yaklaşımın benimsenmiş olması ise özellikle muhafazakar burjuvazi tarafından diziye saldırmak için bir bahane olarak kullanılıyor. Buna karşın, dizinin senaryosunun Türkiye televizyonlarında görülmemiş kalitesi, başrol oyuncularının başarılı ve samimi oyunculuğu ve özellikle de “kötü adamların arasında kalmış” Behzat karakterinin çarpık ama adaletli olarak tasvir edilen aykırı, uzlaşmaz hatta kimi yerlerde isyankar adalet anlayışı, diziye geniş ve sadık bir izleyici kitlesi kazandırmış durumda ki şu ana kadar bu kitle diziyi yayında tutmayı başardı. Bununla birlikte dizinin geleceği belirsizliğini koruyor ve öyle görünüyor ki son bölümü yayınlanana kadar da koruyacak. Behzat Ç.'nin başta bir polisi kahramanlaştırması (ya da anti-kahramanlaştırması) nedeniyle tartışılacak yönleri olsa da, bu yazımızda dizinin bir eleştirisini yapmak niyetinde değiliz.

Bizim burada Behzat Ç. ve genel olarak televizyonda ele alınışı üzerinden değinmek istediğimiz konu aslında ataerkil cinayetler ve şiddet. Kadın cinayetlerindeki yüzde bin dört yüzlük artış akıl almaz, kan dondurucu bir rakam. Bu rakamın arkasında, dünya genelinde gün geçtikçe etkisini şiddetlendiren toplumsal çürümenin, kapitalist düzenin bütün baskı araçlarının, dolayısıyla ailenin ve patriyarkanın da nüfuzunu güçlendiriyor olmasının yanı sıra, aynı çürümenin mevcut TC hükümetindeki yansımalarının etkileri de var. Kürtaj konusunda "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse" diyecek kadar iğrençleşen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek gibi yorumlarıyla öne çıkan bazı isimler bir yana, tabii ki AKP'li kodamanların büyük çoğu çıkıp da meydanlarda eşlerini, kızlarını, bacılarını doğrayan cani koca, baba ve kardeşleri ya da tecavüzcüleri ve sapıkları savunmuyorlar. Genelde böylesi trajik olaylara ne kadar karşı olduklarını orada burada söylüyor, hatta televizyonlara çıkıp “kızlarınızı okula gönderin!” bile diyorlar. Öte yandan caniler, katiller, tecavüzcüler ve tacizciler gün geçtikçe daha güvende hissediyorlar kendilerini.

Neden hissetmesinler? N.Ç. davasını örnek verelim. 2002 yılında Mardin'de 26 tane cani, 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz etmişlerdi. 2012 senesinde, tecavüzcülerin bir kısmı için karar şu anda hala yargıtayda; 'ceza'sı sabittleşmiş tecavüzcüler için durum daha da ibretlik. Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi sanıklara alt sınırdan 1 yıl 8 ay ile 5 yıl arasında, yani mümkün olabilecek en hafif cezaları vermişti. Gerekçe: “Kızın rızası vardı, karşı koymadı.” Mahkeme nasıl böylesi bir sonuca varabildi? Kız karşı koymamıştı. Demek ki “tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın” diyenler yalnızca iğrençliklerini kusmuyorlardı bu sözlerle, akılları sıra olası bir duruma karşı önlem alma kaygısı da güdüyorlardı. Peki sonra ne oldu, bu kan dondurucu karar daha üst bir mertebeye gitmedi mi? Gitti. Yargıtay 14. Ceza Dairesi hafif cezaların büyük kısmını onayladı. Ya sonra, bir üst mertebeye taşınmadı mı? Taşındı. Fakat Yargıtay Başsavcılığı, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin kararını hukuka uygun bulduğu için itiraz etmedi. Tabii bu tecavüzcülerin hiçbiri beş yıl da yatmayacak, orası ayrı. Bu işin zaman aşımı var, iyi hali var, malum.

Hüseyin Üzmez davası da benzer bir örnek. Aynı zamanda bir aşırı sağcı olan 1931 doğumlu Üzmez, on dört yaşında bir kızı defalarca taciz ettiği için geçtiğimiz senelerde on bir yıl cezaya çarptırılmış, fakat karar Üzmez iki buçuk yıl yattıktan sonra yargıtayca bozulmuş ve Üzmez tahliye edilmişti. Üzmez, 2003 yılında kendisinden 50 yaş küçük 22 yaşındaki Ayşe Yılmaz ile evlendiğinde Ayşe Yılmaz'ın ailesi Yılmaz'ın ailesi önce evliliğe karşı çıkmış; ancak ev ve araba alınması sonrasında "Peygamber efendimiz de Ayşe ile evlendiğinde 9 yaşındaydı" diyerek Hüseyin Üzmez'le anlaşmışlardı. Hüseyin Üzmez iyi bilinen bir örnek. Mahkemelerin tecavüz ve ataerkil cinayet durumlarda genel tavrı önce ceza verip sonra tahliye etmek şeklinde oluyor.

Esasında devletin en çok işine gelecek olan, tecavüz ve taciz kurbanlarının veya katledilen kadınların yakınlarının hiç seslerini çıkartmamaları olurdu. Tabii ki egemen sınıf da olsa, her istediğini elde edemiyor. Hatta yalnız olaylarla bağlantılı olanlar değil, başkaları da seslerini çıkartıyor. Hatta durum öyle bir boyuta ulaşmış ki bölgede emperyalist emellerinin peşinden koşmaya çalışan TC devletinin uluslararası alandaki prestiji bile zedeleniyor. Bu durum da hükümeti biraz zor bir duruma sokuyor. Şöyle ki, patriyarka AKP'ye güç kazandıran kurumlar arasında büyük önem taşıyor, ataerkil zihniyet Erdoğan'ın imajının bu kadar başarılı oluşunun önemli bir unsuru. Bundan dolayı hükümetin bu konuda gerçek bir adım atması, kendi oturduğu dalı kesmekten farksız olacaktır. Yanlış anlaşılmasın, başını kadınların çektiği hükümetler dahi bütün kapitalist hükümetler patriarkadan beslenirler ve beslenmek zorundadırlar zira ataerkil düzen kapitalizme içkinleşmiştir artık. Kürtaj meselesi bu konunun iyi bir örneğidir. Bugün AKP'nin yasaklamaya çalıştığı kürtaj, Osmanlı döneminde yasaktı, 1936'da Kemalist hükümet tarafından tekrar yasaklanmıştı. Kürtaj yasağı her zaman yalnızca proleter kadınlara karşı bir saldırıdır, zira kapitalist sınıfın mensupları her dönemde kürtaj yaptırmak için başka ülkelere gidebilecek durumdadırlar. Bu açıdan, 1983'te darbe döneminde kürtajın yasallaştırılması da, on binlerce kişinin yurtdışına kaçmaya çalıştığı bir döneme tekabül etmesiyle – şüphesiz tek neden bu değildir, işin nüfus kontrol yanı da vardır – anlamlıdır.

AKP hükümetinin mevcut durumdan rahatsızlığını, özellikle dizilerde bu konuda son dönemde iyice artan mesajlarda görmek mümkün. Bu mesajlar yoğunlukla içeriksiz, basmakalıp ve herhangi bir etki etmesi zor cılızlıktalar. Öte yandan, mesela bir tecavüz vakasından yola çıkan “Fatmagülün Suçu Ne?” dizisinin sonunda, Fatmagül karakterine tecavüz edenler, hem de zengin ailelerin çocukları olduğu halde indirim olasılığı olmadan on sekiz yıl ceza alıyorlardı. Burada verilen başka bir mesaj var: adalet, kapitalist toplum içerisinde, mahkemelerde yerini bulabilir. Esasında düzenin tasvip ettiği dizilerde bu konuya dair verilmek istenilen mesaj budur. Oysa, bilindik bir ifadeyi kullanmak gerekirse, günümüz Türkiye'sinde öyle şeyler yalnız filmlerde olur. Gerçek mahkemelerdeki komik cezalar karşısında, kitleler kurmaca mahkemelerdeki ağır cezalarla avutulmaya çalışılmaktadır. Behzat Ç. dizisinde bu sezon ortaya konulan tutumu ise Türkiye televizyonlarındaki diğer dizilerden ayrılıyor. Behzat Ç.'de, eğer devletin adaleti siz tacizcileri, teczvüzcüleri, canileri ve katilleri koruyorsa, adaleti eline alacak birileri de çıkar bir gün; artık siz de korkmalısınız mesajı veriliyor. Şüphesiz, Behzat Ç. 'nin senaristleri de tek bir bireyin eline silah alıp böylesi yaratıkların peşine düşmesinin ataerkil cinayetlerin de, tecavüzlerin de, tacizlerin de, dayağın da sonunu getiremeyeceğini biliyorlar. Dizide yansıtılan mevcut bir durumun çaresiz bıraktığı bir insanın neler yapabileceği, neler yapmaya kadir olabileceği.

Peki çözüm ne, bu cinayetlerin, tecavüzlerin, tacizlerin ve acıların son bulması için ne gerekiyor? Patriyarkanın yani ataerkil düzenin ve aile kurumunun yıkılması, ve kadın ve erkeğin özgür ve denk bireyler olarak ilişki kurabilmesi gerekiyor. Erkek egemen düzen, bu yüzden kadının olduğu gibi, erkeğin de sorunu. Kadınla özgür ve denk bireyler olarak bir ilişki kuramamak, erkeği de mutsuz ediyor; cinayete kurban giden, tecavüze uğrayan veya taciz edilenlerin, insanlığını kaybetmemiş erkek yakınları da o acıları paylaşıyor. Ve kimi kadınlar da kızlarına ya da kardeşlerine karşı tavırlarıyla da besleyebiliyorlar. Erkek egemen düzen nasıl yıkılacak öyleyse? Patriyarka, Engels'in ifadesiyle sınıflı toplumun en eski biçimi ve bir toplumsal baskı aracı olarak, bugün kapitalizme genel olarak da sınıflı topluma içkindir. Bugün, ev kadınının emeğini sömüren kocası olan erkek işçi değil, erkek işçinin patronudur, çünkü ev kadını erkek işçinin emeğini yeniden üretebilmesini sağlayan kişidir, dolayısıyla erkek işçinin ürettiği her ürüne o da değer katar. Bugün ev kadınını sömüren, erkek işçiyi sömürenle aynıdır, yani patrondur – patronun cinsiyeti ne olursa olsun patrondur. Patriyarka kapitalizm ve sınıflı toplum yıkılmadan yıkılamaz fakat bunu demek, sorunu devrimin arkasına atmak demek değildir. Aksine, eğer erkek ve kadın proleterler, patriyarkaya karşı dayanışmazsa, ve patriyarka işçilerin mücadelesi içerisinde kadın işçilerin ön planda rol oynamasıyla parçalanmaya başlamazsa, böylesi bir devrim de mümkün olmayacaktır.

Kadın işçilerin, ama erkek işçilerin de ataerkil cinayetlere, tecavüzlere, tacizlere, dayağa ve kapitalist dünyanın adaletsizliğine karşı, adaleti kendi ellerine almalarının zamanı gelmiştir.

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Kadın

Burjuva Solu Nedir? (1)

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapamazlar, zaten varolan, verili olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Ölmüş kuşakların bütün gelenekleri, bir kabusmuşçasına çöker yaşayanların beyinleri üzerine.

Karl Marx, 18. Brumaire

Burjuva solu, veya sermayenin sol kanadı, örgütümüzün en temel ilkelerinde ifade ettiğimiz ve işçi sınıfının çıkarlarını savunmak veya devrimci olmak iddiasında olmalarına rağmen, esasında sermaye düzenine karşı olmadığını düşündüğümüz pek çok eğilime dair kullandığımız bir kavram. Bununla birlikte, ifade etmek için bu kavramı kullandığımız olgunun işçi hareketinde yeni olduğunu söylemek kanımızca mümkün değil. Marx ve Engels'in döneminden beri, devrimci proleter hareket, işçi sınıfı içerisinde, işçilerden yana olduğunu söyleyen fakat aslında hakim düzenin hizmetinde olan eğilimleri teşhir etmiştir. Biz de bu yazımızda burjuva solunun – ve burjuva soluna dair teorik kavramsallaştırmaların – devrimci hareket içerisinde nasıl geliştiğini ifade etmeye çalışacağız.

1. Fransız Devrimi'nden İkinci Enternasyonal'e Radikal Burjuvazi ve Burjuva Sosyalizmi

Siyasette sağ ve sol ayrımı, bilindiği üzere Fransız Devrimi döneminden kalmadır. 1789'un Mayıs ayında kurulan Fransız Genel Meclisi ve Haziran ayında kurulan Fransız Milli Meclisi'nde krallık yanlıları, dini değerleri öne çıkartanlar ve İngiltere benzeri bir anayasal monarşi düzenini savunanlar Meclis Başkanı'nın sağ tarafına oturmuşlardı; monarşinin ortadan kalkmasını, cumhuriyet düzenini savunanlar ve dinin etkisine, hatta dinin kendisine karşı olanlar ise Meclis Başkanı'nın sol tarafına oturacaklardı. 1891'de, Milli Meclis'in yerine Yasama Meclisi geldiği zaman, yenilikçiler meclisin solunda, ılımlılar ortasında oturacaklardı; eski rejimi savunanların meclisin sağındaki boşalmış koltuklarını ise anayasacılar alacaklardı. Fransız Devrimi'nin çalkantılı günlerinde sağ koltuklara monarşinin ortadan kaldırılmasını savunan ama daha sonrasında devrimi ketlemeye çabalayan Girondistler oturacaklardı; onların ölümlerinden sonra ise sağ koltuklar, aşırı-monarşistler meclise dönünceye dek boş kalacaklardı. Sol koltuklarda ise, Jakobenler, Montagnardlar, onların solunda din karşıtı radikal Hébertistler ve nihayet onların da solunda, şehirli emekçilerin, zanaatkarların ve genel olarak fakir kesimlerin desteklediği Enragéler oturmaktaydı. Süregelen yıllarda, o koltuklarda oturan pek çok kişi kellelerini kaybedecek, nihayetinde devrimin ortaya çıkarttığı siyasi gruplardan hiçbiri kalmayacaktı; ama sağ ve sol ayrımı hakim kalacak ve hatta çok geçmeden merkez-sağ, merkez-sol, aşırı-sağ ve aşırı-soldan bahsediliyor olacaktı.

Bu kavramların ortaya çıktığı meclislerde fikirleri temsil edilen sınıflar, çok büyük ölçüde aristokrasi ve burjuvaziydi. Aşırı-sağ kesimi büyük ölçüde aristokrasi oluşturmaktaydı; merkez-sağ kesimde yenilikçi aristokratlar ve muhafazakar ve ılımlı burjuvalar bir aradaydı. Fakat merkez-solda ve hatta aşırı-solun büyük bir kısmında da, burjuvazinin farklı radikallikte fikirleri temsil edilmekteydi. Din karşıtlığında eşi benzerini bulması zor bir noktada olan Hébertistler'in fikirleri dahi, fazlasıyla radikal de olsa nihayetinde burjuva fikirleriydi. Yalnızca isimleri öfkeliler anlamına gelen Enragé grubu ve daha sonra bu grubun izinden giden Eşitler Komplosu dönemin emekçi kesimlerinin çıkarlarını temsil ediyordu. Enragélerin liderlerinden Jacques Roux, 1793'te yazdığı Öfkeliler Manifestosu'nda: “Bir sınıf pervasızca başka bir sınıfı açlığa mahkum edebiliyorsa özgürlük abes bir hayaletten başka bir şey değildir. Zenginler, tekelleriyle istedikleri üzerinde yaşam ve ölüm hükmü veriyorlarsa eşitlik abes bir hayaletten başka bir şey değildir. Karşı-devrim vatandaşların dörtte üçünün gözyaşı dökmeden karşılayamadıkları meta fiyatları üzerinden her gün işleyebiliyorsa, cumhuriyet abes bir hayaletten başka bir şey değildir” diyecekti. Daha sonrasında, Eşitler Komplosu'nun aynı yolu izleyen önderlerinden Gracchus Babeuf ise 1796'da Eşitler Manifestosu'nda “Fransız Devrimi, daha büyük, daha derin ve nihai olacak bir başka devrimin öncülünden başka bir şey değildi” diyecekti. Jacques Roux ve yoldaşları, Girondistlerin ardından radikal burjuva Jakoben hükümetinin ilk hedef aldıklarından olacaklardı. Hem Jakobenlerin lideri ve Devrimci Terör'ün yaratıcısı Maximillien Robespierre'in sağındaki ılımlı burjuva unsurlar, hem de solundaki radikal burjuva unsurların Thermidor komplosunun Robespierre'i devirmesinin ardından ekonomik anlamdaki fazlasıyla ılımlı politikalara karşı çıkan Babeuf ve arkadaşları da öncülleriyle aynı kaderi paylaşacaklardı.

Öte yandan, nasıl genel olarak meclisin solunda ve sağında oturanların kellelerini kaybetmeleri, koltukları boş, terimleri ise anlamsız kılmadıysa, Fransız devrimi sırasında emekçi kesimlerin sınıfsal çıkarlarını ifade edenlerin görüşleri de, öldürülmeleriyle tarih sahnesinden silinmedi. 1848 yılına gelindiğinde, Fransız meclisinin sol kanadında, kendisini demokratik sosyalist olarak ifade eden kişilerin görüşleri hakim olmuştu. Dahası, bu dönemde, sosyalizmi savunanların sayısı artmış, meclis dışında da çeşitli örgütler ortaya çıkmıştı. Fakat daha da önemlisi, savunulan sosyalizmler arasında belirli ayrımlar ve pek çok farklı sosyalist eğilim belirmeye başlamıştı. Bu eğilimler, genelde Roux ve Babuef gibi kişilerinin fikirlerini sürdürmeye çalışan devrimci sosyalistlerle ılımlı sosyalistler arasındaydı. Devrimci sosyalizm, Owen, Fourier, Saint-Simon gibi genel anlamıyla gündelik siyasete apolitik bir biçimde yaklaşan ve proletaryanın potansiyeli olmadığını düşünen ama mevcut düzeni tamamen reddeden ve yeni bir toplum inşa etmek gerektiğini düşünenlerden de etkilenmişti. Bahsettiğimiz devrimci sosyalistler arasında, Paris'te yaşayan Alman göçmenlerinin 1834'te kurduğu ve yukarıdaki tanıma neredeyse harfi harfine uyan Doğrular Birliği'nin iki üyesi, Karl Marx ve Friedrich Engels de vardı. Bu iki militan, çok geçmeden Doğrular Birliği'nin ismini Komünist Birlik yapacaklar ve 1848 devrimleri ve sonrasında yaptıkları çalışmalar ve değerlendirmelerle kendisine sosyalist ismini veren mevcut hareketleri tanımlamaya çalışacaklardı.

Burjuva sosyalizmi kavramını ilk ortaya atan Marx ve Engels olacaktı. Bu eğilimi, Komünist Manifesto'da şu sözlerle tanımlayacaklardı: Sosyalist burjuvalar, modern toplumun koşullarını isterler ama o koşulların kendisinden kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmaksızın. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve çözecek unsurlar kesilip çıkarılmış olarak isterler. Burjuvazinin olup ama proletaryanın olmamasını dilerler. Burjuvazi kendi egemen olduğu dünyayı elbette ki en iyi dünya olarak görür ve burjuva sosyalizmi bu iç ferahlatıcı tasarımdan aşağı yukarı bütünlüklü sistemler geliştirir. Böylesi bir sistemi gerçekleştirmesini (...) proletaryadan talep ederken, aslında ona yalnızca, bugünkü toplumun içinde kal ama burjuvaziye ilişkin nefret dolu düşüncelerinden arın, demiş olur (...) Serbest ticaret: ama işçi sınıfının çıkarı için. Korumacı gümrük: ama işçi sınıfının çıkarı için. Hapishane reformu: ama işçi sınıfının çıkarı için. Burjuva sosyalizminin son sözü ve gerçekten kastederek sarf ettiği tek sözü budur. Şöyle özetleyebiliriz: burjuva burjuvadır – ama işçi sınıfının çıkarı için!” Esasında Marks ve Engels'in Manifesto'da ortaya koyduğu bu tanım, bugünün burjuva sosyalistlerinin kiminin üstü kapalı biçimde, ama ciddi bir kısmının da esasında açık açık söylediklerinin güzel bir özeti gibidir.

Bununla birlikte, Marx ve Engels'in yaşadığı dönem, devletin burjuvazinin mutlak egemenliğine girmediği, dolayısıyla burjuvazinin toplum üzerinde mutlak bir egemenlik sahibi olamadığı, dolayısıyla da farklı sınıfların kendilerini ifade alanlarının daha kuvvetli olduğu bir dönemdir. Bundan ötürü, bu dönemde Marx ve Engels'in burjuva sosyalizmi olarak tanımladığı eğilimin, diğer eğilimler karşısında belirgin bir yaygınlık veya ciddi bir kurumsallaşma kazanması mümkün olmamıştır. Dolayısıyla Marx ve Engels başka gerici sosyalizm türleri tanımlar. Bunlardan biri, kapitalizme karşı işçileri aristokrasinin yanına çekmeye çalışmış feodal sosyalizmdir fakat en yaygın olanı, ve Marx'ın özellikle dönemin ılımlı ve uzlaşmacı sosyalistlerinin fikirlerinin temelinde gördüğü, küçük-burjuva sosyalizmidir. Dahası, burjuva sosyalizmine bir örnek olarak verilen, sözde 'anarşist' Pierre-Joseph Proudhon'un görüşlerinin Louise Michel gibi kimi destekçileri, Paris Komünü sırasında işçi sınıfının gayesi uğruna ön saflarda çarpışmış ve komünün bir simgesi olabilmişlerdir.

Marx, 1848 Devrimi'nin yenilgisinin ardından mücadelenin derslerini çıkartmak için kaleme aldığı Fransa'da Sınıf Savaşımları eserinde burjuva sosyalizmi, küçük-burjuva sosyalizmi ve komünizm ya da devrimci sosyalizm arasında gördüğü ayrımı şöyle ifade etmektedir:

Asıl anlamıyla küçük-burjuva sosyalizmi, türünün en iyisi olan sosyalizm, doğal olarak, tıpkı sosyalizm çeşitlerinin her biri gibi, işçilerin ve küçük-burjuvaların bir bölümünü kendi çevresinde toplayan bu burjuva sosyalizminden ayrılır. Sermaye, alacaklı olarak, özellikle bu küçük-burjuva sınıfın yakasını bırakmaz, bu sınıf ise kredi kurumları ister; sermaye, rekabet yoluyla onu ezer, o ise devletten yardım gören ortaklıklar ister; sermaye, bir merkezde yoğunlaşması ile küçük-burjuvazinin belini büker, küçük-burjuvazi ise müterakki vergiler ister, mirasın sınırlandırılmasını ister, büyük işlerin devlet tarafından üstlenmesini ve sermayenin büyümesini zorla engelleyen başka önlemler ister. Kendi sosyalizminin barışçı bir yolla gerçekleşmesini düşlediğinden belki de birkaç günlük bir ikinci Şubat Devrimi'ne razıdır. Sadece önündeki tarihsel süreç, ona, doğal olarak, toplumsal düşünürlerin ister birlikte, ister tek tek türeticiler olarak kafalarında tasarladıkları ya da tasarlamış oldukları sistemlerin uygulaması gibi görünür. Küçük-burjuvalar, böylece, eklektik olurlar ya da ancak, proletarya, henüz, özgür, bağımsız bir tarihsel hareket olacak kadar yeterince gelişmemiş olduğu sürece onun teorik ifadesi olmuş olan doktriner sosyalizmi, mevcut sosyalist sistemleri tutarlar. Demek ki, böylece, hareketin tümünü, onun anlarından birine bağımlı kılan, ortak, toplumsal üretimin yerine, küçük hilelerle ya da büyük duygusallıklarla devrimci sınıf savaşımını bütün gerekleriyle ortadan kaldıran sivrilikleri ile bireysel bir ukalânın kafa eylemini koyan ütopyacı, doktriner sosyalizm bunu yaparken, bugünkü toplumu aslında idealize etmekle ve toplumun gölgesiz, pürüzsüz bir imgesini yaratmakla sınırlı kalan ve kendi ülküsünü toplumsal gerçeğe karşı üstün kılmak isteyen bu doktriner sosyalizm böyle sürerken, proletarya bu sosyalizmi küçük-burjuvaziye bırakırken, ayrı ayrı sistemlerin kendi aralarındaki savaşım, bu sözde sistemlerin herbirini, toplumsal altüst oluşun geçiş noktalarından birinin başka bir geçiş noktasına karşı iddialı bir biçimde tutulması olarak ortaya çıkartırken, proletarya, gitgide devrimci sosyalizmin çevresinde, bizzat burjuvazinin Blanqui adını taktığı komünizmin çevresinde toplanıyor. Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.

1848 sonrası dönemde, yalnızca Fransa veya Batı Avrupa'da değil, dünya genelinde işçi hareketi ve dolayısıyla sosyalist hareket, eşi görülmemiş bir büyüme dönemine girecekti. Hareketin büyümesiyle birlikte ise, yeni meseleler, yeni ikilemler, yeni çözümlemeler ve ister istemez yeni sorunlar ve ayrışmalar ortaya çıkacaktı. Marx, 1871'deki Paris Komünü deneyiminden, Fransa'da İç Savaş eserinde “[İ]şçi sınıfı basitçe mevcut devlet makinesini olduğu gibi alıp ve onu kendi amaçları için kullanamaz” sonucunu çıkartıp ve “devlet iktidarının yıkılmasının” gerekliliği çözümlemesini yaparak, eskiden komünist saflarda görülen kimi eğilimlere yönelik bir eleştirinin de önünü açmış oluyordu. Bu eleştiriden, Fransa'da Sınıf Savaşımları'nda, burjuvazinin komünizme taktığı isim olarak tanımlanan Louis-Auguste Blanqui de nasibini alacaktı. Enternasyonal Marşı'nın yazarı Eugene Pottier'in, mezar taşına yazılması üzerine hakkında “Taş kalpli bir sınıfa karşı, ekmekten mahrum halk uğruna savaşırken; yaşamında dört duvara, ölümünde dört parça çam tahtasına sahip oldu” dediği Blanqui, ömrü boyunca komünizmi ve proletarya diktatörlüğünü savunmuştu fakat ona göre devrim, katı disiplinli bir azınlığın gerçekleştireceği bir darbeydi. Buradan yola çıkarak Engels, 1873'te Blanqui hakkında şunları söyleyecekti: “Blanqui temelde siyasi bir devrimcidir. Yalnızca duygusal olarak, kitlelerin acılarına sempati duyduğu için sosyalisttir, fakat ne sosyalist teorisi ne de belirli pratik sosyal çözüm önerileri vardır. Siyasi faaliyetinde temede bir 'eylem adamı' olmuş, doğru zamanda küçük ve iyi örgütlü bir azınlığın siyasi bir darbe yapıp, başlangıçtaki birkaç ufak başarıyla halk kitlelerini peşine takarak başarılı bir devrim yapabileceğine inanmıştır (...) Blanqui'nin, herhangi bir devrimin ancak ufak bir devrimci azınlık tarafından yapılabileceği varsayımından zorunlu olarak bu eylemin başarısının ardından bir diktatörlük geleceği sonucu çıkar. Fakat bu, tabii ki, bütün bir devrimci sınıfın, proletaryanın değil, devrimi yapmış olan küçük bir azınlığın diktatörlüğü olabilir ki bu azınlık da daha önceden bir ya da birkaç bireyin diktatörlüğü altındadır. Dolayısıyla Blanqui'yi önceki bir kuşağın bir devrimcisi olarak görüyoruz.

Bu konudan yola çıkarak yaptıkları eleştirilerde, Marx ve Engels, özellikle 1875'te Almanya Sosyalist İşçi Partisi adıyla kurulacak olan ve bugün 1890'da aldığı Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ismiyle bilinen örgütlenme içerisinde, devletçi sosyalist Ferdinand Lassalle'ın takipçilerine karşı eleştirilerinde çok daha ileri gideceklerdi. Bunun tek nedeni Lassalle'ın takipçilerinin, Blanqui'nin aksine önceki bir kuşağa ait olmamaları değildi. Marx ve Engels, Lassalle'ın devletçi görüşlerini sürekli eleştirmiş ve Engels, 1877'de yazdığı Anti-Dühring'te, Lassalle'ın da savunmuş olduğu ve pek çok takipçisinin sosyalizm olarak algıladığı devlet mülkiyetini şöyle tanımlamıştı: “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.” Dahası Blanqui, kendisini her zaman bir proleter olarak görmüştü: fakat Lassalle'ın takipçileri işçi sınıfının kurtuluşunu başka sınıflara bağlıyorlardı. Bunlara karşılık Marx ve Engels, 1879'da, August Bebel ve Wilhelm Liebknech gibi SPD içerisindeki yandaşlarına gönderdikleri mektupta şöyle diyeceklerdi: “Enternasyonal'in kuruluş kongresinde şu savaş narasını ortaya attık: İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmelidir. Dolayısıyla işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar eğitimsiz olduğunu, ve onların büyük ve küçük burjuvazinin iyiliksever üyeleri tarafından kurtarılmaları gerektiğini açıkça söyleyen adamlarla ortak iş yapamayız. Eğer yeni parti organı bu beylerin görüşüne tekabül edecek bir politika benimserse, yani proleter değil burjuva olursa, o zaman yapabileceğimiz tek şey – ne kadar üzülerek de yapsak – bugüne dek ülke dışında temsil ettiğimiz Alman Partisi'ne karşı olduğumuzu ve onunla her türlü dayanışmayı kestiğimizi açıkça duyurmak olur.

Son olarak, yine aynı metinde Marx ve Engels'in SPD içerisindeki ciddi problemin bir diğer yüzüne, reformizm ve uzlaşmacılık problemine değindiğine tanık olacaktık: “1848'de burjuva demokratları olarak ortaya çıkmış adamlar şimdi kendilerine pekala Sosyal-Demokrat diyebilirler! Nasıl öncekiler için demokratik cumhuriyetin kuruluşu elde edilemez derecede uzaktıysa, şimdikiler için kapitalist düzenin devrilmesi elde edilemeyecek kadar uzak ve dolayısıyla bugünün siyasi pratiğiyle hiçbir alakası yok; istenildiği kadar uzlaşmacılık yapılabilir, taviz verilebilir, iyilikseverlik edilebilir. Aynı durum proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesine de uygulanıyor. Kağıt üzerinde tanınıyor zira onu reddetmek artık mümkün değil, fakat pratikte bir kenara atılıyor, bastırılıyor ya da iğdiş ediliyor. Sosyal-Demokrat Parti işçilerin partisi olmamalı, üzerine burjuvazinin veya, esasında, hiç kimsenin nefretini çekmemeli; bu kuşak için zaten elde edilmeyecek ve burjuvaziyi korkutacağı hesaplanan hırslı hedeflere vurgu yapmak yerine, burjuvazi içerisinde etkin bir propaganda yapmalı, bütün gücünü ve enerjisini eski toplumsal düzene yeni dayanaklar sağlayacak ve belki de nihai kıyameti aşamalı, parçalı ve, mümkün olduğunca barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürecek eğreti küçük burjuva reformlara adamalı.

Marx ve Engels'in son yıllarında, işçi hareketi ciddi biçimde büyümüş, üyeleri ve destekçileri milyonları bulan sendikalar ve partiler kurmayı başarmıştı. Dönemin koşulları, bu yapıların işçilerin yaşam ve çalışma koşullarında büyük ilerlemeler sağlamasını mümkün kılıyorlardı, zaten böylesi bir kitleselleşmeyi de bu olgu mümkün kılmıştı. Fakat aynı zamanda bu kurumlar özellikle burjuva ideoloji tarafından ciddi bir biçimde kuşatılmaktalardı. Marx ve Engels yukarıda alıntıladığımız mektuplarında “Fakat eğer Parti liderliği, büyük veya ufak ölçüde böylesi adamların ellerine geçerse, o zaman Parti de daha az iğdiş olmayacaktır, ve bu da onun proleter niteliğinin sonu olacaktır” diyeceklerdi. Bu endişenin geri dönülmeyecek şekilde gerçekleşmesi, tam otuz beş yıl alacaktı.

2. Sendikalizm, Parlamenterizm ve Oportünizm: Burjuva Solunun Kurumlaşması

14 Temmuz 1889 tarihinde, Paris'te İkinci Enternasyonal'in kuruluş kongresi gerçekleşti. 1864'ten 1877'ye kadar varlığını sürdürem Birinci Enternasyonal, çeşitli işçi sendikaları, reformistler, anarşistler, sosyalistler ve komünistlerin birleştiği, dönemin Avrupa'sındaki hemen hemen bütün radikal hareketlerin şu ya da bu şekilde bir noktada temas ettiği bir örgüttü. Birinci Enternasyonal'e kıyasla, İkinci Enternasyonal siyaseten daha yakın unsurların oluşturduğu bir örgüttü. İçinde sosyalizmin kapitalizmin reformlarla iyileştirilmesiyle yavaş yavaş geleceğini düşünenler, sendikalara dayalı kitlesel sosyalist ya da işçi partileri, ve ayrıca kapitalist devletin yıkılmasının bir zorunluluk olduğunu düşünen devrimci proleter unsurlar vardı. Her halükarda, İkinci Enternasyonal'i oluşturan unsurların tamamına şu veya bu şekilde sosyalistti, ve büyük çoğu da kendilerini marksist görmekteydi. Buna rağmen, örgütsel olarak İkinci Enternasyonal, Birinci Enternasyonal'den daha merkezileşmiş bir yapıya sahip değildi, zira İkinci Enternasyonal çökene kadar, ulusal partilerin bir federasyonu olarak kalacaktı ve İkinci Enternasyonal'in Uluslararası Sosyalist Büro'su bir enformasyon bürosu olmanın ötesine gidemeyecek, ulusal partilere yönelik bir bağlayıcılığı olmayacaktı.

İkinci Enternasyonal'in en güçlü partisi, Almanya Sosyal Demokrat Partisiydi. SPD, 1878-1890 arasında, Bismarck'ın sosyalist-karşıtı yasaları nedeniyle yasaklı bir partiydi. Bu dönemde partinin binlerce üyesi hapislere atılıyor, yine binlercesi işsiz bırakılıyor, kara listelere alınıyordu. Yalnızca bir yasa boşluğu sayesinde seçimlere katılabilen SPD, bunun haricinde spor ve müzik kulüpleri gibi zararsız görünen yapılar üzerinden örgütleniyordu. Partinin yayın organı da illegaldi ve İsviçre'den Almanya'ya kaçak sokuluyordu. Öte yandan illegalite koşulları SPD'ye yaramış, 1878'den 1890'a partinin oyları %7'lerden %19'a çıkmış, parti ciddi bir biçimde büyümüş ve güçlenmişti. SPD bir daha hiçbir döneminde, özellikle 1881-90 arası büyüdüğü hızla büyüyemeyecekti. Dolayısıyla SPD'nin 1889'da kurulan İkinci Enternasyonal'in baştacı olması şaşırtıcı değildi. Enternasyonal'in neredeyse bütün diğer partileri SPD'nin yolundan gitmek, kendi ülkelerinin SPD'si olmak istiyorlardı. 1891'de SPD'nin Engels'in etkisiyle Erfurt Programı ile Gotha Programı'nda Lassalle'cılara verilen tavizlerden geri adım atması ve marksist görüşlere daha da yaklaşması Enternasyonal genelinde de marksizmin daha kuvvetle benimsenmesini sağlayacaktı. Engels'in ölümünde sonra ise, 1880'lerde İngiltere'de onunla çalışmış olan Karl Kautsky SPD'nin, dolayısıyla da Enternasyonal'in en önde gelen kuramcısı olacaktı. 1914'e kadar SPD'nin üye sayısı bir milyonu aşmış olacaktı.

Özellikle 1891'de Erfurt Programı'nın kabul edilmesinin ardından, yüzeysel açıdan Engels'in yaşantısının son döneminde SPD ile ilgili endişelerinin temelinin ortadan kalktığını söylemek mümkün olabilirdi fakat ölümünden kısa bir süre önce “Bütün yazılarımda kendimi asla bir sosyal-demokrat olarak nitelendirmiyorum, bir komünist olarak nitelendiriyorum. Marx için olduğu gibi benim için de kavrayışımızı belirtmek için böylesine esnek bir ifade kullanmak imkansız” diyerek kaygılarının ortadan kalkmadığını gösterecekti. Zira, görünüşte Lassalle'cıların ve diğer burjuva sosyalistlerinin görüşleri gitmiş, marksizm benimsenmişti fakat tarihte pek çok noktada olduğu üzere, kapıdan kovulan bacadan girmeyi becerecekti. Bu baca ise, Engels'in müridi ve Enternasyonal'in Papa'sı Kautsky'den başkası değildi. 1902'de Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin yeni taslak programına dair yazdığı bir metinde, Kautsky şunları söyleyecekti: “Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır: modern sosyalizm, bu tabakanın tek tek üyelerinin zihinlerinden kaynaklanmıştır, ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuştur. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç sınıf mücadelesine dışardan verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan bir şey değildir.” Kautsky'nin burada ifade ettiği görüşler, tam da Marx ve Engels'in “ortak iş yapamayızdediği unsurların ikameci görüşlerinin bir tekrarı gibidir.

Esasında SPD'nin ve İkinci Enternasyonal'in marksizmi, içi boşaltılmış bir kabuk gibiydi ve önderlerinin büyük çoğunun marksist ortodoksiyi savunma, yani marksizmden sapmama iddiaları gerçekten uzaktı. İkinci Enternasyonal'in kitle partilerinin gücünün temelinde sendikalar, pratiğinin temelinde ise seçimler ve parlamenter faaliyet vardı. Devrimci kanadının önemli önderlerinden Rosa Lüksemburg'un 1904'te yazdığı üzere, “sosyal demokrasi işçi sınıfının örgütlülüğüne bağlı değil, işçi sınıfı hareketinin ta kendisi” idi. Dönem kapitalizm için her açıdan bir refah dönemiydi. Hareket büyük kazanımlar elde etmiş, kazanımlar elde ettikçe daha da güçlenmiş ve bu böyle gitmişti. Böylesi bir hareket içerisinden, “nihai hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir” fikrini savunanlar çıkması şaşırtıcı değildi. Erfurt Programı'nın yazarlarından Eduard Bernstein 1890'ların sonlarına doğru bu görüşleri ifade etmeye başladığında, Enternasyonal içerisinde büyük tepki çekmişti. Bernstein, 1898'de yayınlanan ünlü kitabı Evrimci Sosyalizm'e 1909'da yazdığı önsözde: “Nihai bir sosyalizm hedefine inanamam. Fakat sosyalist harekete, toplumu adım adım toprak sahibi bir ticaret oligarşisinin egemenliğinden gerçek bir demokrasiye götürerek kurtuluşlarını sağlayacak emekçi sınıfların ileri yürüyüşüne güçlü bir biçimde inanıyorum” diyerek açıkça ifade edecekti.

Marksizmi revize ettiği için, Bernstein ve takipçileri Enternasyonal içinde revizyonistler olarak anılacaklardı. Öte yandan Bernstein'ın görüşlerini ilk yanıtlayan Rosa Lüksemburg, Bernstein'ın görüşlerini, marksizmi revize etmiş oluşunun ötesinde ele alacaktı. 1900'de yayınlanan Sosyal Reform mu Devrim mi? kitabında Rosa Lüksemburg, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerde işçi hareketi içerisindeki kimi devrimci eğilimlerin düştüğü reformlar ve reformizmi ayıramama hatasını yapmıyor ve dolayısıyla reformizmle beraber reformları da reddetme düşmüyordu. Zira Lüksemburg'a göre “Reformlar için, yani mevcut toplumsal düzenin çerçevesi dahilinde işçilerin koşullarının iyileşmesi için mücadele (...) Sosyal Demokrasiye proleter sınıf mücadelesine müdahil olma ve nihai hedefe yönelik – yani siyasi iktidarın alınmasına ve ücretli emeğin lağvedilmesi için tek aracıdır.” Bernstein'ın oportünizmi ilk ve son kez teorik bir temele oturttuğunu, zira oportünizmin buradan başka gidecek bir yeri olmadığını belirten Lüksemburg, Bernstein'ın argümanlarının marksizmin kimi yalıtılmış tezlerine saldırım, marksizim bütünlüklü olduğu için bunun marksizmi çökerteceğini ummak olduğunu ifade edecek ve kapitalizmin çöküş evresine girmeyeceği savına karşı Engels'in kapitalist toplumun gidişatına yönelik ya sosyalizm ya barbarlık ikilemini ortaya koyacaktı. Öte yandan Lüksemburg daha temel bir çıkarımı oportünizmin kendisinin nereye gittiğine dair yapacaktır: “Bu, oportünist pratiğin temelde marksizmle uzlaştırılamaz olduğunu gösteriyor. Fakat ayrıca oportünizmin genel olarak sosyalizmle (sosyalist hareketle) de uzlaştırılamaz olduğunu, içsel eğiliminin emek hareketini burjuva yollara itelemek olduğunu, proleter sınıf mücadelesini tamamen felç etmek eğiliminde olduğunu kanıtlıyor. Tarihsel olarak bakıldığında, açık ki marksist doktrinle hiçbir alakası yok. Zira, Marx'tan önce ve ondan bağımsız olarak hepsi kendi biçiminde zamanın koşullarına tekabül eden emek hareketleri ve muhtelif sosyalist doktrinler ortaya çıkmıştı. Sosyalizmi ahlaki bir adalet fikriyle, bir üretim biçimiyle değil bir dağıtım biçimiyle mücadele üzerinden temellendirmekten ibaret olan; sınıf mücadelesi kavramını fakirler ve zenginler arasındaki çelişki olarak, kapitalist ekonomide “kooperatif ilkeyi” uygulamak olarak ifade eden teori – ki bütün bu hoş fikirleri Bernstein'ın doktrininde bulabiliriz – ondan önce de vardı. Ve bütün bu teoriler, vakitlerinde, yetersizliklerine rağmen, proleter sınıf mücadelesinin etkin teorileriydi. Proletaryanın sayesinde tarih sahnesine yürümeyi öğrendiği bebek yürüteçleriydi. Fakat sınıf mücadelesinin gelişiminden ve toplumsal koşullarındaki reflekslerinin bu teorilerin terk edilmesini sağlamasının ardından (...) sosyalizm ve marksizm, proletaryanın kurtuluş mücadelesi ve Sosyal Demokrasi aynı oldu. Bu yüzden marksizm-öncesi teorilere dönüş bugün artık proletaryanın çocukluğunun yürüteçlerine dönüşe değil, burjuvazinin kokuşmuş ayakkabılarına dönüşe işaret ediyor.

Özellikle yeni yüzyılın başından itibaren, oportünist hareket, sosyal demokrasinin devrimci sol kanadının muhalefetine rağmen, Enternasyonal içerisinde ciddi bir güç kazanmaya başlayacaktı. Oportünizme karşı devrimci sol eğilimlerin Enternasyonal içinde ayrı örgütlenmelere gideceği ilk sorun ise, örgütlenme sorununun kendisi olacaktı. 1903'ün Yaz'ında, Bulgaristan Sosyal Demokratik İşçi Partisi içerisinde, Dimitar Blagoev'in başını çektiği dar sosyalistler ile Yanko Sakazov'un başını çektiği geniş sosyalistler ayrıştılar. Esasında ayrışmanın altında yatan eski bir tartışmaydı. Sakazov, partinin yalnızca proleter bir örgüt değil, burjuvazi dahil bütün “üretici” katmanları içeren geniş bir kitle örgütü olmasını savunuyordu ki bu, Blagoev'in devrimci sol kanadı için kabul edilmez bir tutumdu. Yakın bir dönemde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içerisinde, parti üyesinin kim olacağına dair bir tartışma üzerinden benzer bir ayrışma gerçekleşti. Julius Martov'un “partinin örgütlerinden birinin yönetimi altında düzenli kişisel destek sağlamak” kriterine karşı Vladimir Lenin parti üyesini, “parti programını tanıyan ve onu maddi olarak ve parti örgütlerinden birinin şahsen parçası olarak destekleyen kişi” olarak tanımlıyordu. Menşevik-Bolşevik ayrışmasının temeli bu ayrımdı. Ne Yapmalı'da Lenin'in Kautsky'nin sınıfa dışarıdan bilinç taşınması görüşlerini Menşevikler, Lenin devrimcilerin mücadeleleri desteklemek hariç hiçbir müdahalesi olmadan sınıfın kendi kendine bu bilinci kazanabileceği görüşünü savunan ekonomistlere karşı Kautsky'nin bu görüşlerini kullandığında, itiraz etmek bir yana, Lenin'i desteklemişlerdi. Esasında ayrım, istenilenin SPD tarzı, ufak bir merkezin kitlesel bir çeperi yönettiği bir parti mi, yoksa küçük ama militanların faal katılımıyla canlı bir parti mi olması istendiğiydi.

Fakat İkinci Enternasyonal içerisindeki hiçbir ayrışma ve hiçbir tartışma 4 Ağustos 1914'te, Alman parlamentosundaki SPD grubunun savaş kredilerine olumlu oy vermesiyle alevlenen kadar hararetli olmayacaktı. Oportünizmin içerisindeki bütün gücüne rağmen, İkinci Enternasyonal kuruluşundan beri genel olarak, yer yer çok net olmasa da, proleterya enternasyonalizmini savunmuş ve kimi noktalarda pasifizme kayarak da olsa savaşlara karşı çıkmıştı. Bu yüzden Enternasyonal'in savaş karşıtı tutumu, özellikle devrimci kanat için büyük bir şok olmuştu, hatta Lenin, 1914'te Alman sosyal demokratlarının günlük Vorwarts gazetesinin SPD üyelerinin savaş kredilerine oy verdiğini yazan sayısını görünce, bunun Rus gizli polisinin işçileri yanıltmak için hazırlattığı bir sahte sayı olduğunu zannetmişti. Böyle bir durum nasıl ortaya çıkmıştı? Bunu anlamak için tarihte biraz geriye gidip SPD içerisindeki eski bir tartışmaya bakmamız gerekiyor. Almanya'da sendikaları kuran bizzat SPD olmasına rağmen, 19. Yüzyılın sonlarına doğru sendikalarda bir apolitikleşme yaşanmaya başlamıştı. Bernstein'ın revizyonizmi, SPD'nin önde gelen teorisyenlerince güçlü bir biçimde eleştirilmişti, fakat aslında özellikle sendikalar içerisinde çok güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. İşçi hareketinde nihai hedefin hareket üzerindeki önceliğini reddederek, Bernstein aslında sosyalist partinin işçi hareketi içerisindeki etkinliğine karşı çıkmış ve SPD'yi kendi sendikalarıyla karşı karşıya getirmişti. Rusya'da 1905'te gerçekleşen kitle grevlerinin ardından bu tartışma alevlendi, başta Rosa Lüksemburg olmak üzere devrimci sol kanat, böylesi bir hareketin sendikal hareketin çok zayıf olduğu Rusya'da gerçekleşmesinden dolayı, kitle grevinde ve geleceğin devrimci kalkışmasında sendikaların rolünü sorgulamaya başladı. Fakat Kautsky'nin etrafındaki “merkez”, işçi hareketinin birliğinin ne pahasına olursa korunması uğruna kitle grevi meselesinin sendikaların işi olduğu kararını aldı, dolayısıyla bu çatışma sendikaların zaferiyle bitti. Oysa ki kitle grevi ve kitle grevinin ortaya çıkartmış olduğu işçi konseyleri, proleter devrim nasıl olacak sorusunun anahtarıydılar. Sendikaların apolitik niteliğinin ilanı, sendikal hareketin kapitalist devlete eklemlenmesinin bir hazırlığıydı. Fakat sendikaların böylesi bir yola girişinin olacağı vardı. Sendikalar asla devrimci örgütler olmamışlardı, belli bir dönemin ve belli koşulların örgütleriydiler. Öte yandan, sosyal demokrasinin sendikalar üzerindeki etkisinin bitmesi, sendikaların sosyal demokrasi üzerindeki etkileri bitmemişti. Sosyal demokrasinin temel faaliyeti seçimlere katılmaktı: sendikalar olmadan sosyal demokrasinin güçlü bir seçim faaliyeti yürütebilecek kitle partilerine sahip olması, sendikaların desteği olmadan ise seçimlerde başarı elde etmesi bir hayli zordu – ki savaş koşulları parlamenter alanı iyice kısıtlamıştı. Bütün bunların, savaş çılgınlığının kuvveti, sosyal demokrat saflarda bir çaresizlik ve hayal kırıklığı yaratarak zayıf, yumuşak ve uzlaşmacı olanları yıkıp geçecekti. İkinci Enternasyonal'in neredeyse bütün partileri, tıpkı sendikalar gibi, savaşa karşı çıkmak bir yana, savaşta kendi ülkelerini destekleyecek ve savaş esnasında sosyal barış, yani sınıf mücadelelerinin kesildiğini ilan edeceklerdi. 5 Ağustos sabahı bir Enternasyonal yoktu artık.

İkinci Enternasyonal'in Kautsky gibi kimi önderleri, savaş sırasında enternasyonalist bir tutum alınamamış olmasının böylesi bir tutumun alınamayacağını gösterdiğini ve Enternasyonal'in bir barış dönemi örgütü olduğunu söyleye dursunlar, sosyal demokrasinin devrimci sol kanadı, hareketin yaptığını tanımlamak için ihanetten aşağı bir ifade kullanmayacaktı. 5 Ağustos 1914'te, Alman partisinin durumuna hakim ve böylesi bir ihaneti esasında bekleyen Rosa Lüksemburg sosyal demokrasiyi kokuşmuş bir ceset olarak tanımlayacaktı. Rus partisindeki ayrışmanın Menşeviklerle saf tutmuş ama bu noktada ne Bolşeviklere ne Menşeviklere bağlı olan Leon Troçki, Enternasyonal'in etkin olarak öldüğünü duyuracaktı. Öte yandan enternasyonalist devrimci kanadın büyük bir kısmı, Enternasyonal'in, ihanet eden liderliğin elinden kurtarılmasının hala mümkün olduğunu düşünüyorlardı. 1915'te gerçekleşen savaş karşıtı sosyalist Zimmerwald Konferansı'nın katılımcılarının büyük çoğunluğu da bu görüşü destekleyecekti, ki Lüksemburg ve Troçki gibi devrimciler de yeni bir Enternasyonal inşa etmeye çalışmaktan ziyade, eskisini kazanmaya çalışmak gerektiği görüşündeydi.

Bu ihanetin eski Enternasyonal'i geri dönülmez bir biçimde düşman saflarına ittiğini düşünen azınlığın en ünlü temsilcisi Lenin olacaktı. Daha Ağustos 1914'te kaleme aldığı Avrupa Savaşı'nda Devrimci Sosyal Demokrasinin Görevleri başlıklı bildirgede Lenin şöyle diyecekti: “İkinci Enternasyonal (1889-1914) içerisinde en güçlü ve etkin olup savaş kredilerine oy vermiş ve Prusya Junkerlerinin ve burjuvazinin burjuva-şovenist sözlerini tekrarlamış bir parti olan Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin liderlerinin davranışı sosyalizme tamamen ihanet etmektir (...) İkinci Enternasyonal'in (1889-1914) önderlerinin büyük çoğunun ihaneti, Enternasyonal'in ideolojik ve siyasi iflasını göstermektedir. Bu çöküş temelde, içerisinde burjuva doğası ve tehlikesi bütün ülkelerin devrimci proletaryasının en iyi temsilcilerince uzun yıllardır dillendirilmekte olan küçük-burjuva oportünizminin muzaffer olmasından kaynaklanmıştır. Oportünistler uzun yıllardır sosyalist devrimi inkar ederek ve onun yerine burjuva reformizmini koyarak; sınıf mücadelesini ve onun belli durumlarda engellenemez biçimde iç savaşa evrilmesini reddederek ve sınıf işbirliği vaaz ederek; yurtseverlik ve anavatan savunusu adı altında burjuva şovenizmini savunarak ve çok önce Komünist Enternasyonal'in ortaya koyduğu sosyalizmin temel gerçeğini, işçilerin vatanı olmadığını görmezden gelerek; kendilerini bütün ülkelerin proleterlerinin bütün ülkelerin burjuvalarına karşı devrimci savaşını savunmak yerine duygusal ve cahilce militarizmle mücadeleyle sınırlayarak; burjuva parlamenterizm ve burjuva yasallığının kullanımını fetişleştirip kriz dönemde örgütlenme ve ajitasyonun illegal biçimlerinin elzem olduğunu unutarak İkinci Enternasyonal'in enkazını hazırlıyorlardı (...) Sosyalizm içindeki bu burjuva yönelimi azimle ve geri dönülmez biçimde ortadan kaldırmak geleceğin Enternasyonal'in görevi olmak zorundadır.

Kısa bir süre içerisinde Lenin'in bu tutumunda yalnız olmadığı ortaya çıkacaktı. 1915 Zimmerwald Konferansı'nda, Lenin ve Bolşeviklerin başını çektiği ve kendisini Zimmerwald Solu olarak adlandıran bir azınlık, Rusya haricinde Letonya, Polonya, İsveç, Norveç, İsviçre ve Almanya'dan delegelerin desteğini kazanacaktı. Zimmerwald Solu'nun 19'a 12 oyla benimsenmeyen bildirge önergesinde şöyle deniliyordu: “Emek önderlerinin büyük çoğunluğu (...) milliyetçilik gözlerini bağlamış, oportünizmi içlerini çürütmüş olduğundan, savaşın başında işçi sınıfını emperyalizme sattılar ve Sosyalizmin ilkelerine ve dolayısıyla proletaryanın gündelik çıkarlarına ihanet ettiler. Sosyal-yurtseverlik ve sosyal-emperyalizm (...) proletarya için emperyalizmin burjuva müritlerinden daha büyük bir tehlikedir, zira Sosyalizm bayrağını kötüye kullanarak bilinçlenmemiş işçileri yanıltabilir. Sosyalist partilerin, ve dahası şimdi sosyal-emperyalist partilerin içindeki Sosyalist muhalefetin görevi, emekçi kitleleri siyasi iktidarın alınması ve toplumun Sosyalist örgütlenmesi için kapitalist hükümetlere karşı devrimci mücadeleye çağırmak ve bu mücadelenin başını çekmektir.

Troçki, uzun yılların ardından 1914 sonrası döneme dair, Avrupa'daki bütün gerçek enternasyonalistlerin sayısının bir trenin tek vagonuna sığacak kadar az olduğunu söyleyecekti. Birinci Dünya Savaşı başladığında herkes bu savaşın, geçen on yılların diğer savaşları gibi, büyük ölçüde hızlı yaşanıp hızlı biteceğini zannetmişti. Öte yandan savaş bitmek bilmeyecekti adeta. Marx çok uzun yıllar önce, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi önünde bir pranga olduğu zaman, üretim biçiminin bir kriz ve devrim, başka bir ifadeyle bir çöküş evresine girdiğini ifade etmişti. Tarihin o güne dek gördüğü en büyük savaş ile üretici güçlerinin görülmemiş derecede yıkımı, bu dönemin gelmiş olduğunu gözler önüne seriyordu. Dahası kapitalizm devletin ve toplumun tek ve rakipsiz egemen gücü olarak saltanatını ilan etmişti. Dolayısıyla burjuva solunun kurumsallaşması da mümkün olmuştu. Sosyal demokrasi ve sendikalar, ihanetleriyle burjuvazinin kurumlarına dönüşmüşlerdi. Bilimsel sosyalizm savunusuyla tanınan İkinci Enternasyonal'in içindeki tek bilim insanı olan ve Zimmerwald Solu'nu destekleyen Hollandalı devrimci Anton Pannekoek, durumu 1917'nin başında yazdığı Üçüncü Enternasyonal isimli yazısında şöyle ifade edecekti: “İşçi sınıfı hareketi için tarihinde görülmemiş bir felaketin ortasındayız.” Fakat savaşın korkunçluğu uzayıp gittikçe, enternasyonalist devrimcilerin görüşleri işçi sınıfı içerisinde giderek etki kazanmaya başlamıştı. 1917'nin başında dahi, olacakları kimse beklemiyordu ama ortaya çıkmıştı ki proletarya savaştan bıkmış ve kapitalizmin kapısına dayanmıştı.

3. Uluslararası Devrimci Dalga ve Karşı-Devrim

Modern takvime göre 7 Mart, Rus takvimine göre ise 22 Şubat tarihinde, Petrograd'ın en büyük sanayi merkezi olan Putilov demir fabrikasında, patronların ücret artışı talep eden 20,000 işçiye lokavt uygulamaları sonucu tarihin gördüğü en büyük devrimci dalga başlayacaktı. Ertesi gün, 8 Mart Emekçi Kadınlar günü kutlamalarında kadın işçiler sokağa dökülüp fabrika fabrika gezerek on binlerce işçinin Putilov işçilerine katılmalarını sağlayacak, ilerleyen günlerde askerin karşılarına çıkacak ve onları da ayaklanan kitlenin saflarına çekeceklerdi. Ayaklanan kitlenin iki temel talebi, ekmek ve barıştı. On gün içinde, Rusya'da çarlık bitecekti. Fakat Çarlığın bitmesi kitlelerin isteklerine ulaşacakları anlamına gelmiyordu.

Şubat Devrimi sonrasının Rusya'sına 1905 Devrimi sonrası kurulan Duma'da güçlü partilerin kurduğu Geçici Hükümet egemen olacaktı. Geçici Hükümet'in başını çeken iki temel güç, liberal Anayasal Demokrat Parti (Kadetler) ile, içerisinde muhalif bir savaş karşıtı azınlık olsa da, büyük bir kısmı savaşı destekleyerek burjuvazinin saflarına geçmiş olan halkçı Sosyalist Devrimci Parti (Esar(SR)'lar) idi. Sosyalist Devrimci Parti, marksistlerin küçük-burjuva terörizmi adını verdiği romantik silahlı mücadeleci gelenekten geliyordu fakat artık özellikle köylülük arasında büyük güç kazanmış bir kitle partisiydi. Bunun haricinde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Menşevik kanadı da Geçici Hükümetin ufak bir ortağı olacaktı. Menşevikler, özellikle 1905'te sonra, aşamalı devrim tezinden yola çıkarak, Rusya'da bir burjuva demokratik devrim olması gerektiğini savunmuş ve böylesi bir devrimin doğal önderleri olarak gördükleri liberal Anayasal Demokrat Parti ile yakın çalışma yürütmüşlerdi. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, Menşevik Partisi'nin bir kısmı orduya katılırken, Menşevik lider Julius Martov'un başını çektiği bir kesim savaşa karşı çıkmıştı. Şubat devriminin ardından ise Menşevik Partisi'nin büyük çoğunluğu Geçici Hükümete katıldı ve devrimi savunmak adı altında savaşı destekledi. Martov'un sert eleştirilerine maruz kalsalar da, bu kanat artık egemendi ve açık açık devrimci savunmacılığı savunuyordu. Menşevik liderlerden Irakli Tseretelli ve Matyev Skobelev Geçici Hükümet'te bakanlık mertebesindeydiler ve onlar haricinde pek çok Menşevik muhtelif hükümet kurumlarında çalışıyordu. Bu Menşeviklerden bir tanesi de, Lenin'e yönelik bir tutuklama emrinin altına imza atacak Andrey Vyshinsky adlı genç ve başarılı bir avukattı. Öte yandan, Şubat Devrimi yalnızca Geçici Hükümetin iktidarını doğurmamıştı. Ayaklanan işçilerin de bir öz-örgütlülüğü ortaya çıkmıştı. Bu organın işçi Petrograd İşçi Konseyi, veya Sovyeti idi. Bu organ, ilerleyen aylarda Geçici Hükümete rakip bir iktidar merkezi olacak ve bu durum bir ikili iktidar durumu yaratacaktı. Bununla birlikte, başlangıçta Petrograd Sovyeti'nin içinde de Fyodor Dan ve Nikolai Çekidze gibi savaş yanlısı ve Geçici Hükümet'i destekleyen Menşevikler liderleri hakimdi, hatta hükümet yanlısı Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin etkisiyle, Sovyet'in Yürütme Komitesi Mart ayında greve çıkan işçileri açıktan açığa kınayacaktı.

Rusya'daki yeni durum, eski meselenin üzerine yeni bir sorun eklemişti: burjuva demokrasisi mi, proletarya diktatörlüğü mü? Şimdi savaşı ve hükümeti büyük bir şiddetle destekleyen Menşevikler arasında, Şubat Devrimi öncesinde daha ılımlı ve pasifist açılardan olsa da savaşa karşı çıkmış olanların sayısı az değildi – fakat burjuva demokrasisini destekledikleri için şimdi burjuva demokrasisinin sürdürdüğü savaşı da desteklemek zorundaydılar. Rusya'daki bütün siyasi eğilimlerin en radikali olan Bolşevikler dahi bu konuda tamamen net değildiler. Mart başlarında Sibirya'da sürgünden dönen Lev Kamanev, Joseph Stalin ve Matvei Muranov gibi Bolşevik liderler Petrograd Parti örgütünün başına geçince, Bolşeviklerle Menşeviklerlin ülke genelinde birleşmesinin yollarını aramaya başlayacaklardı ki Menşevikler de buna sıcak bakıyorlardı. Ancak Nisan başında Petrograd'a dönen Lenin'in müdahalesiyle Bolşevikler yine savaş-karşıtı ve radikal bir siyaset yürütmeye başlayacaklardı. Aslında sonraki süreçte Bolşevik Partisi'nin programı yerine geçecek olan Nisan Tezlerinde, Lenin yapılması gerekenler arasında şunları sayacaktı: “Geçici hükümet hiç bir şekilde desteklenmemelidir; bütün vaatlerin ve özellikle ilhaklardan vazgeçildiğine ilişkin vaatlerin tamamen yalan olduğu kanıtlarla gösterilmelidir. Bu hükümetten, kapitalistlerin hükümetinden, emperyalistliği bırakmasını 'talep etme' yerine -ki, bu, yığınlar arasına boş hayal tohumları serpmek olduğu için, kabul edilemez- hükümetin maskesinin düşürülmesi”, “İşçi vekilleri sovyetlerinin çoğunluğunda burjuvazinin etkisi altına düşmüş olan ve bu etkiyi proletaryaya yayan halkçı sosyalistlerden sosyalist-devrimcilerden de geçerek, [Menşeviklerin RSDİP'ndeki] Örgütlenme Komitesine (...) kadar, bütün küçük-burjuva oportünist unsurların bloku karşısında, partimizin azınlıkta olduğunun ve şimdilik zayıf bir azınlık oluşturduğununun bilinmesi. İşçi vekilleri sovyetlerinin mümkün olan tek devrimci hükümet olabileceğini, ve bu yüzden, bu hükümet burjuvazinin etkisinde kaldığı sürece, bizim görevimizin, yığınlara sabırla, yöntemle ve direşkenlikle taktiklerindeki yanılgıyı, bu yığınların pratik gereksinmelerini özellikle gözönünde tutarak açıklamaktan başka bir şey olamayacağını bu yığınlara anlatmak”, “Parlamenter bir cumhuriyet değil -çünkü işçi vekilleri sovyetlerinden sonra, buna dönmek, geriye bir adım olurdu- temelden doruğa kadar bütün ülkedeki işçiler, tarım ücretlileri ve köylü temsilcileri sovyetlerinin bir cumhuriyeti. Polisin, ordunun ve memurların kaldırılması”. Parti'nin görevleri arasında ise “Devrimci bir Enternasyonal, sosyal-şovenlere karşı ve 'merkez'e karşı bir Enternasyonal yaratılması girişimi' ve Parti'nin isminin değiştirilmesi vardı. 'Resmi önderleri ('Savaşı sonuna kadar sürdürme yanlısı' [ulusal savunma yanlısı] ve duraksayan 'Kautskiciler' olan resmi önderleri) bütün dünyada sosyalizme ihanet etmiş ve burjuvazinin yanına geçmiş olan 'sosyal-demokrasi' yerine, Komünist Partisi adı” alınmalıydı. Lenin'in bu görüşleri, Bolşevik Partisi içerisindeki Grigory Zinoviev ve Lev Kamanev gibi kimi unsurlar dahil resmi “marksistler”, “Lenin çıldırmış olmalı”, veya “Lenin anarşist oldu” diye yorumlayacaklardı. Öte yandan Lenin'in bütün iktidar sovyetlere noktasındaki bu görüşleri ilerki süreçte başta Bolşevik Partisi'nin Nikolai Bukharin, Alexandra Kollontai, Pavel Dybenko, Inessa Armand, Timofei Sapranov, Gabriel Myasnikov gibi daha radikal unsurları ve Troçki'nin Mahallelerarası örgütü olmak üzere ciddi bir kesimi etrafında toplayacaktı. Bolşeviklerin bu minvaldeki müdahalelerinin, Ekim 1917'de işçi konseylerinin iktidarı almasına katkısı az olmayacaktı.

kim Devrimi, hem dünya devrimci hareketini, hem de uluslararası sınıf hareketini muazzam bir biçimde etkiledi. Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler, asla tek bir ülkede iktidarı almalarının yeterli olacağını düşünmemişlerdi. Marks ve Engels'in günlerinden beri işçi hareketinin devrimci kesimi, her zaman proleter devrimin bir dünya devrimi olacağını savunmuştu. Bolşevikler de farklı değillerdi. Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler de Ekim devrimini bu devrimin, Rus işçi sınıfını ise dünya proletaryasının bir parçası olarak görüyor, ve eğer Rusya'daki devrim yayılmazsa kendilerinin de çok uzun yaşayamayacaklarını tahmin ediyorlardı. Ve Rusya'daki devrimle birlikte, dünya savaşını bir dünya devriminin izlemesi ihtimali bir hayli gerçek görünmeye başlamıştı. Ekim devriminin ardından bir yıl geçmeden, Alman ordusunda isyan başladı. Kitlesel grevlerle desteklenen ayaklanma Birinci Dünya Savaşı'nın da sonu olacaktı. Ekim Devrimi'nin etkisiyle, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ve dünyanın pek çok farklı yerinde, devrimci siyaseti savunanlar bir araya gelmekteydi. Dönemin devrimcilere tarihe tanıklık etmişlerdi: savaşı ve ihaneti, ardından ise devrimi görmüşlerdi. Bütün bu gelişmelerden sonuçlar çıkartılması gerekiyordu. Hollandalı Anton Pannekoek, daha Ekim devriminden önce, ortadaki meseleyi şu şekilde ifade etmişti: “Enternasyonal'in dünya savaşı yüzünden çöküşü yalnızca Enternasyonal hissiyatın milliyetçiliğin gücü karşısında teslim olması değildi. Aynı zamanda onlarca yıldır sosyal demokrasinin ve işçi sınıfı hareketinin bir parçası olmuş taktiklerin, mücadele yöntemlerinin, kısacası bütün düzenin çöküşü anlamına geliyordu. Kapitalizmin erken yükselişi döneminde ortaya çıkmış olup proletaryaya büyük hizmette bulunmuş bilgi ve taktikler, yeni emperyalist gelişim karşısında başarısız oldular.

İkinci Enternasyonal'in temel taktikleri ve mücadele yöntemleri sendikalizm ve parlamenterizmdi. Şimdi devrimci hareket tam da bunları sorgulamaya başlamıştı. 1918 sonunda Almanya Komünist Partisi'nin (KPD) kuruluş kongresinde delegelerin büyük çoğunluğu, seçimlere ajitasyon için dahi katılınmaması ve sendikaların içerisinde hiçbir çalışma yürütülmemesi kararı aldı. Bu görüşleri fazla aşırı bulan Rosa Lüksemburg bile kongrede sendikalara dair: “Sendikalar artık işçi sınıfı örgütleri değiller; devletin ve burjuva toplumun en sağlam muhafızları olmuşlar. Dolayısıyla buradan yola çıkarak sosyalizasyon mücadelesinin sendikaları yok etme mücadelesini içermesi gerekiyor. Bu konuda hepimiz hemfikiriz” diyecekti. Milli Meclise dair yazdığı bir makalede ise parlamenterizmle ilgili şunları söyleyecekti: “Mevcut proleter devrimden doğacak yeni sosyalist toplumsal düzenin, gerçek görevinin sınıfsal niteliğinin ve bu görevi yerine getireceği siyasi organın sınıfsal niteliğinin simgesi, kent ve kır proletaryasının temsiline dayanan işçi konseyidir. Milli Meclis, burjuva devrimlerinin eskimiş mirasıdır, boş bir kabuktur, 'birleşmiş bir halk' ve burjuva devletinin 'özgürlük, eşitlik, kardeşlik'çi olmasına yönelik küçük-burjuva yanılsamalar döneminin bir getirisidir. Bugün Milli Meclise dönmek, bilinçli veya bilinçsizce devrimi burjuva devrimler tarihsel çağına geri döndürmeye çalışmaktır; böylesi bir şeyi savunanlar ise ya burjuvazinin gizli ajanları, ya da küçük-burjuva ideolojisinin bilinçsiz sözcüleridir (...) Bahane yok, belirsizlik yok – ok yaydan çıkmalı. Dün parlamenter alçaklık bir zayıflıktı, bugün bir belirsizlik, yarın sosyalizme ihanet etmek olacak”. Almanya dışındaki ülkelerdeki devrimcilerin büyük çoğunluğu da benzer noktalara varacaklardı. Bolşevikler ise yeni dönemin belirli değişiklikler getirdiğini kabul etmekle birlikte, sendikalar içinde çalışma yapılabileceğini ve ajitasyon için devrimci parlamenterizm yapılabileceğini, fakat bu noktada bunların ikincil meseleler olduğunu, zira esas meselenin burjuva demokrasisi karşısında proletarya diktatörlüğünü, işçi konseylerinin iktidarı almasını savunmak olduğunu söyleyeceklerdi. 1919'un Mart ayında dünya genelindeki bu devrimci unsurlar Moskova'da bir araya gelerek Komünist Enternasyonal'i kurdular. Lenin kongrede sunduğu Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler'de söyle diyecekti: “Sovyet iktidarının gerçekleşmediği ülkelerde Komünist Partilerin temel görevi: 1. Geniş işçi sınıfı kitlelere burjuva demokrasisi ve parlamenterizm yerine gelmesi gereken yeni proleter demokrasinin siyasi ve pratik gerekliliğinin tarihsel anlamını açıklamak; 2. Sanayinin bütün kollarında, orduda ve donanmada, ve tarım işçileri ve ufak köylülük arasında işçi konseylerini inşa edip yaymaya çalışmak; 3. Konseylerde kendinden emin, bilinçli bir komünist çoğunluk kazanmak”.

Öte yandan Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi dahi belki de çok geçti. Almanya'da Spartaküs Haftası'nın ardından ciddi bir baskı dönemi başlamış, ve KPD'nin en önemli önderlerinden Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht katledilmişlerdi. Almanya'da karşı-devrim bizzat sosyal-demokrasinin eliyle gerçekleştiriliyordu. Sovyet Rusya ve Almanya arasındaki Brest-Litovsk anlaşmasının ardından Doğu Cephesi'nden dönen askerler, SPD tarafından paramiliter karşı devrimci milisler olarak örgütlenmeye teşvik ediyorlardı. Freikorps olarak bilinecek bu birlikler, Nazizmin de temelini oluşturacaklardı. Şüphesiz, burjuvazinin karşı devrimi, devrimci dalgayı bir hamlede bitirmeyi başaramayacaktı, fakat Komünist Enternasyonal'in 1920'nin yazındaki İkinci Kongresi gerçekleştirildiğinde devrimin başlangıçta umulduğu kadar çabuk bir zafer kazanamayacağı da gözler önüne serilmişti. Bolşevikler bu süre içerisinde Alman devrimini kurtarabilmek için Polonya'ya girmişlerdi, ve Kongre'de Kızıl Ordu'nun ilerlemesi günlük olarak büyük bir harita üzerinde delegelere gösteriliyordu. Bu arada bir yandan da Çarlık generallerinden Anayasal Demokratlara, Sosyal Devrimcilerden Menşeviklere ve emperyalist devletlerin askerlerine, Beyaz karşı-devrimcilerle iç savaş da devam etmekteydi. Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi, ilkinden çok daha etkileyici bir havada yapılmaktaydı. Herşeyden önce çok daha fazla ülkeden katılımcılar vardı. Kongrenin şiarı, baş düşman oportünizmdir idi. Bununla birlikte, bir özgüven manzarası resmeden bütün o etkileyiciliğin, heyecanın ve coşkunun altında artan bir çaresizlik hissi vardı. Bu çaresizlik de Bolşevikler içerisindeki en ileri görüşleri değil, en geri görüşleri ortaya çıkartıyordu. Devrimin yayılmasındaki başarısız görüntü karşısında, Bolşevikler Enternasyonal'in partilerini sendikalara ve seçimlere girmeye zorlayacaklardı. Zira Bolşevikler, çaresizliklerinde çözümü Avrupa'daki hareketin kitleselleşmesi olarak görüyorlardı, ancak kitleselleşen bir dünya komünist hareketi Bolşeviklerin giderek belirginleşen yalıtılmışlıklarına bir son verebileceğini düşünüyorlardı. Hareketin nasıl kitleselleşeceğine dair fikirleri ise, sosyal demokrasinin deneyimine dayanıyordu.

Öte yandan Komünist Enternasyonal'in bütün üyeleri, kendilerine dayatılan politikaları kabullenmeye hazır değillerdi. İtalyan Komünist Amadeo Bordiga, 2. Kongre'ye sunduğu Parlamenterizm Üzerine Tezler'de şöyle diyecekti: “[H]areketin esas sorununun iktidarın proletarya tarafından devrimci fethi haline geldiği mevcut durumda, Partinin her politik etkinliği bu hedefe adanmalıdır. Karşıt partilerin her çatışmasının, iktidarın ele geçirilmesi için verilen her kavganın, demokratik mekanizma çerçevesinde, seçim kampanyalarında ve parlamento tartışmalarında oynanması gerektiğine insanları ikna etmeye çalışan yalan ile yani burjuva yalanı ile tam ve kesin bir biçimde kopmak gerekmektedir. Burjuva sınıfı ile yan yana çalışarak, işçileri seçimlere katılmaya çağıran geleneksel yöntemi, proletaryanın sömürücüleriyle aynı parlamenter zeminde belirdiği gösteriyi tam olarak yadsımadan bu hedefe ulaşmak mümkün olmayacaktır (...) Komünist Partiler devrimci marksist yöntemin propagandasını yaparken, çabalarını doğrudan proletarya diktatörlüğü ve işçi konseyleri üzerinden temellendirmez ve burjuva demokrasisi ile tüm bağlarını koparmazlarsa asla tam bir başarı sağlayamazlar.” İngiliz komünist Sylvia Pankurst'ün başını çektiği İngiliz delegeler de kongrede özellikle İngiliz İşçi Partisi'ne katılma fikrine ve parlamenterizme karşı çıkacaklardı. Amerikalı komünist John Reed'in başını çektiği ve İngiliz, Amerikan, Hollandalı, İrlandalı, İspanyol, Hindu ve kimi Fransız delegelerin çektiği grup ise gerici sendikalar içerisinde çalışma yürütülmesi ve sendikaların yıkılması sloganının reddedilmesine karşı çıkacaktı ve Reed kongreye dair yazdığı yazıda açık açık “Bu tezler önümüzdeki kongrede değiştirilmelidirler” diyecekti. Kolonilerde ve geri kalmış ülkelerde milli-demokratik burjuva hareketlerin desteklenmesine yönelik tezlere karşı çıkanların sözcülüğünü ise, İran delegesi Avetis Sultanzade yapacaktı: “Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı saf bir komünist hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir”. Komintern desteği alan Türkiye'de Kemalistlerin, Çin'de ise Çan Kay Şek ve adamlarının komünist işçilere karşı girişeceği katliamlar, Sultanzade'nin ne denli haklı olduğunun bir kanıtı olacaktı. Komünist Enternasyonal'in partilerindeki devrimci militanların ciddi bir kesimi, Bolşeviklerin Enternasyonal'e dayattıkları bu yönelimlerin, Enternasyonal'in içerisinde oportünist eğilimlerin kök salmaya başladığının bir göstergesi olarak görüyordu. Lenin'in kapıdan kovulan sosyal-demokrat politikaların bu şekilde bacadan içeri alınmasına karşı çıkan komünistlere karşı yazdığı Sol-Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı'na dair Hollandalı Anton Pannekoek: “Önemi içeriğinde değil yazarındadır, zira içindeki argümanlar aslında özgün değiller ve büyük ölçüde başkalarınca kullanılmışlar. Yeni olan, şimdi bu argümanları kullananın Lenin olması” diyecekti. Öte yandan, bu değişiklikler kimi unsurların da bir hayli işine gelmekteydi.

Devrim yalıtıldıkça bu eğilimler daha da şiddetlenecekti. Dahası, Rusya'nın içerisinde de durum iyiye gitmiyordu. Daha 1918'de, Rus sol komünistlerinin yayın organında şu kehanetvari uyarı yapılacaktı: “Eğer sopa işçiye kaldırılırsa, kendisini ya başka bir sınıfın etkisi altında ya da sovyet iktidarını elinde tutan başka bir toplumsal gücün ellerinde bulacaktır; o zaman sovyet iktidara proletaryaya karşı başka bir sınıftan (misal köylülük) destek arayacaktır ve böylelikle proletarya diktatörlüğünü yok edecektir. Sosyalizm ve sosyalist örgütlenme ya proletaryanın kendisi tarafından kurulur, ya da hiç kurulmaz; onun kurulan başka bir şey olur: devlet kapitalizmi”. 1921'de o sopa Petrograd ve Kronstadt'ta işçiye kaldırılacak, son nefeslerinde “Yaşasın dünya devrimi” ve hatta “Yaşasın Komünist Enternasyonal” diye bağıran proleterler, Troçki'nin deyimiyle “keklik gibi vurulacaklardı”. Sol komünistler 1918'de devlet kapitalizmi tehlikesine karşı uyarılar yaptıklarında, devlet kapitalizminin iyi bir şey olacağını söyleyen Lenin de, 1922'ye gelindiğinde işlerin istediği gibi gitmediğini fark edecekti. Partinin 11. Kongresinde Lenin şöyle diyordu: “Siz komünistler, siz işçiler, siz proletaryanın devlet yönetimini üzerine almış siyaseten aydınlanmış kesimi, ellerinize aldığınız devleti öyle ayarlamalısınız ki istediğiniz gibi işlemeli (...) İstediğimiz gibi işledi mi? Hayır. Fakat istediğimiz gibi işlemediğini kabul etmeyi reddediyoruz. Nasıl işledi? Makina kendisini kullanan ele itaat etmeyi reddetti. Şoförün değil, bir başkasının istediği yere giden bir araba gibi; sanki onu gizemli, kanunsuz bir el, kim bilir belki bir vurguncunun hatta belki de bir özel kapitalistin, ya da ikisinin de eli kullanıyor. Her halükarda, araba direksiyondakinin istediği doğrultuda gitmiyor, ve sıklıkla bambaşka yönlere gidiyor”. Rus devleti, ülkedeki bütün bürokratik ve burjuva unsurların en elverişli yuvasına dönüşmekteydi. Parti ile devletin bu denli iç içe geçmeleri partiyi de zehirliyordu – Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nde hakim olan oportünizm ise ilerleyen yıllarda Enternasyonal'i Rus dış politikasının bir aracına dönüştürecekti. En nihayetinde, marksizmin, Bolşevik Partisi'nin, Ekim Devrimi'nin ve Komünist Enternasyonal'in savunmuş olduğu herşeye karşı olarak, 1925'te Rus partisinin ve Sovyet Rusya'nın temel programı olarak, dünya devriminin yerine Joseph Stalin'in ortaya attığı tek ülkede sosyalizm kabul edildi. Proletaryanın programı çöpe atılmış, karşı-devrim galip gelmişti.

Gerdûn

Yazının 2. kısmı: https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201207/401/burjuva-solu-nedir-2

Tags: 

Rubric: 

Burjuva Solu

Burjuva Solu Nedir? (2)

Yazının 1. kısmı: https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201207/400/burjuva-solu-nedir-1

4. Karşı Devrimden İkinci Dünya Savaşına Burjuva Solu

Rus karşı devriminin gelişiminin dünya komünist hareketine etkileri adım adım geldi. İlkin, birleşik cephe politikasıyla sosyal demokrat partilerle işbirliğine kapı açılmıştı. Her ne kadar birleşik cephe politikasının formülasyonları, komünistlerin sosyal demokrat partilerle birleşik cepheler oluşturmaya çalışırken esasında bu yapıların reformist önderleri gözden düşüreceği gibi fikirler içerseler de, nihayetinde komünist militanlara, sosyal demokrat cellatlarıyla birlik aramaları salık veriliyordu. Bu politika sonucu kimi Avrupa ülkelerinde, komünistler kimi sosyal demokratlarla birleşecek veya sosyal demokratlarla işçi hükümetleri kuracaklardı. 1924 ve 1925 senelerinde Komünist Enternasyonal'de bolşevizasyon ismi verilen politika uygulandı: bu politikanın amacı, enternasyonal içerisinde gerçek bir tartışma olmasına, etkin olarak son vermekti. Komünist Enternasyonal'in partileri Moskova'nın emirleri dışında hiçbir görüş sahibi olmayacak yapılar haline getiriliyorlar, bütün farklı teorik fikirler kınanıyor ve kovuşturuluyordu. Komintern yönetiminin savaştığı hayaletler arasında, Lüksemburgizm dahi vardı ki bu Rosa Lüksemburg'un katli Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongre'sine damgasını vurmuştu. Bu politikanın ardından, esasında Enternasyonal Moskova'nın bir uzvuna dönüşmüştü. Fakat Moskova'nın bir uzvu olmak yeterli değildi. Moskova'ya hizmet edebilmek için, bu partilerin kendi ülkelerindeki milli burjuvazinin çıkarlarıyla da belirli bir uyum sağlamaları gerekiyordu. Lenin ve yoldaşlarının baş düşman ilan ettiği yurtseverlik, Lenin'in takipçisi olduğunu söylenenlerce bayraklaştırılacaktı.

Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı sırasında özellikle Stalinizmin söylem ve eylemleri, günümüze kadarki burjuva solunun önemli bir kısmını oluşturacaktı. Stalin, 1936'da Scripps-Howard Gazeteleri'nin Başkanı olan Roy Howard'a verdiği röportajda şöyle bir diyalog yaşayacaktı: “Howard: Bu ifadenizden Sovyetler Birliğinin dünya devrimini getirme plan ve niyetlerinden vazgeçtiğini mi anlamalıyız? Stalin: Asla böyle plan veya niyetlerimiz olmadı. Howard: Takdir edersiniz ki Bay Stalin, dünyanın büyük bir çoğu uzun süre farklı bir izlenime sahipti. Stalin: Bu bir yanlış anlaşılmanın sonucudur. Howard: Trajik bir yanlış anlaşılma mı? Stalin: Hayır, komik, ya da belki trajikomik bir yanlış anlaşılma.” 30'lar boyunca Avrupa'daki Stalinist partiler, kah Nazilerle, kah sosyal-demokratlarla, kah liberallerle ortaklaşacaklardı. 7 Kasım 1941'de Kızıl Meydan'da yaptığı konuşmada Stalin “Büyük atalarımızın – Alexander Nevsky'nin, Mikhail Kutuzov'un -- kahramanca imgeleri bu savaşta size ilham versin” diyecekti. Nevsky Rus Ortodox Kilisesinin Aziz ilan ettiği bir Prens, Kutuzov ise bir Çarlık generaliydi. Rusya'nın savaştan önce Nazilerle anlaşarak Polonya'yı bölüşmesi, savaşın sonunda Stalin'in ordularının Doğu Avrupa'yı işgali, Rusya'nın emperyalist bir devlet olduğuna şüphe bırakmayacaktı. Stalin, Kızıl Ordu'nun işgal ettiği yerlerde kadınlara tecavüz ediyor olmasını eleştiren bir Yugoslav partizan liderine yanıt olarak “Kandan, ateşten ve ölümden binlerce kilometre geçmiş bir askerin bir kadınla biraz eğlenmesini anlayamıyor muymuş1 diyerek, esasında Kızıl Ordu ile öteki emperyalist devletlerin orduları arasında hiçbir fark olmadığını ortaya koyacaktı. Savaş boyunca, Tito'dan Enver Hoca'ya, Mao'dan Togliatti'ye, Thorez'den Zachariadis'e bütün Stalinist şefler, ulusun kurtuluşu ve demokrasinin korunumu için düşmana karşı vatanı kurtarma savaşına girilmesini savunacaklar, destekçileri ellerinde milli bayraklar, ağızlarında milli marşlar, işgalci düşmana karşı romantik milliyetçi bir şekilde savaşacaklardı. Ve bütün bu siyasetler, tıpkı 1. Dünya Savaşı'nda sosyal demokrasinin yaptığı gibi işçilerin vatan ve demokrasi uğruna – yani burjuvazinin çıkarları uğruna canlarını vermeleri anlamına gelecekti.

Dönemin komünist hareketi içerisinde çok koyun vardı belki, ama hareketin tamamı bir koyun sürüsünden ibaret değildi. Resmi komünist hareketten ilk ciddi kopma, Almanya'da oportünist Clara Zetkin ve Paul Levi liderliğinin, partide çoğunluk olmalarına rağmen bürokratik manevralarla partiden attığı radikal militanların kurduğu Almanya Komünist İşçi Partisi (KAPD) dünya genelindeki destekçilerinden gelecekti. Spartaküs Birliği'nin Karl Schröder ve Jan Appel gibi militanlarının başını çektiği KAPD, teorik olarak aralarında Anton Pannekoek ve Lenin'in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabına Yoldaş Lenin'e Açık Mektup başlıklı yanıtı yazan Herman Gorter olan Hollanda'lı marksistlerce desteklenmekteydi. Ayrıca İngiltere'de Sylvia Pankhurst'un başını çektiği devrimci komünistler ve Bulgaristan, Belçika ve Rusya'daki kimi gruplar KAPD'a yakın görüşlerdeydi. KAPD aslında KPD'den atıldıktan sonra Komünist Enternasyonal'e başvurmuş ve kongrelerine delegeler göndermişti. Öte yandan Komünist Enternasyonal'in politikaları gittikçe sağa kaydıkça, KAPD'ın böylesi bir ilişki içerisinde olması imkansız hale gelecekti. 1923'te, KAPD'te Berlin Eğilimi ve Essen Eğilimi adları altında bir ayrışma yaşandı: Berlin Eğilimi'nin önemli simaları arasında Jan Appel, Essen Eğilimi'nin başını çekenler arasında ise Karl Schröder vardı. Pannekoek, bu dönemde siyaseten çok faal olmasa da Berlin eğilimine daha fazla sempati duyuyordu; Gorter ise Essen Eğilimini bizzat destekliyordu. Ayrışmanın konusu ise yeni bir Enternasyonal'in kurulup kurulamayacağı idi. Essen Eğilimi yeni bir Enternasyonal'in kurulması gerektiğini düşünüyordu, ve buradan Komünist İşçiler Enternasyonali doğacaktı. Gorter'in, Lenin'in kitapçığına cevap verdiği ve parlamenterizm ve sendikalizm konusunda Avrupa'lı komünistlere dayatılan taktiklere karşı çıktığı Açık Mektup'unda, her ne kadar Ekim Devrimi'ni proleter bir devrim olarak hala sahiplense de, temel argümanlardan biri, Rusya koşulları ile Avrupa koşullarının farklılığı, bu yüzden Rus koşullarının Avrupa'ya uygulanmasının hatalı olacağıydı. Bu argüman, özellikle savaş öncesi dönemde Rusya'da uygulanmış taktikler ve dönemin Avrupa'sı kıyaslandığında belirgin haklılık noktalarına sahip olsa da, esasında zayıf yönleri ağır basan bir argümandı, zira Rus devrimi bir şey gösterdiyse o da parlamentolar ve sendikaların devrimle, en azından pek de bir alakası olmadığını ortaya koymaktı. 1923'e gelindiğinde, Gorter bu pozisyonları daha ileri götürmüştü. 1923'te yazdığı Dünya Devrimi başlıklı makalesinde Gorter şöyle diyecekti: “Rus devrimi büyük ölçüde bir burjuva-demokratik devrim olma özelliği taşıyordu, bugün yalnızca kapitalist bir devrimdir. Kısmen proleter, kısmen demokratik-kapitalist olduğu için Rus Devrimi ikili bir nitelik taşıyor ve dünya proletaryası için devasa bir yeni ışık kaynağı oldu (...) Bolşeviklerin hatası almak durumunda kaldıkları burjuva demokratik önlemlerde değil. Hata Bolşeviklerin Avrupa ve Amerika proletaryalarına uygun gördükleri program ve eylem reçetesinde, zira böylelikle dünya proleter devriminin yolunu tıkamaya ve dünya kapitalizminin inşaasının mümkün kılmaya çalıştılar. Böylelikle Bolşevikler hedeflerinin Rus komünizmini değil Rus demokratik cumhuriyetini inşa etmek olduğunu... köylüleri izlediklerini ve kapitalist köylü devrimini proleter devrimden üste koyduklarını... proletaryayla değil burjuva kapitalist demokrasiyle ortaklaştıklarını gösterdiler (...) İkinci Enternasyonal'in karşı-devrimci olduğunu kanıtlamak lüzumsuz, ve Üçüncü Enternasyonal'in karşı devrimci olduğunu gösterdik.” Her ne kadar KAPD'ın Berlin Eğilimi bu noktada böylesi görüşler savunuyor olmasa da, Alman komünist solu nihayetinde böylesi görüşleri benimseyecek, ve yıllar geçip Stalinist karşı devrim iyice etkisini gösterdikçe bu görüşler ancak daha da güçlenecekti. Bununla birlikte temel devrimci görüşlerin savunusu ve sınıf içgüdülerinden yola çıkan bu görüşler, bir ilk olmaları nedeniyle hem anlamlı hem de önemli olmakla birlikte, ciddi zayıflıklar barındırıyorlardı. Rusya'da olan devrime dair tanım, kısa süre içerisinde Rusya'da olabilmesi mümkün olan tek devrim olarak görülmeye başlayacaktı, ki bu da Menşeviklerinkine çok da uzak olmayan bir aşamacı yaklaşım getirecekti. Bununla birlikte, böylesi görüşleri netçe ifade ettiklerinde artık konsey komünistleri olarak adlandırılmakta olan Alman sol komünistlerinin aşamacı eğilimleri, onları hiçbir zaman Menşevikler gibi burjuvazinin saflarına götürmeyecekti. İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte de, savaşın kendisi esnasında da, Alman komünist solu proletarya enternasyonalizmine ihanet etmeyecek, emperyalist savaşa karşı uzlaşmaz sınıf savaşını savunacaklardı.

Komünist Enternasyonal'in ve Rusya'nın bu yönelimlerine karşı çıkan eğilimlerden bir diğeri, ve belki dünya genelinde en yaygını sol muhalefetti. 1923'te Rusya'da başlayan ve Bolşevik Partisi'nin pek çok önemli militanını kapsayan bu hareketin en önemli ismi, Ekim Devrimi'nin en önemli mimarlarından Leon Troçki'ydi. Bu tarihte temelde Stalin-Zinoviev-Kamanev üçlüsünün ortak iktidarına karşı kurulan bu muhalefet hareketine, 1925'te üçlü iktidarın bozulması ve tek ülkede sosyalizmin kabulünün ardından bunu kabul edilemez bulan Zinoviev ve Kamanev de katılacaklardı. Troçki'nin başını çektiği sol muhalefet hareketi, dünya genelindeki komünist partilerin büyük çoğunda, pek çok durumda da parti kurucuları arasında ciddi bir etkinlik kazanacaktı. Stalinistler, Troçki'ye en ufak bir sempati besleyenleri dahi partilerden atacaklardı. Özellikle 20'lerin ikinci yarısında bu muhalefet Rusya'da ciddi baskılara maruz kalmaya başladı. 1929'da Troçki Rusya'dan sürgün edildiğinde, Rus muhalefeti ya büyük ölçüde hapisteydi, ya da rejime teslim olmuştu. 1930'larda, karşı-devrimci Stalinist rejim, yalnızca Troçki'nin yandaşlarını değil, Gabriel Myasnikov ve Timofei Sapranov gibi işçi-bolşeviklerin daha radikal sol komünist gruplarını da, Bukharin'in başını çektiği sağ komünistleri de, hatta eski partili olup parti içerisinde kendisinden saf tutmuş binlerce kişiyi de göstermelik mahkemelerde yargılayıp katledecekti. Bolşevik saflarda Ekim devrimine katılmış binlerce militan Stalinist karşı devrimce katledilirken, Stalin mahkemeleri yönetme onurunu Andrey Vyshinsky adlı, iç savaş bitene kadar Menşevik Partisi saflarında kalmış ve zamanında Lenin için bir tutuklama emri çıkartmış bir kişiye verecekti. Troçki'nin yurt dışına çıkmasıyla, kendisine esasında bir yafta olarak verilen Troçkizm ismini daha da bir taşımaya başlayacak olan uluslararası sol muhalefet, Troçki'nin Ekim Devrimi'ndeki rolünden kaynaklı karizması sayesinde, Stalinizme muhalif hiçbir komünist hareketin kazanmadığı bir güç elde edecekti. Öte yandan Troçkist hareketin kimi hastalıkları vardı. Troçki Ekim Devrimi sonrasındaki yıllarda Enternasyonal'in en önemli isimlerinden biri olmuştu, ve Leninizme gerçekten sadık kalanın kendisi olduğunu kanıtlamak için Lenin döneminde yapılmış herşeyi sahipleniyordu. Bu sahiplenilenler arasında, milli-burjuva hareketleri desteklemek, sosyal demokrasiyi reformist işçi hareketi olarak görmek ve birleşik cepheleri savunmak gibi oportünist yaklaşımlar vardı. Troçki, Stalinistlerin halk cephesi formülasyonuna, aleni burjuva partilerle aynı cephede bir araya gelinmesini savundukları için karşı çıkacaktı; fakat sosyal demokrat partilerin de artık aleni burjuva partiler olduğu göz önünde bulunursa, birleşik cephe ile halk cephesi formülasyonları arasında içeriksel bir farklılık yoktu. Bunların yanı sıra, Troçki her ne kadar olası bir İkinci Dünya Savaşı zaferinin Rusya'daki toplumsal ilişkileri değiştireceğini söylese de, Rusya'yı sonuna kadar yozlaşmış bir işçi devleti olarak görecekti. Dahası Geçiş Programı ve Proleter Askeri Politika gibi formülasyonlar, çok ciddi tehlikeler barındırıyorlardı. Bütün bunlar, Troçki'nin olası bir Dünya Savaşı'nda taraflardan birini destekleyebileceği ihtimali olduğunu göstermektedir. Buna rağmen Troçki'nin eşi Natalia Sedova, 1940'ta Stalin'in ajanı Ramon Merceder tarafından öldürülmeden kısa bir süre önce Troçki'nin savaşa dair enternasyonalist bir tutum almaya çalıştığını söylemiştir, ki Troçki'nin kimi son dönem yazılarında böylesi bir tavra işaret eden yerler de görürüz. Troçki'nin kaleme aldığı Dördüncü Enternasyonal'in Emperyalist Savaş ve Proleter Dünya Devrimi Manifestosu'nda şöyle bir ifade vardır: 'Fakat mevcut koşullarda işçi sınıfı Alman faşizmine karşı mücadelede demokrasileri desteklemek durumunda değil mi?' Proletaryayı burjuvazinin şu veya bu kesiminin destek aracı olarak gören geniş küçük-burjuva çevrelerce sorun hep bu şekilde ortaya konuluyor. Bu politikayı öfkeyle reddediyoruz. Şüphesiz burjuva toplumdaki siyasi rejimler arasında, bir trenin farklı vagonları arasında olduğu gibi komfor farklılıkları vardır. Fakat bütün tren cehenneme doğru yol alıyorsa, çürüyen demokrasi ve cani faşizm arasındaki fark bütün kapitalist düzenin çöküntüsü karşısında ortadan kaybolur.” Öte yandan eğer ömrü yetseydi Troçki savaşı destekleyerek enternasyonalizme ihanet eder miydi bilmeyiz, ama onun oportünist politikaları savaşta destekçilerinin çok büyük bir kısmını ihanet etmeye götürmüş, tam bir dağılma yaşayan Troçkist grupların İkinci Dünya Savaşı'nda desteklemedikleri grup kalmamış ve Troçkizm böylelikle karşı devrimci saflara geçmiştir. Meksika-İspanya'da Grandizo Munis'in başını çektiği ve Natalia Sedova'nın yakın olduğu eğilim, Yunanistan'da Agis Stinas'ın örgütü, Çin'de Japonya-Çin savaşında başından beri enternasyonalist bir tutum alarak savaşa karşı çıkan Zheng Chaolin gibi kimi devrimciler ise Troçkist hareketten koparak devrimci saflarda kalmışlardır. 2. Dünya Savaşı sonrasında Troçkizme baktığımızda ise, günümüze kadar dünyanın dört bir tarafında gerçekleşen bütün emperyalist savaşlarda şu ya da bu tarafı desteklememiş bir Troçkist yapı bulmak neredeyse imkansız olacaktır.

Karşı-devrimci dönemin gündelik siyasetine dair en net yaklaşımları geliştiren kesim, Komünist Enternasyonal içerisinde en önde gelen temsilcisi Amadeo Bordiga olan İtalyan komünist soluydu. Bordiga, Enternasyonal'in içerisinde Troçki'ye karşı yapılan karalama kampanyaları esnasında Troçki'ye arka çıkmış, dahası Komünist Enternasyonal içerisinde Stalin'in yüzüne devrimin mezar kazıcısı diyip, olayı anlatacak kadar yaşayan son kişi olmuştu; fakat Troçkist hareketin oportünizmi İtalyan komünist solu ile Troçki'nin takipçileri arasında uzun erimli bir ortak çalışmayı imkansız kıldı. Bordiga, 1930'da İtalya Komünist Partisi'nden Stalinistlerce atıldıktan 1943'e kadar faal siyasi çalışma içerisinde yer almayacaktı, fakat İtalyan komünist solunun militanlarının geri kalanları faaliyeti, büyük ölçüde sürgünde de olsa, sürdürmeye devam ettiler. Fraksiyon ismi altında örgütlenen İtalyan solu, Fransa'da, Belçika'da, ABD'de ve İspanya'da mevcut olacak, Meksika'dan destekçiler kazanacak ve en nihayetinde Belçika'lı unsurların oluşturduğu bir yapıyı Belçika fraksiyonu olarak bünyesine katıp Uluslararası Komünist Solu kuracaktı. İtalyan komünist solunun belirli noktalarda net sonuçlara varması zaman alacaktı. 1930'ların başında, hala Rusya'da bir işçi devleti olduğundan bahsediyorlardı, fakat bu devlet “dünya kapitalist düzenine eklemlenmekteydi”. Rusya'da hakim olan eğilim merkezcilik olarak tanımlanıyordu, fakat emperyalist savaşa yaklaşırken bu merkezci eğilim proletaryanın çıkarlarına ihanet edeceği bekleniyordu. Bununla birlikte, İtalyan komünist solu, Japonya-Çin savaşı üzerinden, milli meseleye dair Rosa Lüksemburg'un ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi karşıtı görüşlerini benimsediler. Bununla birlikte, İtalyan komünist solunu en net çıkarımlarını yapmaya iten, halk cephesi ve anti-faşizm konuları olacaktı. İtalyan komünist soluna göre, Almanya'da ve İtalya'daki eğilim, faşizmin demokrasinin bir çocuğu olduğunu göstermişti. Sosyal demokrasi, proleter mücadeleyi (Almanya'da fiziksel, İtalya'da ideolojik olarak) bastırarak karşı-devrimci görevini gerçekleştirdikten sonra artık iktidarda kalması mümkün olmayacaktı – karşı devrimci süreç, sosyal demokrasinin başladığı işin bitirilmesi için faşizme yol vermesini gerektiriyordu. İtalyan komünist soluna göre faşizme karşı yapılması gereken düşmanla ortaklaşmak değil, sınıf mücadelesini yükseltmekti. Bununla birlikte, İtalyan komünist solu, dönemi karşı-devrimin egemen olduğu bir dönem, muhalif Bolşevik Victor Serge'in ifadesiyle “yüzyılın gece yarısı” olarak görüyordu. Buradan yola çıkarak da anti-faşist halk cepheleri ve birleşik cephelerin faşizmle birlikte, 1. Dünya Savaşı benzeri bir savaş için işçi sınıfını seferber etmekte olduğunu görüyordu. İtalyan komünist soluna göre: “Halk Cephesi, yalnızca kapitalist hükmün bir biçimini, burjuvazinin çıkarlarına en uygun biçimini temsil edebilir. İşçi mücadelelerini kolaylaştırmak bir yana, iktidara gelir gelmez, hatta gelmeden önce ilk işi işçiye zulmetmek olacaktır”. İtalyan komünist solunun, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provası olarak gördüğü İspanyol İç Savaşı'nda yaşananlar, işçilerin burjuva Halk Cephesi hükümetine karşı ayaklanması ve Halk Cephesi'nin anarko-sendikalist CNT önderliği ve anti-Stalinist POUM gibi daha sonra Stalinistler tarafından katledilecek radikal unsurlarının işçileri silah bırakmaya çağırması, İtalyan solunun bu konudaki haklılığını gösterecekti. İspanya'da Halk Cephesi, iktidarı Franco'ya teslim etmeden önce, işçi sınıfının bütün direncini bastıracaktı. İtalyan komünist solu, geleneksel olarak, dönüştürücü bir biçimde olmasa da içerisinde çalışma yapılabileceğini düşündüğü sendikalar konusunda da eski görüşlerini tartışmaya başlayacaktı. İtalyan fraksiyonunun kurucularından olan Luciano Stefanini 1938'de şöyle yazacaktı: “Bugün mesele marksistlerin sendikalar içerisinde sağlıklı bir faaliyet geliştirebileceklerini sorusu değil, bu organların kesin bir biçimde düşman saflarına geçtiği ve onları dönüştürmenin mümkün olmadığı sorunudur (...) Dolayısıyla mesele – temelde dışarıdan olmak üzere – kapitalizme karşı bir proleter mücadele ihtimalinin mevcut sendikalar dahil her tür kapitalist baskı biçiminden koparak mümkün olacağını işçilere netçe anlatmaktır.

Stalinist partilerin dünyanın her yerindeki burjuva politikaları ve yaklaşan dünya savaşı, İtalyan komünist solunun Rusya'daki durumu tahlil etmeye yönelik detaylı bir çalışma yapmasını zorunlu kıldı. Alman komünist solunun aksine, İtalyan komünist solu Rusya'daki devrimi yarı-proleter, yarı-burjuva bir ikili devrim olarak değil, proleter bir devrim olarak görüyordu. Dolayısıyla yozlaşma ancak dışarıdan, yani kapitalist unsurlardan ve Komünist Enternasyonal'in ölümünden kaynaklanmış olabilirdi. Bununla birlikte, 20'lerde Alman komünist solunu anarko-sendikalist bir eğilim olarak görme yaklaşımının yerine, şimdi İtalyan komünist solu bu akımı yozlaşmaya ilk karşı çıkan akım olarak görüyordu. Öte yandan, İtalyan komünist solu, buna ek olarak geçen yüzyıla dair bir kapitalizm formülasyonunu koruyarak kapitalizmin özel sermaye demek olduğunu düşünüyordu. Buradan yola çıkarak, Rusya'daki devlet, proleter bir devlet olarak tanımlanıyordu. Öte yandan İtalyan komünist solunun komünizme geçiş döneminde devlete dair yaptığı çalışmalardan, Engels'in “devlet, proletaryaya miras kalmış bir vebadır” yaklaşımından yola çıkarak, “proletaryanın devlete dair neredeyse içgüdüsel bir güvensizliği” olması gerektiğini ifade edecekti. Devlet “proleter sıfatına sahip de olsa, bir zor aracı olarak kalacak, komünist programın uygulanmasına her daim karşı olacaktı”. 1939'da İtalyan komünist solunun önde gelen militanlarından Ottorino Perrone “devlet sanayisi burjuva özel mülkiyet rejiminin yeniden getirildiği vurgulanmadan da pekala devlet kapitalizmine, işçi sınıfının vahşi bir yadsımasına dönüşebilir” diyecekti. Dahası İtalyan komünist soluna göre, Stalinist Rusya'da sermaye birikimi gerçekleştiriliyor ve buna sosyalizasyon ismi veriliyordu ki bu canavarca bir politikaydı. Nihayetinde bu genel hatlarıyla çelişkili pozisyondan İtalyan komünist solunun çıkarttığı sonuç, olası bir dünya savaşı durumunda Rus devletinin savunulamayacağı idi.

Fakat İtalyan komünist solu genel olarak yönelimin emperyalist savaş olduğunu kavramış olsa da 1939'da patlak veren savaş hareketi gafil avlayacak ve hareket, görüşleri net olsa da örgütlü bir müdahale geliştirmede başarılı olamayacaktı – dahası savaşla baskıların artması, pek çok önemli militanın hayatına malolacak veya onların hapislere ya da toplama kamplarına gönderilerek pratik faaliyetten uzaklaşmalarına neden olacaktı. Hareketin en ünlü militanı Ottorino Perrone, fraksiyonun dağılması gerektiğini ilan edecek, bu da harekete ciddi bir dalga vuracaktı. Hareketinin faaliyetlerini yeniden ateşleyen, İtalyan komünist solunun çocukluğunda Ekim devrimine tanıklık etmiş Moldovya doğumlu bir militanı olan Marc Chirik'in başını çektiği bir hücresi olacaktı. Nihayetinde Perrone'nin istediği olmayacak, 1942'de Fransa'nın güneyinde Uluslararası Komünist Sol'un Fransız Hücresi adını alan bu militanlar, bir yandan savaşa karşı net bir çalışma içine girerken, diğer yandan İtalyan fraksiyonunun Fransa ve Belçika'daki unsurlarıyla yeniden irtibatı sağlayacaktı. Fraksiyonun Fransız hücresi temel ilkeler bildirgesinde şöyle diyecekti: “Uluslararası burjuvazinin aracı olan Sovyet devletinin karşı-devrimci bir işlevi vardır. Ekim'in kazanımlarından kalanları savunmak uğruna SSCB'nin savunusu fikri reddedilmeli ve yerine burjuvazinin Stalinist ajanlarına karşı uzlaşmaş bir mücadele konulmalıdır (...) Demokrasi ve faşizm, burjuva diktatörlüğünün belirli bir anda burjuvazinin iktisadi ve siyasi ihtiyaçlarına tekabül eden iki farklı suretidir. Dolayısıyla kapitalist devleti yıktıktan sonra kendi diktatörlüğünü kurması gereken işçi sınıfı, bu suretlerden herhangi biriyle ittifak yapamaz.” 1944'e gelindiğinde, İtalyan komünist solu içerisinde de çoğunluk Rusya'ya dair böylesi görüşleri savunmaktaydı: “Rus devleti savaşı doğru gidişata, yalnızca proletaryayı bastırmaktaki karşı devrimci işlevinden dolayı değil, aynı zamanda kendi kapitalist doğasından, yani hammadde kaynaklarını korumak ihtiyacından ve dünya pazarında artı değeri gerçekleştireceği bir yer bulma zorunluluğundan, iktisadi etki alanlarını arttırma ve ulaşım yollarını garanti altına alma isteği ve ihtiyacından dolayı da katıldı.” Bu görüşlerin gelişiminde, Alman komünist solunun düşüncelerinin eleştirel bir biçimde ama ciddi olarak değerlendirilmesinin, ve bu gelenekten gelen devrimcilerle tartışmaların da payı vardı. 1944'te, Marsilya'daki hücre bu şehirde güçlenmiş ve Paris ve Kuzey Fransa'da da örgütlenmeyi başarmıştı ve bu gelişmelerin sonucu olarak Komünist Sol'un Fransız Fraksiyonu kurularak İtalyan ve Belçika fraksiyonları arasındaki yerini aldı. Öte yandan İtalya'daki kimi militanlar, 1943'te bu ülkede başlayan grev hareketlerinden yola çıkarak İkinci Dünya Savaşı'nın, Birinci Dünya Savaşı gibi devrimci bir dalgayla sonuçlanacağını düşündüler ve Enternasyonalist Komünist Partisi'ni kurdular. Fransız fraksiyonuna göre bu hatalı bir hamleydi, zira ilkin parti içerisinde bir bütünlük görüş bütünlüğü yoktu, aksine sendikalar, ulusal kurtuluş hareketleri, Rus devriminin doğası hatta seçimlere katılım gibi konularda, eski görüşleri savunanlarla 1930'lardaki teorik değişiklikleri savunanlar arasında ayrımlar vardı; ayrıca Fransız fraksiyonuna göre uluslararası durum partinin kurulmasını haklı çıkartacak noktada değildi – İtalya'daki grevler savaştan sonra devrimin geleceğini kanıtlamıyordu.

Fraksiyonların lağvedilip yeni partiye katılmasına bu temelde karşı çıkan Marc Chirik İtalyan Fraksiyonu'ndan atıldı, Fransız fraksiyonu da Fransız Komünist Solu ismini aldı. Fransız Komünist Solu savaşın sonunda yayın organında şöyle diyecekti: “Burjuvaziyi suçluyoruz! Neden olduğu ve maalesef 'medeniyetin', çürüyen kapitalist toplumun zaten çok fazla uzun olan şehitler listesine bir ekleme olan milyonlarca ölüm için burjuvaziyi suçluyoruz. Hitler'in suçlarının sorumlusu Almanlar değildir. Onlar, 1934'te, 450,000 ölüyle Hitler'in burjuva baskısının acısını ilk çekenler ve bu acımasız baskı ülke dışına taşındığında da çekmeye devam edenlerdi. İstemedikleri ve egemenlerinin onlara zorladığı bir savaşın dehşetinin sorumlusu Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Ruslar ya da Çinliler de değildir. Nazi toplama kamplarında milyonlarca erkek ve kadın yavaşça katledildiler; vahşice işkence edildiler ve şimdi vücutları çürüyor bir yerlerde. Milyonlar savaşta savaşırken öldüler, veya 'kurtuluş' bombardımanlarına kurban gittiler. Bu milyonlarca ceset, kesilmiş, biçilmiş, parçalanmış, tanınmaz hale getirilmiş, gömülmüş veya açıkta çürüyen milyonlarca ölünün, askerlerin, kadınların, ihtiyarların, çocukların cesetleri, hepsi hala intikam diye inliyorlar. Ve inledikleri intikamın hala acı çeken Alman halkından değil, savaşta acı çekmeyen ve tam aksine kar eden alçak, ikiyüzlü ve ahlaksız burjuvaziden istiyorlar. Bugün, domuz suratları toprağın yağıyla dolmuş halde, hala aç kölelerine sataşıyorlar. Proletarya için tek tutum, demogogların anti-faşist komiteler üzerinden şovenizmi sürdürme ve yükseltme çağrılarına yanıt vermek değil, çıkarlarının, yaşam haklarının doğrudan savunusu için her gün, her saniye bu canavarca rejim, kapitalizm yok edilene dek sınıf mücadelesine girişmektir.” Fransız Komünist Solu, dönemin bütün örgütleri arasında parlamenterizmden sendikalizme, SSCB'nin doğasından ulusal kurtuluş hareketlerine en net örgüttü. Marc Chirik'in 1946'da yazdığı Rus Devrimi: Özel Mülkiyet ve Kolektif Mülkiyet başlıklı yazıda şöyle deniliyordu: “Rusya'nın bütün dünyanın gözleri önünde kendisinin en kanlı ve açgözlü emperyalist güçlerden biri olduğunu gösterdiği 1939-45 emperyalist savaşı, 1914-18 emperyalist savaşı Sosyalist partilerin kesin olarak milli kapitalist devlete eklemlendiğini nasıl gözler önüne serdiyse, Rusya'yı savunanların, kendilerini nasıl bir biçimde sunarlarsa sunsunlar, Rus emperyalist devletinin proletarya içerisindeki temsilcileri, siyasi kolları olduğunu ortaya koydu.

5. İkinci Dünya Savaşından Günümüze Burjuva Solu ve Burjuva Demokrasisi

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya, Rus ve Amerikan emperyalist blokları arasındaki çatışma etrafında şekillenmişti. Sosyal demokrasi, özellikle Batı Avrupa'daki burjuva demokrasilerindeki önemli işçi-düşmanı işlevini korudu. Stalinizm aynı doğrultuda işçi sınıfının çıkarlarından yanaymış gibi gözüküp burjuva siyaseti yapmaya, Troçkizm de bu siyasete eleştirel biçimde alkış tutmaya devam etti. 1948'de gerçekleşen Yugoslav Stalinizminin uzun yıllardır şefi olmuş ve savaşın sonlarına doğru iktidara gelmiş Tito ile Stalin arasındaki ayrışma, Yugoslav milli sermayesiyle Rus emperyalizminin çıkarları arasındaki çatışmadan doğmuştu. Çin'de 1949'da iktidara gelen Çin Komünist Partisi şefi Mao Zedung, Stalin'in halk demokrasisi kavrayışı temelinde, “dört sınıfın bloğu” çerçevesinde bir rejim oluşturdu. Mao'ya göre bu dört sınıf “işçi sınıfı, köylülük, şehir küçük-burjuvazisi ve milli burjuvaziydi”. Stalinistler artık burjuvazinin belirli kesimleriyle ortaklıklarını saklama gereği dahi görmüyorlardı – fakat bu dört sınıf fikri, esasında Mao'nun iddialarının aksine Çin Komünist Partisi'nin siyasetinin milli burjuva bir siyaset olduğunu açıkça gösteriyordu. İlerleyen yıllarda Stalin'in ölünce yerine geçen Khrushchev'in anti-Stalinizmi, kamuoyuna iyi görünmek için korkunçluğu açığa çıkmış bir rejimle arasına mesafe koyma çabasıydı fakat Khrushchev'in “barışçıl birarada varoluş” tezi, Stalin'in tek ülkede sosyalizm fikrinin mantıksal – ve Stalin döneminde de pratikte uygulanmış bir sonucuydu. Dahası, Khrushchev'in 1953'te Doğu Almanya'da ve 1956'da Macaristan'da patlak veren işçi ayaklanmalarını bastırması, Stalin'den daha az emperyalist olmadığını gösterirken, Rusya içerisinde de iktidar devlet burjuvazisinde kalmaya devam etmekteydi. Mao'nun Sovyetlerden kopması da, her ne kadar ideolojik kisvesi değişikmiş gibi sunulsa da, Yugoslavya'yla olan ayrılık gibi Rus emperyalizmiyle Çin milli sermayesinin çıkar ve hedefleri arasındaki çatışmadan kaynaklanmıştı. Mao'nun Çin devleti, Rus emperyalist bloğuna rakip bir emperyalist blok oluşturma çabasının başarısız olması sonucunda 1972'de ABD başkanı Nixon'ın Çin'i ziyaretinin ardından Amerikan bloğuyla bir ittifak içerisine girerek, radikal pozlarının gerçek içeriğini apaçık ortaya koyacaktı. Enver Hoca'nın ilerleyen dönemde kimilerine büyük bir umut ışığı gibi gözükecek olan Stalinist hükümetinin ideolojik çizgisini ise tamamen Yugoslavya belirleyecekti. Kendi ufak emperyalist çıkarlarından yola çıkarak Arnavutluk'u bünyesine katmak isteyen Yugoslavya, Rusya'dan koptuğu zaman, Enver Hoca kendisini Stalin'in kollarına atmıştı. Khrushchev döneminde Yugoslavya'yla Rusya kısmen ilişkilerini iyileştirdiği zaman, Enver Hoca'nın şansına Çin Rusya'dan kopuyordu ve Enver Hoca maocu olmayı seçti. 1972'de Mao, Amerikan bloğuyla bir ittifak içerisine girince, Yugoslavya'nın başını çektiği Bağlantısızlar Hareketine de yaklaşmış olacak, hatta Mao'nun cenazesine ilk gidenlerden biri Tito olacaktı. Bu durumdan tedirgin olan Enver Hoca Çin'den de kopacak ve büyük bir emperyalist gücün desteğini yitirmiş olmasının sonucu olarak ciddi bir ekonomik krize girecekti. Son döneminde Arnavutluk hükümeti, bu krizi militarizmle, yani Yugoslavya sınırına milyonlarca askeri barınak yaparak çözmeye çalışıyordu.

Özellikle Amerikan emperyalist bloğuna dahil ülkeler içerisindeki resmi 'Komünist' partiler, diğer burjuva partilerle işbirliği yapmaktan ve hatta onlarla hükümetlerde yer almaktan kaçınmak bir yana, mümkün oldukça böylesi seçenekleri kaçırmamaya özen göstereceklerdi. Bu partiler içerisinde, çıkarları Rus emperyalizmine daha fazla bağlı olan kanatla, bulundukları ülkelerin burjuva siyasetleri içerisinde tuttukları yer gereği düşman bloğun çıkarlarını savunmakta güçlük çeken kanat arasında bir ayrışma yaşanmaya başlayacaktı. Bu ayrışma, 70'lerde eurokomünistler denilen eğilimle Tankçılar denilen eğilim arasındaki kavga ile doruk noktasına ulaşacaktı. Tankçılar için ortada yeni bir mesele yoktu – Ruslar ne derse oydu zaten. Öte yandan eurokomünistlerin yeni kaynaklara ihtiyaçları vardı. Öte yandan Stalinizm, burjuva siyasetine geniş bir ideolojik yelpaze öneriyordu ve eurokomünistler de aradıkları kaynağı yine geldikleri köken içerisinde bulabildiler. Yeni kaynak, Stalin'in 1924'te hapse giren ve çoğunluktaki sol komünistlerin temsilcisi olan Bordiga'nın yerine partinin başına geçirdiği Antonio Gramsci'ydi. Gramsci'ye göre geri ülkelerde veya kolonilerde değil ama modern demokrasilerde “devlet yalnızca, arkasında güçlü bir kaleler ve siperler sistemi olan boş bir kabuktu”. Gramsci Devlet ve Sivil Toplum'da: “Modern demokrasilerdeki kitlesel yapılar, hem Devlet örgütleri, hem de sivil toplum kuruluşları kompleksleri olarak, siyaset sanatı için konum savaşında 'siperleri' ve kalıcı barınakları teşkil ediyorlar” diye devam edecekti. Buradan çıkan sonuç, yapılması gerekenin önce sivil toplumda, sonra da devlette güç kazanmak ve böylelikle kazanımlar elde etmekti. Sosyalizmin zaferi için burjuva demokrasisi içerisinde böylesi bir çalışma yapmak gerekli ve yeterliydi. Gramsci'nin talihsizliği, ileri ve demokratik Batı ülkelerinde devletin boş bir kabuk olup sivil toplumun gerçek güç olduğunu sivil toplum üzerinden devlete sızılmasını söylerken pek ileri ve gelişkin bir devlet olan faşist İtalya'nın bir hapishanesinde olması, ve partisindeki Rus yanlısı arkadaşlarının faşist İtalyan devletinde böylesi bir egemenlik sağlamalarının pek de mümkün olmamasıydı. Öte yandan geçen on yıllar, Gramsci'yi özellikle Amerikan bloğu ülkelerindeki pek çok Stalinist'in vaktinden erken gelen peygamberi yapacaktı. Gramsci'nin görüşlerinden gerekli dersleri çıkartıp bunları yaklaşımlarına dahil edenler ilkin eurokomünistlerdi, fakat genel olarak burjuva solunun sivil toplumcu kanadı Gramsci'nin görüşlerinden fazlasıyla beslenecekti. Günümüzde Gramsci'nin popüleritesinin nedeni de budur.

Rus yanlısı yapıların resmi çizgisinin, özellikle Batı ülkelerindeki ılımlılığı, geniş bir genç kesimi bu politikaları sorgulamaya itti. Öte yandan Rus çizgisini sorgulayanlar büyük ölçüde Maoculuğun ve radikal milliyetçiliğin etkisinde silahlı mücadeleye atılacaklardı. Burada önemli etki noktalarından bir tanesi de Küba'da iktidarı almış gerilla hareketi olacaktı. Stalinizm esasında Fidel Castro'nun hareketini doğurmaktan ziyade evlat edinmişti. Zira Castro'nun gerillalarının çok büyük çoğunluğunun, iktidarı alana, hatta Domuzlar Körfezi çıkarmasına kadar komünist olma iddiası dahi yoktu. Castro'nun hareketi popülist milliyetçi ve burjuva demokrasisi yanlısı bir hareketti ve ilkin ABD'yle iyi ilişkiler istemişti. İktidarı aldıktan sonra meramını anlatmak için ABD'ye giden Castro sonrasında “Dünyanın bize dair ne düşündüğünü, Komünist olduğumuzu düşündüğünü biliyorum ve tabii ki gayet netçe Komünist olmadığımızı ifade ettim; gayet netçe” [2] diyecekti. Öte yandan ABD'yle ilişkiler, Castro'nun başlangıçta umduğunun tam aksi yönde gelişince, Castro Rus emperyalist bloğunun himayesine sığınmak zorunda kalacak, ve Küba bir anda 'sosyalist' oluverecekti. Öte yandan, özellikle Castro'nun kurmaylarından olan ve onun hareketi içerisinde başından beri Stalinist olan nadir isimlerden Ernesto Guevara'nın 1967'de Bolivya'da öldürülmesinin ardından, Guevara ve Küba silahlı mücadelecilik için yeni bir etki noktası ve ilham kaynağı olacaktı. Mayıs 68 öğrenci ve işçi hareketlerine Rus yanlısı resmi komünist partilerin karşı çıkması da, silahlı mücadeleciliği gerçek devrimcilik olarak iyice meşrulaştıracaktı. Esasında silahlı mücadeleci hareketler görüşleri bakımından Rus yanlısı resmi partilerden ileri değillerdi. Aydınlık Yol ve Naxalcılar gibi başını üniversite profesörlerinin çektiği maocu partiler, haliyle Çin'de savunulan tarza bir dört sınıf bloğu ve yeni demokrasi savunuyorlardı. Bugün Nepal'de iktidara gelen maocular, niyetlerinin kaptitalizmi ve demokrasiyi inşa etmek olduğunu saklamıyorlar, hatta yabancı sermayeyi de ülkeye davet ediyorlar. Güney Afrika'dan Türkiye'ye, silahlı mücadeleciliğin savunucularının kendilerine biçtiği rol, milli demokratik 'devrimi' gerçekleştirmektir. Esasında, silahlı mücadelecilik, tıpkı sivil toplumculuk gibi Stalinizmden, özellikle de Stalinist hareketin İkinci Dünya Savaşı esnasındaki pratiğinden beslenmiştir. Dahası, silahlı mücadeleci hareketler, kendi içlerinde Stalinizmi gayet iyi uygulayarak, merkezin çeper, liderliğin kadro arasında mutlak egemenliğini oturtmuşlardır ki bu pratik pek çok yapıda içsel işkencelere kadar varmıştır. Bahsi çok geçen eleştiri ve özeleştiri mekanizması, önderlikten kadroya işler. Önderlik kadroyu eleştirir, kadro özeleştiri yapar. Kadronun önderliği eleştirmeye cürret etmesi, en azından bir özeleştiri yapma nedenidir, ki kimi durumlarda, eğer bu özeleştiri yapılmıyorsa, iş kadronun infazına kadar gider.

Özellikle 1989'da Doğu bloğunun çökmesi, burjuva solunun Stalinist kanadına ciddi bir darbe vurmuş, sivil toplumcu yönelimler kriz içindeki Stalinistlerin ciddi bir kesimine çare olmuştur. Günümüzde Meksikalı Zapatistalar gibi örnekler, Stalinist silahlı mücadeleciliğin, Stalinist sivil toplumculuğa nasıl evrilebileceğinin bir kanıtıdır. Bu yolu seçip, hatta daha ileri götürüp yalnız yasal bir varoluşu seçen silahlı mücadeleci yapı sayısı az değildir. Zira silahlı mücadeleyle iktidara gelip yeni bir burjuva demokrasisi getirmeye çalışmaktan mevcut burjuva demokrasisi içerisinde güç kazanmaya çalışmaya geçiş, o kadar da büyük bir adım gerektirmemektedir, ve İkinci Dünya Savaşı esnasında eline silah almış İtalyan ve Fransız 'komünist' partileri, böylesi bir adımı atmanın ne denli kolay olduğunu aslında göstermişlerdir. Bununla birlikte, Rus emperyalist bloğunun çöküşü, burjuva solu içerisinde özellikle Troçkizme yaramıştır. Yer yer sivil toplumculuğa yaklaşan pratikleriyle Troçkist hareketler, farklı çelişkilerde farklı burjuva kesimleri desteklemeye devam etmektedirler. Öte yandan kimi silahlı mücadeleci Stalinist yapılar, yine eski işlevlerini gerçekleştirmeye devam etmektedirler.

Burjuva solunu ele alırken göz önünde bulundurmamız gerekenlerin önemli bir kısmını da ücretli emek, meta üretimi ve paranın yani kapitalist üretim ilişkilerine içkin niteliklerinin eleştirisi ve gelecek toplumsal oluşumunda bu olguların hem toplumsal, hem siyasi ve hem de iktisadi alandan defedilmesi sorunu oluşturmaktadır. Bunu Marx ve Engels'in 1845'te kaleme aldıkları Alman İdeolojisi'nde, bütün hatlarıyla görebilmekteyiz: “Önceki bütün devrimlerde faaliyet tarzı değişmemiş olarak kalıyordu ve yalnızca bu faaliyetin bir başka dağıtımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu; buna karşın komünist devrim önceki faaliyet tarzına karşı yönelmiştir, işi yokeder ve bizzat sınıfları ortadan kaldırarak tüm sınıf egemenliğini de kaldırır.” Eğer Marx'ın 1844 El Yazmaları'nda ifade ettiği gibi, “emeğin ürünü bir yabancılaşmaysa”, “üretimin kendisi de oluş halindeki yabancılaşma, etkinliğin geri alınması, geri alınma etkinliği olması” demektir ve emek de aslında “iş nesnesinin yabancılaşması, bizzat emeğin etkinliği içinde yabancılaşmanın, dışsallaşmanın özetidir” diyebiliriz. Zaten kapitalist üretim ilişkilerinde iş, etkinlikten isteksizliğe, güçten güçsüzlüğe, insanın özüne karşıtlığına ve nihayet yabancılaşmaya götürmüştür ve öyle de devam etmektedir. Dolayısıyla, bir yandan azami noktaya çekilmiş üretim şartlarında, kendi yaşam koşullarının devamını sağlamaya çalışan işçiler kendi ürettiklerine yabancılaşırlar. İşçiler ürettikleri üründen somut olarak uzaklaşmakta ve hayatı dahilinde ürettiğine ulaşamıyor oluşlarıyla aslında çalışma etkinliğinin “pratik insan etkinliğinin yabancılaştırılması edimi” olması da kaçınılmaz bir hal almaktadır. Giderek artan çalışma saatleri, kötü koşullar ve kapitalizmin iki yüzyılı bulan ağırlığını kuşaklarca sırtına geçirmiş olan işçi sınıfının işe ve çalışmaya karşı tarihsel yaklaşımı, “işin yabancı niteliği, fizik ya da diğer zorlamalar ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan vebadan kaçar gibi kaçılması olgusunda açıkça görülür”.

Burjuva solunun tarihinin gündelik pratiğine yansımasını en belirgin olarak görebileceğimiz alanlardan biri de ücretli emek meselesidir. Burjuva solunun emeğe dair yüceltmeleri, esasında sınıflı toplumların kendi doğasına has emeğin kutsallaştırılmasından öte bir içerik taşımaz. İşin ve mesleğin sunaklarının yaratılması, dahası bu efsanelerin mücadelelerin sınırlılıklarında şekillendirilmesi sadece kapitalist üretim biçiminin etkisiyle toplumsal yabancılaşmanın en önemli etkeni olarak çalışmanın mutlaklaştırılmasına hizmet eder. Buradan hareketle, kapitalizmin kronik kriz girdabında, işsizliğe karşı olma iddiasıyla “içerisinde yaşamadıkları bir dünyadan” türettikleri “Herkese İş” sloganı, işçi sınıfını kandırmaktır. Bu slogan, kapitalizmin dev aynasından kendisine bakmasıdır; gericidir ve burjuva solunun arzuladığı yaşam biçimini dolaylı yoldan ifade etmesi anlamına gelir. Bunun yanısıra, “Herkese İş Güvencesi”, “Çalışma Hakkı”, “Her İşçiye Sigorta Hakkı” ve benzeri sloganların da burjuva solu ve sendikaların sloganları olmaları nedensiz değildir. Onlar varolan düzenin toplumsal anlamda kökten yokoluşunu ve lağvedilmesini değil, farklı biçimlerde, farklı kisveler altında fakat özünde emeğin rasyonalize edilmesi ekseninde düzenin yeniden inşa edilmesini ve toplumsal barışı savunmuş olurlar. Çok basitçe ifade etmek gerekirse ücretli emeğin ortadan kalkmayacağı bir düzeni, yani burjuva düzeni savunmak burjuva solunun en temel niteliklerinden biridir. Zira ücretli emeğin olduğu yerde sermaye vardır. Marx'ın sloganındaki temel fikir, işin, ücretli emeğin ve ücretliliğin tamamen toplumsal yaşamın dışına atılmasıdır: “Sözkonusu olan emeği özgürleştirmek değil, ortadan kaldırmaktır.

Özetleyecek olursak, burjuva solu tanımımızla ilgili en temelde ücretli emeğin ortadan kaldırılması ve enternasyonalizm konuları olduğunu söyleyebiliriz. Marksistler, en başından beri, farklı biçimlerde olsa da burjuva solunu tanımlamışlardır. Bugün bizim burjuva solu tanımımız da marksizmin tarihi boyunca bu olguyu yorumlayışından gelmektedir. Burjuva düzeni savunmadığını iddia edenler dahi, genellikle burjuva demokrasisi ve genel olarak demokratikleşme konuları üzerinden aslında kapitalist düzeni savunmaktadırlar. Burjuva güçler arasındaki savaşlara karşı olduklarını söyleyenler de, ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerinden çatışmalardaki burjuva milliyetçisi taraflara destek vermektedirler. Yaptığımız tanım sosyal demokrasi, Stalinizm, Maoizm, Troçkizm ve arada, ortaya kalan bütün siyasi eğilimleri kapsar.

Burjuva solunun en önemli özelliği, mevcut düzenden rahatsızlık duyan, kapitalist bir dünyada yaşamak istemeyen, farklı bir dünya düşleyen, büyük ölçüde iyi niyetli insanları peşinden sürüklemesidir. Burjuva solunun, kapitalizm için sahip olduğu tek işlev değil ama en düzenli yerine getirdiği işlev, böylesi insanlar düşledikleri dünya için savaştıklarını zannederken onların enerjisini mevcut düzeni savunmaya ve desteklemeye yönlendirmektir. İfade ettiğimiz üzere, genelde de bunu demokrasi kavramı üzerinden gerçekleştirir. Burjuva toplumunun bir numaralı sloganı olan demokrasi, burjuva solunun her problemi çözen anahtarı olmuştur. Oysa demokrasinin kendisinin mahiyeti, 1922'de Demokratik İlke adlı çalışmasında Bordiga tarafından dile getirilmiştir ve bizim için nettir: “Toplumun iktisadi ayrıcalıklarla ayrılan sınıflara bölünmüş olması, çoğunlukçu karar almanın bütün değerini ortadan kaldırmaktadır. Bizim eleştirimiz, modern liberal anayasalardan doğan demokratik ve parlamenter devlet mekanizmasının bütün yurttaşların çıkarına bütün yurttaşların olduğu yalanını haksız çıkartmaktadır. Karşıt çıkarların ve sınıf çelişkilerinin ortaya çıktığı andan beri, örgütsel birlik olamaz ve dış görünüşte halk iktidarı varmış gibi olsa da, devlet ekonomik olarak hakim sınıfın organı ve çıkarlarının savunusunun aracı olarak kalır. Demokratik düzenin siyasi temsile aktarılmasına rağmen, burjuva toplum üniter vücutların karmaşık bir ağı gibi görünür. Bunların ayrıcalıklı katmanlardan doğmuş ve mevcut toplumsal aparata koruma eğiliminde olan pek çoğu, siyasi devletin kuvvetli merkezileşmiş organizması etrafında toplaşır. Ötekiler devlete dair daha tarafsız veya değişken bir tutuma sahip olabilir. Son olarak, başkaları da ekonomik olarak ezilen ve sömürülen tabakalar arasında ortaya çıkar ve doğrudan sınıf devletine karşıdır. Komünizm, demokratik ve çoğunlukçu ilkenin resmi ve siyasi uygulamasının, toplum iktisatla ilişkisinde karşıt sınıflara dölünmüşken devleti toplumun tamamının örgütsel birimi yapamayacağını ortaya koyar. Resmi olarak siyasi demokrasi böyle olduğunu iddia eder, fakat gerçekte çıkarlarını korumak amacıyla kapitalist sınıfın gücüne, bu sınıfın diktatörlüğüne göre ayarlanmış biçimdir (...) Demokrasi ilkesinin kendinden menkul bir değeri olmadığı aşikardır. Demokrasi bir ilke değildir, yalnızca çoğunluğun her zaman haklı, azınlığın ise haksız olduğu yönündeki basit ve kaba aritmetik önyargıya yanıt veren basit bir mekanizmadır (...) Demokrasi bizim için bir ilke olamaz (...) Kullanılabileceği kadar demokratik mekanizmayı korurken, en kötü demogogların pek sevdiği ama sömürülen, ezilen ve soyulanlar için ironiyle 'demokrasi' tabirinin kullanımını ortadan kaldırıp bu terimi burjuvazinin ve liberalizmin farklı kılıflar ve kimi zaman aşırıcı suretlerde gelen savunucularına bırakacağız.

Burjuva solu, tarihi boyunca kapitalist düzene hep hizmet etmiş, iyi niyetli insanları gerçek proleter mücadele saflarından uzak tutmaya çalışmış, açıkça veya örtük biçimde kapitalist toplumun çıkarlarını savunmuştur. Öte yandan gördüğümüz gibi işçi sınıfı kalkıştığı zaman tutunamamış, etkisini ve gücünü kaybetmiştir. Gelecekte de işçi sınıfı, solcu düşmanlarına sağcı düşmanlarından farklı muamele etmeyecektir.

Gerdûn

1Norman M. Naimark. The Russians in Germany: A History of the Soviet Zone of Occupation, 1945–1949. Cambridge: Belknap, 1995, , s. 70–71.

2https://www.upi.com/Audio/Year_in_Review/Events-of-1959/Cuban-Revolution...

 

Tags: 

Rubric: 

Burjuva Solu

Cinsel Özgürlük, Kapitalizm Altında İmkansızdır

ABD'den çok yakın bir destekçimizin yazdığı bu yazının çevirisini yayınlıyoruz. Eşcinsellerin durumuna dair sınıf temelli bir yaklaşım geliştiren bu yazı, ABD'deki durum örneğinden hareket etse de, içeriğinin Türkiye'deki tartışmalar açısından da fazlasıyla önemli olduğu kanısındayız. - EKA

Gay ve lezbiyen kişilerin yasal olarak evlenme “hakkından” yararlanarak eşcinsel olmayan (yani heteroseksüel) çiftlerin faydalandığı, başta miras hakkı gibi maddi yardım ve haklardan faydanlabilip faydalanamayacakları “tartışması”, özellikle Batı ülkelerinde hakim sınıfın düzenli olarak, özellikle de seçim dönemlerinde şapkasından çıkarttığı meselelerin başında gelmektedir. Bu yazımızda, bu konuyu ister solun ve merkezin yaptığı üzere “hümanist” biçimde, ister sağın yaptığı üzere ahlakçı/dini biçimde ele alıyor olsunlar, hakim sınıfın solunun, merkezinin ve sağının ikiyüzlülüğünü açık etme niyetindeyiz. ABD'deki Obama hükümeti kendisini “özgürlükçü” ve “ilerici” olarak sunmak istiyor, bu yüzden kimi eyaletlerde (son olarak Kuzey Carolina'da) eşcinsel-evliliği karşıtı yasaları iptal etme çağrısı geçmiş durumda; fakat bir yandan da hükümet eşcinsel evliliğini anayasal bir “hak” olarak tanımış değil. Sağcılar özellikle muhafazakar seçmen kitlelerinin korkularını tatmin etmek ve güvensizliklerine oynamak durumundalar, dolayısıyla Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı olacak Mitt Romney eşcinsel evliliği karşıtı bir tutum alıyor. Bütün “tartışma” esasında Obama hükümetinin eşcinsel seçmen haricinde gençliğe ve “bağımsız düşüncelilere” hitab etme ve eğer Romney açıkça ve güçlüce eşcinsel evliliğe karşı çıkması Evanjelist Hristiyanların gözünde onu gözden düşürmesi için bir araç. Romney'nin daha da sağa kayması ise onun için kararsız ve bağımsız seçmeni daha yabancılaştırma riskini beraberinde getiriyor. Bu yasa merkezli tutumların tamamen ikiyüzlü olduğu ortada. Hedef, siyasi çıkar uğruna şüphesiz gay ve lezbiyen kesimin dramatik ve utanç verici olarak deneyimlediği bir durumu ayrışmalar, düşmanlık ve daha fazla yanlış anlaşılma pohpohlayarak kullanmak. Dahası, kimi zaman eşcinsel evliliğine sağcıların aşırı bir muhalefet ediyor olmasının, kişisel hayatın bir boyutunun yasallaşmasıyla mevcut kapitalist sömürü düzeninin değişmeyeceği gerçeğini gözden kaçırmayalım.

Bugün, eğer ABD televizyonunda ana akım bir burjuva haber kanalını açarsanız, “eşcinsel hakları tartışması” gibi bir başlığın ekranı kaplaması ihtimalı yüksektir. Burjuva medyanın kişisel insani farklılıklarımızın üstüne giderek bize insanlar olarak en fazla ayrıştığımız noktaları göstermekte ısrarı ilginçtir. Fakat burjuvazi ve basındaki çığırtkanları fazlasıyla ikiyüzlüler. Özellikle de mevcut siyasi iklime “partizanlık” böylesine giriyorsa. Dahası, bunu daha derin bir hümanizm hissiyatıyla yaptıklarını iddia ediyor, sıklıkla eşcinsel hakları mücadelesine bir “eşitlik” veya “sivil haklar” mücadelesi diye hitap ediyorlar.

Bu noktada sormamız gereken şu: ne adına “eşitlik”? Ve toplumdaki hangi insanlar için? “Evlilik eşitliği” uygun bir işçi sınıfı talebi midir? Cinsel özgürlük kapitalizm altında mümkün olabilir mi? İşçiler olarak, bu iki sorunun cevabının da hayır olduğunu söylemek zorundayız. Homofobiden ve heteroseksizmden kurtulmuş, her bireyin bir kategori olarak değil, bir insan olarak görüldüğü ve o şekilde davranıldığı bir dünya inşa etmek kapitalizm altında mümkün değildir.

Bir süredir, burjuva sınıf siyasetinin kimi unsurları eşcinsel evliliğin yasal kabulünü savunuyordu. Sıklıkla argümanları işçilere hitap edecek dilde ifade ediliyor. Eşcinsel evliliğinin yasallaşmasının sigorta yardımı, boşanma ve mülkiyet hakları nedeniyle eşcinsel işçilerin yaşam kalitesini iyileştireceğini söylüyorlar. Öte yandan kapitalizm altında, insan ilişkileri bir değiş tokuşa indirgenmiştir. Duygular, burjuvazinin metalarından ve mali kaynaklarından biridir yalnızca. Dolayısıyla eşcinsel evliliğin yasallaşmasındaki iktisadi ihtiyacı görebiliriz, fakat kapitalizm altında evlilik kavramının kendisi ne olacak?

Marks ve Engels Komünist Manifesto'da şöyle derler: “Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir.” Daha sonrasında da şöyle devam ederler: “Proleter mülksüzdür; karısı ve çocuklarıyla ilişkisinde artık burjuva aile ilişkileriyle ortak hiçbir yan yoktur … Günümüzdeki aile, burjuva ailesi, neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Tam gelişmiş olarak bu aile yalnızca burjuvazi için var”.

Dolayısıyla Marks ve Engels'in kapitalizm altında evlilik tanımlarına göre “eşit evlilik haklarının” yalnızca evliliğin faydalarından yararlanabilecek olanlara hitap ettiğini anlayabiliriz. Bunlar yalnızca mülk sahibi sınıflara, yani yasal olarak evlenmeyi karşılayabilecek insanlara hitap eden haklardır. Evlilik temelde mülkiyet hakları ve mirasla alakalıdır. Tarihsel olarak hakim sınıfa göre kimin mülkiyet sahibi olabileceğini ve kimin mülkiyet olabileceğini (!) tanımlamıştır. Köken olarak, tabii ki, evlilik kadının kendisinin ve sahip olduklarının erkeğin mülkiyetinde olduğu anlamına gelmiştir. Burjuvazinin gözlerinde evlilik karşılıklı saygı ve aşkla ilgili değildir – egemenlikle, sahibiyetle ve mülkiyet haklarıyla ilgilidir.

Peki bize evliliğin ne olduğunu ya da kiminle evlenip evlenemeyeceğimizi söyleyen bir hakim sınıfa neden ihtiyaç duyalım? EKA yayınlarında daha önce ifade ettiğimiz üzere, komünist bir toplum, insan ilişkilerinin ailenin ötesinde ve devlet korunumlu kanunların dışında, karşılıklı sevgi ve saygı ile düzenleneceği bir toplum olacaktır.

Burjuva demokratik devleti ve ajanları eşcinsel hakları meselesi etrafındaki soruları asla insan ihtiyaçları açısından sormuyorlar. Gay ve lezbiyen kitlenin ihtiyaçları nedir? Hatta, genel olarak insanları temel ihtiyaçları nedir? LGBT'lerin ciddi bir baskıya maruz kaldığına şüphe yoktur. Homofobinin, heteroseksizmin ve patriyarkanın kapitalizmin her yerinde vücut bulduğuna tanık oluyoruz ve bunun böyle olmadığını kim iddia ediyorsa inkarcıdır. Mesela ABD'deki burjuva basın, eşcinsel gençliğin zorbalığa maruz kalmasını bir “salgın” olarak nitelendirmiştir. Eşcinsellerin zorbalığa maruz kalmaları ciddi anlamda tramvatik sonuçlar doğurmuş, pek çok kişiyi depresyona, ve ne yazık ki kimi eşcinselleri intihara dahi götürmüştür.

Fakat burjuvazi bu sorunları çözmeye odaklanmakta mıdır? Peki ya parlamenter yönetmelikler? Yeni yasa ve kanun değişikliklerinin bir tanesi dahi böylesi toplumsal meselelere değinmekte midir? Hayır! Tartışma her zaman din veya ahlakçılık çerçevesinde şekillendirilmektedir. Bu özellikle ana akım basında, özellikle hakim sınıfın retoriğinde böyledir. “İnsan haklarına” dair bütün o yere göğe sığdırılamayan laflara, bütün o yasal safsatalara rağmen, yasa kisvesi altında kapitalist devletin onayını almak ve devletçe tanınmak, yüzlerce yıllık dini ve ahlakçı ayrımcılığı ortadan kaldırmak konusunda hiçbir işe yaramaz. Dindar kesim, geri tavırları nedeniyle “suçlanmaktadır” ki bu kutuplaştırıcı, cadı avı misali atmosfere daha da katkı yapmaktadır. Böylesi durumlarda, eşcinsel evliliğinin yasallaşması yalnızca kapitalist devleti “adil” ve “faydalı” bir kurum olarak sunmaya yarar.

Eğer hakim sınıfın eşcinsel evliliğine verdiği destekte bir nebze içtenlik varsa, bu onların işçileri seçim siyaseti sirki ve yasalcılıkla oyalama ihtiyaçlarından geliyor. Tabii ki cinsel özgürlüğe verilen büyüyen destek insanlığın daha derin bir bilimsel anlayış ve daha derin bir insani dayanışma hissiyatı geliştirmesiyle alakalıdır. Öte yandan hakim sınıf bu meseleleri zerre kadar umursamaz, zira neden umursasın ki? Eğer paranız varsa, haklarınız asla tehlikeye girmez, tartışmaya açılmaz. “Evlilik eşitliği” ne iyi bir ilişki yaşamak ne de ekonomik eşitlik demektir; burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin kuvvetlenmesi anlamına gelir ancak.

Kapitalizmin temel sorunlarını ancak kısmen karşılayan toplumsal mücadeleler, toplumdaki gerçek sorunları ifade etmekle birlikte, işçi sınıfını devrimci görev ve tartışmalarından saptırırlar. Burjuvazinin eşcinsel hakları konusuna bir saplantı noktasına kadar nasıl saplanabildiğine zaten değindik. Öte yandan bu saplanma sözde “devrimcilerde” de oluyor.

Pek çok kişi, işçileri sınıflar-arası, geniş toplumsal meseleler “örgütlemek” için salt işçilere yönelik bir dil kullanıyor. Komünistlerin temel özelliğinin kapitalizm altında tam eşitliğin imkansız olduğunu savunmak olduğu şu dönemde eşcinsel haklarının bizi “tam eşitliğe yaklaştıracağı” fikri tamamen alakasızdır. Neden devrimciler olarak eşitlikçi bir topluma “daha yakın” olmak için savaşalım? Kapitalizmin bütün adaletsizliklerine birlikte karşı çıkmamız gerek! Aynı sözde “devrimcilerin” büyük çoğuna göre eşcinsel evliliği hakkı yönündeki yasal düzenlemeler ve seçim kararları da işçiler için “zaferler”dir. Öte yandan bu zaferler burjuva sivil toplumunun suretini tazelemekten başka bir işleve sahip değildir.

Legalizmin ve demokratizmin siyasetinin işçi sınıfına önereceği hiçbir şey yoktur. İnsanlığın gerçek kurtuluşu ancak işçi sınıfı devriminden gelebilir. İşçiler her zaman eşcinsel insanların kendilerini desteklemelidirler; özellikle de eşcinselliren yabancılaştırıldığı ve korkunç biçimlerde aşağılandığı böylesi bir toplumsal düzen içerisinde. Öte yandan böylesi tartışmaları çevreleyen burjuva kampanyalara dair dikkatli olmamız gerekmektedir. Sıklıkla böylesi çabalar bizi nihai hedefimizden – dünyadaki herkes için her tür baskının ve sömürünün ortadan kalkmasından saptırırlar.

Jam

Tags: 

Rubric: 

Kısmi Mücadeleler

Euro 2012'nin Düşündürdükleri

Bir Avrupa Futbol Şampiyonasını daha geride bıraktık. Polonya ve Ukrayna'da düzenlenen turnuvaya Türkiye'nin katılamaması nedeniyle ülkedeki çocukların, bebeklerin ve genel olarak milli maç sonrasında pencereye yakın olmak veya dışarıda olmak gafletini gösterecek insanların havaya atılan kurşunlar sonucu ölme riskinde belirgin bir yükseliş olmazken, ülkede yaşayan yabancılar, kendi ülkelerinin milli takımını destekledikleri için linç edilme tehlikesinden de bir kaz daha kurtulmuş oldular.

Bol gollü turnuvanın belki en büyük sürprizi, yarı final maçında İtalya'nın, favori Almanya'yı üstün bir oyunla geçmesiydi. Otuzlarda faşist ve Nazi rejimlerinin yükselmiş olduğu bu iki ülkenin milli takımlarının maçında, gollerin Gana asıllı Mario Balotelli ve Türk asıllı Mesut Özil'den gelmesi turnuvanın bir ironisi oldu. İrlanda taraftarlarının fark yerken bile eğlenmeleri sempati toplarken, kupa Avrupa Şampiyonaları tarihinin en gollü finaliyle son buldu. Bununla birlikte İspanya-İtalya maçının sonucu, maçın hakkından ziyade İtalya'nın talihsizliğini ve İspanya'nın acımasızlığını yansıtıyordu: ilk yarı iki sıfır yenik düşmesine rağmen İspanya'yla başa baş giden ve ikinci yarının başında iyice bastırarak gole çok yaklaşan İtalya, teknik direktörün oyuna aldığı üçüncü oyuncu sakatlanıp oyuna devam edemeyine on kişi kalarak oyundan koptu.

Öte yandan, turnuvanın belki de en önemli ve kaygı verici olayı, A Grubundaki Rusya-Polonya karşılaşması dolayısıyla Polonyalılar ve Ruslar arasında çıkan geniş çaplı çatışmalarda. Sonrasında polisin müdahale ederek ikiyüz civarı kişiyi göz altına aldığı çatışmalarda pek çok kişi yaralandı. Ukrayna'da da, sayıları binleri bulan ırkçı taraftar grupları İngiltere maçı öncesi İngiliz taraftarları tehdit etmişti. Grup maçları sonrasında Ukrayna ve Polonya milli takımlarının turnuvaya veda etmeleri, turnuvanın geri kalanında etnik şiddetin tırmanmasının önüne geçti.

Bu tür vakalar futbolda yeni değiller. 2010 Dünya Kupası vesilesiyle yazdığımız bir yazıdan alıntı yapmamız gerekirse: “İnsanların futbol izlemesinde ve futboldan hoşlanmasında hiçbir sıkıntı olmamakla birlikte, futbolun hakim sınıf tarafından milliyetçilik pompalamak ve işçi sınıfını bölmek için sıkça kullanıldığını vurgulamak gerekli.

Böylesi durumlar yalnızca milli takımlar arasındaki maçlarda da gerçekleşmiyor. Bu ülkede ne zaman büyük bir takım Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi'nde oynasa, benzeri bir atmosfer geliştiğine şahit olduk. Galatasaray'ın 2000'de gerçekleşen UEFA kupası zaferi, yarı final maçı sırasında iki, final maçı sırasında ise üç kişinin bıçaklanarak hayatlarını kaybetmelerini de beraberinde getirmişti. Tabii ki, böylesi olaylar ne kadar korkunç olsa da futbol maçları dolayısıyla ortaya çıkan milliyetçiliğin çok daha kötü örneklerini de biliyoruz.

Geçtiğimiz sene Mısır ve Cezayir arasındaki Dünya Kupası eleme maçı, bu durumun çarpıcı bir örneği. Kahire'deki maçın ardından çıkan karmaşada altı Cezayir taraftarı öldürüldü, 21 Cezayirli de yaralandı. Hartum'da 23 Mısırlı yaralındı, bütün bunların üstüne Cezayir'de maç sonrası kutlamalarda 14 kişi hayatlarını yitirirken yüzlercesi yaralandı. Maç dolayısıyla gerçekleşen şiddetin yanı sıra, Cezayir'de çalışan 15.000 Mısırlı işçi saldırıya uğradı ve kaçmak zorunda kaldılar. Kahire merkezinde de binlerce Mısırlı taraftar, sokaklarda polisle çatıştı, sonuç olarak ise 11 polis 24 gösterici yaralandı, 20 kişi tutuklandı, 15 araç hasar gördü. Cezayirlilere ulaşamayan kimi taraftarlar yakınlardaki Hindistan elçiliğini taşladılar. Buna ek olarak Fransa'da yaşayan Kuzey Afrikalılar arasında pek çok çatışma çıktı. Burjuva basını bu tip olayları görünürde kınasa da, olaya yaklaşım biçimleri, takındıkları tavrın iki yıl önce gerçekleşen kitlesel grevlere dair tutumlarıyla farklılığı, basının gerçek tutumunu ele veriyor. İki sene önce, devletin ve onun baskıcı aparatlarının bütün öfkesi, işçi sınıfına yöneltilmişti, ve hakim sınıfın korkusunu ifade ediyordu. Futbol maçından sonra ise, birkaç nazik kınama lafı ve sakin olunması yönünde yapılmış çağrılar vardı yalnız.

Öte yandan bu olanlar da bir futbol maçında gördüklerimizin en kötüsü değiller. 1990'da, eski-Yugoslavya'daki savaşların başlamasında önemli bir unsur olarak görünen olaylardan bir tanesi, Dinamo Zagreb ile Belgrad Kızıl Yıldız takımları arasındaki futbol maçıydı. Şüphesiz, futbol maçları savaşları başlatmaz. Öte yandan, milliyetçi nefretin böylesi açık gösterileri işçi sınıfını savaşa seferber etmek için kullanılabilir. Maç, rakip Hırvat ve Sırp milliyetçi çeteleri arasında bir meydan savaşı gerçekleşmesi ile bitmişti, Sırp çetenin lideri, daha sonrasında BM'in insanlığa karşı işlenilen suçlardan mahkum edeceği Arkan idi. Polis, önce olaylara katılan insanlar sayısı karşısında etkisiz kaldı, fakat daha sonra destek kuvvetler, zırhlı araçlar ve panzerlerle şiddetli çatışmalardaki yerini aldı. Bir saat içerisinde yüzlerce kişi yaralanmış, pek çok kişi vurulmuş, bıçaklanmış veya polisin attığı gazdan zehirlenmişti. Kavgalar yatıştı. 60,000 insanın hayatını kaybedeceği çatışmalar başlamak üzereydi, ve Arkan'ın Kaplanları, Kızıl Yıldız taraftarından beslenen bir paramiliter yapı, en korkunç etnik temizlik katliamlarının pek çoğunda rol oynayacaktı. Gelecekte AC Milan formasıyla uluslararası şöhrete kavuşacak olan Zvonimir Boban, kameralara çatışmalar sırasında bir polise saldırırken yakalandı. Daha sonrasında Boban, Hırvatistan'ı her şeyden çok sevdiğini ve ülkesi için seve seve öleceğini söyledi. Boban ölmedi, fakat ne yazık ki on binlerce işçi öldü.

1969'da gerçekleşen 1970 Dünya Kupası elemelerine dönecek olursak, El Salvador ile Honduras'ın 'Futbol Savaşı' olarak adlandırılmış bir savaş yaptıklarını görüyoruz. İki ülkenin milli takımları arasındaki maç, zaten gergin olan bir durumu savaşa dönüştüren kıvılcım olmuştu. İkinci tur maçının ardından, iki ülkedeki basın da öteki ülkeden işçilere yapılan saldırıları bildirdi, abarttı ve teşvik etti ve bir ay olmadan iki ülke birbirleyle savaşa girmişti. Savaş yalnız dört gün sürdü, fakat çoğu sivil 3.000'i aşkın yaşama maloldu ve 300.000 kişinin mülteci olmasına neden oldu.

Kapitalist bir dünyada yaşayan komünist işçiler olarak futbol izlemeye, futboldan zevk almaya karşı bir tutum geliştirmemiz söz konusu olamaz. Futbol çok güzel bir oyundur ve bizim hatırlatmamız gereken de sonuçta onun sadece bir oyun olduğudur. Öte yandan hakim sınıflar bu oyunu her zaman işçi sınıfını kontrol ve milliyetçiliğe sürüklemek için kullanmıştır, bu yüzden sınıfımızın hakim sınıfın manevralarına dair her zaman dikkatli olması gereklidir.

Pardayan

Tags: 

THY Grevi: İşçi sınıfı İşverene, Sendikalara Karşı

Dünyadaki ekonomik kriz giderek daha da yıkıcı hale gelmeye başladı. Burjuvazi sermayesini daha da güçlü hale getirebilmek için işçilerin emeğine daha da fazla ihtiyaç duymakta. Her geçen gün derinleşen ekonomik kriz ile birlikte savaşlardan, barbarlıktan, sömürüden daha fazla bahseder halde burjuvalar. Böylesi bir dönemde burjuvazi işçi sınıfı üzerinde varolan baskısını yasalarıyla, polisiyle, hükümetiyle her türlü organıyla daha da arttırmakta. Belirli sektörler üzerinde ise işçi sınıfının verdiği tepkilere dönük şimdiden hazırlık yapmakta.

Kapitalizmin can damarlarıdan biri de ulaştırma sektörüdür. Bundan dolayı hava yolu taşımacılığı büyük bir önem taşımaktadır. Bakan Ali Babacan “Kimse kusura bakmasın, bu gibi stratejik sektörlerde grev yasağı olacak! Örneğin bir bankada 3 gün greve gidildiğini düşünün, anında batar...THY'yi bugün başarıya taşıyan etkenler arasında greve fren koymamız da var. Nitekim bir yabancı dergide okudum,makalede THY, Lufthansa'dan daha iyi çünkü grev yok” derken de hem bu sektörün önemini hem de bundan sonra yaşanacakları açıkça ifade etmekteydi.

Havacılıkta çalışma süreleri bazı durumlarda 16 -18 saate çıkarılmakta. Kimi şirketler işçilerin maliyetini düşürmek için konaklamalarda, kabin memurlarını iki kişi aynı odada kalmaya bile zorlamaktalar. Bu koşullarda 2-3 saatlik uykularla uzun saatler çalışmak zorunda kalan işçiler sağlığından olsalar da sosyal yaşamdan ve insani ihtiyaçlarından uzaklaştırılan bu işçiler için , “grev hakkı” gibi bir hak zaten olmamalı!

Yıllardır havacılık iş kolunda grev yasağı yoktu fakat; grev hakkı olan işçiler için bir tek önemli ve gerçek bir grev planlanmadı. Sabiha Gökçen Havaalanı'nda yüzlerce işçi işten atıldığında grev hakkı olan işçiler için bir tek grev hazırlığı yapılmadı. Ali Babacan'ın yukarıda alıntı yaptığımız hedefleri gün yüzüne çıktığında yani zurnanın zırt dediği yere gelindiğinde sendika (işçiler işten atıldığında değil, işçiler ucuza çalıştırıldığında değil, işçiler uzun saatler çalıştırıl dığında değil) kendi yetki alanını kaybettiğinde işçilerine mesaj yoluyla “Acillll” diyerek gönderdiği mesajda “kendimi uçuşa hazır hissetmiyorum” hakkının kullanılacağı söyleniyordu. İşçiler sorunların kendi sahipleri olmalarından kaynaklı sendikanın bu çağrısına karşılık vererek 29 Mayıs günü fiilen iş bıraktılar. Ardından 305 işçinin işten atılması, bir işçinin ise işten çıkarıldığında yurtdışı seferinde olduğu için o ülkede bırakılması, işçilere mesaj gönderilerek işten çıkarıldıklarının söylenmesi THY'deki işçi sınıfına yapılan barbarlığı gözler önüne sermekteydi. Üstelik bu yapılan saldırılar burjuvazi ile elele veren ve işçilerin kurumu olduğunu idia eden sendikalar ile birlikte yapılmaktaydı. Yakın zamanda TEKEL işçilerine Tek-Gıda-İş sendikasının yaptığı gibi, 15-16 Haziran 1970 tarihinde DİSK'in işçiler üzerinde oynadığı oyunlar gibi, şimdi de Hava-İş sendikası kendi üzerine düşen rolü oynamaya hazırdı. Havacılık iş kolunda yapılan bu eylemi, Hava-İş sendikası üstlenmedi.

Artık işçiler THY yönetimi ve hükümet ile sadece mücadele edilmeyeceğini aynı zamanda içinde oldukları sendikalar ile de mücadele etmeleri gerektiğini anlamışlardı. Tıpkı TEKEL direnişinde ortaya çıkan Direnişteki İşçiler Platformu gibi şimdi de havacılık iş kolunda sendikadan bağımsız oluşan 29 Mayıs Birliği tam da böyle bir süreçte sendikanın tutumuyla hesaplaşarak şu açıklamayı yapmıştı ”Üyesi olduğumuz Hava-İş sendika yönetimi ise kendi çağrısını bile üstlenmeyerek bu meşru protestonun 'yasa dışı' ilan edilmesinde büyük rol oynamıştır. THY yönetimi bu zeminden yararlanarak bütün çalışanlarını sindirip adeta köleleştirme peşindedir. Hava-İş yönetimi yüzlerce üyesini THY yönetimi karşısında yalnız ve sahipsiz bırakırken bu sonucu öngöremeyecek kadar deneyimsiz miydi? Bu nasıl bir sendikal anlayıştır?” 1 diyerek işçiler üyesi oldukları sendikanın gerçek yüzünü ve üstlendiği rolü açık bir şekilde ortaya koymuşlardı.

Hava İş sendikası THY'de bir direniş çadırı oluşturmuş olsa da, çadırda sadece Hava İş başkanı Atillay Ayçin ve bir kaç işçi ve işyeri temsilcileri bulunmakta. Oradaki sendika başkanın tutumunun ne kadar mücadeleci olduğuna dem vuran burjuva solu dönüp çadıra baktığında “İşçiler nerede?” diye bazen sorduklarında, Hava İş başkanı şimdi de işçilerin kendisiyle birlikte hareket etmediklerini söyleyerek oyununu devam ettirmekte. ”İşçiler gerektiğinde bedel öder” diyen sendikalar, varoluşları süresince hiçbir zaman bedel ödememişler; koltuklarında oturmayı garantileyen Hava-İş'in bağlı olduğu Türk-İş başkanı servetine servet katmış, hem TEKEL eylemlerinde hem de THY grevinde bedeli, dedikleri gibi işçiler ödemiştir. Ayrıca işten atılan yani 'bedel ödeyen' işçilere yapılacak yardımda bile 29 Mayıs Birliği'nin de dediği gibi “mücadeleye destek veren-vermeyen ayrımcılığını yapan” yine mücadele ediyormuş gibi görünen “dostlar alışverişte görsün” anlayışının kendisidir.

Binlerce işçinin çalıştığı THY'de burjuva solu, sendikanın mücadeleyi birleştiren bir konumda olduğunu iddia ederek 29 Mayıs Birliği'nin mücadeleyi böldüğünü ifade etmekte. Oysa ki 29 Mayıs Birliği, sendikalı sendikasız bütün işçi sınıfının çıkarları için orada mücadeleyi büyütmeyi hedeflemekte ve dayanışmanın önemini vurgulamaktadır.

Yaklaşık 500 bin kamu işçisinin katılımıyla gerçekleşen 23 Mayıs kamu işçileri grevinin de zam dışında en temel taleplerinden birisi de grev hakkıydı. THY işçileri ise grev yasağı için eylemdeydi; bu iki gelişmede de sendikaların temel rolü, olgunlaşan dinamiği yalnızlaştırarak işçi sınıfının diğer kesimleriyle buluşturmamaktı. İşçileri sektörler biçiminde bölen bu sendikalar, yakın tarihlerde olan bu iki eylemde de ortaya çıkan enerjiyi sektörel sınırlar içerisinde eritmeye çalıştılar.

İşçiler mücadelenin kendi elleriyle yükseleceğini, kararları işçiler yerine başkaları aldığında sonuçlarının neler olduğunu, kendi çıkarlarının sendikaların çıkarları ile aynı olmadığını bilmekteler. 29 Mayıs Birliği bize bu yolu göstermekte. İşçi sınıfının mücadele tarihine önemli bir not, THY işçileri tarafında düşülmüştür. Bu da kendi kararlarını kendilerinin alabileceği örgütlenmelerinin ancak mücadeleyi ileri taşıyabileceği gerçeğidir. THY işçileri, 29 Mayıs Birliği pratiğinde de gördüğümüz gibi işçiler, mücadele sırasında bir araya gelip açık toplantı, kitle meclisi gibi araçları da ortaya çıkarabilmektedir; bu meclisler işçilerin kendi öz örgütlenme biçimi olarak her gerçek sınıf mücadelesinde ortaya çıkmaktadır.

Gül

 

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Zengin Mutfağı: İşçiler, Patron ve Köpekler

Vasıf Öngören'in 1977'de yazdığı tiyatro oyunundan 1988'de yönetmen Başar Sabuncu tarafından beyaz perdeye aktarılan Zengin Mutfağı, özgünlüğüyle Türkiye siyasi sinema tarihinde önemli bir yer sahibi olan bir film. 15-16 Haziran işçi kalkışması esnasında başlayan filmin tamamı bir fabrikatörün mutfağında geçiyor. Biz de, 15-16 Haziran'ın yıldönümü vesilesiyle bu filmi hatırlamak ve hatırlatmak istedik.

Esasında 15-16 Haziran kalkışması filmin yalnızca girişini oluşturuyor, öte yandan filmin gidişatı açısından belirleyici bir noktada. Şener Şen'in, fabrikatörün aşçısını, Nilüfer Açıkalın'ın ise aşçının yardımcısını oynadığı filmin başında, 15-16 Haziran nedeniyle yurtdışına kaçmış olan patron, olaylar yatışıp sıkı yönetim ilan edince kurt köpekleriyle dönüyor evine, mülkünü korumak için. 15-16 Haziran ve sonrasından gelen sıkı yönetim dönemine bilgiler, filmin arka planına usulca yedirilmiş vaziyette ve filmin merkezinde ise bu köpekler var. Şöyle ki; patronun köpekleri rahat durmuyor, gelen geçene saldırıyor, ya hastanelik ediyor ya da öldürüyor. Bu durumdan rahatsızlık duyan aşçı, en nihayetinde çözümü köpekleri zehirlemekte buluyor. Suç, aşçının yardımcısına kalıyor, patron yeni köpekler getiriyor. Aşçı ise, yardımcısı kovulmuş gönderilirken havlayan köpekler için “bunları da mı zehirlesem acaba” diye düşünüyor ama sonra şu sonuca varıyor: “o zaman yenisini getirirler”.

Filmin en çarpıcı ama bir o kadar da acıklı yanlarından birisi ise Nilüfer Açıkalın'ın oynadığı aşçının yardımcısının hikayesi. Filmin başında, bu gariban ve kendi halinde kızın kendisi kadar gariban bir nişanlısı var. Kızın nişanlısı, kızı bu zengin mutfağından kurtarmak isttiyen bir üniversite öğrencisi, kızla evlenip öğretmen olma hayalleri kuruyor fakat parası yok ve o sırada kızı bir başkasının istediğini ve ailesinin vermeye niyetli olduğunu öğreniyor. Bu sırada, devletin “anarşistleri” ihbar edenlere para yardımı yaptığını öğreniyor ve çaresizliğinin çözümünü okuldan tanıdığı aranan bir kişiyi ihbar etmekte buluyor. Öte çocuğun gösterdiği kişi, devlet güçlerince oracıkta katlediliyor ve çocuk pişmanlık ve korku arasında sıkışıyor. Öldürülmesine neden olduğu kişinin arkadaşlarının kendisinden intikam alacağından korkarak aşçının patronuna sığınıyor, aşçının patronu ise işçiye ve komünizme karşı mücadele etmek içim onu özel bir okula gönderiyor. O silik, gariban ve çaresiz çocuk gidiyor, yerine korkunç bir insan bozması geliyor. Aşçı köpekleri öldürdüğünde, bu işi şüphesiz komünistler yapmış olacağı için suçluyu bulmaya koyulan, ve en nihayetinde bu işi aşçının yardımcısının, yani nişanlısının yapmış olduğu sonucuna varan da o oluyor.

Zengin Mutfağı'nın anlatımında güçlü bir sembolizm mevcut. Mutfağın dışını ve aşçının zehirlediği köpekleri film boyunca görmüyoruz, ama Zengin Mutfağı bize aslında daha korkunç bir manzara resmediyor, köpekleştirilen bir insanı izliyoruz. Aşçının yardımcısının nişanlısının insanlıktan köpekliğe yolculuğuna ise dışarıdan gelen köpek havlamaları eşlik ediyor. Şüphe yok ki, böylesi insanlar hala yaratılıyorlar. Hocalı Katliamı protestosunda ölüm söylemleriyle ortaya çıkanlar, böylesi yaratıkların son dönemdeki bir örneği. Zira, o dönemde de söylediğimiz gibi: “Bizim derdimiz, insandan yaradılma köpeklerledir ve mallarını mülklerini korumaya dünyanın tüm köpekleri gelse yetmeyeceği için insanları böylesine köpekleştirenlerledir.”

Zengin Mutfağı, aşçının gazetede gururlu bir insan olan eski yardımcısı ile kızın köpeğe çevrilmiş eski nişanlısını, bir işçi eyleminde, diş dişe birbirleriyle savaşırken görüp kendisinin de sınıfının mücadelesine daha güçlü bir biçimde katılmaya karar vermesiyle sona eriyor. Özgün kurgu ve anlatımıyla ve sembolizmi başarılı kullanımıyla Zengin Mutfağı bütün okurlarımıza izlemelerini tavsiye ettiğimiz bir eser.

Gerdun

Tags: 

2012 - Ağustos

21. Yüzyıl'da Kadının Durumu

Bugün temelde hala ataerkil nitelikte olan bir toplumda, kadının çektiği çile büyük önem taşımayı sürdürmektedir[1]. Dünya genelinde, evlilik içi şiddet, ritüel genital mütilasyonlar, aşırı dincilik benzeri gerici ve köhne ideolojiler hüküm sürmeye, hatta gelişmeye devam etmektedir.

Dolayısıyla 19. yüzyılda sosyalistlerin "kadın sorunu" ismini verdikleri sorun, bugün de karşımızdadır: kadının bu belirli baskı biçiminden muzdarip olmadığı bir toplum nasıl yaratılabilir? Ve komünist devrimcilerin "kadın mücadelelerine" dair tutumu ne olmalıdır?

Baştan bir noktayı belirtmemiz gerekli: kapitalist toplum insan toplumunun görmüş olduğu en radikal değişikliğin temelini hazırlamıştır. Önceki bütün toplumlar, istisnasız olarak emeğin cinsel ayrımına dayanmışlardır. Sınıfsal doğaları ne olursa olsun, ve bu toplumlarda kadının durumu aşağı yukarı olumlu olsa da olmasa da, geçmişteki bütün toplumlarda belirli işler erkeklere ayrılmışken başka işler kadınlara ayrılmıştır. Kadın ve erkeklerin meşgaleleri bir toplumdan diğerine farklı olabilir, fakat bu ayrımın evrensel olduğu bir olgudur. Bu durumun nedenlerine burada inmemiz mümkün değil, bu yüzden bu ayrımın kökenlerinin büyük ihtimalle insanlığın şafağına gittiğini ve hamilelik ve doğumun getirdiklerinde olduğunu söylemekle yetinmek durumundayız. Tarihte ilk defa, kapitalizm bu ayrımı ortadan kaldırma yönünde bir eğilim göstermiştir. Ortaya çıkışından itibaren kapitalizm emeği soyut emeğe dönüştürmüştür. Daha önce köylünün ve zanaatkarın loncaların ve geleneksel kanunların düzenlediği somut emeği varken şimdi tek karşılığı saat veya parça olan emek gücünden hariç hiçbir şey yoktur: işi yapan kişi dışarıda kalmıştır. Kadınlara verilen ücret daha az olduğu için, fabrikalarda erkek emeğinin yerine kadın emeğinin tercih edildiği durumlar olmuştur – bu durumun bir örneği olarak 18. yüzyıldaki dokumacıları verebiliriz. Makineleşmenin gelişimiyle, işin fiziksel güce bağlılığı giderek azalmıştır zira insan emeğinin gücünün yerine makinaların çok daha büyük gücü geçmiştir. Bugün, hala erkeğin fiziksel gücünü gerektiren işlerin sayısı bir haylı sınırlıdır ve önceden erkeklere ayrılmış pek çok yeni alana kadınlar girmektedirler. Kadının "irrasyonelliğine" dair eski önyargılar neredeyse kendiliğinden ölmektedirler ve daha önceden yalnızca "rasyonel" erkeklerin uygun olduğu düşünülen bilimsel ve tıbbi mesleklerde çalışan kadınların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.

Kadının kitlesel olarak ortaklaşmış emek dünyasına[2] girişinin iki tane potansiyel olarak devrimci sonucu vardır:

  • İlkin, cinsel işbölümüne son vererek kapitalizm kadınların ve erkeklerin artık cinsel olarak belirlenmiş meşgalelerle sınırlı olmadığı, bütünlüklü insani varlıklar olarak yeteneklerini tamamen gerçekleştirebilecekleri bir dünyanın yolunu açmıştır.

  • İkincisi, kadının ekonomik bağımsızlık kazanmasıdır. Kadın ücretli işçi artık hayatta kalmak için kocasına bağımlı değildir ve bu ilk defa kadın işçi kitlelerinin kamusal ve siyasi hayatta rol oynama ihtimalini yaratmıştır.

Kapitalizm altında, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılda kamusal hayata katılma talebi yalnızca çalışan kadınlarla sınırlı değildi. Üst ve orta sınıf kadınlar da eşit haklar ve özellikle oy hakkı taleplerini benimsemişlerdi. Bu durum, işçi hareketinin feminist harekete dair takınacağı tutum sorununu ortaya atmıştı. İşçi hareketi kadına yönelik her türlü baskıya karşıyken, feminist hareketler – sorunu sınıf açısından değil cinsiyet açısından ortaya koydukları için – mevcut düzenin kadınların ve erkeklerin oluşturduğu bir sınıf, yani proletarya tarafından devrimci yıkımına karşı çıktılar. Aşağı yukarı aynı sorun bugün de karşımızdadır: devrimciler kadın kurtuluş hareketine yönelik nasıl bir tutum takınmalıdır?

Kadınların oy hakkı mücadelesine yönelik 1912'de kaleme aldığı bir makalede Rosa Lüksemburg hakim sınıftan kadınlarla kadın proleterler arasında net bir ayrım koymuştu: " 'Erkek ayrıcalıklarına' karşı dişi aslan kesilmiş bu burjuva kadınların büyük çoğu, eğer oy hakkı elde ederlerse uysal koyunlar gibi tırıs tırıs muhafazakar ve ruhban gericiliğin saflarına katılırlar (...) Ekonomik ve toplumsal olarak, sömürücü sınıflardan kadınlar nüfusun bağımsız bir kesimi değillerdir.. Tek toplumsal işlevleri hakim sınıfların doğa propagandasının araçları olmaktır. Buna karşı proleter kadınlar iktisadi olarak bağımsızlardır. Erkekler gibi toplum için üretkendirler"[3]. Lüksemburg, işçi sınıfından kadınların oy mücadelesiyle burjuva kadınların mücadelesi arasında net bir ayrım koymuştur. Dahası, kadın hakları mücadelesinin işçi sınıfının tümünü ilgilendirdiğinin altını çizmektedir: "Kadının oy hakkı hedeftir. Fakat bunu kazanmak için gereken kitle hareketini oluşturmak yalnızca kadına düşen bir iş değildir, proletaryanın tüm kadın ve erkeklerinin ortak sınıf kaygısıdır".

Burjuva feminizmin reddi, 1908'de Kadın Sorununun Toplumsal Temeli isimli çalışmaya imza atan Bolşevik Aleksandra Kollontay için de bir o kadar net olmuştur: "Sınıf içgüdüsü – feministler ne derlerse desinler – her zaman kendisini 'sınıf üstü' siyasetlerin asil heyecanlarından daha güçlü biçimde gösterir. Burjuva kadınlar ve 'küçük kız kardeşleri' eşitsizliklerinde eşit oldukları müddetçe, burjuva kadınlar tamamen içtenlikle kadının genel çıkarlarını savunmak için büyük çabalar ortaya koyabilirler. Fakat bariyet kalktığı ve burjuva kadınlar siyasi faaliyete erişim elde ettiği anda, 'tüm kadınların haklarının' taze savunucuları, kendi sınıflarının imtiyazlarının ateşli savunucularına dönüşürler (...) Bu yüzden feministler işçi kadınlara 'kadınların geneli için' bir ilkeyi gerçekleştirmekten bahsettikleri zaman, işçi sınıfından kadınlar doğal olarak güvensiz yaklaşır"[4]

1. Dünya Savaşı, Lüksemburg ve Kollontay'ın güvensizliklerinin tamamen haklı olduğunu gösterecekti. Savaşın başında İngiltere'deki kadın oy hakkı hareketi ikiye bölündü: bir tarafta Emmeline Pankhurst ve kızı Christabel'in başını çektiği feministler vardı, savaşı ve hükümeti bütün kalpleriyle destekliyorlardı; diğer tarafta ise İngiltere'de Slyvia Pankhurst, Avusturalya'da ise kardeşi Adeline vardı ve onların başını çektiği kanat, enternasyonalist tutumu savunmak için feminist hareketten ayrıldılar. Savaş sırasında Sylvia Pankhurst yavaş yavaş feminizme atıfta bulunmayı dahi tamamen bıraktı: 1916'da "Kadın Hakları Federasyonu" isim değiştirerek "İşçi Hakları Federasyonu" olacak, 1917'de ise Kadın Zırhlısı adlı yayını İşçi Zırhlısı adını alacaktı.

Son olarak, kadınlar için "eşitlik" talebine değinmek istiyoruz. Kapitalizm emek gücüne ancak kaydı tutulacak bir soyutlama olarak baktığı için, eşitlik vizyonu da ancak kaydı tutulacak bir soyutlamadır: "eşit haklar". Fakat her kişi farklı olduğu için, yasada eşitlik hızla gerçekte eşitsizlik haline gelir[5] ve bu yüzden Marks'tan beri komünistlerin asla "toplumsal eşitlik" talepleri olmamıştır. Aksine, komünist toplumun şiarı, "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar"dır. Kadınların da erkeklerin asla sahip olamayacakları bir ihtiyacı vardır: çocuk doğurmak.

Dolayısıyla her kadının, bağımsızlığını ortadan kaldırmadan ne de toplumsal hayatın her alanına katılmasını engellemeden çocuklarını dünyaya getirebilme ve ilk yıllarında onlara bakabilme şansına sahip olması gereklidir. Bu ihtiyaç – ki tabii ki burada genel anlamda konuşuyoruz, zira bütün kadınların bu ihtiyacı aynı derecede kimilerinin de hiç hissetmediği aşikardır – toplumun desteklemesi gereken fiziksel bir ihtiyaçtır; kadının toplumun geleceği buna bağlı olduğu için, cesaretlendirmekten kazanacağı bir dünya, kaybedeceği ise bir hiç olan bir yetisidir. Dolayısıyla gerçekten insani bir toplumun, yani komünist toplumun kadına aslında yalnızca bir eşitsizlik olan soyut bir "eşitlik" dayatmaya çalışmayacağını kolaylıkla görebiliriz. Aksine, bir yandan kapitalizmin başlamak öte bir yere getiremediği bir süreci tamamlayarak tarihte ilk defa cinsel işbölümünü ortadan kaldırırken kadının bu özel yetisini, toplumsal faaliyetin bütünüyle birleştirmeye çalışacaktır.

Jens

1. Türkiye'de son yedi yılda kadına yönelik patriyarkal cinayetler yüzde bin dörtyüz artmıştır.

 2.  Kadınların her zaman çalışmış olduklarını söylemeye gerek dahi yoktur. Fakat kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda kadın emeği temelde özel alanda, yani ev içerisinde kalmıştır.

 3 .  https://marxists.org/archive/luxemburg/1912/05/12.htm

4. https://www.marxists.org/archive/kollonta/1909/social-basis.htm Dönemde feministler işçi kadınlara hitap ederken gerçekten de "küçük kız kardeşler" ifadesini kullanıyorlardı.

5.Niteliği gereği, hak, ancak aynı ölçüt kullanıldığında sözkonusu olabilir; ama eşit olmayan bireyler (ve bunlar eşit olsalardı ayrı ayrı bireyler olamazlardı) yalnızca aynı açıdan değerlendirildiklerinde, yalnızca belirli bir yönden ele alındıklarında, örneğin, bu durumda olduğu gibi, geri kalan her şeyden tecrit edilmektedirler.” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi)

Tags: 

Rubric: 

Kadın

Gaziantep'te Sendikasız Grev: “İnsanca Yaşamak İstiyoruz!”

-Nereye gidiyorsun?
-Dışarı çıkıyoruz abi çalışmıyoruz.
-E haydi birlikte gidelim, çalışmayalım.

Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi'nde çalıştıkları yerlerde karşılaştıkları çalışma koşullarına, düşük ücretlere ve ikramiyelerinde kesintiye gidilmesine karşı tekstil işçileri greve çıktılar. Kimi kaynaklara göre 3 ila 5 bin arasında işçinin katılımıyla gerçekleşen bu grev, bir süre sonra sanayi bölgesindeki diğer fabrikalara da sıçramasıyla yaklaşık 7 bin işçinin katılımıyla sürdürüldü.

Ortalama 12 saat gibi uzun sürelerle çalıştırılan işçiler, çalışma koşullarıyla ilgili şunları söylüyorlardı:

İstediğimiz ailemizi geçindirebilecek bir ücret ve sosyal haklarımız. Bunun dışında bir şey istemiyoruz. Kimseye karşı da özel bir kastımız da yok. Art niyetimiz de yok, biz hakkımızı istiyoruz[1]

Son dönemde “süper güç olma” adı altında uluslararası emperyalist ilişkilere daha sıkı kenetlenme yolunda önemli yol kateden Türkiye burjuvazisinin basın açıklamalarıyla ve “ulusa sesleniş”ler ile boşa umut saçtığını Gaziantep'te gerçekleşen bu grevde yer alan bir işçi yerinde tespitlerle dile getiriyor:

Ekonomide Çin'den sonra ikinci durumdayız. İhracatta öncüyüz' diyorlar. Peki bu emekçiye ne kadar yansıdı, işçi emekçi evine ne kadar ekmek götürüyor diye kimse sormuyor. Kimse işçiye değer vermiyor. Günlerdir burada grevdeyiz, binlerce insanın İnsani talepleri görmezden geliniyor.[2]

Grevin bir diğer özelliği de içerisinde işçilerin önemli bir kısmının üyesi oldukları Hak-İş'e bağlı Öz-İplik-İş Sendikası'na karşı olan tepkileri ve bunu dile getirişleri. İşçiler bu greve sendikanın güdümünden bağımsız olarak çıkıyorlar ve eleştirilerini de sendikaya yöneltmekten geri durmadılar.

Konu ile ilgili en özlü ifadeyi, grevin devam ettiği günlerde DİSK Gaziantep Bölge Temsilcisi Nihat Necati Bencan tarafından yapılan açıklamadan küçük bir alıntıyı, hoş bir ironi oluşturması ve sendikacıların hissettikleri çekinceleri dile getirmesi açısından ekleme gereği duyuyoruz:

(...) Bunun yerine grevdeki 5 fabrikanın işçileri taleplerini, aralarında seçtikleri temsilciler aracılığıyla dile getiriyorlar. Ancak hiçbir fabrika yönetimi, temsilcileri muhatap almıyor ve taleplerin karşılanması için gereken adımları atmıyor. Bir an önce sorunun çözülmesine yönelik adımlar atılması gerekiyor. Yoksa grev dalgası yayılarak devam edecektir. [3]

Örneğin sendika ile bir fabrika patronu arasında yaşanan anlaşmanın sonucu alınan komik zam bu grev için yeterli sebeplerden birisini oluşturuyor. Sendikanın Ocak ayında yaptığı toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden çıkan maaş zammının 45 TL olduğunu Temmuz ayında öğrenen işçiler hemen ardından greve başlama kararı aldılar. Bu da neredeyse 0 zam anlamına geliyordu. Hatta grevin başladığını haber alan ve fabrikaya gelen Öz-İplik-İş Gaziantep Şube Başkanı Mehmet Kaplan, “satılmış başkan, satılmış sendika!” sloganlarıyla işçiler tarafından bir süre fabrikadan çıkartılmadı. Böylece işçiler aracısız grevlerini bizzat bir sendika karşıtlığında somutlamış oldular.

Grev sürerken burjuvazinin kolluk kuvvetleri de baskılarını çeşitli yollarla sürdürmeye devam ettiler. Eylemin başlamasının hemen ardından yığınla köpeğini fabrikaların kapısı önüne yığan devlet, sendika tarafından kontrol edilemeyen bu tür eylemliliklerden rahatsız oluyor. Örneğin grev sürerken, işçilere yönelik polis “tavsiyeleri” dikkat çekici: “Bunu kabul etmezseniz bir daha başka işyerinde iş bulamazsınız. Patronlar da ancak bu kadarını yapabiliyor. Bunu kabul edin içeri girin”. Anlaşılan o ki polis de, “fabrikadaki polis” sendika kadar bilgiye sahip durumda!

11. gününe gelen işçilerin grevi, kazanım elde edilerek yine işçiler tarafından sonlandırıldı. Buna göre elde edilen kazanımlar arasında 780 TL kadar olan maaşlar 875 TL'ye çıkartıldı. GOSB'de bulunan ve greve katılan Motif Tekstil işçileri ise 905 TL gibi bir maaşa çalışmaya devam edecekler. Ayrıca bu grev ile işçiler, her bayram 10'ar yevmiyelik ikramiye alınmasını sağlayacaklar.

Grevin hemen sonrasında ise Gaziantep'te meydana gelen ve 9 sivilin ölümüne neden olan bombalı araç patlaması da kentin gündemine oturarak bu grevin getirdiği havayı bir kenara atmış oldu. Son derece kolay yönetilebilir ve değişken bir gündeme sahip Türkiye'de de, diğer ülkelerde olduğu gibi burjuvazinin kendisi tarafından yönetilen gündemler bu tipte hareketliliklerin sınıfın diğer kesimleriyle buluşmasının önüne geçiyor, hatta onların bu gibi eylemliliklere dair gelişmelere ulaşmasına da engel oluyor. Mesela önemli medya kuruluşları Güney Afrika'daki maden işçilerinin polislerce katledilmesini defalarca ekrana getiriyorlarken kendi ülkelerindeki bir grev hareketini küçük bir haber olarak bile televizyonlara ya da gazetelerine taşımayı tercih etmiyorlar. Tabii ki bunlara şaşırmıyoruz; ne de olsa gündem onların gündemi; grev ise bizim grevimiz diyen işçiler kendi güçlerini konuşturmuş oldular.

İşe başlayan kimi işletmelerin patronları ise önemli sayıdaki işçiye “Eyleme katıldığım için pişmanım” yazılı belgeleri imzalatmak istiyor. Ardından hangi baskı yöntemini devreye alıp almayacağının bilinmediği patronların bu gibi manevralarına karşılık dışarıda, henüz işbaşı yapmamış olan işçiler de bu gibi belgeleri imzalamayı reddediyorlar.

Özellikle TEKEL grevinden bu yana, tekil fabrika ve işyerlerindeki grev/direniş hareketlerinden sonra, özellikle bu durgunluğu dağıtması açısından önem taşıyan bu grev, Hey Tekstil'de sorgusuz sualsiz, maaşları ödenmeden işten çıkartılan işçilerin mücadelesinden ve THY grevinden sonra bir mihenk taşı olarak önümüzde duruyor.

Grevin önemi de kimi ayrıntılarla anlaşılabiliyor. Mücadelenin ilerleyen günlerinde gelen küçük yardımların dışında işçiler bütün ihtiyaçlarını neredeyse kendileri karşıladılar. Ulaşım, gıda, vb. konularda birbirleriyle ortak hareket ettiler, kendi aralarında bir komite kurarak ortak kararlar aldılar. Zaten başında beri sendikanın dışında hareket alanı bulan ve bu alanın öz-inisiyatifinde hayat bulan grevin en önemli kazanımlarından birisi de işçilerin kendi mücadelelerini kendi ellerine alma inisiyatifini göstermiş olmaları. Nitekim sendikaya dair eleştirileri de artık bu konunun işçiler arasında yerleşik bir mesele haline gelmiş olduğunu ifade ediyor: Mücadelemizde sendikaya ihtiyacımız yok!

Ayrıca sendikadan tamamen bağımsız ve hatta tepki içeren bu grevin üzerinden geçen zamanda burjuva sol basında sadece işçilerin daha güçlü sendikalar için tartışacaklarını yazıyorlar. İşçiler mücadelelerini zaten sendikanın kendisinden ayrı bir yerde somutlamışlarken bunu tartışacağını da iddia etmek ayrı bir politik manevra göstergesi. Böylece, sendikasız eylemlerin kendisini yazmaktansa burjuva solunun sendikalar ve sermaye yanlısı programlarına denk “haberler” yapabiliyorlar.

Bunların yanısıra, sendikanın kontrolündeki direniş ya da grevlerin sürelerine bakacak olursak oldukça ciddi bir fark ile karşılaşıyoruz. Sendikaların güdümündeki direnişler genellikle devletin aparatı olan bu kuruluşlara karşı öfkeleri ile bitiyorken, diğer bir taraftan da işçilerin mücadelelerini yönlendirmeleri konusundaki yorgunluk ve yılgınlıkları ile neticeleniyor. Ancak dünyanın kimi kesimlerindeki işçi sınıfının deneyimlediği örnekleri referans alacak olursak işçilerin yönettiği ve yönlendirdiği eylemlilikler hem yeni bir tecrübe olarak kendi tarihlerine not düşülüyor, hem de sendikalara dair görüşler daha net açığa çıkıyor, aynı zamanda moral verici olabiliyor. Çünkü işçiler bütün bu kendi eylemlerini kendileri örgütlüyor, kendileri yönetiyor ve bu örnekte de gördüğümüz üzere kendileri neticelendirebiliyor. Bir taraftan 11 gün gibi kısa bir sürede, işçilerin fiili mücadele etme çabası galip geliyorken, diğer tarafta sendikaların örgütlediği grevlerin süresi grevdeki işçilerin enerjilerini tüketen,onları yılgınlığa iten, içinden çıkılmaz bir hal alan ve ayları aşan zamanlara yayılarak uzayabiliyor; bu da her anlamda işçilerin gelecek mücadele dönemleri için hayal kırıklıkları ile beslenen “geçmiş” yeni-kötü deneyimler edinmesine neden oluyor.

780 lira olan ücretimiz tüm eksikliklere rağmen 875 liraya çıktı. Bu çok bir rakam değil ama aldığımız zam az bir rakam da değil. Bu grev bugün bitmiş olabilir ama bizim mücadelemiz sürecek.[4]

Grevleri sona eren işçiler, kendi oluşturdukları bir komite aracılığıyla da kendi sorunlarını tartışacakları bir kurultay örgütleme kararı aldılar. Her ne kadar burjuvazinin basın-yayın organlarından alabildiğimiz haberlerin içerisinde, grevin ayrıntılarının farklı ifadeleri yer alıyor olsa da, önemli olduğunu düşündüğümüz konu, bu sendikasız grev ve mücadelenin kazanımlarının sonuçlarını netleştirmek için işçilerin ortak tartışma platformları geliştiriyor olmasıdır.

Sendikalar bütünüyle, sermayenin varlığını öngerektiren ücretli emeğin varoluşunun dışında düşünülemez. Sermaye, yarış halindeki ve birçok tekil birey ve parlamentodaki partiler tarafından temsil edilen bireysel mülk sahipleri tarafından sahip olunduğu sürece sendikalar en nihayetinde emeğin sömürü koşullarının gelişimi için pazarlık edebilirler. Onların emek gücünün satışını düzenlemek olan işlevi, modern kapitalist düzenin vazgeçilmezi olmuştur. Bu da aslında onların devletin, ona içkin bir parçası olması bile, tamamlayıcı yapıları olarak bugün dünyanın her yerindeki önemine denk geliyor. (...) Birer örgüt olarak onların varlığı, emek/sermaye ikiliğinin süregelen varlığına bağımlı olmaları demek oluyor. (...) Bunun yanısıra, sendikalar bu ikiliği yok etmeden sermayenin tarafını mümkün olduğunca tutarlar. Bilakis, kapitalist sistemin onarımı için vazgeçilmez hale gelirler. Sonuç olarak, sermaye birikimini ne kadar devasa ve anonim hale getirirse, sendikalar da o kadar sermayenin safında yer alır ve doğrudan büyük 'ulusal' çıkarlar tarafından belirlenen rollerini yerine getirirler.[5]

Nevin

1,2.www.medya73.com/iscilerden-insanca-yasmak-istiyoruz-grevi-haberi-1017780...

3.www.agos.com.tr/gaziantepte-4-bin-tekstil-iscisi-grevde-2304.html

4.www.soldefter.com/2012/08/20/antep-iscilerinin-grevi-sona-erdi-bir-adim-one

5.G. Munis – Devrime Karşı Sendikalar: https://libcom.org/article/unions-against-revolution-g-munis

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Güney Afrika'da Maden Grevleri: “Ölüler” Dans Edebilir Mi?

Buradan hareketle grevin nasıl bir yön izleyeceğini, ülke genelinde ve uluslararası anlamda nasıl bir yankı bulacağını bekleyerek ve Güney Afrika'lı sınıf kardeşlerimizle dayanışmamızı, onların bu anlamlı eylemliliklerini selamlayarak, deneyimlerini sınıf içerisinde yayarak vermeye çalışıyor olacağız. İşçilerin dile getirdikleri nasıl bir yolun izleneceğinin de habercisi:

“Öfkeliyim, çocuklarımı okula göndermek istiyorum ancak yapamıyorum; evde yemeğimiz yok. (...) Gıda ve okul aiatları artıyor ancak maaşlarımız artmıyor”. [1]

Bu yılın geçtiğimiz Şubat ayında, G. Afrika'daki platinyum madenlerinde sürmekte olan kitlesel grevlere ilişkin yaptığımız durum değerlendirmesi niteliğindeki yazımızın[2] sonu bu cümleler ile bitiyordu. G.Afrika'nın Rustenburg kentindeki Impala Platinium fabrikasında başlayan grev geçtiğimiz birkaç ay içerisinde giderek yayılmış ve Lonmin'e de sıçramıştı. Burada yapmaya çalıştığımız çözümlememizin ana eksenini Stalinistlerin yöntem olarak benimsedikleri ve empirik haber aktarmaktan öteye geçemeyen ajanslık görevlerini yerine getirmeleri gibi sadece “olaylara” odaklanmaktan ve “siyasi öncünün eksikliği” zırvalarından karşılık ve öte olarak patronun ve sendikaların işçi sınıfı mücadelesini nasıl izole ettiği ve onu bölerek zayıflatıp yoketmeye çalışıyor olduklarının dersini çıkartmak oluşturuyordu. Önemli olan, işçilerin bu tür sendikasız, dolayısıyla “yasadışı” olarak tabir edilen grevler sırasında ve sonrasında, sendika ve devletin diğer mücadele karşıtı aygıtlarının dışında ve ötesinde kendi mücadelesini eline almasını/almaya çalışmasını ifade etme gayretiydi.

Bunun belirleyicisinin de işçilerin mücadelelerinde kendilerini ifade etme biçimleri olduğunu düşünüyoruz. Son dönem belki de hem patron ile hem de sendikalar ile mücadele eden işçilerin yegane araçları olarak sendikasız grevleri[3] ön plana çıkıyor da olabilir. Kendi kararlarını kendilerinin aldıkları eylem komiteleri, açık toplantıları ve eylem planlarının da bu grevin gidişatını etkileyeceği kesin gibi. İşçilerin kurtuluşunun kendi avuçları içerisinde olduğunun bir kanıtı olan bu grev ile dayanışmamızı ilan etmeliyiz ve sınıfın gelecek mücadelelerinde ibretlik bir deneyim olarak hatırlarda tutmalıyız.

Bir süre önce ise yeniden alevlenen grev dalgası sırasında, burjuvazinin kollukları kameralarının önünde açıktan ve alenen bir katliam gerçekleştirdi. Yaklaşık 200 polisin sonradan “meşru müdafa” olarak savunmaya çalıştığı bu manevrası aslında burjuvazinin kanlı yüzünü gözler önüne de seriyordu. Bu saldırıda 44 maden işçisi katledildi.[4][5][6]

G.Afrika'daki işçi sınıfı, yakın geçmişte de yeni bir grev dalgası ile sokaklardaydı. Kamu sektöründen yaklaşık 1.3 milyon işçi, düşük ücretlerinin yükseltilmesi için seslerini sokaklarda haykırdılar. Bir dönem boyunca biriken ve tecrübe kazanan G.Afrika işçileri hemen hemen burjuvazi için en belirleyici ve kritik sektörde gücünü kullanmak istiyorken, grevleriyle madencilik sektöründe de yavaş yavaş bilenecekti. Özellikle ANC hükümetinin ve devlet başkanı Jacob Zuma'nın çalışma koşulları ve maaşlara yönelik manevraları artık ün kazanmıştı.[7] Ne de olsa diğer benzerleri gibi, işçi sınıfının amaçlarını burjuvazinin şu ya da bu kesimi için yoketmeye çalışan ulusal mücadeleci/kalkınmacı kapitalizmin çocukları gibi Nelson Mandela da zamanında bunları gerçekleştirmişti. Orada ona G.Afrika'lı işçilerin enerjisinin düzeni yeniden tesis etme yolunda harcanması gerekiyordu; bunu da büyük ölçüde başarmış oldu.

Katledilen işçilerin ardından grev alanına gelen aileleri bir basın açıklaması gerçekleştirdiler ve sorumluların bulunması için çağrıda bulundular. Ardından ülke genelinde devlet başkanı Jacob Zuma tarafından yas ilan edildi.[8] İşçilerin devletin (sözde) “döktüğü” sahte gözyaşlarına ve açıklamalarına ihtiyacı yok; onlar yıllar önce yalanlarının arkasına gizledikleri kan deryalarının içerisinden, ulaşılmaz fildişi kulelerine yükseldiler. Devlet, dünyanın neresinde olursa olsun, işçi sınıfı için ölüm, açlık ve zulümden başka bir anlama gelmedi. Köpelerinin ellerine tutuşturduğu ölüm makinelerinden üzerimize saçılan mermilerin arkasında da o sınıf, güzel ve alımlı kıyafetlerin parladığı salon ışıklarının altında da yine aynı sınıf vardı.

Burjuva kamuoyunda sıkça yayınlanan ve burjuva medyanın ekranlara taşımasıyla da beyaz cam için bir malzeme haline gelen polisin ateş açma görüntüleri, aslında bir taraftan da görüntülerin yayınlandığı ülkelerdeki burjuva demokrasisini kutsamanın da bir aracı haline getirildi. “Bakın biz size bunları yapmıyoruz” denildi.

Bu ülkedeki grevlerin en önemli dayanak noktası da düşük ücretler ve sefaletin içerisinde harap düşmüş işçi yaşamları idi. Artan gıda fiyatları[9] ile geçimini sağlamakta güçlük çeken işçiler çareyi kendi grevlerini kendileri yaratarak buldular. Implats firmasında yetkiye sahip sendika olan NUM (Ulusal Maden İşçileri Sendikası), önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, patron ile düşük bir ücret zammında anlaşma sağlayarak üyesi olan işçilerini işyerinde çalışmaya davet etmişti. Komik zammı reddederek çalışmaya başlamayan işçilerin karşısına bu sefer “fabrikadaki polis” sendikadan sonra, onun “göreve çağırdığı” polis çıkmıştı.

Buna karşılık olarak eyleme geçen işçiler, işyeri binasını işgal ediyorlar. Ve bu “vahşi kedi” grevi sırasında bir tarihsel komedi yaşanıyor; NUM, “kontrol edilemeyen işçilere kararlı bir müdahalede bulunmaları” için devletin kolluk kuvvetlerini “göreve” çağırıyor. Daha bir süre önce çalışırken kırdıkları taşları müdahale için gelen polis araçları üzerinde “deniyorlar”. 350 işçi gözaltına alınıyor ve 2 işçi de yaşamını yitiriyor.

Ve işçilerin mücadelesi adına konuşma yapma cüretini gösteren sendika yetkililerinin ağzından şu cümleler dökülüyordu:

Bu bir işe alım stratejisiydi. Biz sizinleyiz ve talepleriniz için ölümüne mücadele edeceğiz.[10]

Evet, bu bir ölüm kalım mücadelesiydi. Ancak ölenler sendikaların palazlanmış liderleri değil, mücadelenin anlamı, ifadesi olan 44 işçiydi.

Bu sefer de sahneye başka bir grev kırıcı aygıt çıkıyor ve bir önceki sendikayı mücadeleci olmamakla “eleştiren” AMCU adlı “mücadeleci” sendika sırasını kullanıyor. Bu sendika da işçilerin mücadelesini bölmekte üzerine düşen görevi yerine getiriyor.[11] Tabii ki esas amaçları işçilerin mücadelesinin yine işçiler lehine değil, kapalı kapılar ardında patronlarla yaptıkları anlaşmalardan nemalanan kendi çıkarlarının lehine kararlar alarak işçileri madenlere geri döndürüp çalışmaya başlamalarını ve toplumsal barışın sürekliliğini sağlayabilmekti. Diğer sendika gibi bu sendika da mücadeleden yeni aidat kaynağı işçi maaşları ile çıkıyor olabilir.[12].

Dünya'nın ağır çalışma koşulları ile karşı karşıya olan işçileri de aynı şekilde mücadelelerini sürdürmeye çalışıyorlar. Bangladeş'teki tekstil işçileri[13] ve geçtiğimiz dönemlerde yaptıkları grev ile gündeme gelen İspanya'nın maden işçileri[14] de bu türden durumlar ile karşılaşmak zorunda kalmışlar ve kendi mücadelelerini kendi ellerine almak konusunda inisiyatif almışlardı. Buradaki hareketlerin ortak noktalarını, işçilerin sendikalar dışında kurguladıkları mücadelelerine yön vermek yönündeki istek ve azimleriydi. İşçiler mücadelenin, sendikalar yokken daha iyi ilerlediğini farketmişlerdi.

Şubat ayı içerisinde yayınladığımız yazımızın bir bölümünde yaptığımız belli başlı tespitler vardı ve bunların şu son dönemde daha da keskinleştiğini ve hala tam olarak kendi gücü ve itkisine kavuşamamış sınıf mücadelesinde iyice belirgin bir hal aldığını düşünüyoruz. Buna göre;

  • İşçiler artık patronlar ile anlaşan sendikalara karşı, kendi güçlerini sendikasız grevleri ile referans alıyorlar,

  • İşçileri katleden kolluk kuvvetlerine karşı verdikleri mücadelede devletin kendisine karşı savaş veriyorlar,

  • Onları açlığın kollarına bırakan, yok pahasına işyerlerinde yaşamlarını geride bırakmalarına neden olan düşman sınıfa karşı mücadele ediyorlar.

Tabii ki her şey bu kadar keskin hatlarla belirlenemiyor. Örneğin, geçtiğimiz dönemde sendikanın işe geri dönme çağrısına uyan 8 bin kadar işçi yeniden işbaşı yaptırılmış ve böylece sendikanın anlaştığı ücret artışı “fiilen” kabul edilmişti. Bu da sınıf mücadelesinin önündeki engellerin hangi biçimlerde bizim önümüze çıkacaklarının bir göstergesini temsil ediyor.

Tabii ki unutmamamız gereken bir nokta da var ki; o da dönemin sömürülen ve aynı zamanda devrimci olan tek sınıfı olarak proletaryanın mücadelesi uluslararası bağlamdan asla kopartılamaz. O devrimi ya enternasyonal bir tarzda çözecektir ya da çözemeyecektir. Güncel mücadeleler ne kadar gurur kırıyorsa kırsın, ne kadar umut köreltiyorsa köreltsin ya da ne kadar umut verici olursa olsun hem mücadelenin derslerini çıkartmak en acil görev olarak önümüzde duruyor olacak, hem de mücadele, dünyanın şu ya da bu kısmında sürmeye, işçi sınıfının mücadelesi “dans etmeye” devam ediyor olacak.

Bunçuk

1.https://www.bloomberg.com/news/articles/2012-02-22/impala-platinum-protest-deaths-signal-higher-costs-for-south-africa-mines

2.https://tr.internationalism.org/gueney-afrikada-isciler-patron-ve-sendikaya-karsi-muecadele-ediyor

3. Yurtdışında böylesi grevlere "vahşi kedi" ya da wildcat grevleri de denir: https://en.wikipedia.org/wiki/Wildcat_strike_action

4.https://www.youtube.com/watch?v=TDB7P1Weaas&feature=fvsr

5.https://www.aljazeera.com/news/2012/8/17/dozens-killed-in-south-africa-mine-shooting

6.https://libcom.org/article/marikana-mine-workers-massacre-massive-escalation-war-poor

7.https://www.bbc.co.uk/news/world-africa-11008442

8.https://www.bbc.co.uk/news/av/world-africa-19355287

9.https://www.aljazeera.com/news/2012/8/12/rising-cost-of-maize-felt-in-south-africa

10. www.miningmx.com/news/platinum_group_metals/Num-challenged-in-Implats-me...

11.https://www.dailymaverick.co.za/article/2012-02-22-impala-strike-welcome-to-the-age-of-retail-unionism/

12.https://www.miningweekly.com/article/implats-2012-08-23

13./content/391/banglades-asyanin-grev-atolyesi

14./content/390/ispanya-asturiastaki-maden-iscilerinin-mucadelesi-ne-ifade-ediyor

Tags: 

Rubric: 

Güney Afrika

Komünist Sol ve Enternasyonalist Anarşizm, Bölüm 1: Ortak Yönlerimiz

Birkaç yıldır, bazı anarşist birey ve gruplar ile EKA, tartışma için açık ve kardeşçe bir şekilde birçok engeli aşmayı başardı. Anarşizm ve marksizm arasındaki karşılıklı ilgisizlik ve reddediş yerini tartışma isteğine, diğerinin pozisyonlarını anlama ve uzlaşı ve ayrılık noktalarının dürüstçe ifade edilmesine bıraktı.

Bu yeni ifade biçimi Meksika'da, iki anarşist grup (GSL ve PAM[1]) ile bir komünist sol örgütü olan EKA'nın imzaladığı ortak bir broşürü mümkün kıldı. Son zamanlarda Fransa'da, Toulouse'taki CNT-AIT, EKA'yı bir toplantısına sunum yapmak üzere davet etti.[2] Almanya'da da birtakım bağlantılar mevcut.

Bu dinamik temelinde, EKA enternasyonalizmin anarşist hareket içerisindeki tarihi üzerine ciddi bir şekilde çalışmaya başladı. 2009 döneminde, 'Anarşistler ve emperyalist savaş' başlığı altında bir yazı dizisi yayınladık.[3] Amacımız, her emperyalist çelişki ile, anarşistlerin bir kısmının milliyetçilik tuzağından uzak durabildiklerini ve proleter enternasyonalizmini savunabildiklerini göstermekti. Bu yoldaşların, şovenizm ve savaşın barbarlığı ile çevrelenmiş olmalarına rağmen devrim ve dünya işçi sınıfı için uğraşmaya devam ettiklerini gösterdik.

EKA'nın, gerçekten insanlığın özgürleşmesi için mücadele eden devrimciler ile proleter mücadeleye ihanet edenleri ayıran gerçek bir nokta olarak enternasyonalizme verdiği önemin farkındayız; bu metinler savaş yanlısı anarşistlerin uzlaşmaz bir eleştirisidir ancak aynı zamanda hepsinin üzerinde, enternasyonalist anarşistlere bir selamlamadır!

Bunun yanısıra, amacımız her zaman doğru kavranmadı. Bir süredir bu yazı dizisi bazı kesimlerde mesafeli bir tepki ile karşılandı. Bir taraftan, bazı anarşistler bu metinleri kendi hareketlerine açıkça bir saldırı olarak gördüler. Diğer taraftan da, komünist solun ve EKA'nın bazı sempatizanları da “anarşistler ile uzlaşma” yönündeki bu çabalarımızı anlamadılar.[4]

Metinlerimizdeki bazı insanları sinirlendiren[5] bariz hatalar bir tarafa, bu görünür bir şekilde çelişkili eleştiriler aslında aynı kökeni paylaşıyordu. Onlar, anlaşmazlıkların ötesinde ve üzerinde, devrimcileri biraraya getiren başlıca unsurları görmedeki zorlukların açığa çıkmasını sağladılar.

Etiketlerin Ötesine Geçmek

Geleneksel olarak devrim mücadelesini ifadelendirenler iki kategoride sınıflandırılabilirler: marksistler ve anarşistler. Ve doğrusu aralarında önemli fikri ayrılıkları bulunmaktadır:

  • Merkeziyetçilik / Federalizm

  • Materyalizm / İdealizm

  • Geçiş dönemi ya da 'devletin dolaysız yıkılması'

  • 1917 Ekim Devrimi'ni ve Bolşevik partiyi tanıma ya da kınama

Bütün bu sorunlar kesinlikle çok önemliler. Sorumluluğumuz bunları es geçmemek ve onlar üzerine açıkça tartışmak. Ancak bunlar hala, EKA için “iki kampa” ayırmıyorlar. Somut bir şekilde, marxist olan örgütümüz, bunun enternasyonalist anarşist militanlar ile aynı tarafta ve marxist olduklarını iddia eden 'Komünist' ve Maoist partilere karşı olan proletaryanın mücadelesi olduğunu kabul ediyor. Peki neden?

Kapitalist toplumda, iki temel kamp bulunuyor: Burjuvazinin tarafı ve işçi sınıfının tarafı. İlkine ait olan bütün siyasi yapıları kınıyor ve mücadele ediyoruz. İkinci tarafta olanlarla net ve daima kardeşçe bir tutumla tartışıyor ve üyeleri ile yardımlaşmanın yollarını arıyoruz. Ancak gerçekte aynı 'marxist' etiketi altında burjuva ve gerici örgütler bulunuyor. Aynısı 'anarşist' etiketi için de geçerli.

Bu sadece bir “edebiyat parçalama” değil. Tarih, proletaryayı eli kalbinde savunduğunu iddia edenlerin gerçekte onu arkadan hançerlediği 'marksist' ve 'anarşist' örgüt örnekleri ile dolu. Alman sosyal demokrasisi, Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve binlerce işçiyi alçakça öldürdüğü 1919'da kendisine 'marxist' diyordu. Stalinist partiler 'komünizm' ve (ya da aslında SSCB tarafından başı çekilen emperyalist bloğun çıkarları için) 'marksizm' adı altında, 1953'te Doğu Almanya'daki ve 1956'da Macaristan'daki ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırmıştı. 1937'de İspanya'da CNT'nin liderleri hükümette yer alması, Stalinist katiller için binlerce anarşist devrimciyi ezmek ve katliama tabi tutmak için bir bahane oluşturdu. Bugün, örneğin Fransa'da, aynı 'CNT' ismiyle, bir tarafta devrimci pozisyonları savunan (CNT-AIT) ve diğer tarafta katıksız 'reformist' ve gerici (CNT 'Vignoles') iki anarşist örgüt bulunuyor.[6]

Etiketlerin arkasına gizlenen yanlış arkadaşları tanımak hayati bir görevdir.

Ancak tersi bir tuzağa da düşmemeli ve dünyada 'devrimci gerçeği'n savunucularının yalnız bizler olmadığımıza inanmalıyız. Komünist militanlar hala çok ince bir zemin üzerindeler ve izolasyondan daha zararlı bir şey yok. Bu nedenle (ya marksist ya da anarşist olsun), işçi sınıfı siyasetiyle ilgisi olmayan dükkan sahibi zihniyeti ile kendi 'tekkesi'nin, kendi 'ailesi'nin taraftarı olan eğilime karşı da mücadele etmeliyiz. Devrimciler birbirleriyle yarışmazlar. Farklılıklar, anlaşmazlıklar, aynı zamanda ne kadar derin olursa, açık ve içtenlikle tartışıldıkları sürece, sınıf bilinci için o kadar zenginleşen bir kaynaktır. Enternasyonal ölçekte bağlantılar kurmak ve tartışmak mutlak gerekliliklerdir.

Ancak bunun için, 'marksist veya 'anarşist' etiketleriyle sabitleştirmeden (proletarya tarafından kapitalizmi yıkma perspektifini savunan) devrimciler ile (bir ya da daha fazla yolla, bu sistemin yaşamını sürdürmesine yardımcı olan) reaksiyonerler/gericileri nasıl ayıracağımızı bilmemiz gerekiyor.

Marksistleri ve Enternasyonalist Anarşistleri Birleştirenler

EKA için burjuva örgütleri proleter örgütlerden ayıran temel kriterler bulunuyor.

Kapitalizme karşı işçi sınıfının mücadelesini desteklemek, tarihsel aşamadaki bu mücadeledeki tehlikelere olan bakışı asla yitirmeden acil bir yoldan sömürü ile mücadele (örneğin grevler) anlamına geliyor: devrim yoluyla bu sömürü sistemini yıkmak. Bunu yapmak için, bir örgüt, burjuvazinin ister 'faşist' burjuvaziye karşı 'demokratik' burjuvaziyi ya da sağa karşı solu veya İsrail burjuvazisine karşı Filistin burjuvazisini, vb. ya da 'ehven-i şer' olanı 'kritik' veya 'taktik' hiçbir yolla asla desteklememelidir. Böyle bir yaklaşımın iki somut ifadesi vardır:

  1. Kapitalist sistemi ya da ona benzeyen biçimdeki bir sistemi yöneten ya da savunan partilere herhangi bir seçim desteği vermeyi veya işbirliğini reddetmek (sosyal demokrasi, Stalinizm, 'Chavismo/Chavezcilik', vb.)

  2. Her şeyden önce, herhangi bir savaş esnasında, bu, uzlaşmaz bir enternasyonalizmde ısrar etmek, şu ya da bu emperyalist kamp arasında seçim yapmayı reddetmek demektir. 20. yüzyılın bütün emperyalist savaşları sırasında olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında da, savaşan tarafları destekleyen bütün bu yapılar enternasyonalizmin durduğu yeri terkettiler, işçi sınıfına ihanet ettiler ve burjuva kampa entegre oldular.[7]

Burada açıkça ifade edilen bu kriterler EKA'nın diğerlerini mahkum ederken niçin bazı anarşistleri mücadelede yoldaş olarak gördüğünü, neden tartışmak ve yardımlaşmak istediğini açıklıyor. Örneğin, biz KRAS ile savaş karşısında, özellikle Çeçenistan'daki savaş üzerine enternasyonalist deklerasyonlarını yayınlayarak ve selamlayarak yardımlaştık. EKA, bu anarşistleri, onlarla aramızdaki farklara rağmen, proleter kampın bir parçası olarak kabul ediyor. Onlar kendilerini açıkça teoride enternasyonalizmi savunan ama emperyalist savaşlarda dövüşen bir tarafı savunarak pratikte karşısında duran diğer anarşistler ve (Komünist partiler, Maoist ve Troçkistler gibi) 'Komünistler'den ayırıyorlar. Şunu unutmamalıyız ki; 1914'te, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde ve 1917'de Rus devrimi gerçekleştiğinde, sosyal demokrasinin 'marksistler'inin büyük bir çoğunluğu, İspanyol CNT'si emperyalist savaşı kınarken ve devrimi desteklerken proletaryaya karşı burjuvazinin saflarında yer aldılar. O günlerin devrimci hareketleri sırasında, anarşistler ve marksistler, proleter dava için çalıştılar ve fikir ayrılıklarına rağmen aynı saflarda bulundular. Hatta dejenere olan 2. Enternasyonal'den ayrılan devrimci marksistler (Rusya'da Bolşevikler, Almanya'da Spartakistler, Hollanda'da Tribunistler, İtalya'da Absentionistler) ile birçok enternasyonalist anarşist gruplar arasında, dünya çağında örgütlü yardımlaşmayı geliştirme yönünde çabalar da bulunuyordu. Bu sürecin bir örneği de, sonradan vazgeçse de, başta Üçüncü Enternasyonal'e katılma ihtimalini düşünen bir örgüt olarak CNT ile verilebilir.[8]

Son bir örnek daha vermek gerekirse, bugün dünyanın birçok bölgesinde, birçok anarşist grup ve sadece enternasyonalist pozisyonları sürdüren değil aynı zamanda burjuvazinin bütün ideolojileri ve akımlarına karşı proletaryanın bağımsızlığı için dövüşen IWA'nın şubeleri bulunuyor:

  • Bu anarşistler doğrudan eylem ve kitlesel sınıf mücadelesi ile kitle meclisleri ve işçi konseylerindeki öz-örgütlülüğü savunuyorlar;

  • Onlar herhangi bir seçim sirkine katılmayı ve bu sirkte yer alan siyasi partileri, ne kadar radikal olursa olsun desteklemeyi reddediyorlar.

Kelimenin diğer anlamıyla, onlar çubuğu Birinci Enternasyonal'in temel prensiplerinden birisine büküyorlar: “işçilerin kurtuluşu, işçilerin kendi görevidir”. Bu yoldaşlar, devrim ve bir dünya insanlığı toplumu için mücadelenin bir parçasıdırlar.

EKA, işçi sınıfının bağımsızlığını savunan bu enternasyonalist anarşistler ile aynı safta yer alıyor. Evet, bizler onları, bizimle tartışmak ve yardımlaşmak isteyenlerle birlikte yoldaş olarak görüyoruz. Evet, biz aynı zamanda, anarşizm etiketi altında ulusalcı/milliyetçi ve reformist pozisyonları savunan ve esasta kapitalizmin savunucuları olanlardan bir tarafa, bu anarşist militanlar ile komünist sol arasında fazlaca ortak noktanın bulunduğunu düşünüyoruz.

Dünyadaki bütün devrimci gruplar ve unsurlar arasında yavaş yavaş gelişen diyaloglarda kaçınılmaz olarak hatalar, yapay tartışmalar, acemice formülasyonlar, anlaşmazlıklar ve büyük fikir ayrılıkları ortaya çıkacaktır. Ancak proleter mücadelenin ihtiyaçları, artık daha dayanılmaz ve barbar hale gelen bir kapitalizme karşı, dünya proleter devrimi perspektifinin kaçınılmazlığını, insanlığın kurtuluşunun ön sürecini hayati ve gerekli bir çaba, bir görev kılıyor. Ve bugün, birçok ülkede, marxizm ya da anarşizme başvuran (ya da her ikisine de açık olan) devrimci proleter azınlıkların ortaya çıkmasını gözlemliyorken, bu tartışma ve yardımlaşma görevi, istekli ve coşkulu bir cevap ile karşılığını bulmalıdır.

Bu serinin gelecek yazıları, tartışmada yaşanan zorluklar ve onları aşma yöntemleri üzerine olacak. Aynı zamanda yanlış bir şekilde geçmişte tarafımızdan bir solcu grup olarak yaftalanmış Britanya'daki Anarşist Federasyon'a daha ayrıntılı olarak göz atacağız.

EKA, 30/06/10

 

1. GSL: Grupo Socialista Libertario (Liberter Sosyalist Grup) (https://webgsl.wordpress.com); PAM: Proyecto Anarquista Metropolitano (Metropolitan Anarşist Proje) (proyectoanarquistametropolitano.blogspot.com).

2. Toplantı boyunca çok sıcak bir atmosfer hakimdi. Bununla ilgili raporu bu linkten okuyabilirsiniz: ‘Réunion CNT-AIT de Toulouse du 15 avril 2010: vers la constitution d'un creuset de réflexion dans le milieu internationaliste'

3. Bkz. ‘Anarşism ve emperyalist savaş', World Revolution 325-328. sayılar. Hepsi şu linkte mevcut: https://en.internationalism.org/2009/wr/325/anarchism-war1

4. Özelde, bazı yoldaşlar başlangıçta GSI/PAM/ICC broşüründen rahatsız oldular. Bizler yaklaşımımızı 'Anarşist geleneğin parçası olan yoldaşlara karşı tutumumuz nedir?' başlıklı bir İspanyolca metin ile açıklamaya çalıştık. (https://es.internationalism.org/node/2715)

5. Bazı anarşist yoldaşlar doğru bir şekilde bazı muğlak formülasyonlara ve hatta bu yazılardaki tarihsel hatalara işarete ettiler. Buna geri döneceğiz. Aynı zamanda, en çok göze çarpan yanlışları burada düzeltmek istiyoruz:

- Çeşitli yerlerinde, 'Anarşizm ve emperyalist savaş' yazı dizisi, sadece bir avuç unsur yaşamlarını tehlikeye atarak enternasyonalizmi savunuyorken anarşist hareketin büyük çoğunluğunun, Birinci Dünya Savaşı esnasında milliyetçiliğin tarafında yer aldığı öne sürüyordu. IWA'nın üyeleri tarafından tartışmaya açılan ve onların kendi araştırmalarıyla doğrulanan tarihsel unsurlar, gerçekte anarşistlerin birçoğunun 1914'ten bu yana savaşa karşı durduğu göstermişti (bazen enternasyonalizm ya da milliyetçilik-karşıtlığı veya pasifizm bayrağı altında).

- Bizi en zor duruma sokan (bugüne kadar kimsenin işaret etmediği) hata Mayıs 1937'deki Barcelona ayaklanması ile ilintiliydi. WR (World Revolution)'nin 326. sayısında biz şöyle yazmıştık: “Barcelona işçileri, 1937'de ayağa kalktıklarında, CNT Halk Cephesi ve Katalunya hükümetinin oluşturduğu baskı politikasının suç ortağıdır.” - Yazının Fransızca versiyonunda CNT yerine “anarşistler” ifadesi kullanılmıştı ve belirsizlik İngilizce versiyonunda da vardı çünkü gerçekte, Barcelona'da ayaklanan işçilerin büyük çoğunluğu CNT ve FAI'nin militanlarıydı ve Stalinist güruhlar tarafından örgütlenmiş baskının başlıca kurbanıydılar. Bu kıyımda “anarşistler”den ötesinde CNT liderliğinin ortak olmasının mahkum edilmesi daha doğru olurdu. Her durumda İspanya'daki savaş üzerine tuttuğumuz yerin gerçek içeriği 'İspanya'daki Olayların Dersleri' başlığı altında Bilan'ın 36. sayısında görülebilir. (Kasım 1936)

6. Vignoles adı onların ana merkezlerinin bulunduğu sokağın adından geliyor. ‘AIT' in anlamı ise Association Internationale des Travailleurs – Türkçe'de Enternasyonal İşçi Birliği.

Tags: 

Rubric: 

Enternasyonalist Anarşizm

Komünist Örgüt ve Sınıf Bilinci (1)

Giriş

Bizim kesin bir biçimde cevap vermemiz gereken soru şudur: kapitalizmi nasıl yıkarız, bu sonuca doğru nasıl hareket edebiliriz ki bütün süreç boyunca proletarya kontrolü elden bırakmasın?

(Komünist Enternasyonal 3. Kongresi’nde Alman Komünist İşçi Partisi Sunumu, 1921)

İşçi hareketinin örgütlenmesi sorunu, hareketin tarihi boyunca, yazılar, tartışmalar ve ayrışmalar tetiklemiştir. Örneğin, Birinci Enternasyonal içerisindeki tartışmaları, Lenin, Luxemburg ve Troçki arasındaki polemikleri ve bu konu üzerine İtalyan ve Alman sol komünist hareketinin yazılarını anımsayabiliriz. Devrimcilerin, kendi örgütsel yöntemlerini, işçi sınıfı içerisindeki görevlerini ve müdahalelerinin doğasını netleştirmek zorunda oluşları doğaldır. İşçi sınıfı şu mühim soru ile karşı karşıyadır: işçi sınıfının kapitalist sistemi anlayışı nasıl geliştirilebilir? Kapitalizm ile son yüzleşmesine nasıl hazırlanacaktır?

Proletarya, işçi sınıfı hareketinin doğuşundan bu yana, onun sendikal örgütlenmelerinin yaratılmasına paralel olarak, devrimci bilinç silahını kuşanmayı gerekli görmüştür. Bunun için, kitle örgütleri kendi başına yetersizdir. İşçi sınıfının özgürleşmesi, devrimcilerin örgütüne; yani siyasi partiye eşit derecede bağlıdır.

İşçi sınıfı hareketinin nihai hedef anlayışını derinleştirmek ve kapitalizmin yokedilişini sağlamak için proletarya basitçe acil çıkarlarının savunusu etrafında örgütlenemez. Aşağıdaki sorunları pratikte çözebilmelidir:

  • Sınıfın gündelik mücadelelerinden siyasi bir taaruz nasıl gelişebilir?

  • Ekonomik istemlerin ötesine geçme ve mevcut toplumu devirme gerekliliği anlayışı, işçi sınıfı içerisinde nasıl gelişebilir?

  • İşçi sınıfı, burjuva ideolojisinin egemenliğine karşı nasıl mücadele eder?

Bugün, kalıcı reformların artık mümkün olmadığı “toplumsal devrimler çağı”nda, bu sorulara cevap verebilmek daha da önemlidir. Kapitalizmin geri çevrilemez çöküşünün kanıtlandığı 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önce dahi, bu soruna işçi sınıfı hareketi içerisinde bir çözüm geliştirilmişti. İşçi konseyleri, iktidarı fethetmek için işçi sınıfı tarafından yaratılmış örgütlenme biçimiydi; devrimci azınlıklara devrimci süreci hızlandırma görevi verilmişti. Yirmilerin devrimci dalgasının yenilgisinden sonra bile, en sağlıklı devrimci unsurlar, karşı-devrim saldırısından sağ çıktılar. Bu fraksiyonlar geçmişin siyasi kazanımlarını koruyabildiler. Karşı-devrimin elli yılından sonra, yeni örgütlülükler, devrimci gruplar ve tartışma çevreleri, altmışların sınıf mücadelesi ortamında su yüzüne çıktılar. Bunlardan Enternasyonal Komünist Akım da dahil olmak üzere bazıları açık bir şekilde tanımlanmış bir program etrafında ve uluslararası ölçekten başlayarak örgütlendiler. Ancak proletarya tarafından devrime giden yolu aydınlatmak için ortaya konan bu çabaların tek ifadesi EKA değildi. Eski sol komünist hareketten doğan gruplar, tartışma çevreleri, EKA’ya az çok yakın pozisyonları savunan örgütlenmeler, bütün bunlar işçi sınıfı içerisinde devrimci bilincin yeniden doğuşunun ifadeleriydi. Bu toplulukların çoğu halen farklılıklarını ve uzlaşı noktalarını netleştirmek amacıyla tartışmalarda yer alıyorlar. Bu örgütlülüklerin yer aldığı Uluslararası Konferanslar, bir uluslararası partinin yaratılmasına yönelik uğraşının gerekliliği kavrayışının, proleter hareket içerisindeki bir ifadesiydi.

Bu tartışmaların birçoğunun merkezinde partinin rolü ve devrimcilerin görevleri vardı. Bu tartışmalar, yorum farklılıklarımızı anlayabileceğimiz genel çatıyı netleştirmek yönünde kısıtlanmıştı. EKA olarak devrimcilerin rolünün kendi kavrayışımız açısından siyasi çatısını belirlemenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha somut ve pratik konuları ele alacak gelecek broşürler bu analizi destekleyecektir. Ancak bir ilk adım olarak aşağıdaki noktaları anlamanın gerekli olduğunu söyleyebiliriz:

- Komünizmin ve komünist devrimin ne demek olduğunu;

- İşçi sıfını bilincini geçmişteki bütün farklı fikirlerden neyin ayırdığını;

- Sınıf bilincinin doğasının bir işlevi olarak, devrimcilerin rolünü;

Görüşlerimizin genel yapısının taslağını çizmek için soruna şu şekilde yaklaştık: devrimci müdahale sorunu ile uğraşmadan önce, bir herşeye kadir bir partinin olağanüstü niteliklerinden (!) ziyade, yöntemlerin, eylem biçimlerinin ve devrimci sürecin somut gerekliliklerine muhakkak cevap vermesi gereken işçi sıfınının örgüt biçimleri ve devrimcilerin müdahalesini kaçınılmaz yapan işçi sınıfı bilincinin gelişimini ortaya koymaya çalışacağız.

Bu da sadece, komünist devrimin geçmiş devrimlerden nasıl farklı olacağı ve işçi sınıfı bilincinin neden devrimci örgüt ihtiyacı ve devrimcilerin rolü olarak anlaşılan bir ideoloji olmadığını anlamakla olur.

Ancak işçi sınıfı mücadelesinin yeniden ortaya çıkışı çoktan müdahale pratiğimizde bu sorun ile karşı karşıya kalmamıza yol açtı. Her gün yeni, somut, mümkün olduğunca süratli bir şekilde çözülmesi gereken problemlerle karşılaştık. Tutumlarımız, işçi sınıfı deneyiminin gerçekliği aracılığıyla süzüldü ve zenginleştirildi. Bu gerçekliğin siyasi derslerini resmedebilmeliyiz. Müdahalemiz, artan şekilde sınıf mücadelesinin kendisine yöneliktir, eğer sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına hızlı bir şekilde cevap verilecekse, çözümlemelerimiz daha somut olmalıdır.

Günümüzde partinin görevlerinin kavranması, hala fazlasıyla teorik ölçek üzerinde duruyor. Sorunun bütünü hala geçmişin, burjuva ideolojisinin adeta bütün olarak egemenliğinin elli yılı aracılığıyla pekiştirilen yanlış anlamaları tarafından karartılmış durumdadır. Bizler komünist gelenek ile olan bağlarımızı geçmişin tuzaklarından kaçınarak yenilemeliyiz. Dahası, işçi sınıfının yenilenen mücadeleleri hala başlangıç aşamasındadır.

1.Komünizm nedir?

Bu soruyu kesin bir şekilde cevaplamak imkansız. İlk olarak, burjuva ideolojisinin günümüz basıncı gelecekteki toplumun nesnel bir biçimde tanımlanmasını zorlaştırıyor. Burjuva ideolojisinin amacı, kapitalizmin ölümsüz olduğunu kabul ettirmektir. Dolayısıyla burjuva ideolojisinin baskısı komünizmi ve proleter devrimi tanımlama yönündeki bütün çabaları bozar, deforme eder.

Böylece birçok işçi için komünizm, devlet kapitalizminin ‘cenneti’ ve Rusya, Çin, Küba ve diğer sözde ‘sosyalist’ ülkelerde görülen emeğin askerileşmesidir. Ancak ek olarak komünizmin doğasının kendisi herhangi bir detaylı ya da eksiksiz tanımı imkansızlaştırıyor.

Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir DURUM, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ÜLKÜDÜR. Biz, bugünkü duruma son verecek GERÇEK harekete komünizm diyoruz.” (Marx; Alman İdeolojisi)

Bu ne anlama geliyor? Bu basitçe komünist toplumun bir avuç ‘aydın’ insanın hayalgücünden doğan soyut bir hedef olmadığı anlamına geliyor. Bu soyut bir ‘mükemmeliyet’ fikri olarak görülemez. Hegel’in (Marx’ın diyalektik yönteminden esin aldığı, 19. yüzyılın başlarında yaşamış Alman filozof) tasarımlarına karşıt olarak, tarih bir düşüncenin (insan fikri ya da komünizm düşüncesi) ilerlemeci gerçekleşmesi değildir. Komünizm ruhani bir yaratım, insanlığın amacı olarak hizmet gören bir fantazi değildir. Komünizm eski topluma içkin çelişkilerden ve o toplumun gelişmesinin gerekli bir sonucu olarak doğar.

Bunun yanısıra, komünizm kaçınılmaz değildir. Gerçek ve somut koşulların, kapitalizmdeki toplumsal ve iktisadi çelişkilerin ürünü olsa bile, komünist toplum herşeyden önce insan türünün bütün pratik, kolektif akli bilinçli yaratımıdır. Tarihte ilk defa bir toplumsal sınıf kendi kaderini kontrol edebilme şansına sahiptir. Ancak bunu sadece örgütlü ve bilinçli bir yöntemle gerçekleşebilir. Bu sebeple komünizm ne entelektüel bir ‘proje’, ne de kör ve mekanik kaçınılmazlıktır. Komünizm, mevcut toplumsal ilişkilerin şiddetli yokoluşunu takiben insan topluluğu tarafından eski dünyanın bilinçli ve ilerleyen dönüşümünün sonucu olacaktır.

Dolayısıyla bu gerçek hareketi komünizme doğru yönelten öznel ve somut koşullar bugün varolan koşulların ürünüdürler. Bir kere komünizm tarihsel anlamda mümkün olduğunda, bu olanağın gerçekleşmesi günümüzde bilincin gelişmesi üzerinde öznel bir gelişime bağımlı hale gelir. Bu nedenle, komünizm gibi, devrimin kendisi de, başarısının proletaryanın eriştiği örgütlülük seviyesi ve bilince bağlı olacağı bilinçli siyasi rol haline gelmelidir. Bu temelde insan ortaklığının yalnızca nesnel bir imkan değil, bir gerçeklik olabilir.

Bundandır ki, komünist toplumun ayrıntılı bir resmini çizmenin imkansız olduğunun farkında olmakla birlikte, komünist devrimin temel biçimlerini ve bu devrimin amaçlayacağı nihai hedefleri tanımlamanın zaruri olduğunu düşünüyoruz.

Komünist devrim, sadece kendisinin bilincinde bir hareket olabileceği için, komünizmin ortaya çıkartacağı yeni toplumsal ilişkiler, sınıf bilincinin ve proletaryanın örgütsel biçiminin gelişiminin yolunu belirlerler. İleriki bölümlerde bu iki önemli konuya dönebiliriz.

1. a) Komünizmin Doğası

Komünizmin bir ütopya ya da soyut bir düşünce olmadığından, kökleri kendisini önceleyen toplumda yatar. Komünizmin mümkünlüğü ve somut koşulları, kapitalizmin içsel çelişkilerinden ve devrimci sınıfın kapitalist toplumu alaşağı edecek siyasi kabiliyetinden türer. Her ikisi de üretici güçlerinin gelişimi ve gelecek toplumun gelişimi için besinler olan proletaryada somutlaşan toplumsal ilişkilerin doğasının seviyeleridir. Sadece üretici güçlerin gelişimi kesin bir evreye eriştiğinde, ileride önceleyen toplum için başka olasılık bulunmadığında, bir ileriki kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişmesi arasındaki çelişkiye borçlu olarak komünizm ve proleter devrim nesnel gereklilikler olurlar.

Bütün üretim araçlarına el konulması “ancak gerçekleşmesinin maddi koşulları bir kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan sonra tarihsel bir zorunluluk durumuna gelebilirdi. Bütün öbür toplumsal ilerlemeler gibi, bu ilerleme de, sınıfların varlığının, adalet, eşitlik, vb. ile çatıştığı gerçeğinin kavranması ile, salt bu sınıfların ortadan kaldırılması istenci ile değil, ama bazı yeni iktisadi koşullar ile uygulanabilir bir duruma gelir.” (Engels, Anti-Dühring, 1894)

Bu yeni somut koşullar açık bir şekilde gösteriyor ki sermaye ve ücret sistemini ortadan kaldıracak, meta üretimi ve tüm ulusal ve sınıfsal ayrımları dağıtacak, sermaye ve emek arasındaki farkı yokedecek, insanlığın güncel ihtiyaçlarına cevap vercek, üretici güçlerin ileriye yönelik gelişimini mümkün kılacak olan sadece toplumsal ilişkilerdir.

Bu aşağıdakileri saptamamıza mümkün kılıyor:

- Komünizm sınıfsız, insanın insan tarafından sömürülmediği ve özel veya kolektif mülkiyetin olmadığı bir toplum olmalıdır. Kapitalizm eliyle üretimin sosyalizasyonun tek mümkün sonucu, toplumun tamamı tarafından tüm üretim araçlarına toplumsal olarak el konulmasıdır. Sadece sınıf ayrıcalıklarının ve özel mülkün kaldırılması üretimin toplumsal doğası ile toplumsal ilişkilerin kapitalist doğası arasındaki çekişkiyi çözebilir.

Tüm üretici güçlerin ve üretim araçlarının bu toplumsal mülkiyeti sadece (sömürülen, iktisadi mülkü ve bir üretici kolektiflik işlevi olmayan bir sınıf olan) proletarya tarafından ele alınabilir.

- Komünist toplum bu nedenle kıtlığın yokedilişinin ve insan ihtiyaçları için üretim üzerinde kurulur. Komünizm, bütün türlü insani ihtiyaçların tatminine olanak sağlayacak bir bolluk toplumudur. Üretici güçlerin, beşeri bilimin, teknoloji ve bilginin gelişim aşaması kör iktisadi güçlerin gelişim düzeyi, insanlığın kör iktisadi güçlerin egemenliğinden kurtuluşuna imkan verecektir.

Tarihte ilk kez, insan varlığı kendi yaşamı ve yeniden üretimi belirleyecek koşullar üzerinde bilinçli olarak egemen olacak ve "zorunluluğun hükümdarlığından özgürlüğün dünyasına" geçecektir.

İnsan ihtiyaçlarının bu üretimi, yani insanlığın kurtuluşu açıktır ki sadece küresel bir ölçekte ve iktisadi ve toplumsal yaşamın tüm görünümlerinin devrimi ile gerçekleştirilebilir. Bu sebeple, komünizm değer yasasını yerle bir eder. Sosyalizasyon süreci tamamlanmış ve insan varlığı tarafından her seviyede planlanmış komünist üretimin temelinde sadece sosyalize edilmiş ve mübadeleyi, pazarları ve parayı dıştalayan kullanım değerinin üretimi ve onun doğrudan dağıtımı vardır.

- İnsanın insan tarafından sömürüldüğü, ekonomik rekabetin kol gezdiği, iktisadi anarşi ve bireyler ile sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmanın hüküm sürdüğü bir sömürü toplumundan komünizmde insan ortaklığının damgasını vurduğu bir topluma giriş yapacaktır.

Bu toplulukta bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki hakimiyetini koruyan siyasi gücün bütün biçimleri (hükümetler, devlet, polis ve benzerleri), sömürü ve sınıf ayrılıkları da eş zamanda ortadan kalkacaktır. İnsanlığı ve insan yaratıcılığının bütün yöntemlerle baskı altında tutan hükümetlerin ortadan kaldırılması işlerin basit yönetimine ve bir "özgür üreticiler ortaklığı"na olanak sağlayacaktır.

Komünizmin bu karakteristikleri çerçevesi çizilebilecek asgari konulardır. Bunun (yukarıda sözünü ettiklerimizin akılda yarattıklarının) ötesinde herhangi bir tanım ister istemez kaba genellemelerle sınırlı kalacaktır. Kaldı ki, bu kısa tanımlama, ne insan ilişkileri için yeni yaşam tarzının sonuçları ile alakalıdır; ne de bölünme ve sosyal ayrılıkların, yabancılaşmanın, insan ile güç arasındaki ilişkilerin toplum içerisindeki yıkımının çıkarsanımlarıdır.

Ne var ki, bu geniş çerçeve bile geleceğin dünyasını, kapitalist toplum ve bütün önceki toplumlardan ayıran devasa uçurumu gösterir.

Sömürünün olmadığı bir toplum! İstek ve arzularımıza göre yaşadığımız bir yer! Kafa ve kol emeği arasında ayrılığın olmadığı bir yer! Özgürlüğün, insanın işgücünü satma özgürlüğünden daha fazlası anlamına geldiği yer! Kulağa hayal edilemeyecek kadar güzel geliyor.

İnsanlığın yapmak zorunda olacağı bu çok büyük sıçrayışını ayrıntılarıyla idrak edemesek de, kesin olan şu ki; insanlık tarihinde daha önce bu çeşit bir nitelik sıçraması için gerekliliği olmamıştı.

Bu durum açık bir şekilde ikili bir anlama sahip. Aşikar olan bu tür bir sıçrayışın tarihsel misyonuna tamamen hakim toplumsal bir sınıf tarafından başarılabileceğidir. Ancak bu bilinç seviyesine gelebilecek olan sınıf, en korkunç mahrumiyet, en vahşi sömürü ve burjuva ideolojisinin sürekli baskısına boyun eğdirilen işçi sınıfıdır.

Dolayısıyla komünizmin onu bütün geçmiş toplumlardan insanlık derecesini uzak ara üstün kılan bütün nitelikleri kendisini zayıflığa, mahrumiyete ve proletaryanın varoluşunun insanlıkdışılığına bağımlı kılmaktadır. Çünkü "toplumsal varoluşun tüm insalıkdışılığı, yoğun bir biçimde proletaryanın varoluş koşullarında vardır", işçi sınıfı "kendisini onun durumunda yoğunlaşam günümüz toplumunun bütün vahşi görünümlerinden ortadan kaldırmadan kendisini özgürleştiremez" (Marx, Engels Kutsal Aile, 1844). Bu sınıfların ve sömürünün olmadığı bir toplumu yaratmak için toplumun bütününü özgürleşmeye zorlayan sömürülen bir sınıf olarak proletaryanın konumudur.

Toplum içinde bütün ekonomik gücü esirgenen, üretim aşamasında sömürülen proletarya, kendi özgürlüğü için sadece kendisine bakabilir. Sadece kendi dayanışması ve kendi bilinciyle kapitalizme karşı koyabilir: gelecek toplumun karakteristik ilkelerini kendilerinin şekillendirdiği silahlardır aynı zamanda bu iki olgu.

Ama bu gerçeklik burjuva toplumuna karşı olan proleter muhalefetin aynı zamanda çok güçsüz ve kırılgan olduğu anlamına gelmektedir. Burjuva topluma karşı koyuşunda temellendireceği ekonomik ayrıcalıklara sahip olmayışı proletaryayı, amacı proletaryayı özgürleşmek için nihai mücadele yolundan saptırmak olan burjuva ideolojisinin kalıcı baskısı karşısında aşırı derecede savunmasız kılmaktadır.

BU NEDENLE KOMÜNİZME GİDEN YOL KAÇINILMAZ DEĞİLDİR. KOMÜNİZM UZUN VE SANCILI BİR MÜCADELENİN ÜRÜNÜDÜR. DOLAYISIYLA, zincirlerinden başka kaybedecek birşeyi olmayan ancak kazanacağı bir dünya olan proletaryanın olağandışı devrimci kapasitesine rağmen, GELİŞİMİNİN HERHANGİ BİR DETERMİNİSTİK VİZYONU OLMADIĞI GİBİ, DEVRİMİN ZAFERİNİN KESİN GARANTİSİ YOKTUR. ANCAK BU YENİ TARİHSEL DÖNEM GELMEZSE, ARDINDAN İNSANLIK İSİMSİZ BİR BARBARLIĞA ÇÖKECEK, BELKİ DE NİHAİ OLARAK YOKOLACAKTIR.

Böylece komünizme giden yol, yani sınıf mücadelesi bir zaferler ve yenilgiler dizisi, bir gerilemeler ve yeniden yükselmeler silsilesidir. İstenç ve bilinç arasında bir gerilim, devamlı tekrar eden değerlendirme ve özeleştiri suretini alır.

1.b Komünist Devrim

Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: İşte hendek, işte deve! Gül burada, burada raksetmelisin!

(Marx, Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i, 1852).

Bu sürekli hareketin ve daimi öz-eleştiri temelinde, proleter devrim bir çetrefilli komünizm yolunu arar. Nitekim, komünist devrim iktisadi bir sürecin sonucu değil, yalnızca iktisadi ve toplumsal bir dönüşümün ön koşuludur. Eski toplumun bütün dönüşüm süreci için ayrım noktasıdır. Geçmişte, bir sınıfın ekonomik gücü ve yeni toplumsal ilişkiler sistemini dayatma kapasitesi pratikte aynı anlamdaydılar, toplumsal gelişmeye vücut veren ve zor ya da ikna yoluyla topluma dayatılan yeni sosyal yapılar gerekçelerini özelde devrimci sınıfın ekonomik çıkarlarında bulmuşlardı. Bunu anlatmak için feodal toplumun burjuvazi tarafından nasıl yokedildiğini anımsamak yeterlidir.

15. ve 16. yüzyıllardan bu yana, büyük burjuva aileleri, özellikle Güney Avrupa’dakiler, ticaret ve tecimin tartışmasız hakimiydiler. Kara ve deniz yolları üzerindeki ticaret rotaları boyunca metal, tekstil ve baharat akışları gerçekleşiyordu... Bu altın denizi, yeni ticaret merkezlerine bağlanan yollar etrafındaki kasabalara taştı. Sanat, bilim, yazılar ve fikirler gelişti. Bilimsel ve teknik keşifler kat kat ilerlemeye başladı, bunun sonuçları da sanayi şehirleri gibi örneklerle yayıldı. Çok geçmeden Kopernik gök cisimlerinin hareket teorisini geliştirecekti. Olağanüstü gelişmeler insan anlayışı seviyesinde gerçekleşti: her yerde hız ve kesinlik belirgindi, bu durum sanayi üretiminde olduğu kadar mali ve ticari meseleler için de geçerliydi. Bir toplumsal sınıf toplumu dönüştürme ve dünyayı fethetme sürecindeydi. Bunun için tutarlı bir güç sahibiydi: finans ve paranın gücü. Feodal aristokrasi zamanından kalma siyasi güce doğrudan meydan okumadan toplum üzerinde kendi kanunlarını dayattı.

Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı, kentin kıra, sanayinin toprak sahipliğine, para iktisadının doğal iktisada karşı savaşımıdır ve burjuvaların bu savaşımdaki kararlaştırıcı silahları da sanayinin önce zanaatkarlığa, sonra manüfaktüre değin ilerleyen gelişmesi ve ticaretin genişlemesi ile durmadan artan iktisadi güç araçları olmuştur. Bütün bu savaşım boyunca siyasal güç soyluluğun elindeydi...” (Engels, Anti-Duhring)

Kapitalizmden komünizme geçiş, yani sömürünün tüm biçimlerinin yıkımı için proletarya iktisadi gücün bu çeşidini kullanamaz, zira böylesi bir güce sahip değildir. Proletaryanın mücadelesinde paraya, mülkiyete ya da endüstriyel güce ihtiyacı olmayacak. Kapitalizmin gücünün dağıtılması ve komünizme kademeli geçişi temin edecek iktisadi bir kuvvet yoktur. Kapitalist toplumsal ilişkilerin hakimiyetinin genel çerçevesinde, proletaryanın üretim araçlarının, makinaların hatta fabrikaların aidiyeti ile hangi somut güce sahip olabildi? Proletarya tarafından bütün üretim araçlarına ya da üretimin tüm meyvalarına sahip olma ya da kısmen elinde bulundurma fikri, kapitalist işleyiş içerisinde maddi bir imkansızlık, bir tuzak, bir mistifikasyondur. Sadece şiddete dayalı, dünya çapında bir devrim, bütün üretim araçlarının ya da üretimin tüm meyvalarının kolektif tahsisini temelde sağlayabilir.

Proletarya eğer herhangi bir ekonomik çıkar ya da mülkiyet üzerinde konumlanmamış olduğu sürece, yeni bir tür sömüren toplumun inşasını tasavvur edemez. Tam da tarihteki son sömürülen, “zincirlerinden başka kaybedeceği başka birşeyi olmayan” sınıf olması proletaryayı nesnel olarak sınıfsız, sömürüsüz bir toplumun inşaa etmeye yönlendirir. Proletarya devrimden, yani siyasi iktidarı aldıktan sonra sömürülen bir sınıf olarak kalacaktır. Siyasi iktidarı ele geçirme –proletarya diktatörlüğünün başlaması- ile komünizm arasında bir geçiş dönemi gereklidir. Bu dönemde proletarya kendi koşullarını diğer sosyal sınıflar ve katmanları üretici emeğe dahil ederek toplumun tümüne genellemek ile yükümlü olacaktır. Bu toplumsal dönüşüm olmadan, sınıfların ileriye yönelik böylesi bir tasfiyesi olmadan proletarya dünya çapında siyasi bir devrim olmuş olsa bile sömürülen (diğer toplumsal katmanların asalak tüketimi için artı-değer üreten) bir sınıf olarak kalacaktır.

Komünist devrim ile alakalı aşağıdaki sorular çok sıkça ortaya atılmaktadır: “Hiçbir şey proletaryanın bir kere gücü eline almasıyla (öc almak için) diğer sınıfları sömürmeyeceğini kanıtlayamaz: Rusya’da ne olduğuna bakın!” ya da “en iyi niyetle bile olsa güç yozlaştırır”, vb. Bu soruların soruluş biçimleri dahi onların kusurlu mantıklarını ifşa ediyor.

Böylesi sorular hem sömürülen hem de devrimci proletaryanın doğasını anlayamama üzerinde temellendirilmişlerdir. Onlar şunları hesaba katmıyorlar:

- Sınıf baskısının mümkün tek unsuru olan, işçi sınıfının sahip olduğu herhangi somut bir iktisadi gücün maddi bir temelinin olmayışı durumu.

- Sınıfsız bir toplumun devam eden üretici güçlerin gelişimi için tek olası ilke olarak gerekliliği ve nesnel olarak mümkünlüğü.

Bunları göremeyenler bu türden, bir mazeret, kapitalist toplumsal ilişkileri temellendirmek için bir gerekçelendirme olan boş laflara kolaylıkla yöneliyorlar. Burjuva ideolojisinin karakteristiği olan bu miyopluk, devrimden sonra işçi sınıfının bir bölümünün (işçi sınıfının tamamının kendisini sömürmesini hayal etmek açıkça komedidir) diğerlerini sömürmeye başlarsa, bunun devrimin geri çekilişi, kapitalizmin yeniden ortaya çıkışından başka birşeye işaret edemeyeceğini göremiyorlar; ”sömüren işçiler” gerçekte ve nesnel ölçekte (yeni bir sınıfın değil) burjuvazinin temsilcileri olabilirler; bu durumda yalnızca devrim ve kapitalizmin yokedilişi ertelenmiştir.

Komünist devrimin dünya çapındaki zaferi kendi içerisinde ne nihaidir, ne de komünizmin zaferinin mutlak bir garantisidir. Geçiş dönemi sırasında, kapitalist topluma geri dönüş hala olasıdır. Proletaryanın kendi bilinci ve dayanışmasının gelişimi yönünde muazzam çabası, böyle bir dönüş olasılığına karşı mücadele etmek için gerekli olacaktır.

Bu sebeple proletaryayanın elinde bu mücadele için yalnızca kısıtlı sayıda silahı vardır. Herşeyden önce şu açıktır ki; proleter devrim ve proleter diktatörlük eski kapitalist gücün kalıntılarına tahammül edemez. Buna karşıt olarak bu tür kalıntılar geçiş döneminde sürekli bir şekilde parçalamalı ve yokedilmelilerdir. Geçmişte önceki kurumların bu kadar net bir şekilde süpürülmesi gerekli değildi.

Burjuva devrimi düşünce biçimlerini ve davranışları dönüştürürken bu dönüşüm birçok kapitalizm-öncesi toplumsal yapıyı dönüştürmeyi de içerisinde barındırıyordu, ancak kapitalizm-öncesi toplumun esas temelini, insanın insan tarafından sömürüsünü ve bu sömürüyü güçlendiren aparatları ortadan kaldırmak gibi bir hedefi asla olmadı. Engizisyon baltasının yerine, giyotinin ‘demokrasi’ bıçağı gelecekti. Yeni efendilerimiz, geleceğin sömürülen sınıfını feodal serflikten ‘özgürleştirirken’, kendilerini yeterince kolay bir biçimde eski rejimin feodal devlet aygıtlarının baskıcı araçları gibi görece ‘saldırgan olmayan’ bakış açılarına uydurabiliyorlardı. Onlar basitçe bu aparatı modern gerekliliklere uygun bir hale getirdiler. Polis, memurlar, araştırmacılar üniformalarını değiştirdiler. Düşünürler, öğretmenler, filozoflar doktrinlerini değiştirdiler. Almanya ve Rusya gibi kesin örneklerdei yirminci yüzyılın başında, burjuva iktisadi gücü bir dizi aristokratla, Junkerlerle, imparatorluk memuru ve bürokratlarla, asillerle, prens ve hükümdarlarla birlikte varolabildi.

Çünkü bu basitçe baskıcı bir toplumun diğeri ile yer değiştirmesi söz konusuydu, burjuvazi feodal iktidarın gerçekte burjuva iktisadi gücünün tahsisi için zorunlu olan eski baskıcı yapılarını iyi bir şekilde kullanabildi.

Bunların hiçbir biçimi, bir hakim sınıf olarak konumlanışı burjuva devletin her yönden yokedilişinin temelinde mümkün olabilecek proletarya için mümkün değildir. Paris Komünü deneyimi göstermiştir ki; proletarya varolan devleti basitçe devralamaz, onu tepeden tırnağa yoketmelidir.

Proletarya mücadele ve komünist topluma uygun toplumsal dönüşüm silahlarını yaratmak zorundadır. Proletaryanın örgütlülük biçimi, devrimci bir sınıf olarak örgütlenmiş olması toplumsal devrimin ve proletarya tarafından başlatılacak toplumun yeni biçiminin doğasına uygun olmalıdır.

Bu maledinme ancak, proletaryanın karakteri gereği kendisi de ancak evrensel olabilecek bir birliktelik yoluyla; ve bir yandan bir önceki üretim tarzını, karşılıklı ilişkiyi ve toplumsal örgütlenmeyi devirerek, öte yandan ise, proletaryanın evrensel karakterini ve enerjisini geliştirerek —ki bu olmadan devrim gerçekleşemez—, ve nihayet, proletaryanın onu toplumdaki eski konumuna bağlayan ne varsa hepsinden kurtaracak bir devrim yoluyla gerçekleştirilebilir.” (Marx, Alman İdeolojisi)

İşçi sınıfının kolektif örgütlülüğü, sınıf dayanışması, devrimci bilincinin gelişimi, bilinçli ve yorulmak bilmez eylemi, geleceğin büyük görevlerini yerine getirirken bütün çalışan sınıfın yaratıcı katılımı: devrimin, iktidarın ele geçirilişinin ve komünizmin verimli toprakları işte bunlardır.

Dünya proleter devrimi, kolektif ve sert bir süreç olmanın yanında, herşeyin üzerinde sınıf bilincinin gelişimine bağlıdır.

Geçmişte nesnel koşullar toplumsal dönüşümde erkek ile kadınların istenç ve bilinçlerinden daha geniş bir yer kaplıyordu. Farklı üretim biçimlerinin birbirinin yerine geçmesi, bir ölçüde erkek ve kadınların ve toplumsal sınıfların “başlarının üzerinde” doğdu. Üretim güçlerinin azgelişmişliği tarafından hükmedilen, devrimci sınıf özerk, gizemli ve sabit görünen bir gerçekliğe mahkum edilmeye zorlandı. Tarihsel güçler kör, vahşi, keyfi ve kontrol edilemez doğal güçler olarak görüldü.

Komünizm, kendinden önce gelen bütün hareketlerden, daha önceki bütün üretim ve karşılıklı ilişkilerin temelini altüst etmesi bakımından, bütün doğal öncülleri, ilk kez, bizden önceki insanların yarattıkları öncüller olarak bilinçle ele alması bakımından, bu öncülleri doğal niteliklerinden soyup onları birleşmiş bireylerin gücüne bağımlı kılması bakımından, ayrılır.” (Marx, Alman İdeolojisi, vurgular bizim)

Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz gibi, komünizm ve komünizme, yani devrime doğru ilerleme aynı sürecin kısımlarıdır ve aynı sorunları ortaya çıkarırlar. Bu hareketin her özel aşaması (bunlar birbirinden yalıtılmış olarak anlaşılmaması gereken evrelerdir) nihai amacın karakteristik niteliklerini çoktan içerisinde taşırlar. Bu algıyla, eğer komünizm insan ihtiyaçları için üretimin bilinçli örgütlülüğü anlamına geliyorsa, komünizm öncesinde gerçekleşecek toplumsal dönüşüm ile devrim sadece bilinçli eylemler olabilirler. Proletarya bu gerçekliği önyargısız anlamalıdır, çünkü proletarya bunu yapabilecek ilk sınıftır.

Geçmişin devrimci sınıfları devam eden toplumsal düzen ile ilişikte ilerici olan ancak herşeye rağmen sömürünün yeni bir biçimi üzerinde temellenen toplumsal bir düzen için mücadele ettiler. Bu sınıflar tarafından onların mücadeleleri yoluyla kazanılan bilinç sadece bulandırılmış bir bilinç olabildi çünkü sömürüyü gizlemek ya da haklı çıkarmak zorundaydı. Proleter mücadele yeni bir sömürü biçimine önderlik etmeyecek, toplumun bütün sömürü biçimlerinden özgürleşmesini sağlayacaktır. Bu açıdan, proleter sınıf bilinci gerçekten bilimsel bir yöntem yoluyla toplumsal gerçekliği anlayabilecek bir ilk olacaktır.

Kesin olarak, sınıf bilincinin gelişimi asla tamamlanmış bir süreç değidir; ilk işçi mücadelelerinin 'kendiliğinden' bir sonucu hiç değildir. Aksine, somut şartların basıncı altında derece derece ve sınıfın tarihsel deneyimi, gelişimi ve zenginleşmesinin süregelişi olarak gelişir. Bununla birlikte:

- Sınıf bilincinin gelişiminin asla ‘mükemmelik’ aşamasına eremeyeceği doğruysa, bu devrimin devrimci sınıf bilinci olmadan da gerçekleşebileceği anlamına gelmez. Ne kendiliğindencilik, ne de volantrizm devrimin dayanağı olabilir.

- İktidarın proletarya tarafından fethi, ‘tarihsel görevinin’ tamamen bilincinde bir sınıf gerektirir. Gerekli bilinç derecesini rakamlara dökmek imkansızdır. Bunun yanında, devrim ve komünizmin ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Dahası, sınıf bilincinin gelişimi sadece kolektif bir süreç olabilir. Bu gelişim sınıfın nesnel koşulları ve öznel kabiliyetinden doğacak farklı etkenlerin bir birleşimidir. Bir sonraki kısımda bu sorunu ele alacağız.

Tags: 

Rubric: 

Enternasyonal Komünist Akım

Kürdistan: Derinleşen Emperyalist Savaşın Arkaplanı

Her ne kadar emperyalist TC hükümeti bugün Kürdistan'da yaşanmakta olanları özenle kitlelerden saklamaya çalışsa da, yazın başından beri bu coğrafyadan yükselen kan kokusu burjuva medya kuruluşlarının içerisine dahi sızabilmeyi başarmış durumda. Hükümetin önde gelen sözcülerinin bütün gazetelerin manşetten verdiği zafer naralarının satır aralarında bile, TC devletinin batmış olduğu çukurun vahametini görmek mümkün. Şemdinli'de başlayan 'yeni' savaşta ölen kişi sayısının saklanması belki devletin kudurmuş faşistlerinin sokaklara dökülüp Kürt, Alevi, Ermeni ve benzerlerini avlamaya çabalarını bir nebze ketliyor, fakat evlatları nedenini dahi bilmeden emperyalist bir savaşın ortasında kalmış işçi ailelerinin yüreklerini ferahlatmıyor. Diğer tarafta, koşulların acımasızlığının pek çok işçi evladının dağlara çıkmasına yol açtığı Kürdistan'da ise proleter nüfus şehirlerde ve kasabalarda, yalnızca ellerinde silah olan evlatlarının değil, kendilerinin, eşlerinin ve koyunlarındaki yavrularının da hayatları için korkarak yatıp uyanıyorlar. Suriye'de iç savaş, bütün vahşetiyle sürüyor, Irak'ta merkezi yönetim ile Özerk Kürdistan savaşın eşiğine gelmişler. Emperyalist savaşın karanlık ve kirli bulutları bütün bölgenin üzerine çökmüş, doğru ile yanlışı, hakikat ile yalanı birbirine buluyorlar.

Sisin ardını görmek kolay değil. Türk burjuvazisinin basınına bakılacak olunursa, özel olarak hiçbir şey olmuyor aslında, ama olduğunda da hep TSK kazanıyor. Özellikle son dönemde Türkiye Kürdistanı'nda gerçekleşenlere dair, bizzat başbakan Edoğan'ın ne basılacağına yönelik devletin katı talimatları dışına çıkılmaması yönündeki ısrarı, TC basınını bir hayli komik duruma sokan bir körlüğün içine hapsetmiş durumda. Öte yandan, PKK'nin ve ona yakın kaynakların verdiği haberlerin tümünü güvenilir olarak nitelendirmek de zor. TC'nin yaptığı üzere Türkiye Kürdistanı'nda savaşın tarihinde görülmemiş derecede derinleştiğini gizlemek gibi ibret verici bir çaba içine haliyle girmemiş olsalar da, PKK'nin ve ona yakın kaynakların da en azından verilen kayıp sayısını azaltma ve zafer edebiyatı gibi, savaş döneminin klasik propagandalarını yapmaktan geri durmadıklarını saptamak zor değil.

Son dönemde savaşın en ciddi yaşandığı Şemdinli'nin Belediye Başkanı Sedat Töre durumu şöyle anlatıyor: "Hakkâri Valisi ‘Haberim yok’ diyor, kaymakam telefonlara çıkmıyor, savcı saat 15.30’da adliyeyi terk etmiş, bulunmuyor. Polis memurları var ortalıkla. Panzerler yolumuzu kesmiş... Her gece ilçe merkezinden yüzlerce top mermisi atılıyor... Karşılıklı yüzlerce ölü haberi geliyor. Kimse gerçeği bilmiyor. Kamuoyunun haber alma hakkı sansür ediliyor. ‘Bu çatışma nedir? Kaç gündür başladı? Ne kadar bir alanda?’ sorularına cevap yok. Köyünü boşaltan insanlara bir vurgu yok. Tekrar normal yaşama dönüşle ilgili hiçbir şey yok"1. Töre durumu genel hatlarıyla şu şekilde ifadelendiriyor: "Çatışma bölgesi 500 kilometrekareye yakın bir alan diyebiliriz. Bu alanda 11-12 köy var. Şu anda köylerdeki 50-60 hanede oturanlar Şemdinli ilçe merkezindeki bulunan akrabalarına yerleşmiş durumda. Diğer kısmı da çatışma bölgesine daha uzak köylere yerleşmiş. Genel itibariyle ilçe merkezine giriş-çıkışta bir problem yok. Fakat ilçe merkezinin 1 kilometre güneyindeki çatışma alanına giriş- çıkış tamamen yasak... Şemdinli halkı birçok çatışmaya tanıklık etmiştir. Fakat bu son çatışma özellikle halkı kaygılandırıyor... Şemdinli böyle bir çatışma görmedi diyebiliriz. Bu anlamda askeri literatürde bu nedir, ne değildir bilmiyoruz. Fakat karşılıklı mevzi alma suretiyle çatışmalar yapılıyor. Böylesi bir savaş durumuna benzer bir durum var. Bu anlamda ilk kez gördüğümüz bir çatışma türü ve hala da devam ediyor"2.

PKK'nin silahlı kanadı HPG3, 23 Temmuz'dan itibaren 200 TSK askerinin öldüğünü söylüyor. Buna karşın, TSK 114 PKK'li gerillayı öldürdüğü iddiasında. PKK tarafından, kendi kayıplarına dair net rakamlar gelmemiş olsa da, günlük çatışmalar nezdinde gelen rakamların TSK'nın iddiasına kıyasla bir hayli düşük. TSK'nın ise sekiz gibi inandırıcılıktan uzak bir kayıp verdiği iddiasının arkasında, sözleşmeli erlerin ölümünü yasal olarak kamuoyuna açıklamama yetkisine sahip olması görülebilir. HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan'a göre, "Türkiye kendisini NATO'nun ikinci güçlü ordusu kabul ediyor. Dolayısıyla çatışmadaki gerçek kayıplarını yayınlamak istemiyor... ve Türk kamuoyunu yanıltmak için HPG'nin kayıplarını ikiye, üçe katlayarak veriyor"4. Bahtiyar Doğan'ın şüphesiz doğru olan bu sözleri, en azından öldürülen gerilla sayısı açısından kendi örgütü için de fazlasıyla geçerli. Haziran ayındaki çatışmalarda PKK, Türk tarafından 100'ün üzerinde asker öldürdüğünü ifade ederken yalnızca 15 gerilla kayıp verdiğini açıklamıştı. TSK'nın verileri ise 40'ın üzerinde gerilla öldürülürken yalnızca 19 askerin hayatını kaybettiğini iddia etmişti5.

23 Temmuz'da patlak veren Şemdinli olayları, HGP'lilerin karayolunda kimlik kontrolü yapmalarına askeriyenin müdahale etmesiyle başlamıştı. PKK'nin iddialarına göre, TSK güçleri püskürtülmüşlerdi ve karadan bölgeye giremiyorlardı, bu yüzden de bölgeyi bombalıyorlardı. Türk burjuvazisi ise, çatışmaların başından beri takındığı uzun suskunluğunu ancak 11 Ağustos'ta, Hakkari Valiliği ağzıyla yapılan bir açıklamayla bozarak çatışmaların bittiğini ve düzenlenen operasyonların sona erdirildiğini iddia etti. Buna karşılık, BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt “Gerillalar hala bölgede. Devlet mevcut durumu kabullenmiş oldu. Olmayan operasyon sonlandırılmış oldu. Sanki operasyon yapıldı da geri dönüyorlar gibi yansıtılıyor. Öyle bir durum zaten yoktu” dedi6. Aynı tarihte Bahtiyar Doğan ise şu açıklamayı yapacaktı: "Şemzinan (Şemdinli) şu anda gerillalarımızın kontrolü altındadır. Bölgedeki Türk ordu üslerinin çoğu kuşatma altındadır ya da Türk ordusunun kontrolünden çıkmıştır. Türk helikopter ve jetleri havadan saldırmaya yeltenmişlerdir ama HPG'nin saldırılarından dolayı bölgeden çekilmişlerdir"7. Sonrasında, PKK'nin ilk büyük silahlı eylemlerinin gerçekleştiği 15 Ağustos atılımının yıldönümü nedeniyle yapılan açıklamada, HPG durumun bu minvalde kaldığını ifade edecekti: "Mevcut bu alanlarda gerilla güçlerimizin hakimiyeti devam etmektedir. AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan var olan bu realiteyi ters-yüz etmekte alanda kendi operasyonları olmuş ve gerillayı imha ederek bitirdiği biçimde aslı olmayan yalanlarla kamuoyunu aldatma çabası içerisindedir. Oysa ki gerçeklik tam tersidir. Şemzinan’da Türk ordusu ve AKP hükümeti gerilla güçlerimiz karşısında yenilmiştir. Bu alanlar üzerinde devam eden gerilla güçlerimizin hakimiyeti gerilla mücadelemizde önemli bir başarı düzeyidir"8.

İki tarafın iddialarını da tamamen hakikat olarak kabul etmek mümkün olmasa da, görece bağımsız kaynaklar ve mevcut gelişmelerin, olaylara dair Türk basınının anlatımının PKK'ye yakın kaynakların iddialarına nazaran fazlasıyla uçuk olduğunu gözler önüne serdiğini söyleyebiliriz. Ağustos başlarında Şemdinli'lilerin duruma dair anlattıklarının aktarımları bunları bize fazlasıyla gösteriyor. Köyüne giderken yol üzerinde PKK'lilerle karşılaşan bir Şemdinli'li şöyle anlatıyor: "Bana dediler ki, biz bin tane de kayıp versek buradan çıkmayacağız. Ayrıca yakın zamanda buradakine benzer şeyler Çukurca ve Yüksekovan – Oramar (Dağlıca) mıntıkasında da olacak dediler." Bir başkası ise şöyle diyor: “Askeriye burada ancak kendini muhafaza edebiliyor. PKK isterse her an ilçeye girebilir. Zaten çok yakınımızdalar. Hemen karşıki Goman Dağı’ında konuşlanmış durumdalar9 An itibariyle gerek PKK'lilerin karayollarında yaptıkları kimlik kontrolleri, gerekse TSK hedeflerine karşı saldırıları ve Şemdinli'de olduğu boyutlarda olmasa da çatışmalar, Türkiye Kürdistanı'nın pek çok yerine yayılmış durumda. HPG'lilerin Dersim'de karayolunda kimlik kontrolü yaparken CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ü 'gözaltına' almaları dahi başlı başına dengelerin nerede durduğunu gözler önüne seriyor.

Ucundan da olsa, derinleşen savaşın kaldırdığı toz dumanın ardındaki gerçek duruma bakınca PKK'nin tarihinin en büyük askeri harekatına girmiş olduğunu görüyoruz. Şüphesiz, kayıpları iddia ettiklerinin üstünde. Öte yandan, askeri karakol ele geçirmekten bölgeye orduyu sokmamaya, pek çok şehirde çatışmalara girmekten yaygın yol kontrolleri yapmaya ve milletvekili ele geçirmeye, askeri açıdan süreci TSK'ya nazaran çok daha etkin bir biçimde yürüttüklerini ortaya koyuyor. Dahası, son gelişmelerin yalnız bir başlangıç olduğunu, harekatlarının çapını büyüteceklerini söylüyor. Bütün bunların akıllara belki de ilk olarak eğer böyle bir güçleri vardıysa, neden bunca zaman böyle bir işe girişmediler sorusunu getiriyor. Bu soruya yanıt vermek için, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmeleri incelemek durumundayız.

An itibariyle, her ne kadar PKK'yle örgütsel bağı olmadığını iddia etse de, örgüte yakın olduğunu, aynı ideolojiyi paylaştığını, tabiri caizse gönül bağı olduğunu kendisi de kabul eden PYD10 Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelmiş durumda. PKK için durumu değiştiren temel dinamik de budur. Bu noktada, PYD'nin – dolayısıyla esasında PKK'nin – Suriye Kürdistanı'ndaki iktidar serüveninin üzerinden geçmek yerinde olacaktır. 2003 yılında, Kürtler üzerinde ulusal baskının Türkiye'dekine yakın bir şiddette yaşandığı Suriye Kürdistanı'nda kurulan PYD, 2004'te Beşar Esad rejiminin 100 civarı kişiyi katlettiği Kamişlo ayaklanmasında önemli rol oynamıştı. 2010'a kadar yüzlerce üyesi Esad rejimi tarafından hapse atılan PYD'nin yeni başkanı Salih Müslim dahil önde gelen yöneticileri, en nihayetinde Irak Kürdistanı'na kaçarak buradaki PKK kamplarına sığınmışlardı. Bu yıllar içerisinde, Suriye ve TC devletlerinin PKK'ye karşı askeri işbirliğinde de ciddi bir artış olmuş gibi gözükmekteydi. Fakat 15 Mart 2011 itibariyle, Mısır ve Tunus usulü olmasa da Libya usulü bir Arap Baharı'nın11 Suriye topraklarına ulaşmasıyla durum alt üst olacaktı.

Uluslararası kamuoyunda, Libya'daki benzeri bir hareketin, Esad'ın da sonu olacağı yönünde bir beklenti vardı. Öte yandan bol miktarda kan dökmekten rahatsızlık duymadığını tarihinde defalarca göstermiş olan, genel olarak arasını tüm komşularıyla iyi tutmuş ve Rusya ile Çin'in yakın desteğine sahip Esat rejimi, sonunun diğer Arap ülkelerindeki benzerleri gibi olmayacağını kısa bir süre içerisinde gösterdi. Öte yandan, Esad rejiminin ayağına batan en sinir bozucu diken, son dönemde ilişkilerin özellikle iyileşmiş olduğu, "ortak tarih, ortak din ve ortak kader" sahibi TC devleti olacaktı. Arap dünyasındaki hareketler ilk patlak verdiğinde, bu hareketlerin belli bir sınıfsal niteliği olduğu için başlangıçta tutum belirlemekte zorlanan emperyalist Türk hükümeti, özellikle Libya'da başından beri hakim sınıfın farklı kesimlerinin yönettiği taraflar arası bir savaş olan olayların patlak vermesiyle, ayrıca Mısır ve Tunus gibi ülkelerde ideolojik olarak AKP'ye yakın Müslüman Kardeşler hareketinin yeni bir burjuva demokratik modelin en güçlü alternatifi olarak güçlenmeye başlamasıyla, bu ülkelerdeki muhalif Sünni hareketleri desteklemeye başlayacaktı. Devlet yönetiminin nüfusun yüzde onunu oluşturan Nusayiri kesimin elinde olduğu Suriye'de de böylesi bir çatışma ortaya çıkınca, Türk burjuvazisi anında Esad'a sırt çevirerek Suriye'de emperyalist emellerini ilerletmeye gidecekti. Suriye burjuva muhalefetinin ortak örgütü olan Suriye Ulusal Konseyi'nin ilk toplantısı İstanbul'da gerçekleşecek, üyelerinin çoğunu paralı askerler ve mevcut durumda Esad'ın karşısında olmanın çıkarlarına ve hırslarına ulaşmaları için daha iyi olacağını düşünen subayların oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu, Türkiye'de eğitilecek, Türk hükümeti tarafından silahlandırılarak Suriye'ye TC sınırlarından sokulacaktı.

Fakat bu tek kişilik bir oyun değildi. Esad rejimi, her ne kadar uluslararası kamuoyunun ve TC devletinin tahmin ettiği kadar kolay düşmeyecektiyse de, mevcut hareketin tarihinde karşısına çıkan en büyük tehlike olduğunu fark etmesi zor olmayacaktı. Tabanı nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünni kesime dayanan bir burjuva muhalefetle karşı karşıya olması, Esad'ı mümkün olduğunca az cephede savaşmak istemeye itecekti. Nüfusu Suriye nüfusunun yüzde 10'unu oluşturan Kürtlerin Esad rejimini karşı faal bir şekilde savaşıp savaşmayacağı, Esad'ın kaderini belirleyebilirdi. Suriye'de muhalefet patlak verdiği zaman, yalnızca Türkiye değil, genel olarak başını ABD'nin çektiği Batı dünyası da, Arap dünyasındaki rejimlere karşı burjuva muhalefetlerinden yana tutumunu belirlemişti – ki bu dünya, haliyle Irak Kürdistanı'nın egemenlerini de kapsamaktaydı. İstanbul'da kurulan Suriye Ulusal Konseyi'ne yalnızca Mişel Temo'nun başını çektiği Kürt Gelecek Hareketi Partisi katılmış olsa da, 26 Ekim'de, Hewler'de Barzani yönetiminde ve başını Suriye Kürdistan Demokrat Partisi'nin çektiği Kürt Ulusal Konseyi üyesi partiler, Türkiye'nin etkisine karşı çıksalar da, genel olarak Esad karşıtı Sünni muhalefetle yakın ilişkiler kurmaktan da geri kalmayacaklardı. Esad'ın, Amerika'yla yakın ilişkisinden dolayı Barzani'nin, Libya'da ve genel olarak Arap dünyasında peşinden koştuğu çıkarlardan dolayı ise Türkiye'nin tutumunu ön görmesi zor olmayacaktı. Esad'ın avantajı, Suriye Kürdistanı'ndaki en güçlü Kürt milliyetçisi partinin Barzani yanlıları değil, PYD olmasıydı.

Rejim karşıtı eylemlerden kısa bir süre sonra, başta Salih Müslim olmak üzere PYD yöneticileri Suriye Kürdistanı'na döndüler, ve gelir gelmez Kamişlo başta olmak üzere pek çok Kürt şehrinde, rejim güçlerinin herhangi bir müdahalesi olmadan eylemler düzenlemeye başladılar. Yıllarca Kürtlerin kültürel olarak kendilerini ifade etme yönündeki en ufak bir talebini dahi karşılamayan Esad rejimi, PYD'lilerin Kürt kültür merkezleri ve dil okulları açmalarına engel olmadı12. Buna karşılık, Suriye Kürdistanı, ülkenin geri kalanını kana bulayan ve hala devam etmekte olan iç savaşın dışında kaldı. Tabii ki bunu sağlamak için PYD'nin başka önlemler alması da gerekti: bunlar arasında Sunni muhalefetle birlikte çalışmayı açıkça destekleyenleri sindirmek de vardı. Suriye Ulusal Konseyi üyesi ve Kürt Gelecek Hareketi Partisi başkanı Mişel Temo, PYD tarafından tehdit edildiğini ima ettikten kısa bir süre sonra öldürüldü. Her ne kadar PYD bu cinayet için TC devletini suçlamışsa da, ve TC devletinin kendi müttefiki olan bir hareketin şefine, eğer ölürse belki hareket güçlenir gibi bir umutla suikast düzenlemiş olması ihtimali mevcut olsa da, çok daha bariz olan ihtimal bu suikasti PKK'nin düzenlediğidir ve bu açıklama inandırıcı değildir. PYD bütün süreç boyunca, muhalefet'in bir parçası olduğunu, Esad rejimini savunmadığını, Esad rejimiyle bir ilişkisi olmadığını iddia edecekti. Bu sözleri, misal PKK'nin önde gelen isimlerinden Murat Karayılan'ın "Şimdi Türk devleti, Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin ve bir kısım Avrupa devletinin, teşviki temelinde Suriye’ye müdahale için hazırlanmaktadır. Bir tampon bölgesi oluşturmak üzere Suriye’ye müdahale hazırlıkları söz konusudur... Açıkça belirteyim; eğer Türk devleti Batı Kürdistan’daki halkımıza bir müdahale yaparsa tüm Kürdistan bir savaş alanına dönecektir"13 sözlerini göz önünde belirterek değerlendirmek gerekli. Mevcut duruma bakınca bu iddialara inanmak saflık olacaksa da, PYD Esat rejimi ile arasına koyduğu bu siyasi mesafeyle, dürüst bir biçimde değilse de akıllıca bir biçimde Suriye Kürdistanı'ndaki itibarını korumuştur.

Her halükarda, özellikle Rusya ve Çin'in, kısmen de olsa Esad'dan desteğini çekmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler olayı farklı bir boyuta taşıdı. Yeni gelişmeler, Türkiye sınırına PYD bayrağı açılmasıyla Türkiye'ye yansıyacaktı, ayrıca yazın başlamasıyla Türkiye Kürdistanı'ndaki çatışmalar da şiddetlenmişti. Haziran ayında, PYD'nin kontrolündeki Batı Kürdistan Halk Kongresi ile Kürt Ulusal Konseyi, Hewler'de (Erbil), Barzani'nin insiyatifiyle 7 maddelik bir anlaşma imzalamışlardı fakat sonraki günlerde iki taraf da anlaşmaya uymayacaktı. Anlaşma maddeleri arasında tarafların silahsız olması ve herhangi bir parti bayrağı değil, yalnızca Kürt bayrağının açılması vardı ki Suriye Kürdistanı'ndaki tek silahlı güç olan PYD'nin silah bırakma niyeti noktu, ayrıca PYD'liler parti bayrağı açmaya devam ediyorlardı. Buna karşın Kürt Ulusal Konseyi üyesi partilerden bazıları, Suriye Kürdistanı'nda PYD'nin etkisini kırmak için Özgür Suriye Ordusu ile hatta Türk istihbaratıyla temaslar kurmayı sürdürüyorlardı. Temmuz ayının başlarında, PYD üyeleriyle Suriye Ulusal Konseyi'ni destekleyen Kürtler arasında silahlı çatışmalar dahi gerçekleşecekti. 1994 ile 1997 yılları arasında Irak Kürdistanı'nda gerçekleşen ve binlerce kişinin hayatına malolan Kürt İç Savaşı'nın bir ikincisinin Suriye Kürdistanı'nda gerçekleşebileceğine yönelik korkular ifade edilmeye başlamışken, Esad rejimi askeri bölgeden çekilmeye başladı. Rusya ve Çin'in kısmen de olsa Esad'dan desteklerini çekmeleri, Sünni muhalefeti Esad'a karşı harekete geçmeye itmişti, buna karşı Esad da bütün askeri gücünü birarada toplamak istiyordu. 11 Temmuz'da, Arfin kentinin kontrolü PYD'nin eline geçti. Hemen ertesi gün, 12 Temmuz'da yine Barzani'nin çabaları sonucu Hewler anlaşması, yine Hewler'de, Suriye Kürdistanı'nın geleceğine dair somut maddeleri temel alarak ve Kürt Ulusal Konseyi'nin bütün üyelerinin katılımıyla yenilenecekti. Yeni anlaşmaya göre, Suriye Kürdistanı'nın denetimini sağlamak için, Batı Kürdistan Halk Kongresi ve Kürt Ulusal Konseyi üç alt komitenin oluşturacağı bir Kürt Yüksek Komitesi kuralacak, bu alt komitelerden biri yeni Yüksek Komite'nin silahlı organı Halk Savunma Birlikleri'ni yönetecek güvenlik komitesi, ikincisi gerek Suriye'de, gerek uluslararası alanda Suriye Kürdistanı'nı temsil edecek dış işleri komitesi ve bir kamu hizmetleri komitesi olacaktı14. İlerleyen günlerde, Esad'ın ordusu Suriye Kürdistanı'nın tamamından çekilerek, bölgeyi, başkenti sayılan Kamişlo dahil tamamen fiili olarak PYD kontrolüne bırakacaktı.

Çok geçmeden, Suriye'deki bu gelişmeler Türkiye'de duyulmaya başladı. Başlangıçta kamuoyundaki şaşkınlık, TC hükümetinin ne kadar paniklediğinin bir göstergesiydi. Temmuz ayının ikinci yarısında, Irak Kürdistanı'nda peşmerge kışlalarında eğitilmiş binlerce Suriye'li Kürt Suriye Kürdistanı'na giriş yapmaya başladı. Öyle görünüyor ki bu askerlerin büyük çoğunluğunu PYD taraftarları oluşturmaktaydı, fakat durum Türkiye'de böylesi bir netlikte görünmekten çok uzaktı. Türk burjuvazisinin pek çok yayın organında yayınlanan bir haberde şöyle yazılacaktı: "Erbil'de bir süre önce 'Kürtlerin birliği' adı altında Irak ve Suriye'deki Kürt liderlerin katıldığı toplantıda alınan karar gereği, PKK ve PYD güçlerine karşı koruma sağlamak amacıyla Peşmergeler'in sınırı aştığı bildirildi... [Yapılan] açıklamada şu bilgilere yer verildi: "Başkan Barzani'nin 'hiçbir güç tanınmadan ve engel olmalarına izin verilmeden Batı Kürdistan'a girilerek halkın güvenliği sağlanacak ve Kürtlerin ulusal hakları noktasında gerekenler yapılacak' talimatından sonra bugün Pêşmerge güçleri güle oynaya Batı Kürdistan'a girdiler." PKK ve PYD'nin önlemeye çalıştığı Peşmerge güçlerin hiçbir engel tanımadan Suriye'ye girdiği açıklandı."15 Görünen o ki, Türk burjuva basınının, PYD'nin, Batı Kürdistan Halk Kongresi adlı kitle örgütlenmesi aracılığıyla Hewler'de yapılan iki toplantıya da katıldığından haberi yoktu! Bununla birlikte, belirtmemiz gerek ki bir ihtimal bu uçuk haberin tek sorumlusu, Türk burjuva basınının görmesi istenileni görmeye koşullanmış hayal gücü olmayabilir. Barzani'nin Türk basınına, hatta bizzat TC hükümetine olayları, kritik aşama aşılana kadar bu şekilde yansıtmış olması ihtimalini gözden kaçırmamak gerekli.

Her halükarda, gerçek durum, Suriye Kürdistanı'nda Barzani'nin desteklediği Kürt Ulusal Konseyi ile PKK'nin desteklediği PYD'nin uzun erimli bir ittifak kurmuş olduğu, kısa sürede ortaya çıkacaktı. Başbakan Erdoğan, yukarıdaki haberin yayınlanmasından birkaç gün sonra, Suriye Kürdistanı'ndaki egemen oluşumu PKK ve PYD'nin yapılanması olarak tanımlayacak, ve Türkiye olarak buna "eyvallah demeyiz, gerekirse müdahale ederiz" diyecekti. Çok kısa bir süre içerisinde Hatay sınırına askeri sevkiyat başlayacaktı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, apar topar Irak Kürdistanı'na gönderildi. Barzani'ye Esad sonrası Suriye'de Kürt özerkliğine karşı olmadıklarını söylerken ana hatlarıyla PKK ve PYD'ye güvenmemesini, Kandil'de PKK'ye karşı daha sert tutumlar almalarını ve yalnız Kürt Ulusal Konseyi'ni değil Suriye Ulusal Konseyi'ni de desteklemelerini salık veren Davutoğlu, her ne kadar görüşmeler sonrasında "mesajımızı aldı" dese de, onun vermeye çalıştığı mesajla Barzani yönetiminin aldığı mesajın aynı olduğundan emin değiliz. Görüşmenin ardından durumu değerlendirmek için toplantı yapan Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği üyeleri, yaptıkları açıklamada şöyle diyeceklerdi: "Toplantının odaklandığı konulardan biri Batı Kürdistan'da Kürt bayrakları yerine Öcalan resimleri kullanan PKK'li kardeşlerimizin uzlaşmazlığıydı. Böylesi eylemleri durdurulmalı"16. Sonrasında Davutoğlu Hewler'de Kürt Yüksek Komitesi'nin PYD'li olmayan üyeleri ve Suriye Ulusal Konseyi'yle ortak bir toplantı yaptı. Irak Kürdistanı yetkililerinin de mevcut olduğu toplantıya katılan Kürt Ulusal Konseyi kökenli Kürt Yüksek Komitesi üyeleri, toplantıya Davutoğlu'nun katılacağını bilmediklerinden, yalnızca Suriye Ulusal Konseyi temsilcileriyle buluşacaklarını zannettiklerinden şikayetçi olurken toplantıda Davutoğlu'na "Eğer PYD PKK'nin parçasıysa, TBMM'de milletvekilleri olan BDP de PKK'nin parçasıdır. Sizin için mübah olan bize neden yasak olsun?" diyeceklerdi17.

Onlarca yıldır, irili ufaklı sayısız devletin ajanlarının fink attığı, gün doğmadan kırk anlaşmanın yaptığı bir coğrafyada evsahibi konumunda olan bir burjuvazinin temsilcisinden ağız ve ayak oyunlarında usta olması tamamen doğal. Silahlı diplomasi zanaatinde, yıllardır bu işi yapan Barzani'nin, karşısında daha dünkü çocuk gibi kalan Türk hükümet yetkililerini tereyağından kıl çeker gibi oyalayabilmesi şaşırtıcı değil. Bununla birlikte görünen o ki ortada Davutoğlu'na verilen mesajlar da var. Tabii ki, eğer Davutoğlu, Irak Kürdistanı'ndaki siyasetçilerin örtük ve diplomatik biçimde verdiği mesajları almadıysa, aynı mesajı açık bir biçimde Murat Karayılan da veriyor: "Eğer Türkiye, Batı Kürdistan'a yani Suriye Kürdistanı'na herhangi bir biçimde müdahale ederse, bu artık Kürt halkı için tahammül sınırlarını aşan bir durum olur... [D]evletin kalkıp da sınırı aşarak Batı Kürdistan'daki halka da saldırması halinde sadece Batı Kürdistan'daki Kürt halkının değil, tüm parçalardaki Kürt halkının Türk devletine karşı savaş açmasına neden olur"18.

Burada sorulması gereken soru, Barzani'nin neden böyle bir manevra yaptığıdır. Eğer Barzani'nin, Türkiye'de ya da Suriye'de yaşayan Kürtlerin içinde yaşadıkları koşulları gerçekten umursadığına inananlar varsa, aynı Barzani'nin 1994-1997 arası gerçekleşen Kürt İç Savaşı'nda 1995'e kadar, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne karşı İran'dan destek aldığını, sonrasında Talabani İran'la ittifak yapınca Irak'ın Saddam yönetimiyle işbirliği yaptığını, savaşta Talabani'nin yanında yer alan PKK'ye karşı Türk devleti savaşa girince de, Türk devletinin yanında PKK'ye karşı savaştığını hatırlatalım19. Barzani'nin böylesi bir manevra yapmasının ardında, resmi olarak olmasa da fiili olarak bağımsız bir devlet haline gelmiş olan Irak Kürdistanı'nın dış çıkarları, ve kendi partisinin iç siyasetteki ihtiyaçları vardı. Öncelikle iç siyasete değinelim. Irak Kürdistanı'nda, Talabani'nin Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin eski ikinci adamı Nevşirvan Mustafa'nın kurduğu Gorran (Değişim) hareketi, Barzani ve Talabani'nin partilerinin iktidarı tekelleştirmelerine, baskıcı politikalarına ve hükümetteki yozlaşmaya muhalefet ederek, bu partilere rakip olabilecek bir güç toplamış durumda20. Bir süredir, Talabani'nin partisiyle arasını görece düzelterek sessizliğe bürünmüş Gorran hareketi, en nihayetinde, Nevşirvan Mustafa'nın Davutoğlu ziyaretinin ardından, Barzani hükümetinin tavrını fazla yumuşak olmakla eleştirdiği bir röportaj vermesiyle suskunluğunu bozdu. Talabani'nin partisinin büyük ölçüde tarafsız kalırken, Nevşirvan Mustafa'nın Gorran hareketi, açıkça Barzani'yle kapışmaya hazırlanır bir görüntü çiziyor21. Bu koşullar altında, Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi'nin, PKK'li veya değil, Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmiş Kürt milliyetçisi bir oluşuma sırt çevirmesi, böylesi bir oluşumu TC karşısında kaderiyle baş başa bırakması, Irak Kürdistanı'nda ciddi bir güç kaybı yaşaması hatta büyük ölçüde siyaset sahnesinden silinmesi riskini taşıyor. Bu minvalde, Barzani, iç siyasette Suriye Kürdistanı'na ağabeylik etmenin kaymağını yiyeceğini umuyor.

Söylediğimiz üzere, olayın bir de dış siyaset boyutu var. Her ne kadar Barzani'nin güdümündeki Kürt Ulusal Konseyi onu aşkın partiden oluşsa da, bu partilerin hiçbirinin Suriye Kürdistanı'nda ciddi bir gücü yok. Buna karşın ABD'li bir analiste göre, Suriye nüfusunun belki yüzde doksanı, Barzani'den ziyade PYD'ye sadık22. Buna, bölgedeki tek silahlı gücün de PYD olduğunu ekleyelim. Barzani, PYD ile böylesi bir anlaşma yapılmasını sağlayarak, Suriye Kürdistanı'ndaki gücünü ciddi bir biçimde ileri taşımış oldu, zira himayesindeki Kürt Ulusal Konseyi'nin, PYD tarafından inşa edilecek oluşumun bir parçası olmasını sağladı. Bu da, Barzani'nin etki alanını Suriye Kürdistanı'nda çok ciddi bir biçimde genişletti. Barzani'nin başka türlü, hem kitlesel destek hem de silahlı güç açısından PYD'nin bu denli etkin olduğu bir bölgede güç kazanması pek olası değildi. Öte yandan bu anlaşmadan tek kazananın Barzani olduğunu düşünmek yanlış olur. Her ne kadar Barzani ve destekçilerinin PKK'den matah bir tarafının bulunmadığı ortada olsa da, nihayetinde PKK hem AB hem de ABD tarafından Türkiye'nin çabaları sonucu terörist bir örgüt ilan edilmiş durumda, Barzani ise Irak Kürdistanı'nda meşru bir hükümetin resmi lideri konumunda. Meşru bir burjuva devletinin başında olmak da, ciddi bir uluslararası çalışma aparatına sahip olmak gibi avantajları beraberinde getiriyor. Bu minvalde, Barzani ile anlaşmak, Suriye Kürdistanı'nda askeri anlamda PYD'nin egemen olmaya devam edeceği oluşuma hem uluslararası kamuoyunda yaygın bir meşruiyet hem de dünyanın pek çok yerinde bu oluşumu savunacak bir diplomatlar ordusu kazandırmış durumda – ki Barzani'nin Irak Kürdistanı'nda silahlı eğitim verip geri gönderdiği binlerce Suriyeli Kürt de cabası.

TC devleti, Suriye'de desteklediği Esad muhalifleri ile mevcut rejim arası çatışmanın böylesi bir sonuç vereceğini belli ki öngörememişti. Öte yandan PKK için, Suriye Kürdistan'ında iktidara geldikten sonra Türkiye'nin tepkisini öngörmek zor olmadı. Özellikle PYD Suriye Kürdistanı'nda iktidarını sağlamlaştırmadan TC'nin yapacağı olası bir askeri müdahale, bölgedeki durumu tamamen tersine çevirme durumu taşıyordu. Oysa Suriye Kürdistanı'nda iktidara gelmek, bir burjuva hareketi olarak PKK'nin tarihinde elde ettiği en büyük başarıydı. Şu anda zemin hala kaygan, fakat eğer PYD Suriye Kürdistanı'nda, Suriye'nin kaderi belli olduktan sonra oluşacak yeni düzende iktidarı elinde tutmayı başabilmesi – ki bölgede sahip olduğu destek ve gün geçtikçe artan askeri gücü bunu başarabileceğini gösteriyor – PKK için çok büyük gelişmeler vaad ediyor. PYD'nin Suriye Kürdistanı'ndaki iktidarı, eğer uzun vadede korunabilirse, PKK'nin fiili olarak tankları, topları, savaş uçakları ve resmi bir düzenli ordusu olacağı anlamına geliyor. Bu da, Türk devletini ne kadar korkutuyorsa, PKK'yi de o kadar heyecanlandıran bir ihtimal. Bu nedenle, PKK TC'nin bu ihtimale karşı yapabileceklerine dair önlemler almak, öncelikle de TC'nin Suriye Kürdistanı'nı işgal etme kartını elinden almak durumundaydı. İşte PKK neden bugün Türkiye Kürdistanı'nda böylesi bir harekata girişti sorusunun cevabı tam da bu noktada yatmaktadır. Zira kendi sınırları içerisinde kontrol edemediği ciddi bölgeler olan, sürekli çatışmalar ve hatta mevzi savaşları yaşanan ve daha komşu ülkenin sınırları geçilmeden yüzlerce kişinin öldüğü bir devlet için, tam da bu olayların en yoğun yaşandığı sınırdan başka bir devletin topraklarını işgale girişmek mümkün olamazdı. PKK, Suriye Kürdistanı'ndaki gelişmelerden sonra, TC'nin buraya savaş açacağını öngörerek erken davrandı, ve savaşı TC sınırları içine getirdi böylelikle de Suriye Kürdistanı'na askeri tehditi ortadan kaldırdı. Bu minvalde, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ın yaptığı "PKK devlete operasyon yaptı" açıklaması doğrudur. PKK, Suriye Kürdistanı için bu süreci olabildiğince uzatmak durumunda, ki HPG sözcüsü Bahtiyar Doğan da niyetlerinin bu olduğunu açıkça söylüyor: "Türk işgali Kürt halkını lağvediyor. Dolayısıyla Şemzinan'ı (Şemdinli) kontrol etmekle başlayan yeni bir politika benimsedik. Savaşı yayacağız"23.

Geçtiğimiz sene şu tahlili yapmıştık: "DP-AP-ANAP'ın sağ liberal Türk burjuva geleneğinin mirasçısı AKP, hem askeri anlamda hem de destekçi sayısı bakımından Kürt burjuvazisinden daha güçlü olan geleneksel rakibi Türk askeri ve bürokratik burjuvazisine diz çöktürmeyi başarmıştı. Bu çabanın sonucu olarak özellikle ordunun itibarı ciddi bir biçimde düşmüş ve askeri burjuvazinin en güçlü siyasi uzantısı olan CHP dahi orduyla arasına mesafe koymak zorunda kalmıştı. Nasıl oldu da askeri ve bürokratik Türk burjuvazisini alt eden oyunlar nihayetinde Kürt burjuvazisine karşı amaca ulaşamadı? Bunun nedeni AKP hükümeti ile askeri ve bürokratik burjuvazinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanların, hükümetle Kürt burjuvazisinin iktisadi çıkarlarını birbirine bağlayanlardan çok daha fazla olmasıdır. AKP, hükümetteki mutlak egemenliğiyle, sahip olduğu devasa halk desteğiyle, içinde barındırdığı fazlasıyla kaşarlanmış uzman ve siyasetçi kadrosuyla kurduğu oyunlar karşısında uzun vadede Türk burjuvazisinin kendilerine rakip kesimlerinin kalelerinin hiçbirinin dayanmayacağını hesaplamıştı. Tamamen haklıydı. Arka arkaya askeri ve bürokratik burjuvazinin bütün kaleleri düştü. Kürt burjuvazisinin hemen hemen hiçbir kalesi düşmedi; çünkü Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisinin bir parçası değildi; farklı ekonomik ve toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvaziydi"24. 1999'da Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra, 2004'e kadar sürdüreceği tek taraflı bir ateşkes ilan eden, TC sınırları dışına çekilen, 2002'de kendisini feshettiğini dahi söyleyen PKK, bugün Suriye Kürdistanı'nda iktidara alacak noktaya, Kürt burjuvazisinin bir hareketi olarak, çıkarlarının dayandığı gücü izlemekten geçtiğini fark edip bu yönde hareket ederek geçti. 2001'de 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin Afganistan'a girmesi ve genel olarak bölgede çok daha faal olacağını belli etmesinin ardından, PKK'nin iktisadi tabanının bulunduğu bölge genelinde etkinlik kazanması, çok ciddi fırsatlara gebe olabilirdi. Bu doğrultuda, PKK'nin ideolojisi temelinde 2003'te kurulan PYD'nin yanısıra 2002'de Irak Kürdistanı'nda PÇDK25, İran Kürdistanı'nda ise PJAK26 isimli partilerin kuruldu. Türkiye'de belli aralıklarla kapatılıp isim değiştirmek durumunda kalan yasal partiyle birlikte bu dört parti, açıkça ifade edilmeden ama fiili olarak, Kürdistan'ın dört parçasının kesiştiği yerde konumlanmış olan PKK tarafından yönetilecek, partilerin eylemlilikleri ise koşullara göre şekillenecekti. İşte bugün PKK'nin Suriye Kürdistanı'nda fiili olarak iktidara gelme başarısının arkasında yatan, mevcut duruma dair bölgesel olarak böylesi bir strateji belirlemiş olmasıdır.

Tabii ki, mevcut durum içerisinde, TC, PKK ve Irak Kürdistanı haricinde güçlerin de oyunun içerisinde olduğunu esgeçmemek gereli. ABD burjuvazisinin resmi diplomasisinin temsilcilerinin beyanlarının pek de bir hükmü olmamasına ve ABD'nin böylesi durumlarda genelde duruma göre hareket etme, kazanacak gibi olanı destekleme gibi bir pratiği olsa da, ABD burjuvazisinin uluslararası politikasını belirleyenler arasında bu konuya dair bir ayrım var. Bununla birlikte Obama hükümetiyle ABD'de şimdilik hakim gelmiş görüş, özellikle Arap Baharı sonrasında Orta Doğu'ya model ülke olarak Türkiye'yi gösterme eğilimi taşıyor izlenimi veriyor. Bilindiği üzere, mevcut ABD hükümeti, Türkiye ile birlikte Suriye Ulusal Konseyi ve Özgür Suriye Ordusu'nu açık bir biçimde destekliyor. Bunun haricinde, Türk basınında Kürt milliyetçilerinin sıklıkla hem İsrail hem de İran tarafından desteklendiğine yönelik iddialar çıkıyor. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Türk basınının farklı mensupları, böylesi haberleri sanki TC devleti hiç İran veya İsrail'le işbirliği yapmamış gibi kendi farklı burjuva ideolojilerine göre çarpıtıp, bol miktarda şövenizme bulayarak kaleme alıyorlar. Öte yandan, İran'ın da, İsrail'in de farklı noktalarda farklı Kürt milliyetçisi oluşumlarla ilişkiler kurup bu oluşumları desteklediği de biliniyor. İran devletinin özellikle Celal Talabani'yle uzun bir işbirliği geçmişi var. İsrail'in ise Kürdistan Demokrat Partisi'yle ilişkileri, Mesud Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani dönemine uzanıyor. PKK'nin de geçmişinde İran'la işbirliği yapmış olduğu, İran sınırları içerisinde kamplar açmasına izin vermiş olduğu biliniyor. Aynı durum PKK ile İsrail ilişkisi için söylenemeyecek olsa da, 1999'da Öcalan'ın yakalanmasına neden olan istihbaratın İsrail'den geldiği iddiaları üzerine dönemin İsrail istihbarat örgütü Mossad başkanı Efraim Halevy, örgütün tarihinde ilk defa bir istihbarat meselesine dair kamuoyuna açıklama yaparak olayla alakaları olmadığını ifade etmiş olması27, İsrail tarafının PKK'yle ilişkilerine yönelik belli bir hassasiyeti olduğunu ortaya koyuyor. Her ne kadar Batı dünyasında PKK'nin resmi olarak terörist ilan edilmiş olması bu konuyla ilgili durumun açıkça ifade edilmesinin önüne geçiyor olsa da, iki devletin de PKK'yi desteklemiş ya da destekliyor olmasının, farklı dönemlerde olmak kaydıyla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Nihayetinde, Rusya ve Çin Esad rejiminin arkasındayken, Esad'ın en yakın müttefiki, genellikle ismi bu ikiliden sonra sarfedilen İran devletiydi. İsrail ise, hem TC devletinin Orta Doğu'da prim yapmak için kendisine sataşıp durmasından hem de ABD'nin Orta Doğu'nun yeni modeli olarak Türkiye'yi öne sürmesinden rahatsız – ki ABD burjuvazisi içerisinde bu konuda İsrail'in görüşlerini paylaşan bir kesim de var. Dahası İsrail bugün Barzani'yle açık bir biçimde iyi ilişkilere sahip ve Barzani'nin Suriye Kürdistanı'na yönelik hamlelerini yapmadan önce İsrail'e danıştığını varsaymak, bir komplo teorisi olmayacaktır.

Her halükarda PKK'nin Suriye Kürdistanı'ndaki başarıya ulaşmış ve Türkiye Kürdistanı'nda askeri gücünü ortaya koymuş olması savaşı kazandığı anlamına gelmemektedir. Türk burjuva devleti, silahlı diplomasi gibi ince işlerde, Kürt burjuvazisinin temsilcileri kadar maharetli olmayabilirler, öte yandan provokasyon yapmayı, kara propagandayı, etnik kıyım yapmayı, kan dökmeyi, işgal etmeyi, para asker ve kiralık katil tutmayı iyi bilirler. Daha şimdiden, İstanbul'un Ayazağı mahallesinde ve Muğla'nın Dalyan beldesinde Kürt işçilere yönelik linç girişimleri gerçekleşti. Ayazağı'ndaki şövenist kalabalığın saldırdığı ve aralarında Kürt olmayanların da bulunduğu inşaat işçilerinin sayısı iki bine yakında, ve bu işçiler linç girişimi sonucu İstanbul'dan kaçmak durumunda kaldılar. Dahası, her ne kadar TC emperyalizminin Suriye'deki emelleri elinde patlamış, Suriye Kürdistanı'na girme hevesi de kursağında kalmış olsa da, özellikle eğer Suriye'deki mevcut iç savaş Sünni muhalefet ve Özgür Suriye Ordusu isimli silahlı çetelerin zaferi ile sonuçlanırsa, Türkiye'nin Suriye Kürdistanı'na bu kanaldan müdahale etmesi çok kuvvetli ihtimaldir. Özgür Suriye Ordusu'nun Türkiye'de bulunan lideri Riyad al-Asaad "Suriye'de federal bölgelerin kurulmasına izin vermeyeceğiz... bir karış Suriye toprağı bile vermeyeceğiz" diyerek olası bir duruma dair teşkilatının tutumunu açıkça ortaya koymuş durumda28. Özgür Suriye Ordusu'nun niyetlerini al-Asaad'dan daha açıkça ifade edenler de var. Bir birim komutanı, dahası kendisi de Kürt olan Ubed Musa TC hükümeti kendilerini daha fazla desteklerse PKK'ye karşı savaşacaklarını açıkça ifade ediyor: "Eğer Türkiye'den askeri yardım alabilirsek, yalnızca rejime karşı değil, PKK'ye karşı da savaşabiliriz. Türkiye'nin silahlı desteğiyle Suriye içerisindeki PKK üslerini vurabiliriz, çünkü yerlerini ve kontrol ettikleri bölgeleri hep biliyoruz"29. Dahası, PKK'nin büyük bir kahramanlık destanı, zafer yolculuğu olarak sunduğu bu harekatına dair satır araları, daha karanlık bir yolda, geçmişte PKK'nin gerçekleştirdiği işçi düşmanı uygulamaların bazılarına geri döneceğine işaret ediyor. PKK liderlerinden Duran Kalkan, yaptığı bir açıklamada şu sözleri sarf etti: "Hizmet ettikleri devlet ve hükümet Kürdü terörist sayıyor. Bütün Kürtleri tutukluyor, zindana koyuyor. Artık o devlete orada kimse memurluk yapamaz. O memur da devletin yaptığından sorumludur... Bu devlet bu halka bu kadar zulüm ederken, o zulüm üzerinden maaş alıp kendilerini yaşatamazlar... Kendilerini Kürt halkına affettirmeye çalışsınlar. Ya da kendilerini hızla bu çatışma ortamından uzaklaştırsınlar. Eğer bunu yapmada ısrar ederlerse o zaman sonuçlarına da katlanırlar. Nasıl ki, her Kürdü terörist diye hapse koyuyorlarsa, Kürtler de onları terörist sayar, tutup hapse koyar"30. Görünen o ki PKK'nin en üst düzey yöneticilerinden biri, Kürdistan'daki kamu işçilerine, TC Kürtlere nasıl baskı uyguluyorsa öyle baskı uygulayacağını söylemekte sakınca görmüyor. PKK'nin öğretmen öldürme eylemlerini akıllara getiren bu açıklama, TC devletinin işlediği suçlardan Kürdistan'daki kamu işçilerini sorumlu tutarak, işçi düşmanlığında Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasında bir fark olmadığını gösteriyor.

Kürdistan'ın geleceğinde kurtuluş olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Ufukta kurtuluş yok, ufukta emperyalist savaşın derinleşmesi var. Emperyalist Türk devleti Türkiye Kürdistanı'nda gücünü korusun diye, Güney Kürdistan yönetimi bölgede etkisini genişletsin diye, Irak hükümeti Kürdistan petrolünden payını alsın diye, Esad mı al-Asaad mı Suriye'nin başına geçsin diye, PKK'nin savaş uçakları olsun diye ölecek ve birbirlerini öldürecek olanlar, sokaklarda linç edilecek veya birilerince cezalandırılacak olanlar işçiler. Emperyalist savaştan sorunu çözecek bir zafer çıkacağını düşünenler yanılıyorlar. Kürdistan ve onu paylaşmış ülkelerde derinleşmekte olan savaşlar, eşi benzeri görülmemiş bir barbarlığa gebe. Barıştan ve uzlaşmadan medet umanlar yanılıyorlar. Ulusal sorun, Kürtler üzerindeki ulusal baskı devam ettikçe, bu baskı savaşı doğuracak, ve 20. yüzyılın başından beri gerçekleşen bütün ulusal savaşlar gibi bu savaş da emperyalist bir nitelik taşımaya devam edecek. Bölge burjuvazisi ve Türkiye, İran, Suriye, Irak ve Irak Kürdistanı gibi kendi çaplarında çıkarlarının peşinde koşan emperyalist devlet var oldukça da bu sorun, şu veya bu biçimde mevcudiyetini koruyacak. Bu koşullar altında barış, burjuvazinin barışı, savaşın bir sonraki aşamasının planlandığı bir aralıktan başka bir nitelik taşımayacak. En irisinden en ufağına, bölgedeki burjuva oyuncuların, emperyalist devletlerin ve emperyalizme eklemlenmiş örgütlenmelerin bu sorunu çözebileceğine inananlar yanılıyorlar. Burjuvazinin bütün kesimleri bu sorunu çözemeyeceklerini defalarca gösterdiler.

Yalan söylüyorlar. Ulustan, milletten, vatandan, halktan bahsedenlerin hepsi yalan söylüyor. Bir oyun bu onlar için sadece. Güç için, iktidar için, hırsları için hayatlarımızla oynuyor hepsi bu oyunu. Bizim hayatlarımız bu oyunda önemsiz bir detaydan ibaret onlar için. Hayatlarımızı umursadıklarını idda edenler yalan söylüyor. İşçilerle işverenlerin, emir alanlarla emir verenlerin, ölenlerle öl diyenlerin çıkarlarının ortak olduğunu savunanların hepsi yalan söylüyor. Ulus için, millet için, vatan için, halk için çalışın, itaat edin, canınızı verin diyorlar. Oysa uluslar da, milletler de, vatanlar da, halklar da farklı sınıflardan oluşuyor. Bu savaş burjuvazinin savaşı. Oyun oynuyorlar, ama onların bu oyunu yalnızca Kürdistan'ın değil, yalnızca Kürdistan'ı paylaşmış ülkelerin değil, yalnızca Orta Doğu'nun değil bütün dünyanın, bütün insanlığın geleceğini korkunç bir yıkıma mahkum ediyor. Bu karanlık geleceği engelleyebilecek tek güç ise işçi sınıfının, yani hep en fazla acı çekenlerin, en fazla kan dökenlerin gücü. Tek çözüm, işçilerin, emir alanların, öl denilenlerin işverenlere, emir verenlere, öl diyenlere, yani hakim sınıfa ve bütün emperyalist devletlere karşı birleşmesi. Burjuvazinin milliyetçiliğine karşı proletaryanın tek silahı var: enternasyonalizm. Emperyalist savaşa karşı proletaryanın tek seçeneği var: sınıf savaşı. Çöken ve çürüyen kapitalizm, dünyanın önüne iki seçenek koymuş durumda: ya insanlığın sefalet, kan, ölüm ve barbarlık içinde boğulması, ya da proleter dünya devrimi.

Gerdûn

3Hęzęn Parastina Gel, Halk Savunma Güçleri

10Partiya Yekîtiya Demokrat, Demokratik Birlik Partisi

20Irak Kürdistan'ı Parlamentosu'nda, Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin 29, Kürdistan Demokrat Partisi'nin 28, Gorran Hareketi'nin ise 25 milletvekili bulunuyor. 2009 seçimlerinde Gorran hareketi Irak Kürdistanı genelinde %22, Talabani'nin kalesi kabul edilen Süleymaniye bölgesinde ise %51'in üzerinde oy almıştı.

22https://kurdistantribune.com/2012/turkey-losing-pkk/ Makalenin yazarı Michael Rubin, 2002-2004 yılları arasında ABD Savunma Bakanlığı'nda İran ve Irak bölge yöneticisi olarak görev yaptı. Halen Orta Doğu'da göreve gönderilecek ABD ordu ve donanma görevlilerine bölgeyle ilgili düzenli eğitimler vermekte ve İsrail tarafından kurulan ABD merkezli jeostratejik analiz firması Wikistrat'ta uzman olarak çalışıyor. Yazının geri kalanında Rubin, Erdoğan'ın Hamas'ın terörist olmadığı iddiası ve PKK'yle yürütülen Oslo görüşmelerinin PKK'ye meşruiyet kazandırdığını ve AB ülkeleriyle ABD'nin de PKK'yle görüşmelerinin yolunu açtığını, AB ülkeleri ve ABD'nin bu nedenlerle PKK'yi terörist ilan etme kararlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğini savunuyor.

25Partiya Çareseriya Demokratika Kurdistanê – Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi

26Partiya Jiyana Azada Kurdistanê -

 

Tags: 

Rubric: 

Ulusal Sorun

Tartışmaya Katkı: Sendikalar Niye Var?

"Tartışma kültürü, yani karşılıklı saygı ve aktif dinleme üzerine kurulu açık tartışmalar sadece kitle meclislerinde değil onun çevresinde de filizlenmeye başladı: tartışma ve takas edilen fikirler için yapılan sayısız toplantı yapıldı, gezici kütüphaneler örgütlendi... Çok kısıtlı araçlar ile geniş bir entelektüel faaliyet sokak ve meydanlarda doğaçlama bir şekilde gerçekleştirildi. Ve kitle meclisleriyle olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesinin bir geçmiş deneyimini yeniden canlandırdı." - 2011'in Toplumsal Hareketleri Üzerine Değerlendirme [1]

Bir süredir Enternasyonal Komünist Akım'ın Türkiye şubesi olarak sendikalar üzerine düşüncelerimizi, sempatizanlarımız ve tartışma çevreleri içerisinde görüşlerimizi daha iyi ifade edebilmemiz açısından yayınlama gayreti içerisindeyiz. Bunlar aynı zamanda kendi iç tartışmalarımızın da bir tezahürü. Dahası, tanıştığımız kimi çevrelerin de bu yönde tartışma ve netleşmeye gitme amaçlarının da yoldaşça uyarısıyla, konu ile ilgili gelecek tartışmalarımızın yolunu aydınlatacak bir referans metnin devrimci azınlık ve grupların tartışabileceği mecralar yaratabilmesi ve netleşebilmesi için bir ihtiyaç olduğu görüşündeyiz.

Bundan bir süre önce sitemiz üzerinden yayınladığımız, daha öncesinde örgütümüzün İngilizce sitesinde de yayınlanmış olan ve enternasyonalist anarşistler ile varolan ortak noktalarımıza dair vurgumuzun yeraldığı metinde[2], enternasyonalizme ilkesel bağlılık ve seçim sirklerine katılmama ilkesi ile birlikte, şöyle ifade yer alıyordu:

"Bu anarşistler doğrudan eylem ve kitlesel sınıf mücadelesi ile kitle meclisleri ve işçi konseylerindeki öz-örgütlülüğü savunuyorlar."

Bu da işçi sınıfının kendi öz-inisiyatifinin açığa çıkartılmasının araçları olarak açık kitle toplantıları ile onun devrimci dönemlere has toplumsal devrim araçlarının, yani işçi konseylerinin gerekliliğine işaret etmekteydi. Hal böyleyken, günümüzde devletin (resmi ya da değil) bir aparatı konumunda yer tutmuş sendikalara dair tartışmaların hangi rota üzerinde yürütülebileceğine dair düşünmemimiz tekrardan gerektiriyordu.

Bir diğer taraftan da bu tartışmanın boyutu ister istemez, bugüne kadar samimi ve sınıf mücadelesine dair açık ve içten olan unsurların enerjileri ve iyi niyetleri üzerinden kendisine kısıtlı da olsa bir alan açmış olan ve Türkiye sınırları içerisinde “sol”, “Türkiye solu”, “Türkiye devrimci hareketi” ve benzeri adlarla tanımlanagelmiş grup, örgüt ya da partilerin de bakışlarından bağımsızlaşmaya temas ediyor olacaktır. Eleştiri ile aşılamayanın, ötesine geçilemeyenin giderek böylesi siyasi zaaflar yaşayan unsurları ele geçirmeye başlayabildiği günümüzde, tarihsel bir ifadeyle bu burjuva solu eğilimlerin “aşılması” işi ya da üzerinde çalışılması onun “içinden” değil, bizzat dışından gerçekleşebilecek, farklı bir boyut ya da alanın işi olarak, yine işçi sınıfı mücadelesinin çözücü halkayı sahiplendiği fikrini taşıyoruz. Çünkü bizlere göre karşı-devrimci kampın temsilcileri asla proleteryanın kendi mücadelesinin önünü açmasında bir atıf noktası olamazlar; aksine böyle bir yönelimin dogmaları, ideolojik yozlaşmayı ve çürümeyi de beraberinde getirdiğini tekrar tekrar gözlemledik.

Tabii ki; yanlış ve sınıf hareketine zarar veren Türkiye ve dünyadaki burjuva solunun bütün manevralarını, ayak oyunlarını ve adam kafalamaya dair küçük hesaplarını mahkum etmekten kendimizi alıkoymayacağız. Ancak bunun da işçi sınıfının mücadelesinin bir sonucu ve aynı zamanda bir ürünü olduğu fikriyle soruna yaklaşmamız, tartışmak isteyen ve netleşme yönünde samimi gayret içerisinde olan proleter unsurların bu isteklerinin tamamen bir süreç (ve hatta uzun bir süreç) meselesi olduğuna dair taşıdığımız fikrimizi de buraya not düşmemiz gerekiyor. Esas olan mücadelenin gelişimine ne kadar katkı sağlayabilecek oluşumuz.

Tartışmalarımıza ve ileride gerçekleşecek olan yeni gruplaşma ve netleşmelere katkı sunacağını düşündüğümüz, sendikalar konusuna dair referans başlıklarımızı da buradan hareketle ifadelendirmemiz gerekiyor. Bu başlıklar aynı zamanda proleter kamptaki bütün unsurların bugüne kadar “işçilerin evi” olarak görülen sendikalara dair taşıdıkları kuşku ve çekincelerinin de açığa çıkmasına, bunların çevrelerindeki diğer proleter unsurlar ile tartışmalarında ön açıcı olabilmesine yardımcı olacağını düşünüyoruz.

  • Günümüzde emek, emeğin korunumu ve toplumsal barış neyi ifade ediyor?
  • Sendikalar sınıfın tümünün ya da belli bir kesiminin çıkarlarını savunabilir mi?
  • Sendikalar devrimcileştirilebilirler mi? Sendikalar, işçi sınıfına karşı mıdır?
  • Mücadelenin genelleşmesi, kitleselleşmesi ve devrimcileşmesi ne ifade ediyor?
  • Sendikalar dışında, sınıf mücadelesinin yürütülmesi için işçi sınıfının örgütlülüğü nedir?

Bütün bu başlıklar elbette ki çeşitlendirilebilir ve zenginleştirilebilir. Bu da tartışmanın içeriğine ve unsurların netleşme yönündeki gayret ve isteklerini besliyor olacaktır. Tartışmanın da genelleşmesi, sınıf bilincinin onun kendi mücadelesi çerçevesi ile belirlenmiş hatlarındaki gezintide işçi sınıfının enternasyonalist sınıf perspektiflerine yeni ve hayatın yeşilinden beslenen, işçi sınıfının mücadelesini eksen almış tartışma çalışmalarına da ön ayak olacağı fikrindeyiz.

EKA, bugüne kadar sınıfın çıkarlarının yine sınıf kitleleri içerisinde açığa çıkartılması ve mücadelenin bizzat içerisinden gelecek olan yaratıcı ve devrimci güç ile yarının kendisinin yaratılacağı görüşünü savundu ve bu görüşleri netleştirmeye çalışmaya devam edecek. Bunun sürekliliğini ise asla sadece kendi başımıza sağlamadık ve gelecekte de sağlayamayağız. Zira bu süreklilik, ancak sınıfın bütün kesimlerinden, bütün sektörlerinden tartışmaya yönelik devrimci desteğin kendisiyle sağlanabilir. Bizim çabalarımız ise bu dinamiğin yalnızca bir parçasıdır.

"Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA'nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir." - Tartışma Kültürü: Sınıf Mücadelesinin Silahı[3]

Dünya Devrimi - EKA Türkiye Şubesi

1. https://tr.internationalism.org/2011in-toplumsal-hareketleri-uezerine-de...

2. https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201208/403/komuenist-sol-v...

3. https://tr.internationalism.org/eka/201208/406/tartisma-kueltuerue-sinif...

 

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

İspanya'da Kemer Sıkma Politikaları

Bu bildiri, İspanya şubemiz tarafından, bu ülkede işçi sınıfının yaşam koşullarına karşı acımasız saldırıları lanetlemek için kaleme alındı. Bildiri aynı zamanda bir yandan mücadeleyi ileri taşımak için öneriler yaparken durumu da tahlil ediyor.

 

Bugüne kadar yaşama koşullarımıza yapılan en kötü saldırılar: Ne kadar ileri gidebilirler? Nasıl karşı koyabiliriz?

1984'de, PSOE (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi - Partido Socialista Obrero Español) hükümeti ilk Emek Reformu'nu getirdi. Üç ay önce, mevcut sağcı PP (Halk Partisi - Partido Popular) hükümeti, bugüne kadarki en ciddi Emek Reformları'nı getirdi. 1985'te, PSOE hükümeti ilk Emeklilik Reformu'nu getirdi; 2011'de, farklı bir PSOE hükümeti bir yenisini getirdi. Bir sonraki ne zaman gelecek? 30 yıldır işçilerin yaşama koşulları kademe kademe kötüleşti fakat 2010'dan beri kötüleşme başdöndürücü bir hız kazandı ve PP hükümetinin yeni uygulamalarıyla maalesef daha şimdiden getirilmeye beklenenlere kıyasla çok az olan düzeylere ulaştı. Aynı zamanda polis baskılarında da bir keskinleşme oldu: Valencia'da geçtiğimiz ay öğrencilere ciddi bir şiddet uygulandı, madencilerin vahşice dövüldü ve pek çok kişinin yanı sıra çocuklara lastik mermiler sıkıldı. Bu esnada Kongre, Temmuz ayından beri gelişmekte olan kendiliğinden eylemlere karşı sürekli polis tarafından korunmaktaydı.

Biz, EZİCİ ÇOĞUNLUK, sömürülenler ve ezilenler, ama aynı zamanda öfkeliler; biz, kamu ve özel sektörün işçileri, işsizler, öğrenciler, emekliler, göçmenler... Hepimiz süregelmekte olanlara dair ortaya pek çok soru atıyoruz. Cevapları birlikte bulabilmemiz ve kitlesel, güçlü ve sönümsüz bir yanıt verebilmek için bu soruları sokaklarda, meydanlarda, işyerlerinde kolektif olarak sormamız lazım.

Kapitalizmin çöküşü

Hükümetler değişiyor ama kriz gün geçtikçe kötüleşmeye ve bize daha sert vurmaya devam ediyor. AB'nin, G20'nin ve benzerlerinin her toplantısı 'mutlak çözüm' diye sunuluyor... Ve ertesi gün topyekün bir başarısızlık olduğu ortaya çıkıyor. Bizi hedef alan darbelerin ekonominin risklerini azaltacağını söylüyorlar ve ertesi gün öğreniyoruz ki tam aksi doğruymuş. Yaşamlarımızdan o kadar kan kaybettikten sonra, IMF 2007'de sahip olduğumuz yaşam standartlarına dönmek için 2025'i (!) beklememiz gerektiğini söylüyor. Kriz merhametsizce ilerliyor ve her attığı her adım ardında milyonlarca parçalanmış yaşam bırakıyor.

Tabii ki, bazı ülkeler diğerlerinden daha iyi durumdalar ama dünyanın tamamına bakmamız gerekli. Sorun ne İspanya, Yunanistan veya İtalya'yla sınırlı, ne de 'euro krizi'ne indirgenebilir. Almanya'da piyasal gerilemeye girmenin eşiğindeler ve şu anda aylık 400 euro veren işlerin sayısı 7 milyon. ABD'de işsizlik oranı ile evlerini kaybeden insanların sayısındaki artış birbiriyle yarışıyor. Çin'de, yalnız Beijing'de 2 milyon boş apartman dairesi olmasına neden olan çılgın inşaat balonuna rağmen yedi aydır ekonomi yavaşlıyor. Resmi ideolojisi ister Çin ve Küba gibi 'komünist', ister Ekvador ve Venezuella gibi '21. yüzyıl sosyalizmi', ister Fransa gibi 'sosyalist', ister ABD gibi 'demokrat', isterse de İspanya ve Almanya gibi 'liberal' olsun, kapitalizmin bütün devletleri içine çeken dünya çapındaki tarihsel krizini kemiklerimizde hissediyoruz. Kapitalizm, dünya pazarını yaratmasının ardından, yüz yıldır insanlığı barbarlığın en kötü biçimlerine çeken gerici bir düzen olmuştur. Buna örnek olarak iki dünya savaşını, sayısız bölgesel savaşı ve çevrenin yıkımını verebiliriz. Her tür mali ve spekülatif balona dayalı yapay iktisadi büyüme anlarının kaymağını yedikten sonra, bugün, 2007'den beri, kapitalizm tarihinin en büyük krizine çökmekte; şirketleri, bankaları ve devletleri iflas etmektedir. Bu fiyaskonun sonucu devasa bir insani felaket olmuştur. Kıtlık ve sefalet Afrika, Asya ve Latin Amerika'ya yayılırken, 'zengin' ülkelerde milyonlarca insan işlerini kaybetmektedir, yüzbinlerce insan evlerinden atılmakta, nüfusun çoğunluğu ayın sonunu getirememekte, sosyal hizmetlerin artan fiyatı ve azalan sıklığı yaşama her geçen gün biraz daha güvensizleştirmektedir ve bütün bunların üzerine doğrudan ya da dolaylı vergilerin yükü tuz biber olmaktadır.

Demokratik devlet, kapitalist sınıfın diktatörlüğüdür

Kapitalizm toplumu iki kutba böler: her şeye sahip olup hiçbir şey üretmeyen kapitalist sınıfın azınlık kutbu, ve her şeyi üretip aldığı her geçen gün azalan sömürülen sınıfların çoğunluk kutbu. Kapitalist sınıf, ABD'deki İşgal Hareketi'nin ifade ettiği biçimiyle %1, her geçen gün biraz yoz, küstah ve saldırganlaşıyor. Yüzü kızarmadan zenginlik üstüne zenginlik katıyor; çoğunluğun çilesini pek de umursamadığını gösteriyor ve her yerde kemer sıkma politikalarına biat etmemizi talep ediyor. Peki o zaman neden 2011'in büyük toplumsal öfke hareketlerine (İspanya, Yunanistan, ABD, Mısır, Tunus, Şili vb.) rağmen çoğunluğun çıkarlarına ters olan bu politikaları uygulatabiliyor? Mücadelemiz, getirdiği değerli deneyime rağmen, neden şu ana kadar gerekenin fazlasıyla altında kaldı?

İlk cevabı, demokratik devlet aldatmacasında bulabiliriz. Demokratik devlet bütün yurttaşların bir ifadesi olarak sunuluyor ama gerçekte yalnızca kapitalist sınıfın mülkiyetinde olan bir araç. Demokratik devlet yalnızca kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor ve bunu yapmak için iki eli var: sağ eli bizi ezmek ve her tür kalkışma çabamızı bastırmak için kullandığı polisten, cezaevlerinden, mahkemelerden, yasalardan ve bürokrasiden oluşuyor. Sol eli ise her tür ideolojiden, bağımsız olduğu iddia edilen sendikalardan, bizi koruması icap eden toplumsal uyum hizmetlerinden, kısacası bizi aldatan, bölen ve moralimizi kıran yanılsamalardan oluşuyor.

Geçtiğimiz dört yıl içerisinde atılan bütün oyların sonucu ne oldu? Seçimden galip çıkıp sözlerinden birini yerine getiren tek bir hükümet çıktı mı? İdeolojileri ne olursa olsun, kimin tarafındaydılar? Seçmenin mi, sermayenin mi? Eğitim, sosyal güvenlik, iktisat, siyaset ve benzeri alanlarda yaptıkları sayısız reformun sonucu ne oldu? Tüm bunlar, 'aynı kalması için herşeyin değişmesi gerek' ibaresinin gerçek bir ifadesinden başka ne oldu? Zamanında 15 Mayıs hareketinin söylediği gibi "demokrasi diyorlar ama değil, aslında diktatörlük ve biz görmüyoruz".

Dünya çapında sefalete karşısında, sefalete karşı dünya devrimi

Kapitalizm bizi genelleşmiş sefalete götürüyor. Fakat sefalet içinde yalnız sefaleti görmemeliyiz! Bu düzenin iç organlarında sömürülen sınıfların başı, proletarya var ve proletarya ortaklaşmış emeğiyle – yani sanayi ve tarımla kısıtlanmamış ama eğitimi, sosyal hizmetleri ve benzeri alanları kapsayan emek – toplumun tümünün işlemesini sağlıyor. Tam da bundan dolayı bu sınıfın kapitalist düzeni felç etme ve bunu yaparak hayatın kapitalizmin sunağında kurban edilmediği, rekabet ekonomisinin yerini dayanışmaya dayanan ve insan ihtiyacını tamamen tatmin etmeye yönelik üretimin aldığı bir dünyanın kapısını da açıyor. Bugünün toplumunda ise hayat rekabete, herkesin herkese karşı mücadelesine, yalıtılmaya ve ayrışmaya dayanıyor.

Bu sorunların kavranılması, onlara dair açık ve kardeşçe tartışma, iki yüz yıllık mücadele deneyiminin eleştirel değerlendirilmesi, bütün bunlar bize mevcut durumun ötesine geçerek saldırılara karşı koymanın araçlarını verebilir. 11 Temmuz'da Başbakan Rajoy yeni uygulamalarını duyurduğunda bir karşı duruşun başlangıcını gördük. Pek çok kişi, madencilerle dayanışmalarını ifade etmek için Madrid'e gittiler. Sosyal ağlarda örgütlenen kendiliğinden eylemlerin ertesi günlerinde bu birlik ve dayanışma deneyimi somutlaştı. Bunu yapan, kamu işçilerinin sendikalar dışında bir insiyatifiydi. Buradaki soru, mücadelenin uzun ve çetin geçeceğini bilerek bunu nasıl sürdüreceğimiz. Bu konuda birkaç önerimiz var:

Birleşik mücadele: işsizler, kamu ve özel sektör işçileri, çıraklar ve çalışanlar, emekliler, öğrenciler, göçmenler: BİRLİKTE BAŞARABİLİRİZ. Hiçbir sektör yalıtılmış ve kendi köşesine hapis kalmamalıdır. Bir ayrışma ve yalıtılmışlık toplumu karşısında, dayanışmanın gücünü göstermeliyiz.

Açık kitle meclisleri: her şeyi profesyonel siyasetçilerin ve bizi satmayı meslek edinmiş sendika uzman ve ağalarının eline bıraktığımız müddetçe sermaye gücünü koruyacaktır. Olayları tahlil edeceğimiz, tartışacağımız ve birlikte karar vereceğimiz kitle meclisleri. Böylelikle verilen kararlardan sorumlu olabiliriz, böylelikle birleşmiş olmanın zevkini tadabiliriz, böylelikle yalnızlık ve yalıtılmışlık barikatlarını yıkıp empati ve güven yayabiliriz.

Uluslararası dayanışma arayışı: ulusu savunmak bizi savaşlarda kurbanlık koyun yapıyor; yabancı düşmanlığı ve ırkçılık bizi bölüyor, bizi dünyanın geri kalan tüm işçilerine karşı konumlandırıyor, oysa ki sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için bir güç yaratmada onlardan başka güvenecek kimsemiz yok.

İşyerlerinde, mahallelerde, çevrelerde, internette olup bitenle ilgili bilgi paylaşımı yapmak ve bizi gelecek mücadelelere hazırlayacak toplantılar ve tartışmalar örgütlemek için biraraya gelmek. Sadece savaşmak yetmez! Nereye gittiğimize, gerçek silahlarımızın ne olduğuna, dostlarımızın ve düşmanlarımızın kim olduğuna dair mümkün olan en net bilinçle kuşanarak savaşmamız gerekli!

Bireysel değişimden ayrılabilecek hiçbir toplumsal değişim yoktur. Mücadelemiz siyasi ve ekonomik yapılarda basit bir değişikliğe sınırlanamaz. Toplumsal düzende, dolayısıyla bizzat kendi yaşamlarımızda, dünyayı nasıl gördüğümüzde, istençlerimizde bir değişimdir. Yolda karşımıza çıkacak sayısız tuzağa, gelecek bütün fiziksel ve moral darbelere direnecek gücü geliştirmemizin tek yolu budur. Mentalitemizde, dayanışma ve kolektif bilinç yönünde, yalnızca bizi bugün bir arada tutacak harç değil, geleceğin toplumunun kapitalist toplumdaki vahşi rekabet ve riyakarlıktan özgür bir toplumun da direği olacak bir değişim yaşamamız gereklidir.

Enternasyonal Komünist Akım

Tags: 

Rubric: 

Kriz

2012 - Eylül

Kara Şövalye Yükseliyor: Burjuvazinin Beyaz Perdeye Yansıyan Korkuları

Ünlü yönetmen Christopher Nolan'ın, eskinin “süper kahraman” çizgi roman karakterlerinden Batman, yani Yarasa Adam karakteri temalı üçlemesinin sonuncusu olan Kara Şövalye Yükseliyor, şüphesiz bu yaz sinemalara en fazla damgasını vuran filmler arasında. Nolan'ın üçlemesi, ana hikayesi sıradan bir suçlu tarafından öldürülen aşırı zengin ailesinin intikamını almak için yarasa benzeri bir kostüme bürünen mirasyedi milyarder Bruce Wayne'in suç ile savaşı olan Batman çizgi romanının kimi daha iyi, kimi daha kötü fakat hiçbiri suça karşı basit ve basmakalıp bir tutum harici mesaj taşımayan pek çok filminden içeriğiyle ayrılıyor. Nolan'ın üç filmi arasında ise, en siyasi sayılabilecek olanı Kara Şövalye Yükseliyor. Bu nedenlerle bu filmin bir değerlendirmesini yazmayı uygun bulduk.

Filmin hikayesinden kısaca bahsedelim. Filmde Batman'in düşmanları arasında en fazla öne çıkan Bane karakteri. Bane, "terörist" olarak ifade edilen bir örgütün şefi görünümünde, örgütünün mensuplarını ise tamamen çalışan kesimden fakir insanlar, yani alt tabaka oluşturuyor. Filmin ana hikayesinin en önemli noktası, Bane'in önderliğinde, çalışan kesimin, olayların geçtiği Gotham şehrini ele geçirmesi. Tabii ki Bane bu olayların gerçekleşmesi için gerek kurnaz numaralar çekiyor ve şehrin bütün polis gücünü bir tünele hapsediyor, gerekse Gotham'ı nükleer bir silahla yok etmekle tehdit ediyor. Eylemlerini gerçekleştirirken Bane bir yandan Gotham'ı zenginlerden alıp halkın eline veriyoruz diyor, borsayı basıyor, "burada çalınacak para yok ki" diyen bosacıya "o zaman neden buradasanız" cevabını veriyor. Gotham'da çalışanların, ezilenlerin, fakirlerin ve benzerlerinin iktidarı da Bane kadar vahşi – göstermelik mahkemeler, idamlar, sokaklarda suçun azması... Film ilerlerken bütün gerçekleşenlerin bir komplo olduğunu, Bane'in aslında çok zengin bir kişi için çalıştığını ve bu kişinin fanatik ideolojisi yüzünden ne olursa olsun Gotham kentini yok etmeyi planladığı ortaya çıkıyor. En nihayetinde, filmin başlarında Bane'in belini kırıp uzak diyarlarda hapsettiği Bruce Wayne / Batman, "şehrim yanarken ölemem" diyerek kurtuluyor ve Gotham'a dönüyor ve polisleri mahsur kaldıkları yerden kurtarıyor. En nihayetinde kahraman polislerle kötülerin oyunlarına gelmiş avam tabakası arasında kanlı bir savaş gerçekleşiyor. Söylemeye gerek yok ki 'iyiler', yani filmin iyi olarak sundukları en nihayetinde kazanıyorlar. Kara Şövalye Yükseliyor nihayetinde bir Hollywood filmi zira.

Son dönemde ABD'yi derinden sarsan Wall Street İşgali hareketi filmin senaristlerini ciddi bir biçimde etkilemiş gibi gözüküyor. Esasında film, Bane'in tarafından Batman'in yanına geçen ve filmi esas kız olarak bitiren Selina Kyle'ın "Bir fırtına yaklaşıyor Bay Wayne. Sen ve arkadaşların kapılarınızı pencerelerinizi iyi kapatın. Çünkü fırtına geldiğinde hepiniz nasıl bu kadar geniş yaşayıp geri kalanlara bu kadar az bıraktığınızı düşüneceksiniz” sözüyle keskin sınıf ayrılıklarına vicdani bir duyarlılık portresi de çizmeye de çalışarak, net bir biçimde fakirlere karşı zenginlerden yana taraf tutmuyor görünmeye de çalışıyor. Bu yüzden, gayet net olan pek çok imgeye rağmen Kara Şövalye Yükseliyor'un mesajı bulanık bir biçimde ulaşıyor izleyiciye.

Bununla birlikte film bize burjuvazinin proleter devrim algısını çok net bir biçimde gösteriyor. Zira burjuvaziye göre proleter bir devrim, ancak bir komplonun sonucu olabilir. Onların algısında işçiler, kendi başlarına kapitalizme karşı mücadele edemeyecek kadar aptaldırlar ve işçi sınıfı ayaklanıyorsa, bu ancak birilerinin komplosunun sonucu olabilir. Dahası, alt tabakanın ayaklanması, onlara göre ancak kör bir şiddet getirebilir. Burjuvazi sınıf çıkarları yüzünden devrimden nefret eder fakat devrimden nefret etmek devrimden korkmaktır da. Burjuvazinin proleter devrimi tasfirlerine her zaman, onların sürekli uyguladıkları şiddet ve terörün kendilerine uygulanacağı korkusu hakimdir. Kara Şövalye Yükseliyor filmi de aslında burjuvazinin bütün bir korkularını, neredeyse eksiksiz bir biçimde beyaz perdeye yansıtmaktadır. Oysa Rosa Lüksemburg'un söylediği gibi: "Proleter devrim hedeflerini gerçekleştirmekte teröre ihtiyaç duymaz; cinayetten nefret eder ve tiksinir. Bu silahlara ihtiyaç duymaz çünkü bireylerle değil, kurumlarla savaşmaktadır, çünkü meydana hayal kırıklıklarının çaresini intikamda arayacağı safça ilüzyonlarla girmez".

Filmde oyunculukların, birkaç istisnaya rağmen başarılı olduğunu söylemek durumundayız. Bununla birlikte aksiyon sahneleri ve görselliğinin kalitesi en azından tartışmalı olan film, aynı zamanda beli kırılan bir kişinin iple çekilmek suretiyle sağlığına kavuşması, Bane karakterinin ağzına vurulmasının onu alt etmek için yeterli oluşu ve şehrin birkaç yüz metre ötesinde patlayan bir nükleer bombanın bir karıncayı bile incitmemesi gibi kimi senaryo açıkları da barındırıyor. Okuyucularımıza izin günlerini ve maaşlarını Kara Şövalye Yükseliyor filmini sinemada izleyerek değerlendirmemelerini öneriyoruz.

Pardayan

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi

2012 - Ekim

Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış : EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?

Bu metin, EKA'nın Türkiye şubesi tarafından, Servet Düşmanı (servetdusmani.wordpress.com) adlı grup ile sendikalar üzerine yapmakta olduğumuz tartışmaların ilk ayağını oluşturması adına kaleme alındı.

19. yüzyılda sermaye hala, çok sayıda sermayelere dağılmış durumdaydı: 100’den fazla işçisi olan fabrikalar nadirdi, yarı-zanaatkâr işletmeler çok daha yaygındı. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, demiryollarının yükselişi, makine kullanımının kitlesel olarak genelleşmesi, madenlerin artmasından sonraki süreçte, bugünkü anlamıyla büyük ölçekli kapitalist endüstrinin gelişen hakimiyetini görebiliyoruz. Buna karşılık olarak sermeye, yüksek derecede bir yoğunlaşmaya, sermaye birikimi ve merkezileşmeye ulaştı.

Bu şartlarda, rekabet, çok sayıda kapitalist arasında gerçekleşti. 19. yüzyıla kıyasla, sayısal açıdan rekabet daha azdır ama daha yoğun haldedir. Özü itibariyle, kapitalist üretim ilişkilerinin sermayeyi yaşamaya mecbur bıraktığı alan içerisinde, artık rekabet süreci daha çetin işler; daha çok sayıda ancak ortalama sermaye odağının mücadeleleri yerine, bunların ortadan kalkması ve onlar yerine daha büyük, sinir uçları yaşamın birçok noktasına temas eden ve rekabete girilmesi daha çok sermayeyi merkezileştirmeyi ve birikimi sağlamayı gerektiren odaklara ihtiyaç duyar.

Dahası, kapitalizmin yükseliş döneminde, teknoloji ancak kısmi olarak geliştirilebilmişti. Büyük ölçüde kırsal kesimden devşirilmiş, vasfı düşük işgücü, ilk nesil işçileri oluşturuyordu. Bu nüfus işçilerin ilk kuşaklarının büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydı. En vasıflı işçiler zanaatkârlardı. Günümüzde teknoloji oldukça gelişmiş bulunuyor. Vasıflı işgücü artmaktadır: en basit işleri genelde makineler yapar. Nesiller boyu işçi olan kuşaklar mevcuttur, sınıfın yalnızca küçük bir parçası kırsal kesimden devşirilir, çoğunluğu ise yine işçilerin çocuklarıdır.

Kapitalizmin ulusal pazarlar olarak örgütlendiği dönemde, sömürü mutlak artı-değerin elde edilmesi üzerine kuruluydu, bu da uzun bir iş günü, çok düşük ücretler demekti. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde ise sömürünün ana prensibi, (iş sürecinin hızlandırılması ve üretim artışı yoluyla) nispi-artı-değerin elde edilmesidir. Sermayenin yaşadığı zirve onu kendini idame ettirecek ya da soğurabileceği bir pazar ilişkisini doğurdu. Bu pazar ise işçilerin işgücü ya da üretime katılan emek arzını meta biçiminde bir değişim değeri olarak şekillendirdi. Emeğin kapitalist pazar içerisinde metalaşması sonucu arz-talep ilişkisine bağlı olarak bir rekabet ortamı ve işsizlik ortaya çıktı. Bu süreçte sendikalar yaşanan bu hızlı işçileşmeye ya da emeğin metalaşmasına karşı işçilerin dayanışma sandıkları; yani işçilerin ayakta kalabilmelerine, yeniden artı-değer üretebilmelerine iktisadi açıdan destek sağladı. Bu süreç, sendikaları kapitalist sistem içerisinde sürekli kendisini tekrar eden bir biçimde kapitalist ekonomi, pazar ya da sistem içinde bir karakter kazanmasına temel oluşturdu. Sendikalar, sermayenin artı-değere bağımlılığından doğan emek-gücü talebi, işçi sınıfının yaşamını idame ettirebilmesi için ihtiyacı olan maddi kazanımı ve yükseliş dönemindeki kapitalizmden reformlar koparabilme olasılığının toprağından yeşermiştir.

Bu özel koşullar, işçiler için iktisadi direniş örgütlerinin yaratılmasını gerekli kıldı. Bunlar sadece yerel, uzmanlaşmış bir biçim alabilecek, işçilerin bir azınlığı ile sınırlandırılmış (bir işçi azınlığını kapsayabilecek) sendikalardı. Mücadelenin temel biçimi -grev- ayrı ayrı ve uzun süre önceden hazırlanıyordu, genellikle sermayenin şu veya bu koluyla hatta tek bir fabrikayla yüzyüze gelmek için bir refah dönemi bekleniyordu. Tüm bu sınırlandırmalara rağmen, sendikalar hala işçi sınıfının esas organlarıydı. Sadece sermayeye karşı iktisadi mücadele için vazgeçilmez değillerdi, aynı zamanda sınıfın yaşamının merkezleri olarak, işçilerin ortak bir hedefin parçaları olduklarını anlayabilecekleri yer olan dayanışma okulları olarak, Marx’ın deyimiyle ‘komünizm okulları’ olarak da devrimci propagandaya açıktılar. Bugün ise işçi sınıfının kalıcı iyileştirmeler elde etmesinin imkânsızlığı, ekonomik çıkarlarının savunusuna dayanan kendine özgü, kalıcı örgütleri sürdürmenin imkânsızlığı ile aynı anlama gelir. Sendikalar kendilerinin yaratılma sebebi olan işlevi kaybetmiştir. Artık sınıfın organları olamamakta, ‘komünizm okulları’ olmanın ise yanından dahi geçmemekte olan sendikalar, sermaye tarafından ele geçirilmiş ve devlete entegre olmuşlardır. Bu, devletin sivil toplumu emmesi şeklindeki genel eğilimin mümkün kıldığı bir olgudur.

Geçmiş dönemde, her patron veya her fabrika, sömürdükleri işçilerle doğrudan ve ayrı ayrı yüzleşiyordu. Patronların örgütlü bir birlikleri hiç yoktu: patron sendikaları yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktılar. Günümüzde ise işçi sınıfı karşısında kapitalistler öncekinden çok daha yüksek derecede bir birlik ve dayanışma içerisindedirler. Kapitalistler özel örgütler yaratmışlardır. Bu nedenle işçi sınıfıyla ayrı ayrı yüzleşmek zorunda kalmamaktadırlar. Gerçekte bu süreç toplu iş sözleşmesi üzerinden işveren ve işçi temsilcileri arasında çalışma şartlarını belirleyen ve imzalandığı sektörün sendikasız işçilerini de dolaylı olarak etkileyen bir süreçtir. Aslolarak bu sözleşme işçilerin belirlenen süre boyunca emeklerini belirlenen şartlar içerisinde işverene satmak zorunda kaldığının ifadesidir ve işçi sınıfı için toplu iş sözleşmesi, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde gerçek prangalardır.

Bunların yanısıra, burjuvazi tarihten gelen deneyimiyle şu gibi mekanizmaları kullanmak zorunda kalıyor:

Devlet, adli ve idari mekanizmalarını sürekli yeniliyor ve rektifiye ediyor; burjuva devlet, ulusal ekonomilerin tamamen küreselleştiği bu dönemde, ekonomik istikrar adına tüm rakip olarak gördüğü, ulusalcı ekonomiyi temsil eden ve savunan siyasi klikleri tasfiye etmektedir.

Silah üretimine devasa yatırımlarda bulunuyor; kapitalist ekonominin girmiş olduğu kriz ortamı pazar paylaşımını ve enerji kaynaklarına sahip olma yarışını kızıştırmış durumda, bunun sonucu olarak da silahlanma giderek artmaktadır. Kapitalizm, varoluşsal olarak bu savaşlara ihtiyaç duymaktadır.

Kronik bütçe açıklarını daha çok sübvanse etmeye çalışıyor; Kemer sıkma politikaları ve vergilerin arttırılması gibi uygulamalarla, krizin derinleşmesini engellemeye çalışmaktadır.

İktisadi yönetim adına pazarlama, reklam ve tanıtım gibi alanlara aşırı yatırımlarda bulunuyor; burjuvazi daralan pazarı genişletme ihtiyacını bu şekilde gidermeye çalışıyor.

Bütün bunlarla birlikte, burjuvazi, işçi sınıfı üzerindeki baskı, yıldırma ve sömürüsünü giderek arttırma, ayakta kalışının temel bir dayanağı olan ücretli emeği sürekli kontrol altında tutuyor.

Buradan hareketle, proleter mücadele katı iktisadi bir kategori olmanın ötesine geçme eğilimindedir. Devlete doğrudan karşı koyan, kendisini politikleştiren ve sınıfın kitlesel katılımını talep eden toplumsal bir mücadele haline gelmektedir. Rosa Luxemburg’un, ilk Rus devrimden sonra, Kitle Grevi broşüründe işaret ettiği nokta da budur. Lenin’in formülü de aynı fikri içermektedir: “Her grevin arkasında devrim başını kaldırmaktadır”.

Bütün bu önemli maddelerin kristalize olduğu olgular ise şu başlıklar halinde ortaya çıkıyor:

a) Kapitalizm artık işçi sınıfı lehine düzenlenemiyor,

b) Kapitalizmin yokedilmesi için kitlesel, radikal ve siyasi bir işçi hareketi gerekiyor,

c) Sendikalar devrime hizmet etmiyor, devrimcileştirilemiyor,

d) İşçi sınıfının tarihsel sorumluluğu ile insanlığın geleceği giderek daha çok kesişiyor.

Sendikaların günümüzdeki işlevi, işçi sınıfının hayatında olumlu etkileri olacak yeni kazanımları elde etmek değil, içerisindeki işyeri temsilcileri ya da tabanındaki işçilerin iyi niyetlerinden bağımsız olarak, devletin varoluş amaçları doğrultusunda emeğin düzenlenmesi ve kontrol edilmesidir. Bu da artı-değerin standartlaştırılması ve karların düşme eğilimine karşılık, sermayenin pazarda kendi yaşamını sürdürebilmesi açısından ivedi bir gereklilikle sürekliliği için çırpındığı artı-değerin realizasyonu demektir.

Bugün sendikalar aktif bir şekilde kapitalist devletin ekonomisini realize etmekte, emek gücünün satışında ve sömürüyü arttırmada ona yardımcı oluyor. Bunu yaparken aynı zamanda, işçi sınıfının mücadelesini içeriden, grevleri hem sektörel ölçekte bölüyor, hem de açık yollarla onun bağımsızlaşma potansiyeli taşıyan mücadelelerini sabote ediyor. Özellikle Avrupa'daki sendikalarda daha net olmak üzere sendikalar, burjuvazinin işçi sınıfının farklı uluslardan üyelerini birbirlerine kırdırdığı savaş dönemlerinde burjuvazinin yanında saf tutarken, otonom işçi sınıfı mücadelelerinde bütün içeriği milliyetçi/ulusal çıkmazlara (göçmen işçi karşıtlığı ve aşırı sağın güçlenmesine) hapsediyor; mücadeleleri ülke ya da yerellik bazında izole ediyor; işçi sınıfının uluslararası anlamda birleşme eğilimi gösteren her türlü yönelimini bozmaya çalışıyor; proletaryanın militan eylemliliklerini yararsız ve moral bozan eylemlere (mesela sendikaların birer emniyet süpabı olarak kullanageldiği yararsız, başı-sonu belli olan, faydasız ve sıkıcı “genel grevlere”) kanalize ediyorlar; sınıf dayanışmasını ellerinden geldiğince zayıflatıyorlar. Sendikalar, genel grevlerini, işçi sınıfından kendisine gelen basıncın etkisinden ziyade, gelecek mücadelelerde ortaya çıkacak olası militanlaşma ve 'fabrikadaki polis' rolündeki sendikadan bağımsızlaşarak mücadelesinin kontrolünü kendi ellerine alma ihtimalini daha baştan sönümlemek için belli dönemlerde ilan ederler.

Günümüzde sendikalar tarafından kontrol altında tutulabilecek sendikalı işçilerin varolması sermaye açısından daha önemlidir. İşçi sınıfı ya da ücretli emek nasıl kapitalist ekonominin temel bileşenlerinden biriyse, sendikalar da ona bağlı ortaya çıkmış iktisadi yapılardır; dolayısıyla ücretli emek yada artı-değer yine onu üreten işçiler tarafından bir toplumsal devrimle ortadan kaldırılmaya mecburdur çünkü ücretli emek sömürüsü ve işçi sınıfı arasında antagonistik bir ilişki mevcuttur. Ücretli emek sayesinde yaşayabilen sendikalar, doğası gereği ücretli emeği ortadan kaldıracak her türlü pratiğin hep karşısında olacaklardır. Diğer bir deyişle, ücretli emeğin sömürüsü, artı-değer, sermaye birikimi ve özel mülkiyetin olmadığı bir iktisadi yapılanmada, ücretli emeğin ortaya çıkardığı sendikalar da varolmayacaktır.

Onun esas çıkış noktası, mümkün olmayan reformlar için varolan sendikaların olması değil, sendikalar ve diğer kontrol mekanizmalarından bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmadan yokedilmesidir. Bu nedenle günümüzde başarılı olan, işçilerin kitleler halinde ve dönemlere bölünmüş bir şekilde moralini yükselten grevler ya sendikasız başlamışlar ya da sendikanın bir çağrısıyla başlamışlar ve giderek ondan bağımsızlaşmışlardır. Bunun neticesi ne olursa olsun, işçi sınıfı, tarihin kendisine yönelttiği şu soruyu sürekli sormak zorunda kalacaktır: sendikalar niye var?

EKA Türkiye Şubesi

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Kemalizme Karşı Komünizm (1)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

2. Komünist Hareketin Ortaya Çıkışı

Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı, kitlelere bütün savaşları bitirecek olan savaş olarak anlatılmıştı. Genel olarak 19. yüzyılın temel mantığı çatışıp geri çekilmek olan, dolayısıyla kayıp sayısı az olan savaşlarına alışmış durumdaki Avrupa, bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand'ı öldürmesi sonucu patlak veren savaşın da, öncülleri gibi kısa süreceğini, birkaç haftada biteceğini zannetmişti. Öte yandan durum, kısa süre içerisinde herkesi şaşırtacaktı. Tam dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı, Avrupa'nın hemen her yerinde olduğu üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nda da hem genel nüfus, hem de işçi sınıfı için tam bir felaket oldu. Başta Ermeniler olmak üzere, sayıları iki milyona yakın soykırım kurbanı olan gayrimüslimin yanı sıra, Osmanlı Ordusu'ndan da bir buçuk milyon kişi ölecek ya da yaralanacaktı.1 Birinci Dünya Savaşı, toplamda on altı buçuk milyon insanın canına malolacak, yirmi milyon kişi ise sakat kalacaktı.2

Dönemin işçi hareketini teşkil eden İkinci Enternasyonal'in partilerinin büyük çoğunluğu ve sendikalarının neredeyse tamamı, 1914'te savaşı destekleyerek proletarya enternasyonalizminin ilkelerine ihanet etmişlerdi. Hareketi karşı saflara taşıyan milliyetçi dalga karşısında, devrimci ilkelere ancak küçük bir azınlık sahip çıkmıştı. Sosyal demokrasinin ihaneti, Avrupa genelinde kitleleri, heyecanla sınıf kardeşlerinin bağırsaklarını deşmeye itecekti. Öte yandan birkaç yıl içerisinde, savaşın getirdiği korkunç koşullar durumu ciddi bir biçimde değiştirecekti. 1917'de Rusya'da gerçekleşen Şubat devriminin ardından, işçi sınıfının Lenin'in söylediği üzere savaşı bitirmek için emperyalist savaşı devrimci sınıf savaşına çevirmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesi gerektiği netleşecekti. 1917 Ekim devrimiyle, Rus işçi konseyleri, yani sovyetleri burjuva geçici hükümetinin ve parlamentosunun elinden iktidara alarak tarihin gördüğü ilk dünya proleter devrimci dalgasını başlatacaklardı. Gerek Rus işçi sınıfı, gerekse Lenin'in başını çektiği Bolşevikler veya yeni isimleriyle komünistler, gerçekleşen devrimin bir dünya devriminin ilk basamağı olduğunu düşünüyorlardı. Dünya genelindeki enternasyonalist devrimciler, Bolşeviklere ve Ekim devrimine yönelerek, Rus Bolşevikleri gibi komünist ismini benimseyeceklerdi. Çok kısa bir süre içerisinde Rusya'da başlayan yangın dünyanın farklı yerlerinde ciddi yankılar bulacaktı. Kasım 1918'de Alman asker ve işçilerinin savaşa karşı ayaklanmasıyla başlayacak olan devrim, bir bütün olarak Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesini sağlayacaktı. 1918'de Letonya ve Estonya gibi Baltık ülkelerinde işçi konseyleri iktidarı alacak, Bakü'de bir işçi komünü kurulacak, 1919'da Macaristan'da bir devrim gerçekleşecek, İtalya'da yüzbinlerce işçinin ayağa kalktığı Biennio Rosso yani iki kızıl yıl başlayacaktı. Devrimci dalga Kuzey Amerika'da dahi ciddi bir karşılık bulacaktı: ABD'nin savaşa girdiği Ağustos 1917'de, Oklohama eyaletinden sayıları bini bulan farklı etnik kökenlerden işçi ve fakir köylüler silahlanarak savaşı durdurmak ve zorla askere alınmaya direnmek için Washington'a bir yürüyüş başlatmayı denemişlerdi. 1918 ve 1919'da Portland, Butte, Toledo, Tacoma, Buffalo gibi ülkenin farklı yerlerinden pek çok şehirde işçi konseyleri ortaya çıktı, Seattle'da şehri sarsan bir genel grev gerçekleşti. Bu çatışmalar, 1921'de Batı Virginia eyaletinde 15,000 madencinin silahlanarak Blair Dağı'na çıkmaları ve düzen güçleriyle çatışmaya başlamalarıyla üst noktasına çıkacaktı. İran'dan Çin'e, Afrika'dan Güney Amerika'ya, 1917 Ekim devriminin ardından proletarya on yıl boyunca dünyayı sarsacaktı. Gerek komünist fikirlere yönelim dalgası, gerekse sınıf savaşları dalgası Türkiye'yi de es geçmeyecekti.

Kemalizmin Doğuşu: Birinci Dünya Savaşı Sonrası İstanbul ve Anadolu'daki Durum

Avrupa'nın ciddi bir bölümünün aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nda savaşa karşı genelleşmiş bir siyasi hareket hiçbir zaman gelişmedi. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, savaş bittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda ne bir işçi örgütü ne de etkin bir devrimci yapı mevcuttu. Bununla birlikte, böylesi bir olanağın mevcut olduğunu, 1917'de Ekim Devrimi'nin ardından başlayan ve hakkında ne yazık ki pek az tarihsel veri olan Erzincan Şurası, yani konseyi gösterecekti. Erzincan ve civarında Rus askerleri, aralarındaki Bolşeviklerin ciddi etkisiyle devrimcileşmiş ve burada yaşayan Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler arasında ciddi bir tartışma yaratmışlardı. Ekim devrimi ertesinde Rus askerler bölgeden çekilirken, Kürt, Ermeni ve Türk emekçiler, Rus sınıf kardeşlerini, Erzincan Şurası adında bir işçi konseyi kuracak ve şehirdeki yönetim binalarına çektikleri kızıl bayraklar ile uğurlayacaklardı.3 Kısa zamanda bu hareket Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas'a yayıldı. Kurulan konsey hükümeti Ocak 1918'de Osmanlı Ordusu tarafından bastırılana kadar yaşadı.4

Erzincan Şurası gibi bir dinamik, ilerki süreçte İmparatorluk sınırlarının geri kalanında ortaya çıkmamış olsa da, savaşa karşı, siyasileşmeyen fakat inanılmaz bir kitleselliğe sahip bir tepki olduğunu görmek için, firarilerin sayısına bakmak yeterli. Osmanlı ordusu, Birinci Dünya Savaşı'na katılan ülkeler arasında firarın en yoğun şekilde yaşandığı orduydu. Aralık 1917'de, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman askerî birliğinin başınu çeken süvari generali Otto Liman Von Sanders "Türk ordusunun mevcut durumu" başlıklı raporunda şunları ifade edecekti:

Türk ordusunda şu anda 300.000'den fazla asker kaçağı mevcuttur. Bunlar düşmana katılmamakta ancak memleketlerrinin art bölgelerine kaçıp burada yağma ve talan yaparak ülke güvenliğini tehdit etmektedirler. Her yerde birlikler bu kaçakları yakalamak üzere harekete geçirilmelidir.5

Osmanlı İmparatorluğu artık pek de bir İmparatorluk sayılamayacak halde savaştan çekildiğinde asker kaçağı sayısı yarım milyonu bulmuştu, ki bu sayı çok daha kalabalık olan Alman ordusundaki asker kaçaklarının üç katından daha fazlaydı.6 30 Ekim 1918'de Osmanlı, İtilaf devletleriyle Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalayacaktı. Anlaşma, İmparatorluğun fiili olarak sonunu teşkil ediyordu. Anadolu'nun belli bir bölümü dışında her yer Osmanlı'nın elinden çıkmıştı. Her ne kadar itilaf devletleri görüşmeler esnasında Osmanlı yetkililerine mevcut hükümeti dağıtmak veya İstanbul'u işgal etmek gibi bir niyetleri olmadığını söylemiş olsalar da 13 Kasım'dan itibaren, İngiliz ve Fransız askerleri fiili olarak İstanbul'a girecek ve önemli bölgeleri tutacaklardı.7 Kısa bir süre sonra Fransız orduları Akdeniz kıyısında da belirli bölgeleri ele geçirecekti. 1919'da başta İzmir olmak üzere Ege bölgesinin geniş bir kesimi Yunanistan'ın eline geçecekti.8

Mondros ateşkes anlaşmasının ardından İstanbul'da, savaş öncesi dönemde İttihatçıların rakibi olmuş olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası yeniden kurulacaktı. Mondros anlaşmasından birkaç ay önce, İttihatçı iktidarın tahta çıkardığı Sultan Reşad'ın yerine VI. Mehmed, veya daha iyi bilinen ismiyle Sultan Vahidettin çıkacaktı. Öte yandan, dönemin İstanbul'unun en etkili ismi ne Hürriyet ve İtilaf Fırkası, ne de Vahidettin idi. Öne çıkan şahıs, Damat Ferit Paşa'ydı. Ferit Paşa, savaş öncesi dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na başkanlık yapmıştı fakat yeniden kurulan partiyle ilişkiler kurmasına rağmen katılmamıştı.9 Vahidettin'in kayınbiraderi olan Damat Ferit Paşa, 10 Mart 1919'da Sadrazam olarak ilk hükümetini kuracaktı. Bir yandan İstanbul'u işgal altında tutan itilaf devletlerini hoşnut etmeye, diğer yandan ise eski İttihat ve Terakki rejiminin kalıntılarını temizlemeye yönelik bir politika izledi. Ermeni soykırımında işlenilen suçlardan dolayı kimi İttihatçılar cezalandırıldı, pek çok İttihatçı tutuklandı. Belirli aralıklarla bir yıldan fazla bir süre iktidarda bulunan Damat Ferit Paşa'nın, bu dönemde İstanbul siyasetinin en öne çıkan şahsı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.10

Savaş esnasında Osmanlı'yı yöneten İttihatçı liderlerden Enver Paşa ile Talat Paşa, Ekim 1918'de ülkeden kaçmışlardı ve Almanya'da bulunmaktaydılar. Bununla birlikte, İttihatçılar, hala bölgedeki en güçlü ve örgütlü yapı konumundaydı. İttihatçılar, gerek ordu kumandanları, gerek bürokratlar gerekse Anadolu'lu sivil tüccar ve zenginler arasında etkinliklerini korumaktaydılar. İttihatçıların Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti gibi gizli yapılar Anadolu'da, gayriresmi faaliyetlerini sürdürüyor ve yerel milliyetçi gruplar örgütlüyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetmiş görünmekteydi fakat İstanbul'da Teceddüt Fırkası olarak varlığını sürdürmekteydi.11 Teceddüt Fırkasının başını, 1925'ten itibaren Mustafa Kemal'in ölümüne kadar rejime Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Tevfik Rüştü (Aras), Kemalist rejiminin en önde gelen ideologlarından olacak Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve 1949'da TC Başbakanı olacak Şemsettin Günaltay gibi isimler çekiyorlardı. Bununla birlikte dönemin İstanbul'unda faaliyet gösteren İttihatçı kökenli tek yapılanma Teceddüt Fırkası değildi. Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkadaşlarından olacak İttihatçı Ali Fethi Okyar da, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası isminde bir parti kurmuştu.12 Teveccüd Fırkası İttihatçıların mal varlığını devralırken, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası İttihatçılara eleştirel bir tutum izleyecekti. Buna rağmen, iki parti de 6 Mayıs 1919'da, Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından kapatılacaktı.13

30 Nisan 1919 tarihinde, eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal isimli bir komutan, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde oluşmuş ve Osmanlı ordusu tarafından bastırılmış konsey hareketinin sonrasında durumun yerinde incelemesi ve gereken önlemlerin varsa bunların alınması amacıyla Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından, 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a gönderildi. Bu kararın arkasındaki temel gerekçe, bu komutanın Damat Ferit Paşa hükümetince, hem güvenilir ve nitelikli gözüken, hem de İttihatçılarla arası açık bir sima olduğundan dolayı, hükümetin isteklerine uyacağının düşünülmesiydi. Mustafa Kemal, savaş sırasında, daha Şehzade iken Almanya'ya giden Vahidettin'e bu yolculuğunda yaverlik yapmış, Vahidettin tahta çıkınca İstanbul'a çağrılmıştı. Bu komutana görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verilmişti. Kararın arkasında, İngilizlerin baskı ve korkusu vardı: İngilizler, Erzincan merkezli konseylerden tedirgin olmuşlardı ve eğer Osmanlı Ordusu bölgenin problemsiz olduğu teminatını veremezse, bölgeye askeri olarak müdahale edebileceklerini açıklamışlardı.14 Görünen o ki, ne İngilizler ne de Damat Ferit Paşa hükümeti, Mustafa Kemal'in, İttihatçıların 1918'de yeniden toparlanan gizli istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa'ya katılmış olduğunu bilmiyorlardı.15

Savaş sonrası dönemde İstanbul sosyalist hareket içerisinde bulunmuş, sonrasında Anadolu'da faaliyet gösterecek önemli komünist militanlardan olan ve hayatına ileride değineceğimiz Ufa, Başkırdistanlı Ziynetullah Nevşirvanov, 1922 tarihinde kaleme aldığı Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller isimli yazısında şöyle diyecekti:

Bugünkü Anadolu hareketi, özellikle İttihat ve Terakki Fırkası tarafından Mondros Anlaşması döneminde, belki de daha önce, Dünya Savaşı'nda yenilgi ihtimali düşünülerek hazırlanmıştır.16

15 Mayıs 1919'da Yunanistan'ın İzmir'e girmesi ile birlikte, İttihatçı unsurların milliyetçi bir hareketi örgütleme çabalarına ciddi bir ivme kazandırdı. İzmir'de Müslüman nüfusa yönelik kimi katliamlar yapılmıştı ve ciddi bir baskı vardı; dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa ve İttihatçıların bir başka gizli örgütlenmesi olan Karakol Teşkilatı'nın girişimiyle kurulan İzmir Müdafa-i Hukuk Osmaniye Cemiyeti gibi yapıların güç toplaması da zor olmayacaktı. İzmir'in işgalinden sonra Yunanistan ordusunun bölgedeki uygulamaları nedeniyle daha öncesinde silah alma fikrine tereddütlü bakan Müslüman zenginleri ellerindekileri kaybetme korkusuna kapılacaklardı. 1918 sonları ve 1919'da itibaren, İttihatçıların başını çektiği milliyetçiler, Kars, Ardahan, Balıkesir, Nazilli gibi yerlerde kongreler düzenleyeceklerdi.17 Ziynetullah Nevşirvanov bu hareketi şöyle tanımlamaktaydı:

Söz konusu dönemde savunma güçleri, Kuvva-i Milliye denen düzensiz çetelerden oluşuyordu. Bu çetelerin komutanlarının bir kısmı muvazzaf ordu subayları ve yedek subaylardı; ama büyük bölümü halktan çıkma savaşçı liderlerden ve savaş sırasında Ermeni kırımlarına katıldıkları için ateşkesten sonra dağa çıkan İttihatçılardan oluşuyordu.18

İşte Mustafa Kemal'in sahneye çıkacağı nokta buydu. 22 Haziran 1919'da, üçü de kendisi gibi İttihatçı kökenli Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy), Rauf Orbay ve Refet Bele ile birlikte Amasya Genelgesi'ni kaleme alacaktı. Rauf Orbay, eski Bahriye Nazırı (Donanma Bakanı) idi, Refet Bele ile Ali Fuat Cebesoy ise, Sivas'taki III. Kolordu ve Ankara'daki XX. Kolordu komutanlarıydı. Erzurum'daki XV. Kolordu komutanı Kazım Karabekir de genelgenin yazımı sırasında bilgilendirilenler arasında geliyordu. 19 Amasya Genelgesi, İstanbul hükümetine açıkça muhalefet ediyor, “vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir” diyor ve Sivas'ta bir kongre düzenleneceğini bildiriyordu.20 Bu noktada, Mustafa Kemal'in, gerek Vahidettin'le olan kişisel ilişkilerinden, gerekse kendisine yeni verilmiş olan bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi nedeniyle bu isimler arasında öne çıkması şaşırtıcı değildir. Diğer isimlerden ise en önde gelenin Refet Bele olduğunu söyleyebiliriz. Refet Bele, İttihatçılar içerisinde Mustafa Kemal 1909'da hareketin önde gelenleriyle fikir ayrılığına düştüğünde onu desteklemişti. Zaten hareketin başına Mustafa Kemal'in geçmesini öneren de o olmuştu. Fakat Refet Bele'nin en önemli özelliği, Talat Paşa'nın en yakın arkadaşlarından biri olmasıydı.21 Talat Paşa'nın, sürgünde olmasına rağmen, Mustafa Kemal'e destek verdiği ve Anadolu'daki İttihatçı teşkilatları Mustafa Kemal'in emrine yönlendirdiği, ve Talat Paşa 1921'de öldürülene kadar Enver Paşa'nın da bu politikaya, istemeden de olsa uymuş olduğu bilinmektedir.22

23 Temmuz'da, Mustafa Kemal ve birkaç yandaşı, Erzurum Kongresi'ne katılacaklardı. Bu noktada Mustafa Kemal, yetkilerini bildirgesini yaymak ve gereken desteği almak için kullanmış ve Osmanlı Ordusu'ndan ayrılmış durumdaydı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'nin seçtiği Heyet-i Temsiliye'ye Başkan seçilecekti. Esasında bu heyet ve ünvan çok büyük önem taşımıyordu, zira daha önce gerçekleşen kimi milliyetçi kongrelerde de benzer kurum oluşturma girişimleri olmuştu ve Erzurum Kongresi'ne katılım bir hayli kısıtlıydı, hatta kongre düzenlenirken Balıkesir'de bir başka milliyetçi kongre düzenlenmekteydi.23 Öte yandan, Mustafa Kemal ve yandaşları için Erzurum Kongresi, hem hazırlığı içinde oldukları Sivas Kongresi için bir sıçrama tahtası oldu, hem de İstanbul hükümetine Amasya Genelgesi'yle olduğundan daha ciddi bir biçimde meydan okuma olanağı sağladı. Bu noktada, Mustafa Kemal ve yandaşlarının, ne saltanata ne de hilafete karşı bir niyetleri yoktu, hedefte yalnızca İstanbul Hükümeti vardı. Erzurum Kongresi'nin 3. ve 7. Kararları şöyleydi:

İstanbul Hükümeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamış ise, bu seçimi Temsilciler Kurulu yapacaktır(...) Milli irade ve toplanan ulusal güçler padişahlık ve halifelik makamını kurtaracaktır.24

4 Eylül ve 14 Eylül arasında ise Sivas Kongresi gerçekleşecekti. Bu kongre, siyasi açıdan Erzurum Kongresi'nde alınan kararlara bir yenilik getirmiyordu. Daha ziyade milliyetçiler açısından örgütsel yönelimlerin belirlenmesi açısından önemliydi. Ziynetullah Nevşirvanov Sivas Kongresi ve sonrasında gelişen süreci şöyle açıklıyordu:

Sivas Kongresi Anadolu hareketinin ilkelerini açıkladı ve harekatı yönetmek amacıyla her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne bağlı vilayet komiteleri kurdu. Bu komiteler, sözde Sivas Kongresi'nce oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin bir tür kollarıydı. Adı geçen komiteler, yerli halklar, halk arasında etkisi olan büyük çiftlik sahipleri, sanayiciler ve müftü, kadı gibi mollalar, İttihat ve Terakki Fırkası'nın silah kullanmayı bilen üyeleri ve zorba ağalar arasından seçilerek, merkezin ve İttihat ve Terakki Fırkasının yerel 'sorumlu sekreterlerinin' atama ve talimatlarına göre belirlenen kişilerden oluşuyordu. Savaş sırasında bulundukları şu veya bu şehirde kötü çalışan İttihat ve Terakki Fırkası sorumlu sekreterleri, başka şehre gidince oradaki vilayet komitelerinde çalışmaya başlıyorlardı.

Bu vilayet komitelerine, kırsal bölgelerde oluşturulmaya devam eden Kuvva-ı Milliye temsilcileri de katılıyordu. Vilayet komiteleri giderek güç kazanmaya, yetkilerindeki bölgelerde zulüm yapmaya yönelmiş, baskıya ve kaba güce dayanan etkilerini ve ellerindeki kuvva-i milliye birliklerini, işlerine gelmeyen kaza amiri, vali, kadı ve eski İmparatorluk ordusundan komutan ve subayları değiştirmek, hatta bazen tutuklamak ya da kaçmak zorunda bırakmak için kullanmaya başlamışlardı. 1919 yılının Ekim ile Aralık ayları arasında parlamento seçimleri yapıldı. Sivas'ta Rumeli ve Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Komitesi'nin, İstanbul'da Milli Kongrenin atadığı kişiler, kuvva-i milliyenin silahlı tehdidi altında, her biri elli bin vatandaşın oyuyla seçildi.25

Mart 1920'de, İstanbul'un İtilaf devletlerince işgali resmiyet kazandı. Meclis-i Mebusan feshedildi, Sivas Kongresi'nin ardından Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin iktidara gelmesinin ardından istifa etmiş olan Damat Ferit Paşa yeniden hükümet kurmakla görevlendirildi. Bu noktada İngiliz güçlerinin desteği ile Kuvva-i İnzibatiye isminde, ayrıca Halifelik Ordusu olarak da anılan bir askeri birlik kuruldu. Ayrıca İstanbul'daki İttihatçılara yönelik, daha önceki döneme kıyasla daha kuvvetli bir tutuklama dalgası başladı. Nevşirvanov bu süreci şu şekilde ifade edecekti:

Mebusların bir kısmı Anadolu'ya geçerek kurtuldu. En sessiz kalanlar veya hareketlerinde en kurnaz davrananlar İstanbul'da kalmayı başardı. İstanbul'dan kaçanlar, artık kendi etrafında birçok subay ve silahlı birliği toplamayı başarmış olan Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşa ile birleşince, Anadolu'da çalışabilecek yeni meclisi toplamak hiç de zor olmadı. Bunun için gerekli teşkilatlar artık hazırdı: Her şehirde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Vilayet Komitesi vardı ve bu komiteler büyük tüccar, sanayiciler, çiftlik sahipleri ve yüksek mevkideki mollalar ve ağır basan komitacılar, onların yanı sıra, henüz dağıtılan parlamento için bu vilayet komitelerince seçilmiş ikinci seçmenlerden oluşuyordu. Paşaların emrinde son derece yetenekli, etkin ve zeki subaylar vardı. 23 Nisan 1920'de çalışmaya başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, işte bunların büyük bir kısmı, her kazadan beşer kişi olmak üzere, ek milletvekili olarak atanarak ve İstanbul'dan kaçmış mebuslardan oluşuyordu.26

Gerçekte, Mustafa Kemal'in başını çektiği Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni, TBMM'yi kurmaya iten, İstanbul'un işgalinin resmiyet kazanmasıydı. Bu, ilkin milliyetçilerin İstanbul Hükümeti'ni ele geçirme şansı verilmeyeceğini gösteriyordu. Ayrıca Kuvva-i İnzibatiye'nin kurulması, aynı zamanda halife olan padişahın özellikle Konya gibi geri bölgelerde güçlü olan etkisinin artık kesin olarak İttihatçılara karşı kullanılmakta olduğu, dolayısıyla milliyetçilerin Vahidettin'e karşı da bir tavır almasını gerektiriyordu. Kuvva-i İnzibatiye, milliyetçiler için ciddi bir tehdit teşkil edecekti. Faaliyete geçmeşinin ardından başına Ahmet Anzavur'un geçeceği Kuvva-i İnzibatiye, 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı alacak ve buradan Anadolu'ya doğru ilerlemeye çalışacaktı.27 Bu arada, Haziran ayında, Vahidettin'e Sevr Anlaşması sunulacaktı. Anlaşma bir hayli ağır koşullar dayatmaktaydı; zira İngiltere ve Fransa, Kuvva-i İnzibatiye'nin Anadolu genelinde TBMM karşıtı işgallerle karşılaşacağını ve kolaylıkla kazanacağını umuyorlardı.28

Beklendiği gibi Anadolu'nun pek çok yerinde ayaklanmalar patlak verdi fakat Kemal ve kurmaylarının askeri gücünün beklendiği kadar zayıf olmadığı kısa süre içerisinde ortaya çıkacaktı. Dahası, Kemal'in başını çektiği milliyetçi hareket, dağınık çetelerden güçlü bir burjuva hareketi haline gelmişti, ki bu yeni olanaklara kapı açıyordu. En önemli unsur ise Müttefik güçlerin birleşik cephesinin dağılmış olmasıydı. İtilaf devletleri arasında, Osmanlı topraklarının paylaşımında kendisine söz verilen yerleri alamamış bir devlet vardı. Bu devlet, kendisine tüm Ege ve Batı Akdeniz kıyıları sözü verilen, fakat Yunanistan'ın dengeleri değiştirmesiyle Batı Akdeniz ile yetinmek zorunda bırakılmış İtalya'ydı. Ziynetullah Nevşirvanov, alıntıladığımız yazısının bir dipnotunda şu ilginç noktayı vurgulamaktadır:

Hareketin başlangıcında kendini henüz zayıf hisseden Kuvva-i Milliye ve TBMM isyanlardan, yani gericilik yatağı Konya'nın milli harekete katılmamasından endişeleniyordu. Ama aynı zamanda silaha ve askeri malzemeye çok büyük ihtiyaç vardı. Bu yüzden Konya vilayeti İtalyan askeri birliklerince (milli hükümet güçleninceye kadar) işgal edildi ve İtalya'dan, Antalya üzerinden silah ve cephane getirildi. TBMM hükümeti duruma hakim olmaya başladıktan sonra İtalyanlar birliklerini TBMM'nin 'aracısı'nın bulunduğu Anadolu'ya çekti ve İtalyan hükümetinin Enformasyon Dairesine bağlı Stefani Ajansı ile Anadolu Ajansı arasında anlaşma bağlandı.

1920 yılının ikinci yarısında TBMM hükümetinin eski içişleri kumandanı Sami Bey, resmi hükümetin temsilcisi olarak bulunduğu Roma'da, Roma ile Ankara arasındaki ilişkilerde arabuluculuk ediyordu. Basın müdürlüğü adına imzalanan bu anlaşmayla ilgili açıklamayı Basın Yayın Genel Müdürü Hamdullah Suphi, bir grup mebusun sorusu üzerine meclisin açık oturumunda yaptı ve bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ile arasında mücadele başladı. Mustafa Kemal anlaşmayla ilgili bu açıklamayı reddetti ve Hamdullah Suphi'yi yalancılıkla suçladı.

(...)

Anadolu Ajansının verdiği haberlerin büyük bölümünü Stefani'nin Rodos adası üzerinden sağladığı malumatlar oluşturuyordu. 1: İttihatçıların elebaşlarından biri olan Cavit Beyin Anadolu hareketinin ta başından beri Roma'da bulunması, 2: İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan İttihatçıların çoğunun Anadolu'ya İtalyan yardımıyla geçmesi ve 3: Malta'dan kaçan İttihatçıların Roma'da gizlenmesi ve benzeri hususlar, Anadolu hareketinin çok eskilerden ve özlü bir şekilde İtalya'ya bağlı olduğunu gösteriyor.29

İleriki süreçte, TBMM'nin karşısındaki sorun, isyanlar ve firariler olacaktı. İfade ettiğimiz üzere, 1. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu'ndan yarım milyon asker firar etmişti, ve TBMM'nin kontrolündeki ordularda da firar sorunu çözülmüş değildi. İki sorun da benzer bir çözüm gerektirecekti. Çözüm baskıydı. Temmuz 1920'de TBMM firar sorunuyla ilgilenmek için İstiklal Mahkemelerinin açılmasını tartışmaya başlayacaktı. Bu arada, Kuvva-i Milliye çetelerinin kolaylıkla düz haydutluğa kayan, düzensiz birliklerden oluşması da problemler yaratıyordu. Yaz boyunca ordudan firar edenlerinin sayısının artması sonucu, 1920'nin Eylül ayında İstiklal Mahkemeleri açıldı ve bu mahkemelere firarilerle ilgili sınırsız yetki verildi. İki hafta sonra Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkartılarak mahkemelere bu davalara bakma yetkisi de verilecekti. İstiklal Mahkemelerinin uyguladığı terör etkili olduğu kadar korkunçtu. Yüzlerce asker kaçağı idam edildi, binlercesine kürek cezası, hapis cezası ve meydanlarda kırbaçlanma cezası verildi. Kemalistlerle Yunan ordusu arasında gerçekleşen en ciddi savaşlardan biri olan Sakarya Savaşı'nda 120,000 asker toplanacak olması, baskıların sonuç verdiğini gösteriyordu. Buna rağmen, bu savaşta dahi, 10,000 asker firar edecekti.30

1. Dünya Savaşı sonrası koşullar, Anadolu'da Kemalist hareket olarak anılacak bir milli kurtuluş hareketinin oluşumuna yol açacaktı. Tamamen burjuva bir hareket olan, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski egemenlerinin bir kesimince yönetilen bu hareket, 20. yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde baş gösterecek ulusal kurtuluş hareketlerinin bütün tipik özelliklerini gösteriyordu. Her ne kadar TC'nin kurucu efsanesine göre bu hareket “yedi cedde karşı anti-emperyalist bir destan” olsa da, gerçekte Mustafa Kemal ve arkadaşları, mümkün olur olmaz ilk anlaşabilecekleri emperyalist devletle işi pişirmekten rahatsızlık duymayacaklardı. Kemalist ulusal kurtuluş hareketi, Rosa Lüksemburg'un 1915'te Junius Kitapçığı'nda ifade ettiği görüşleri harfi harfine doğrular nitelikteydi:

Emperyalizm herhangi bir veya bir grup devletin ürünü değildir. Sermayenin dünya ölçeğindeki gelişiminin belirli bir olgunluk aşamasının bir ürünü, doğal olarak uluslararası niteliğe sahip bir durum, sadece bütün kapitalizmin bütün ilişkilerinde tanınabilecek ve hiçbir ulusun dışında olamayacağı bölünmez bir bütüntür.

(…)

Günümüzde ‘ulus’ kavramı, emperyalist emelleri gizleyen bir pelerinden, emperyalist düşmanlıkların savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşlarda yem olmaya itecek son ideolojik araçtan başka hiçbir şey değildir.31

Gerdûn

1Kivrikoglu, Hüseyin ve Edward J. Erickson. Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War. Greenwood Publishing Group, 2001, s. 211

3 “Erzincan Şurası: Halklar Arasında Savaşa, Sınıflar Arasındaki Barışa Son!” Tarihte Dört Ekim! Bir Muzaffer Devrim! Proleter Devrimci KöZ 29. Aralık 2005

4Dilber, Orhan. “Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?” www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf s. 21

5Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

6Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

11Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 16

13Burak, Durdu Mehmet. “Osmanlı Devleti'nde Jöntürk Hareketinin Başlaması ve Etkileri”. dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1271/14637.pdf s. 18

14Dilber, Orhan. Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı? www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Kemalizm_ve_Cumhuriyetcilik.pdf s. 21-22

15Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 79

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 109

17Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 19-20

18Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115

19Akşin, Sina. “Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi”, İmaj Yayıncılık, s. 110

21tr.wikipedia.org/wiki/Refet_Bele

22Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 20-21

25Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 115-6

26Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 117

29Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 118

30Zürcher, Eric Jan. “Osmanlı'nın Son Dönemi ve Milli Mücadelede Asker Kaçakları”. https://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/129990-osmanlinin-son-donemi-v...

 

Tags: 

Kemalizme Karşı Komünizm (2)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

 

 

 

 

 

 

İstanbul'da Sosyal Demokrasi ve Komünizm

1918'de Osmanlı İmparatorluğu ile Müttefik devletler arasında Mondros Ateşkes Anlaşmasının imzalanmasının ve İttihatçı hükümetin düşmesinin ardından, Birinci Dünya Savaşı döneminde İstanbul'dan sürgün edilmiş veya kaçmak durumunda kalmış pek çok muhalif isim, şehre dönme olanağı buldu. Bu kişiler arasında savaş öncesi dönemde şu veya bu şekilde sosyalist düşünceleri savunmuş kesimden hayatta kalanların çok büyük bir kısmı da yer almaktaydı. Ayrıca, savaş esnasında çeşitli Avrupa ülkelerine gönderilmiş olan aydın ve işçilerin kimileri, o ülkelerde sosyalist görüşlerle tanışmıştı ki savaşın ardından onlar da İstanbul'a döneceklerdi. Savaş esnasında gayrimüslimlere, özellikle de Ermenilere yapılanlar nedeniyle, Müslüman kökenli sosyalistler İstanbul'a gayrimüslimlerden büyük ölçüde daha çabuk dönebilmişlerdi. Zaten sayıca az olan Müslüman sosyalistleri içindeki sol eğilimin en öne çıkan ismi Baha Tefvik'in 1914'te ölmüş olması da, sayıca daha çok olan ve bir adım önde olan Müslüman kökenli sosyalistlerinin ve yaratacakları örgütlenmelerin görüşlerinin Avrupa sosyal demokrasisi çizgisinde olmasına neden olacaktı.

İlk kurulan parti, etrafında topladığı ufak bir aydın çevreyle savaş öncesi dönemde yasal bir sosyal demokrat parti kurmaya çalışan ama başarılı olamayan eski İttihatçı, ayrıca mason Dr. Hasan Rıza'nın 1918'in sonlarına doğru kurduğu Sosyal Demokrat Fırkasıydı. 1919 yılı başlarında yayınlanan program ve beyannameye göre, partinin amacı işçilerin çalışma hayatının düzenlenmesi, sendikalar içinde örgütlenmeleri, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirmesi ve sosyal haklara sahip olmalarıydı.1 Bu parti 2,000 kişilik2 bir kitle elde etmeye başaracaktı, fakat yeni dönemin örgütlerinden en güçlüsü Sosyal Demokrat Fırkası değil, sürgünden dönen Hüseyin Hilmi'nin eski partisi Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın devamı olarak 1919'un Şubat ayında kurduğu Türkiye Sosyalist Fırkası olacaktı.3 Hüseyin Hilmi'nin partisi, hem geçmişteki varlığı hem de erişeceği gücün etkisiyle, koşullardan dolayı merkezden kopuk olsalar da İstanbul dışında şubeleri olacak tek sosyal demokrat teşkilattı. Bu yapının üye sayısı, en güçlü olduğu dönemde İstanbul'da 14,000'i bulacaktı.4

Hüseyin Hilmi'nin partisinin, savaş öncesi dönemde aynı adını taşıyan ve üyelerini Osmanlı sosyalist hareketinin sol kanadını oluşturan militanlarının partisiyle herhangi bir ilgisi yoktu. Hüseyin Hilmi eski çizgisini devam ettirmekteydi. Dahası, Hüseyin Hilmi, sürgündeyken, dönünce Şeyhülislam olacak Mustafa Sabri Efendi gibi Hürriyet ve İtilafçılarla dost olmuştu ve şimdi iktidarda olan bu partiden arkadaşları Hüseyin Hilmi'yi koruyup kolluyorlardı.5 Hüseyin Hilmi'nin partisinin güçlenmesinin nedenleri arasında, onun mevcut Osmanlı hükümetiyle yakınlığı, ve belki bu yakınlık sayesinde daha büyük güçlerle kurabildiği ilişkilerini göstermek mümkündür. Öte yandan şunu de belirtmek gereklidir ki bu tutum, Hüseyin Hilmi'nin partisinin ancak mevcut dönem içerisinde benzer ideolojilere sahip diğer partiler arasından öne çıkabilmesini sağlamış olabilir. Mondros Anlaşması sonrası İstanbul'u kontrol etmekte olan devletler, şüphesiz sosyal demokrasinin savaş seferberliğinde kendilerine nasıl bir hizmet sunduğunu unutmamışlardır. Bu güçlerin, ciddi bir sınıf mücadelesi tarihi olan İstanbul'da savaşın ardından, Avrupa'nın pek çok ülkesinde olduğu benzeri bir işçi kalkışması olabileceğini düşünmüş, ve böylesi bir hareketi kontrol altında tutmak için Hüseyin Hilmi'nin partisinin hayatını kolaylaştırmış olmaları gayet olasıdır.

Hüseyin Hilmi'nin partisinin ideolojisinde, Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın çizgisiyle büyük ölçüde aynı kalmıştı, öte yandan detayları bakımından İkinci Enternasyonal'in çizgisini daha net bir biçimde ifade etmekteydi. Bu, en net biçimiyle, Hüseyin Hilmi'nin partisinin yayın organı İdrak'ın ilk sayısında Ferdinand Lassalle ve Karl Marks'a övgüyle atıfta bulunulmasında görülmekteydi:

“1860 tarihlerine doğru sosyalist fikir ve akımları, başta ortaya çıktıkları Fransa'da  sönmeye başlamışlardı. 1848 Devrimi'nden sonra, Fransa'da iktidar konumuna gelen  sosyalist görüşten birçok devlet büyüğü, fikirlerini uygulamaya başlamış ve neticede  başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum karşısında pratiğin hayatını sürdürmesi için  yeni bir güç keşfetmek, görüşü daha bilimsel, daha metin temellere dayandırmak  gerekiyordu.

Bu fevkalade zor görevi gerçekten harkülade denecek tarzda yerine getirmeyi  başaracak iki kişi yetişti: Karl Marks ve Lassalle.

Bu iki zat, Fransız sosyalistlerini temizlendirdiler. Her ikisi de burjuva sınıfa mensup,  gayet iyi eğitim görüş, iktisat dünyasına hakim, aydın kişilerdi. Görüşlerini duygular  ve inançlar üzerine değil, hesaplar ve gerçekler üzerine inşaa ediyor, fikirlerini  mantıktan, felsefeden ziyade, iktisattan, istatistikten alıyorlardı.

Saptadıkları ve savundukları pratik, bugün övünç kaynağıdır. Yalnız sosyalistler değil,  bütün insaniyet bu iki dahiyi takdir ediyor. Bu iki kişi bugünkü sosyalizmin gerçek  kurucularıdır.”6

Bu tutum İkinci Enternasyonal'in hem Marks, hem Lassalle'a yönelik genel görüşlerinin bir özeti ve Marks'ın görüşlerinin nasıl çarpıtıldığının bir örneği gibiydi. Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın en önemli ideolojik kaynaklarından olan Fransız sosyalisti Jean Jaures de, İdrak gazetesinin sayfalarında övülüyor, hatta yüceltiliyordu:

“Fransız sosyalizminin kurucusu ve yöneticisi olan Jean Jaures, yalnız kendi ülkesine,  kendi Partisine değil, belki bütün insanlığa gıyaben şeref veren dehalardan biriydi  (...) Fransa, savaşın bütün acılarına rağmen tam beş sene bu soylu evladının kaybına  ağladı. Onu, onun verdiği hizmetleri unutmak şöyle dursun, her fırsatta tekrar tekrar  yüceltildi.”7

Bununla birlikte, fakat aslında İkinci Enternasyonal'in tutumuyla da uyumlu biçimde, ülke durum ve koşulları ile sosyalizm anlayışı birleştirilmekteydi. İdrak gazetesinin ilk sayısının başyazısına göre:

“Türkiye, ezelden beri bir sosyalist ülkesidir ve şeriatın hükümleri bir sosyalist  düsturdur. Müslüman Osmanlı İmparatorluğu'nda şeriatın hükümleri uygulanıyordu  ve sosyalist düsturuna uyuluyordu. Bu sebepten millet bolluk ve mutluluk içinde  yaşamıştı. Demek ki sosyalist şeriat hükümleri uygulanırsa, memleket yine bolluğa ve  mutluluğa ulaşabilecektir.”8

Bir yandan İkinci Enternasyonal'in bilimsel sosyalizmine atıfta bulunurken bir yandan sosyalizm ile Müslümanlığı, hatta şeriatı bağdaştırma çabası, her ne kadar çelişkili gözükse de esasında bu yaklaşım İkinci Enternasyonal'in din konusuna dair tutumuyla uyumluydu. İkinci Enternasyonal'in pek çok partisi içerisinde özellikle Hristiyanlıkla sosyalizmin bağdaştıran kesimler uzun süredir yer almaktaydı. Bu minvalde bu yaklaşımın İkinci Enternasyonal tarihine damgasını vuran oportünizmle tamamen uyumluydu. Peki Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışı teoride ve pratikte ne minvaldeydi? Partinin kuruluş beyannamesi bu konuyu netleştiriyordu:

“İnsanlar arasında gerçek eşitliği temin etmek, fakir halkı refah ve mutluluğa  eriştirmek gibi bir yüksek bir fikri barındıran uğraşımız aynı zamanda ahlaki ve siyasi  bir inançtır.

İslam dini de sosyalizm esaslarını gerçekten taşır. Türk gelenekleri de birçok sosyalist  fikirleri içinde barındırmıştır.

Şimdiye kadar ülkemizde ihmal edilen bu yüce uğraşı gerçekleştirmek için Türkiye  Sosyalist Fırkası Kurulmuştu.

Faaliyetimizi, ülkenin durumunu, bölgedeki gelişmeleri ve halkın zihniyeti ve kişiliğini  temel alarak belirledik ve düzenledik.

Programımızda bulunan genel reformların gerçekleştirilmesine katılıkla çalışarak,  özellikle bir 'İşçi ve Çalışma Bakanlığı' kurularak işsizlere iş bulmak görevinin  hükümetçe kabulüne gayret edeceğiz.”9

Net bir biçimde görüleceği üzere, Hüseyin Hilmi'nin partisinin sosyalizm anlayışında, İkinci Enternasyonal partilerinin genelinde olduğu gibi, işçi sınıfının bir devrimle iktidarı alması, dünya devrimi ve komünist bir dünya gibi bir yaklaşım yoktu. Yönelim, mevcut hükümetin belli reformları uygulamasını sağlamaya çalışmak olarak belirlenmişti. Ayrıca tabii ki, tüm İkinci Enternasyonal partileri gibi, Hüseyin Hilmi'nin partisi de milli geleneklere atıfta bulunmayı ve sosyalizmin bu geleneklerle ne kadar uyumlu olduğunu iddia etmeyi ihmal etmemişti. Zamanında Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın Paris şubesini kurmuş olan Refik Nevzat'ın savaşın ardından Hüseyin Hilmi'yle ilişkilerini tazelemesiyle birlikte, bu parti yeniden toparlanan İkinci Enternasyonal'in Türkiye'deki resmi üyesi sayılacak, Refik Nevzat'ın Paris'teki grubunun üyeleri, Hüseyin Hilmi'nin partisinin temsilcileri olarak İkinci Enternasyonal kongrelerine katılacaklardı.10

Refik Nevzat'ın Partis'teki sosyalist grubuyla Hüseyin Hilmi'nin yeniden kurduğu partisi arasındaki ilişkiyi kuran, Mustafa Kazım isimli bir işçiydi. Memleketinden dolayı sıkça Vanlı Kazım diye de anılan bu kişi, 1914'te teknik okulda eğitim görmek için Paris'e gitmiş, fakat savaş başlayıp kendisine para gönderilemez olunca orada Renault fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamış ve sendikaya katılmış, bir yandan da sosyalist fikirlerle ve Refik Nevzat'ın grubuyla tanışmıştı. Kendi ifadesine göre bu noktada marksizm bilgisi yoktu, sosyalizmin ne olduğuna dair kılavuzu ise Refik Nevzat ve onun söylediklerine dair kendi akıl yürütmeleriydi. Refik Nevzat, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'de yeni bir parti gördüğünü öğrenince, İstanbul'a bu partiyle anlaşması için bir temsilci gönderilmesi gerektiğini söyledi. Mustafa Kazım da, zaten İstanbul'a gideceği önceden bilindiği için temsilci seçildi.11 Gelecekte komünist hareket içerisinde önemli rol oynayacak olan Mustafa Kazım'ın 1919'un ortalarında Hüseyin Hilmi ile ilk tanışmasına dair anlattıkları, bu partinin işleyişini göstermesi açısından önem taşımaktadır:

“Masanın üzerindeki boş rakı şişesiyle leblebi tabağını çabucak masanın gözüne  koydu. Masanın başındaki sandalyeye beni buyur etti ve kendisi de bir sandalye ile  karşıma oturdu.

Karşılıklı bakıştıktan sonra gelişimin sebebini şöyle anlattım: 'Ben Paris'te bulunan  Türklerin teşkil ettiği bir sosyalist grubun tam yetkili bir  temsilcisiyim, buyrun  itimatnamemi okuyun' dedim ve itimatnameyi verdim. Hilmi Bey  itimatnameyi  dikkatle okuduktan sonra bana baktı ve 'şimdi karşılıklı bir parti arkadaşı gibi  konuşalım' dedi ve ilave etti: 'Biz burada partiyi yaşatmak için çeşitli zorluklarla  mücadele etmekteyiz. Partiyi ve gazetemizi yaşatmak için yeter paramız yok. Partiye  üye kazandırmak için gazetemizin devamlı ve uyarıcı yazılarla çıkması lazım. Bunun  için çok paraya ihtiyacımız var. Sizin Paris grubunuz bize ne kadar para yardımı  yapabilir?' Bu sözü üzerine dikkatle Hilmi'nin yüzüne baktım ve 'Hilmi Bey, benim  görevim bu partinin iç ve dış durumunu öğrenmek ve grubumuza detaylı bir rapor  göndermektir. Söylediklerinizi de yazacağım. Oradan gelecek cevaba göre ileride  konuşuruz. Şimdilik partinin çalışma ve etki durumunu etraflıca öğrenip bildireceğim'  dedim. Hilmi Bey, 'artık burada çalışalım' dedi ve bir gün sonra çıkacak gazeteye  konmak üzere benden Avrupa sosyalizmi ve prensipleri hakkında bir yazı ve bir de  fotoğrafımı istedi. Bunları hazırlayıp verdim fakat yayınlanan gazetede yazım sansür  edilerek çıkmamış ve yalnız fotoğrafım çıkmıştı. Katip Fazıl Bey'e sordum:  'Benim yazımı neden sansür ettiler?'. 'İşgal altındayız, sosyolojiye uygun olsa da sert  ve ciddi yazılar işlerine gelmiyor' dedi.
(...)
Bu sosyalist partisinden ciddi bir iş beklenemezdi.”
12

Hüseyin Hilmi, kişisel hırsları da bir hayli güçlü bir isimdi ve partisi içerisinde adeta bir diktatör gibi egemenlik sürmek istemekteydi. Bu tutumu, partinin çektiği kimi aydınlarda kısa bir süre içerisinde rahatsızlıklar yaratacak, kimi aydınlar partiden kopacaktı. 20 Temmuz 1919'daki kongrede benimsenecek parti tüzüğünün birinci maddesi şöyleydi:

“Fırkanın ünvanı Türkiye Sosyalist Fırkası olup kurucusu Hüseyin Hilmi arkadaş  fırkanın tam yetkilisi ve daimi lideridir.”13

Bu kongrenin ardından parti bütün bu sıkıntılara rağmen ciddi bir güç kazanacaktı. Hüseyin Hilmi'nin partisinin ciddi bir güç kazanmasının birbiriyle bağlantılı iki nedeni vardı. İlki bu dönemde İstanbul işçi sınıfının belirli kesimlerinde ciddi bir hareketlenme olması ve grevler gerçekleşmesi, ikincisi ise bağlantıları nedeniyle Hüseyin Hilmi'nin bu grevlere pratik bir destek sunabilmesiydi. 1919'un Ekim ayında, Haliç'te Bahriye Nezareti'ne bağlı tershaneler gibi fabrikalarda, 1300 kişinin katılımıyla gerçekleşen bir greve sözcülük etmesinin ardından, 1920'de Hüseyin Hilmi nereden geldiği bilinmeyen paralarla en önemlisi tramvay işçilerinin grevi olmak üzere, deri fabrikaları ve tershanelerdeki grevlere katılan işçilere mali yardım etmeye başlayacak, bu da greve gitmek isteyen işçilerin Hüseyin Hilmi'nin partisinden yardım istemesine neden olacaktı. Bu durumun sonucu olarak Hüseyin Hilmi ciddi bir üne kazanacak, grevlerde işçilerin temsilcisi olarak müzakere yapmaya başlayacak, grevlerin kazanılmasıyla partisine de binlerce işçi akın akın katılacaktı. Grevlerin gerçekleştiği işletmelerin üst düzey yöneticilerinin de gözleri korkacak ve bu kişiler de, yüklü bağışlar karşılığı partiye girmeye başlayacaklardı. Toplanan paralarla parti genel merkezi olarak bir konak, Hüseyin Hilmi'ye ise armalı, kırmızı bir otomobil alınacaktı.14 Başta Tramvay işletmeleri olmak üzere Hüseyin Hilmi'nin yardım ettiği grevlerin büyük çoğunluğu, Fransız sermayesinin egemen olduğu şirketlerde gerçekleşmişti ve bu noktada Fransızlarla araları açık olan İngilizler Hüseyin Hilmi'nin partisini desteklemişlerdi.15 İngilizlerin bu tutumu, Fransız sermayesinin işlerini dolaylı olarak bozmak için olduğu kadar, grevleri kontrol altında tutmak için benimsendiğini söyleyebiliriz.

Bu dönemde İstanbul'da kurulmuş sosyalist partilerden bir diğeri Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası olacaktı. Resmi kuruluş tarihi 22 Eylül 1919 olan bu parti, Temmuz ayının sonlarında resmi makamlara parti açmak için başvuru yapmıştı. Bu partinin kökenleri 1919'un Mayıs ayında, Almanya'da, Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası adıyla atılmıştı.16 Almanya'daki parti, 1919'un başlarında, Alman Devrimi'nin etkisiyle sosyalist fikirlerin etkisi altına giren Türk aydınlarınca kurulmuştu. Bu çevre, bu dönemde Almanya'da Kurtuluş isminde bir yayın başlatmıştı.17 Her ne kadar bu çevreye, Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches'in başını çektiği Spartaküs Birliği'ne atıfta bulunarak Türk Spartakistleri denilmiş olsa da, bu doğru bir yakıştırma değildi.18 Ziynetullah Nevşirvanov'un, 1923'te bu çevrenin en önde gelen ismi Ethem Nejat'a dair yazdığı anma yazısında ifade ettiği üzere, bu partinin kökenleri komünistlerle alenen karşı-devrimci sosyal demokratlar arasında orta yolu bulmaya çalışan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi'ndeydi.19 Kurtuluş dergisinin ilk sayısı da, Alman bağımsız sosyalistlerinin arada kalmış çizgisini yansıtır nitelikteydi. Bir yandan derginin giriş yazısında şöyle ifadeler bulunmaktaydı:

“Her tarafta duyulmakta olan gürültü, yıkılmakta olan şeyden geliyor: kapitalizm...  Türkiye proletaryası, dünyadaki bütün kardeşleriyle beraber muhakkak bir yarını dört  gözle bekliyor.20

Kapitalizmin yıkımını ve dünya genelinde ortak bir geleceği öngörmesiyle, bu çevre diğer sosyal demokrat çevrelerden ayrılmaktaydı. Bununla birlikte yine aynı sayıda, partinin önde gelen ismi Ethem Nejat'ın yazdığı bir yazıda şu ifadelere yer verilmekteydi:

"Nüfusumuzun yüzde doksan beşi proletarya olan Türk'ün, menfaat ve refahını  sosyalizmde araması pek makul ve doğru bir çaredir."21

Burada hem genel anlamıyla sosyal demokrat çizginin, hem de İstanbul'daki İkinci Enternasyonal çizgisindeki yapıların da paylaştığı, sosyalizmi milli çıkarlarla uzlaştırma eğilimini netçe görmek mümkündü. Bu tutum ve üslubun Ethem Nejat'ın geçmişindeki Türkçülüğün bir sonucu olduğunu söylemek haksızlık olur. Bu ifade, bütün çevrenin görüşlerini yansıtmaktaydı. Yine Kurtuluş dergisinin ilk sayısında yayınlanan bildirgede, Türk ulusunun düşman işgalinden kurtuluşu, yurtseverlik ve Türk milliyetçiliği, dünya işçi sınıfının sermayeden kurtalışıyla özdeşleştirilmek suretiyle marksizm ve enternasyonalizm kılıfına sokulacaktı.22 Bu çevrenin üyeleri, yayınlarının ilk sayısını çıkarttıktan sonra büyük bir heyecanla İstanbul'a döneceklerdi.23

Kurtuluş çevresi İstanbul'a döndükten sonra bu çevreye benzer şekilde farklı ülkelere giden ve bu ülkelerde sosyalizmden etkilenenler arasından katılanlar oldu. Bu kişiler arasında en öne çıkan isim, savaş yıllarında Fransa'da eğitim görmüş ve sosyalist fikirlerle burada tanışmış olan Dr. Şefik Hüsnü'ydü. Almanya'da kurulan partinin ismine 'sosyalist' isminin eklenmesi de, Şefik Hüsnü'nün etkisiyle gerçekleşecekti. Bununla birlikte ilk aşamada partinin genel görüşlerinde ciddi bir değişiklik yoktu. Şefik Hüsnü'nün etkisi, ilk kongresinde partinin genel sekreteri seçilmesinden anlaşılmaktaydı.24 Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin en önemli özelliği, bol miktarda aydından oluşan ve neredeyse tamamı üst sınıflardan gelen bir yapı olmasıydı. Hiçbir zaman resmi olarak parti başkanı konumunda olmasa da, partinin bu dönemde en önde gelen ismi Ethem Nejat'ın içerisinde bulunduğu yapıyı bir aydın örgütü olarak nitelendirmesi şaşırtıcı değildi. Bu nedenle, özellikle Ethem Nejat'ın etkisiyle partinin 1919'da İstanbul'daki çalışmaları, İstanbul'daki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin hepsini tek bir çatı altında toplamaya yönelikti. Ethem Nejat'ın temel kaygısı, içerisinde bulunduğu aydınlar örgütünden daha çok halk yığınları örgütleri olarak gördüğü Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası ile uyuşmaktı. Bu çabalar başarısız olacaklardı.25 Burada, diğer sosyal demokrat partilerin şeflerinin mutlak egemenliklerini yitirmeme istekleri;  Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi'nin belirli üyelerinin ise aydın kökenlerinden gelen ve gelecekte de sergileyecekleri belirli tutumlarının etkili olduğunu tahmin edebiliriz. Her halükarda, bu çabaların başarısızlığı sonucu parti üyelerinin bir kısmı, Anadolu'da yükselmekte olan ulusal kurtuluş hareketine katılmak üzere yola çıkacaklardı.26 Bu kişilerin neredeyse hepsi kısa veya orta vadede sosyalizmle ilişkilerini keseceklerdi, ve özellikle partinin Anadolu'ya geçen üyeleri arasından önemli milletvekilleri, devlet adamları ve bürokratlar çıkacaktı.27

Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın kurucuları, savaş öncesi dönemde İkinci Enternasyonal'in görüşlerinden etkilenmiş kişilerin, koşullar yeniden faaliyete elverişli olunca ortaya çıkmalarının bir ürünüydü. İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın görüşlerinin kökenleri, temelde İkinci Enternasyonal çizgisiyle, Ekim Devrimi ile başlayan uluslararası devrimci dalganın şekillendirdiği komünist düşünce arasında kalan eğilimden geliyordu. Bu dalga çok kısa süre içerisinde dünya işçi hareketi içerisinde devrimci bir zemine sahip olanlar arasında inanılmaz bir güç kazanacaktı. Sosyalist Fırkası ve Sosyal Demokrat Fırkası'nın yöneticileri, böylesi bir zemine hiçbir zaman sahip olmamışlardı – onların sosyalizminde anlayışlarında devrime yer yoktu ve eğer başlangıçta sınıf mücadelesi ve sosyalizmle bir alakaları olmuşsa, savaş sonrası dönemde savundukları çizginin Enternasyonal'i ile birlikte bu çizgiyi tamamen yitirmişlerdi. İşçi ve Çiftçi Fırkası ise, uluslararası devrimci dalganın etkisine bir noktaya kadar açıktı, fakat bu çizginin kökenlerinde, etkilendiği Alman bağımsız sosyalistlerinin oportünizmi ve orta yolculuğu vardı ki bu hareketin geleceğine de damgasını vuracak olan bu özellik, şimdilik partiyi komünist siyaseti benimsemekten alıkoyuyordu.

Öte yandan Ekim Devrimi ve uluslararası devrimci dalganın gölgesi, İstanbul'a yetişecek kadar uzundu. Savaş öncesi dönemde, uluslararası sosyalist hareketin sol kanadında bulunan eğilimden gelenler, dünya genelinde devrimci ilkelere bağlı sosyalistlerin Ekim Devrimi'ne duydukları heyecanı paylaşmış ve komünist olmuşlardı. Savaş öncesi dönemde bu eğilimin üyelerinin çok büyük kısmını gayrimüslimler oluşturmaktaydı. Gayrimüslimlere yönelik soykırım nedeniyle bu eğilim ciddi bir dağılma yaşamıştı ve toparlanabilmesi daha güç olacak, yaşadığı dağılma da ilk dönem faaliyetlerini etkileyecekti. Bu köklerden gelen ve İstanbul'da – aynı zamanda Türkiye'de – komünist siyaseti benimseyen ilk kişi Roland Ginzberg adında, ailesi Dobruca kökenli olan bir İstanbul Yahudisi olacaktı. Ginzberg, birinci dünya savaşı sırasında askere alınıp Arabistan'a gönderilmişti. Savaş sonrasında İstanbul'a dönüp Halkalı Ziraat Mektebinde bahçıvanlık yapmaya, aynı zamanda da öğrencilere bahçıvanlık öğretmeye başlamıştı.28 Ginzberg, büyük ihtimalle haberlerini aldığı Ekim Devrimi'nin etkisiyle İstanbul'a bir komünist olarak dönmüştü, ve 1918'in ikinci yarısında çalıştığı yeri merkez alarak komünist siyasi faaliyet yapmaya, belirli bir yapılanma örgütlemeye çalışmaya başlamıştı.29 Bununla birlikte, Ginzberg'in kimi eski yoldaşlarıyla buluşup bir grup toparlayabilmeleri 1919'u bulacaktı. Ginzberg bu süreci ve oluşan Komünist Grup ve faaliyetlerini şöyle açıklayacaktı:

“1919 hareketinde genel savaştan sonra hayatta kalabilen militanlar – ilk olarak  1909'dan beri ülkede devrimci sosyalist fikirleri propaganda etmiş ve mücedele  yürütmüş olanlar, Rus devrimine ve III. Enternasyonal'e bağlılıklarını bildiren ilk  komünist grup halinde teşkilatlandılar.
(...)
Bu grubun amacı işçi hareketine gerçek sınıfsal devrimci yolda rehberlik etmekti. İşe  sendikalarda bir takım nüveler oluşturarak başladılar ve işçileri işkolu esasına göre  yeniden teşkilatlandırmak, onlara sınıf bilinci kazandırmak, militan kadroları  hazırlamak ve onları (...) genel bir emek konfederasyonu içinde birleştirmek amacı  güttüler.

Bir haftalık gazete, broşürler, klüpler ve benzerleri çalışmaları boyunca bu grup  tarafından kullanıldı. Bütün bunlar kendi güç ve olanaklarıyla yapıldı.”30

Komünist Grup illegal bir yapılanma olduğu için, tam kuruluş tarihini bilmiyoruz, bununla birlikte, ilk bildirgesinde Komünist Enternasyonal'e bağlılık bildirmesi, grubun kuruluşunu, Üçüncü Enternasyonal'in kurulduğu Mart 1919'un ertesine koyuyor. Ginzberg'in aktarımından da anlaşılacağı gibi Komünist Grup, özünde dönemin işçi hareketi içerisinde bir fraksiyon faaliyeti gerçekleştirecekti. Mevcut sendikalara dair yönelim, savaş öncesi dönemde devrimci sosyalist örgütün çevresinde bir devrimci sendikalar topluluğu olan Sendikal Birlik tarzı bir örgütlemek olacaktı. Sosyal demokrat partiler içerisindeki fraksiyon faaliyeti ise, bu partaları dağıtıp tabanlarını kazanmak biçiminde şekillenecekti. Komünist Grup'un üyelerini çok büyük ölçüde gayrimüslimler oluşturuyordu, dolayısıyla bu faaliyetlerin ilk başlayacağı nokta da gayrimüslimlerin ağırlıkta olduğu sendikalar olacaktı. Bununla birlikte, Komünist Grup bu çalışma üzerinden Müslüman kesimden kişilerle de ilişkilenmeye başlayacaktı, zira özellikle mevcut sosyal demokrat partiler içerisinde muhalif kesimler oluşmaya başlamaktaydı.

Komünist Grubun faaliyet yürüttüğü ve etki kazanmaya başladığı gayrimüslim ağırlıklı sendikalarla ilk temasa geçen Mustafa Kazım olacaktı. Bir yandan Sosyalist Fırka içerisinde çalışma yapmaya devam edecek olan Mustafa Kazım, büyük ihtimalle  1919'un ortalarında başlayan bu ilişkiye dair anılarında şunları anlatacaktı:

“İstanbul'daki işçi teşkilatlarını soruşturdum. Tramvay ve deniz işçilerini yokladım.  Galata'da tamamıyla Rumlardan kurulu oldukça kalabalık bir teşkilat vardı. Oraya  gittim, idare heyeti ile konuştum.

'Türk işçileri bize gelmiyor çünkü bütün konuşmalarımız Rumca oluyor ve bundan  bize karşı soğuk davranıyorlar' demişlerdi. 'Oysa Türk işçilerini de burada görmek bizi  memnun eder, siz buna bir çare bulursanız size elimizden gelen yardımı yapar,  teşekkür de ederiz.'

 'Ben her perşeme günü burada sendikacılık hakkında konferans vermeye başlayayım,  bu suretle Türk işçilerini de yavaş yavaş alıştırırız.'

Bir müddet sonra sendika yönetim kurulu beni de memnuniyetle sendikaya  kaydettiklerini söylemişlerdi.”31

Mustafa Kazım'ın yanısıra Hüseyin Hilmi'nin partisi içerisinde, daimi reise muhalefet edenlerden öne çıkan isimler arasında bir de Sadrettin Celal'i saymak gereklidir. Babası Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yapmış olan Sadrettin Celal, lise ve üniversiteyi okumak için Fransa'ya gönderilmiş, Sorbonne Üniversitesi'nden pedagoji diploması almış, siyasetle de Fransa'da tanışmıştı. Sadrettin Celal'in ilk benimsediği görüş sosyalizm değil, İsviçreli anarşistlerin etkisiyle anarşizm olacaktı. Sadrettin Celal, savaş sonrası döneme gelindiğinde, bu görüşlerden kopmuştu ve sosyalist argümanlarla anarşizmi eleştirmekteydi.32 Sadrettin Celal, Türkiye Sosyalist Fırkası içerisinde Hüseyin Hilmi'nin mutlak hükümdarlığını kırıp partiyi içeriden fethetmek istiyordu. Ayrıca Sadrettin Celal parti adına 1919 sonlarında gerçekleştirilecek seçimlere de katılacaktı.33 Hüseyin Hilmi'nin partisinde Mustafa Kazım'ın tabandan ve işçilerin desteğini kazanmaya çalışarak, Sadrettin Celal'in ise üstten ve Hüseyin Hilmi'nin diktatörlüğünden rahatsız aydınların desteğine dayanarak muhalefet ettiklerini tahmin edebiliriz. Mustafa Kazım ve Sadreddin Celal'in gelecekteki karşılaşmalarında birbirlerine karşı tutumları, geçmişte birlikte çalışmadıklarını gösterir nitelikte olacaktı.

Dr. Hasan Rıza'nın Sosyal Demokrat Fırkası içerisinde de muhalif unsurlar başgösterecekti. Bu isimlerden en öne çıkanı, bu dönemde İstanbul'da bulunan Ziynetullah Nevşirvanov'du. Nevşirvanov, siyasetle Rus Sosyalist Devrimci'lerinin yayınlarını okuyarak tanışmıştı ve savaş öncesinde okumak için İstanbul'a gelmişti. Savaş yıllarını İstanbul'da geçiren Nevşirvanov, savaş sonrasında Sosyal Demokrat Fırkası'na katılmıştı.34 Öte yandan bu noktada Nevşirvanov'un çizgisi, dönemin sosyalist hareketlerinin genel çizgisinden ayrılmıyordu. Nevşirvanov, Sosyal Demokrat Fırkası'nın merkez komitesindeydi. 1919'un Mayıs ayında yazdığı bir yazıda, milliyetçilikte şövenizme yönelen bir çizgi olduğunu ve bunun sosyalizme aykırı olduğunu ifade etse de, nihayetinde sosyalizm ile milliyetçiliği uzlaştırmaya çalışacaktı.35 Öte yandan, Nevşirvanov'un birkaç ay sonra İstanbul'a hemşerisi Şerif Manatov adlı kişinin Komünist Enternasyonal'in Türkiye'ye göndereceği ilk temsilcilerden biri olarak gelmesi Nevşirvanov'un siyasi geleceğini derinden etkileyecekti. Hayatına ve siyasi faaliyetlerine ileride daha detaylı değineceğimiz Manatov ve Nevşirvanov bu dönemde tanışıp birlikte çalışma yürütmeye başlayacaklardı.36 Nevşirvanov'un parti içi muhalefetinin, komünist görüşleri benimsediği bu noktadan sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nevşirvanov, İstanbul'daki sosyalist hareket içerisindeki deneyimini şu şekilde ifade edecekti:

“Bize deneyler; Sosyal Demokrat Fırkası Merkez Komitesi'nde, sosyal devrime ve işçi  yararına ait geleneklerinin azınlıkta olduğunu göstermiştir. Bundan dolayı işçilerin  sempatileri olduğu halde ilerletmek mümkün olamıyordu.  Yalnız siyasi mevki ve çıkar  için fırka kurulmasına katılmış olan Dr. Hasan Rıza (...) gibi büyük burjuvaların  yamakları, uşakları ve küçük burjuva olmaya çalışan yardakçılar fırkanın emekçi  yapıya sahip olmasına ve devrimci niteliğe bürünmesine engel olmaya çalışıyorlar,  devrimci unsurları içerdeki savaşta yalnız bırakıyorlardı. Diğer taraftan Hüseyin  Hilmi'nin diktatörlüğü altında yuvalanan Türkiye Sosyalist Fırkası için de aynı  durumda aynı savaş sürüyordu.”37

Nevşirvanov, en nihayetinde oradaki milliyetçilere değil, komünistlere katılmak için Anadolu'ya geçmeden önce Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın İstanbul'daki üç sosyalist örgütü birleştirme çabaları esnasında Ethem Nejat ile karşılaşan Nevşirvanov, onunla iyi ilişkiler geliştirip, ortak çalışma yürüttü. Buna rağmen, Ethem Nejat'ın birlik fikirlerini çok anlamlı bulmuyordu. Nevşirvanov, o dönem bu çabaya dair düşündüklerini şöyle açıklayacaktı:

“Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi Etem Nejat yoldaşa göre de bir aydınlar  örgütü  olduğundan, daha çok halk yığınları örgütü olan Sosyal Demokrat ve Türkiye  Sosyalist fırkalarıyla uyuşmak, birleşmek gerekti. Benim kanıma göre, böyle bir  birleşme olmadığında, yığınları yeni fırkaya çekmek zor olacağı gibi, ötekiler  içerisinde de, rehberleri arasındaki o 'yarı burjuva' çoğunluklarıyla işçi yararına pek  büyük bir iş görmek mümkün olmayacaktı.”38

Umulan sosyalist birliğin gerçekleşmemesi ve ciddi bir kesimin milliyetçilere katılmak için Anadolu'ya geçmesi İstanbul'da kalan İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası üyeleri arasında hayal kırıklığı yaratacaktı. Buna rağmen bu parti, Ziynetullah Nevşirvanov'u olmasa da Sosyalist Fırkası içinde başını Sadrettin Celal'in çektiği bir grubu kazanmayı başaracaktı. Ayrıca bu hayal kırıklığı, büyük ihtimalle Nevşirvanov gibi unsurlarla tartışmaların da etkisiyle, başta Ethem Nejat olmak üzere, bu partinin çizgisi, tamamen komünist olarak tanımlanamayacak olsa da radikalleşecekti. Ethem Nejat, liberal Prens Sabahattin'le giriştiği bir polemikte şöyle yazacaktı:

“Dünyayı kapitalizmin boyunduruğundan kurtaracak olan ancak enternasyonal sosyalizmdir. Bütün dünyanın proletaryası, birbirini kapitalizmin köleliğinden kurtarmak için dayanışmak durumundadır

(...)

Ne bireycilik, ne de demokrasi. Tek başına değil, dünya kuvvetiyle ve enternasyonal teşkilatla ortak düşmana karşı çalışmak mecburiyeti karşısında ancak sosyalizm varlık gösterebilir.”39

Komünist Enternasyonal temsilcisi Şerif Manatov'un görüştükleri arasında Mustafa Kazım da vardı. Manatov, Mustafa Kazım'a hem Türkçe hem de şehirdeki askerlere dağıtmak için farklı dillerde bir dizi bildiri verecekti. Mustafa Kazım bu bildirileri dağıtacak, en nihayetinde İstanbul'dan kaçmak durumunda kalacak ve Rusya'ya gidecekti.40 İstanbul'daki radikal çevrelerden Rusya'ya gidecek olan yalnızca Mustafa Kazım değildi. Bu çevre içerisinde, herkesin devrimin yaşandığı ülkeyi görmek istediği bir ruh hali oluşmuştu. Bu noktada, İstanbul'daki komünistlerin genel çizgisi, Rus komünistlerinin, geçmişteki İkinci Enternasyonal dogmalarının ve İstanbul'un işgal altında olmasının etkisiyle, Anadolu'daki ulusal kurtuluş hareketini desteklemek noktasındaydı. Buna rağmen, bu dönemde İstanbul'da yaşayan komünistler ve bazı radikal sosyalistler Ankara'ya değil, Moskova'ya gitme hayali kurmaya başlamışlardı ve pek çoğunun bu düşü yakın veya orta vadede gerçekleşecekti. Öte yandan, hepsi karşılaştıklarından aynı derecede memnun olmayacaktı.

Gerdûn

1Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 84-87

2Ginzberg, Roland. "Ginzberg'den Komintern Doğu Sekreterliği'ne (25.2.1921)”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 37

3Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

4Ginzberg, Roland. "Türkiye İşçi Hareketi'ne Kısa Bakış”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 126

5Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 70

6Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 111-2

7Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 113

8Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 108

9Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975 s. 109-110

10Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 77

11Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 79-80

12Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83

13Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 76

14Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79-80

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 82

16Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

17Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

18Her ne kadar Almanya'da Spartaküs Birliği ve devrim saflarına katılan Türkiye kökenli göçmenler olduğu bilinse de, bu kişilerin Türkiye kökenliler olarak ayrı bir grup kurma girişimi olmamış gibi gözükmektedir.

19Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

20Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 294

21Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 302

22Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 297

23Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298

24Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 298, 306

25Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73-74

26Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 307

27Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 295, 307

28"Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 106

29Şişmanov, Dimitır. “Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi: Kısa Tarih (1908-1965)”. Belge Yayınları. 1978. s. 90

30Ginzberg, Roland. "Komünist Gruplar ve Devrimci Sendikalar”. "Beynelmilel İşçiler İttihadı (Mütareke İstanbulu'nda Rum Ağırlıklı Bir İşçi Örgütü ve TKP ile İlişkileri)". Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay. Sosyal Tarih Yayınları. 2009. İstanbul. s. 150 Burada şöyle bir not düşmek gereklidir ki gerek bu ifadeler, gerekse Ginzberg'in diğer yazıları kendisinin Osmanlı döneminde İstanbul'daki devrimci sosyalist örgüte aşağı yukarı başından beri faal bir biçimde katıldığını, hatta belki kurucu üyeleri arasında yer aldığını göstermektedir ki, alıntıladığımız diğer kaynaklara göre, bu yapının ilk kuruluşunda kurucular arasında ismi belirtilmeyen bir Yahudi vardır. Öte yandan kurucular arasında ismi geçen bu Yahudi, Ginzberg'den ziyade Parvus da olabilir.

31Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 83-84

32Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 303

33Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 79

34Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 107-8

35Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 74

36Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları“. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1975. s. 99

37Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

38Nevşirvan, Ziynetullah. “Ethem Nejat Arkadaş”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 73

39Sadi, Kerim. “Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı”. May Yayınları, İstanbul, 1975. s. 365, 367

40Kip, M. Kazım. “Anılarım”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 84-87

 

Tags: 

Mısır'da Grevler: İşçiler, Ordusuz Demokrasi Yalanı, Burjuva Sol Birlikler ve Sendikaların Gölgesinde Seçenek Arıyor

Komünistler müneccimler değillerdir; ancak tarihin ve deneyimlerin verdiği dersleri çalışırlar ve perspektiflerini buralardan hareketle yeniden inşa etmek için meşgul olurlar. Marksizmin ne bir ilmihal, ne de entelektüel bir ilgi alanı olmadığı gerçeğiyle tutundukları zeminden dünyaya bakarlar. Ulusal, mezhepsel ve dini her türden emperyalist tuzağın dışında en gerçek savaşın ve çözümün sınıfın kendisinin yaratacağı hareket ve asıl savaşta olduğuna işaret ederler. Örneğin daha henüz yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan isyanlarda karşımıza çıkan profil aslında tam da bunun bu yönde tahlil edilmesi gerektiğinin, olayların karakterlerinin açığa çıkması için acele edilmemesi gerekliliğinin işaretlerini veriyordu.

Buna göre “Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki Proleter İsyanlarla Dayanışma” metnimizin içeriğinde yer alan vurguların yanlışlığı tarih tarafından doğrulanmış oldu; özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde meydana gelen ayaklanmaların sınıf karakterine bakınca bu daha da belirgin ve gerçekliği es geçilemez bir durumu da yaratmış oldu.

(...) Bu ayaklanmalar işçi sınıfının, proletaryanın, sömürülenlerin dünya çapındaki hareketinin bir parçasıdır. Bu sınıf hareketi kapitalist ekonomik krize, egemen sınıfın aşağılık yozlaşmışlığına ve iki yüzlülüğüne ve ister sağcı olsun ister solcu, bütün hükümetlerin vahşi kemer sıkma politikalarına cevaben Yunanistan'da, Fransa'da ve İngiltere'de çıkan aynı sınıf hareketinin parçasıdır.

Bu ayaklanmalar ne yazık ki; proleter bir kimlikleri olmaları şöyle dursun kimi ülkelerde içinden çıkılmaz mezhep savaşlarının da önünü açtı. Özellikle bölgede petrolün öneminin dünya gündeminde taşıdığı hassasiyet ve Avrupa ve ABD burjuvazisinin yıllardır ağzını sulandırmış durumdaydı. Örneğin henüz Libya'daki iç savaşın sesleri duyulmaya başlandığında o dönem iktidarda olan Sarkozy'nin ülkede bulunan petrolün %30'u için ayaklanmacılar ile yaptığı gizli anlaşma, aslında koskoca bir resmin ünlü atasözüyle gerçeklenmesiydi: şeytan, ayrıntıda gizlidir!

Bir süre sonra sitemizde yayınladığımız bir yazı ile daha derli toplu bir değerlendirme gerçekleştirdiğimizi söyleyebiliriz. Buna göre gerçekleşen ayaklanmaların sınıfsal niteliklerine vurgu yapmaya daha çok çalışıyor ve bu eylemlerin aslında işçi sınıfının tarih boyunca hep birer isyan çığlığı olmuş grevler mi, yoksa burjuva demokrasisinin kutsanma ayinleri mi olduğu üzerine “Arap Dünyasındaki Olayların Sınıf Analizi: Dönemi Anlamak” başlığı altında kafa yoruyorduk:

Burada komünistler olarak tahlil etmemiz gereken, gerçekleşen ayaklanmanın sınıfsal doğasıdır. Burjuva basınının pek çok yorumcusu, gerçekleşen olayları yirmi yıl önce Doğu Avrupa'da yönetici patron takımları değişirken gerçekleşen olaylar ile ve daha yakın zamanda gerçekleşen "renkli devrimler"le karşılaştırmayı uygun buldular. Bizim için merkezi öneme sahip olan eylemlerin sınıf doğasıdır.

Buradan yola çıkarak, Tunus'taki eylemlerdeki başlıca sebeplerini “işçi sınıfı içinde yaygın bir rahatsızlık olması, kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve soyguncu bir hükümete karşı öfke” olarak değerlendiriyorken, Mısır ortaya çıkan hareketlilikleri “bütün toplumsal sınıfları barındıran geniş bir sınıflar arası niteliği olduğu” vurgusunu yaparak, Libya'daki duruma dair de “Tunus ve Mısır'ın aksine, işçi sınıfı herhangi bir biçimde önemli bir rol oynamadı. Hareket, en başından beri İslamcılık ve kabilecilik ekseninde yürüyor izlenimi veriyordu. Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işçi grevi gerçekleşmedi ve Arap basınında çıkan bir petrol grevi haberinin sonradan yalnızca müdüriyetin üretimi durdurması olduğu ortaya çıktı” şeklinde yorumlamıştık.

Dönemin üzerinden kalkan sis perdesi ile geçmiş tarihin tozunu dumanına katan karmaşasından sıyrılarak tarihin dikiz aynasını temizleyip "Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası: Suriye'de Emperyalist Savaş, Mısır'da Sınıf Savaşı Yaklaşıyor! (1)" başlıklı başka bir yazımızda tekrar bir değerlendirme yaptığımızda karşımıza çıkan tabloyu değerlendirmiştik. Buna göre, Suriye için, “Esad'ın gidişi Kaddafi gibi olamayacak. İlk başlarda rejimler, kitlesel gösteriler karşısında bir bir yıkılırken herkes Esad rejiminin de rahatlıkla yıkılacağını düşündü. Fakat Esad, nusayri elitinin isteği doğrultusunda kolay kolay gitmeyecek ve iç savaş giderek tırmanacak” derken Mısır'da gelişen olaylara ilişkin, işçi sınıfının grevlerle öne çıkmaya dair her türlü çabasına karşılık, Port Said'te yaşananlar ve Müslüman Kardeşler gibi faktörlerin işaret ettiği durum, işçi sınıfı ve onun mücadelesinden yana birşeyin gelişmediğini gösteriyordu.

Günümüze baktığımızda geçtiğimiz birkaç ayı kapsayan dönemde, Mısır'da gerçekleşen kitlesel grevlerin gündeme oldukça oturduğunu söyleyebiliriz. Özellikle sadece bu Ekim ayının ilk yarısında 300 kadar işçi eyleminin gerçekleştiği ifade ediliyor. Bu grev ve eylemlerin tamamına yakınının temel taleplerini de daha iyi yaşam ve çalışma koşulları oluşturuyor. Bu sınıfsal taleplerin önünde ise oldukça fazla sektörü kapsıyan bir işçi kitlesi yürüyor ve bu sınıf kitlesinin hoşnutsuzluğu da her geçen gün artıyor. Metal, sağlık, ulaşım, turizm ve daha birçok sektördeki işçinin katıldığı bu eylemlerin atmosferi, eski Mısır çalışma bakanı Ahmed Hassan al-Borai'de bile eski sözlerini hatırlatma ihtiyacı yaratmış:

Ben o zamanlar grevdeki işçilere karşı zor kullanılarak bastırılan toplumsal huzursuzluğun, bir gün önü alınamayacak bir yangının fitilini ateşleyebileceğini söylemiştim.[1]

Bunu derken gözler, işçilerin mücadelesinin içerisindeki devlet ajanlarına, sendikalara çevriliyor.

Mısır'daki otoritelerin eteğinden kurulduğu yıl olan 1957'den beridir ayrılmayan Genel İşçi Sendikası, “tüm Mısırlıların başkanı olacağını” sözünü veren Mısır devlet başkanı Mohammed Mursi ile yaptığı görüşme sırasında grevleri bir yıllık bir dönem için durdurabileceklerinin sözünü veriyor.

Mısır'da ordu, endüstrinin en önemli noktalarının sahibi konumunda. Buna yönelik olarak, sendikaların da yönleri buradaki aidiyetin burjuvazinin silahlı kuvvetlerinden burjuvazinin bireysel sahiplerine geçmesi yönünde gelişecek gibi duruyor. Zaten bu zamana kadar ordunun elinde tuttuğu önemli sektörlerdeki grevlerin önüne destekledikleri sendikalar ile geçmeye çalışmalarının sebebi de burada yatıyor. Kontrol altında tutulan işçi eylemleri sayesinde bir süreliğine günü kurtaran Askeri Yüksek Konseyi ve onun Ulusal Hizmet Projesi Organizasyonu'nun kaderini yine işçilerin bağımsız ya da sendika güdümündeki eylemleri belirliyor olacak. Mücadelenin gidişatı, yine işçilerin, sendikalar yoluyla parçalanan ve izole olan eylemleri ile devlet aygıtlarından bağımsız örgütlenen grevler arasındaki ince çizgide belirlenecek. İşçiler mücadeleyi sektör sınırlarından kurtararak işçi sınıfının bütün kesimlerine yayarsa, ulusal sınırları aşan nitelikte diğer ülke proletaryasından cevap bularak hareket büyüyecek ya da sönümlenecek.

Mısır'daki burjuva solu da yeni birlikler için kollarını sıvamış durumda. “Devrimci Demokratik Koalisyon”[2][3] adında biraraya toplanan Mısır Sosyalist Partisi, Tecammu Partisi, Sosyalist Halk İttifak Partisi, Mısır Komünist Partisi, Mısır Yolsuzlukla Savaş Koalisyonu, İşçi ve Köylü Partisi, Sosyalist Devrimci Hareket (Ocak), Sosyalist Gençlik Birliği ve Mina Danyel Hareketi dört madde altında topladığı “yeni” programlarında ulusal ekonomiyi, kalkınmayı, laik cumhuriyeti ve ulusa bağımsızlığa vurgu yaparak burjuvazinin solundan işçilerin eylemlerini manipüle etmek adına ve yeni dönem karşı-devrimci araçlar olarak grevlerin karşısına dikilecekler. Anti-emperyalist-ulusalcı söylemlerini tarih boyunca sergileyen ve her ülke ve bölge özelinde işçi sınıfının enternasyonalist kimliği ve onun somut varlığı bilincinin bulandırılması için uğraşan burjuva solu, aslında yeni olmayan söylemleriyle ulusal kalkınma adı altında milli burjuvazinin izinden giderek yeni sömürüyü işçiler için adres göstermekten çekinmiyor.

Mısır'daki işçi mücadelelerinin önündeki tehlikeler oldukça net. Bir yanda, Askeri Yüksek Konseyi ile Mursi, onların arasındaki sarkaçta gidip gelen sendikalar ve milliyetçi/ulusalcı söylemleriyle burjuvazinin uşağı sol kapitalistler, bir yanda ise işçi sınıfının devletin bütün aygıtlarının güdümünden bağımsız, enternasyonalist hareket alanı. Mısır işçilerinin mücadelesi de, tıpkı “ekmek isyanları”ndaki gibi, önümüzdeki dönemde diğer ülkelerdeki işçilerin hareketleri ile bir anlam buluyor olacak. Diğer işçilerin, işsizlik, düşük ücretler, artan gıda fiyatları ve esnek çalışma gibi ortak sorunlarından beslenen sınıfsal talepler ile birleşecek olan mücadelenin çizgisi, ilerideki gelişmelerin seyrini belirleyecek.

Bunçuk, 16/10/12

  1. english.al-akhbar.com/content/egypt-workers-striking-record-numbers

  2. allafrica.com/stories/201210051506.html

  3. english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/53259/Egypt/Politics-/Revolutionary-Democratic-Coalition-A-new-voice-on-.aspx

Tags: 

Rubric: 

Kuzey Afrika

Türkiye, Suriye ve Savaş

Geçtiğimiz günlerde Türkiye gündemi, Suriye ile savaş ihtimaliyle sarsılmaya başlamış durumdaydı; hala da öyle diyebiliriz. Urfa'ya bağlı Akçakale'ye yapılan bombalama sonucunda beş kişinin yaşamını yitirmesinin ardından, hükümet apar topar Suriye'yi meclisten geçireceği Irak'a askeri müdahale tezkeresine, genel bir dışarıya müdahale ifadesi adı altında dahil etti. Bir yandan da Suriye'yi de bombalamaya başlandığı ifade edildi. Başbakan Erdoğan ve AKP'liler, savaş seçeneğinin mevcut olduğunu gündeme getirirken, burjuva basınında savaşa karşı olanları ödleklikle suçlacak kadar alçalan ölüm tacirleri de çok geçmeden türedi.

Bununla birlikte olayın aslı belirsizliğini koruyor. Ortaya çıktı ki, Akçakale saldırısının öncesinde de, can kaybına yol açmamış olsa da, sınırın Türkiye tarafına bombalar atılmaktaymış. Dahası, gerek bu bombaları, gerekse Akçakale'ye atılan bombayı kimin attığı esasında belli değil. Suriye hükümetinin olaya tepkisi, olayı araştıracaklarını söylemek, kurbanların ölümlerinden duydukları üzüntüyü ifade edip, kurbanların yakınlarına başsağlı dilemek olmuş; böylelikle Suriye olaya dair sorumluluk almayı reddetmişti. Türkiye'nin bombaladığı sınır bölgesi, Özgür Suriye Ordusu ile Esad rejimi arasındaki çatışmaların yoğunluklu yaşandığı ve Özgür Suriye Ordusu'nun büyük ölçüde kontrol ettiği bir bölge. Anşılan o ki; Türkiye, daha önceden de buradan gelen bombaları misilleme adı altında, cevaplamaktaymış. Bunun üzerine havan atışının Özgür Suriye Ordusu'nun kontrol ettiği bölgeden geldiği, atılan bombanın Esad rejiminin askeri birliklerince kullanılmayan NATO üretimi bir bomba olduğu ve bombalamanın Özgür Suriye Ordusu tarafından yapıldığı iddiaları ortaya atıldı.

Açıktır ki, bu iddalar mantıklıdır. Bir yandan kendi içerisinde Özgür Suriye Ordusu'na karşı savaşırken ve Sünni muhalifleri özellikle kanlı bir biçimde bastırırken, bir de sınırları bombalamak gibi Türkiye'nin kendisine karşı şiddetlenmesi sonucu doğuracak bir eylemde bulunması pek de mantıklı değildir; dahası Suriye'nin bu koşullar altında böylesi bir bombalamadan ve Akçakale'de birkaç kişiyi öldürmekten elde edeceği gerçek bir kazanç da yoktur. Buna karşın, bu bombalamaların Erdoğan hükümeti ve Özgür Suriye Ordusu'nun işine geldiği, Türkiye'ye Esad'a karşı Özgür Suriye Ordusu'na gerekli stratejik hava desteğini sağlamasını hukuki bir zemine oturttuğu ve Erdoğan'ın iç siyasette savaş tezkeresini geçirip savaş yanlısı milliyetçiliği güçlendirdiğini tespit etmek zor değildir. Bu noktada en kuvvetli ihtimal, bu saldırıların Türkiye ile irtibat halinde Özgür Suriye Ordusu tarafından gerçekleştirilmekte olduklarıdır.

Bununla birlikte yaratılmaya çalışılan bütün savaş yanlısı havaya karşın, Türkiye'nin Suriye'yi işgale girişmesi, şu aşamada çok muhtemel gözükmemektedir. Bunun nedenlerinden ilki, TC devletinin, Türkiye Kürdistanı'nda zaten bir savaşa girişmiş vaziyette olması ve bu savaşı kazanıyor gibi gözükmek bir yana, pek de iyi gitmiyor oluşudur. Şu anda TC devletinin, kendi sınırları içerisinde karadan giremediği, PKK'nin hakimiyetinde olan bölgeler mevcut ve yavaş da olsa bu alanlar genişlemekte. Kendi sınırları içerisinde böylesi bir savaş içerisinde olan bir devletin başka bir ülkeyi işgale girişmesi, pek akla yatkın değildir.

İkinci ve daha önemli neden ise, işçi sınıfının savaşmak istemiyor, hatta savaşa karşı belirli bir tepki duyuyor oluşudur. Buna son dönemden birkaç örnek verebiliriz. Bu örneklerden ilki, 16 Eylül'de, Suriyeli mülteci kamplarının bulunduğu Hatay'da gerçekleşen ve onbinin üzerinde kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteri ve çatışmalardır. 16 Eylül'de Hatay'da aşırı-milliyetçi ve Türk şövenisti bir yapı olan İşçi Partisi “Suriye-Türkiye kardeştir” temalı bir eylem çağrısında bulunmuştu. Eylemi valiliğin yasaklamasına rağmen, herhangi bir siyasete bağlı olmayan binlerce kişilik bir kitle belirlenilen eylem alanında toplanmıştı. Bu kitle, sözde muhalif İşçi Partililer bir basın açıklaması yapıp kendilerine dağılma çağrısı yaptıktan sonra, İşçi Partililerle tartıştılar ve onları eylem alanından kovdular. İşçi partililerin ayrılmasının ardından polisin saldırılarına uğrayan ve içlerinden kimileri gözaltına alınan savaş karşıtı Hataylılar, polise karşılık verdiler, saldırılar mahallelerde akşama kadar sürdü ve polisi gözaltıları serbest bırakmak zorunda bıraktılar.

Bunun haricinde, bombalanan Akçakale'de, bu olayın ardından içlerinde hayatlarını kaybedenlerin yakınları da olan yüzlerce kişinin gerçekleştirdiği, ve Akçakale kaymakamı ve Urfa valisinin istifalarının talep edilip hükümet karşıtı sloganlar atıldığı bu eylemi de göz önünde bulundurmak gereklidir. Bir yandan bölgede tuhaf bir şeylerin döndüğünü gösteren bu eyleme dair, Akçakale'nin AKP'li belediye başkanı televizyonda bu eylemin neden gerçekleştirildiğini anlamadığını ifade etti; bu esnada polis Akçakalelilere saldırıyordu. Bu eylemin ardından da polisle çatışmalar gerçekleştirildi.

Son olarak, savaş tezkeresinin çıkartıldığı 4 Ekim'de Türkiye'nin pek çok şehrinde gerçekleşen savaş karşıtı eylemlere değinmek gereklidir. Özellikle başta İstanbul'da onbinlerce kişinin katılımıyla, hatta kimilerine göre yüzbin kişiyi bulan bir kitlenin yaptığı eylem olmak üzere, bu eylemlerin hemen hemen hepsine de şiddetli polis saldırıları oldu.

TC ile PKK arasında otuz yıl gibi bir süredir devam eden savaş, Türkiye'nin Batı'sında yaşayan pek çok kişide savaştan bir yılgınlık ve ölenlerin yönetenler değil, kendi çocukları olduğu bilincini getirmiş durumda. Bu minvalde genel olarak Türkiye işçi sınıfında savaştan yana bir hissiyat olmadığını söylemek mümkün. Devletin en ufağından en kitleseline, savaş karşıtı eylemlere tepkisi hemen her durumda şiddete başvurmak oluyor; bu da kitleleri devletin kolluk güçleriyle anında karşı karşıya getiriyor ve kitlelere savaşa karşı başarılı olmak için mücadele etmenin gerekliliğini gösteriyor – ki Hatay ve Akçakale gibi yerlerde savaş karşıtı eylemlere katılan ve büyük çoğu önceden siyasileşmemiş kesimlerin polisin saldırılarına fiili olarak karşı koymaları ve kendiliklerinden polisle çatışmaları bunun bir kanıtı. Bununla birlikte, savaş karşı kitleler arasında, özellikle burjuva solunun örgütleri, kimi Esad yanlısı, kimi popülist, kimi de pasifist sloganlarla çok büyük yanılsamalar ve kafa karışıklıkları yaratmaya, savaş karşıtı tepkinin, sınıf savaşı temeline oturmasını engellemeye devam etmekte.

Savaş karşıtı hareketin başarılı olması ve işçi sınıfının evlatlarının canlarını ve kanlarını emperyalist TC devletinin çıkarları için vermemesi her tür Esad yanlısı, popülist ve pasifist yanılsamaya karşı, yalnızca Lenin'in 1914'te Birinci Dünya Savaşı'na karşı ortaya koyduğu şiarı yükseltebiliriz:

"Emperyalist savaşa karşı devrimci sınıf savaşı!"

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Ortadoğu

2012 - Kasım

Açlık Grevleri ve Kürt Sorununun Geleceği

 

 

 

 

 

Kürt tutukluların üçüncü ayına girmiş olan ve artık katılımcı sayısı on bini geçmiş durumdaki açlık grevleri, yavaş yavaş gündemi sarmaya başladı. Talepleri Öcalan'ın tecrit koşullarının kaldırılması, anadilde savunma ve anadilde eğitim olan açlık grevleri bugün, Kürt tutuklular haricinde BDP üye ve hatta milletvekilleri ve Türk solunun örgütlerinden tutuklulara da yayılmış; grevleri başlatan altmış kişi, kritik evreye girmiş durumda. Hükümet güçleri, açlık grevlerini desteklemek için yapılan eylemlere düzenli olarak şiddetle karşılık verirken ortam da giderek geriliyor. Hem Kürdistan'ı, hem de Türkiye'yi açlık grevlerinden ilk ölümün ne zaman çıkacağı endişesi sarmışken hükümet, açlık grevlerine zorla müdahale ederek açlık grevcilerini seruma bağlama planları yapıyor.

Hükümet cephesinin mide bulandırıcı açıklamalarının arkasında gerçek bir korku var. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ağzından tükürükler saça saça, adeta kontrolsüzce oraya buraya saldırması, açlık grevleriyle ilgili nasıl hakaretler edeceğini, açlık grevlerini nasıl etkisizleştireceğini bilememesi hep aslında hükümetin içerisinde bulunduğu çaresizliği gösteriyor. Tabii ki, 12 Eylül sonrası döneminin bütün burjuva siyasetçilerinin, konu açlık grevleri olunca sıklıkla ifade ettiği "gizli gizli yemek yiyorlar" iddiası, yine TC devletinin temsilcilerince kullanılıyor. AKP hükümeti, insan hayatına değer vermeyen gözü dönmüş milliyetçiler olduklarını ve emperyalist TC devletinin başına geçen hangi ideoloji olursa olsun böyle olmak zorunda olduğunu kanıtlamış durumda. Öte yandan hükümet yetkilileri böylesi sert ve vurdumduymaz tavırları, yalnızca insan hayatına değer vermeyen gözü dönmüş milliyetçiler oldukları için sergilemiyorlar. TC devleti böylesi tavırlarla bir yandan, eğer işler çığırından çıkarsa vereceği tavizleri Kürt tarafına maletmemek, Kürt tarafına boyun eğmiş gibi gözükmemek peşinde; diğer yandan da hükümetin kontrolü haricinde gündemi sarsan açlık grevlerini mümkün olduğu kadar karalayarak kitlelerin – özellikle de AKP'li kitlenin – bu eylemi gerçekleştirenlerle insani bir bağ, bir empati kurmasını engellemeye çalışıyor. Türk burjuva hükümetinin açlık grevlerine ilişkin bu stratejisi ne kadar etkili bilinmez; öte yandan gerek otuz yılı aşkın süren savaşa karşı artan kitlesel rahatsızlık, gerekse devlet mekanizmaları ve Türk burjuva siyasetinin anadilde savunma hakkının verilmesini bile bir hayli zor kılacak kadar kemikleşmiş oluşu, hükümetin bu yola bir akıl kaybı yaşadığı için değil, masa başında yaptığı hesaplara dayanarak girmiş olduğunu gösteriyor.

Bir yandan da açlık grevlerinin kendilerine dair de söylenecekler var. Açlık grevi, ancak başka hiçbir bireysel mücadele aracı kalmadığı noktada başvurulagelmiş bir yöntemdir. Dolayısıyla, bu eylemi yapanların kendi yaşam ve tutsaklık koşullarına yönelik yapılan bir eylemdir. Oysa mevcut açlık grevlerinin taleplerine bakınca, açlık grevlerini yapanların yaşama ve tutsaklık koşullarına dair bir talep görmekte güçlük çekiyoruz. Hatta genel olarak açlık grevci tutsakların taleplerinden yalnızca anadilde savunma onları doğrudan ilgilendiriyor ki emperyalist TC devletinin mahkemelerinde yapılacak savunmanın hangi dilde olduğunun önemi en azından tartışmaya açıktır. Abdullah Öcalan'a yapılan atıf da, Kürt milliyetçiliği içerisinde kişilik kültünün ne derece güçlü olduğunu gözler önüne seriyor. Durumu en azından tecritteki Öcalan kadar kötü olan binlerce tutsağın, kendi kötü koşulları için değil de yüceltilen, hatta peygamberleştirilen bir şahıs adına kendi canlarını feda ediyor olmaları ibretlik bir durum.

Öyle ya da böyle, sorunun genel olarak burjuvazi tarafından çözümsüzlüğü ve özellikle TC devletinin politikaları durumu fazlasıyla tehlikeli kılıyor. Açlık grevcilerinden bir tanesinin ölmesi, geçmişte Türk solunun gerçekleştirdiği açlık grevlerinin aksine, özellikle Kürt nüfus içerisinde ciddi bir etki yaratma ihtimali barındırıyor. Kürt açlık grevcilerinden biri hayatını kaybettiği taktirde, ülke genelinde zaten tırmanan etnik çatışmaların çok daha artması, PKK'nin veya benzeri yapıların metropollerde bombalı eylemlere girişmesi olasıdır. Bütün bunlar olurken TC'nin gerek devlet terörünü daha da arttırmayacağını, gerekse linççi Türk milliyetçiliğini daha da körüklemeyeceğini beklemek saflık olur. Açlık grevleri bir kez daha göstermiştir ki Kürt sorununa ne TC devleti içerisinde, ne PKK'nin eylemleri sonucu, ne de genel olarak kapitalist düzen içerisinde bir çözüm getirilmesi mümkün değildir. Burjuva aktörlerin davranışları yalnızca sorunu daha da derinleştirmeye yaramaktadır.

Tutsakların açlık grevleri, siyasi arkaplanları bir yana, insani bir sorunsaldır. Açlık grevlerini yapanlar da, savundukları siyaset burjuva milliyetçisi bir siyaset olsa da, Kürt işçi sınıfının, dolayısıyla dünya işçi sınıfının devletin zindanlarında tutsak ettiği evlatlarıdır. Onların ve işçi sınıfının bu savaş devam ettikçe, şu veya bu şekilde yitip gidecek bütün evlatlarının hayatlarını kurtaracak olan ne emperyalist TC devletinin yapacağı yeni düzenlemeler, ne de PKK'nin devletle uzlaşacağı hususlardır. Tarih tekrar tekrar göstermiştir ki, işçi sınıfının evlatlarını kurtarabilecek olan tek gerçek güç, işçi sınıfının kendisidir.

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Ulusal Sorun

Batı Şeria'daki Eylemler Üzerine

Aşağıda yayınladığımız yazı, İspanya'daki yakın bir EKA sempatizanı tarafından, Filistin'deki işçi hareketini anlatmak ve ondan dersler çıkartmak için kaleme alınmıştır. Bu inisiyatifi selamlıyoruz. Yaşayan nüfusa muzzam bir acı çektiren vahşi emperyalist çelişkilerin varolduğu bölgede, sınıf, proletarya, toplumsal mücadele, proleteryanın bağımsızlığı gibi kavramların, savaş, milliyetçilik, etnik çatışma, dini çelişkiler gibi kelimeler ile üzerleri örtülüyor. Bu nedenle, mevcut hareketler oldukça önem taşıyor ve bütün ülkelerdeki işçiler tarafından bilinmesi gerekiyor. Bize uluslar, halk, hükümetler ve 'özgürleşen' örgütler ile dayanışma öneriliyor. Biz bu tür bir dayanışmayı reddetmeliyiz! Bizim dayanışmamız sadece Filistin, İsrail, Mısır, Tunus ve dünyanın geri kalanındaki işçiler içindir! Ulusal dayanışmaya karşı sınıf dayanışması! Batı Şeria'da Yaşam Pahalılığı, İşsizlik ve Filistin Yönetimi'ne Karşı Kitlesel Eylemler Ortadoğu'da sıklıkla baş sayfalarda askeri katliamlar ve barbarlığın, emperyalist haydutlar arasındaki sivilleri rehin alan rekabet ve her türlüsünden milliyetçi/ulusalcı, etnik ve (kendi çıkarlarına uyacak biçimde 'demokratik' Batı güçlerinin kışkırttığı ve cesaretlendirdiği) dini hareketlerin sonucu olarak; burjuva basınının günümüzde müslüman dünyasını rahatsız eden Muhammed'in resmedildiği karikatürler ve filmlerin neden olduğu huzursuzluk sürmekteyken aslında Eylül ayında işçi sınıfının ve ezilen katmanların yaşamını etkileyen kapitalist krize karşı Filistin'in Batı Şeria bölgesinde gerçekleşen büyük eylem ve grevlerden hiçbirisi bahsetmiyor. Ve bu eylemler yıllardır meydana gelenlerin en büyükleri olma özelliğini taşıyor.[1] Genellikle vahim bir durumda olan Filistin'deki proleterler ve sömürülen nüfus, askeri işgal, kuşatma ve topkeyün bir aşağılanmaya maruz kalan hayatları ve İsrail devletinin neden olduğu acılar sebebiyle, milliyetçiliğin ve islamiyetin etkilerinden kurtulamıyor; İsrail'e karşı 'silahlı direniş' yürüten çeşitli örgütler tarafından zulmedilmekten kurtulamıyor. Diğer bir ifadeyle, büyük ölçüde üstün askeri güç ile karşı karşıya kalarak sunaklarda kurban ediliyorlar. Ancak bu kesin olarak, her türden yanılsama ve aldanmayı (kapitalizm altında 'demokrasi' ve 'ulusal kurtuluş' yalanları, vb.) yıkan, işçi sınıfı içerisideki diğer bölgesel, ulusal, etnik ve diğer bölünmelerin ötesine geçen, enternasyonal ölçekte kitlesel bir proleter mücadelenin olasılığını geliştiren somut ekonomik dünya krizinin etkilerine karşı bir mücadeledir. Grev ve Eylemler Grev ve gösteri dalgasının nedeni başbakan Fayyad'ın başını çektiği hükümetin, besin maddeleri ve petrol fiyatlarına yaptığı zammın açıklanmasıydı. Filistin Yönetimi'ne karşı bu meydan okumanın fitilini ateşleyen de işte bunlardı. İkincisi, bir grup kokuşmuş kariyeristin koruduğu Filistin burjuvazisinin Fayyad'ta[2] kişiselleşmesi. Hatta bunların meşru bir görünüşü de bulunmuyor: 2006'dan beri herhangi bir seçim sirki kurulmamış ve Hamas ile çatışma halinde. Askeri işgal nedeniyle önü kesilen ve İsrail'in ihracat ve ithalat, maaşlar, vegiler ve doğal kaynaklar (Paris görüşmeleri, Oslo anlaşmasına eklenen iktisadi ilavelere teşekkürler) üzerindeki etraflı kontrolünde bulunan Filistin ekonomisinin tamamen dışarından gelen ödeneklerle en asgari sorunlarına bile çözüm getirmekten aciz durumda. Yaz boyunca, hoşnutsuzluk birçok protestoyu da beraberinde getirdi. Örneğin, Temmuz ayının sonunda, Başkan Abbas ile İsrail temsilcisi Shauz Mofaz arasında yapılan görüşmenin ilan edilmesini takiben Ramallah'ta, Filistin polisinin bastırması ile son bulan bir eylem gerçekleşti. Birleşmiş Milletler'e göre %57 olan ve gençler arasında oldukça yaygın hale gelen kitlesel işsizlik ve nüfusun genelinin besin almak için mücadele etmesi ve bu nüfus içerisinde (örneğin, 150 bin kamu işçisinin maaşları düşürüldü) artan hoşnutsuzluk anlamına gelen yaşam zorluğu sürüyorken, 1 Eylül'de açıklanan ücret arttırımı fitili ateşleyen bir nitelik taşıdı. 4 Eylül'den beri yaşam koşullarının iyiye gitmesi için yapılan kitlesel eylemler Batı Şeria'da (Hebron, Ramallah, Jenin, vb'de.) günlerce sürdü. Eylemler aynı zamanda bölgedeki (Paris görüşmeleri) ekonomik yaşamın kontrolünü elinde bulunduran İsrail'e de karşıydı ancak şu açık ki; memnunniyetsizlik bir İsrail-karşıtlığı ya da milliyetçilik ile sınırlı değil. Eylemlerin odak noktası yaşam ve çalışma koşulları. Ramallah'ta gençler “Başta Filistin için dövüşüyorduk, şimdi bir çuval un için savaşıyoruz” diyorlar [3]. Protestoların başında, Abbas, “Filistin Baharı”na sempati ile yaklaşan rakibi Fayyad ile bir güç savaşına girişti. Gösteriler büyüdükçe ve hoşnutsuzluğun ifadesi sadece Fayyad hükümeti ya da Paris görüşmelerine karşı değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi'nin kendisine, başta eylemleri yönlendirme ve hatta örgütlemede rol oynayan, eylemlerin radikalleşmesi ve büyümesinin önüne geçmek için yapabildiği her şeyi yapan Abbas'ın partisi El Fetih'e karşı gelişmeye başladı. Aynı şeyleri, Filistin hükümetini istikrarsızlaştırmak için eylemlerden yararlanmaya çalışan Hamas için de söyleyebiliriz. Ancak Hamas eylemlerin içeriği ile varolan açı farkı ve eylemlerin Gazze'ye sıçraması tehlikesi karşısında geri adım attı. Nablus'ta bir eylemci şöyle diyor: “Bizler hükümete yeter demek için buradayız... Herkes gibi yaşayan ve insanlar ne yiyorsa onlardan yemek isteyen bir hükümet istiyoruz.”[4] Beytüllahim'deki bir afişte şunlar yazıyor: “Reformları konuşmaktan bıktık... diğerinden sonra başka bir hükümet... bir başkandan sonra bir diğeri...ama çürüme hala yerinde duruyor”[5] Jenin'de, eylemciler, asgari ücret, bütün işsizler için iş olanağının yaratılması ve üniversiteye kayıt masraflarının düşürülmesini talep ettiler. Başbakan Fayyad bunun üzerine istifa edebileceğini deklare etti. Kitlesel eylemler, yol kesmeler ve Filistin yönetiminin polisleriyle çatışmalar ile birlikte devam etti. 10 Eylül'de taşımacılık sektöründe, sendikaların itirazları sonucu bir grev başladı. Taksiciler, kamyon şoförleri, otobüs şoförleri kitlesel olarak bu greve katıldılar. Hatta kreş işçilerinin de içerisinde bulunduğu birçok sektörden işçi de bu greve katıldı. Hareket genişledi. Ayın 11'inde üniversite ve lise öğrencileri, genel grev ile dayanışmalarını ifade etmek için 24 saat boykot yaptılar. Bütün Filistin üniversitelerinden işçiler, öğrenciler ile birlikte 13 Eylül'de bir genel grev ilan ettiler. Bu durum karşısında ve sendikalar ile yapılan bir görüşmenin akabinde, hükümet ücret arttırımlarını durdurduğunu, hatta kamu işçilerinin maaşlarının yarısının ödenmeyeceğini ve siyasetçilerin, Filistin hükümetinin yüksek yetkililerinin maaşları ve ayrıcalıklarında kesintiye gidileceğini ilan etti. Ayın 14'ünde, taşımacılık sendikası, Filistin hükümeti tarafından vaadedilen “yapıcı iyileştirmeler” bahanesiyle yapacağı grevi iptal etti. Bunun yanısıra, sonunda kitlesel protestolar geçici olarak yatışmış görünüyordu ancak toplumsal rahatsızlık devame ediyordu. Kamu çalışanları ve ilkokul öğretmenleri sendikası, 17 Eylül'de yapılacak bir eylemle iş durdurmaya gidileceğinin haberini verdi. Sağlık sektöründeki sendikalar 18 Eylül'de, eğer (işçiler için kadro arttırımı, mevkiler arası geçişler ve kademe atlama, vb.) talepleri karşılanmazsa ve hükümet tarafından hala görmezden gelinirse, bir hareket başlatacağını ilan etti. Hareket, Filistin hükümeti tarafından Batı Şeria ile sınırlandırılmış ve kontrol altına alınmış görünüyor. Hareketin Önemi Hareketin özel, somut unsurlarının dışında, onun bütün önemi, gerçekleştiği coğrafyada yatıyor. Bu bölge, hem direkt olarak devletler, hem de çeşitli piyonlar aracılığıyla sürdürülen önüne geçilmez kanlı emperyalist çatışmalar bölgesi.[6] Bütün bunların sonuçlarına katlanmak zorunda kalan ve gerici, milliyetçi ve dini içerikli hareketlerin bereketli toprağı haline gelen siviller[7]. Ancak bütün bunların üzerinde, şuna işaret etmeliyiz ki; bu hareket enternasyonal olarak benzer mücadeleler ile aynı anda meydana geliyor. Geçtiğimiz yaz İsrail'de, yüksek ölçüde silahlandırılmış ve millitarize edilmiş bir devlete, İsrail'e karşı, bütün zayıflıklarına ve demokratik yanılsamalarıyla birlikte yaşam pahalılığına karşı meydana gelen ve 'ulusal birlik' yalanını yoketmeye yönelik ilk adımı temsil eden gösterileri unutmayalım. Mısır'da ABD'nin kayırdığı Mübarek'in gitmesinde önemli rol oynayan büyük işçi grevlerini unutmayalım. Filistin'deki ve her neredeyse, proletarya, baskı altındaki katmanlar şunu anlamalıdır ki; Filistin'de yaşayanların büyük çoğunluğunun dileği olan barış içinde ve şerefli bir şekilde yaşamanın önkoşulu, bölgede bütün sömürülenlerin kitlesel mücadelelerinin bütün ulusal ve dini bölünmelerin ötesinde gelişmesinde yatıyor. İlkin İsrail'deki ve tüm bölgedeki sömürülenler ile Filistin'in ve diğer milliyetçi yalanlar ile süslenmiş 'ulusal birlik' yanılsamasını kırmak onun mücadelesini birleştirecektir; bu da İsrail devletinin ve diğer emperyalist çetelerin kanlı ellerini zayıflatacak olan tek silahtır. 'Silahlı mücadele', farklı milliyetçi ve dini grupların çıkarlarına hizmet etmek demek anlamına geliyor ve bu sadece bitmek tükenmek bilmeyen katliamların, acının ve Filistin'in çürümüş sömürücü sınıfının güçlenmesinin önünü açabilir. Filistin'in sömürülenleri ve dünyanın geri kalanı şüphe etmesin ki eğer kapitalizme karşı kendi sınıf çıkarlarımız için savaşmazsak, ulusalcı ya da ırkın 'kurtuluşu' temelli mücadelelere çekilmemize izin verirsek, 'ülkenin genel çıkarları'na, burjuvazi ve devletlerinin genel çıkarlarına boyun eğersek, günümüzde ve gelecekte bizi bekleyen şey, Mandela'nın ANC'sinin 'kardeşleri' ve 'yurttaşları' Güney Afrika'lı madenciler için reva görülen şey olacak: yoksulluk, sömürü ve ölüm. Draba, 23.09.2012 [1] İsrail işgali ve 'anti-emperyalizm' (örneğin, 'anti-Amerikancılık' ve Amerikan yanlıları) üzerine geniş bilgiye, milliyetçi hareketler ile arası iyi olan, örneğin Küba haber ajansı Prensa Latina ya da İran devlet televizyon ajansı Press TV üzerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. İspanya'daki her türden burjuva solunun (lahaine.org, kaosenlared.net ya da rebelion.org gibi) forumları bu konuya çok fazla ilgi göstermedi. Eğer doğru anladıysak, 'Filistin halkıyla dayanışma', dünya emperyalist satranç tahtasındaki farklı çıkarların desteklenmesi ya da bazı vatansever gayelerin reklamı için kullanılıyor. Eğer Filistin'dekiler 'onların' hükümetlerine karşı mücadele ediyorsa ve 'ulusal birliği' kırmaya çalışıyorsa bu hakkında sözetmeye değer bir konu olmuyor. [2] Hamas'la savaş için, 2007'de ABD'nin baskısıyla Abbas tarafından seçildi. [3] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=517262 [4] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=517618 [5] https://www.maannews.net/eng/ViewDetails.aspx?ID=518944 [6] İran, Suriye ve Hamas arasındaki bağlar, Esad'ın Suriye'si ile onun büyük güçler arasındaki müttefiği Rusya ve onun başlıca bölgesel müttefiği İran ile olan bağlar kadar iyi bilinir. [7] Hamas ve El-Fetih arasında Gazze şeridinin kontrolü için çıkan savaşın 2007'de birçok ölüme ve sivil halk içerisinde çokça acıya -'ulusal kurtuluş' için 'ikincil hasar'a- neden olduğunu unutmayalım. https://www.haaretz.com/news/human-rights-watch-condemns-hamas-fatah-for... ve https://libcom.org/news/palestinian-union-hit-all-sides-25072007

Tags: 

Rubric: 

Filistin

Bir Kuşağın Yokedilişi: Kızıl Kitap

Moskova duruşmaları, nam-ı diğer savcı Vishinsky davası. Büyük temizlik olarak tarihe geçen bu dava binlerce kişinin yargılanıp ölüme mahkum edilerek infaz edilmesiyle son buldu. Belki de tarihteki en büyük siyasi temizlik harekatlarından biriydi. 1936-1938 yılları arasında yaşanan bu tasfiye, stalinist sovyet hükümetinin, ikinci dünya savaşı öncesi yaşanan emperyalist gerilimlere hazırlığının bir parçasıydı. Zira Stalin, kendi iktidarını güçlendirmek için devrim önecesinden gelen ne kadar bolşevik kodro varsa hepsini tasfiye etmek istiyordu. Bu tasfiye süreci ise sovyetlerin baş düşmanı ilan edilen “troçkist terör” suçlamasıyla yapıldı. O yıllarda hayatta olan Troçki'nin büyük oğlu Lev Sedov, yaşanan bu stalinist teröre ve onun argümanlarına karşı dava sürecini yakından takip ederek yaşananların arka planını aydınlatma ve yapılan komployu açığa çıkartmak için “1936 Moskova Duruşmaları Üzerine Kızıl Kitap” isimli kitabı yazdı. Sedov, duruşmalar ve büyük temizlik sürerken 16 Şubat 1938'de Sovyet gizli polisi GPU tarafından katledildi.

Kitap, Kirov'un ölümünün Stalin için nasıl bir işleve sahip olduğunu ve Kirov'un cesedinin Stalin'in elinde muhalefeti bastırmak için bir sopaya dönüşmesi sürecini, yargılamaları ve cinayetin troçkizimle ilişkilendirilmesini anlatmakta. Kirov, Stalin için güçlü bir muhalif olmasa da popüler bir lider olması, sol muhalefete Stalin kadar sert bakmıyor olmasından kaynaklı devre dışı bırakılması gereken biri olarak değerlendirilebilir. Kitapta bu kısımlara çok değinilmese de Kirov cinayetinin Stalin tarafından nasıl örgütlendiğini kanıtlarıyla açıklamakta. Kirov cinayeti, Stalin için bir taşla iki kuş vurmak anlamına geliyordu; ilki Kirov gibi olası bir iktidar adayının, diğeri ise Zivovyev, Kamanev ve diğer devrim öncesi bolşevik kadroların tasfiyesi. Kirov cinayetinin şahidi olan kim varsa, bunlar GPU'nun başındaki Yagoda, Kirov'un yakın arkadaşı Orjonikidze ve birçok insan sırf bu nedenden dolayı ya öldürüldüler ya da intihara zorlandılar.

Sedov duruşmalar sürecini anlatmakla beraber, Kamanev ve Zinovyev'in politik yalpalamalarına da değinerek esasen başlatılan bu dava sürecinin siyasi tahlilini de yapmakta. Aynı zamanda kitapta Stalin'in kendi iktidarını Kirov cinayeti gibi komplolar dışında hangi yöntemlerle de yürüttüğüne de değinilmekte. Sedov'un anlattıklarından hareketle şu sonuçlara varabiliriz: Kamanev ve Zinovyev'in defalarca partiden ihraç edilip geri alınmaları ve her dönüşlerinde Stalin'e biraz daha biat etmeleri onları ölüm mangasının önüne çıkarmaktan kurtaramadı. Bu stalinst rejimin kendi iktidarını güçlendirme süreciydi ve ekim öncesi parti pozisyonlarından kopan bu şahsiyetler, Stalin'in elinde oyuncağa dönüştüler.

O yıllara gelindiğinde parti, eski politik yapısını kaybetmiş ve “Tek Ülkede Sosyalizm”in inşası adı altında kapitalist restorasyonun işçi sınıfı üzerinde hüküm sürdüğü yıllardı. Dolayısıyla sınıfın iktidarından, dünya devriminden kopmuş ve dava sürecine kadar yaşananlardan çok da rahatsız olmamışlardı. Zinovyev ve Kamanev'in Troyka sonrası muhalefeti, Bukharin'in sağ muhalefetin başını çekmesi, bunların hepsi sadece stalinist siyasi iktidarına karşı yapılan bir muhalefetti; dolayısıyla bu zeminden marksist bir siyaset üretilmesi mümkün değildi, zira marksizmle ara epey açılmıştı. Bu noktaya gelindiğinde ise zaten yapacak çok fazla şey yoktu.

Kitap yazıldığı yıllarda muhallefetin elinde Stalin'in komplarına karşı önemli bir argüman olmuş olabilir. Hatta bugün dahi, stalizme karşı bir argüman olarak kullanılabilir. Fakat bugünden kitabın yazıldığı döneme bakarsak, belli eleştiriler getirmek durumundayız. Sedov ve özellikle de Troçki'nin hatası sovyetlerin, hala bir işçi devleti olabileceği yanılsamasına sahip olmalarıydı. Bu nedenden dolayı, Stalin'in tasfiyesi üzerinden muhalefet etmekteydiler. “Sol Muhalefet”, Stalin'in kirli oyunlarının teşhir edilmesiyle sovyetlerde güç kazanacağını da hesaplamaktaydı. Kitabın da bu amaçla kaleme alınması normal olarak rasyonal görünmekte. Fakat kapitalizmin işçi sınıfı üzerinde iktisadi ve siyasi hüküm sürdüğü sovyerlerde, troçkist hareketin ya da Troçki'nin işçi sınıfı ve dünya devrimi açısından şansı neydi? Troçki'nin o günkü yaklaşımını ele alırsak, bir şansa sahip olabilmesi mümkün değildi. Belki de devrimin yenilgiye uğradığı ve karşı-devrimin zafer kazandığı görülseydi, sovyetlerdeki sorunun Stalin'le başlamadığını ve Stalin'in gitmesiyle bitmeyeceği anlaşılabilirdi.

Sedov bu kitabı yazarak sovyetlerdeki devlet kapitalizminin inşasının siyasi hesaplaşmalarını görme şansını bize sağlamış oldu. Kitap, aynı zamanda Stalin iktidarının harcını bolşeviklerin kanıyla kararken nasıl bir profesyonal katil olduğunu gözler önüne sermekte. Kapitalizm, Bolşevik partinin Ekim Devrimi kuşağından Stalin'in şahsında Moskova Duruşmalarıyla öcaldığını söyleyebiliriz. Bu trajedinin tanıklığını yapan Kızıl Kitap okunmayı hak ediyor.

Süleyman

Tags: 

Rubric: 

Kitap Değerlendirmesi

Kemalizme Karşı Komünizm (3)

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

 

 

 

 

 

 

Komünist Enternasyonal ve Türkiye

1918'in Aralık ayının sonlarına doğru, Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) liderleri, işçi sınıfı için ölmüş olan İkinci Enternasyonal'e karşı yeni bir Enternasyonal kurulması için şartların olgunlaştığına karar verdiler. 24 Aralık 1918'de, Moskova'da radyodan bütün dünya komünistlerine, devrimci Üçüncü Enternasyonal etrafında birleşmeleri çağrısı yayınlandı. Çağrı Alman Devrimi'nin patlak vermiş olduğu yıllardı yapılmıştı ve Bolşeviklerin en önde gelen ismi Lenin, yeni Enternasyonal'in kongresinin Almanya'da, ya da en azından gizli olarak Hollanda'da yapılabileceğini umuyordu. Kısa süre içerisinde Almanya'da iç savaş koşulları oluşması ve Rusya'nın çembere alınmış olması bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. En nihayetinde, Üçüncü, veya Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi, 2 ile 6 Mart tarihleri arasında, 22 ülkeden 35 örgütün 51 temsilcisinin katılımıyla gerçekleşecekti. Bu 51 kişiden yalnızca dokuzu Müttefiklerin çemberini aşıp Rusya'ya ulaşabilmişlerdi – geri kalanları zaten Rusya'da yaşamakta olan yabancı militanlardı.1

Komünist Enternasyonal'in Birinci Kongresi'nde, ulusal sorun konusu ele alınmadı. Bu noktada, Enternasyonal'in kurucuları, devrimin bir sonraki adımının Almanya olacağı, bu noktadan sonra ise dünya devriminin pek de zorlanmadan zafere ulaşacağı kanısındaydılar. Öte yandan, uluslararası devrimci dalgayla birlikte ortaya çıkmış olan komünist hareket içerisinde, ulusal soruna dair bu dalgadan da öncesine, İkinci Enternasyonal'in devrimci sol kanadına dayanan bir tartışma vardı. Komünistleri eski Enternasyonal'den ayrışmaya iten, savaş ve savaşta burjuva devletlerin ve milliyetçiliğin desteklenmesine karşı çıkmak olmuştu. Fakat ulusal kurtuluş savaşlarında, işgal altındaki küçük bir ülkede, işgal eden devlete karşı direniş hareketlerine destek verilmeli miydi? Büyük devletlere karşı milliyetçi hareketler, doğaları burjuva olsa dahi devrimci proletaryanın müttefiki sayılabilirler miydi? Bu noktada bu soruların, özellikle ikinci sorunun cevabını büyük ölçüde sadece teorik düzeyde vermek mümkündü, zira pratikte bu soruya dair yeterli veri olduğu söylenemezdi. Bu yüzden ulusal soruna dair tartışma büyük ölçüde teorik bir tartışma olarak başlamıştı.

Bu tartışma, tamamen Birinci Dünya Savaşı ile birlikte büyük bir önem kazanan emperyalizm tartışması tarafından belirlenmese de, en azından onunla bağlantılıydı. Ezilen bir ulustan olan Rosa Lüksemburg'un emperyalizm teorisi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganını, dolayısıyla ulusal kurtuluş sloganını reddediyordu. Öte yandan radikal ve önemli bir Bolşevik militan olan Nikolai Bukharin'in özellikle emperyalizmin iktisadi tahliline dair ortaya koydukları Lenin'in bu konudaki görüşlerinin şekillenmesini ciddi bir biçimde etkileyecekti. Buna rağmen Bukharin de ulusların kendini kaderini tayin hakkı fikrini, dolayısıyla da ulusal hareketlerin desteklenmesini reddetmekteydi. 1915'te Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh ile birlikte kaleme aldığı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler ismindeki metinde ifade edilen bu fikirler, devrim sonrasında Rus Komünist Partisi içerisinde oluşun, ve ilk yıllarında Bukharin'in en önemli ismi olacağı sol komünist eğilim tarafından da savunulmaya devam edecekti:

Emperyalist dönem, ufak devletlerin büyük devletlerce emilmesi ve dünya haritasının  daha fazla devlet homojenliğine doğru sürekli tekrar çizilmesi dönemidir. Bu emilim  sürecinde, pek çok ulus muzaffer ulusların devlet sistemine eklemlenecektir.

Modern kapitalist dış siyaset, finans sermayesinin egemenliğiyle yakından bağlıdır ki finans sermayesi kendi varoluşunu tehdit etmeden emperyalizm politikasını terk edemez. Dolayısıyla kapitalist ilişkiler çerçevesinde kalırken dış politika alanında anti-emperyalist talepler ileri sürmek aşırı derecede ütopik olacaktır.

(...)

Dolayısıyla ulusların tahakkümüne karşı mücadele etmek, emperyalizme karşı mücadele etmeden mümkün değildir. Emperyalizme karşı mücadele finans sermayesine karşı mücadele demektir; finans sermayesine karşı mücadele ise genel olarak kapitalizme karşı mücadele demektir. Bu yoldan dönmek ve kapitalist toplumun sınırları içerisinde 'ulusların kurtuluşu' gibi 'kısmi' talepleri öne sürmek proleter güçleri sorunun gerçek çözümünden saptırır ve onları bahsi geçen ulusal grupların burjuvazisiyle birleştirir.

(...)

Büyük güç olan bir ulusun işçilerinin şövenizmine karşı 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganını tanıyarak mücadele etmek, bu şövenizme karşı ezilen 'anavatan'ın kendisini savunma hakkını tanıyarak mücadele etmek demektir.

(...)

Dolayısıyla buradan şu sonuç çıkar ki hiçbir durumda ezilen bir ulusun ayaklanmasını veya isyanını bastıran büyük bir gücün hükümetini desteklemeyiz. Aynı zamanda proleter güçleri 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında seferber etmeyiz. Görevimiz, iki ülkenin proleterlerini (birbirleriyle ortaklaşa olarak), 'ulusların kendi kaderini tayin hakkı' sloganı altında güçlerin seferber olmasına karşı sosyalizm için iç savaş, sınıf savaşı sloganı altında seferber etmektir.2

Buna karşı Bolşeviklerin lideri Lenin, emperyalizmin ekonomik tahlili konusunda, büyük ölçüde yukarıdaki görüşlerle uzlaşan Lenin, Bukharin ve arkadaşlarının çıkardıkları bu sonuçlara, 1916'da kaleme alacağı Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı isimli yazısında şöyle cevap verecekti:

Finans sermayesi, yayılma güdüsüyle, hür ülkelerin en özgür, en demokratik ve cumhuriyetçi hükümet ve seçilmiş görevlilerini, ne kadar 'bağımsız' olurlarsa olsunlar, 'özgürce' satın alacaktır. Finans sermayesinin bu egemenliği, sermayenin genel egemenliği gibi, siyasi demokrasi alanında hiçbir türk reformle ortadan kaldırılamaz ki kendi kaderini tayin tamamen ve sadece bu alana aittir. Öte yandan, finans sermayesinin egemenliği sınıfsal baskı ve sınıf mücadelesinin daha özgür, daha geniş ve daha özel biçimi olarak siyasi demokrasinin önemini zerre kadar ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla siyasi demokrasi taleplerinden birininin iktisadi olarak 'kazanılmasının münkün olmadığı' yönündeki bütün argümanlar, kendilerini kapitalizm ve siyasi demokrasi arasındaki genel ve ilişkilerin teorik olarak hatalı bir tanımına çekmiş olurlar.

(...)

Yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkının değil, siyasi demokrasinin bütün taleplerinin, emperyalizm altında ancak eksik ve kötürüm biçimde, nadir istisnalar olarak 'kazanılması mümkündür' (...) Bu, bütün bu talepleri, reformist değil devrimci bir biçimde; burjuva yasallığının çerçevesine sınırlı kalarak değil onu aşarak; parlamenter nutuklar ve sözlü kınamalarla sınırlı kalarak değil kitleleri gerçek eyleme çekerek, her tür temel, demokratik talebi proletaryanın burjuvaziyle doğrudan kavgasına, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek sosyalist devrime kadar ve onu kapsayacak şekilde formülleştirip ileri sürmek gerektiğini gösterir.

(...)

Ezen ulusların proletaryası, ilhaklara karşı ve ulusların genel hak eşitliği için şabloncu, bütün pasifistlerce tekrarlanan genel laflarla yetinemez. Proletarya, emperyalist burjuvazi için özellikle 'cansıkıcı' olan, devletin ulusal baskıya dayanan sınırları sorunlarını görmezden gelemez. Ezilen ulusların zorla mevcut devlet sınırları içinde tutulmasına karşı mücadeleden vazgeçemez; ve da bu tam olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmektir. Proletarya 'kendi' ulusu tarafından ezilen sömürgelerin ve ulusların politik ayrılma özgürlüğünü talep etmek zorundadır.

(...)

Öte yandan ezilen ulusların sosyalistleri, özel olarak ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçileri arasında mutlak (ve ayrıca örgütsel) birlik sağlamak için mücadele etmek durumundadır. Böylesi bir birlik olmadan, burjuvazinin dolapları, ihanetleri ve hileleri karşısında bağımsız bir proleter siyaset sürdürmek ve başka ülkelerin proletaryasıyla sınıf dayanışmasına sahip olmak imkansız olacaktır; zira ezilen ulusların burjuvazisi her zaman ulusal kurtuluş sloganını bir işçileri yanıltma aracına dönüştürür; iç siyasetinde bu sloganları hakim ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır.3

Lenin'in ortaya attığı argümanların belki de en zayıf noktası, bir tarafta işçilerin vatanı yoktur sloganı varken, komünistlerin siyasetinin ezen ulustan mı ezilen ulustan mı geldiklerine göre ciddi bir farklılık göstermesi gerektiği düşüncesiydi. Bunun haricinde, emperyalizm koşulları altında devrimcilerin ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişkilenişlerinin olanaklarına dair sınanması gereken de, işçi sınıfının ve sosyalist mücadelenin böylesi bir ilişkiden kazançlı çıkmasının mümkün olduğunu düşünen Lenin'in tezleriydi. 1917 Ekim devriminin hemen ardından Bolşevikler bu tezleri, eski Rus İmparatorluğu coğrafyası içerisinde uygulamaya başladılar. Rosa Lüksemburg, bu politikanın sonuçlarına 1918'de yazdığı Rus Devrimi ismindeki eserinde değinecekti:

Açık ki Lenin ve yoldaşları, Rus İmparatorluğu içerisindeki pek çok yabancı halkı  devrim davasına, sosyalist proletaryanın davasına bağlamanın, devrim ve sosyalizm  adına bu halklara kendi kaderlerinin tayin etmek için en aşırı ve en sınırsız özgürlüğü  vermekten daha kesin bir yöntemi olmadığını hesap etmişlerdi (...) Maalesef, hesap  tamamen yanlıştı.

Lenin ve yoldaşları, açıkça, 'ayrılma' noktasına kadar ulusal özgürlüğün savunucuları  olarak Ukrayna, Polonya, Litvanya, Baltık ülkeleri, Kafkaslar ve benzerini Rus  Devrimi'nin bir sürü sadık müttefikine dönüştüreceklerini beklerlerken, tam aksi bir  manzaraya tanık olduk. Arka arkada bu 'uluslar', yeni kazandıkları özgürlüğü Rus  Devrimi'ne karşı can düşmanı Alman emperyalizmiyle müttefik olmak ve Alman  koruması altında karşı-devrim bayrağını Rusya'nın kendisine taşımak için kullandılar.  Brest'te Ukrayna'yla ilgili oynanan ve görüşmelerde olayların akışında belirleci bir  dönüşüme neden olup o noktaya kadar Bolşeviklerin iyi gittiği bütün içsel ve dışsal  durumu çökerten küçük oyun bu durumun mükemmel bir örneğidir. Finlandiya'nın,  Polonya'nın, Litvanya'nın, Baltık ülkelerinin, Kafkas halklarının davranışları, en ikna  edici biçimde istisnevi bir durumla değil, sıradan bir olguyla karşı karşıya  olduğumuzu göstermektedir.

Şüphesiz, bütün bu vakalarda, gerici politikalara bulaşan 'halk' değil, yalnızca kendi  proleter kitlelerine en keskin düşmanlıkla 'ulusların kendi kaderini tayin hakkını' kendi  karşı-devrimci sınıf politikalarının bir aracına dönüştüren burjuva ve küçük burjuva  sınıflardı. Öte yandan – ve burada sorunun kalbine geliyoruz – bu milliyetçi sloganın  ütopik, küçük burjuva niteliği tam da burada yatmaktadır: sınıflı toplumun yavan  gerçekliklerinin arasında ve sınıfsal çelişkiler sonuna kadar keskinleşmişken, bu  slogan basitçe burjuva sınıf iktidarının bir aracına dönüşür. Bolşevikler, hem  kendilerinin hem de devrimin büyük yaralar alması pahasına, kapitalizmin hükmü  altında halkların kendi-kaderini tayini diye bir durumun söz konusu olamayacağını,  sınıflı toplumlarda ulusun her sınıfının farklı bir biçimde 'kendi kaderini tayin ettiğini'  ve burjuva sınıflar için, ulusal özgürlüğün dayanağının tamamen sınıf hükmününkine  tabi olduğunu öğreneceklerdi.4

Rus Devrimi'nin yazılmasının ardından da Rosa Lüksemburg'un verdiği örneklere yenileri eklenmeye devam edecekti. Esasında, daha 1918'de Ekim Devrimi'nin deneyimleri ve pratikleri Lenin'in bu konudaki görüşlerini çökertmeye yeterliydi. Lenin'in bu konudaki tezleri tekrar tekrar pratikte sınanmış ve her defasında başarısız olmuştu. Öte yandan, Lenin'in farklı görüş ve tutumlarının da Ekim Devrimi'nin kendisinin gerçekleşmesinde çok büyük katkıları olmuştu. Komünist hareket içerisinde olup Lenin'i eleştirebilmek, Lenin'in kendisinden dolayı değil ama Lenin'e duyulan devasa saygı ve daha şimdiden huşuya yaklaşmaya başlamış olan hayranlık nedeniyle kolay değildi. Böylesi eleştirileri hareketin geri kalanına kabul ettirebilmek ise giderek zorlaşmaktaydı. Hareket içerisinde Lenin'in etkisine denk bir etkiye sahip olabilecek niteliklere sahip Rosa Lüksemburg'un Ocak 1919'da karşı-devrimciler tarafından katledilmesi, yalnızca Alman proletaryasının değil bütün komünist hareketin ağır bir kaybı olacaktı.

Ulusal soruna dair tartışma, Komünist Enternasyonal'in Temmuz 1920'de gerçekleşen İkinci Kongresi'nde, özellikle sömürgeler sorunu üzerine yeniden ortaya çıkacaktı. Alman Devrimi'nin başarısız olmasının getirdiği çaresizlik, Bolşevikleri çaresizliğe itmişti, ve bu çaresizlik altında sömürgelerde Batı güçlerine karşı bir kalkışmanın devrime faydalı olabileceği fikri oluşmaya başlamıştı. Bu fikirler, Lenin'in ulusal soruna dair eski düşünceleriyle de uluşmaktaydı. Bu noktada, Lenin, bu tartışma için kaleme aldığı Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler isimli metinde şunları söyleyecekti:

Daha geri devletler ve uluslara dair (...) şunları akılda tutmak özellikle önemlidir:

İlkin, bütün Komünist partiler, bu ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerine destek vermelidirler, ve en faal desteği sağlamak görevi temelde geri ülkenin sömürge olarak veya finansal olarak bağımlı olduğu ülkenin işçilerine düşmektedir.

İkinci olarak, geri ülkelerde ruhbana ve diğer etkin ve ortaçağdan kalma unsurlara karşı mücadele etmek gereklidir.

(...)

Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerini komünist renklere boyamaya çabalarına karşı kararlılıkla mücadele etmek gereklidir; Komünist Enternasyonal sömürgelerde ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik ulusal hareketleri ancak bu ülkelerde geleceğin proleter partilerinin, sözde değil gerçekten komünist olacak unsurlarının bir araya gelmesi ve özel görevlerini, yani kendi ülkelerindeki burjuva-demokratik hareketlere karşı mücadele görevlerini anlayacak şekilde eğitilmeleri koşuluyla destekleyecektir. Komünist Enternasyonal Sömürge ülkelerde ve geri ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifak yapmak durumundadır, fakat onunla birleşmemelidir, ve her durumda, cenin halinde olsa dahi proleter hareketin bağımsızlığını müdafa etmelidir.5

Lenin'in burada ifade ettiği düşüncelerin eski görüşlerinden ayrıldığı bir nokta vardı. Lenin, daha önce ezilen ve ezen uluslardan komünistlerin bu konudaki tutumlarının farklı olması gerektiğini ifade etmişti. Tezlerde ifade ettiği görüşler, her ne kadar eski düşüncelerinin izlerini taşıyor olsa da, şimdi ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek Komünist Enternasyonal'in bütün partilerinin alması gereken bir tutum olmuştu. Nihayetinde, eğer Enternasyonal'in bu hareketlerin egemenlik alanındaki örgütleri de bu hareketleri desteklemezse, verilecek böylesi bir destekten medet umulamazdı. Dahası ruhbana ve benzeri kesimlere karşı mücadele edilmesi gerektiği fikri, böylesi ülkelerdeki komünistlerin çizgisini burjuvaziyle karşı sınıf mücadelesinden uzaklaştırıyor, demokratik burjuvazinin, geçici olarak tanımlansa da, bir müttefiki konumuna sokuyordu. Bolşevikler tarafından kendilerine özgürlük verilen ulusal burjuvaziler, bu cömert hediyeye karşılıklarını kendilerini karşı-devrimin kollarına atarak ödemişlerdi. Lenin, ulusal hareketlere koşulsuz destek sunmuyordu fakat Komünist Enternasyonal'in destekleyeceği burjuva demokratik ulusal hareketlerin böylesi bir tutuma nasıl karşılık verecekleri de sınanacaktı. Lenin ve arkadaşları böylesi hareketlerle geçici hareketlerle geçici bir ittifak yapmak istiyorlardı, fakat böylesi hareketler kendi sınırları içerisinde komünist örgütlenmelere ve proleter hareketin bağımsız olmasına tahammül edecekler miydi?

Komünist Entnernasyonal'in İkinci Kongresi, Enternasyonal'in pratik tutum alışlarına dair pek çok kararın alınacağı bir kongreydi. Öte yandan tarih, alınan kararlardan ziyade bu kararlara muhalefet edenleri haklı çıkartacaktı. Parlamenterizm konusunda, seçimlere girme yönelimine karşı çıkanların başını İtalyan sol komünist Amadeo Bordiga ve İngiliz sol komünist Sylvia Pankhurst çekecekti. Amerikalı radikal komünist John Reed ve İrlandalı devrimci Jim Larkin, gerici sendikalar içerisinde çalışma yapıp bu sendikaları fethetme tutumuna karşı çıkacaklardı. Ulusal sorun konusunda ise, Lenin'in görüşlerine muhalefet edenler, geri ülkeler ve sömürgelerden gelenler olacaktı. Bu konuda, Lenin'in görüşlerini eleştirenlerin ilki, M.N. Roy isminde bir Hintliydi. M.N. Roy, radikal milliyetçilikten geliyordu ve her ne kadar kendisini bir marksist ve bir komünist olarak ifade ediyor olsa da, milliyetçiliğin etkisinden kopamamıştı. M.N. Roy, özü itibarıyla desteklenecek hareketlere burjuva demokratik ulusal hareketler denilmemesini, bunun yerini milli devrimci hareketler denilmesi gerektiğini savunmuştu. Bunun temellendirmesini, bu hareketleri burjuvazinin eline bırakılmaması fikri üzerinden yapıyordu. Roy Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler'inde şöyle demekteydi:

Yabancıların egemenliği toplumsal yaşamın özgürce gelişmesini engellemektedir; dolayısıyla devrimin ilk adımı yabancı egemenliğini ortadan kaldırmaktır.

(...)

Sömürgelerde yabancı egemenliğini devirme mücadelesi, ulusal burjuvazinin ulusal hedeflerini korumak değil, sömürgelerdeki proletaryanın kurtuluşunun yolunu açmaktır. İlk dönemde, sömürgelerdeki devrim komünist olmayacaktır; fakat eğer başından itibaren komünist öncü böylesi bir hareketin başında olursa, onun altında devrimci kitleler doğru yola girerler ve devrimci deneyimin kademeli birikimi sonucu gizli bir hedefe ulaşırlar. Tarım sorununu baştan salt komünist ilkelere göre çözmeye çalışmak bir hata olur. Gelişiminin ilk aşamasında sömürgelerdeki devrim toprağın dağıtılması gibi tamamen küçük burjuva taleplere dayalı bir programla gerçekleştirilmelidir.

(...)

Şüphesiz, bu kitlelerin gerçekleştireceği devrim ilk aşamada komünist bir devrim olmayacaktır, doğal olarak devrimci milliyetçilik ilk aşamada bir rol oynayacaktır. Fakat her halükarda, devrimci milliyetçilik de Avrupa emperyalizminin çöküşüne yol açacaktır.6

Lenin, Roy'a büyük bir ilgi ve sıcaklık gösterecek, onun ancak sağdan olarak tarif edilebilecek olan eleştirilerine büyük bir önem atfedecekti ve Roy'un tavrı nedeniyle alınan kararlarda burjuva demokratik hareketler yerine ulusal devrimci hareketler ifadesi kullanılacaktı. Öte yandan, uzun yıllardır Bolşevik Partisi militanı olmuş ve İran işçi sınıfı içerisinde çalışma yürütmüş İranlı komünist Avetis Sultanzade'nin yapacağı tamamen yerine uyarılara kongrede cevap bile verilmeyecekti:

Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı salt komünist bir hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir.7

Aynı şekilde, Batı emperyalizmine karşı cihat çağrısı yapan Bakü Doğu Halklar Kongresi'nde, Sultanzade ve Mikhail Pavlovich'in Lenin'in ricası üzerine birlikte yazdıkları, ve büyük ihtimalle dönemin Milliyetler Komiseri olan Stalin ve onun İranlı yandaşları ile arası açık olduğu için Sultanzade'nin değil Pavlovich'in sunduğu8 raporda yapılan ve ne denli öngörülü oldukları çok geçmeden anlaşılacak değerlendirmeler de adeta duyulmayacaktı:

Kapitalist düzenin çerçevesi içinde, emekçi kitlelerin çıkarlarını ifade etmeyip burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden tüm yeni kurulmuş devletler, yeni bir baskı ve zor aracı, savaş ve şiddetin yeni unsurlarıdır.

Eğer İran, Hindistan ve Türkiye'deki mücadele yalnızca bu ülkelerin kapitalistlerinin ve toprak sahiplerinin, milli meclisleri ve senatolarıyla iktidara gelmesine yol açarsa, halk kitleleri hiçbir şey kazanmamış olurlar.

Bütün yeni kurulmuş devletler, olayların gidişatının kendisi ve kapitalist ekonominin kanunlarının demir mantığı tarafından militarizm ve emperyalist siyasetin korkunç döngüsüne hızla çekileceklerdir, ve onbeş yirmi yıl içerisinde, kara, sarı ve beyaz kıtalardan on değil yüz milyonlarca askerin katılacağı, getireceği vahşet 1914-1918 savaşını önemsiz kılacak yeni bir dünya savaşına tanık oluruz – Fransız, Alman, İngiliz, Hintli, Çinli, İranlı ve Türk bankacı ve fabrikatörlerinin çıkarına yeni bir savaş.

Eğer iktidar zenginlerin, spekülatörlerin ve toprak sahiplerinin elinde kalırsa yeniden doğmuş, güçlü bir Türkiye'nin kurulmasının sonucu ne olur? Yakın geçmişin sunduğu örnekler – Enver Paşa'nın savaş yanlısı politikası ve Gürcistan ve Ermenistan gibi özgürlüğüne yeni kavuşmuş bağımsız burjuva devletlerin davranışları – söylediklerimin yeterli suretleridir.

Enver Paşa'nın Türkiye'si, tüm Batı halklarının Doğu'ya karşı savaşta birlik olması gerektiği çağrısı yapan Wilhelm'in Almanya'sıyla ittifak yapmıştır. Brest konferansında Türk temsilcilerin tavrı mide bulandırıcıydı. Öte yandan Türk milliyetçileri korkunç Brest barışının koşullarından tatmin olmadılar.

Türkiye Ardahan, Kars ve Batum'u aldı. Dahası Türk güçleri daha da ilerleyerek Akhaltsykh ve Alexandropol'ü aldılar. Gürcistan'ı ancak Almanya'nın müdahalesi kurtardı. Sonra Türkler kendilerini Azerbaycan'a attılar ve Bakü'yü aldılar. Türklerin Bakü'deki iki aylık iktidarı, Kafkas proletaryasının kalesi olan bu şehrin uzun acılarla dolu tarihinin en kara sayfası oldu.

(...)

Kitleler, hem yerli hem yabancı efendilerine karşı ayaklanmalıdırlar. Eğer milli devrimci hareket, yerel burjuvazinin Hint, Pers vs. parlamentolarıyla hükmettiği yeni, güçlü Doğu devletlerinin kurulmasına yol açarsa, o zaman onbeş yirmi yıl içerisinde 1914-1918 savaşının bütün dehşetini solda sınıf bırakacak korkunç bir savaş daha yaşarız.9

Parlamenterizm ve sendikalar meselelerindeki muhalefetler gibi, ulusal sorunda Komünist Enternasyonal çizgisine karşı yapılacak muhalefet de etkili olmayacaktı. Dahası, Enternasyonal'de bu tartışmalar süredursun, Sovyet Rusya'nın dış işleri ve diplomasisi partide çoktan kabul edilmiş bu esaslara dayanarak işe koyulmuştu. Sovyet Rusya, Anadolu'da patlak verecek bir ulusal hareketi desteklemeye kararlıydı. Peki dağınık Türk milliyetçisi hareketin başına geçen Mustafa Kemal, Sovyet Rusya ve Komünist Enternasyonal'e dair ne düşünüyordu? Daha 1919'un Haziran ayında, Rusya'dan Anadolu'ya gelmiş olan General Semyon Mikhailovich Budyonny Mustafa Kemal ile görüşmüştü, ve aralarında geçen şöyle bir konuşma geçecekti:

"-Acaba Paşa Hazretleri, Anadolu’da kurulacak rejim için nasıl bir rejim düşünüyorsunuz?

-Tabii Sovyetler’in Şuralar Hükümeti’ne benzer bir hükümet tarzı!

-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim?

-Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz.  10

1919'un Eylül ayında, Enver Paşa'nın amcası olan ve daha İstanbul'dayken Mustafa Kemal ile birlikte çalışmaya başlayan Halil Paşa, para ve silah yardımı almak için Moskova'ya gönderildi. Kendisi gibi İttihatçılardan oluşan heyetiyle birlikte, Rusya'da bir yandan da Ermenilerin Bolşevizmin önünde en büyük engel olduğunu iddia ederek siyasi faaliyetlere de girişecek olan Halil Paşa, 1920 ortalarında, 100,000 lira değerinde altın ve bir miktar silah ve cephaneyle birlikte Anadolu'ya dönmeyi başaracaktı.11 Öte yandan görünen o ki, bu yeteri kadar hızlı olmayacaktı. 26 Nisan 1920'de, TBMM'nin kuruluşundan üç gün sonra Mustafa Kemal, Lenin'e şu mektubu yazacaktı:

Emperyalist hükümetlere karşı harekatı ve bunların egemenliği ve sömürüsü altında ezilen insanların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslarla çalışma ve hareket birliğini kabul ediyoruz.

Bolşevik güçleri Gürcistan üzerine askeri harekat yapar ya da izleyeceği politika ve göstereceği etki ve nüfuz ile Gürcistan’ın da Bolşevik birliğine girmesini ve içlerindeki İngiliz güçlerini çıkarmak için bunlara karşı harekâta başlamasını sağlarsa, Türkiye Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine bir askeri harekatı yönetmeyi ve Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik devletleri grubuna sokmayı yükümlenir.

Önce milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist güçleri kovmak veilerde emperyalizme karşı meydana gelecek ortak mücadelelerimiz için iç güçlerimizi kurmak üzere şimdilik, ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak sayıda cephane ve diğer savaş makine ve araçlar ve sağlık araçlarının ve yalnız doğuda harekat yapacak güçler için yiyeceklerin Rus Sovyet Cumhuriyeti’nce sağlanması rica olunur.12

Bu mektubun ardından resmi olarak başlayan ilişkiler kapsamında, Sovyet Rusya Mustafa Kemal ve başını çektiği milliyetçileri, 1920'de 3,065,000 altın ruble ve 100,000 Osmanlı altını, 1921'de 9,400,000 altın ruble ve 1922'de 4,600,000 altın ruble olmak üzere, toplam 10,791,412 lira değerinde para yardımı yapacaktı.13 Ayrıca Rusya, Kemalistlere toplam 37,812 tüfek, 324 ağır ve hafif makinalı ve 44,587 sandık mermi gönderecekti.14

Mustafa Kemal'in mektupları, emperyalizme karşı sloganları, kurmaylarının Ruslar gibi komiser ismini kullanması hep Lenin ve arkadaşlarının hoşuna giden jestlerdi. Öte yandan, burjuva diplomasisinde çok sık gerçekleştiği üzere, Mustafa Kemal'in Bolşevizme dair gerçek düşünceleri ve niyetleri, Ruslara söyledikleri değildi. 22 Eylül 1919'da Sivas'ta bulunan Amerikalı General James G. Harbord ile görüşmesinde, Mustafa Kemal şu sözleri sarf edecekti söyleyecekti:

Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal bünyemiz gözönüne alınırsa bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye'de ne kapitalist ne de milyonlarca işçi vardır. Bir toprak problemi de önümüze dikilmiş değildir. Toplumsal bakış açısından, dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Gerekli olursa hatta Türk milleti ona karşı savaşmaya hazırdır.15

Mustafa Kemal, daha 1919'da sarf ettiği bu sözlerle, kuracağı devletin ideolojisinin 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz' kısmının nereden geldiğini de göstermekteydi. Lenin ve yoldaşlarının ulusal sorun konusundaki tutumları, onların diplomatik ilişkiler tarihinde pek karşımıza çıkmadığı şekliyle, Mustafa Kemal'in lafazanlığına adeta tav olmalarına neden olmuştu. Oysa Mustafa Kemal, kendisi ve arkadaşları için Sovyet Rusya ile ilişkinin ne anlama geldiğini sonrasında gayet net bir şekilde ortaya koyacaktı:

O zaman bir sırat köprüsü geçmek zorundaydık. Meşhur sözdür, köprüyü geçene kadar... dayı dedik vesselam! 16

Gerdûn

2Bukharin, Nikolai, Yuri Pyatakov ve Yevgeniya Bosh. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler”. 1915. https://thecommune.co.uk/ideas/what-is-capitalism/imperialism/theses-on-...

3Lenin, Vladimir. “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”. 1916. https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/jan/x01.htm

5Lenin, Vladimir. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler”. 1920. https://marxists.anu.edu.au/archive/lenin/works/1920/jun/05.htm

6Roy, M.N. “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Ek Tezler”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch...

7Sultanzade, Avetis. “Komintern İkinci Kongre Konuşması”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch...

8Chaqueri, Cosroe. “Sultanzade: The Forgotten Revolutionary Theoreticianof Iran: A Biographical Sketch ”. Iranian Studies, Cilt XVII, No. 2-3, Bahar-Yaz 1984 . s. 216-7

9Pavlovich, Mikhail. “Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Raporu”. 1920. https://www.marxists.org/history/international/comintern/baku/ch05.htm

10Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 34

11Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 43-5

12Çolak, Bilgihan. “Atatürk Dönemi Türk-Rus İlişkileri”. Trakya Üniversitesi, Edirne, 2007. s. 46

13Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 107

14Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 101

15Tevetoğlu, Fethi. “Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler”. Ankara. 1967. s. 304

16Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta. 2010. s. 34

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Kemalizme Karşı Komünizm (4)

Kafkaslar ve Orta Asya'da Bolşeviklerle İttihatçılar Arasında Savaş Esirleri

Savaş kaybeden tüm ülkelerde olduğu üzere, Birinci Dünya Savaşı sırasında çok ciddi miktarda Osmanlı İmparatorluğu askeri ve subayı esir düşmüşlerdi. Bu rakam, Osmanlı'nın savaşmakta olduğu ülkelerin tamamına esir düşen toplam kişi sayısı olarak 145,000 kişiyi bulmaktaydı.1 Bu rakamın yaklaşık 21,400'ü er, 1180'i subay, 250'si de sivil olmak üzere, 22,830'ü Çarlık Rusya'sına esir düşmüşlerdi. Erlerin yaklaşık 18,00'i, subayların ise 400'ü nihayetinde ülkelerine döneceklerdi.2 Savaşın ardından Rusya'daki devrime tanıklık edecek bu kişilerin, bahsi geçen 145,000 kişinin geri kalanına nazaran en ilginç esaret deneyimini yaşadıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu esirlerin koşullarına dair değinilmeye değer olan bir diğer önemli nokta, esir düşleri bölgede Azeriler, Tatarlar, Başkırlar gibi aynı dili konuştukları pek çok kesim olmasıydı. Ayrıca, savaş sonrası dönemde, Kafkaslar ve Orta Asya pek çok İttihatçı için de bir sığınak haline gelecekti. Tüm bu unsurlar, devrimin ardından Kafkaslar ve Orta Asya'yı, Türkiye'deki gelişmeleri de etkileyecek bir bölge yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Rusya sınırları içerisinde pek çok milletten hatrı sayılır miktarda savaş esiri bulunmaktaydı. Bolşevikler, bu savaş esirleri arasında siyasi çalışma yapmanın, uluslararası harekete faydalı olacağını düşünerek hem savaş yıllarında, hem de savaş sonrası dönemde böylesi bir pratik içerisine girmişlerdi. Bu doğrultuda, esirler arasında destekçi kazanmaya çalışıyorlardı. Osmanlı kökenli savaş esirleri de, bu çabaların hedeflerinden biriydi. Bu kesim içerisinden öne çıkan isim ise Mustafa Suphi isminde İttihatçılara muhalif eski bir Türk milliyetçisi olacaktı. 1882'de doğan Mustafa Suphi, iyi eğitim görmüş, önce İstanbul'da hukuk sonra da Fransa'da siyaset okumuştu. İstanbul'a döndükten sonra, İttihat ve Terakki rejimine muhalif İfham isimli bir gazete çıkartmıştı. Mustafa Suphi'nin siyasete ilgisi, Rusya'ya gitmesinin öncesine dayanmaktaydı. İfham gazetesini çıkarttığı dönemde Suphi, milliyetçiliğiyle öne çıkan ama İttihatçıları sertçe eleştiren Milli Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer almıştı. Mustafa Suphi, Rusya'daki savaş esirlerinin büyük çoğunun aksine, asker değildi. Muhalif siyasi görüşleri nedeniyle Mustafa Suphi 1913 senesinde İstanbul'dan sürgün edilen çok sayıda siyasetçi ve aydından biri olacaktı. Suphi ve arkadaşları, 24 Mayıs 1914'te, sürgünde oldukları Sinop'tan Rusya'ya kaçtılar. Fakat Birinci Dünya Savaşı başladıktan ve Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdikten sonra, bir düşman ülke vatandaşı olarak Mustafa Suphi yakalanılacak ve önce Kaluga'ya, 9 Eylül 1915'te de Uralsk'a sürülecekti ve sosyalizmi bu tarihten sonra benimseyecekti.3 Çarlık rejimi savaş esirleriyle siyasi mahkumları aynı kamplara göndermekteydi ve Mustafa Suphi'nin Bolşeviklerle tanışması Uralsk'ta, Bolşeviklerle daha önceden ilişki içerisinde olan Maksut Ekşi isminde bir Türk vesilesiyle olacaktı.4

Mustafa Suphi, 1918'in başlarında Moskova'ya geldi, ve Milliyetler Komiserliği'nin Rusya'daki Müslümanlarla ilişkili birimi olan Merkezi Müslüman İşleri Komiserliği'ne gitti. Mustafa Suphi burada Müslüman Komiserliği içinde bir Türk Şubesi kurulmasını isteyecekti.5 Müslüman İşleri Komiserliği, veya kısa ismiyle Muskom Ocak 1918'de kurulmuştu. Muskom'un kökenleri, Temmuz 1917'de Kazan'da kurulan Müslüman Sosyalist Komitesi'ndeydi. Genel çizgisi itibarıyla Bolşeviklere sempati duyan fakat farklı yapılardan üyelerin oluşturduğu bu örgütün kurucuları, Mollanur Vahidov ve Mirsaid Sultangaliyev isimli iki Tatardı. Mollanur Vahidov uzun süredir hareket içerisindeydi, fakat Bolşevik partisinin üyesi değildi. Sultangaliyev ise Kasım 1917'de Bolşeviklere katılacaktı. Muskom kurulduktan sonra, Mollanur Vahidov, Muskom'un başkanı, Sultangaliyev ise Muskom içerisindeki resmi parti temsilcisi oldu.6 Vahidov'un 1918 ortalarından Kazan'ı ele geçiren karşı devrimcilerce öldürülmesinin ardından ise, Sultangaliyev Muskom'un, Aralık 1918'de ise ayrıca Nisan'da kurulmuş Merkezi Müslüman Askeri Komitesi'nin başına geçecekti.7

Müslüman Komiserliği, Mustafa Suphi'nin isteğini geri çevirmedi. Mustafa Suphi, 27 Nisan 1918'de, Yeni Dünya isimli bir gazete çıkartmaya başlayacaktı. Gazetenin üçüncü sayısında, bunun sosyalist bir gazete olduğu, ve Müslüman Sosyalist Komitesi'nin himayesi altında çıktığı ifade edilecekti.8 Mustafa Suphi ayrıca, kendisinden on yaş küçük olan, 1892 doğumlu Mirsaid Sultangaliyev'in sekreterliğini yapmaya başlayacaktı.9 Daha bu tarihte, Orta Asya ülkelerindeki komünist örgütlenmelerde sol ve sağ kanatlar arasında bir ayrışma gerçekleşmemişti, öte yandan gelecekte bu partilerin sağ kanadının başını çekecek olan Sultangaliyev'in görüşleri, daha 1918'de net bir biçimde şekillenmişti:

 “Müslüman halklar, proleter halklardır... Müslüman ülkelerdeki milli hareketler,  sosyalist devrimin niteliklerine sahiptirler.10

Mustafa Suphi, her ne kadar Sultangaliyev'in aksine hiçbir zaman milliyetçi bir sağ muhalefet örgütlemeye girişmese ve genel olarak Rusya Komünist Partisi'nin çizgisine uyumlu hareket etse de, Sultangaliyev'in 'milli komünist' diye anılan görüşlerinin izlerini de taşımaktaydı.11 Temmuz 1918'de Mustafa Suphi, 202'si Türk olmak üzere, farklı ülkelerden 400'e yakın savaş esirinin katılımıyla Birinci Türk Sol Sosyalistleri Kongresi'ni düzenledi.12 Bu kongrede Mustafa Suhpi, şöyle konuşacaktı:

Biz bugün, insaniyetin şu kan ve ateşle kaynayan kesiminden yana tutum almakla,  Türklerin uygarlıklar topluluğu içinde, toplumsal hak hayatlarından bir ilim, bir  işaret yükseltmiş oluyoruz. Biz bugün Rusya Devrimi'nin önemli bir etkeni olan  Müslüman kuvvetlerin Moskova'daki merkezinde toplanmakla, İslam aleminin  Enternasyonal durumuna dair yaklaşımını da açıkça meydana koymuş oluyoruz. Bizim  bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Tatarlar yürümeye başlamışlardı. Yarın da  Araplar, İranlılar o kurtuluş yolunu tutacak ve bütün İslamiyet alemi böylece hakiki  kardeşlik, hakiki birlik, hakiki özgürlük yoluna girmiş olacaktır.13

Bu konferansın sonucu olarak Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgüt doğacaktı. Bundan sonraki süreçte ise, Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türk savaş esirlerini örgütleyerek Rusya'da süregelmekte olan iç savaşta Kızıl Ordu'ya destek olmaya çalışacaklardı. Bu doğrultuda Temmuz Konferansının ardından Tatar-Başkır Tugayının Üçüncü Bölüğü olarak Türk Kızıl Bölüğü, Ocak 1919'da ise Kırım'da Beynelmilel Şark Alayı kurulacaktı.14 Mart 1919'da ise, Mustafa Suphi, Komünist Enternasyonal'in Kuruluş Kongresi'ne katılacaktı. Bu kongrede yaptığı konuşmada Mustafa Suphi bu çalışmalara dair şunları ifade edecekti:

Avrupa sermayesine karşı Doğu halklarının ayaklanması, Rus devrimi için olduğu  kadar bugün bütün ülkeler proletaryalarına varlığıyla güç veren genç Alman devrimi  için de gereklidir. Bugün Alman devrimi İngiliz-Amerikan baskısının sürekli tehdidi  altında bulunuyor ve bizden, Doğu'dan yardım istiyor.

Bu nedenle III. Enternasyonal'in bundan sonraki görevi Doğu halkları arasında  devrim ocakları kurmak olmalıdır.

Güçlü genç Rus Kızıl Ordusu saflarında savaşçı-devrimci Türk örgütünün hücreleri  kurulmakta ve güçlenmektedir. Bugün Rusya'nın birçok cephelerinde Sovyet  iktidarının savunusu için savaşan binlerce Türk Kızıl Muhafız faaş görev almıştır.15

Türkiye Komünist Teşkilatı, ilerleyen süreçte başta Volga-Ural bölgesinde, ayrıca Kırım'da ve Türkistan'da faaliyet gösterecek, Azerbaycan'ın Bakü Komünü'nün bastırılmasının ardından tekrar Sovyetler'in eline geçmesinin ardından bu faaliyet Bakü'de de yürütülmeye başlanacaktı. 1920 ortalarına gelindiğinde, Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Volga-Ural bölgesindeki, başta Moskova, Kazan, Saratov ve Samara gibi şehirlerde olmak üzere 500, sadece Bakü'de ise 200 üyesi bulunmaktaydı.16 Türkiye Komünist Teşkilatı'nın başını çeken isimleri arasında, Mustafa Suphi ve Maksut Ekşi'nin yanısıra, Suphi'nin Komünist Enternasyonal Kuruluş Kongresi'ne birlikte katıldığı İsmail Hakkı Kayserili17 vardı. Bunlar haricinde, bu çevreyle ilişkiye girenler içinde, gelecekte hareket içerisinde oynayacakları rolden dolayı dört kişiden bahsetmek yerinde olacaktır: Şerif Manatov, Hüseyin Hüsnü, Süleyman Nuri ve Ahmet Cevat Emre.

Daha önce 1919'da, Komünist Enternasyonal'in ilk resmi temsilcilerinden biri olarak İstanbul'a gittiğinden bahsettiğimiz Şerif Manatov, 1887'de Başkırdistan'da doğmuştu. Babası bir mollaydı, ve eğitimine bir medresede başlayacaktı. Manatov, 1911'de Petrograd'da üniversite okumaya başlamıştı, fakat okumayı yarım bıraktı, bir dönem gazetecilik yaptıktan sonra 1914'te İstanbul'a giderek İstanbul Üniversitesi'ne kayıt yaptırdı. Osmanlı'nın da savaşa girmesinin ardından, burada da çok durmayan Manatov Ocak 1915'te bir çikulata fabrikasında , sonrasında da çiftliklerde işçilik yapacağı İsviçre'ye gitti ve burada Lenin ile tanıştı. Ocak 1917'de Martov'un başını çektiği Enternasyonalist Menşevikler grubuna katılmıştı. Şubat Devrimi'nin ardından Başkırdistan'a dönen Manatov, burada Başkır ulusal hareketi içerisinde faaliyet göstermeye başladı. Manatov, Başkır Bölge Şurası'nın başkanı seçildi. Ekim Devrimi'nin ardından, Aralık'ta 3. Başkır Kongresi gerçekleşti.18 Manatov, burada Beyazları desteklemekten yana olanlara ve tarafsız kalma yanlısı Başkır milliyetçisi Zeki Velidov'a karşı, sol kanadı oluşturarak Sovyetlerle işbirliği yapmaya savundu. Aralık ayınım sonlarına doğru kurulacak Özerk Başkırdistan hükümetinin yeni başkanı da Zeki Velidov olacaktı.19 Şerif Manatov, Ocak 1918'de Petrograd'a giderek Lenin'le görüştü, bu görüşmenin ardından Müslüman Komiserliği'nin kurulması kararı alındı ve Manatov başkan yardımcılarından biri olarak Muskom'da çalışmaya başladı. Şubat 1918'de, Zeki Velidov'un başını çektiği hükümet Orenburg'a dönen Manatov'u tutukladı fakat Manatov Bolşeviklerin müdahalesiyle serbest bırakıldı. Mustafa Suphi, Muskom'a ilk geldiğinde karşılaşacağı görevli Manatov olacaktı.  Mayıs 1918'de, Manatov Rusya Komünist Partisi'ne katıldı.20

Orenburg'a Bolşeviklerin girmesiyle, bu sefer Zeki Velidov tutuklanacak fakat Nisan ayında karşı-devrimcilerin şehre saldırısı sonucu serbest bırakılacaktı. Sonrasında Velidov, ve komutasındaki Başkır milliyetçileri, 1919'un başına kadar Beyazlarla birlikte, Sovyetlere karşı savaşacaktı. Fakat 1919'un başında Velidov Bolşeviklerle anlaşarak taraf değiştirecekti.21 İşte bu da Şerif Manatov'u hem Başkırdistan'da, hem de Muskom'da istenmeyen adam yapacaktı – yeni Başkır Cumuhbaşkanı Velidov böylesine keskin bir komünisti yanında veya yakınında istemiyordu.22 Hüseyin Hüsnü ise, 1918'de Mustafa Suphi'nin teşkilatına katılmış ve Kiev ile Odessa'da Müslümanlar arasında çalışma yapmış bir savaş esiriydi. Zeki Velidov'la problem yaratmaması için ortalıkta gözükmemesi için, 1919'da Komünist Enternasyonal temsilcisi olarak İstanbul'a gönderilen Şerif Manatov'un yanı sıra Mustafa Suphi tarafından Hüseyin Hüsnü de İstanbul'a gönderilmişti. Burada, resmi bir temsilci olan Manatov'un aksine, Hüseyin Hüsnü bizzat Sosyal Demokrat Fırkası'nda Ziynetullah Nevşirvanov'la birlikte faaliyet göstermeye başlayacaktı. Şerif Manatov'un Anadolu'ya geçmesinin, Nevşirvanov'un da yeni yoldaşını takip etmesinin ardından, Hüseyin Hüsnü de bir dizi macera yaşayarak  Anadolu'ya geçecek, hem komünist faaliyetlerde yer alacak, hem de Sovyet temsilcisi Jan Upmal-Angarskiy'nin yardımcısı olacaktı.23

Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı isimli örgütlenmesi içerisinde muhalefet yapan unsurlar da vardı. Genel olarak, Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk komünistleri arasında muhalif unsurların başında gelecek olan isim, Süleyman Nuri olacaktı. Süleyman Nuri, 1895'te, bir demircinin oğlu olarak İstanbul'da doğmuştu. 1915'te Çanakkale cephesine gönderilmiş, 1917'de Osmanlı ordusundan kendi ifadesiyle harp macerasından sıyrılmak arzusuyla firar ederek Ruslara sığınmış ve savaş esiri olmuştu. Süleyman Nuri, 1918'de patlak veren Bakü Komünü'ne kadar, şehrin yakınlarındaki esir kamplarında kalacaktı. Sonraki dokuz ayı Hazar denizinde bir tankerde çalışarak geçiren Süleyman Nuri, yıkıcı propaganda yaptığı için tutuklanacak, ve aralarında Bakü Komünü'nün lideri Ermeni Bolşevilk Stepan Shaumyan'ın da bulunduğu idam edilecek Bakü Komiserleriyle birlikte hapis yapacaktı. Hapisten kurtulunca Bakü'ye gidecek, burada Türk savaş esirlerinin içerisinde siyasi çalışma yapmaya ve Bolşevik Süleyman diye anılmaya başlayacaktı. İlerleyen süreçte Kızıl Ordu'ya da katılacak olan Süleyman Nuri, 1920 Mayıs'ında Mustafa Suphi'nin Bakü'ye gelmesi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Bakü şubesini oluşturması üzerine bu örgüte katılacaktı.24

Süleyman Nuri'nin, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nı örgütlerken hatalar yapıyor oluşu görüşü bu noktadan sonra ortaya çıkacaktı. Süleyman Nuri'ye göre, Mustafa Suphi'nin örgütledikleri arasında pek çok İttihatçı veya milli mücadeleci ajan vardı. Süleyman Nuri, aynı zamanda, Mustafa Suphi'nin, bir sabotör olarak gördüğü Ahmet Cevat Emre'ye bu kadar yüz vermesini de eleştiriyordu.25 Eski bir Jöntürk olan Ahmet Cevat Emre, bir halı tüccarıydı ve Batum'a gidip geliyordu. Sınırlar kapanınca ticaret işi zorlaşmış, Ahmet Cevat Emre de halı işinin yanında öğretmenlik yapmaya başlamıştı.26 Ahmet Cevat Emre, öncelikle din öğretmişti.27 Ahmet Cevat Emre, tesadüf üzerine komünistlerle tanışacaktı. Buna rağmen uzun yıllar, devrimci kesimlerin muhalefetine rağmen hareketin saygın bir unsuru gibi muamele görecekti.

Savaşın ardından Kafkasya ve 1918'de, İngilizlerin yardımıyla Bakü Komünü'nün bastırılıp Türk milliyetçisi Musavat Partisi'nin iktidara getirilmesinin ardından özellikle Bakü, İttihatçılar için de bir sığınak halini alacaktı. Dahası, Ermeni soykırımındaki rollerinden dolayı başları Batı güçleri ile belada olan, ve eski koruyucuları Almanya'nın pek kimseyi koruyacak hali kalmamışken, İttihatçılar Bolşeviklerden medet ummaya da başlayacaklardı. 1919 ortalarında, İttihatçı liderlerden Talat Paşa ile Enver Paşa, Bolşeviklerin Almanya'daki devrimci süreçte kendilerini temsil etmeleri için göndermiş oldukları, Polonya asıllı Karl Radek'i, Radek'in kaldığı hapishanede ziyarete gideceklerdi. Radek, uzun yıllar boyunca uluslararası sosyalist hareketin, ilk yılında da komünist hareketin sol kanadında yer almış ve ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine karşı çıkmıştı. Öte yandan artık Radek'in eski siyasi ilkelerinin yerini düşler ve hırslar almıştı – Alman Devrimi'nin başına geçmesi için bu ülkeye yollanmış bu adam, uzun yıllarca yeraltında mücadele ettikten sonra, tarihi etkileyebilecek bir konumda olduğu düşüncesiyle sarhoş olmuş vaziyetteydi. Talat Paşa, bu görüşmede Radek'e şöyle demişti:

Müslüman Doğu kölelikten, ancak halk kitlelerine ve Sovyet Rusya’yla kurulacak bir  ittifaka dayanarak kurtulabilir.28

Radek ile Talat paşa, daha bir yıl önce Brest-Litovsk görüşmelerinde aynı masanın karşı taraflarında oturmuşlardı. Radek, ziyaretçilerine İngilizlere karşı bir Sovyet-Müslüman ittifakı örgütlenmesini, ve Rus Bolşevizmi ile Türk milliyetçiliği arasında bir anlaşma önerecekti. Talat Paşa'dan daha genç olan Enver Paşa, Radek'i daha fazla etkileyecekti ve Radek onu Moskova'ya davet edecekti. Daha birkaç yıl önce uzlaşmaz bir biçimde karşı çıkmış olduğu savaşa katılan emperyalist devletlerden birinin, korkunç bir soykırıma imza atmış devlet adamlarıyla konuşmakta olduğunu unutacak kadar büyük bir akıl tutulması yaşamakta olan Radek, görüşmelerin ardından büyük bir heyecanla şöyle diyecekti:

Enver Paşa, bizim Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı’na yardımımızı istiyor. Buna  karşılık Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı direnişi ve isyanı örgütleyip,  başlatacak!29

Bununla birlikte, İttihatçıların birinci adamı hala Talat Paşa'ydı, ve Sovyetlerle anlaşma fikri de onun başının altından çıkmıştı. 1919'un başlarında, Türkiye dışındaki İttihatçılar, İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı (İslam Devrim Toplulukları Birliği) ismi altında örgütlenmişti. Talat Paşa'nın İttihatçılar için belirlediği strateji şuydu:

1. Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında anlaşma sağlamak. 2. İngiltere ve öteki  batılılarla ilişki kurma yoluna gitmek. 3. Anadolu hareketini desteklemek”.30

Radek ile görüşmenin ardından, Enver Paşa ve İttihatçıların en önemli ideologlarından Bahaettin Şakir, İttihatçıların temsilcileri olarak Rusya'ya gönderileceklerdi. 1920'nin ilkbaharına gelindiğnde, İttihatçıların en önemli liderlerinin büyük bir kısmı Kafkasya, Orta Asya veya Moskova'daydı. Bunların arasında Enver Paşa ve Bahaettin Şakir'in yanı sıra, Mustafa Kemal tarafından gönderilmiş Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa, savaş yıllarında ismi Talat ve Enver'in yanında anılmış Cemal Paşa, Enver Paşa'nın üvey kardeşi Nuri Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi Küçük Talat Muşkara, Kazım Karabekir'in Bolşeviklerle temas kurması için gönderdiği Dr. Fuat Sabit ve Karakol Cemiyetinin kurucusu Baha Sait bulunuyordu.31

1920'nin Nisan ayında, Enver Paşa ile olduğu kadar Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, dolayısıyla Anadolu'daki milliyetçi hareketle de bağlantılı olan İttihatçılar, Bakü'de Türk Komünist Fırkası isminde bir örgüt kuracaklardı. Bu örgütün şefleri arasında Halil Paşa, Dr. Fuat Sabit ve Bah Sait vardı. Böylesi bir örgütlenmeye gidilmesi, ne diğer İttihatçılardan bir kopuşu temsil ediyordu, ne de komünizmle alakalı bir yapıydı. Temel amacı, İttihatçı siyasetin yeniden oluşturulup Bolşeviklerce kabul edilecek bir kılıfa sokulmasıydı.32  Bu çevrenin komünizmi, milliyetçilik ve Müslümanlıkla sentezlenmek kisvesi altında, milliyetçilik ve müslümanlığı kızıla boyamaktan öte bir derinliğe sahip değildi. Bununla birlikte, Sultangaliyev gibi Bolşevik Parti üyelerinin görüşlerinin de bu İttihatçıların bu noktada ifade ettiği görüşlerden çok farklı olduğu söylenemezdi.

Öyle ya da böyle, Azerbaycan'da Bolşeviklerin yeniden iktidara gelmesinin ardından Türkiye Komünist Teşkilatı'nın faaliylerinin merkezini Bakü'ye taşıyacak olan Mustafa Suphi, Türk Komünist Fırkası'nı dağıtacaktı.33 Bu hamlenin arkasında belirli siyasi kaygılar olduğu, Mustafa Suphi'nin bu çevrenin niyetlerinden şüphe duyduğu ortadaydı ki, bu yapılanmayla ilgili Mustafa Suphi şunları diyecekti:

Bir müddetten beri Anadolu isyan hareketini devrimci Rusya ile birleştirmek ve  Azerbaycan Şuralar Hükümetini oluşturmak amacıyla Kafkas ülkesi ve Bolşevik  partisiyle beraber çalışan arkadaşlar bir (...) Türk Komünist Fırkası oluşturarak  merkezi komitelerini seçmişlerdir. Buraya İttihat ve Terakki Hükümeti'nin savaş  zamanında büyük roller oynamış bazı kimseleri ithal edilmişti.

Yakın geçmeşleri memleketin son savaş felaketleriyle alakadar olan bu kişilerle işçi ve  rençber fırkasının kurulması ve temsil edilmesi olamazdı.

Onun için, bu teşkilatın dağıtılmasında tereddüt edilmemiştir.34

Bununla birlikte, İttihatçıların Türk Komünist Fırkası'nın dağıtılmasından, Mustafa Suphi'nin Türkiye Komünist Teşkilatı'nın elde edeceği pratik bir çıkar da olduğu barizdi. Zaten özellikle daha alt mevkideki, daha genç İttihatçı kadrolar, Rusya'daki atmosferden etkilenmekteydi. Mustafa Suphi'nin bu hamlesi, Türk Komünist Fırkası'nın üyelerinin belirli bir kesiminin Türkiye Komünist Teşkilatı'na kaymasına neden olacaktı. Öte yandan, bu kanaldan Türkiye Komünist Teşkilatı'na, dolayısıyla da komünist harekete gelecek isimlerin yarardan ziyade zarar getirdiği söylenebilir. Burada verilmesi gereken örnek ise eski Deyrizor Kaymakamı Salih Zeki'dir. Eski görev yerinden esinlenerek kendisine Zor soyadını takacak olan Salih Zeki, Ermeni soykırımı sırasınca burada toplam 200,000 insanın katledilmesinin sorumlusudur. Salih Zeki Zor'un, soykırımın ardından bir muhabirle arasında geçen şu diyalog meşhurdur:

“-Senin için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar
-Benim namusum var. On bine tenezzül etmem. Daha çık bakalım.”
35

Burjuvazinin, 200,000 işçi ve köylünün canına kıymış bir celladının, komünist hareketin saflarına sorgusuz sualsiz kabul edilmiş olması, yalnız Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın saflığı veya kayıtsızlığının değil, Bolşeviklerin ulusal soruna yönelik politikalarının genelinin komünistlerin alnına sürmüş olduğu bir lekedir.

Anadolu'da Sol Milliyetçilik: Çeteler, Yeşil Ordu ve Halk Zümresi

Anadolu'daki milliyetçi çetelerin geneline verilmiş Kuvva-i Milliye hareketinin mevcudu, 1919'un sonlarına kadar 6,500 ile 7,500 arasındaydı, 1920 ortalarına gelinceye kadar ise 15,000'i bulmuştu.36 Bunlar karşılık, 1921'in başına kadar, TBMM'ye bağlı düzenli ordunun sayısal gücü 6,000 kadardı.37 Dolayısıyla, askeri güçleri kısıtlığı olduğu müddetçe TBMM, Kuvva-i Milliye ile birlikte çalışmak durumundaydı. Öte yandan bu istenir bir durum değildi. İlkin, milliyetçi çeteler ile eşkiyalar ve yağmacılar arasındaki fark net değildi. Dahası, böylesi bir silahlı güç karşısında kendi gücü yeterli olmayan TBMM kendisini tedirgin hissediyordu. Ve en nihayetinde, milliyetçi çeteler ve elebaşları başarı ve ün kazandıkça, Mustafa Kemal'in hareketin önderi konumuna tehdit teşkil etmeye başlıyorlardı. Bu yüzden ilkin Mustafa Kemal ve yandaşları, TBMM'de alınan kararla bu hareketi düzenli bir ordu biçimine sokmaya çalışacaklardı ki bu da Kuvva-i Milliye hareketi içerisindeki imtiyazlı kesime çekici gelecekti. 38 Şüphesiz, kimi milliyetçi çete komutanlarının düzenli orduya girmemek için – ellerindeki gücü bırakmamak gibi – anlaşılabilir nedenleri olabilirdi, öte yandan eğer bu hareketin tabanında düzenli orduya karşı bir tepki olmasaydı, bu hareketin hiçbir mensubu düzenli orduya karşı tutum alamazdı. İşte Anadolu'da milliyetçi çetelerin sola kaymaya başlaması, böylesi bir toplumsal zeminde gerçekleşecekti.

Sol görüşlerin içerisinde en fazla yaygınlaşacağı milliyetçi çete, Kuvva-i Milliye hareketi içinde de en güçlü birlik olan, Çerkez Ethem komutasında 1919 yazında kurulmuş, ve 1920 sonlarında sayısı 5,000 kadar olacak Kuvva-i Seyyare idi.39 Çerkez Ethem, beş çocuklu bir ailenin en ufak oğlu olarak 1886'da doğmuştu. Ağabeylerinden ikisi Rumlarla çatışırken ölecek olan Ethem'in diğer iki ağabeyi, Reşit ve Tevfik, babaları tarafından Harbiye'ye gönderilmiş, asker olmasına babası izin vermeyen Ethem evden kaçarak İstanbul'da Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girmiş, başçavuş olmuş ve Birinci Dünya Savaşı'na katılmıştı. Ethem büyük ağabeyi Reşit, hem bir İttihatçı, hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesiydi ki Ethem ağabeyi aracılığıyla Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisiye girmişti. Çerkez Ethem'in Anadolu'da silahlı bir çete örgütlemesinde, Mustafa Kemal'in önemli yandaşlarından biri olan eski komutanı Rauf Orbay rol oynayacaktı. Ethem'in, başlangıçta çoğunlukla Çerkezlere dayanarak kuracağı silahlı çete, kısa zaman içerisinde gerek Yunanistan Ordusu'nun ilerlemesini engellemek gerekse TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti yanlısı isyanları bastırmakta en önemli askeri güç konumuna gelecekti. Ethem'in ağabeylerinden Tevfik, Kuvva-i Seyyare'nin komutanlarından biri, diğeri Reşit ise TBMM'de milletvekili olacaktı. Açıktı ki, Kuvva-i Milliye hareketi içerisinde Çerkez Ethem'in ve Kuvva-i Seyyare birliklerinin öne çıkmasında, Ethem'in Teşkilat-ı Mahsusa ile bağlarının önemli bir payı vardı.40

Çerkez Ethem'in ordusunun önemli bir özelliği, Kuvva-i Seyyare'nin mali kaynaklarını, bölgedeki zenginlerden 'zorunlu yardım' toplayarak sağlıyor olmasıydı. Bu da, haliyle, ulusal kurtuluş savaşını kendi kurtuluş savaşları olarak gören zenginleri rahatsız ediyor, Ethem'e ancak istemeden katlanılmasını sağlıyordu.41 Öte yandan, Ethem ve ailesi, büyük toprak sahibi sınıfa mensuplardı ve çeteciliği bir meslek olarak görüyorlardı. Ethem, haraca bağladığı zenginlerden elde ettiği kaynakla ve el koyduğu mallarla öncelikle kendi örgütünü güçlendirecekti.42 Bununla birlikte, Kuvva-i Seyyare tabanında, Ekim Devrimi'nin etkileri görülmekteydi. Kuvva-i Seyyare içerisinde, Eskişehir'den gelmiş 700 kişilik Bolşevik Taburu isminde bir birlik vardı. Bu taburun komutanı, Anadolu'ya çalışma yapmak için Mustafa Suphi tarafından gönderilmişti ve savaşmaktan çok karşıdaki orduya savaş karşıtı propaganda yapmakla ilgiliydi. Tabura bu isim, komutanından dolayı verilmişti.43 Genel olarak hareketin tabanı Bolşevizme ilgili duyuyordu, dahası Eskişehir'de Hüseyin Hilmi'nin Türkiye Sosyalist Fırkası'nın, haliyle İstanbul'daki merkezden bir hayli kopuk bir şubesi vardı. Bu arkaplan, Çerkez Ethem'i sol siyasete yaklaştıracak, Ethem, Bolşevizmle ilgili şöyle diyecekti:

Bolşevizm dünyayı zapt edecektir. Bunu gerekli şekilde kabul edip karşılayacak  olursak millet her şekilde mutlu olacaktır. Bolşeviklik, geleceğimiz için çok yararlı ve  verimli olacaktır. Buna emin olunuz, Bolşevizm şimdi yurdumuzu kurtarmakta,  gelecekte de insanların hayat ve mutluluğunu koruyacaktır.44

Bu genel durum, TBMM içerisindeki kimi muhalif veya muhalif gözüken unsurların da müdahalesini getirecekti. 1920'nin Mayıs ayında, daha örgütlü bir ifade bulmamış bu hissayat, TBMM'den, içlerinde en öne çıkan isimler Tokat milletvekili Nazım Resmor, Denizli milletvekili Hakkı Behiç, İzmir Milletvekili Yunus Nadi ve Bursa milletvekili Şeyh Servet olan ön dört milletvekilinin, Yeşil Ordu Teşkilatı'nı kurmasına yol açtı. Yeşil Ordu'nun kurucuları arasında dikkate değer bir diğer kişi, Saruhan milletvekili ve Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Beydi. Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'du. Eski bir İttihatçı olan Nazım Resmor, 1868'de Erzurum'da doğmuş ve Harput valiliği yapmıştı.45 Nazım Resmor, 1918'e kadar İstanbul'da İngiliz yanlısı bir cemiyetie üyeyken sonrasında Anadolu'ya geçerek milliyetçilere katılmıştı.46 Ziynetullah Nevşirvanov, Yeşil Ordu'nun kuruluşunu şöyle açıklayacaktı:

Değişik burjuva gruplarından meydana gelen TBMM içinde bir sınıf, daha doğrusu  bir grup vardı ki, devrimci emekçi unsurlar ile askeri tahakkümcü ve muhafazakar  politika izleyen unsurlar arasında yer alıyordu. Bu grup uzun süren savaş yıllarında  tüccarlık etmiş, değişik mali ve ticari cemiyetlerde çalışmış ve az da olsa, ticari ya da  mali sermaye sahibi olmuş kililerden oluşuyordu.

Kendisiyle işbirliğinden yarar uman doktor, avukat, gazeteci ve diğer mebuslar da,  mevcut sosyal düzeni tamamen yıkmamakla birlikte, sermayenin daha hızlı dönmesi ve  ticaretin daha iyi gelişmesi için zemini hazırlayacak kapsamlı sosyal reformlar için  çalışan bu grubun yanında yer alıyordu. Bu grubu oluşturanlar, bütün dünya savaşı  boyunca muhafazakarlığın korunmasında çıkarı olan subay, büyük çiftlik sahibi ve  mollalarla birlikte İttihat ve Terakki Fırkası üyesiydi ve bu üyeliği şimdi de  koruyorlardı. Onlar baştan kimi devrimci unsurlarla işbirliğine başladı ve amacı milli  ve İslamcı sosyalizm olan Yeşil Ordu teşkilatını kurdu.47

Bununla birlikte Yeşil Ordu Nizamnamesi, bu yapının nerede durduğunu, önceliklerini ve kendisine biçtiği pratiği netçe açıklayan bir belgeydi:

Türkiye Yeşil Ordu Teşkilatı Avrupa emperyalizminin işgal ve istila siyasetini  kovmak üzere kurulmuş bir mücadele teşkilatıdır.

Yeşil Ordu, tüm Türkiye'de dahi her tür emperyalizm akımlarını ve sermayelerin  haksız zorbalık ve baskılarını gidermek ve yok etmekte tereddüt etmez.

Yeşil Ordu, arazi ve genel kaynaklarından nüfusun bütün fertlerinin ancak kendi  emekleri, maddi kabiliyetleri ve maneviyetlerine göre faydalanmalarını temin ettmeye  çalışır.
(...)
Yeşil Ordu, toplum hayatında halk hükümeti ve  tam bir çalışma ortaklığı usulünü  kabul eder.

Yeşir Ordu, savaş, askerlik ve muharebeyi, haksız güç elde etmenin bir yolu olarak  görür. Muharebe ve mücadeleyi ancak bunlara engel olmak için emperyalizmi imha  edinceye kadar meşru görebilir.

Yeşil Ordu, kendisine miras kalan altınların gölgesinde daima egemen ve baskı  uygulayıcı bir azınlık olarak yaşayanlara karşı, en temel ihtiyaçlarını bile  karşılayamayan, bu azınlıkların hesabına çalışan esir insanların teşkil edeceği  çoğunluğun ordusudur ve hedefi bu çoğunluğun refah ve mutluluğu, özgürlüğü ve  selametidir.

Yeşir Ordu yalnız bedeni veya fikri emeğinin karşılığı olarak yaşayan rençber, işçi,  hademe ve memur gibi insaniyetin gerçek hizmetçilerini örgütünün en sağlam unsuru  olarak bilir.

Yeşil Ordu, aile hayatına hürmetkardır.

Yeşil Ordu, İslamiyet'in bütün toplumsal temeline dayanarak gerçek mutluluk asrına  dönmenin yolunun, Batı'dan gelme ihtiraslar düzenini Asya'dan çıkartmak olduğunu  hak yolu, Allah yolu bilir.
(...)
Yeşil Ordu, Kızıl Devrim Ordularının samimi bir bir kardeşlik duygusuyla sonsuza  dek dostu ve müttefikidir.

Yeşil Ordu'nun simgesi yeşil bayraktır. İslam kardeşliğinin bu bayrak altında  toplanması ve tüm insanlığın kızıl ve yeşil bayrakların altında birleşmeleri, şanlı  devrime ve gerçek mutluluğa yönelmesiyle tamamlanacaktır.48

Yeşil Ordu'nun Talimatnamesi de örgütün siyaseten nerede durduğunu ifade etmekteydi. Ayrıca talimatname, Rusya'dan gönderileceklere ilişkin tutumu da ortaya koymaktaydı:

Yeşil Ordu'nun yeşil cihat bayrağına şu cümle kazınmıştır: Asya, Asyalılarındır.  Asya, kapılarını muharebe, sermaye, zorbalık, sınıf ve ihtiras facialarına ebediyen  kapatmıştır.
(...)
Yeşil Ordu, sosyalist ve özellikle Bolşevik hareketin kamuoyunda yanlış anlaşılmaması  için gayret edecek, bu görüşten kesimleri kendi amacına çekecek ve kendi bünyesinde  toplayacak. Özellikle Rusya'dan bizim tarafa geçecek herhangi bir kişi dikkatle  denetim altında tutulacak ve durumuna göre el altında bulundurulacaktır.
(...)
Dünya büyük bir devrim karşısındadır. Avrupa'da bir kısım iyiliksever, 'sosyalizm'  uğraşı içerisinde, Batı'nın medeniyet perdesi ardındaki cinayetleri ortadan kaldırmak  için, 'burjuvazi' denen hırslı vurguncularla mücadele ediyor. Bunların en büyük  gayesi, çok zenginlerin taşkın birikimleriyle fakir kesimin yoksulluktan doğan  sefaletine bir hat çekmektir. İslamiyet ve Şeriat bu esasları 1300 yıl önce zekat, fitre,  kurban gibi  yükümlülüklerle koymuş ve belirlemiş olduğundan Müslümanlar bu  sosyal devrimden zarar görmek değil, aksine faydalanacaklardır. Bunun için  teşkilatımızın bir ilkesi de sosyalizm hareketinden faydalanmak ve ona yardım  etmektir.
49

Esasında, gördüğümüz gibi Yeşil Ordu Teşkilatı, siyaseti ve ideolojisi itibarıyla, Hüseyin Hilmi'nin İstanbul'daki Türkiye Sosyalist Fırkası'nın İstanbul hükümeti değil Ankara hükümeti, İtilafçı değil İttihatçı, İngiliz değil Rus yanlısı bir ikizi gibiydi. Bununla birlikte, Yeşil Ordu, temel bir özelliğiyle Türkiye Sosyalist Fırkası'ndan ayrılmaktaydı: Yeşil Ordu'nun kurucuları, Hüseyin Hilmi ve aydın arkadaşlarına kıyasla burjuva siyaset sahnesinde çok daha etkili kişilerdi. Yeşil Ordu'nun ilk kurulduğu dönemde üç farklı kesimden oluştuğunu söyleyebiliriz. Enver Paşa'nın Bolşeviklerle yakınlaşmasının kendisi için oluşturduğu tehditin boyutlarını fark eden Mustafa Kemal, Anadolu hükümeti saflarında İslamiyet ve Bolşevizmi uzlaştıracak bir örgütlenme olmasına ihtiyaç duymuştu.50 Dolayısıyla kendisine yakın kimi sol İttihatçıları buraya yönlendirmişti. Bu kesimin başını Hakkı Behiç çekmekteydi. İşlevlerini yerine getirince, Mustafa Kemal'in bu kesimle işi kalmayacak, ve bu grubu oluşturanların büyük çoğu tasfiye edilecek ve siyasi hayatları bitecekti. İkinci bir kesimi, bu noktaya kadar Mustafa Kemal'in yakın çevresinin dışında kalmış olan İttihatçılar oluşturuyorlardı. Kimi noktalarda sosyal devrim şiarını yükseltmekle birlikte, bu kesim için Yeşil Ordu mevcut dalgayı çıkarlarına kullanmaları için bir araçtan ibaretti ve görüşleri Enver Paşa'nın görüşlerine yakındı. Bu kesimin en önemli temsilcisi Yunus Nadi'ydi ki yeni koşullar bu kesimin önüne olumlu fırsatlar sunacaktı. Öte yandan, gerçek anlamıyla enternasyonalist sosyalist veya komünist sayılamayacak olsalar da, en azından Mustafa Kemal'e muhalefetleri ve Sovyet taraftarlıkları konusunda ciddi ve samimi olan, ve gerçekten toplumsal bir devrimin Türkiye'de gerekli olduğu sonucuna varmaya başlamış, yani sol düşünceleri İslamcılıklarına değilse bile İttihatçılıklarına ağır basmaya başlamış bir kesim de Yeşil Ordu içerisinde bulunuyordu. Bu kesimin başını da Nazım Resmor ve Şeyh Servet çekmekteydi. Yeşil Ordu'nun temel belgelerini yazan ve en fazla ciddiye alan da bu kesimdi.51

Ankara'daki kuruluşunun ardından, Yeşil Ordu, hızla örgütlenmeye girişerek Eskişehir'de ikinci bir şube açtı, Bursa, Amasya, Elazığ ve Konya gibi illerde çalışma yapmaya başladı.  Bu çalışma temelde bürokrasinin olanaklarını kullanarak örgütün programını yaymaktan ve yeni üyeler kazanmaktan oluşuyordu. Üyeler, Yeşil Ordu'ya yemin ederek katılıyorlardı – nihayetinde Yeşil Ordu gizli bir teşkilattı.52 Bu çalışmalarla birlikte, dağılana kadar Yeşil Ordu, Ankara ve Eskişehir'in yanısıra Bursa, Konya, Malatya, Kayseri ve Elazığ'da örgütlenecekti.53 Yeşil Ordu'nun üyeleri TBMM'de faal olsalar ve siyasi güce, belirli bir siyasi bilgiye ve deneyime sahip olsalar da, Yeşil Ordu içinde şu veya bu şekilde Mustafa Kemal'e gerçekten muhalif olanların elini zayıflatan, Mustafa Kemal'in adamlarının ise süreçte etkin olmalarını sağlayan bir olgu vardı: Yeşil Ordu aslında bir ordu değildi, ve herhangi bir askeri gücü yoktu. Bu durum böyle oldukça da Mustafa Kemal'in Yeşil Ordu'da muhaliflerin barınmasından korkmasına gerek yoktu. Öte yandan Çerkez Ethem'in ağabeyi olan Reşit Bey'in Yeşil Ordu'nun kuruluşunda yer almış olması, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin Yeşil Ordu'yu gerçekten bir ordu yapması olanağını barındırıyordu. Şüphesiz, Yeşil Ordu'nun Kuvva-i Seyyare'ye ihtiyacı olduğu kadar, Kuvva-i Seyyare'nin de Yeşil Ordu'ya ihtiyacı vardı: Yeşil Ordu, belirgin bir siyaseti ve dolayısıyla siyasi bir iddiası olmayan Kuvva-i Seyyare'ye siyasi bir kanat kazandırabilirdi. Reşit Bey'in Yeşil Ordu kurucuları arasında yer alması, Kuvva-i Seyyare'nin, kendisinin de aralarında bulunduğu kurmaylarının da mevcut olanakları görmüş olduğunu göstermekteydi. Bu minvalde, Reşit Bey, esasında Yeşil Ordu'nun en kritik üyesiydi. Tek bir sorun vardı: Çerkez Ethem 1920'nin büyük bir kısmını, TBMM'ye karşı İstanbul hükümeti ve Hilafet yanlısı ayaklanmaları bastırarak geçirmişti ve Ankara hükümeti, Ethem'den Yeşil Ordu'nun kurulduğu dönemde patlak veren ve gün geçtikçe büyüyüp Ankara'yı tehdit eder noktaya gelen Yozgat isyanını bastırmasını rica etmek durumunda kalmıştı.54 Yeşil Ordu'nun kaderini, Çerkez Ethem'in Yozgat'ta ne yapacağı belirleyecekti.

1920'nin Temmuz ayında, Çerkez Ethem muzaffer ve hiç olmadığı kadar güçlenmiş bir şekilde Ankara'ya döndü. Çerkez Ethem'in bu noktada Yeşil Ordu'ya bizzat katılması, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun genişlemesinin Kuvva-i Seyyare'yi de kapsaması, Yeşil Ordu'nun durumunu ve dengeleri tamamen değiştirecekti. Mustafa Kemal, Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katıldığı haberini alır almaz teşkilatın faaliyetini durdurmasını savunacaktı ama artık çok geçti.55 Çerkez Ethem, ilk hücumu, Yozgat ayaklanmasının suçunu, isyanın hilafet yanlısı liderlerini uyarmakla itham ettiği Ankara valisi Yahya Galip'e yükleyip ve bu kişinin tutuklanarak Yozgat'a gönderilmesini isteyerek yapmıştı. Yahya Galip Mustafa Kemal'in yakın çevresindendi, ve Çerkez Ethem'in belki de bir sonraki adım olarak sorumluluğu Mustafa Kemal'e atmak niyetiyle yaptığı bu hamleye karşı Mustafa Kemal bir ayak oyunuyla Yahya Galip'i kurtarmıştı. Ankara'dan Eskişehir'e dönerken Çerkez Ethem Mustafa Kemal'e dair şöyle diyecekti:

Ankara'ya döndüğümde Büyük Millet Meclisi Başkanı'nı meclisin önünde  astıracağım.56

Çerkez Ethem, Eskişehir'e döndükten sonra, burada Yeşil Ordu'nun kuruluş döneminde önüne koyduğu hedeflerden birini gerçekleştirerek burada bir günlük gazete çıkartılmasını sağlayacaktı. Bu gazeteyi çıkartacak olan isim, Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare saflarında rastladığı Arif Oruç adlı bir gazeteciydi. Ethem, hem Arif Oruç'a matbaa kuracak, hem de düzenli para yardımı yapmaya başlayacaktı.57 Gazetenin ismi Seyyare Yeni Dünya – Kuvva-i Seyyare'nin Yeni Dünya'sı anlamında – olarak belirlendi. Çerkez Ethem, böylelikle, hem Mustafa Suphi'nin Rusya'da çıkardığı yayınla aynı ismi alarak Bolşeviklere bir selam göndermiş oluyor, hem de yayının ismine kendi silahlı kuvvetlerinin ismini ekleyerek Kuvva-i Seyyare'yi Mustafa Suphi'nin komünizmine bağlıyordu. Cumartesi günleri hariç günlük yayınlanan Seyyare Yeni Dünya'nın her sayısı 3,000 nüsha basılıyordu. Seyyare Yeni Dünya, İslami Bolşevik Gazete ünvanıyla çıkıyordu, ve sloganı 'Dünyanın fukara-i kasibesi (fakir çalışanları), birleşin' idi ki bu ifade, Azeri Bolşeviklerinin yayınlarında sürekli kullanılmaktaydı.58 Seyyare Yeni Dünya gazetesinin çıkmaya başlaması, Yeşil Ordu'nun örgütlenme ve propaganda çalışmalarına hız katacak, gazeteye abone sağlamak faaliyetin önemli bir kısmı haline gelecekti.59

Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'ya katılması, esasında Çerkez Ethem'in Yeşil Ordu'nun kontrolünü ele alması anlamına gelmişti. Çerkez Ethem ve kardeşleri, eski İttihatçılar olmalarına rağmen, Yeşil Ordu içerisindeki diğer üç kesimden ayrı, dördüncü bir kesim olarak değerlendirilebilirlerdi ancak. Düzenli ordunun başındaki Mustafa Kemal, gücünü düzensiz birliklerden alan Çerkez Ethem'in doğal rakibiydi, dolayısıyla Yeşil Ordu'nun Çerkez Ethem'in kontrolüne geçmesiyle Mustafa Kemal'e yakın grubun Yeşil Ordu içerisinde doğrudan bir etkisi kalmamıştı. Öte yandan, Ethem diğer iki gruptan müttefiklerini korumaktaydı. Bu noktada Çerkez Ethem'in askeri gücü, himaye ettiği çeteci Demirci Mehmet Efe'nin 800 kişilik birliğiyle ve kendisine sempati duyan diğer Kuvva-i Milliye şeflerinin olası desteğiyle, düzenli orduya en azından denkti. Hatta Ethem'in kuvvetlerinin hem Kuvva-i İnzibatiye'ye hem de Yunanistan Ordusu'na karşı başarıları ve düzenli ordunun firar sorunu düşünülünce, büyük ihtimalle Ethem'le düzenli ordu arasında topyekün bir savaş olsaydı, Ethem kazanırdı. Öte yandan Yunanistan Ordusu, hem Kuvva-i Seyyare ve düzenli ordunun toplamından birkaç kat daha güçlüydü. Bu yüzden Çerkez Ethem de, Mustafa Kemal de birbirleriyle çatışmak istemiyorlardı. Bu da Yeşil Ordu'yu, ivme kaybetmemek için Ankara'daki mecliste elini denemeye yönelik harekete geçmeye zorlamaktaydı.

1920'nin Ağustos ayının sonlarında, Yeşil Ordu Genel Sekreteri Nazım Resmor'un TBMM'deki diplomatik çabaları sonucu, Yeşil Ordu'nun TBMM'deki üyeleri, Halk Zümresi adı altında örgütlendiler. Halk Zümresi, bu noktada meclisin toplam 85 üyesini kapsamaktaydı. Halk Zümresi, TBMM içerisinde bir grup olarak, haliyle Yeşil Ordu'dan farklı bir siyasi programa sahipti. Bu programı, Yeşil Ordusu içerisindeki muhalif İttihatçı kanadın lideri Yunus Nadi yazmıştı:60

Memlekette her durum ve koşulda halkı hakim kılmak üzere Halk Zümresi  kurulmuştur.
(...)
Zümre İslamiyet'in kutsal kurallarını korumayı ve Müslümanlığın ilk dönemindeki  saadet asrı düzenine geçmeyi ve Batı'dan gelecek her türlü ahlaki bozulmayla ve  zorbalıkla mücadele yolunu Hak yolu, Allah yolu bilir.

Zümre'nin hedefi halkın genel refahını eşit hale getirmek için hizmet etmektir.  Zümre'nin nazarında; bedeni ve fikri emeği ile geçinen rençber, işçi, zanaatkar,  öğretmen, memur, hademe gibi mesleklerde çalışanlar toplumsal hayatın gerçek yol  göstericileridir.
(...)
Zümre, kapitalistlerin uydurması ve emperyalistlerin haksız müdahalesi ve tahakkümu  olan dış borçları ve yabancılara imtiyazları, masum halk adına, en haksız bir zalim  külfet olarak görür.
61

Halk Zümresi'nin programında ayrıca ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, işçi ve köylülerin çalışma koşullarının düzenlenmesi, toprak reformu, üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulması, 18 yaşında gelen herkese seçme, 25 yaşına gelen herkese seçilme hakkı verilmesi ve isim olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Büyük Şura isminin kullanılması vardı. Burada dikkat çekici olan, Padihşahlık ve Hilafet vurgusu yapılmayarak, ilk defa TBMM'de bir padişah veya halifenin olmayacağı bir yapılanma, yani bir cumhuriyet yapılanması fikrini gündeme getirmesiydi. Bu görüşler arasındakilerin kimi Mustafa Kemal'in kendi görüşlerine gayet yakındı, öte yandan bu fikirler şeklen Rusya'yla da uyumlu olacak biçimde ifadelendirilmişlerdi ki Mustafa Kemal'in daha Batılı fikirleriyle bu noktada çelişmekteydiler.62 Her halükarda, Ziynetullah Nevşirvanov'un Halk Zümresi'ne dair şu yorumu, gerçeği yeterli biçimde yansıtıyordu:

Bu grubun programı ustaca hazırlanmıştı ve Meclisteki devrimci, reformcu ve hatta  muhafazakar-şeriatçı unsurları bile ürkütmeyecek kadar üstü örtülü ve esnekti.63

Toplam mevcudu 200 civarı olan TBMM'de 85 kişilik az bir rakam değildi. Halk Zümresi, mecliste hamlesini 4 Eylül'de yaptı. Yapılacak Dahiliye Nazırlığı (İçişleri Bakanlığı) seçimlerinde Halk Zümresi, Yeşil Ordu'nun Genel Sekreteri Nazım Resmor'u aday gösterdi, ve Nazım Resmor, ikinci turda, Mustafa Kemal'in 65 oy alan adayı Refet Bele'ye karşı 98 oyla kazandı. Bu bir güç gösterisiydi, fakat yine de hatalı bir hamleydi. Askeri açıdan Çerkez Ethem Eskişehir'de güçlüydü – Mustafa Kemal Ankara'da güçlüydü, ve meclis Ankara'daydı. Çerkez Ethem'in Ankara'ya askeri bir müdahalesinin söz konusu olmaması da, aslında Mustafa Kemal ve yandaşlarına Ankara'da mutlak bir müdahale alanı veriyordu. Mustafa Kemal, bu gücünü daha kullanmamıştı – büyük ithimalle Halk Zümresi'nin şefleri buna kanmışlardı – ama kullanacaktı. Öncelikle, iki gün içerisinde Mustafa Kemal'in bizzat kendisine karşı demeçleri ve alttan yoğun baskı ve tehditler sonucunda Nazım Resmor bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı.64 Sonrasında, Yunus Nadi'nin Yeşil Ordu içerisinde artık bir ağırlığı kalmamış olsa da Halk Zümresi'nde ezici bir çoğunluğa sahip olan muhalif İttihatçı arkadaşlarıyla anlaşma sağladı. Yunus Nadi bu noktadan sonra tamamen Mustafa Kemal'in çizgisine ve çevresine kayacaktı.65 Nazım Resmor'un istifasının ardından yapılan seçimlerde, Mustafa Kemal'in adayı Refet Bele, 131 oyla seçilecekti.

Yeşil Ordu içerisinde yer alan muhalif İttihatçılar, temelde Mustafa Kemal'in etrafında oluşmuş bloğun içerisinde kendilerine yer bulamadıkları için böylesi bir işe girmişlerdi. Ortada hem tehdit unsuru, hem de baştan istedikleri iktidara dahil olma şansı olunca, Mustafa Kemal'in bu kanadı kazanması zor olmayacaktı. Böylelikle Çerkez Ethem'e yalnızca Yeşil Ordu'nun üçüncü grubu, yani Mustafa Kemal'e muhalefetlerinde ve Sovyet yanlılıklarında daha ciddi olanlar kalıyordu. Bu grup ise mağlup olmuştu ve meclis içerisindeki milletvekili sayısı bir avucu geçmiyordu. Çerkez Ethem'in Ankara'daki iddiası, neredeyse başlamadan bitmişti.

Gerdûn

2Özdemir, Ahmet. “Savaş Esirlerinin Milli Mücadeledeki Yeri”. Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, C. 2, Yıl: 3, Sayı: 6 (Kasım 1990), s. 322

3Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 169-170

4Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 56

5Manatov, Şerif. “Mustafa Suphi Beş Sene Evvel Moskova'da”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 46

6en.wikipedia.org/wiki/Sultan_Galiev

8Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 171

9Duman, Oğuz Şaban. Doğu-Batı Meselesi ve Sultan Galiyev. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını. 1999. s. 100-1

11Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 53

12Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

13Suphi, Mustafa. “1918 Moskova'da Türk Sol Sosyalistleri Kongresinde Mustafa Suphi Yoldaş'ın Nutku”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 60

14Akkor, Mahmut. “I. Dünya Savaşında Çeşitli Ülkelerdeki Türk Esir Kampları” Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2006. s. 172

15Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 202

16Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 98- 104

17Boran, A. Metin. “Suphilerin Anadolu'ya Gelişi”. https://marksistteori.com/suphilerin-anadoluya-gelisi/

19Bennigsen, Alexandre and Chantal Lemercier-Quelquejay. “Islam in the Soviet Union”. Praeger, 1967, Londra. s. 85

22Harris, George S. “Türkiye'de Komünizmin Kaynakları”. Boğaziçi, 1975, İstanbul. s. 98-99

23Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154, 332

24Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s. 11-4

25Tunçay, Mete. “Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler”. Belge Yayınları, 1982, İstanbul. s.14

26Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 88

27Ginzberg, Rolland ve Süleyman Nuri. “Sol Muhalefet'in Deklerasyonu”. “Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet”. Derleyen: Erden Akbulut. Tüstav, 2002, s. 59

28Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 26

29Çolak, Özlem. “Lenin Döneminde Türk-Rus İlişkileri”. Süleyman Demiral Üniversitesi. Isparta 2010. s. 27

30Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39

31Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 39-41

32Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 43

33Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 45

34Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 103

35Uzun, Selçuk. “Der Zor Cehenneminden TKP Teşkilat Bürosuna: Salih Zeki (Zor)”. 2012. https://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=6919

36tr.wikipedia.org/wiki/Kuva-yi_Milliye

38Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 119-120

40Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 82-3

41Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 85

42Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 88-9

43Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

44Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 14

45Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55-7

46Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 155

47Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

48Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 18-9

49Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 22-3

50Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 55

51Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 60-3, 71

52Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

53Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

54Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 84

55Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 73

56Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 87

57Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 86

58Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 91

59Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 72

60Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24-5, 156-7

61Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 28

62Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 136-7

63Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 121

64Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 24

65Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 69

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Kemalizme Karşı Komünizm (5)

14 Temmuz 1920: Türkiye Komünist Partisi'nin Gerçek Kuruluş Tarihi

1920, Mustafa Kemal'in Anadolu'da hakimiyetini ciddi bir biçimde pekiştermeye çalışmakta olduğu bir yıldı. Mustafa Kemal, TBMM'ye karşı çıkan İstanbul hükümeti yanlısı ayaklanmalar, Türk milliyetçilerinden sayıca kat kat üstün Yunanistan Ordusu'nun mevcudiyeti, ve meclisin içerisinde veya dışarısındaki İttihatçı kökenli muhalif kesimlerle karşı karşıyaydı. Bu güçlere karşı ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, sağlam ilişkiler kurduğu Sovyet Rusya'ya ve İtalyan emperyalizmine dayanmaktaydı. Sovyet Rusya, Kemalistlere açık destek verirken, İtalyan emperyalizmi alttan destek vermek durumundaydı. Ve her ne kadar Bolşevik liderler gerek Mustafa Kemal ile ilişkileri, gerekse Kemalistlere verdikleri destek açısında saf davranmış, Mustafa Kemal'in sözlerine kanmış olsalar da, Mustafa Kemal kendi hareketi ile bu dönemin Sovyet Rusya'sının sınıfsal temeli arasındaki farkı, belki kimi Bolşevik liderlerden de daha iyi kavrıyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal, Sovyet Rusya'nın uzattığı kadife eldivenin ardında, kendi burjuva hareketini dağıtmakta tereddüt etmeyecek demirden bir yumruk görüyordu. Komünist Enternasyonal'in desteklediği milliyetçi hareketlerin olduğu toprakta bile komünist örgütlenme yapmak görüşü ise Mustafa Kemal'i iyice tedirgin ediyordu. 1920'nin yaz ayında Anadolu'nun ilk komünistleri örgütlenmeye başlayınca, bu korkular iyice şiddetlenecekti.

Şerif Manatov isimli Komünist Enternasyonal temsilcisi, 1919'da İstanbul'da Bolşevik propagandası yaptığı için Fransızlarca tutuklanmış, fakat İstanbul'da bulunduğu sürede yerel sosyalistler arasında desteğini kazandığı kişilerin yardımıyla hapisten kaçmıştı. Manatov bu yoldaşlarının yardımıyla 1920'nin Mayıs ayında önce Eskişehir'e, sonra Ankara'ya geçecekti. Eskişehir'de yerel Sosyalist Fırkası şubesinin İşçi adlı yayın organında Bolşevizmi anlatan bir yazısı çıkacak olan Manatov'un Kemalistlerle tanışması ve onları iyi kötü anlamaya başlaması Ankara'da olacaktı. 1920'nin Haziran ayında, Ankara'da komünizmle ilgili açık bir konferans veren Manatov, Türkiye nüfusunun sorunlarının tek çözümünün komünist devrimde olduğunu anlatacaktı. Manatov, bu konferansta tanıştığı Salih Hacıoğlu ile Türkiye'de bulunduğu müddetçe birlikte siyasi faaliyet yürütecekti.1 Salih Hacıoğlu 1880’de doğmuş bir askeri baytardı. Gelecekte ulusal kurtuluş hareketinin önderlerinden ve daha sonra da başbakan ve cumhurbaşkanı olacak olan, o sırada ise padişah jurnalcisi olan İsmet İnönü ile aynı okulda okumuş, hatta sol eğilimleri nedeniyle İsmet İnönü’yle kavga etmiş ve Basra’ya sürülmüştü.2 Ardından Makedonya’da çalıştıktan sonra İstanbul’da öğretmenlik yapmaya başlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda ordu tarafından çalışması için Gelibolu, Rus cephesi ve Arabistan gibi, savaşın en korkunç hallerinin yaşandığı cephelere gönderilmişti. En sonunda Salih Hacıoğlu savaştan iğrenerek veteriner arkadaşlarıyla Adana’ya kaçmış, daha sonra Ankara’ya geçip ve bir hayvan hastanesinde çalışmaya başlamıştı.3

Manatov ve Hacıoğlu, kısa süre sonra Ankara'da Yeşil Ordu'nun temsilcileriyle tanışacaklardı. Yeşil Ordu temsilcileri, onlara kurmak istedikleri gibi bir partinin, yani bir Bolşevik Partisi'nin gizlice örgütlendiğini söyleyerek Manatov ve Hacıoğlu'nu Yeşil Ordu lideri Nazım Resmor'la tanıştırdılar. Nazım Resmor da, onları and içtirerek üye yaptıktan sonra örgütün nizamnamesini verdi ve onları Ankara şehir komitesini kurmakla görevlendirdi. Öte yandan Manatov ve Hacıoğlu, bu belgeyi incelediklerinde burada eksik veya yetersiz bir çok noktanın yanı sıra, komünizmin ilkeleriyle de doğrudan çelişen noktalar olduğunu göreceklerdi. Buradan yola çıkarak da Manatov ve Hacıoğlu, Türkiye Komünist Partisi Nizamnamesi isimli belgeyi kaleme aldılar ve Yeşil Ordu Merkez Komitesi'ne, ancak bu programı tanıyacaklarını ve bu program temelinde örgütlenme yapacaklarını beyan ettiler. Birkaç günlük tereddütün ardından, Yeşil Ordu Merkez Komitesi, Manatov ve Hacıoğlu'na faaliyetlerini kesmelerini söyledi. Buna karşı Manatov ve Hacıoğlu, Ankara'daki kimi Yeşil Ordu üyeleri arasından kazandıklarıyla birlikte, Türkiye Komünist Partisi'ni örgütlemeye giriştiler. Kısa bir süre içerisinde İstanbul'daki Sosyal Demokrat Parti'nin sol kanadından Ziynetullah Nevşirvanov da, İngiliz polislerinden kaçması gerekince Ankara'ya gelerek partiyi örgütleme çalışmalarına katılacaktı.4 Kısa bir süre içerisinde, bu çalışmalarını Eskişehir'e de yayacak olan parti, buradaki Sosyalist Fırkası'nın İşçi isimli yayın etrafındaki şubesini de bünyesine katmayı başardı. 14 Temmuz 1914'te Türkiye Komünist Partisi yayınladığı 1. Beyanname ile kuruluşunu duyuracaktı. Kuruluş döneminde partinin 140'a yakın kadar üyesi vardı. Salih Hacıoğlu Genel Sekreter seçilmişti. Manatov ve Nevşirvanov'un içinde olduğu Merkez Komitesi ise beş erkek, üç kadından oluşmaktaydı.5

Yeşil Ordu, her ne kadar gizli bir teşkilat olduğu iddiasında bulunuyor olsa da, esasında bu gizlilik iddiası resmen kayıtlı bir yapı olmamasından gelmekteydi ve özünde gevşek bir örgütlenmeydi. Nazım Resmor, İstiklal Mahkemesi'nde Yeşil Ordu'ya dair verdiği ifadede durumu şöyle açıklamıştı:

Şu kadarını arz edeyim ki; bu gizlilik hükümete karşı değil, sosyal devrimlerden  kuşkulandığı bilinen emperyalist Avrupa'ya karşıdır. Biz Avrupa'nın Doğu sosyal  devrimini Anadolu'da boğmaya kalkarak ülkemize saldırmasından korkuyorduk. İşte  gizliliğimizin nedeni budur”.6

Buna karşılık, kimi kaynaklarda 10 Eylül'de Bakü'de kurulacak partiden ayrılması için (Hafi) TKP olarak da anılan Türkiye Komünist Partisi'nin gizliliği, öncelikle hükümete karşıydı. Anadolu çoğrafyasında ortaya çıkan ilk gerçekten komünist örgüt olan bu parti, en başından beri Kemalistlere karşı illegal çalışması gerektiği düşüncesine sahip olmuştu. 1920'nin Haziran alında kaleme alınan Türkiye Komünist Partisi Genel Nizamnamesi, partinin programatik ilkelerini ortaya koymaktaydı:

Bütün insanlığa refah ve saadet temin edecel olan dünya devriminin Türkiye'de bir  an önce meydana gelmesini sağlamak ve sosyalizmi gerçekleştirmek için Türkiye'de  bir Komünist yani Bolşevik partisi kurulmuştur.

TKP, kapitalizm ve emperyalizmin baskılarından bütün ezilen ulusların ve sınıfların  kurtulması için bütün gücüyle mücadele edecektir.

Yönetim biçimi konusunda, Türkiye Bolşevikleri Rusya şura teşkilatının esaslarını  kabul ederler.

Türkiye Bolşevikleri (...) sosyalizmi yerleştirinceye kadar proletaryadan oluşmuş bu  şuraların diktatörlüğünü savunurlarlar.

Türkiye Bolşevikleri şura hükümetlerinin meydana gelişini şimdilik burjuva ve toprak  sahibi sınıfını seçilme hakkından mahrum eder.

Türkiye Bolşevikleri bu mücadelede başarılı olmak ve bütün insanlığa hizmet etmek  için her ülkedeki komünist sosyalist teşkilatlarıyla sıkı bir ittifak kurarak onlarla  birlikte hareket ederler. Ve Üçüncü Enternasyonal'e bağlıdırlar.

Türkiye Bolşevikleri, savaş ve askerliği ve bunlardan kaynaklı bütün eşitsizlikleri ve  haksızlıkları reddederler. Savaş ve mücadeleyi ancak militarizm ve emperyalizm imha  edilinceye kadar meşru görebilirler.

Toplumsal devrim sonucunda dünyada sosyalizm yerleşinceye kadar geçici bir devrim  ordusu kurulur.

Türkiye Bolşevikleri (...) özellikle özel mülkiyeti ortadan kaldıracaktır.
(...)
Türkiye Bolşevikleri, sosyalistliği kabul eden diğer uluslar ile Türkiye arasında her  tür siyasi sınır ve gümrük kısıtlamalarını ortadan kaldıracaklardır.
7

Bu programatik ilkelerin ortaya koyduğu en çarpıcı nokta, TKP'nin proleter enternasyonalizm temelinde kurulduğu ve Türkiye'de, dünya devriminin bir parçası olarak bir sosyal devrimin gerçekleşmesi ve bu devrimin, işçi konseylerinin iktidarında somutlaşacak bir proletarya diktatörlüğüne yol açması programıydı. Türkiye Komünist Partisi'nin Genel Nizamname'sinde bu noktadan sonra toplumsal hayatın nasıl düzenleneceğini betimleyen detaylı maddeler vardı. Nizamname, Komünist Enternasyonal'in genel ilkelerinden belirgin bir biçimde esinlenmişti, dolayısıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyordu. Öte yandan pratikte TKP'nin 1. Beyanname'si, komünist ilkelerden yola çıkarak, pratikte bu noktayla çelişiyor ve Kemalist harekete net bir biçimde karşı olduğunu ifade ediyordu:

“Türkiye’de Merkez Komitesi Ankara’da olmak ve sosyalizmi yerleştirmek üzere Üçüncü Enternasyonal’in şubesi bir Komünist Partisi kurulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, komünizmin esaslarından ibaret olan Nizamnamesi çerçevesinde halkla tartışmak ve bu büyük amaç etrafında insanları toplayarak eski zihniyet ve inançlar üzerine kurulmuş mevcut düzeni yıkmak ve sosyal devrimi meydana getirmek amacıyla oluşturulmuştur.

(...)

Türkiye Komünist Partisi, mevcut koşulları analiz ederken ülkeyi ve halkı iki eğilimin etkisi altında görmektedir. Bunlardan biri İstanbul hükümetinin ortaya koyduğu, diğeri de Kuvva-i Milliyenin oluşturduğu eğilimlerdir.

İstanbul hükümeti esas itibariyle eski mutlakıyetçi aristokratik bir idareden, yani eski sultanlık devrinin diriltilmesine uğraşan bir yapıdan başka bir şey değildir. İstanbul hükümeti bu esasları gerçekleştirmek için bütün ezilen kesimlerin düşmanları olan kapitalist müttefik devletlerle birleşmek ve bütün varlığıyla onlarla dayanışmaktan çekinmeyen, insanları birbirlerine kırdırmaktan ve en adi düşmanlara çiğnetmekten zevk alan, şerefsiz, haysiyetsiz ve hatta vicdansız bir kitleden başka bir şey değildir.

Mustafa Kemal Paşa tarafından oluşturulmuş olan Kuvva-i Milliye hükümetine gelince: saray hükümetinin aldığı bu korkunç aldığı bu korkunç tutum üzerine ülke içindeki milliyetçiler, ülkenin demokratik burjuva sınıfına dayanarak adı geçen şahsın etrafında toplanarak İstanbul hükümetine karşı milliyetçi bir savaş gerçekleştirmek amacıyla, nüfusun bütün işlerine zorla el atan bir olağanüstü hükümet kurdular.

Ankara hükümetinin kendisine savaş için bir dayanak noktası oluşturmak üzere zaten uzun ve ezici bir savaştan çıkmış, ne yapacağını şaşırmış ve savaştan bitkin düşmüş bu yorgun halkı savaşa seferber etmesi, bunun için de onlara yeni bir ruh vermesi gerekiyordu. Kuvva-i Milliye hükümeti bunu da bulmakta güçlük çekmedi.

Uluslararası sermayeye düşman olduğunu, kapitalist hükümetlerin yıkılmasını ve bütün dünyada sosyal devrim yapılmasını azmettirdiğini her tarafa ilan eden Müslüman ülkelerin kitlelerine de destek vaat eden Rus Sovyet hükümetiyle ittifak kurduklarını ve onlardan para, top, silah hatta asker bile geleceğini ilan ettiler. Fakat burjuva elinde bulunan bu hükümet de iki yüzlülük siyasetini elden bırakmadı. Burjuvazinin etkisi altında milliyetçiliği bırakmayan bu hükümet buna rağmen Rusya’daki akımı alkışlamaktan da kendisini alı koymadı. Milliyetçilikten ayrılmadığını, aylardan beri eski düzeni koruduğunu özellikle komünizm akıma yaptığı fiili saldırılarla gösterirken, iki yüzlü siyaseti de elden bırakmayarak Rusya Sovyet hükümetine ve hatta Üçüncü Enternasyonal kongresine maskeli milliyetçi siyasetçileri delege olarak gönderdi.

Özetle yukarıda açıklanan duruma dayanarak Türkiye Komünist Patisi, bir tarafta zorba diğer tarafta aldatıcı iki siyasi eğilimin mevcut ve hakim olduğunu, daha açık bir ifadeyle Türkiye Komünist Partisi için, bir tarafta müttefik güçler ve onları destekleyen İtilafçılar, diğer tarafta onlardan hiçbir farkı olmayan ve fakat maske ile ortaya çıkan eski İttihatçılardan oluşan Kuvva-i Milliye hükümeti olduğunu ve iki hükümetle de hiçbir alakası olmadığını beyan eder. Dünya devriminin bir ordusu olarak kızıl bayrak altında bütün dünyadaki komünist yoldaşlarıyla beraber çalışmayı en öncelikli görevlerinden sayan Türkiye Komünist Partisi, bu yoldaşlarını coşku ve samimiyetle selamlamayı bir onur sayar ve onların zaferlerini kendi zaferi olarak görür. Yaşasın enternasyonal sosyal devrim!8

Türkiye Komünist Partisi'nin, Kemalist ulusal kurtuluş hareketini ve Türkiye sınırları içerisinde faal olan bütün burjuva siyasetlerini reddeden bu tutumu, partinin Eskişehir şubesince de paylaşılmaktaydı. Eskişehir İl Komitesi Kuvva-i Milliye ve TBMM'yi şöyle açıklamaktaydı:

Bir tarafta İtilaf devletleri ve en zalimleri olan İngiliz, Yunan ve Ferit Paşa  Hükümeti, diğer tarafta milliyetçiler mevkilerini tuttular ki şu şekilde mevcut durum  ortaya çıktı: ancak milliyetçilerin her tarafta ilçe ve şehir merkezlerinde  oluşturdukları ve seçilmiş adını verdikleri Kuvva-i Milliye tamamen burjuvalardan  oluştu; çünkü seçim zamanı para ve sonuçta nüfuz bütün varlığıyla vicdanlara  hakimdi.

Kuvva-i Milliye'ye dayanılarak her bölgeden çağırılan beşer milletvekili hemen  eskseriyetiyle bunlar tarafından oluşturularak seçildi. İşte bugün Milli Teşkilat'ın ve  Milli Meclis'in kaynağı ekseriyetiyle bu zengin kuvvetlerdir.9

Türkiye Komünist Partisi'nin kurulduğu dönem, Anadolu bir hayli hareketliydi. Milliyetçi çetelerin en güçlüsü olan Kuvva-i Seyyare'nin lideri Çerkez Ethem, tam da bu dönemde Ankara hükümetiyle açık olarak çelişkiye düştükten sonra Eskişehir'e dönmüştü. Eskişehir'in Çerkez Ethem'in kontrolü altında olması da, bu şehirde TKP için daha farklı olanaklar açmaktaydı. Şerif Manatov'un şehirdeki çalışmaları Eskişehir'deki Sosyalist Fırka şubesinin tamamının TKP'ye katılması sayesinde bu kentte partinin kontrolünde iki matbaa vardı ve kısa süre içerisinde bu matbaalardan parti programının yanı sıra bol miktarda bildirge ve brolüş basılmaya başlanacaktı.10 Salih Hacıoğlu, iki yıl sonra bu dönemdeki faaliyetleri şöyle anlatacaktı:

Bunlar Eskişehir'de açıkça halka ücretsiz dağıtıldığı gibi cepheye ve özellikle  Ethem'in çetesine ikiyüzer nüsha gönderildi ve Ankara ve çevresindeki köylere ve  Anadolu'nun hemen her tarafına gizli olarak dağıtıldı. Halk üzerinde çok önemli bir  etki yapan bu bildirgeler Mustafa Kemal Paşa'yı son derece öfkelendirdi.11

Milliyetçiliğin her türünü lanetleyen ve Kemalistlerle TBMM'ye tamamen karşı çıkan TKP'nin Çerkez Ethem'e ve onun komutasındaki Kuvva-i Seyyare'ye bakışı neydi? TKP'nin Çerkez Ethem'i herhangi bir dönem doğrudan desteklediğini söyleyemeyiz. Bununla birlikte, özellikle Eskişehir'de ilk başta bu şehirde örgütlenmeye çalışan TKP liderlerinin özellikle Çerkez Ethem'in siyasi sözcüsü konumundaki Arif Oruç ve Seyyare Yeni Dünya ile bir dirsek teması olmuştu. Seyyare Yeni Dünya'nın ilk üç sayısında Şerif Manatov'un yazıları çıkacaktı.12 Öte yandan, Şerif Manatov'un Eskişehir'den ayrılmasının ardından, Seyyare Yeni Dünya'ya milliyetçi ve İslamcı bir hava hakim olmaya başlayacaktı ki daha sonrasında şehre dönen Ziynetullah Nevşirvanov ile birlikte dönen Manatov'un bu konuda Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e yönelttiği eleştiriler etkisiz kalacaktı. Manatov ve Nevşirvanov özellikle bu noktadan sonra Arif Oruç ve Çerkez Ethem'e karşı daha dikkatli olmaları gerektiğini düşünmeye başlamakla birlikte, Arif Oruç'un Seyyare Yeni Dünya'da, Yunus Nadi'nin çıkarttığı Yeni Gün gazetesinde Komünist Enternasyonal'in İkinci Kongresi'nin Doğu Halklarına Çağrısı'nın Kemalistler lehine çarpıtılmış bir çevirisinin yayınlanmasına karşı bir polemik başlatmasını sağlayacaklardı. Salih Hacıoğlu ise, Eylül ortalarında Eskişehir'e geldiğinde, Ankara'dan takip ettiği bu polemiğin ve büyük ihtimalle Ankara'da Mustafa Kemal ile Çerkez Ethem arasındaki gerginliğin de etkisiyle Arif Oruç ve Ethem'in güvenilir olduğunu savunacaktı.13

Öte yandan TKP siyasi olarak Çerkez Ethem'e, onun kontrolündeki Yeşil Ordu'ya veya TBMM'deki İttihatçı yandaşlarına hiçbir şekilde ve hiçbir noktada siyasi bir destek sunmayacaktı. TKP'nin tutumu, daha ziyade, Çerkez Ethem ve Mustafa Kemal arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiden dolayı Çerkez Ethem'in Sovyet Rusya'ya bir hayli yakınlaşmasından doğan ortam ve olanakları, kendi propagandasını ve örgütlenmesini yapmak amacıyla kullanmak olarak tanımlanabilirdi. Parti, propaganda çalışmasında Çerkez Ethem'e yönelik özel bir eleştiri yapmasa da, Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sinin parçası olduğu genel Kuvva-i Milliye hareketine dair netti. Dahası yayınlanan ilk TKP bildirilerinden biri Bolşevikler ve İttihatçılar başlığıyla, İttihatçılara karşı yazılmıştı:

Bolşeviklik, bildiğimiz anlamda particilik demek değildir. Bolşevikler dünyada  sosyalizmi yerleştirmeye azmetmiş bir insanlık zümresidir.

(...)

İttihatçıların her türlü fenalığını, ahmakça ve budalaca ve cahilce hareket ve  yaptırımlarını ve baskıcı yönetimlerini bir tarafa bırakalım. Yolsuzluk ve rüşvetin  adını bedava koyarak ülkenin her yerinde ahlaksızlığı son noktaya vardıran, hırsızlığı  göklere çıkartan o zalim idare adamlarının yoktan meydana getirdiği servetler, savaş  zenginleri hatırlardan nasıl silinir? Çıkıp da bu şeytani ruhlar, yüce Bolşevik ismini  nasıl taşıyabilirler? Hayır arkadaşlar hayır! Türkiye Bolşevikleri arasında yüzü kara  ve elleri kanlı olan ne bir İttihatçı ne de (...) bütün dünya işçi ve fakirinin düşmanı  olan İngiliz menfaatleriyle el ele veren İtilafçılardan bir kişi bile bulunması imkan ve  ihtimali yoktur.

Genel kanıda oluşan bu şüphe ve tereddüde yalnız bir açıdan hak verilir. O da pek  kurnaz ve şeytan doğalı olan İttihatçı sülükleri tanılmadıkları yerlerde Bolşevikler  arasına karşabilir, sokulabilir ve bu mümkündür. Fakat bunlar ne kadar şeytanlık ve  samimiyet gösterirse göstersin, çok geçmez foyaları meydana çıkar. Ve çıkacaktır ve  meydana çıkınca da derhal layık oldukları muameleyi göreceklerdir.

Yalnız şurasını da belirtmek gereklidir ki Türkiye Bolşevikleri bütün namuslu  insanları kendi arasında görmekten övünç duyarlar. Bu nokta dolayısıyla eski  partilerden hangisine dahil olursa olsun, fakir halkın zararına çalışmamış, zulüm ve  gaddarlık etmemiş, ve son moda tabirle bedavcılığa karışmamış, namus ve erdemiyle  tanınmış her vatandaş Türkiye Komünistleri arasına girebilir.14

Sonraki dönemde Anadolu'daki komünistler arasında Çerkez Ethem'in Kuvva-i Seyyare'sini Ukraynalı anarşist Nestor Makhno'nun komuta ettiği Ukrayna Devrimci İsyan Ordusu'na benzetme eğilimi ortaya çıkacaktı.15 Bununla birlikte bu dönemde faal olan TKP önderlerinin, Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasındaki çelişkiye dair görüşleri daha sonra farklılaşacaktı. İlginç bir şekilde dönemde Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha şüpheli bakan Ziynetullah Nevşirvanov, sonraki yıllarda Kuvva-i Seyyare'nin Mustafa Kemal'in düzenli ordusu ile çatışmasına sınıfsal bir içerik yükleyecekti.16 Buna karşılık, ilkin Çerkez Ethem ve Arif Oruç'a daha safça yaklaşmış olan Salih Hacıoğlu, sonrasında Kuvva-i Seyyare ile düzenli ordu arasında çatışmayı, milliyetçi hareket içerisinde oluşacak birleşik ordunun başkumandanının kim olacağının belirlenmesi için ortaya çıkan bir durum olarak tahlil edecekti.17

1920'nin Eylül ayının sonlarına doğru, Şerif Manatov Mustafa Kemal'in askeri polisince Eskişehir'de tutuklanarak Ankara'ya götürüldü. Manatov, sorgulamada konuşmadığı için Ankara'da bir bodruma kapatılacaktı. Bu sırada, Jan Upmal-Angarskiy'nin başını çektiği Sovyet heyeti Ankara'ya geldiler. Mustafa Kemal'in temsilcileriyle görüşen Upmal-Angarskiy, Manatov'un nerede olduğunu sorunca onun Eskişehir'de bir gazete çıkartmakta olduğu söylendi, sonrasında Manatov gizlice sınırdışı edildi. Bu dönemde partiye yönelik baskılar artmış ve illegalite koşulları sertleşmişti, bu da parti yönetimini savunmaya çekilmeye itecekti.18 Bu gelişme, partinin Merkez Komitesi'nde zorunlu değişiklikleri getirecekti. Manatov'un sınırdışı edilmesinin ardından Upmal-Angarskiy, Hüseyin Hüsnü ve gelen heyetin geri kalanı partinin Merkez Komitesi'ne dahil edildiler. Hüseyin Hüsnü, bu süreçte Rusya'ya dönmüş, yeniden Türkiye'ye gönderilmiş fakat yolda Denikin'in Beyaz karşı-devrimcilerinin eline geçmiş, bir süre Sivastopol'de hapiste yattıktan sonra İstanbul'da İngilizlere teslim edilmiş, fakat burada hapisten kaçmayı ve Sivas'ta Upmal-Angarskiy'nin heyetiyle buluşmayı başarmıştı.19

Türkiye Komünist Partisi 1920'nin Aralık ayına kadar, başta 250-300 üyeli Ankara şubesi20 olmak üzere, Eskişehir, Kızılcahamam, Çamlıdere, Yozgat, Kastamonu, İnebolu, Şebinkarahisar, Alanya, Konya, Sivas ve Trabzon'da21, 350-400 kişiyi kapsayan bir örgütlenme kurmayı başaracaktı.22 Partinin bu diğer şehirlerde giriştiği örgütlenmelerin bazıları, Türkiye Sosyalist Fırkası'nın Eskişehir merkezli Anadolu örgütlenmelerinin ve özellikle Karadeniz'de Türkiye Komünist Teşkilatı'nın gönderdiği militanların kurduğu grupların TKP'ye katılmasıyla gerçekleşmişti.23 Parti, Ekim ayında gerçekleştirdiği konferansında, Sovyet elçilik görevlilerine hitaben kaleme aldığı mesajda şunları yazacaktı:

Burjuva ve emperyalist hükümetin çıkardığı bütün engellere karşın 14 Temmuz  1920'de hükümetten gizli olarak kurulan Türkiye Komünist Partisi şimdiye kadar gizli  propaganda yoluyla bir taraftan işçi ve köylüler arasında, öte yandan askerler  arasında, Bolşevizmin önemini anlatmaya çalıştı. Güçlüklere karşın parti beklenenin  üstünde sonuç aldı (...) Türkiye Komünist Partisi hükümetin partiye ve genel olarak  komünist harekete karşı şiddetli düşmanlığı konusunda vardığı kanının doğruluğunu  gösterecek birkaç örneği hatırlatmayı gerekli buluyor.24

Hatırlatılan bu örnekler arasında Karadeniz'de milliyetçi ordu tarafından yakalanan bir Bolşeviğin Ankara'ya getirilip işkencede öldürülmesi, başta Şerif Manatov olmak üzere bazı militanların tutuklanması, partili oldukları bilinen yoldaşların gizli polis tarafından sürekli izlenmeleri vardı. Upmal-Angarskiy ve heyeti, Ekim 1920'de Sovyet Rusya'yı temsil etmek üzere gelmiş bir ülkeye gelmiş kişilerin nasıl yerel komünist hareketin sorunlarına duyarlı olabildiğini ve hatta sahip oldukları devrimci deneyimi yeni militanlara yardımcı olmaya yönelik kullanabileceğini gösterecekti. Upmal-Angarskiy ve arkadaşlarının ardından gelen hiçbir heyet, böylesi bir çaba içine girmeyecekti.

Gerdûn

1Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

2Bilen, İsmail. “Türkiye Komünist Partisi MK Genel Sekreteri İ.Bilen Yoldaşın Konuşması.” Yeni Çağ - Barış ve Sosyalizm Problemleri Dergisi. Ocak 1975. s. 68

3 Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 205

4Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 150

5Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 161

6Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 104

7Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 88-9

8Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 90-1

9Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 162

10Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125, 150-1

11Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 125

12Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 166

13Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151-2

14Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 91-2

15Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 151

16Nevşirvanov, Ziynetullah. “Türkiye İnklapçı Hareketinin Tarihiyle İlgili Materyaller”. Milli Azadlık Savaşı Anıları. İstanbul, TÜSTAV, 2006. s. 127-8

17Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 142

18Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 145

19Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

20Hacıoğlu, Salih. “1922 Komintern 4. Kongresi İçin Rapor”. Derleyen: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923). Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 124

21Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 154

22Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 161

23Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 169-170

24Akbulut, Erden ve Mete Tunçay. “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923)”. Sosyal Tarih Yayınları, 2007, İstanbul. s. 133

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Mücadele Etmek Neden Bu Kadar Zor ve Bu Zorlukları Nasıl Aşabiliriz?

İlk bakışta, her şey işçi sınıfı öfkesinin patlak vermesine elverişli gözüküyor. Kriz bariz ve kimse krizden kaçamıyor. Her gün aksi yönde iddialar yapılsa da, sonun yakın olduğuna inanan insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Bütün gezegen vahim bir vaziyette gibi gözüküyor: savaşlar, barbarlık, kıtlık, salgın hastalıklar, kar adına doğanın korkunç tahribatı ve sağlığımızla oynanması...

Karşımızda bütün bunlar varken, aklımıza öfke ve isyandan başka düşüncelerin gelmesini hayal etmek dahi zor. İşçilerin hala kapitalizm altında bir geleceğe inanabileceğine inanmak zor. Buna rağmen kitleler mücadele yoluna tamamen girmiş değil. Bu yüzden oyunun bitttiği, krizin eziciliğinin basitçe galip geldiği ve getirdiği moral bozukluğunu aşmanın bir yolu olmadığı sonucuna mı varmamız gerek peki?

 

Büyük zorluklar

İşçi sınıfının bugün büyük zorluklar deneyimlediği inkar edilemez. Bunun en az dört tane nedeni var.

İlk ve açık ara en kilit neden, gayet basitçe proletaryanın kendisinin bilincinde olmaması, yani 'sınıfsal kimliğini' kaybetmiş olması. Berlin Duvarı'nın yıkılışından sonra, 1990'lar boyunca komünizmin tarihsel başarısızlığına şahit olduğumuza bizi ikna etmek için devasa bir propaganda kampanyası yürütüldü. En gözü kara – ve en salak – yorumcular 'tarihin sonununun geldiğini' ve barış ve demokrasinin nihai zaferini dahi ilan ettiler. Komünizmi Stalinizm denilen hilkat garibesinin çürüyen leşiyle karıştırarak, hakim sınıf önceden kapitalist düzenin devrilmesine yönelik bütün perspektifleri gözden düşürmeye çalıştı. Herhangi bir devrimci dönüşüm ihtimalini sıfırlamaya çalışmakla da yetinmeyerek, her türden işçi sınıfı mücadelesini yalnızca 'kültürel hafıza'nın dinozor fosilleri ve mağara resimleri gibi bir parçası olarak resmetmeye teşebbüs etti.

En önemlisi, burjuvazi tekrar tekrar klasik biçimiyle işçi sınıfının toplumsal ve siyasi sahneden silindiğini söyleyip durdu1. Sosyologlar, gazeteciler, siyasetçiler ve magazin filozoflar toplumsal sınıfların ortadan kalktığı, şekilsiz 'orta sınıf' lapası içerisinde kaybolduğu fikrini pazarladılar. Burjuvazi hep proleterlerin kendilerini yalnızca 'yurttaş' olarak gördükleri, çeşitli çıkarların ayırdığı ve kendilerini ancak seçim sandığında ifade edebilecek, beyaz yaka, mavi yaka, çalışan, gündelikçi, işsiz gibi mesleki kategorilere bölnmüş bir toplum düşü kurmuştu. Sonu gelmez biçimde kitaplardan, gazetelere, televizyonlardan internete her yerde pompalanan işçi sınıfının ortadan kalktığı fikrinin de pek çok işçinin kendilerini, bağımsız bir toplumsal güç olarak görmek bir yana, işçi sınıfının içkin bir parçası olarak dahi görmelerini engellediği de doğrudur.

İkinci olarak, sınıfsal kimliğin bu şekilde kaybedilmiş olması, proletaryanın kendi mücadelesini ve kendi tarihsel perspektifini beyan etmesini de aşırı derecede zor kılıyor. Burjuvazinin kendisinin kemer sıkma politikalarından, her koyun kendi bacağından asılır mantığından ve bir hayatta kalma kapışmasından başka önerecek bir şeyi olmadığı bir arkaplanda, hakim sınıf sömürülenleri birbirlerini gırtlaklamaya teşvik ederek, sömürülenleri bölerek birleşik bir tepkinin önünü keserek ve sömürülenleri çaresizliğe sürükleyerek sınıf bilinci yoksunluğundan faydalanıyor.

İlk iki noktanın bir sonucu olan üçüncü unsur ise krizin şiddetinin mutlak açlık koşullarına düşmekten, evlerine ekmek götürememekten, sokağa düşmekten, yalıtılmaktan ve baskılara açık olmaktan korkan pek çok işçiyi felç ediyor oluşu. İspanya'daki 'Öfkeliler' hareketi gibi kimileri, sırtları duvara dayanmış halde, öfkelerini açıkça ifade etmeye itilmiş de olsa hala kendilerini mücadele içerisindeki bir sınıf olarak görmüyorlar. Bu hareketlerin görece kitlesel niteliğine rağmen, bu hakim sınıfın yaydığı yanılsamalara ve döşediği tuzaklara direnme, tarihin derslerini kullanma ve bir adım geri atıp gereken derinlikle dersleri çıkartma kapasitelerini sınırlıyor.

İşçi sınıfının düzene karşı mücadelesini geliştirmekteki zorluklarını açıklayan dördüncü bir önemli neden daha var: Açıktan açığa baskı uygulayan polis gibi parçalarından sendikalar daha sinsi ve çok daha etkili aygıtlara, burjuva iktidarının cephaneliğindeki silahları. Özellikle sendikalar konusunda, her ne kadar sendikaların işçinin çıkarlarını savunduğuna yönelik derin yanılsamalara sahip işçiler gün geçtikçe azalıyor olsa da, işçi sınıfı hala sendikaların egemenliği dışında mücadele etme korkusunu aşmış değil. Bu fiziksel kuşatmayı sendikalar, basın yayın kuruluşları, entellektüeller, solcu partiler ve benzerlerinin iyi kötü ustalaştığı ideolojik bir kuşatma da destekliyor.

Bu 'zihin kontrolünün' anahtarı şüphesiz demokrasi ideolojisi. Her önemli olay, demokrasinin faydalarını övmek için kullanılıyor. Demokrasi özgürlüğün çiçek açabileceği, tüm fikirlerin ifade edebileceği ve halkın iktidarı meşru kılacağı; herkesin insiyatif alabileceği, bilgi ve kültüre erişebileceği bir çerçeve olarak sunuluyor. Oysa gerçekte, demokrasi yalnızca elit bir kesimin, yani burjuvazinin iktidarının meşrulaştırılması için ulusal bir çerçeve sunuyor. Gerisi, sandığın tekine bir parça kağıt atmanın belli bir güç sahibi olmak anlamına geldiği ve nüfusun sesinin parlamentoya 'temsilcilerini' oylayarak ifade edilebileceği gibi yanılsamalardan ibaret. 80'lerin sonunda Stalinist rejimlerin çöküşünün neden olduğu ve demokrasinin egemenliğini fazlasıyla güçlendiren şoku nasıl hafife almıyorsak, bu ideolojinin ağırlığını da hafife almamamız gerekli.

Bu ideolojik cephanelikte dinin etkisini de eklememiz gerekli. Tabii ki din yeni bir olgu değil, insanlığın çevresindeki dünyayı ilk anlamlandırma çabalarından beri var ve çok uzun süredir her tür hiyerarşik iktidarı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Öte yandan bugün oynadığı rolün farklı yönü, özellikle mevcut düzenin 'çöküşünü' binlerce veya yüzlerce yıl önce din ve özellikle tek tanrılı dinler tarafından ifade edilmiş değerlerden uzaklaşılmış olduğuyla açıklayarak, işçi sınıfının iflas halindeki bir kapitalist düzeni anlama ihtiyacı duyan bir kesiminin düşüncelerini saptırıyor olması. Dini ideolojinin gücü durumun aşırı karmaşıklığını hasıraltı etmesi. Basit cevaplar ve uygulanması kolay çözümler öneriyor. Aşırı dinci biçiminde yalnızca proletaryanın bir azınlığını ikna ediyor olsa da, genel olarak işçi sınıfının içerisindeki netleşme çabasından bir asalak gibi besleniyor.

 

Ve devasa bir potansiyel

Resmettiğimiz durum kulağa biraz çaresiz gelebilir: ideolojik silahlarını kullanmayı iyi bilen bir burjuvazi karşısında, nüfusun çoğunu – açlık koşullarında değillerse – açlık koşullarıyla tehdit eden bir düzende hala olumlu düşünmemiz, bir umut bulmamız mümkün mü? Toplumun radikal dönüşümünü sağlayacak ve azıyla yetinmeyecek bir toplumsal güç gerçekten var mı? Bu soruya tereddütsüz şu yanıtı veriyoruz: evet! Bin kere evet!

Mesele işçi sınıfına körlemesine güvenmek, Karl Marx'ın yazılarına adeta dini biçimde inanmak ya da çaresizce bir devrim planı kurmaya çalışmak değil. Mesele, belli bir mesafe almak, sakince durumu tahlil etmek ve anlık olanın ötesine geçerek sınıfımızın mevcut mücadelelerinin gerçek anlamını kavramaya çabalamak ve proletaryanın tarihsel rolü üzerine derinlemesine bir çalışma yapmak.

2003'ten beri yayınlarımızda işçi sınıfının, doğu bloğunun çöküşünün ardından girdiği geri çekilme sürecine kıyasla olumlu bir dinamiğe girmiş olduğunu ifade ediyoruz. Bu tahlil, hepsi işçi sınıfının dayanışma, kolektif tartışma ve hatta basitçe zorluklara karşı ateşli bir yanıt verme gibi tarihsel reflekslerini yeniden keşfetme eğiliminde olduğunu gösterir nitelikteki bir dizi iyi kötü önemli mücadeleye dayanıyor.

Bu unsurları 2003 ve 2010'da Fransa'daki emeklilik 'reformu' karşıtı mücadelelerde, yine 2006'da Fransa'daki CPE yasası karşıtı öğrenci eylemlerinde, fakat ayrıca İngiltere'de Heathrow havalimanı ve Lindsey rafinerilerindeki yasadışı grevlerde, ABD'deki New York metro grevinde, İspanya'daki Vigo demir-çelik grevinde, Mısır'da, Dubai'de, Çin'de ve daha pek çok mücadelede gördük. İspanya'daki Öfkeliler hareketi ve ABD'deki İşgal hareketi ise özellikle çeşitli işletmelerdeki mücadelelerden daha genel ve daha hırslı bir amaca sahiplerdi. Öfkeliler hareketinde ne gördük? Her ufuktan işçilerin, işsizlerin, yarı-zamanlı çalışanların, tam-zamanlı çalışanların hep kolektif deneyime katılmak ve bu dönemde neyin tehlikede olduğunu kavramak için bir araya geldiklerini gördük. İnsanların yalnızca başkalarıyla özgürce tartışabildikleri için heyecanlarını yeniden kazandıklarını gördük. İnsanların alternatif deneyimleri paylaşıp getirilerini ve kısıtlılıklarını tartıştıklarını gördük. İnsanların neden olmadıkları ve bedelini ödemek istemedikleri bir krizin kurbanlarından ibaret olmayı reddettiklerini gördük. Kendiliğinden oluşan kitle meclislerinde insanların bir araya geldiklerini, netleşmeyi, fikirlerin çarpışmasını mümkün kılan, tartışmayı bozmak veya baltalamak isteyenleri ise kısıtlayan ifade biçimlerini benimsediklerini gördük. Son olarak, ve en önemlisi, Öfkeliler hareketi enternasyonalist bir hissiyatı, dünyanın her yerinde aynı krize maruz kaldığımızın ve mücadelemizin tüm sınırları aştığının farkındalığını ortaya çıkardı.

Şüphesiz, pek çok kişinin komünizmden, proleter devrimden, işçi sınıfından ve burjuvaziden, devrimci iç savaştan ve benzeri hususlardan konuştuğunu duymadık. Öte yandan böyle hareketlerin gösterdiği her şeyden önce işçi sınıfının özel yaratıcılığı ve kendisini örgütleme kapasitesiydi ki bunlar kaynaklarını onun bağımsız bir toplumsal güç olarak sahip olduğu vazgeçilmiz karakterinde bulmuşlardı. Bu niteliklerin bilinçli olarak yeniden benimsenmesi hala uzun ve ızdırıplı bir yolun sonunda gözüküyor fakat o yola çıkıldığını inkar etmek mümkün değil. İster istemez bu yolculukta durulmalar, geri adımlar, kısmi cesaret kırılmaları da yaşanacak. Öte yandan dünya çapında işçi sınıfının mücadelesinin öncü kolunda bulunan ve gelişimi son birkaç yıl içerisinde nicel olarak görülebilir olan azınlıkların düşünüşünü de ateşleyecek.

Son olarak, her ne kadar işçi sınıfının zorlukları devasa olsa da, durum içerisinde oyunun bittiğini, işçi sınıfının artık kitlesel ve devrimci mücadelelere girmesinin imkansız olduğunu söylememize olanak verecek hiçbir unsur yok. Tam aksine, yaşayan ifadeler çoğalıyor ve yalnızca kırılganlıklarının bariz olduğu görünen suretlerini değil gerçekten ne olduklarını derinlemesine incelersek potansiyellerini, geleceği dair barındırdıkları ihtimali kavrayabiliriz. Münferit, dağınık ve azınlık niteliklerine rağmen, unutmamalıyız ki bir devrimcinin en temel özellikleri sabır ve işçi sınıfına güvendir2. Bu sabır da, bu güven de işçi sınıfının ne olduğunun tarihsel olarak kavrayışına dayanır: hem sömürülen hem de devrimci olan ilk ve bütün insanlığı sömürü lanetinden kurtarma görevine sahip tek sınıf. Bu, materyalist, tarihsel ve uzun-erimli bir vizyondur. 2003'te, örgütümüzün 15. Enternasyonal Kongresi'nin bilançosunu çıkartırken şunu yazmamızı mümkün kılan da bu vizyon olmuştur:

"Marx ve Engels'in söylediği üzere, 'mesele şu veya bu proleterin ya da hatta proleteryanın tamamının bugün neyi hakikat olarak kabul ettiği değildir, proletaryanın ne olduğu ve tarihsel olarak, varoluşu tarafından ne yapmaya yöneltileceğidir'. Bu yaklaşım bize gösteriyor ki, işçi sınıfına yönelik saldırıların gün geçtikçe vahşileşmesine ve artmasına neden olacak olan kapitalist krizin darbeleri karşısında, işçi sınıfı tepki vermek ve mücadelesini geliştirmek zorunda kalacaktır."

GD, 25.10.12

1Bu demek değil ki geçtiğimiz on yıllarda başta batıdaki sanayinin düzenin 'çeperindeki' ülkelere kaydırılmasından dolayı içerisinde işçi sınıfının şeklinde önemli maddi değişimler olmadı veya bu değişimler işçi sınıfının sınıfsal kimliğini korumadaki zorluklarını arttırmadı. Bu konuya başka bir yazıda geri döneceğiz.

2Lenin bir de espiri anlayışını eklerdi.

 

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

Servet Düşmanı Tartışma Platformu: Anarşist Komünistler İçin Sendikalar ve Sınıf Mücadelesi

Bu metin EKA Türkiye şubesinin “EKA Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı tartışma yazısına Servet Düşmanı Tartışma Platformu (servetdusmani.wordpress.com) tarafından cevap olarak yazılmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Anarşist komünistleri, komünist olma iddiasındaki pek çok akımdan ayıran temel ilkesel tutumlar, bu ilkelerin belirli düzeyde de olsa örtüştüğü anlayışlarla tartışma ve olabildiğince yan yana durma gibi bir gerekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, tarihsel miras bağlamında da güncel olarak da, devrimci özne olarak işçi sınıfına bakış açısı, enternasyonalizm ve ulusal soruna bakış, burjuvazinin klikleriyle ittifak yapılması, burjuva demokrasisi ve onun aygırlarının reddi gibi temel ilkelerde ortaklaştığımız Sol Komünistlerle tartışma yürütmek büyük önem taşımaktadır.
 
Kendisini “Özgürlükçü ve Komünist Tartışma Platformu” olarak tanımlayan ve (yalnızca anarşist komünistlerin değil) belirlenen temel ilkeler çerçevesinde daha genel bir tartışma zemini oluşturmayı hedefleyen Servet Düşmanı bileşenleriyle, Sol Komünist geleneği sahiplenen Enternasyonal Komünist Akım (EKA) Türkiye Şubesi’nden yoldaşlar arasında kamuya açık bir tartışma yürütülmesinin amaca uygun ve zenginleştirici olacağı düşüncesindeyiz.

Bu tartışmalar bağlamında; EKA’dan yoldaşların kaleme aldığı “Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış: EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı yazı, temel ve kritik öneme sahip tartışma noktalarından birini gündeme almasıyla, yerinde bir başlangıç. Türkiye’deki hâkim sol anlayış, sınıfın örgütlenmesi ve sendikalar meselesini ezberlenmiş, genel geçer kabuller üzerinden ele alıyor ve sahiplendikleri pozisyonun hataları, açmazları defalarca ortaya çıkmasına rağmen bu konu üzerine hemen hemen hiçbir tartışma yürütülmüyor. Kuşkusuz, kolaycılıktan, tartışma ve özeleştiri kültürünün gelişmemiş olmasından veya örgütlerin köşe başlarını tutan şeflerin keyiflerinden kaynaklanan bu tarz, sadece bu başlıkla ilgili değil devrim sorunsalını ilgilendiren neredeyse her başlıkla ilgili söz konusu.
 
Burjuvazi Fransız ve Sanayi Devrimleri sonrası dönemde siyasal ve ekonomik hegemonyasını sağlamış, sanayileşen ülkelerde yoğun bir işçileşme süreci yaşanmış, işçiler sınırsız baskı ve sömürü koşullarında çalışmaya ve sefalet içerisinde yaşamaya mahkum edilmişti. Sendikalar; bu koşullarda, bu koşullara karşı mücadele etmek için ortaya çıkmış ve uzun süre kitlesel üretim birimlerinde yan yana çalışan işçiler için gündelik-ekonomik sorunları için verdikleri mücadelenin organları olarak varlığını sürdürmüşlerdir.
 
Bu noktada "Devletin Aygıtları Olarak Sendikalara Genel Bir Bakış: EKA, Sendikalara Dair Ne Diyor?" başlıklı yazıda "Sendikalar, sermayenin artı-değere bağımlılığından doğan emek-gücü talebi, işçi sınıfının yaşamını idame ettirebilmesi için ihtiyacı olan maddi kazanımı ve yükseliş dönemindeki kapitalizmden reformlar koparabilme olasılığının toprağından yeşermiştir." tespitini yerinde bulduğumuzu belirtelim. Ancak "Bugün ise işçi sınıfının kalıcı iyileştirmeler elde etmesinin imkânsızlığı, ekonomik çıkarlarının savunusuna dayanan kendine özgü, kalıcı örgütleri sürdürmenin imkânsızlığı ile aynı anlama gelir. Sendikalar kendilerinin yaratılma sebebi olan işlevi kaybetmiştir.” tespiti için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz.
 
Her şeyden önce yazının alıntı yapılan ilk cümlede belirtildiği üzere işçi sınıfının kapitalizmden reformlar koparması geçmişte de bir olgu değil, bir olasılık, bir umuttu. Bu umut için ayağa kalkan işçiler, süreç içerisinde sistemin, onların talep ettiği reformların çok azını gerçekleştirebileceğini ve bunun onlara yetmeyeceğini anladıklarında giderek kitleselleşen ve talepleri radikalleşen mücadeleler yarattılar. Bu nedenle özellikle 20. yy’ın ilk yarısında işçi sınıfının öncülük ettiği devrimci süreçler gerçekleşti ama bu süreçlerin tamamı karşı devrimle boğuldu.
 
Bugün ise, bunun gerçekleşme imkânından bağımsız olarak, işçi sınıfının kalıcı iyileşme elde etme umudunun eskisinden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Bunun ötesinde sistemin propagandasıyla bireysel kurtuluş umudu eskiden olduğundan daha fazla. Ancak artı değer sömürüsü devam ettiği sürece emekçilerin özgürlüğünden ve herkes için refahtan söz etmek hiçbir zaman olmadığı gibi bugün de mümkün değil. Sermayenin yoğunlaşmasıyla yaratılan bireysel kurtuluş yanılsamasının tersine, bireysel kurtuluş vaadi giderek daha fazla insan için imkansız hale geliyor. Giderek daha fazla insan üretim sürecinde nesneleşirken, gelişmiş ve orta gelişmiş ülkelerdeki emekçilerin bir bölümü tüketim sürecinde özne haline getirilerek sömürü düzeni, refah toplumu adıyla cilalanıyor. Ancak üretim sürecinin en altında kalan büyük bir çoğunluk için sömürü koşulları çıplak haliyle devam ediyor. Ağustos ayında Güney Afrika’da platin madeninde grev yapan işçilere polisin yaylım ateşi açması ve Anglo American Platinum’un Ekim ayında 12.000 işçiyi işten çıkarması bunun en yakın ve açık örneklerinden biri…
 
Tüm bunlar EKA’nın metninde belirtildiği gibi sendikaların, sermaye tarafından ele geçirilmiş ve devlete entegre olmuş olduğu gerçeğini inkar ettiğimiz anlamına gelmiyor. Bugün sistemin tanıdığı ve yasal statü/haklar sağladığı pek çok kurum gibi sendikalar da sisteme entegre olmuş durumda. Ayrıca, işçilerin giderek daha küçük bir kısmının toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanmak için üye olduğu ve gerçek anlamda örgütlenmedikleri ve mücadeleye sevk edilmedikeri, pek çok işyerinde ise işçilerin gözünde işverenin bir organı olarak görüldüğü aygıtlar haline gelmiş durumda. Üretim sürecinden tamamen kopmuş profesyonel yöneticileri için ise, sendikalar kârlı birer iş kapısı haline gelmiş durumda.
 
Diğer yandan kapitalizmin gelişim sürecinde, üretim modelleri değişmiş, çeşitlenmiştir. Kitlesel üretim birimlerinde yan yana çalışan işçilerin örgütlenme ve mücadele aygıtları olarak ortaya çıkan sendikaların ortaya çıkan yeni çalışma biçimlerindeki işçilerin gündelik-ekonomik sorunları bağlamında dahi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi için uygun olmadığı pek çok örnekte ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar günümüzde sendikaların sınıf mücadelesinin büyütülmesi konusunda yeterli aygıtlar olmadığını, çoğu zaman mücadelenin önünde engel haline geldiklerini göstermektedir.
 
Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, yazıdaki "Aslolarak bu sözleşme [Toplu İş Sözleşmesi] işçilerin belirlenen süre boyunca emeklerini belirlenen şartlar içerisinde işverene satmak zorunda kaldığının ifadesidir ve işçi sınıfı için toplu iş sözleşmesi, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde gerçek prangalardır." argümanı tutarlı olmamasının ötesinde, mücadelenin süreçlerinin farklılıklarını görmezden gelmektedir. Kapitalizmde işçiler toplu veya bireysel olarak emeklerini satarak yaşamlarını sürdürürler. Emeğin değeri burjuvazi için üretim maliyetidir ve bunu minimize ederek karını maksimize etmeye çalışır. Bunu belirleyen ise ulusal sınırlar, işçilerin örgütlülük düzeyleri, iş gücünün niteliği gibi etkenlerle belirlenen emeğin piyasa değeridir. Sendika üyesi olmak bir işçi için emeğinin değerini arttırması bağlamında bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla bir işçinin emeğinin niteliğini ve piyasa içindeki değerini arttırıcı eğitim alması, ekonomik talepleri için mücadele etmesi gibi etkenler ne kadar prangaysa sendika üyesi olarak Toplu İş Sözleşmesi’nden faydalanması da o kadar prangadır.
 
Mücadelenin farklı anlarının farklı koşulları, farklı ihtiyaçları vardır. Komünistlerin bu dönemlerin şartlarını tahlil ederek mücadele hattını oluşturmaları gerekir. Günümüzdeki gibi sınıf mücadelesinin zayıf olduğu dönemlerde, emekçilerin gündelik-ekonomik sorunlarıyla ilgili mücadeleleri desteklenmeli, dağınık ve etkisi zayıf işçi hareketleri birleştirilmeye, güçlendirilmeye çalışılmalıdır. Sendikaları ne kadar eleştirsek de, yasaların sağladığı belirli güvenceler ve Toplu İş Sözleşmesi ve yasal grev yapma tekeline sahip olması gibi imtiyazlar nedeniyle bugün işçiler mücadele edecekleri zaman sendika şemsiyesi altına giriyorlar. Bu rasyonel ve başlangıcı itibariyle mücadeleye fayda sağlayabilecek bir davranıştır. Ancak aynı zamanda sendikalarla işçilerin ilişkisi kurulduğu anda mücadelenin kaderi bürokratların ellerine bırakılmış olmakta, işçilerin karar alma sürecine katılma şansı bulunmamaktadır. Diğer yandan sendikalı işçi sayısının % 8,5’’lara düştüğü göz önüne alındığında sendikalı olmayan devasa bir kitlenin örgütlenme ve mücadeleye sevk edilme sorunu karşımızda durmaktadır. Kaldı ki %8,5’luk oran yalnızca sendika üyesi olma hakkına sahip işçiler baz alınarak hesaplanmaktadır. Evden çalışma gibi yeni üretim biçimlerinin, kayıt dışı istihdamın ve işsizliğin yaygınlığı düşünüldüğünde işçilerin çok küçük bir kısmının sendika üyesi olduğu ortaya çıkmaktadır.
 
Bu noktada karşımızda; bir yandan sendikalara üye olan ama örgütlü olmayan yüz binlerce işçinin, diğer yandan sendika üyesi olmayan, fiili veya yasal nedenlerle sendikaya üye olma imkanı olmayan çok daha büyük bir işçi kitlesinin nasıl örgütleneceği ve mücadeleye sevk edileceği sorunu durmaktadır. Biz sendikaları, işçi sınıfının en önemli ve gelişkin örgütlenmesi olarak görmüyoruz, tersine günümüzde işçi sınıfının ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak, yozlaşmış kurumlar olduklarını tespit ediyoruz. Ancak yukarıda belirttiğimiz olanaklarının mücadelenin günümüzde olduğu gibi zayıf olduğu anlarda kullanılabileceği ve zaten işçiler tarafından çeşitli biçimlerde kullanıldığını görüyoruz.
 
Önemli olan her koşul ve ihtiyacı gidereceği ön görülen bir örgütsel formun aranmasından çok, sınıf mücadelesinin yükseltilmesinde hangi formun hangi dönemde, hangi konuda işlevli olabildiğinin tartışılmasıdır. İspanya İç Savaşı örneğinde olduğu gibi Sendikaların işçi sınıfı için devrimci örgütler haline geldiğini, diğer yandan Ekim devriminin en önemli organları haline gelen sosvyetlerin bir kaç sene sonra karşı devrimci güçlerin, işçi sınıfını kontrol altına almasını sağladığı organlar haline geldiğini hatırlamalıyız. Dolayısıyla konuyu sendikaları mutlaklaştırma, kutsama ve tümden reddetme ikileminden kurtarıp, sınıf mücadelesinde hangi aracın nasıl kullanılabileceği üzerinden ele almamız gerekmektedir.
 
Sendikaların yapısal ve güncel sorunları olduğu yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte işçi sınıfı için mücadele sürecinde belirli faydalarının olabileceğini de inkar edemeyiz. Diğer yandan mevcut sendikaların kastlaşmış ve çürümüş yapıları nedeniyle dönüştürülmesinin imkansızlığı ortadayken "Günümüzün üretim biçimlerinin farklılıklarına uygun, emekçilerin tabandan karar alabileceği, mücadeleci sınıf örgütlenmeleri yaratılabilir mi?”, “Tek bir form değil, farklı işlevlere sahip birbirlerine paralel, birbirleriyle ilişki içinde ve aralarında geçişkenlikler olan değişik örgütlenme biçimleri oluşturulabilir mi?" sorularını tartışmak büyük önem taşıyor. Bunu bizim sormamızın ötesinde mücadele eden işçilerin bu konuda çeşitli deneyimler yarattığına da tanıklık ediyoruz. Bu deneyimler bu soruların önemini net olarak göstermektedir. İşçi sınıfının gündelik sorunlarından başlayan mücadeleler emeğin mutlak özgürüğünü sağlayacak komünist bir toplumu yaratacak devrime giden ilk adımlardır. Bunun için uygun olan araçların ne olduğunu mücadelenin ihtiyaçlarının ne olduğu belirleyecektir.

Zafer Onat

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Servet Düşmanı Tartışma Platformu: Sınıf Mücadelesi, Komünist Bir Ufkun Kurulması ve Bunu Zorlaştıran Bazı Şeyler

Bu metin EKA Türkiye şubesinin “EKA Sendikalara Dair Ne Diyor?” başlıklı tartışma yazısına Servet Düşmanı Tartışma Platformu (servetdusmani.wordpress.com) tarafından cevap olarak yazılmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Sendikalar üzerine özel bir tartışma yürütmek yerine bence daha acil olan sorun işçi sınıfı mücadelesi ile nasıl ilişkilenebiliriz sorusu; ya da işçi sınıfı mücadelesi içerisinde ne tür bir genel tavır savunmalıyız sorusu. Ama bu sorularla cebelleşebilmek için, bugün sinif mucadelesi nasıl yürüyor sorusuna dair daha somut bir kavrayışa ihtiyacimiz var. Kafamızdan en uygun teorik doğruya göre, ya da “olması gereken şudur” şemalarına göre tartışmak bizi fazla ileri götürmeyecektir. Çünkü iş o noktaya geldiğinde “en saf en temiz ilke sudur” yaklasimina evrilen bu tarz bir arayış, bizi o klasik doğru niyetler ve istekler nedir gibi absürt ve soyut bir alana sıkıştırır.

Bu yazıda ilkin sınıf mücadelesiyle ilişkilenme genel sorunu etrafında, sendikalara dair pratik bir bakış geliştirmeye çalışacağım. Sonrasında daha önemli olan meseleye, yani bugun sınıf savaşımı sınıf alanında nasıl yürüyor meselesine dair bazı kısa değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağım. Son olarak bütün bunlara ek olarak devrimcinin müdahelesine neden ve nasıl ihtiyaç olabilir sorusunu bu iki meseleyle birlikte ortaya koymaya çalışacağım. Sorunun formülasyonu, bence şu aşamada cevabından daha önemli olduğu için niyetim bir çerceve geliştirmek olmayacak.

Sendikalar

Sendikalar bugün işçilerin çoğunun gözünde erimiş, itibarlarını kaybetmiş ve anlamsızlasmış yapılar. İşçi sınıfının geneli sendikalar içerisinde değil ve sendikalarin üye sayılari da gittikçe azalıyor. Solcu olduğunu söyleyen sendikalar (DİSK ya da TÜRK-İŞ içinde) ya tamamen STK kıvamındalar ya da çok başarısızlar.

Solun bir bölümü bunun yasalardan veya AKP’den kaynaklı konjonktürel bir durum olduğunu, esasında sendikalarin güçlü olabileceğini ama siyasi reformlara ihtiyaç olduğunu iddia ediyor. Bu argüman doğru olsaydı, sendikalarin güçlendirmenin yolunun sendikalar dışı süreçlerde, parlamentoda ve hukukta olması gerektiğine inanmamiz gerekirdi. Halbuki az buçuk kafası ideolojik dogmalarla bulanmamış, biraz da dunya işçi sınıfı tarihinden haberdar herkes bilir ki, sendikalar zaten baskı koşullarında doğmuş ve siyasal reformlardan önce gerçek bir varlık kazanmıştır. Örneğin İspanyol devrimci-sendikalizmi, 1936’da cumhuriyet onu kısmen tanıyana kadar bir yer altı hareketiydi ve 2 milyon üzerinde üyesi vardı. Ya da Alman sosyal demokrasisine bağlı olarak gelişen sendikalar, sosyalistlerin meclise bile giremediği koşullarda serpilmiş ve yine milyonlarca üyeyi barındırabilmişti.

Dolayısıyla şurası açık ki sendikalarin bu güdük rolünün nedeni devlet olamaz. Burada hemen soldaki yaygın kavrayışlardan birini bir tarafa bırakmanın gerekliliğini görebiliriz. Sendikaların güçsüzlüğünü devlete bağlayan yaklaşım işçi sınıfının ancak sendikal bir şemsiye altında ve ancak devrimci olmayan, sınırlı bir mücadele edebileceği şeklindeki yaklaşımdır. Bu kendi başına çok sorunlu olmasa da bunun altında yatan şey işçi sınıfının esasında devrimcilerin genel hedefleri açısından bir taktik nesne, bir tür siyasi malzeme olmaktan öteye gidemeyeceği. [1] Şimdilik bunun işçi düşmanı bir yaklaşım olduğunu veya en azından kimseyi ilgilendirmeyecek kadar sığ olduğunu söyleyerek bir kenara bırakıyorum. Bu yaklasım, sınıfın potansiyelini küçük görmesi bakımından onun mücadelesini ve bu mücadelenin olanak ve durumunu elbette kavramaktan aciz.

Dünya ve TC’de… sınıf savaşının mevcut anına dair

Bugün sınıf mücadelesi nasıl yürüyor peki? Dünyanın geneline baktığımızda işçi sınıfının mücadelesinin iki coğrafi odakta, doğu Asya ve Batı Avrupa’da iki farklı tarzda kendisini ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunlar genelgeçer olmasa da başat karakterler ve bu coğrafi bölgelerde kapitalizmin güncel durumundan dolayı bu şekilleri alıyorlar. Nedir bunlar?

  1. Özellikle  Avrupa ve ABD’de ortaya çıkan meydan işgalleri ve bunların etrafında şekillenen kısa ve sendika kontrollü genel grevler. Occupy hareketi ABD’de yüzlerce şehire kendiliğinden yayılarak bu yeni meydan işgali tarzının öncüsü oldu. İspanya, Yunanistan ve İtalya’da da benzeri mücadeleleri gördük. Bu mücadeleler genel olarak ücretli işin çeperinde duran kesimleri harekete geçiriyor.

Bu kesimler işşizler, öğrenciler ya da esnek çalışanlar. Son veriler İspanya’da işsizliğin %25 civarında olduğunu gösteriyor. Yunanistan’da durum daha vahim ve genel olarak güney Avrupa’da da durum benzer. Haliyle iş yeri alanından uzaklastırılmış ama yüksek eğitimli, kalifiye bir grup mevcut.

  1. Doğu ve Güney Asya’ya baktığımızda farklı bir resimle karşılaşıyoruz. Dünya nüfusunun %50-60’ini kapsayan bu bölge aynı zamanda dünya işçi sınıfının da sayısal olarak en yoğun olduğu ve gittikçe büyüdüğü bölge. Özellikle Çin, son krize kadar büyük köylu nüfusun şehirlere iş bulmak için dalgalar halinde göç etmesiyle belki de dünyanin proleterleşmemiş son büyük köylu kitlesinin de işçileşmesine tanıklik etti 90’larda.

Buradaki mücadelelerin biçimi de değişik. Özellikle 2010’dan beri işçiler, giderek agresif grevler ve isyanlara girişiyorlar. Çok yüksek, %40-50’lere varan ücret artışları elde ediyorlar ve bu mücadeleler genellikle kendiliğinden, şehir düzeyinde fabrikadan fabrikaya yayılarak binlerce işçiyi içine alıyor.

İki durumda da ortak olan nokta sendikaların bu mücadeleleri örgütlemeyişi. Sendikalar guven vermiyor ve batida ortuk bicimde doğuda ise açıktan devlet aygıtıyla ya da bir burjuva partisiyle kaynaşmış durumdalar. Buna karşılık iki durumda da hareketlerin içinde kapitalizmden farkli bir toplumsal düzen alternatifi çıkmadığını görüyoruz.

Bu iki toplumsal durumun ve isyanin ilginç bir biçimde biraraya geldiği örneği ise Mısır oluşturdu. Mısır’da hem proletaryanin çeperindeki kesimleri bir araya getiren meydan direnişi (Tahrir meydani) hem de Doğu Asya’daki gibi fabrika direnişleri (Mahalla grevi) bir devrim sonucu vermişti. Batı ile doğudaki koşulların bu ilginç karışımı, devlet iktidarının esneyemeyen yapısıyla bir araya gelince son noktada ordunun tarafsiz kalmasi sonucu bir anda devrimi getirdi.

Türkiye’de bu açıdan Mısır’a benzer bir toplumsal durumu goruyoruz. Türkiye’de sınıf mücadeleleri nasıl yürüyor? Önemli örneklerde tıpkı Mısır’da olduğu gibi meydan işgalleri ve radikal grevlerin varlığından bahsedebiliriz. Bir cok farklılık tesbit edilebilir fakat üç ana grup altında toplamaya çalışacağım durumu;

  1. Çin’dekine benzer olarak; kısa süreli, “wildcat” grevlere yakın, sendikasiz işçiler tarafından yapılan başarılı mücadeleler. Bunların çoğu taşrada oluyor. 2006’da Tokat’ta tuğla fabrikalarında, ya da bu yıl Gaziantep sanayi bölgesinde ve Bursa’da deri fabrikalarında gerçekleşen grevler boyleydi.

Bu grevleri gerçekleştiren işçiler çoğunlukla asgari ücret alıyor. Yüksek ücret zamları talep ediyorlar. Küçük şehirde olmanın verdiği bir güçle de olsa gerek, hızla radikalleşebiliyorlar. Valiliklere yürümeler v.s. Hızla fabrikadan fabrikaya genişliyorlar. Yine küçük şehirlerde olmaktan kaynaklı yakınlık bunda bir faktör belki de.

Dahası kısa zamanda taleplerinin bir kısmına da olsa ulaşıyorlar. Bu kısa süreli zaferler bu tür mücadelelerin yürüdüğü yerlere dair bize çok şey söylüyor. Büyük ihtimalle bu grevlerin gerçekleştiği sanayilerde patronun işçiye karşı çok direnme gücü yok. Ya da belki de patronların ellerindeki talep onların ufak ücret artışlarını kabulünü mümkün kılıyor. Ama bütün bu mücadelelerde sendikalara karşı işçiler ya soğuk ya da mücadelenin anlık. “kendiliğinden” neredeyse organik örgütlenmesi, sendikaları manasız kılıyor. Çünkü buralarda sendikal ucret pazarlığının bürokratik ağırlığı anlamsız kalıyor.

2. Bir diğer güncel mücadele alanı, eski devlet işletmelerinin özelleştirilmesi-kapanması üzerinden yürüyor. Buralarda işçilerin çoğu sendikalaşmış durumda, sendikalar da çoğunlukla Türk-İş’e bağlı oluyor. Hafızamdan söylüyorum, SEKA, TEKEL böyle örneklerdi. Hepimiz bunlara tanık olduk. Hem SEKA’yı hem TEKEL’İ çok yakından biliyoruz. O yüzden belki yazmam anlamsız ama altını çizmek istediğim bir kaç nokta var.

Öncelikle bu mücadeleler birkaç ay sürüyor. İşçilerin grev yapması anlamsız oluyor bu durumlarda. Çünkü zaten kapanacak fabrikaları. Bu yüzden işgal oluyor çoğunlukla. İşgal olayında sendikaların tavrı eğer işçileri anında satmak değilse bile, mücadeleyi yavaş ölüme terk etmek. TEKEL sürecinin en sonunda sendika binası karşısında, sendika karşıtı bir işgale dönüşüp eriyip bittiği, sendika patronunun adamlarının işçilere nasıl saldırdığı hatirlanabilir.

3. Küçük sendikalaşma mücadeleleri. Buna da aşinayız. Solcuların girip, dışarıdan sendikalaştırmaya çalıştığı işletmeler de oluyor. Bunların genelinde süreç hukuksal bir mücadeleye dönüşüyor. İşçilerin daha militan kesimi işten atılıyor. Sendika dava süreci başlatıyor. Atılan işçiler de işyeri dışarısında çok uzun bazen bir yıldan fazla zamana yayılan “direnişler” başlatıyorlar. Yani pratikte bu direnişler işçileri yalıtmakla kalmıyor, moral bozucu bir süreç de yaratıyor. Kimi solcular için bu bir tür çileci kendini ispatlama mücadelesi gibi olabilir. Ama açıkcası işçilere bir faydası olmuyor.

Bu üc ana örnek dışında da örnekler var tabi. Son HAVA-İŞ meselesi örneğin çok daha komplikeydi. Ya da Telekom grevi çok daha başka bir şeydi v.s. Ama benim derdim burada bütün bir sınıf mücadelesini tanımlayacak bir cetvel çıkarmak değil. Mevzuyu netleştirip önümüzu görelim diye bunları yazdım.

Pratik durumda hiç sendikalaşmamış ve net bir hedef icin, kendi başlarına (otonom) örgütlenmiş işçilerin çok daha kısa sürede, çok daha kesin sonuç aldıkları. Sendikalarin kontrolünde olan büyük işletmelerde gelişen “direnişler” ise genelde sadece özelleştirme sürecinden arta kalmış sektörlerde, devletin yeniden yapılandırma sürecinde etkili; Sendika patronlarının kişisel hedeflerinin aleti oluyorlar. Bir pazarlik dönüyor ama işçiler için olmuyor o. Bir de solcuların ezberden girişip önünü çektiği, hedefi muğlak, sonucu belirsiz ve çoğunluğu yenilgiyle biten, yorucu sendikalaşma mücadeleleri var.

Devrimciler Açısından Bunun Anlamı ne Olabilir?

Bu tarz bir analizin neredeyse ilk anda ortaya koyduğu sonuç, devrimcilerin sınıf mücadelesinin biçimini belirleyemeyeceği. Ne meydan işgalleri ne de kendiliğinden grevler anarşistlerin ya da komünistlerin etkisiyle oluyor. Dahasi solcuların örgutlediği sendikalaşma mücadeleleri genellikle hüsranla bitiyor. Mücadeleye uyması gereken bir biçim, işçilere bir “doğru” mücadele anlayışı dayatan bir siyaset tarzınin başarısızlığı çok açık. Sendika örgütleme çalışmaları da bu tarz bir biçim dayatmak, mücadelenin hali hazırda gelişen biçimlerini görmemek demek oluyor.

Peki devrimciler biçimini belirleyemedikleri bu mücadelelere nasıl girebilirler? Bu soruya net bir cevap veremesem bile şunu söyleyebilirim: kendisine komünist sıfatini yakıştıranlar bu mücadelelere GİRMELİLER. Bu mücadeleleri daha yakından tanımalılar. Neden mi? Çunku komünizm bir entellektüel uğraş olarak kendi bedenini ancak bu mücadele içerisinde bulabilir. Komünist bu sularin balığıdır.

Bu anlamda hangi tür mücadele formunu, sınıf için hangi tür örgütsel yapıyı arayıp bulmak gerektiği şeklindeki saplantıdan kurtulmak da bir gereklilik. Leninist sol ve reformist sosyal demokrasi, sınıf mücadelesini kendi özerk siyasi hedeflerinin bir yedeği – motoru olarak gördu ve bu yüzden ona bir biçim dayatmaya çalıstı. Devlet aygıtının yıkımını hedefleyen komünistler ise (anarşist ya da Marxist fark etmez) örgütsel formun değişkenligini kabul ettiler ve bunu ikincil bir sorun olarak gördüler. Bu siyasi esneklik ve taktik zekadandir ki komünist radikaller Rus devrimi esnasında Sovyet biçimini yeni bir tur örgütsel form olarak benimseyebildiler.

Bu noktada soruya geri dönebiliriz; devrimciler biçimini belirleyemedikleri mücadeleler içinde ne yapmalılar? Tabii ki bu her zaman ve her mücadele için değişecektir. Dolayısıyla komünistliği bir kere kendisini mücadele zemini içerisinden kuran bir yoldaşlık olarak tarifliyebilirsek bu sorunun ikincilleşeceğini görüyoruz. Böyle bir komünist yaklaşım için artık sorun taktiksel.

Yani bu yoldaşlık taktiksel bir kollektif zekanın inşasını gerekli kılıyor. Zemini önceden belirlenmiş ve mutlak ilkelerle değil; bir tür savaş alanı gibi görmek gerekliliği ön plana çıkıyor. Askeri taktiksel böyle bir bakış açısı sınıf mücadelesi alanını kavramsal bir düşünce dünyası düzleminde değil, coğrafi bir bağlamda ifade etmeyi mümkün kılar. Yani mekansal bir boyut kazandırır. Böylece soyut hedefleri, belli bir topoğrafyanın ufkuna, mücadelenin sorunlarını da bu ufkun önündeki engellere çevirerek izlenecek yolu zamanda ve mekanda, hayatın içinde tariflemeye başlayabiliriz. Önümüzdeki engeller sınıf mücadelesinin belli anlarina göre somutlaşır. Sınıf düşmanının tarifi kolaylaşır. İlkeler ve alınması gereken tavirlar gibi sorunlar, canlı bir bağlam kazanarak tartışma içerisindeki yoldaşlar açısından kişisel gibi görünmekten çıkarlar. Bunlar artık mücadele anının sorunları olurlar metafizik bir bağlamın değil.

Somut olarak da şu gibi sorular öne çıkar o zaman: Şu ya da bu grevde de sendikanin, devletin ya da patronun konumu nedir? Mücadelede eksik olan ne? İşçileri birbirinden ayıran ve bölen şeylerin hangisi daha ön plana çıkıyor? İdeoloji mi, patriyarka mi yoksa ırkçılık mı? Yoksa bizzat şu ya da bu grevde mücadelenin kendisine girişmek için bile henüz erken mi ve biraz daha mı hazırlanmalı? Bütün bu sorular sınıf mücadelesine kolektif olarak müdahale etmesi gereken radikal bir azınlığın önüne çıkan sorular olacak.

Yukarıda özetlenmeye çalışılan mücadele biçimleri bu radikal azınlığın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Gerek batıda gerek doğuda gerekse şu ortanın doğusunda, komünist bir perspektif, sınıfsız ve devletsiz bir dünya umudunu göremiyoruz. Komünist dünya hedefi çok ütopik, çok uzakta v.s. gibi görünüyor. Radikal taktikleriyle bunu ufuğa yeniden yerleştirme becerileri için komünistlere, ihtiyaç var.

Ibrahim Q.


[1] 18. Yuzyılın başında ilk ortaya çıkan kimi sosyalistler, mesela amerika’da komünler kuran tipler de işçi sınıfını küçük görüyor hatta onu siyasi olarak dengesiz ve komünizm hedefi için kullanışsız bir güç olarak tarif ediyorlardi. İste bu tehlikeli çizgiyi reddetmeliyiz.

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

İsrail ve Filistin: Emperyalist Savaşın Rehin Aldığı Nüfuslar

Bir kez daha, İsrail jetleri ve füzeleri Gazze'ye yağmaya başladı. 2008'de, İsrail'in 'Dökme Kurşun Harekatı', terörist hedeflere karşı 'cerrahi atışlar' olduğu yönündeki tüm iddalara rağmen, çoğu sivil 1,500 kişinin canını almıştı. Gazze Şeridi, dünyanın en fakir ve yoğun nüfuslu bölgelerinden biri ve 'terörist üsler' ile onları çevreleyen yaşam bölgelerini ayırmak mümkün değil. İsraillilerin elindeki tüm gelişmiş silahlara rağmen, mevcut saldırılar sonucu ölenlerin çoğunluğunu da kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyor.

Tabii bu durum İsrail devletinin başındaki militaristlerin uykularını kaçırmıyor. Gazze, yalnızca bir önceki katliamda olduğu gibi değil, 2008'deki yıkımın ardından yeniden inşa çabalarını engelleyen, ekonomiyi felç eden ve nüfusu açlık sınırında tutan ablukada da olduğu gibi bir kez daha kolektif olarak cezalandırılıyor.

İsrail'in elindeki silah gücüyle kıyaslanınca, Hamas ve Gazze'deki daha radikal cihatçı örgütlerin askeri kapasitesi ufak. Öte yandan Libya'daki kaos sayesinde, Hamas uzun menzilli füzeler ele geçirmiş durumda. Yalnız güneyde bulunan ve Gazze'den atılan bir füzenin bir apartmana isabet edip üç kişinin canını aldığı Aşdod değil, Tel Aviv ve Kudüs de artık menzil içerisinde. Gazze'de yaşayanların her gün karşı karşıya oldukları korku, İsrail'in temel şehirlerinde de kendisini hissettirmeye başlamış durumda.

Uzun lafın kısası, iki nüfus da İsrail ve Filistin'i domine eden askeri mekanizmalar tarafından rehin tutuluyor – tabii Gazze sınırında istenmeyen akın ve kaçış teşebbüslerine engellemek amacıyla devriye gezen Mısır ordusunun da duruma ufak bir katkı yaptığını söylemek gerekli. İki nüfus da sürekli bir savaş durumunda ateş hattındalar – yalnızca roketler ve bombalarla değil: ayrıca savaşın getirdiği gereksinimlerin çarpıttığı ekonominin yükünü de sırtlanmaya zorlanıyorlar. Dahası, şimdi dünya iktisadi krizi iki tarafın hakim sınıfını da yaşam koşullarında yeni kesintiler yapmaya ve temel gereksinim ücretlerinde yeni artışlara gitmeye itiyor.

Geçtiğimiz sene İsrail'de barınma fiyatlarındaki artış, kitlesel eylemler, sokak işgalleri ve kitle meclisleri biçimini alan ve Arap ülkelerindeki kalkışmalardan doğrudan etkilenmiş, "Netanyahu, Esad, Mübarek: Hepsi aynı" ve "Araplar ve Yahudiler ucuz barınma istiyor" gibi sloganlar yükselten protesto hareketini başlatan kıvılcımlardan biriydi. Kısa fakat heyecan verici bir an için, İsrail toplumundaki her şey – 'Filistin sorunu' ve işgal altındaki bölgelerin geleceği dahil – sorgulamaya ve tartışmaya açık hale gelmişti. Eylemcilerin temel endişelerinden biri, milli 'birliğe' bir meydan okuma başlangıcı niteliğindeki bu çıkışa hükümetin yeni bir askeri macera başlatarak karşılık vereceğiydi.

Bu yaz, işgal altındaki Batı Şeria'da, benzin ve gıda fiyatlarındaki artışlara dizi öfkeli eylemler, yollarda kurulan barikatlar ve grevlerle karşılık verildi. Ulaşım, sağlık, ve eğitim sektöründeki işçiler, üniversite ve lise öğrencileri ve işsizler, sokaklara çıktılar ve asgari ücret, iş, düşük fiyatlar ve yozlaşmanın sona ermesi talep ederek Filistin Yönetimi'nin polisi ile çatıştılar. Ürdün Krallığı'nda da yükselen hayat pahalılığına karşı eylemler gerçekleşti.

İsrail ve Filistin nüfuslarının yaşam koşulları arasındaki bütün farklara ve Filistin nüfusunun askeri işgalden dolayı düzenli olarak maruz kaldığı baskılar ve aşağılanmaya rağmen, bu iki toplumsal kalkışmanın kökeni tamamen aynıydı: derin bir kriz içerisinde bulunan kapitalist bir düzende yaşamanın giderek imkansızlaşması.

Mevcut saldırıların arkasındaki gayelere dair çok fazla spekülasyon yapıldı. Netanyahu yeniden seçilme şansını arttırmak için milliyetçiliği tırmandırmaya mı çalışıyor? Hamas daha radikal İslamcı çetelerin yükselişi karşısında savaşçı itibarını kanıtlamak için mi roket saldırılarını arttırıyor? İsrail ordusu Hamas'ı devirmeyi mi yoksa yalnızca askeri gücünü zayıflatmayı mı amaçlıyor? Mısır'daki yeni rejimin çatışmada oynayacağı rol ne olacak? Çatışmanın Suriye'deki iç savaşa etkileri ne olacak?

Tüm bunlar cevaplamaya çalışmaya değer sorular ama hiçbiri temel meseleyi etkilemiyor. Emperyalist çatışmanın tırmanması, İsrail, Filistin ve Orta Doğu'nun geri kalanın nüfusunun büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarına tamamen aykırı. İki tarafta da gerçekleşen toplumsal kalkışmalar kitlelerin onları sömüren kapitalistlere ve devlete karşı gerçek, maddi çıkarları için mücadele etmesini mümkün kılarken, emperyalist savaş sömürenler ve sömürülenler arasında sahte bir birlik yaratıyor ve bir tarafın sömürülenleri ile öteki tarafın sömürülenleri arasındaki ayrımı keskinleştiriyor. İsrail jetleri Gazze'yi bombaladıkça, bütün İsrailliler ve bütün Yahudileri düşman olarak gören Hamas ve cihatçılara yeni kişiler katılıyor. Cihatçılar Aşdod ya da Tel Aviv'e roketler atınca, daha fazla İsrailli korunma ve 'Araplardan intikam' için 'kendi' devletlerine yöneliyor. Kalkışmaların arkasındaki bastıran toplumsal meseleler milliyetçi nefret ve heyezan altında gömülüyor.

Öte yandan, savaş toplumsal çatışmayı geriye atabilirse, tersi de aynı derecede mümkündür. Mevcut gerilim karşısında, ABD ve İngiltere gibi ülkelerin 'sorumlu' hükümetleri itidal çağrısı yapıyor, barış sürecine dönülmeli diyor. Öte yandan aynı hükümetler bir yandan da Afganistan, Pakistan ve Irak'ta savaşlar yürütüyorlar. ABD ayrıca İsrail'in temel askeri ve mali destekçisi. 'Barışçıl' çözümler için bu devletlere ancak Hamas ve Hizbullah'ı açıkça silahlandıran İran gibi devletlere bakabildiğimiz kadar bakabiliriz. Barışçıl bir dünya için gerçek umut yönetenlerde değil, yönetilenlerin direnişinde, artan bütün ülkelerde aynı çıkarlara, aynı mücadele ve kriz, savaş ve yıkımdan başka hiçbir şey önermeyen bir düzene karşı birleşme ihtiyacına sahip olma bilincinde.

Amos, 20/11/12

Tags: 

Rubric: 

Ortadoğu

2012 - Aralık

Kemalizme Karşı Komünizm (6)

 

 

 

 

 

 

Bakü'den Karadenize: 'Uyanan Esirler'in 10 Eylül Trajedisi

Sovyet Rusya sınırları dahilinde örgütlü olan Türkiye Komünist Teşkilatı, ismindeki Türkiye ifadesinden de anlaşılabileceği üzere, kuruluşundan beri Türkiye'de faaliyet gösteren bir yapıya dönüşmek gibi bir hayale sahipti. Komünist Enternasyonal de Türkiye'de faaliyet göstermeyi önemli görüyordu. Bu dönemde Türkiye, Ortadoğu geneline yayılmak için en önemli nokta olarak görülüyor, Orta Doğu'da Komünist Enternasyonal'in varlığını geliştirebilmek için Türkiye'de güçlü bir örgütlenmenin gerekli olduğu düşünülüyordu ki bu, esasında Bolşeviklerin ulusal soruna dair politikaları engeline takılmasa başarılı bir strateji olabilirdi. Bu amaç doğrultusunda Türkiye Komünist Teşkilatı en uygun araç görüntüsü vermekteydi. Ayrıca, Müslüman Komiserliği de Türkiye Komünist Teşkilatı ile yakın çalışmaktaydı. Örgütün Yeni Dünya isimli yayınının 1920'nin Eylül ayına kadar çıkan 11 sayısının her birinin 2,000 tanesi Türkiye'ye gönderilirken yalnız 1,000 tanesi Azerbaycan'a, 350 tanesi Türkistan'a ve 350 tanesi Rusya ve İran'a gönderilmekteydi.1 Bu, Türkiye'ye belirgin ağırlık verildiği, kullanılan yayınların yarısından fazlasının Türkiye'ye gittiğini göstermekteydi. Türkiye'ye sadece düzenli yayınlar da gönderilmeyecekti – ayrıca Türkiye Komünist Teşkilatı'nın üyeleri, örgütün kuruluşunun ardından ülkede belirli bölgelere savaş esirleri arasından çeşitli kişiler de burada çalışma yapmaları amacıyla Türkiye'ye gönderileceklerdi. Bu kişilerin görevleri, gittikleri yerelliklerde varsa komünist fikirlere yakın mevcut örgütlenmelerle temasa geçmek, yoksa komünist gruplar oluşturmaktı.

Türkiye Komünist Teşkilatı, Komünist Enternasyonal'in gözünde, Türkiye'deki hareketi yönetecek liderleri içerisinde barındıran örgüttü. Öte yandan örgütün Türkiye'ye dair görüşleri, Türkiye içerisinde faaliyet gösteren militanların görüşlerinden ciddi bir şekilde ayrılmaktaydı. Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi'nde, Türkiye Komünist Teşkilatı adına konuşan İsmail Hakkı Kayserili, şöyle konuşacaktı:

Türkiye'nin Avrupa kapitalistleri tarafından bölüşülmesinden sonra, Türk halkı  İngiliz ve Fransız kapitalistlerinin gerçek yüzünü görünce – bu andan itibaren  Türkiye'de yeni bir hareket başlamaktadır, bir kurtuluş hareketi. Şimdi demokratik  partilerin önderlik ettiği Anadolu hükümeti, Türkiye'nin Batı tarafından uğratıldığı  hayasız sömürüye en iyi cevaptır. İstanbul'un işgali, bardağı taşıran son damla oldu  ve harekete hız verdi. Bütün Batı düşmanı güçleri çevresinde toplayan ve  emperyalizme karşı öteden beri nefret duygularıyla dolup taşan Anadolu'daki  devrimci hükümet, şimdi Avrupa Emperyalizmine karşı bir savaşıma girişmeye  hazırlanmaktadır. Türkiye'nin emekçi kitleleri, bir daha Batı'nın baskısına boyun  eymeyeceklerdir. Emekçi Türkiye'nin en iyi dostu olan Rus Devrimi sayesinde Türk  ulusu kısa zamanda tam özgürlüğe kavuşacak ve öteki ülkelerin işçi kitleleriyle birlikte  dünya emperyalistlerine karşı güçlü bir savaşıma başlayacaktır.2

Oysa tam da Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi'nin gerçekleşmekte olduğu kongrede Anadolu'da kurulan Türkiye Komünist Partisi'nin Kemalist hükümete ve ulusal kurtuluş hareketine bakışı, yukarıda ifade edilen görüşlerin tam zıddıydı. Bakü Doğu Halklar Kongresi'nde de Türkiye Komünist Teşkilatı heyeti benzer bir tutum içerisinde olacaktı. Kongre'de, yazdığı mesaj okumadan önce bir balkonda gözükerek kalabalığı selamlayıp yerine dönen Enver Paşa, Türkiye Komünist Teşkilatı tarafından şiddetl bir biçimde protesto edilecekti. Öte yandan Enver Paşa'ya karşı yapılan protestolar milliyetçi içerikliydi; belliydi ki Türkiye Komünist Teşkilatı'nın ne Radek'in Enver ve Talat Paşalarla görüşmesinden, ne de Talat Paşa'nın ağırlığından dolayı bu noktada Enver Paşa'nın da Mustafa Kemal'i destekliyor olduğundan haberleri yoktu. Örgütün onbeş-yirmi kişilik heyeti şöyle itirazlar edeceklerdi:

O bir katildir, ona söz yok! Zinoviev yoldaş, ona söz vermeyin! O kimin namına  konuşacak? Öldürttüğü binlerce Türkün namına mı yoksa ölümle karşı karşıya  bırakarak kaçtığı Türkiye vatandaşı ve Türkiye namına mı? Paşa diye kendini satan  bu adam, Türkler adına tek bir söz dahi konuşamaz. Mustafa Kemal gibi Milli  Mücadele kahramanları arasında değil de, buralarda ne işi var? O, onların arasına  da giremez, çünkü onların da düşmanıdır. O, yıkılan saltanatını, dağılan haremini,  kaybettiği kadın bacaklarını ve Padişahını arıyor. Padişah devrildi, saltanat yıkıldı,  artık söz Türk milletinindir, ona söz yok!”3

1 ile 7 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Bakü Doğu Halklar Kongresi'nden üç gün sonra aynı şehirde Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Birinci Kongresi'si gerçekleşecekti. Tam oy sahibi 32, danışmacı oyu sahip 42 kişiyle toplam 74 delegenin mevcut bulunduğu kongre, şehirdeki Kızıl Ordu klübünde yapılmıştı. Kongre, 10 Eylül 1920, Cuma günü saat 5 sularında, Mustafa Suphi'nin alkışlar ve mızıka ile çalınan Enternasyonal marşı eşliğinde, delegeleri Türkiye Komünist Teşkilatının Birinci Kongresi'ni açmaktan duyduğu mutluluğu ifade edişiyle başlayacaktı.4 Birden fazla açıdan hatalı bir biçimde, Türkiye Komünist Partisi'nin kurulduğu tarih olarak bilinen 10 Eylül'de, 1918'den beri mevcut olan Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Birinci Kongresi olarak açılacak olan bu kongre, sona erdiği 16 Eylül tarihinde gerçekten de Türkiye Komünist Fırkası isimli bir örgütün Kuruluş Kongresi olarak kapanacaktı. Öte yandan kurulan, komünist adını taşıyan ne ilk, ne de tek partiydi.

Kongre gerçekleştiğinde Türkiye Komünist Partisi'nin 14 Temmuz'da zaten kurulmuş olduğu bilinmiyordu. Öte yandan belki bu bilinse bile partinin bu kongrede 'yeniden' kurulmasına engel olunamazdı, zira Komintern Türkiye Komünist Teşkilatı'nın merkezinde olduğu bir parti isteyecekti. Kongrede, Türkiye Komünist Teşkilatı haricinde tek bir yapılanmanın delegeleri mevcuttu: İstanbul'da bulunan ve esasında bir aydın çevresi olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi. Ethem Nejat ve Hakkı Hilmioğlu bu partiyi temsilen Bakü'deydiler. Ciddi bir kısmı partiyi terk ederek Anadolu'daki milliyetçilere katılmış olan İşçi ve Çiftçi Partisi, radikalleşmişti, ve şimdi Alman bağımsız sosyalistlerinin etkisini reddediyor, fakat bir yandan da doktrinini İkinci Enternasyonal misali ortodoks marksizm olarak tanımlıyordu.5 İşçi ve Çiftçi Partisi haricinde, Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Karadeniz bölgesinde oluşturduğu gruplar da kongrede temsil ediliyorlardı.6

Esasında Mustafa Suphi ve arkadaşları, Kongre'de Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Türkiye Komünist Fırkası ismini almasını zaten planlamışlardı. Ethem Nejat ve Hakkı Hilmioğlu, kendi gruplarının kongre sırasında Türkiye Komünist Fırkası ismini almış örgüte katılması ve böylelikle komünistlerin birliğinin sağlanması için bir teklif sundular ve teklif oybirliği ile kabul edildi. Kongrede Mustafa Suphi, Ethem Nejat, İsmail Hakkı Kayserili, Hakkı Hilmioğlu, Süleyman Nuri gibi isimler merkez komiteye seçildiler.7 Mustafa Suphi partinin başkanı, Ethem Nejat ise genel sekreteri olacaktı. Kongrenin programında Komintern'in genel çizgisinin etkileri net bir biçimde görülmekteydi. Haliyle, Türkiye Komünist Fırkası'nın Kemalistlere yönelik alacağı karar da bu hareketi desteklemek ve yüceltmek biçimindeydi:

Anadolu'da devam eden milli devrimci hareketin tüm dünya emperyalizmine karşı  mücadelesiyle bütün dünya proletarya hareketine yardım ettiğine kaniyiz, bu milli  hareketin memleket dahilinde gelişmesi ve derinleşmesiyle, sınıf bilincinin meydana  gelmesine hizmet ettiği ve böylece yarınki toplumsal devrime uygun bir alan  hazırladığı kesindir.

Türkiye Komünist Fırkası bir taraftan Türkiye'de emperyalizme karşı olan bu  hareketin derinleşmesine yardım etmekle beraber diğer taraftan rençber, işçi halkın  asıl maksadı ve son emeli olan çalışanlar hakimiyetini elde etmek esaslarını  hazırlamak için uğraşacaktır.8

Kongre'de Ermeni soykırımı da ele alındı. Ulusal sorun konusu ele alınırken değinilen bu konuya yönelik yaklaşım, şövenist bir tutum olmasa da, olanları Ermenilerin başlattığını öne sürüyor, dolayısıyla Türk burjuva propagandasının etkisinin bu militanlar üzerinde hala izler taşıdığını gösteriyordu. Bununla birlikte Salih Zeki Zor gibi, Ermeni soykırımında 200,000 insanın canına kıymış bir canavarın üyesi olduğu bir örgüt için, bu tutum yine bir hayli ileriydi:

Türk ve Ermeni halk arasına husumet sokmaktan çekinmediler. Tarih boyunca  beraber yaşayan bu iki milleti birbirine düşman ettiler. Her yerde ve her zaman ölen,  ezilen ve yaşama hakkından mahrum, fakir, çaresiz halklı. Avrupa emperyalizminin  bir neticesi olan Dünya Savaşı esnasında zavallı fakir Ermeni köylüsü yine İngilizlerin  yalanlarına, Taşnakların, papazların doldurmalarına alet oldu. Van ve Bitlis  taraflarında Müslüman fakir halkı kesmeye, evlerini yakmaya, mallarını  yağmalamaya başladı... Buna karşı İttihat ve Terakki hükümeti amansız davrandı,  Ermeniler tehcir edildiler; malları alındı ve gizli emirlerle büyük kısmı öldürüldü.9

Eylül 1920'de Bakü'de kurulan parti, özü itibarıyla Türkiye'nin yalnız Karadeniz bölgesinde birkaç ufak hücreye sahip bir örgütle, İstanbul'da bulunan küçük ve pasif bir aydın çevresinin birleşmesiydi. Türkiye'de gerçekten komünist faaliyet gösteren örgütlenmeler, kongrede bulunmuyorlardı. İstanbul'da büyük çoğunu Osmanlı sosyalist hareketinden gelen gayrimüslimlerin oluşturduğu Komünist Grup yeraltı faaliyeti içerisindeydi ve Türkiye Komünist Teşkilatı'nın gönderdiği temsilciler büyük ihtimalle bu grupla temasa geçmeyi dahi başaramamışlardı. Anadolu'da ise Türkiye Komünist Teşkilatını temsil eden ve Türkiye'ye geçer geçmez Kemalistlere ajanlık yapmaya başlamış olan Süleyman Sami Türkiye Komünist Partisi'yle temasa geçerek gerçekleşecek kongreye çağırmıştı, fakat Anadolu'daki parti maddi kaynak sıkıntısı çektiği için Bakü'ye temsilci gönderemedi. Kongre kurulduğunda haberi gelmemişti ama, Anadolu'daki parti kendisini Komünist Enternasyonal'in bir şubesi olarak görüyordu ve Bakü'deki örgütü tanımaya hazırdı. Öte yandan Bakü teşkilatı Anadolu'daki partiyle hiçbir zaman irtibata geçemeyecekti.10

10 Eylül 1920, Türkiye komünist hareketi için büyük bir talihsizlikti. Bir birlik kongresi olma iddiasındaydı, fakat Türkiye'de fiili olarak mücadele eden komünistleri dışarıda bırakıyordu. 10 Eylül'de birleşen, büyük ölçüde komünist hareketin milliyetçi yönü hala mevcut olan, Mustafa Kemal'i heyecanla destekleyen sağ kesimiydi. Bu noktada, İstanbul'daki dünya komünist hareketinin ve sosyalist hareketin tutumunu daha iyi bilen gayrimüslim komünistler de kağıt üzerinde Mustafa Kemal'i destekliyorlardı ama haliyle bunu milliyetçi damarlarını anti-emperyalist sloganlarla ifade etmek biçiminde yapmıyorlardı. Anadolu'daki parti ise Kemalist harekete tamamen karşıydı ki böylesi bir tutumu ilk ve en net geliştirenin, Mustafa Kemal ve hükümetini en yakından tanıyanlar olması şaşırtıcı değildi. Süleyman Nuri'nin ifadesiyle 'uyanan esirler' iyi niyetliydiler, ama bu kongre onlara da fayda getirmeyecekti. 10 Eylül Kongresi'nin kazananı, bu kongrede mevcut bulunmayan bir kişi olacaktı. Tarihin bir cilvesi, bu kongrede Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi delegelerinin mevcut olması bu partinin İstanbul'daki genel sekreterinin uzun yıllar boyunca İstanbul'da ve Türkiye'de Komintern'de, Enternasyonal'in resmi şubesinin lideri olarak tanınmasına neden olacaktı. Zayıf, etkisiz ve hareketsiz bir aydın çevresinin genel sekreteriyken parmağını bile kıpırdatmadan kendi başına hiçbir şekilde elde edemeyeceği böylesi bir konuma kavuşan bu adamın adı, Şefik Hüsnü'ydü.

Kongre'nin ardından Mustafa Suphi ve ekibi, Türkiye'ye dönme planları yapmaya başladılar. Şüphesiz Mustafa Suphi, Lenin'in Şubat Devrimi'nden sonra Türkiye'ye döndüşünün hikayelerini duymuştu ve ona göre Mustafa Kemal hareketi Türkiye'de bir milli devrim yapıyordu. Mustafa Suphi şüphesiz bu hareketin bir parçası olmak ve nihayetinde hareketi 'derinleştirerek' başına geçmek hayalleri kuruyordu. Öte yandan Mustafa Suphi'ye göre bunlar çok uzun vadeli planlardı, bu yüzden Suphi Mustafa Kemal'e desteğinde de samimiydi. Ona göre TBMM, sovyetlere benzer bir yapılanmaydı, Mustafa Kemal büyük işler yapmaktaydı, Anadolu hükümetiyle ve meclisle temasa geçmek gerekliydi.11 Bu nedenle, Türkiye Komünist Teşkilatı döneminde Mustafa Kemal ile temasa geçmiş olan Mustafa Suphi, Ethem Nejat'la birlikte Bakü'de kurulan Türkiye Komünist Fırkası'nın Merkez Komitesi adına Mustafa Kemal'e resmi bir mektup kaleme alacaktı:

Teşkilatımız Bakü Kongresinde bir program ve teşkilat nizamnamesini kabul ile fırka  haline geldikten sonra, memlekette takip edeceği siyaseti belirlemiştir. TKF TBMM  Hükümetini emperyalist devletlerle savaş halinde bulunduğu müddet içerisinde bütün  kuvvetiyle destekleyemeye, savaş cephelerinde zaaf ve dağılmaya neden olacak her  türlü haddini bilmezlikten kaçınmaya karar verdiği gibi, zulüm ve yağmaya karşı  savaş hislerinin halk içerisinde derinleşmesini temin etmek üzere fırka faaliyetine  geçmeye gerek görmüştür ki, bunun yasal biçimde gerçekleşmesi için TBMM  Hükümetinin izni esirgemeyeceğini ummaktadır.12

Mustafa Kemal de, Mustafa Suphi'ye güven vermek ve onu etkilemek için elinden geleni yapıyordu. Bakü'deki Türkiye Komünist Fırkası kurulmadan önce, Mustafa Suphi'ye gönderdiği bir mektupta Mustafa Kemal şöyle yazmıştı:

Memleket ve milletimiz her taraftan emperyalist ve kapitalistlerin hücumlarına  maruz kaldığı gibi fiilen bunlara katılan İstanbul hükümetinin padişahına atfen ülke  dahilinde işlenen fesatlıklara, sürekli ortaya çıkan yerel isyanlara dar karşı koymak  mecburiyetindedir (...) Bu gerekliliği gözönünde bulunduran TBMM toplumsal  devrimi sükunetle ve esaslı surette uygulamaktadır.

Amaç ve prensip itibarıyla bizimle tamamen ortak olan Türkiye Komünist  Teşkilatı'ndan maddi ve manevi olarak hakkıyla faydalanabilmemiz için teşkilatınızın  özel olarak TBMM Başkanlığıyla irtibat kurması ve sürdürmesi gereklidir. Türkiye  içinde kurulabilecek her tür teşkilat ve devrimcilik ancak bu kanal vasıtasıyla  yapılabilir.13

Esasında, Mustafa Kemal'in Mustafa Suphi'yi etkilemek için bu kadar dil dökmesine de pek gerek olduğu söylenemezdi. Mustafa Suphi, Kemal'e inanmaya dünden hazırdı ve parti kurulduktan sonra Anadolu'ya gitme planları yapmaya başlayacaktı. Öte yandan Bakü örgütünde Mustafa Suphi'nin milliyetçiliğe dair tutumuna ve Mustafa Kemal'e duyduğu güvene sıcak bakmayan, Anadolu'ya açık şekilde geçmenin tehlikeli olduğunu söyleyenler de vardı. Bu çizgiyi savunanların başında Süleyman Nuri geliyordu. Süleyman Nuri Türkiye Komünist Teşkilatı'nın Anadolu'ya göndermiş olduğu kişilerdendi ve burada Salih Hacıoğlu ile görüşmüş, Salih Hacıoğlu da Mustafa Kemal'in bir diktatör olduğunu, hiç kimseye Bir şey yaptırmamak istediğini, Odessa'dan gelen bir işçi temsilcisinin Bolşevik olduğunu söylediği halde işkencede öldürüldüğünü anlatmıştı. Süleyman Nuri Mustafa Kemal'in komünizme karşı olduğu kanaatindeydi ve ona göre bu şekilde Anadolu'ya gitmek, büyük bir tedbirsizlik olurdu.14 Türkiye'den sınırdışı edilmiş ve Bakü'ye dönmüş olan Şerif Manatov da Mustafa Suphi'yi benzer şekilde uyaracaktı. Manatov ölümünün beşinci yılında Mustafa Suphi'ye dair kaleme aldığı bir yazıda, Mustafa Suphi ile aralarında geçen konuşmayı şöyle aktaracaktı:

Suphi Türkiye'ye gitmek fikriyle hastalanmış, fakat bir parça tereddüt ediyordu.

Kemal tarafından benim tutuklanmam ve Türkiye'den sınırdışı edilmem meselesi onun  tereddütünü daha da arttırdı.

Fakat 'ben Kazım Karabekir Paşa ile yazışıyorum, o beni davet ediyor' diyordu.

'Türk paşalarını siz bilmiyor değilsiniz. Onların sözüne inanmaya gelmez. Onlar eski  kurtlardır' diye benim tarafımdan edilen itirazdan sonra 'o halde biraz bekleyelim'  dedi.

Suphi'yi arkadaşlarından bir çoğunun daima Türkiye'ye gitmek için cesaretlendirdiği  anlaşılıyordu. Bir ay sonra (...) ben Karabekir'i Suphi'ye gayet uzman bir asker, pek  kurnaz bir diplomat diye tarif ettim. Fakat yoldaşları Suphi'yi Türkiye'ye gitmeye  tamamen ikna etmişler, tarafımdan verilen bilgilerin ona hiç etki etmediğini hissettim.  Artık Suphi Türkiye'ye gitmek için karar vermişti.15

Mustafa Suphi esasında bu uyarıların yanı sıra, şüphesiz Anadolu'daki Türkiye Komünist Partisi'nin siyasi olarak Kemalizme karşı tutum aldığını da duyuyor ve bundan rahatsız oluyordu. Kaleme aldığı bir yazıda, komünistler içerisinde Mustafa Kemal'e karşı olan eğilimden şöyle şikayet edecekti:

Şimdiye kadar Anadolu'da arasıra meydana çıkarak komünizmden bahseden bazı  kişilerin yeryüzünü birdenbire her türlü pislikten, her türlü zulüm, rahatsızlık ve  kıtlıktan temizlemek istemeleriyle ilgili, şüphesiz ki yüksek ve insani fakat aynı  zamanda aşırı ifadeleri hükümetin bazı kesimlerinde Türkiye Komünist Fırkası'nın  Ufak Asya'da toplumsal devrimin gerçekleşmesi için gerekli olan şartların  olgunlaştığını düşünmesi gibi yanlış bir fikrin doğmasına nede olmuştu. Diğer  taraftan Anadolu'da kalkışma hareketi başladıktan sonra Büyük Millet Meclisi içinde  eski politikacılarımız tarafından vücuda getirilen yeni parti ve zümrelerin, şahsi  mülkiyet meselesine bile değinmeksizin, sola doğru her adımda birkaç menzil  atlayıvermeleri, komünistlerden bazı yoldaşların 'yine mi suni ve yalancı hareketler  karşısında bulunuyoruz?' kuşkularını uyandırmıştı. Biz ise bu yanlış düşünce ve fena  anlayışların yeri olmadığını, Ufak Asya'da başlayan hareketlerin ise doğallığını iddia  ediyoruz. Rusya'da başlayarak Avrupa ve Amerika içlerine doğru dalgalanıp ilerleyen  toplumsal hareketin, Rusya'nın karşısındaki Ufak Asya'ya karşı etkisiz kalması  mümkün müdür? Büyük Millet Meclisi'nin esas teşkilatı olan halkçı ve halk zümreleri  partisi de, işçi ve ırgat devriminin – bolşevizmin – rüzgarı içinde doğmuş birtakım  hücrelerdir.16

Mustafa Suphi, Kemalist harekete karşı çıkan komünistlerin iyi niyetli, ama gerçekçilikten uzak, saf ve hayalci olduklarını düşünmüştü. Oysa ki çok kısa bir süre içerisinde ortaya çıkacaktı ki, Mustada Kemal'le iyi niyet temelinde birlikte çalışma düşüncesi, Anadolu'da toplumsal devrimin gerçekleşmesi düşüncesinden bin kat daha hayalci, Mustafa Suphi'nin Anadolu'ya elini kolunu sallayarak girme planı, Anadolu komünistlerinin Mustafa Kemal'e karşı tutumundan bin kat daha safçaydı. 

28 Aralık tarihinde, Ankara'ya gönderilen Sovyet Büyükelçisi Polikarp Mdivani ve heyetiyle birlikte, Mustafa Suphi ve içlerinde Ethem Nejat, Hakkı Hilmioğlu, Süleyman Sami ve Maksut Ekşi gibi isimler de olan arkadaşları Kars'a vardılar. Burada, 2 Ocak tarihinde Ankara hükümetinin Rusya'ya gönderdiği yeni büyükelçi Ali Fuat Cebesoy ile görüştüler. Bu görüşmede Mustafa Suphi, Ali Fuat Cebesoy'a şöyle söyleyecekti:

Üçüncü Enternasyonal Türkiye dahilinde mutlaka komünizmin kurulmasını kabul  etmiş değildir. Türkiye'nin toplumsal kaderi kendisine bırakılmıştır. Anadolu  hareketinin toplumsal bir devrim olmaktan ziyade, Türk milletinin emperyalist  düşmanlara karşı istiklal ve hürriyetini kurtarmasından başka bir şey olmadığına kani  bulunuyoruz. Türkiye'deki bey ve paşaları burjuva sınıfından görmüyoruz. Aksine halk  kitlelerinin en yakın yardımcıları olarak biliyoruz. Anadolu hareketini yönetenlerin ve  özellikle Mustafa Kemal Paşa'nın prensiplerini anlamaya çalışıyoruz.  Anlayabildiklerimizi kamusal siyaset açısından uygun görüyoruz.17

Mustafa Suphi'nin anlayamadığı, Mustafa Kemal'in prensipleri olmadığıydı. Mustafa Suphi ve kafilesi, Kars'tan Erzurum'a geçtiler. Bir noktada Erzurum'da Erzincan merkezli bir şura hükümeti hakim olmuştu, fakat artık Erzurum'da düzen hüküm sürmekteydi. Anadolu ve Rumeli Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Erzurum şubesi olan Erzurum Müdafa-i Mukaddesat Cemiyeti'nin provokasyonuyla Erzurum'da nüfusun bir kısmı galeyana gelerek Mustafa Suphi ve arkadaşlarına salldırdı. Burada Kazım Karabekir'le görüşen Mustafa Suphi, ufak gruplar halinde hareket etmeyi düşündü, fakat Kazım Karabekir'in cevabı ya birlikte gidersiniz ya da geri dönersiniz oldu. Mustafa Suphi ve arkadaşları buradan Trabzon'a devam ettiler.18 Kemalist ajan Süleyman Sami, etkisi altına aldığı bir merkez komite üyesi olan Mehmet Emin'le birlikte Maçka'da kafileden ayrılmıştı.19 Burada da, Yahya Kahya isimli bir çetecinin başını çektiği Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti benzer bir provokasyon yaptı. Bu noktadan sonra, geri dönmeye karar veren Mustafa Suphi ve on dört yoldaşı, 28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gece, bir tekneyle Karadeniz'e açıldılar. Yahya Kahya'nın adamları da başka bir tekneyle Mustafa Suphi'lerin teknesinin peşine düştüler ve denizde onları yakalayarak, hepsi silahsız olan onbeş komünisti katlettiler.20 Yahya Kahya, Mustafa Kemal'in koruması ve tetikçisi olan Topal Osman'ın adamıydı. Dahası, Mustafa Kemal 22 Ocak 1921 tarihinde, TBMM'nin konuyla ilgili gizli oturumunda, bir kısmı hala sansürlü olsa dahi yeterince açıklayıcı olan şu sözleri söylemişti:

Vaktiyle Baku’da Mustafa Suphi başkanlığında bir heyetin memlekete gelmek  isteğinde bulunduklarından, bunların bir komünist partisine bağlı olduklarından bizi  haberdar etmişlerdi. Bu Mustafa Suphi’nin ahlakı hakkında bilgi sahibi olan bir çok  arkadaşlarımız var. Saygıdeğer Erzurum halkı bunu en yakından tanıyanlardır.  Halbuki Mustafa Suphi son zamanlarda memleketimize gelmek üzere bulunuyordu.  Bunların bir kısmını sahil yolula göndermişler, kendisi de Kars üzerinden gelmek  istiyordu. Bunu haber alan Erzurumlular böyle bir adamın memleket dahiline  girmesinden son derece heyecanlanmışlar ve memlekete sokulmaması için  girişimlerde bulundular. Resmi makamlara başvurdular. Bu adam memleketimize  girerse parçalarız.
(...)
Bendenize gizli olarak başvurmuştu ve diyordu ki... ahalinin tezahüratı karşısında  mümkün değildir. Kendisi sonradan sınır dışına çıkarılmak üzere koruma altında sınır  dışına... Benim de görüşümü soruyordu... Geldiği sanılan bir adamın memleket  dahilinde serbest bırakılması... Erzurumda uygulanması tasarlanan... uygun buldum  ve kendilerine yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor.
21

Onbeşlerin katledilmesinden bir süre sonra, Yahya Kahya TBMM Reisi Mustafa Kemal imzalı şu telgrafı alacaktı:

Vatansever hissiyat ve eylemlerinize teşekkür ederim.22

Mustafa Kemal'in farkında olmadığı şuydu ki eğer Mustafa Suphi ve yoldaşları katledilmeyip Ankara'ya ulaşsalar, ve çizgilerini buradaki komünist harekete kılmayı başarsalar, hareket güçlenmekten ziyade, siyasi olarak zayıflardı. Fakat Mustafa Suphi bile, Bolşeviklerle yakın ilişkilerinden ve Ekim Devrimi'ne katılmış olmasından dolayı, Kemalist burjuvazi için bir tehditti. Daha önce Kemalistlerin yaptığı hiçbir eylem Bolşeviklere Mustafa Kemal ve yandaşlarının nasıl bir siyaset izlediğini göstermemişse, onbeşlerin katli gözlerini açmalıydı. Fakat Bolşevikler, ulusal sorun politikalarının diğer bütün olumsuz sonuçları gibi, bu cinayetlere de kayıtsız kalacaklardı. Ulusal kurtuluş hareketlerine destek politikasının Türkiye'deki komünist faaliyetlere ve sınıf mücadelesine vereceği zarar daha yeni başlıyordu.

Gerdûn

1Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 106

2Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 207-8

3Topçuoğlu, İbrahim. “Neden 2 Sosyalist Partisi 1946: TKP Kuruluşu ve Mücadelesinin Tarihi 1914-1960”, Eser Matbaası, 1976. s. 68-9

4Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 53

5Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 121

6Suphi, Mustafa. “Türkiye Komünist Teşkilatı Merkezi Heyeti'nin Faaliyeti Hakkında Bakü Kongresinde Mustafa Suphi'nin Raporu”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 105

7Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 130, 134

8Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 65-6

9Tunçay, Mete. Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler. İstanbul: Belge Yayınları, 1982. s. 88

10Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 167-8

11Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 227-8

12Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 233

13Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 230

14Dervişoğlu, Sinan. “28 Kanunisani’yi Unutma! ‘Dönüş Belgeleri’ Üzerine.” Fabrika. Nisan 2004. s. 49

15Manatov, Şerif. “Mustafa Suphi Beş Sene Evvel Moskova'da”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 27-8

16Suphi, Mustafa. “Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Komünist Fırkası”. Mustafa Suphi ve Yoldaşları. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. Güncel Yayınlar, 1977, İstanbul. s. 87-8

17Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 230, 233

18Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 229, 234-5

19Erdem, Hamit. “1920 Yılı ve Sol Muhalefet”. Sel Yayıncılık, Şubat 2010, İstanbul. s. 168, 175

20Tunçay, Mete. "Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925)". Bilgi Yayınevi. İstanbul. 1978 s. 236-7

22Kutay, Cemal Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8,, Mayıs 1968, İstanbul. s. 227

 

Tags: 

Rubric: 

Türkiye Komünist Partisi’nde Sol Kanat

Komünist Sol ve Enternasyonalist Anarşizm, Bölüm 2: Tartışmanın Zorlukları ve Onları Aşmak

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı dizisinin ilk bölümünde, enternasyonalist anarşizm ile komünist sol arasında sahiplenilen belli başlı noktaları göstermeye çalışmıştık. EKA için, önemli farklılıkları es geçmeden, kritik olan nokta, işçi hareketinin bağımsızlığının savunusu konusunda kararlı oluşumuz noktası, “burjuvazinin ister 'faşist' burjuvaziye karşı 'demokratik' burjuvaziyi ya da sağa karşı solu veya İsrail burjuvazisine karşı Filistin burjuvazisini, vb. ya da 'ehven-i şer' olanı 'kritik' veya 'taktik' hiçbir yolla asla desteklememelidir” noktasıdır. “Böyle bir yaklaşımın iki somut ifadesi vardır:

  1. Kapitalist sistemi ya da ona benzeyen biçimdeki bir sistemi yöneten ya da savunan partilere herhangi bir seçim desteği vermeyi veya işbirliğini reddetmek (sosyal demokrasi, Stalinizm, 'Chavismo/Chavezcilik', vb.)

  2. Her şeyden önce, herhangi bir savaş esnasında, bu, uzlaşmaz bir enternasyonalizmde ısrar etmek, şu ya da bu emperyalist kamp arasında seçim yapmayı reddetmek demektir. 20. yüzyılın bütün emperyalist savaşları sırasında olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında da, savaşan tarafları destekleyen bütün bu yapılar enternasyonalizmin durduğu yeri terkettiler, işçi sınıfına ihanet ettiler ve burjuva kampa entegre oldular.”

Teori ve pratikte bütün bu gerekli tutumları savunan herkes, aynı saflara, yani işçi sınıfı ve devrimin saflarına ait olduklarının bilincinde olmalılardır.

Bu saflarda, bireyler, gruplar ve eğilimler arasında gerektiği üzere fikir ve tutum farklılıkları bulunmaktadır. Uluslararası ölçekte, açık ve kardeşçe bir biçimde, ancak aynı zamanda hatalı ödünler vermeden tartışma yoluyla devrimcilerin proleter bilincin genel gelişimine katkı yapması mümkün olabilir. Fakat devrimciler bunu yapabilmek için, böyle bir tartışmanın önünde duran zorlukların kaynağını anlamaya çalışmalıdırlar.

Bu zorluklar, tarihin bir ürünüdür. 1917'de Rusya'da ve 1918'de Almanya'da başlayan devrimci dalga, Birinci Dünya Savaşı'na son verdi ancak burjuvazi tarafından altedildi. Korkunç karşı- devrim, devrimci gelgitlerin ön safında bulunan bu iki ülke proletaryasının üzerine Stalinizm ve Nazizm gibi en canavarca ifadeleriyle çöktü.

Anarşistler, kendisini marksist olarak adlandıran bir parti tarafından korkunç bir polis diktasının Ekim devrimi ülkesinde kurulmasını, marksist fikirlere yönelik yapılan eleştirilerin bir sağlaması olarak gördüler ve bu soruna 'anti-otoriterlik' ve 'merkeziyetçilik', devrimin hemen ertesi günü devleti bütün biçimleriyle ortadan kaldırması, özgürlük ilkesinin birinci değer haline getirilmesi üzerinden yaklaştılar. 19. yüzyılın sonunda, sosyalist partiler içerisinde reformizmin ve 'parlamenter alçaklığın' zaferi, anarşistler tarafından seçimlere katılımın reddedilmesinin bir doğrulanması olarak çoktan kabul görmüştü.[1] Aynısı, Stalinizmin zaferinde de yaşandı. Onlar için, bu rejim marksizmin 'doğuştan gelen otoriterliğinin' mantıksal bir sonucuydu. Özellikle, onlar Lenin ve Stalin'in uygulamaları arasında bir süreklilik gördüler çünkü sonunda ve devrimin hemen sonrasında siyasi terör, Lenin hala hayattayken gelişmişti.

Açıkçası, bunu ispatlamaya yönelik ortaya konulan argümanlardan bir tanesi olan 'süreklilik' meselesini kanıtlayan, 1918'in Bahar aylarında bazı anarşist grupların Rusya'da baskı altına alınarak gazetelerinin kapatılmasıydı. Ancak 'belirleyici' olan argüman ise Kronstadt ayaklanmasının, Lenin ve Troçki'nin başında bulunduğu Bolşevik iktidar tarafından Mart 1921'de kanlı bir biçimde bastırılmasıydı. Kuşkusuz, Kronstadt konusu oldukça anlamlıdır çünkü deniz kuvvetlerindeki işçi ve denizciler, burjuva hükümeti deviren ve sovyetlerin (işçi ve asker konseylerinin) önünü açarak iktidarı alan 1917 Ekim'in öncülerindendi. Ve onlar kesin bir biçimde, devrimin 1921'de 'partilere değil, bütün iktidar sovyetlere!' sloganıyla isyan eden en ileri bölüğüydüler.

 

Komünist Sol ve Rus Deneyimi

Komünist sol içerisinde, onun farklı eğilimlerinde bütün açıklığıyla şu belli noktalarda tam bir ortaklık bulunuyor:

  • Stalinizmin burjuva karşı-devrimci rolü;

  • 'Proleter anavatan' SSCB'nin savunusunun reddi ve özellikle SSCB'nin savunusu adı altında ya da hangi bahaneyle olursa olsun İkinci Dünya Savaşı'na katılımın reddi.

  • SSCB'yi iktisadi ve toplumsal bir sistem olarak kapitalizmin özel bir biçimi, onun en aşırı hali bir devlet kapitalizmi olarak karakterize etmek.

Bu belirleyici üç nokta üzerine, komünist sol enternasyonalist anarşistler ile fikir birliği içerisinde ancak Troçkistlerin Stalinist devleti 'dejenere olmuş işçi devleti' ve komünist partileri de 'işçi partileri' olarak gören, İkinci Dünya Savaşı'nda büyük çoğunluğunun (genel olarak Direniş saflarında) askere gönüllü olarak katılan anlayışının tamamen karşısındadır.

Diğer bir taraftan, komünist sol içerisinde 1917 devriminden Stalinizme giden yolun anlaşılması üzerine belli fikir ayrılıkları da bulunuyor.

Örneğin, Hollanda komünist solu ('konsey komünistleri' ya da 'konseyciler') Ekim Devrimi'ni, feodal Çarlık rejiminin yerine modern bir kapitalist ekonomiyi geliştirmeye daha yetkin burjuva devleti getiren fonksiyonu olan burjuva bir devrim olarak kabul ediyor ve devrimin başındaki Bolşevik parti, lider ve militanlarının gerçekten bilincinde olmadıkları, devlet kapitalizminin bir çeşidinin inşası için uğraşan özel tipte bir burjuva partisi olarak değerlendirmiştir. Bunların yanısıra 'konseyciler' için Lenin ve Stalin arasında bir süreklilik, öncekisinin 'mirasının sürdürülmesi' sözkonusudur. Bu anlamda, anarşistler ile marksizmden aldıkları referansları terketmeyen konseyciler arasında bir yakınlık bulunur.

Komünist solun diğer temel eğilimi olan İtalyan komünist solundan gelenler ise Ekim Devrimi'ni ve Bolşevik partisini doğası gereği proleter olarak görürler.[2] Bu eğilimin Stalinizmin zaferi olarak ifade ettiği konu Rusya'da devrimin yalıtılmasından, Almanya'da ve bütün diğer ülkelerdeki devrimci dalganın yenilgisinden ileri gelir. Hatta Ekim devriminden önce bile, bütün işçi hareketi ve anarşistler istisnasız, devrimin dünya ölçeğine yayılmaması halinde yenileceğini düşünmüştür. Ancak Rus devriminin trajik kaderini belirleyen tarihsel unsur, 'dışarıdan' (dünya burjuvazisi tarafından desteklenen Beyaz Ordular ile) değil, 'içeriden', işçi sınıfının iktidarı yitirmesinden, devrim ile gelen devlet üzerindeki kontrolü kaybetmesinden ve devrime öncülük eden partinin yozlaşması ve ihanetiyle devlet aygıtına eklemlenmesinden ileri gelmiştir.

Bunu söylerken, İtalyan solundan gelen farklı grupların, Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarındaki uygulamaları üzerine yapılan tahlillerinde ortaklaşmadıklarını söylememiz gerekir. 'Bordigistler' için gücün tekelleşmesi, parti monolitizminin bir biçiminin tesis edilmesi ve hatta Kronstadt ayaklanmasının kanlı ezilişi eleştirilemez. Aksine, bu tür uygulamaları desteklerler ve enternasyonal olarak İtalyan sol eğiliminin 'Bordigistleri', birçok anarşist ve sol komünisti reddetmeye hizmet eder.

Ancak İtalyan komünist solu Bordigizme indirgenemez. (Daha sonrasında Komünist Sol'un İtalyan Fraksiyonu olacak olan) İtalya Komünist Partisi'nin Sol Fraksiyonu, Rus deneyiminin (Fransızca adı Bilan ya da Bilanço olan yayında) bir bilançosunun çıkarılması işini üstlenmiştir. 1945 ile 1952 arasında, (Internationalisme adlı yayını çıkartan) Fransa Komünist Solu (Gauche Communiste de France) bu işi devam ettirmiş ve 1975'te EKA'yı kuracak olan bu eğilim meşaleyi 1964'te Venezüela'da ve 1968'de Fransa'da eline almıştır.

Aynı zamanda İtalya'daki Enternasyonalist Komünist Partisi içerisinde de yeralan bu akım devrimin hemen başından yola çıkarak Bolşevik uygulamaların belli noktalarının eleştirisinin hayati olduğunu belirlemiştir. Özellikle, anarşistlerin kınadığı birçok konu, (Bilan'ın ve İtalyan Komünist Solu'nun da eleştirmeye devam ettiği gibi) bir parti tarafından iktidarın ele geçirilmesi, terör ve özelinde Kronstadt'ın bastırılması konuları örgütümüz tarafından, marksist bir bakış açısından ve hatta Lenin'in 1917'de yazılan 'Devlet ve Devrim'deki bakış açısından hareketle net bir biçimde hatalar ve hatta Bolşevikler tarafından işlenmiş suçlar olarak değerlendirilmiştir. Bu hatalar burada ayrıntısına giremeyeceğimiz ancak komünist sol ve enternasyonalist anarşistler arasındaki genel tartışmanın bir parçası olan çeşitli yollarla açıklanmıştır. Burada şunu demeliyiz ki; Rus devrimi, bir an için zafer kazanan (ve günümüze kadar tek olan) bir proleter devrimin tarihsel bir deneyimidir. Fakat bu deneyimin derslerini çıkartmak, 1930'lardaki Bilan'ın yaptığı gibi, devrimcilere kalmıştır. Bilan'a göre, “yenilginin nedenlerinin derinlikli biçimde kavranılması” temel bir gerekliliktir. “Ve bu kavrayış herhangi bir tabu ya da ötekileştirmeye izin veremez. Savaş sonrası olayların bilançosunu çıkartmak, aynı zamanda bütün ülkelerin proleterlerinin zaferinin temelinde yatan bir yöntemdir.(Bilan no. 1, Kasım 1933)

 

Anarşistler ve Komünist Sol

Karşı-devrim dönemleri, her zaman birleşmeye götürmez ya da hatta devrimci güçlerin yardımlaşmasını sağlamaz. Bir bütün olarak işçi sınıfını etkileyen dağınıklık ve kargaşa, aynı zamanda onun en bilinçli unsurlarında bir geri tepmeye neden olur. Stalinizm ile bir bağlantısı olmayan ve hala Ekim devrimini savunan gruplar arasında tartışma 20'ler ve 30'larda kolay değildi ve komünist sol ile anarşistler arasındaki tartışmalar, karşı-devrim dönemi boyunca özellikle zordu.

Yukarıda anlattığımız üzere, Rus devriminin sonucu, onun anarşist hareket içerisindeki komünist solun 'kaçınılmaz otoriterleriyle' tartışmayı reddeden hakim yaklaşım, marksizm eleştirilerinin çarkına bir kazanç sağlamış gibi görünebilir. Bu durum 1930'larda daha belirgindi ve anarşist hareket komünist solun küçük gruplarından daha çok biliniyordu çünkü bunda tarihsel olayların en kritiklerinin yaşandığı İspanya örneği gibi önemli bir unsur vardı.

Aynı zamanda, anarşist hareket genellikle İspanya'daki olayları bu fikirlerin bir doğrulanması olarak görmektedir; komünist sol ise bu yukarıdakileri onların hatalarının ve anarşistler ile yapılacak bir ortaklaşmanın çok zor gerçekleşmesinin bir kanıtı olarak kabul eder. Öte yandan şunu unutmamalıyız ki ki; Bilan bütün anarşistleri aynı potaya koymamıştır: Örneğin, İtalyan anarşisti Camillo Berneri, Stalinistler tarafından Mayıs 1937'de katledildiğinde Bilan onun anısına bir yazı yayınlamıştı. Çünkü Berneri, İspanyol CNT'si tarafından uygulamaya koyulan politikaların inatçı bir eleştirisini yapmıştı.

Daha kayda değer bir diğer nokta ise 1947'de İtalyan Komünist Solu (Turin grubu), Fransa Komünist Solu, Hollanda Solu ve birçok enternasyonalist anarşistin biraraya gelmesiyle gerçekleştirilen bir konferans olmuştur. Anarşistlerin bazıları konferans divanında dahi yer almışlardır. Bu şunu gösteriyor ki; karşı-devrim sırasında bile, komünist solun ve enternasyonalist anarşizmin bazı militanları, açıklığın gerçek ruhuyla, tartışmaya yönelik istek ve devrimcilerin taşıdıkları farklılıkların ötesinde ve üzerinde birleşebilecekleri temel ilkesinin kavranması yeteneğiyle hareketlenebilirler. 1947'deki bu yoldaşlar bize bir ders ve gelecek için umut veriyorlar.[3]

Kuşkusuz, Stalinizm tarafından marksizm ve komünizm adı altında ortaya konan zulümler, hala ağırlığını koruyor. Onlar, samimi tartışma ve gönüllü işbirliğinin önünde duran 'duygusal bir duvar' işlevi görüyorlar. Marx'ın Louis Bonaparte'ın 18. Brumairei adlı eserinde ifade ettiği gibi, katledilen kuşakların geleneği bir kabus gibi yaşayanların akıllarına çöküyor. Bu duvar hemen yarın yıkılacak bir duvar değil. Ancak aynı zamanda çatırdamaya başladı. Bizler, gözlerimizin önünde ufak ufak geliştirerek, sıcak bir atmosfer yaratarak ve daima sınıfsız bir toplum, komünizm amacına yönelmiş olduğumuzu aklımızda tutarak tartışmaya devam etmeliyiz.

EKA, Ağustos 2010

1. Lenin için, “Batı Avrupa'nın birçok ülkesindeki devrimci sendikalizm, oportünizmin, reformizmin ve parlamenter alıklığın direkt ve kaçınılmaz bir sonucudur.” (Partinin sendikalara yönelik yaklaşımının açıklandığı ve Voinov (Lunacharsky) tarafından yazılan bir broşüre Lenin'in önsözü – 1907) Devrimci sendikalizmden önce varolan anarşizm buna yakındır ancak aynı zamanda sosyalist partilerin bu yöndeki evriminden de beslenirler.

2. Burada şunu not etmeliyiz ki; Bolşevik partiden gelen birtakım gruplar da aynı analizleri paylaşırlar. Rus Komünist Solu (The Russian Communist Left) kitabımıza bakınız.

3. Aslında, tartışma enternasyonalist anarşistler ve komünistler arasındaki bir işbirliği ve karşılıklı saygı olarak yeni bir şey değildi. Diğer örneklerin içerisinde, Amerikan anarşisti Emma Goldman'ın yazdığı (Kronstadt'dan on yıl sonra, 1931'de yayınlanan) kendi otobiyografisine işaret edebiliriz:

Bolşevizm, insanın parlayan ruhu, ölenlerin şevk ve cesareti tarafından yaratılmış toplumsal bir konsepttir... şu kesin bir biçimde önemlidir ki; anarşistler ve diğer hakiki devrimciler, bu iftiraya maruz kalmış adamların ve Rusya'da gerçekleşenlerin kararlı bir savunusunu yapmalıdırlar(Hayatımı Yaşarken, Fransızca'dan çevrildi.) Çok bilinen diğer bir anarşist Victor Serge, Ağustos 1920'de yazdığı 'Anarşistler ve Rus Deneyimi' adlı bir makalesinde buna çok benzer bir tavır takınmış ve kendisini hala bir anarşist olarak adlandırıyorken ve birtakım Bolşevik uygulamalarını eleştiriyorken bile bu partiyi desteklemeyi sürdürdü. Bolşevikler, İspanya'daki anarko-sendikalist CNT'ye Komünist Enternasyonel için bir delegasyon daveti yaptılar. Aralarında oldukça içten tartışmalar geçti ve CNT'yi Enternasyonal'e katılmaya davet ettiler.

Tags: 

Rubric: 

Enternasyonalist Anarşizm

Marksizm ve Komplo Teorileri

Londra'daki İşgal Hareketi'nin bir toplantısında açığa çıkan fikirlerden birisi de hakim sınıftan birilerinin mevcut ekonomik krizi, kendi gücünü muhafaza etmek için kontrol ettiğiydi. Bu fikir yeni değil; komplo teorileri sınıflı toplum, devlet kadar eski, kapsamları ve akla yatkınlıkları da bir o kadar geniş. Hatta Antik Dünya'nın Büyük Roma Yangını bile çağdaş tarihçiler tarafından Nero ile bağlantılandırılıyor.

Modern zamanlarda bile, uluslararası bankacılık hanedanlığı Rothschild sülalesinin yükselişi ve Napolyon Savaşları'nda İngilizler'e para aktardığı iddaaları, bankacılık elitlerinin ekonomik krizi ve savaşları kendi çıkarları için kullandığı fikri bile kitle içinde cevap bulabiliyor, taraftar kazanabiliyor.

Bugün, toplumun temelini sarsan ve anaakım burjuva siyasetinin büsbütün itibarını sarsan ekonomik felaketi anlamlandırmaya çalışan kitleler gibi, pek çok kişi günümüzün bu durumunu anlayabilmek için komplo teorilerine eğiliyor.

Bu tür fikirler artık “çılgın” aşırılıkçıların tekelinde değiller. Örneğin, bazı kamuoyu yoklamaları, ABD'de açıkça savunululan 11 Eylül ile ilgili komplo teorilerine olan inancı gösteriyor. 2004'te yapılan bir araştırmaya göre, New York'luların %49'unun ABD hükümetinin bu saldırılardan haberdar olduğunu ve bunların olmasına izin verdiğini düşünüyor.

Aynı zamanda, EKA da hakim sınıfın “Makyavelizmi” üzerine tezleri nedeniyle “komplo teorisyenleri” olarak suçlanmakta. Aslında EKA olarak, burjuva sınıfın siyasi yaşamının marksist bir analizi ile birçok komplo teorisini besleyen ideolojik anlayışlar arasında temel farklar olduğunu düşünüyoruz. Bu yazıdaki amacımız bunun kaynağını araştırmak.

Gerçek Komplolar

Eski komplo teorilerinden bir diğeri Barut Komplosudur ve İngiltere'deki Katolikler üzerindeki baskıyı pekiştirmek Lord Salisbury'nin bu komployu hazırladığı ya da için buna izin verdiği konusu üzerinde yoğunlaşır. Böylesi yanıltma harekatları komplo teorilerinde yaygındır ve genellikle bir düşman grup ya da güç tarafından kendilerine karşı olan bir pratiği doğrulamak amacıyla yürürlülüğe konulması üzerinden işlerler.

Bütün bu “yanıltma harekatı” teorileri, komplo teorileri yelpazesinde akla yatkın ya da mümkün görünebilir. Onların mümkün olduğunu gösteren, birçok yanıltma harekatının tarih boyunca planlandığı ve uygulamaya konmuş olmasıdır. Örneğin:

  • Daha çok Gleiwitz Vakası adıyla bilinen, 1939'da Almanya'nın Polonya'ya saldırısını haklılığını kanıtladığı söylenen ve bir Alman radyo istasyonuna bir grup Polonyalı asker tarafından yapılan saldırısı, aslında Polonya askeri üniforması giymiş bir grup SS komandosu tarafından gerçekleştirildi;

  • Susannah Operasyonu, Mısır'daki otellere konulan bombaların İsrail gizli servis görevlileri tarafından yerleştirilmesi, aşırı islamcı ve komünistlerin suçlanabilmesine yönelik bir girişimdi. Aynı zamanda Lavon Olayı olarak da bilinen bu hadise neticesinde İsrail Savunma Bakanı Pinhas Lavon istifa etmek zorunda kaldı.

  • Northwoods Operasyonu, genelkurmaylık tarafından Kennedy yönetimine yönelik hazırlanmış ve ABD ile Küba'yı içine alan terörist aktiviteler nedeniyle arttırılan askeri saldırganlığı haklı çıkartmaya yönelik bir operasyondu. Northwoods asla gerçekleştirilmemiş olsa da, bunun ardında yatan mesele, bu tür operasyonların devletin üst kademelerinde tartışılıyor olduğunu göstermesiydi.

Kanıtlanmış tarihsel komplolara dair diğer örnekler şunlar:

  • 1918'de Alman Devrimi esnasında Freidrich Ebert (Alman Sosyal Demokrat Partisi lideri) ile Wilhelm Groener arasında uzlaşılan Ebert-Groener Paktı bir gizli anlaşmadır. Bu aynı zamanda sol ve sağ arasında gerçekleşmiş karşı-devrimci bir birlikti. SPD, siyasi gücüne yaslanarak bunu işçiler adına yaptığını söylerken, sağ da sonrasında Nazi SA ve SS'lerine evrilecek olan vahşi Freikorps'ları yaratmak için yapmıştı;

  • Propaganda İki (P2) Locası -bir ”devlet-içinde-devlet”[1]- İtalyan egemen sınıfı içerisinde yaygın sinir uçlarına sahipti. Hem mafya, hem de Vatikan, İtalyan siyasetçiler, işadamları ve devlet görevlileri (polis ve gizli servis) ile ilişki halindeydi. P2, 1981'de Ambrosiano Bankası'nın batması ile ilgili soruşturma sırasında açığa çıkartıldı. P2 aynı zamanda gizemli “Gladio Örgütü” ile yakın ilişkileri olduğu söylenir;

  • Gladio Örgütü, NATO tarafından “perde arkası” bir örgüt olarak, Sovyetler Birliği'nin Avrupa'yı ele geçirmesi ya da “komünist”[2] bir Avrupa devleti kurması tehlikesine karşı kuruldu. Sağ-kanat burjuvazi ve organize suç örgütleri ile güçlü bağlarının olmasının yanısıra bu yapılar siyasi ve toplumsal yaşamı karıştırmak için hükümet devirme ve terör yokuyla girişimlerde bulundu. Çeşitli deneme ve soruşturmalar, Gladio ve P2'nin savaş sonrası İtalya'sında terör eylemlerinde bulunduğunu gösterdi. Gladio daha çok İtalya'ya yoğunlaşmasına rağmen, benzer operasyonlar Avrupa kıtasının tamamında gerçekleştirildi ve Gladio bu tür durumları adlandırmanın bir ortak ifadesi haline geldi.

Dolayısıyla böylesi komploların gerçekten yapıldığı tarihsel olarak kayıtlara geçmiştir. Doğal olarak, bu her olayın bir komplo ürünü olduğu anlamına gelmez ama olası burjuva tertiplerinin “sadece” birer komplo teorisi olduklarını düşündüğümüz için tartışmaktan imtina etmemiz gerekir.

 

Hayali Komplolar

Bazı komploların kanıtlanmış ve gerçekte varolmuş olduklarını söyleme gerekliliğinin yanısıra, kategorik olarak kanıtlanmamış olanların da varolduğu ve birçok komplo teorisinin dayanaksız olduğunu söylemeliyiz.

Bu tür komplo teorileri benzer görüşler taşır:

  • Dünya, gizli bir şekilde bir grup Yahudi, mason, banker (genellikle Yahudi olanlar) ve hatta uzaylılar tarafından kontrol ediliyor;

  • Bütün iz bırakan ve dünyanın yönünü değiştiren olaylarının altında tamamen bunlar var.

İronik bir biçimde, bu tür komplo teorilerinin propagandası kökenlerini devlet organlarında bulurlar. Kötü şöhretli “Zion Büyükleri Protokolü”, yani uluslararası Yahudi liderlerinin dünyayı ele geçirmek amaçlı toplantısı hikayesi, Çarlığın gizli polisi Okhrana tarafından uydurulmuştur.

Yahudiler, tabii ki tarihsel dönem boyunca komploların hedefi haline getirildiler. Hatta bir grup komplocuyu tanımlamak için, Yahudi mistisizminin bir biçimi olan 'Kaballa'dan türetilen 'kabal' kelimesi sıklıkla kullanılagelmiştir. Birçok modern komplo teorisi, eğer aşırı sağın anti-semitik fikirleri değilse bile, Protokoller'de vücut bulan bir çeşit nefretin ideolojik kökeninde yatar. Daha çağdaş teorisyenler, “uluslararası Yahudiler”den ziyade “uluslararası bankerler”den ve “küresel elit”ten bahsediyor olabilir ancak ideolojik yapı aynıdır. Hepsinden öte, Yahudilere karşı kin ve öfke, onların bankacılık sistemine hakim oluşları ve hükümdarlıkar ya da ulus-devletlerden öte bağlılıklarının olduğu görünür azınlıklar olarak sunulmaları olgusundan beslenir. Bu tür komplo teorileri, milliyetçi duygular ile harmanlarak sunulurlar. Bir ek not olarak, bunun etkileri görünüşte milliyetçiliği ve ırkçılığı reddeden solcu ideolojide de görülür. Küreselleşme-karşıtı hareket, ulus-devleti ve onun halkını sömüren küresel kapitalistler fikri ile bağlantılıydı. Nazi rejiminin paranoyak ideolojisi ile benzerliklerin olduğu su götürmez bir gerçek.

Komünistler de komplo teorilerinin yaygın bir hedefi olmuştur. ABD'de, Protokoller 1919'da devlet tarafından Philadelphia'da, Yahudilere yapılan bütün referanslar, “Bolşevikler” ile yer değiştirilerek ve ona “Kızıl İncil” adını vererek tekrar basıldı. Marks'ın Yahudi geçmişi kullanılarak, anti-semitikler komünistleri ve yahudileri bir tuttular ve kaçınılmaz olarak Rus Devrimi'ni Yahudi komplosu ile tanımladılar. Bu konu üzerine yapılan birçok çalışmanın kendi içinde akademik bir değeri olabilir ama bu fikrin mantıksal sonucu, Nazi rejimi tarafından “Yahudiler” ile “Bolşevikler” ile yapılan benzeştirme ile aynı mantığı taşıyor.

Birçok kişi aşırı sağın paranoyak fantezilerinin ne olabildiğini görüyor, ancak anaakım burjuva tarihinin Rus Devrimi'ni genellikle komplocu bir çizgide yorumladığına da işaret etmek gerekiyor. Bu devrimi, kitlelerin kendi bilinçli eylemi olduğu halde, tarih bilimi devrimi bir Bolşevik darbesi diye tanımlayarak değerini düşürmeye çalışır. Bir kez daha görüyoruz ki ne kadar anaakım düşünceyi reddettiğini iddia etse de, komplo teoriciliği, bazı noktaları abeslik derecesinde abartsa da burjuva ideolojisinin temel çizgilerinden milyonlarca kilometre uzakta falan değildir.

 

Komplo Teorilerinin Rolü

Burjuvazi resmi olarak komplo teorilerini reddeder. Bunun yanısıra, birçok yerde, demokratik bir ülkede aklı başında birisinin komplo teorilerine inanmasının mümkün olmadığını ifade ederler. Buna rağmen, kısaca incelediğimiz gibi, burjuvazi bütün tarih boyunca komplocu faaliyetler sergilemiştir. Dahası, kendi tarih bakışı da farklı gruplar arasında devlet kontrolü ya da kitlelerin manipülasyonu, kullanılması, vb. amacıyla süregelen bir rekabetler dizisi olduğundan kaçınılmaz olarak komplocudur.

Komplo teorileri, ırkçılık ve kapitalist topluma özgü önyargıların bir ifadesi olarak, özel topluluklara ve gruplara yönelik karalamalar etrafında kurgulanır; bu anlamda kendiliğinden bir karaktere sahiptirler; aynı zamanda devlet tarafından bilinçli olarak birtakım topluluklara yönelik saldırıyı meşrulaştırmak amacıyla da ortaya atılırlar. Yahudiler hakkında ortaya atılan yalanlar, tarih boyunca vahşi katliamları meşrulaştırmak için kullanılagelmiştir.

Benzer biçimde, komplo teorileri komünistler için de, Kızıl Ekim döneminde Rusya ve başka ülkelerde karşı-devrimi seferber etmek için de kullanıldı. Örneğin, ABD'deki “Kızıl Korku”, ABD'nin uygulamalarını desteklemek amacıyla propaganda edildi. İlk olarak amaçlanan işçi sınıfının organlarının önünü almaktı. İdeolojik saldırganlık komünistler ile sınırlı kalmadı: anarşistler, sendika üyeleri (özellile Dünya Sanayi İşçileri IWW) ve grevler rutin bir biçimde “temiz toplum”a yönelik saldırılar olarak kınandılar. Bu süreç, uluslararası karşı-devrimin devrimci dalgayı yenmesi yaptıklarının bir parçasıydı.

İkinci Kızıl Korku, “McCarthycilik” döneminde, toplumsal bir boyutu olan uygulamalar ile gerçekleştirildi ancak bu sefer daha çok ABD ile onun Rus rakibi arasındaki emperyalist rekabetin etrafında şekillendirildi. ABD'nin hakim sınıfı, Stalinist ideolojinin işçi sınıfına atıfta bulunması tehlikelerinden endişe duyuyordu ve daha başından faal Rus casuslarını açığa çıkarmıştı.

Peki ya devlet aleyhindeki komplo teorileri (9/11 Hakikat Hareketi)? Bazı açılardan onlar küçük burjuvazinin devlet ve büyük sermayeye karşı beslediği güvensizliği temsil ediyorlar. Modern komplo teorilerinin kaynağının, ABD'deki sağ kanat liberterler olduğuna şaşırmamak gerek. Eşyanın tabiatı gereği, bu komplo teorileri, demokratik devlet efsanesine bir itiraz olarak ortaya çıktılar. Aslında bunlar da aynı efsaneyi muhafaza ederek aynı rolü oynuyorlar çünkü -küçük burjuvazinin tarihsel acizliğinin bir ifadesi olarak- onlar burjuva demokrasisine gerçek bir alternatif olamazlar ve bunu sağlayamazlar. Bunun yerine, devletin iddia ettiği üzere “halk”ın demokratik ifadesi olması yönünde ütopik talepler ifade edebilirler ancak. Örneğin, ABD başkanlığı için 2004 seçimlerine giren John Buchanan “Hakikatçi” platformundaydı. Bu yaklaşımı boşuna bir çaba olarak gören daha radikal unsurlar, çöküşe giden son kıyameti bekleyerek otomatik silah stoklarıyla inzivaya çekildiler.

Daha paranoyak olanlar başka bir işlev görürler. İlk örnekte, birlik için ananakım bilincinden hareketle, burjuva sınıfın çalışmaları ile ilgili hiçbir ciddi tartışma yapılmaz: kısmen yapılabilir çünkü sadece onların bazı iddaalarının gülünç doğası ancak onların aynı zamanda aşırı sağ ve dinci gericilik ile yaptıkları ve artık kabak tadı veren birliktelikleri nedeniyle.

Gördüğümüz gibi, bütün bunların üzerinde şekillendiği temalar onlar için yeni olmamasına rağmen, onların modern görünümleri kesin bir biçimde çöken kapitalizmin klasik ifadelerinden bir tanesi tarafından etki altına alınmıştır: burjuva ideolojisinin açık bir şekilde giderek artarak akıldışı hale gelmesi. Özelde, bunlar günlük yaşamda, somut gerçeklikte, New Age ve dinci gericilikle artan kapitalist kaosa bir cevaptır. Komploculuğun klasik bir New Age versiyonu olan David Icke, dünyayı gizlice yöneten uzaylı kertenkelelerden bahseder. Milenyumcu Hristiyanlar onların Vahiyler kitabı zamanında yaşadığını ve Deccal'in totaliter bir “Yeni Dünya Düzeni” ile geleceğini söylerler. ABD'li Hristiyanların yaklaşık %20'si (ülke nüfusunun %16'sı) İsa'nın geleceğine inanıyor[3]. Hal Lindsey'in “Zamanın Sonu” üzerine en yeni popüler kitaplarından “Merhum Büyük Gezegen Dünya”, 1990'dan bu yana 28 milyonun üzerinde sattı. Kurgulanmış bir kıyamet konusu olan Geride Bırakılmış serisi milyonlarca kopya sattı (1998'de ilk dört kitap New York Times'ın en çok satanlar listesinde ilk dört sırayı paylaştı).

Popüler kültür ve siyasetin etkisinde büyüyen bu tür teorilere daha fazla örnekler verilebilir. “Zamanın Sonu” ideolojisinin ABD egemen sınıfının sağ-kanadında etkisi gözardı edilemez ve “X-Files” (Gizli Dosyalar) adlı başarılı televizyon dizisi ve filminin komploculuğun UFO versiyonunu geniş ölçüde popülerleştirdiğini söyleyebiliriz.

 

Komplo Teorilerine Karşı Marksizm

Peki ya marksistler (ya da en azından EKA) komplo teorisyenleri değiller midir? Yukarıda söylendiği gibi, kendi amaçları için komplo örgütlemeye tamamen muktedir bir egemen sınıftan bahsediyoruz. Bu yazıda yakın dönemden birkaç tarihsel örnek verdik. Aynı zamanda bütün siyasi ve iktisadi gücü elinde toplamış bir “elit”ten (kapitalist sınıf) bahsettik. Üstünkörü bakıldığında, bizlerin de aynı komplo teorilerinin temel rotasını izlediğimiz düşünülebilir.

Marksistler olarak, gerçekliğin materyalist bir teorisini savunuyoruz ve bu yüzden mahşerin başlangıcında yaşadığımız ya da uzaylı sürüngenlerin dünyayı yönettiği üzerine kurulmuş bütün kavram, fikir ve görüşleri reddediyoruz. Ama neden, örneğin dünyayı yöneten, savaşlar ve krizler başlatan gizli küresel (kapitalist olan) elit kavramını reddediyoruz?

Bunun nedeni, kapitalizmin işleyişini nasıl algıladığımız ile alakalı. Komplo teorisyenleri kertenkelelerden, bankerlerden ya da Bilderberg Grubu'ndan ve benzerlerinden yakınıyorlarken burjuvazinin önerdiği tarihin en derin yanılsamasına tutunuyorlar: birilerinin bir yerlerde kontrolü elinde tuttuğu yanılsaması. Korku salmak ve çöken, dağılan kapitalizmin büyük bir komplonun eşiğinde olduğunu söylemek, gerçekte nerede ve ne olduğunu göstermekten daha kolay görünüyor: kapitalizm gizemli ve onun kontrolü dışında, insanlığın (hatta egemen sınıfın) karşı karşıya kaldığı onun ekonomik ve toplumsal faaliyeti.

Kapitalizmin kanunları, her ne kadar kapitalistler onu (genellikle devlet eliyle) kontrol etmeye çalışsalar da kapitalistlerin irade ve isteklerinden bağımsız şekilde işlerler. Örneğin, mevcut kriz birkaç küresel elitin komplosunun bir sonucu değildir. Aksine, krize giden eğilim gün geçtikçe kapitalistlerin entrikalarından bağımsızlaşmaya başlamıştır. Şu ya da bu burjuva kesimin amaçlarıına ilerlemek için savaş ya da krizleri kontrol etmeye çalışması gerçeği sözkonusu olsa da[4], bu gayelerinin burjuvazinin diğer kesimlerine karşı olduğunu hatırlamak önemli.

Kapitalist sınıf, işleyişinden kaçamadığı rekabet ilkelerinin üzerine kurulmuştur. Rekabet, kapitalizmin iktisadi süreçlerinin içerisindedir ve irade ya da istenç ile altedilemez. Bu unsur kendisini egemen sınıfın siyasi ve toplumsal yaşamında kliklerin biçimi, bireyler, şirketler, ulus devletler ve ulus devletler arasındaki ittifaklar şeklinde ifade eder. Rekabete karşı mücadele eden tabakalaşma ve tekeller gibi eğilimler kesinlikle mevcuttur ve çöküş döneminde şiddetlenirler ancak onu asla tamamen altedemezler; sadece daha yüksek bir aşamaya taşırlar. Şirketler arasındaki rekabet, devletler arasındaki rekabete dönüşür; serbest ticaret merkantilizme feda edilir; savaşlar pazarlar ve doğal kaynaklar üzerinden yapılır ve küresel yangınların (dünya savaşlarının) artmasına daha çok hizmet eder. Herkesin herkesle rekabeti ve burjuvaziye onun ekonomik, ideolojik ve siyasi yaşamındaki temel çelişkilerden kaçmasına engel olan makyavelizm, hakim sınıfın yabancılaşmış bilincinin bir ürünüdür.

Burjuvazi tarafından gerçekleştirilen en yüksek birlik, onların bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfı tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı devrimci dönemlerde ortaya çıkar. Yukarıda bahsi geçen Ebert-Groener Paktı, burjuvazinin entrikalarının bu tür durumlarla başedebildiğini gösteriyor ancak böyle bir tehlikede birliğini sağlayabilen hakim sınıfın zorluğu, Kapp Darbesi'nin talihsizliğinde yatar.

Marksistler için, burjuvazi, toplumun evriminin tamamını kontrol edebileceği kalıcı birliği asla sağlayamaz. Bu metinde tartışılan komplo teorileri ne kapitalist toplumun tarihsel krizini, ne de onu aşmak için bir program önermiyorlar. Bununla beraber, sistematik kriz derinleştikçe ve sınıf bilinci güçsüz kaldıkça komplo teoriciliğinin etkisinin varlığını sürdüreceğini söyleyebiliriz. Komünistler bu tür fikirlerin taraftarlarını gözardı etmezler ancak kapitalist sınıfın makyavelci doğası üzerinde ısrar ederken, bu tür fikirlerin gerici kökenlerinin karşısında durur ve teşhir ederler.

Sınıf mücadelesi hız kazandıkça ve proletarya bir kez daha kendi gücünü hissettiğinde, komplo teorilerini kendi metoduyla paramparça edecektir: Marksizm ile.

Ishamael 8/1/12

[1]http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/may/26/newsid_4396000/4396893.stm

[2]Buradaki “komünist” derken tırnak içinde kullanmamızın nedeni, ABD emperyalizminin karşı olduğu herhangi bir sol kanat parti olabileceği gibi, tabii ki Doğu bloğundaki Stalinizmden de bahsediyor olmamız. Doğal olarak bu hareketlerin hiçbirisi komünist değildi ve işçi sınıfı politikası ile hiçbir alakası yoktu ancak benzer metodlar kuşkusuz işçi sınıfının gerçek hareketinin kendisi için de kullanılabilir.

[3] www.pewresearch.org/religion/uploadedfiles/Topics/Beliefs_and_Practices/...

[4]Örneğin, 90'ların sonundaki Asya krizi, ekonomik hakimiyetini bölgede daha çok ileri taşımak isteyen ABD burjuvazisinin pratiğini ile şiddetlendi ancak durum hızlıca değişti, kontrolden çıktı ve daha geniş, ekonomiyi küresel olarak, kendi ekonomisini de ciddi sonuçlara mahkum ederek tehdit etti.

Tags: 

Rubric: 

Marksizm

İki Burjuvazinin Elçisinin Yaşamı ve Ölümü

Ben ise oldum olası liberal ve demokrat bir insanım ve bizim anlayışımızın Kürtlüğe kazandırdığı en önemli katkısı liberalizmi Kürt siyasetine taşımasıdır.

Tayyip Erdoğan çok iyi bir politikacı ve müthiş bir lider. Bakın açık söylüyorum. Cumhuriyet tarihinde Atatürk'ten sonra gelmiş en önemli lider. İkinci büyük lider. Bu sorunu isterse o çözer ve çözecek güce sahip. - Şerafettin Elçi

25 Aralık 2012 tarihinde, bir buçuk yıl önce BDP desteği ile bağımsız milletvekili seçilen Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi, bir süredir gördüğü kanser tedavisi sonrasında hayatını kaybetti. Ankara'da düzenlenen resmi törende AKP'den Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, İdris Naim Şahin ve pek çok bakan ve milletvekili, CHP'den Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal, Sezgin Tanrıkulu gibi simalar, BDP'den ise Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder gibi milletvekilleri hazır bulunurken, Elçi'nin 100,000'i aşkın kişinin katıldığı cenazesine Mesud Barzani'nin kardeşi Sidat Barzani de gelmişti. Ülkedeki hemen hemen bütün basın kuruluşları ölümünün ardından Şerafettin Elçi'yi bir akil adam ve barış elçisi olarak tanımladılar. Türk milliyetçileri onun nasıl hayatı boyunca PKK'ye prim vermediğini anlatırken, PKK'ye veya BDP'ye yakın kesimler onun Kürt kimliğini nasıl savunduğundan bahsettiler. Böylece Türk ve Kürt burjuvazilerinin en önemli simalarını neredeyse tamamını bir araya getiren Şerafettin Elçi'nin ölümünün en manidar kısmı ise, tabutuna art arda sarılan Türkiye ve Kürdistan bayraklarıydı.

Zira bir burjuva siyasetçisi olarak Şerafettin Elçi'nin kariyeri Türkiye ve Kürdistan burjuvazilerinin çıkarları arasında geçmişti. 1938'de Cizre'de doğan Şerafettin Elçi siyasetle öğrencilik yılları içerisinde tanıştı; bu yıllarda 1959'da Kırkdokuzlar Davası sanıkları arasında yer aldı. 12 Mart Darbesi döneminde de Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi sanıkları arasında bulunan Şerafettin Elçi, 1970'lerde rotayı Kürt milliyetçisi siyasetten Türk burjuva siyasetine kırdı. 1977 Genel Seçimleri'ne Süleyman Demirel'in Adalet Partisi'nden Mardin Milletvekili olarak giren Şerafettin Elçi, Aralık 1977'de Bülent Ecevit tarafından CHP'ye transfer edildi. 1978-79 Ecevit hükümetinde Bayındırlık Bakanı olan Şerafettin Elçi, bu dönemde "Türkiye'de Kürtler var, ben de Kürdüm" şeklinde yaptığı açıklamayla adından söz ettirmişti. 12 Eylül sonrası bu açıklamasından dolayı tutuklanarak otuz ay kadar cezaevinde yattı ve on yıl siyaset yasağı aldı. 1990'larda sivil toplumculuk üzerinden siyaset sahnesine geri dönen Elçi, ayrıca eksen olarak yeniden Kürt milliyetçiliği noktasına kaymakla birlikte, uzunca bir süre PKK'ye sert bir biçimde karşı çıktı. Şerafettin Elçi'nin 90'larda Kurucu Başkanı olduğu Kürt Hak ve Özgürlükler Vakfı'nın 1995'te Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı olarak tescil edilerek Cumhuriyet tarihinde içinde Kürt adı geçen ilk resmen tanınmış kurum olması manidardı. Elçi'nin siyasi hayatı, en sonuncusu Katılımcı Demokrasi Partisi olacak muhtelif partilerle devam etti. En nihayetinde, 2011 seçimleri için uzun süredir sertçe eleştirdiği ve kimi zaman ilişkisinin bir hayli sertleştiği PKK çizgisiyle bir uzlaşıya giderek, BDP destekli bağımsız milletvekili oldu ve bir kez daha meclise girdi.

Şerafettin Elçi, Türk burjuvazisine yakınken Kürt burjuvazisine, Kürt burjuvazisine yakınken de Türk burjuvazisine göz kırpmayı iyi bilen usta bir siyasetçiydi bu yüzden de siyasi kariyerinde hem Türk hem de Kürt burjuvazisinin temsilciliğini başarıyla yaptı. Öte yandan Şerafettin Elçi'nin ölümü ile ne Kürt işçi sınıfı, ne de Türk işçi sınıfı bir dost kaybettiler. Şerafettin Elçi'nin savunduğu barış, burjuvazinin barışı yani zaten sorunu yaratanların uzlaşısıydı. Zira Kürt sorununun gerçek çözümü, Kürt ve Türk işçilerinin bütün burjuvazilere ve milliyetçiliklere karşı bölgedeki ve dünyadaki tüm işçilerle birlikte mücadelesi, Şerafettin Elçi ve onun gibiler için ancak bir kabus olabilirdi.

Gerdûn

Tags: 

Rubric: 

Düşman Sınıf

EKAonline-2013

2013 - Mart

Besinlerdeki Hile, Sadece At Etiyle Sınırlı Değil

 

Bu yılında başında, et ürünlerindeki skandal, Avrupa genelindeki başlıca süpermarketlerinin hazır gıdalara at etinin karıştırılması söylentileri ile başladı. At eti ucuz olduğu için sığır etlerinin neredeyse 100%'ünde at etine rastlandı.

Hakim sınıf, hiçbir şeye sahip olmayan işçilerin ya da başka herhangi birisinin sağlığından daha çok, karı maksimize etme ve sermayeyi büyütme görevi ile ilgilenmesiyle dürüstlüğünü açık ediyor. Her halükarda, bu bizlere at etinin yenilebileceğini ve tedarikçiler tarafından dikkat edilmeyen 'bute' (yani çok tehlikeli yan etkileri bulunan ve kullanımı yasaklanan phenylbutazone) gibi ete bulaşan veterinerlik ilaçlarından kaçınmayan kamu sağlığı alanına ait bir sorun olmaktan ziyade basit bir hilebazlık konusuymuş gibi yansıtıldı. Eğer at eti tüketen herhangi birisi için risk çok düşük ise de bu egemen sınıfın bu konuya dikkat ediyor olmasından kaynaklanmıyor. 1981'de İspanya'da 600 kişinin ölümüne neden olan kimyasal yağ sendromu, zeytinyağı yerine satılan ve endüstri için üretilmiş kolza yağından kaynaklanmıştı. ABD'de yapılan bir araştırma[1] ise bizlere, ithal edilen zeytinyağlarının %69'unun gerçekten zeytinyağı olmadığını kanıtladı.

Hileli gıda, kapitalizmde yeni bir şey değil ve endüstriyelleşme ve şehirlerin giderek daha çok artan gıda ihtiyacı ile büyümesinin bir sonucu. 19. yüzyılda, kimi zehirli maddeler dahil olmak üzere birçok madde, ekmeğe ve biraya katılıyordu. Paris'te şap ve sıva, talaş ve striknin kullanılması da bunlardan sadece birkaçı. Yıllar sonra, 1860'ta İngiltere'de yürürlülüğe giren yasalar ile ortadan kalkmadan önceye kadar, bu tür maddelerin yeniden besinlerde kendisini göstermesi tehlikesi varolmaya devam etti.

Günümüzde, besinlerdeki yabancı madde oranından endişe duymamış için daha çok nedenimiz var. Fukushima'daki nükleer kaza ve günlük besin harcamasıyla ortaya çıkan atık besinler bunlara birer örnek. Günümüzde yapılan çalışmalar gösteriyor ki; Türkiye, Yunanistan, Nijerya, Mısır ve Avustralya'daki Yeni Güney Galler'de devam eden madencilik, döküm ve diğer endüstriyel süreçlerle arsenik, kadmiyum, çinko, kurşun ve bakır gibi ağır metaller, suda ve sebzelerde yüksek derecede ortaya çıkabiliyor. Burjuva sınıfı bu konu üzerine ne çalışmak ne de Hindistan, Çin ve diğer 'gelişmekte olan' ülkelerdeki endüstriyel kirliliğe karşı bir çözüm geliştirme çabasındalar. 1950'lerde 50 bin kadar insan, Japonya'nın Minamata kentinde balık etindeki cıvadan zehirlendiler ve zehirlenenlerden 5 bini yaşamını yitirdi. ABD Besin ve Madde İdaresi, köpekbalığı ve kılıçbalığı gibi cıva oranı yüksek balık etinin tüketimi konusunda insanları uyarıyor.

Medya ve siyasetçiler, sığır eti yerine at eti yenildiği üzerine herneyi gündeme getirdiyse bunu, bir üreticinin malları yerine diğer rakip üreticinin ürünlerine yönlendirmek için ya da siyasi üstünlük için yapıyor. Bu da bizlere daha temel bir sorun için yeterli ipucunu veriyor: kar hevesi sağlığımızı bozuyor.

Alex

1. https://olivecenter.ucdavis.edu/news-events/news/files/olive%20oil%20fin...

Tags: 

Rubric: 

Burjuvazi

Kapitalizmin Gölgesi Altında Kadının Özgürlüğü

 

 

 

 

 

 

Bu yazı, EKA'nın Türkiye şubesi olarak bir süredir devam ettiğimiz tartışmalardan yola çıkarak, yakın bir sempatizanımız tarafından kaleme alınmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Kapitalizmin Gölgesi Altında Kadının Özgürlüğü

İnsanlık tarihinin bilinen büyük bir bölümünde kadın karşı cinsinin baskısı altında, özgürlüğü elinden alınmış bir şekilde yıllarca yaşayıp durdu.Kadın sorunu; üzerine sürekli konuşulan, sempozyumlar düzenlenen, eğitimler verilen, pozitif ayrımcılık adı altında burjuvazi siyasetçileri tarafından yasalar çıkartılan bir sorun. Kadın hakları savunucusu olduklarını iddia eden, aralarında feminist grupların da bulunduğu sivil toplum kuruluşları ataerkil toplum yapısını kabullenip, kadının varolan pozisyonunun iyilişmesi adına taleplerde bulunuyorlar. Kadınların erkeklerle aynı seviyeye gelebilmesi ve özgürce yaşayabilmeleri için yönetici sınıfın lütfetmesini bekliyorlar. Kadının aslında insan olmasından kaynaklı doğumuyla beraber elde ettiği haklarını geri alabileceklerini, kanunlarla bu hakları güvence altına alacaklarını düşünüyorlar.Peki gerçekten burjuva siyasetiyle kapitalist iktisadi ilişkilerinin yürürlükte olduğu bir ortamda bu sorunu aşabilir miyiz, tam anlamıyla kadın özgürlüğüne bu yollarla kavuşabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için kadının ve erkeğin şu anki bulunduğu aşamaya nasıl geldiğine gözatmamız gerekiyor.

İnsanlığın evriminden sonraki aile yaşantısıyla ilgili araştırmalar yapan, bu konuda bilgi sahibi olmamızı sağlayan Amerikalı antropologist Lewis H. Morgan'a ve onun çalışmalarını diyalektik materyalist bir perspektifle bizlere aktaran Friedrich Engels'e çok şey borçluyuz. Morgan, yabanıllık diye adlandırdığı insanlığın ilk dönemlerinde, günümüzdeki anlamıyla kullanmış olduğumuz bir aile yapısından bahsedemeyeceğimizi belirtir. Çünkü o dönemlerde insanlar çok eşli bir şekilde yaşayıp komünist bir ev ekonomisine sahiplerdi. Çok eşliliğin hakim olduğu bir toplumda çocukların babalarının kim olduğunu bilmeleri imkansızdı; sadece annelerini tanırlar ve Bachofen'in tanımıyla “analık hukuku gelişir”. Yani soy ağacı anne üzerinden devam eder. Bu da kadının sosyal hayatta erkekten daha fazla saygı görmesine neden olur. Böyle bir ortamda kadının özgürlükle ilgili bir sorunundan bahsedemeyiz. Peki nasıl oldu da kadın bu konumunu kaybedip, günümüzde karşı cinsi tarafından ezilen, şiddet gören ve hatta öldürülebilen bir konuma geldi. Bu insanlığın gerçek anlamda artı-değer üretmeye başlaması ve ürettiklerini sadece tüketim amacıyla değil ürettiklerinden artı-değer elde etmeye, onlardan değiş-tokuş yardımıyla kar elde etmeye başlamalarıyla beraber kadının önemi de azalmaya başladı. Daha sonra özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla ve akabinde miras hakkı teriminin yeryüzünde dolaşmaya başmasıyla Engels'in de tabiriyle “kadının yeryüzündeki erkeğe karşı ilk yenilgisi gerçekleşmiş oldu”. Değişen iktisadi yapıyla beraber, aile yapısı da değişti ve çok eşli aile yapısının yerini, tek eşli aile yapısı aldı.

Erkeğin kadından kas gücü anlamında daha kuvvetli bir “yaratık” olması, kadının ise doğum gibi onu uzun süre üretimden uzak tutacak fiziksel durumları olduğundan, yeni iktisadi yapıda erkek kadından daha değerli bir pozisyona sahip oldu. Bu da neden mirasın kadında değil de erkeğin elinde toplanmış olduğunu açıklar. Mirası kabile içinde tutmak isteyen erkek evin tek hakimi oldu. Anaerkil toplum yapısı yerini ataerkil toplum yapısına bıraktı. Feminist gruplar ve burjuva solu örgütleri kadının özgürlüğünden bahsederken, kapitalist sistemin dayatmış olduğu bu ataerkil yapıyı kabullenip, onun gölgesi altında kadının özgürlüğünü bulmaya çalışıyorlar. Ancak bugüne kadar gösterilen bütün çabalara rağmen halen kadınların öldürülmesine, erkekler tarafından şiddet görmelerine engel olunamıyor. Bu da bize, içinde bulunduğumuz kapitalist iktisadi yapının -sınıf mücadelesiyle- değişmeden kadının özgürlüğünden bahsetmemizin mümkün olamayacağını gösteriyor.

Lenin, kadının doğurganlığından doğan bu bağımlılığını ortadan kaldırmak için kreşlerin açılması gibi bir teori geliştirmişti Böylece, komünist ev ekonomisinin hakim olduğu dönemlerdeki gibi çocukların bakımını sadece anne değil tüm toplum üstlenecekti ve annenin, fiziksel özelliklerden dolayı ortaya çıkan dezavantajı ortadan kalkacak, çocuklar da anne ve babaya bağlı kalmadan toplumun güvencesi altında büyüyeceklerdi. Stalin de buna benzer bir projeyle çalışanlarının kadınlar olduğu çamaşırhaneler kurdurmuş, kadınları özgür bırakmak yerine onları çamaşırhanelere kapatmıştır.

 

 

 

 

 

Peki üretim hayatında kadınlar, yöneten sınıf için ne ifade ediyor? Kapitalizmin çıkmaza girdiği, ekonomik buhranlar yaşadığı dönemlerde burjuva sınıfı tarafından sıkça kadınların doğurganlığına vurgu yapılmıştır çünkü ekonominin canlanması ve tüketimin artması için nüfusun artması gereklidir. Böylece alışveriş dönüşümü devam edecek, ekonomi canlanacak ve kapitalist sistem kendi sonuna doğru bir adım daha yaklaşacaktır. Bazı dönemler burjuvazi yasalarıyla pozitif ayrımcılık adı altında, kadınlara bir lütuf gibi sunmuş oldukları uzun süreli doğum izinleri de tamamen bu amaca hizmet etmektedir. Ayrıca kadın, proleterin çalışmadığı zamanlarda onun destekçisi, hizmet edeni, yemek yapanı vb. rolündedir. Böylece üretim çemberindeki işçinin sürekliliği için kadın hayati bir rol oynamaktadır. Proleter kadınlar ise yöneten sınıf için ucuz iş gücü anlamına gelmektedir. Fiziksel özelliklerinden ötürü kadınlar erkeklere oranla daha ucuza çalıştırılabilmekte ve bu da kapitalistler için maliyetin azalması ve kârın artması anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak kadınların özgür olabilmelerini kapitalist iktisadi düzen altında mümkün değil. Yapılacak olan iyileştirmeler onları en fazla proleter bir erkeğin seviyesine ulaştırır, ki proletere de özgür bir birey diyebilmek imkansızdr. Engels durumu şöyle özetlemiştir: “Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle fuhuş ortadan kalkacaktır. 'Karı­koca' ailesi, toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi toplumsal bir sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu işi olur; toplum, (meşru ya da gayrimeşru) bütün çocukların bakımını üzerine alır. Kendini sevdiği erkeğe kayıtsız­ şartsız vermekten bir genç kızı alıkoyan­ ahlaki olduğu kadar da iktisadi ­ başlıca toplumsal neden "sonra ne olacak?" kaygısı da aynı biçimde ortadan kalkar.

Marx kadın sorunuyla özel olarak ilgilenme fırsatı bulamadı ancak kadının özgürlüğünün bir toplum için ne denli önemli olduğunu şu sözlerle belirtmişti: “Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır.İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta,kadının erkekle,zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur.Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.

Tags: 

Rubric: 

Tartışma

Kuzey Kore: Stalinist Bir Kapitalizm Karikatürü

 

 

 

 

 

 

 

Geçtiğimiz haftalarda, Çin'in doğusunda yeralan Kuzey Kore (diğer adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, KDHC), yaptığı nükleer füze denemeleri ile dünyanın gündemine oturmuştu. Bunun üzerine, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin hakim sınıfından yetkililer, gerçekleştirilen nükleer denemeyi kınadılar ve önlem alınmasının gerekliliğine vurgu yaptılar.

Buna karşılık olarak, dünya üzerindeki birçok insan tarafından haritada nerede olduğu dahi zor kestirilen ve daha çok devletin düzenlediği kitlesel mitinglerinde yapılan dans kareografisi gösterileri ile anımsanan K.Kore, tehdit olarak gördüğü emperyalist devletlere karşı bir savunma niteliği taşıdığını belirttiği bu denemeyi haklı göstermek için elinden geleni yaptı. Önümüzdeki ay, ABD ve Güney Kore'nin yapacağı ve tahmini 210 bin askerin katılacağı ortak askeri tatbikat için böyle bir hamlenin yapılıp gözdağı verilmeye çalışılması olarak algılanabilecek bu gibi bir deneme sonunda K.Kore'de merkeze 0 olan yani yer yüzeyinin üzerinden başlayarak çevre bölgelere yayılan 4,9 şiddetinde bir deprem bile gerçekleşmiş oldu. Bu nükleer depremi, bir anda kendi gibi emperyalist olan diğer devletlerden gelen kınamalar takip etti.

K.Kore'nin nükleer denemesini kınayan ve dünyayı birkaç günde cehenneme çevirebileceği silahları elinde bulunduran ABD'nin ve Rusya'nın yaklaşımı ise reel politikanın bir yansıması. Örneğin, emperyalist olmadığını ve halkların koruyucusu rolünü üstlendiğini iddaa eden (ve aslında gayet net bir biçimde emperyalist olan) K.Kore ile onun emperyalist güç olarak gördüğü (ve basbayağı emperyalist bir diğer güç olan) ABD arasında 1994'te iki adet nükleer santral inşası yapma anlaşması gerçekleştirilmişti. 1999 yılında nükleer silahlanmaya yönelik eğilimini bir süreliğine donduran ve ABD'nin Clinton döneminde bu ülkeye uyguladığı yaptırımların bir kısmını geri çekmesine neden olan hamleleri K.Kore'nin yine ABD ile modern standartlara uygun nükleer santrallerin inşa edilmesi için yaptığı anlaşma takip etti. Ardından ABD bu santrallerin yapımını geciktirmiş ve K.Kore yaşadıkları elektrik üretimi kaybının faturasını ABD yönetimine yüklemişti. Bütün bunların ardından, Bush yönetimi döneminde tanımlanan “şer ekseni”nin Irak ve İran ile bir diğer kutbunu oluşturduğu ifade edilen K.Kore, nükleer programının olduğunu itiraf etmişti.

K.Kore'nin bütün bunları rahatça yapabilmesi ve devlet yetkililerinin rahatlıkla savaş naraları atabilmesinin arkasında bir işçi sınıfı tehditi ile karşı karşıya olmaması yatıyor. Aslında K.Kore de diğer hepsi gibi, işçi sınıfının üretkenliğine, daha çok sömürülmesine ve vahşice baskı altında tutulmasına bağlı olarak uluslararası burjuva kamuoyunda söz dalaşları ve sözde tehditleri ile burjuva gündemdeki yerlerini koruyorlar.

Burjuva kamuoyunda K.Kore ve ABD üzerinden yaratılan sahte (komünist/kapitalist) algısal ayrımı, K.Kore ile eski Sovyetler Birliği arasındakinden çok da uzak değil. K.Kore, karşısında olduğunu iddaa ettiği diğer emperyalist devletlerin sadece bir karikatürü. Adına Juche denen bir otarşik Stalinist tek parti diktatörlüğü ile yönetilen devlet aygıtı, günümüz kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda ve iktidar adeta babadan oğula geçen bir yetki aktarımı ile miras alınan işçilerin sömürüsü, nükleer denemeler ve üretilen silahlar ile pekiştiriliyor. Sadece alkışların ve sorgulanmayanların hakim olduğu adeta dini bir öğreti ve tabu kültü yaratan Kuzey Kore “Komünist” Partisi, uygulamaları ile de işçi sınıfının yanında olmadığını zaten gösteriyor. Dışarıya karşı oldukça kapalı ve neredeyse bilinmeyen bir kutu olan K.Kore'deki büyük yerleşim merkezlerinin elektrikleri belli bir saatten sonra kesiliyor ve bütün sokaklarda megafonlarından “Ülkeniz için daha çok çalışın!” anonslarının duyulduğu minibüsler dolaşmaya başlıyor. Şu anki ulusal lider Kim Cong-un'un babası, Kim Cong-il yönetimi döneminde de rasyonel sermayenin temsili yerine, her türlü çılgınlığın sınırında yaşayan bir karakter resmi çiziyordu. İlkokul ders kitaplarında kendisinin kaf dağının ardından ateş kuyruklu anka kuşu tarafından getirilen parti genel sekreteri ve ebedi başkanı Kim Cong-il'in ölümüyle bütün ülkeyi yeni bir yasak furyası sardı: müzik çalmak ve dinlemek yasaklanmıştı. Tek resmi televizyon kanalından televizyonlarda gösterilen görüntülerde kendisini yerden yere vuran insanların tiyatral performanslarını görebiliyorduk. Ülkenin bunun yanısıra gerçekleşmesinden gurur duyarak resmi televizyon kanalında yayınladığı bir de tamamen yerli bir bira üretmesi de sözkonusu.

Dünyanın tamamındaki canlı yaşamını sadece birkaç gün içerisinde yokedebilecek derecede güçlü kitle imha silahlarına sahip emperyalist güçler ile buna sahip olmaya çalışan, emperyal güç ilişkileri mücadelelerinde kendisine yer edinmeye çalışan ve etki alanı daha dar diğer emperyalist güçlerden birisi olan K.Kore aslında işçi sınıfı için sömürü, açlık ve yokoluştan başka bir şey ifade etmiyor. İlk olarak, devletin “önder” olarak tanımladığı Kim Cong-il öncülüğünde yapılan açıklama ile Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'ndan 1993 yılında çekildiklerini ifade etmesiyle başlayan nükleer çalışmaları, bu ülkedeki işçilerin aslında tersinden nasıl bir yokluğa hapsolduğunu da gösteriyor. İşçiler, en önde kızıl bir bayrak ile her sabah marşlar eşliğinde işyerlerine taşınıyor, üretim aracı üretiminin neredeyse olmadığı bir ülke olarak K.Kore bunu saf kol gücü ile kapatmaya çalışıyor. Aslında K.Kore, kendi gibi emperyalist ve baştan aşağı kapitalizmin çürümüşlüğüne batmış ülkeler ile rekabet yöntemi olarak bu biçimde bir tarz benimsemiş durumda. Öğrenci ve bir kısım askeri personelin gönüllü olarak fabrikalarda çalış(tırıl)ması da cabası. K.Kore'deki işçi sınıfı haftada 6 gün, tam randıman ile çalıştırılıyor. Geri kalan zamanda ise işçiler ya dinleniyor ya da geleneksel içkileri olan saki tüketiyor, kadınlar ise ev işlerine yetişmeye çalışıyorlar.

Asıl mesele nükleer silah ya da bunun denenmesi değil sadece dengelerin korunmasını sağlamak, işçi sınıfı ve genel olarak insanlık için sırtta bir yük ve tehdit olan silah endüstrisine yüklenerek piyasadaki sermayesini realize etmeye çalışmak. Örneğin, şu anda nüfusunun önemli bir bölümünün Birleşmiş Milletler'in kısıtlı yardımları ve oldukça düşük maaşlar ile ayakta durduğu Kuzey Kore'de işçiler militarize edilmiş emek rasyonalizasyonu ekseninde gidip geliyor, her yerde silahlı askerlerin olduğu fabrika, tarla ve ofislerde saatlerce çalışmak zorunda bırakılıyor. Peki ne için? Ülkenin gelişmesi, ülkenin gelişiminin nükleer güç olma gayesi ile pekiştirilmesi, buradan devletin büyük güç, diğerlerinin yani K.Kore işçi sınıfının ise ona hizmet eden köleler olarak nitelenebileceği, yeni ve yerli bira imalatından gurur duyan bir devlet kapitalizmi ile karşı karşıyayız.

Baskının işçi sınıfının sırtında hissettirdiği ağırlık giderek artıyor ve uyardığı, kızdığı ve tehdit ettiği diğer emperyalist güçlerin kendi işçi sınıfını sömürüyor olması gibi bir kapitalist devlet olarak K.Kore de, işçilerin acımasızca baskı altında tutularak işyerlerinde öğütüldüğü çarklardan sadece bir tanesi. Bunu ABD'de liberal ekonomileri kutsamak için, ABD vatandaşlarına her ulusa sesleniş konuşmasında yapma taahhütünü veriyor, bunu Küba da her kuruluş günleri etkinliklerinde alt metinde dile getiriyor, bunu Çin, İran, Japonya ve Türkiye de, ülkenin kalkınması ve gelişmesinin önündeki engeller ve yapılacakları kendi işçi sınıfına aktarırken emperyalist bir güç olmanın gerektirdiği niteliklere uygun olarak utanmadan ve sıkılmadan “vatan için daha çok çalışılacağı” mesajları ile zaten veriyor. Bir de geriye dış mihrak yaratmak kalıyor. Arada sadece coğrafi farklılıklar, eski lider Kim Cong-il'in birkaç komik basın demeci -ki bu demeçlerden birisinde, K.Kore'de bir balık çiftliğinin açılışında yaptığı konuşmada, kaf dağının ardından gelen önder, balığın besin değeri açısından çok önemli olduğunu belirtmişti- ve gündemdeki nükleer programın açıkça sürdürülmesi ayrıntıları yer alıyor.

Burjuva solunun da çok uzaklara ve derinlere bakmasına gerek yok. Zaten emeğin ve emeğin sömürüsünün tamamen iktidarda olduğu, fabrikalarda, tarlalarda ve bütün siyasi iktidarın tepeden tırnağa yapılandırılmış bir kapitalizm karikatüründen bahsediyoruz. Zaten burjuva solunun da emperyalist olarak görmediği bir devlet gücü için emperyalist tanımlaması yapmaları ve aynı şekilde işçi sınıfını sömürdüğünü söylemeleri de beklenemezdi. İşçi sınıfının ağır yaşam koşulları altında saatlerce çalışmak zorunda kaldığı ve üzerine bir de aç kaldığı bir atmosferde, tıpkı Küba'nın gereksiz gördüğü için işten çıkarttığı işçilerin durumu ve fuhuş sektörü, tıpkı Kamboçya'nın Pol-Pot iktidarına giden yolda sayısı milyonları bulan katliamları ve hatta gözlüklü olanların entelektüel diye kurşuna dizilmesi örneklerinden bile aslında günümüzün sermaye yapısının ihtiyaçlarına tam olarak ayak uyduramamanın karını yine bütün emperyalist devletlerin topladığını, acılarını çekenin ise yine işçi sınıfının kendisi olduğunu görüyoruz. K.Kore'nin gerçekleştirdiği nükleer denemeyi kınama yarışında en önde giden ABD'deki evsiz ve işsiz sayıları ile karşılaştırıldığında da aslında aynı temel üzerinden yükselen sadece nüans farklarından bahsediyor oluruz. ABD ve onun yanında K.Kore'yi kınayan diğer devletler de kendi çıkarları ve emperyalizme hizmet ederken, K.Kore de kendi ölçeği ve elindeki imkanlar ekseninde yeri geldiğinde Çin ile, yeri geldiğinde de İran ile yanyana geldiği gibi, yeri geldiğinde de tabii ki çıkarları sözkonusu olması durumunda ABD ile de yanyana gelmekten geri durmayacak, kendi emperyalist çıkarları için sömürüyü daimi kılmaya çalışacak, gerektiğinde savaşlarla işçi sınıfının katladilmesinin önünü açacak.

Devlet kapitalisti eski Sovyetler Birliği'nden miras aldığı yöntemlerin günümüzdeki yansıması K.Kore, aslında güncel rakiplerinden küçük ayrıntılar ile ayrılıyor ancak aynı amaç üzerinde birleşiyor: işçi sınıfının katıksız sömürüsü.

Nevin

Tags: 

Rubric: 

Emperyalist Çıkar Çatışmaları

Tunus, Mısır: 'Arap Devrimi'nin Sonu

 

Sözde 'Arap devrimleri'nin ikinci yılını doldurmasıyla, son birkaç hafta ve ayda Mısır ve Tunus'ta meydana gelen ayaklanma ve kitle eylemlerinin bize hatırlattığı, Bin Ali ve Mübarek gibi diktatörlerin iktidardan düşmelerine rağmen hiçbir şeyin çözümlenmediği. Aksine, ekonomik durum, işsizliğin artması, açlık ve işçi sınıfına saldırılar ile daha da kötüye gidiyor. Bunun yanısıra, otoriterliğin hükümdarlığı, şiddet ve baskının göstericilere çevrilmesi, her zamanki gibi varlığını sürdürüyor.

Muazzam Öfke ve Cesaret

2011'de Mohammed Bouazizi'nin intiharı ile ateşlenen 'Arap Baharı'nın başladığı yer olan   Tunus  , derin bir sosyal, ekonomik ve siyasi krize sürükleniyor. Resmi işsizlik oranı %17 ve aylardır birçok sektörde grevler sürüyor. Geçtiğimiz haftalarda birçok şehrin sokaklarında açık ve kitlesel olarak başgösteren öfke, başka birşeyden kaynaklanmıyor. Aralık ayında işsiz gençler, Moncel Marzouki tarafından açıklanan tasarruf programına karşı Siliana kentinde polis ile çatıştı. Baskı ve 300 kadar eylemcinin (ve bunlardan bazıları atılan mermiler ile) yaralanması, başkent olmak üzere diğer kentlerde eylemler arası dayanışmanın önünü açtı. Tunus Devlet Başkanı, “Bir Siliana daha olmasını istemiyoruz. Bunun daha başka birçok bölgede gerçekleşmesinden korkuyorum” diye açıklamada bulundu.

Daha yakın bir tarihte, seküler muhalif unsur Chokri Belaïd'in öldürülmesi ile sokaklara çıkan insanlar, 50 bin kişinin katıldığı, “yeni devrim” olarak adlandırdıkları ve 2011'in temel sloganı olan “ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet” eşliğinde bir cenaze töreni düzenledi. Onlarca şehirde, karakollara ve iktidardaki islamcı parti Ennahda'nın parti merkezlerine saldırılar düzenlendi. Ordu, iki yıl önceki 'yasemin devrim'in başladığı Sidi Bouzid'teki kitlesel eylemleri kontrol altına alması için yönetime el koymaya çağırıldı.

Gelişmeleri sakinleştirmek ve toparlanmak için, hükümetin Haziran'da göstermelik olarak yürürlülüğe koyduğu yasama seçimleri arifesinde Ulusal Sendikalar Konfederasyonu (USK (UUGT)) Tunus'ta 35 yıl sonra ilk defa gerçekleşecek bir genel grev düzenledi. Şu anda tansiyon tamamen sonlandığı ancak öfkenin kaybolmadığı, özellikle de IMF'den alınacak borç ile yeni ve şiddetli kesinti uygulamaları ile daha da alevleneceğini düşünebiliriz.

Mısır'da, durum daha iyi değil. Ülke borçlarını ödeyemez durumda. Geçen Ekim ayında, Dünya Bankası, Eylül ayının ilk yarısında 300 gibi rekor bir seviyede gerçekleşen grevlerin yayılmasından duyduğu rahatsızlığını dile getirdiği bir rapor yayınladı. Yılın sonunda hükümet karşıtı ve özellikle iktidardaki güçlerini meşrulaştırmak için Müslüman Kardeşler tarafından örgütlenen referandum karşıtı birçok gösteri düzenlendi. 25 Ocak itibarıyla, 'Mısır Devrimi'nin ikinci yıldönümünde, protestolar giderek yayıldı. Günden güne, binlerce eylemci, yeni hükümet tarafından dayatılan yaşam koşullarını protesto ettiler ve Mursi'nin gitmesini istediler.

Ancak kredisini kitleler üzerinde tüketen baskı, tekrar öfkeye neden oldu. Port Saïd'te 1 Şubat 2012'deki maçın sonunda çıkan ve 77 kişinin yaşamını yitirdiği olaylarda[1] yeraldıkları iddiasıyla al-Masry futbol kulübününün 21 taraftarı için 26 Ocak'ta açıklanan idam kararları yeni bir öfke dalgası kıvılcımı yaktı. Ana muhalefet Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin düzenlediği barışçıl eylemler, şehir gerillası savaşlarından sahnelerle sonuçlandı. 1 Şubat akşamı Tahrir Meydanı ve başkanlık sarayı önünde binlerce eylemci, düzen kuvvetleri ile çetin bir savaşa girişti. 2 Şubat'ta hala binayı koruyan kolluk kuvvetlerine atılan havada uçuşan taş ve molotofları görüyorduk. Bir hafta içerisinde, eylemlerin şiddetle bastırılması, 60 kişinin yaşamını yitirmesine neden oldu. Yırtılmış kıyafetleri ile bir adamın polis tarafından dövüldüğü videolardan izlenebiliyordu. Rejim tarafından uygulanmaya çalışılan sokağa çıkma yasağına rağmen, eylemler Süveyş Kanalı boyunca üç şehirde devam etti. Bir eylemci şöyle diyordu: “Şimdi sokaklardayız çünkü hiçkimse bizlere kendi istediği şeyi dayatamaz... hükümete teslim olmayacağız”.

Ismaïlia kentinde, sokağa çıka yasağına meydan okuyan futbol maçları düzenlendi ve Müslüman Kardeşler'in merkezi ateşe verildi.

Artan öfke ile yüzyüze gelen ve kendi güvenliğinden endişe eden polis, 12 Şubat'ta hükümetten kendilerinin birer baskı aracı olarak kullanılmalarının önüne geçmesini talep ettiği bir eylem düzenledi! Aralık'ta onlardan birçoğu Kahire'de eylemcilerin karşısına çıkmayı reddetti ve protestolar ile dayanıştıklarını ilan ettiler.

...Ancak Bir Perspektif Olmadan...

Ennahda, dışarı!” ve “Mursi, dışarı!” sloganları Bütün bir önceki eylemlerde şu şekilde duyuluyordu: “Bin Ali, dışarı!” ve “Mübarek, dışarı!”. Ancak 2011'in başlamasıyla 'demokratik' özgürlük yolunda değişim için bir umut yeşerdi. 2013'te genel ruh hali, hayal kırıklığı ve öfkeden oluşuyor. Aynı zamanda, kökeninde, aynı demokratik yanılsamaların varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz çünkü bu yanılsamalar güçlü bir şekilde insanların zihinlerindeki ile paralel. Bu, şimdilerde baskı ve cinayetlerin nedeni olan dini fanatizme işaret eden ve aynı zamanda burjuvazinin baskıcı işlevinin devamlılığını gizleyen güçlü bir ideolojik bariyer ile korundu. Bunu rejimlerin toplumsal eylemliliklere karşı kullandığı baskıyı temin edemediği ve işçi grevleri karşısında güçsüz kaldığı hem Tunus, hem de Mısır'da sarsıcı bir biçimde gözlemledik. Yanılsamalar, daima kan ile ödenir. 'Seküler diktatörler'in yönetimden ayrılmasından sonra, başka bir diktatörlüğü 'demokratik' biçimde empoze eden dinci liderler ve şeriat ile karşılaşıyoruz. Bütün dikkat bunun üzerinde ancak aynı eski burjuva diktatörlüğü ve devletinin sürdürdüğü gibi, yenileriyle de insanlar üzerindeki aynı baskı ve işçi sınıfı üzerindeki aynı sömürü devam ediyor.

Burjuvazinin şu ya da bu kliğini tercih ederek yaşamın değişeceğine dair inanç bir yanılsama ve bu da baskı ile devlet şiddetinin kaldırım taşlarını döşüyor. Bu özellikle onyıllardır geri burjuva fraksiyonlar tarafından yönetilen ve 'gelişmiş ülkeler' tarafından desteklenen ülkelerde daha da geçerli ve doğru. Bu fraksiyonların hiçbirisinin, bu iki ülkede koalisyonlar vasıtasıyla iktidara gelen lerde de açıkça görebileceğimiz gibi önerebileceği hiçbir ekonomik programı, perspektifi ya da vaadi yok. Yoksulluk, tarım krizleri -ve dolayısıyla gıda krizleri- ile eşi benzeri görülmemiş bir biçimde artarak sürüyor ve genelleşiyor. Bu liderlerin aptal olmalarından değil, onların iktidarda bulundukları ülkelerin girdiği çıkmaz sokaktan kaynaklanıyor ve bu bütün dünya kapitalist sisteminin sonuna geldiği çıkmaz sokağa girildiğinin bir göstergesi.

Siliana'da bir işsiz genç “insanlar başka bir devrim istiyor” diye haykırıyor. Ancak bahsi geçen 'devrim', bir sonraki iktidar tarafından canllı canlı yutulmayı beklerken sadece hükümetlerin ya da rejimlerin değişmesinden ibaretse, ya da eğer bu 'devrim' büyük güçler tarafından örgütlenmiş silahlı profesyonel katillerin karşısında örgütsüzce yeralarak sokak savaşlarında şu ya da bu burjuva fraksiyona karşı mücadeleye odaklanmaksa, siz sadece kendi intiharınız için hazırlanıyorsunuzdur.

Tunus ve Mısır'daki insanlar, her iki ülkedeki güçlü bir işçi sınıfı kompozisyonunun varlığı ölçüsünde başlarını yeniden kaldırdılar. Bunu 2011'de giderek artan grevler sırasında açık bir biçimde gözlemledik. Ama bu nedenle işçi sınıfı için daha önemli olan, islam-karşıtları ya da yanlıları ve liberal-karşıtları ya da yanlıları ile aralarında olan savaşa girmemek. Grevlerin devamlılığı bize proletaryanın gücünü, onun yaşam ve çalışma koşullarını savunma kapasitesini gösterdi. Bizler bunu büyük bir cesaret ile öncelemeliyiz.

...Merkezi Ülkelerde Mücadele Gelişmeden...

Ancak bu mücadeleler yalıtılırlarsa ileriye doğru gerçek bir yöntem öneremezler. 1979'da İran'da aynı zamanda proleter tepkinin gücünü gösteren bir dizi işçi grevi ve ayaklanma ile karşılaştık. Ama ulusal bağlamda sınırlı kaldıklarından ve işçi mücadelelerinin dünya ölçeğinde istikrarsız olgunlaşmaları nedeniyle bu hareketler, demokratik yanılsamalara kurban gittiler ve burjuva kamplar arasındaki çelişkilerin tuzağına düştüler. Batıdaki proletaryanın ötesinde, onun deneyimi nedeniyle, onun gerçek bir devrimci perspektif koyma yönündeki sorumluluğunu bekleyen yoğun doğası nedeniyle. İspanya'daki Öfkeliler Hareketi ve ABD ve İngiltere'deki İşgal Hareketleri, Tunus ve Mısır'daki ayaklanmaları cesaret ve istekle sahiplendiler. 'Arap Baharı'nın sloganı, “korkmuyoruz”, dünya proletaryası için bir ilham kaynağı olmalıdır. Kapitalizmin kalbinde, krizdeki kapitalizme cevap veren işçi meclislerinin ateşi, yoksulluk ve barbarlık dışında başka bir şey öneremeyen bu sömürü sisteminin radikal bir biçimde yıkılışını arzulayan bir alternatifi temsil ediyor.

İşçi sınıfı, hem onun üretimde konumlanışı, hem de herşeyin üzerinde dünyanın geleceğini temsil edişi açısından toplum içerisindeki ağırlığını hafife almamalı. Bu nedenle, merkez ülkelerdeki işçilerin çöle giden yolu farkedebilmelerindeki kritik rolünü oynayabilmesi için, Mısır ve Tunus işçileri burjuva demokrasisinin yarattığı serap tarafından yanıltılmasının önüne geçmeli. Avrupa'daki proleterler, burjuva demokrasisinin en sofistike tuzakları ile karşılaşma konusunda en uzun deneyime sahip. Onlar bu tarihsel tecrübenin meyvelerini toplamalı ve bilinçlerini en yüksek noktaya çıkarmalılar. İşçi sınıfı, kendisini devrimci bir sınıf olarak varetmek yoluyla kendi mücadelelerini geliştirerek dünya üzerinde gerçekleşen savaşlar ile yüzyüze gelen izolasyonu kırabilir ve bütün insanlık için yeni bir dünya ümidini yenileyebilir.

Wilma

1. https://en.internationalism.org/icconline/201202/4690/drama-port-said-eg...

Tags: 

Rubric: 

Sınıf Mücadelesi

2013 - Ocak

Kıbrıs'ta Grevler: Kuzey ve Güney'in Ortak Noktası, Kapitalizmin Krizi

KKTC'de, 28 Aralık günü Lefkoşa Türk Belediyesi işçileri, 11 aydır düzensiz ve son 3 aydır hiç alamadıkları maaşları için genel greve çıktılar. Bir önceki gün, işçilerin yaptığı eylemde çıkan ve adeta bir isyanı andıran çatışmalar sonucu 21 sendikacının gözaltına alınmasına istinaden genel greve giden sendika, yapılan grevin ardından gözaltındakilerin bırakılmasını talep etmişti.

Bir önceki gün yaşanan eylemde, işçiler aynı zamanda KKTC'de iktidarda bulunan iktidardaki burjuvazinin sağını temsil eden Ulusal Birlik Partisi'nin binasına da girmişler ve tepkilerini dile getirmişlerdi. UBP, TC emperyalizminin tescilli katili Rauf Denktaş tarafından 1975 yılında kurulmuş ve 2009'daki parlamento seçimlerinde yaklaşık %44'lük bir oranla seçimden 26 milletvekilini meclise sokarak galip ayrılmıştı.

O nedenle eylemin ilk başladığı günden aylar önce biriken öfkenin açığa çıkması ile söndürülmesi bir oldu. Çünkü sendikaların genel grevleri var. Genel grevleri düzenleyen sendikaların tek derdi sendikacıların bırakılması değil. Tarihte görülen bütün örnekleriyle sendikalar, işçi sınıfının mücadelesini sektörel, yerel ya da işyeri tabanlı bölerek gelişmeye çalışan hareketin ateşini daha yanmadan söndürüyorlar.

Güney kesiminde ise işler bir o oranda içinden çıkılmaz halde. Kapitalizmin krizinin en ağır yüzü ile karşı karşıya kalan Yunanistan işçi sınıfından çok fazla farkı olmayan Güney Kıbrıs işçi sınıfı, ödenmeyen maaşlar ve giderek elden giden yaşam koşullarının kötüleşmesi nedeniyle eylemlere başvuruyor. Özellikle 12 Aralık'ta gerçekleşen eylemlerin genel karakteri, Güney kesiminin işçi sınıfının kötüleşen koşullarına tepkiyi geliştirmesi oldu. Hemen ardından da bir süre önce havayolu işçilerinin grev yasağı ile karşılaşması neticesinde greve çıkmaları da hala hafızalardayken, öğretmenler kesintilere karşı bir yürüyüş düzenlediler.

Dimitris Hristofyas'ın devlet başkanlığı yaptığı Güney Rum Yönetimi'nde, Stalinist AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) 2008'den bu yana iktidarda bulunuyor. Ancak bu hükümeti de zorlayan bir şey var. O da, tıpkı kuzeyin burjuvazisinin dibine kadar battığı aşırı borç krizi.

Özellikle işsiz sayısının 53 bini aştığı ülkede, ekonomik krizi ötelemek için burjuva devlet tarafından atılmaya çalışılan adımlar en son IMF ile yapılan görüşmeler sonucunda yeni bir paketin kabulü ile neticelendi. Mecliste yaptığı konuşmada gözyaşlarına hakim olamayan Hristofyas'ın “Herkes Avrupa Birliği'ne girerek altın kaşıkla yemek yiyeceğini sanıyor ancak kriz nedeniyle tahta kaşıkla bile yemek yiyemeyeceğiz.” sözleri aslında küresel ekonomik buhranın geldiği noktayı ve geleceği az buçuk gösteriyor gibi. Güney Kıbrıs'ta ilerleyen dönemde burjuvazi tarafından yürürlülüğe koyulacak olan “önlem paketi”, kamu sektöründeki işçi ve emeklilerin maaşlarının %6,5 ila %12,5 aralığında azaltılması, yine kamu işçilerinin mesai saatlerinin düzenlenmesi, akaryakıt fiyatlarına yapılacak artış ve çocuk ile öğrenci yardımının kaldırılması gibi maddeler içeriyor ve bu güneydeki işçi sınıfı için daha kötü koşulların habercisi. Tarihsel deneyiminden aldığı mirasla hareket eden kuzeyin burjuvazisi gibi, güneyin burjuvazisi de ekonomik düzenlemelerin ciddi bir tepkiyle karşılaşmasının önünü alabilmek için hepsinin tamamen yürürlülüğe girmesini iki yıllık bir süreye yaymış durumda.

Adada böyle bir gündem varken, TC burjuvazisinin siyasi temsilcileri krizin bütün kapitalizmin genel bir sorunu olduğu gerçeğine inat, güneyin yaşadığı borç krizine ve S&P'nin, Güney Kıbrıs'ın notunu 'B'den CCC+'ya, görünümünü de negatife düşürmesine ilişkin Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış'ın ağzından “Allah kurtarsın” demişti. Ancak anladığımız kadarıyla Bağış, resmi %9, gayriresmi %15'leri aşan işsizliğin halen giderek büyüdüğü TC'nin bu dünyada değil, Mars'ta kurulan bir ulus devlet olduğunu ve bu sözlerini de uzaydan söylediğini düşünüyor olmalı. Aşırı borçlanma, cari açık ve işsizliğin giderek arttığı TC topraklarında ve dünyanın başka herhangi bir yerinde, bu kadar rahat ancak ve ancak burjuvazi olabilirdi. Ne yazık ki şimdilik sadece krizin derinleşmesi ile uykusuz gecelerin onları beklediğini söyleyebiliriz.

Bütün bunların yanısıra, Kuzey ve Güney Kıbrıs'ın burjuvazilerinin aralarında yıllardır süren husumetin güncel sayılan bir diğer unsuru da petrol. Yaklaşık üç yıl kadar önce, Akdeniz'de petrol arama çalışmaları başlatmış ve Türkiye de buna yanıt olarak savaş gemileriyle sondaj çalışması yapılan kara sularında çalışmayı sabote etmeye çalışmıştı.

Güneydeki sol iktidar ile, Kuzey'deki sağ iktidar arasındaki ortak yanlar bariz. İkisi de krizin ürünü, kemer sıkma politikaları ile adadaki işçi sınıfının yaşam koşullarının daha da kötüye gitmesine neden oluyorlar.

Güneyin soldan (Emekçi Halkın İlerici Partisi'nden) söylenen yalanları ile sağdan gelen kuzeyin (Ulusal Birlik Partisi'nin) yalanları birleşince, ortaya çalışan işçiler için ağır çalışma koşulları ve kronik işsizliğin sürmesi, koşulların daha da ağırlaşması kalıyor. Birisi 74'teki askeri harekat ile binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve evsiz kalmasına yolaçan TC burjuvazisinin bir beslemesi, diğeri ise kapitalizmin krizinin en ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalan Yunanistan burjuvazisinin himayesindeki post-stalinist bir karikatür.

Sol ya da sağ iktidarlar, kapitalizmin beşik kertmeliğinde, krizden dolayı kötüleşen çalışma koşulları, kesintiye uğrayan maaşlar ve yeni grev dalgalarına yelken açıyorlar. Kuzey ve Güney kesiminde özellikle kriz, aşırı istihdam ve 200 milyon liralık borçtan kaynaklı yaşam koşullarında giderek artan bir gerileme var. Ancak bu, kapitalizmin daha yaşanabilir hale getirilmesiyle ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Maaşların daha düzenli ödenmesi demek, yaşamımızın her alanında, gıda ve temel tüketim maddelerine düzenli zam yağmuru demek; daha az işsizlik işin ücretinin azaltılması ve daha çok süre işyerlerinde kapalı kalıp daha az ücret almak demek; kapitalizmde krizin olmaması demek, işçi sınıfı için daha iyi sömürü koşulları demek anlamına geliyor.

Güney ve kuzey kesimleri her daim bir diğer kesimin işçi sınıfı içerisinde kin ve nefret tohumlarını ekerek onları birbirlerine düşman göstermeye çalışmışlardı. Burjuvazinin işçi sınıfı mücadelesini bölen temel araçlarından, ulus-devlet kavramı ve etrafında şekillendirilen milliyetçilik, şovenizm, ırk fobisi, ötekileştirme ve benzeri ideolojik silahlar yalnızca adada hala iki ayrı işçi sınıfı varmış gibi göstermeye çalışıyor. Bir tarafta Türk işçiler grev yaparken diğer tarafta da yaşam koşulları için grev yapan işçilerin mücadelesini ayrı, tarihsel ve anlık olarak birbirinden tamamen kopuk süreçlermiş gibi algılanmasını istiyor. Çünkü bu onların işine geliyor. Böylece birleşemeyen, sendikalar ile pratik yalıtılmışlıklarını aşamayan tek işçi sınıfından değil, bir toprak parçası üzerindeki iki “ayrı” işçi grubundan bahsediyor oluyoruz. Uluslarla bizlerin önüne set çekmeye çalışanlar yine burjuva kampın temsilcileri oluyorlar. Ancak ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarının kesişim noktasında yine aynı işçi sınıfından yani tıpkı dünyanın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi, bütün Kıbrıs'ın işçi sınıfından bahsediyoruz.

İşçi sınıfının vatanı olmadığı gibi, kapitalizmde bütün insanlık için de bir gelecek bulunmuyor. Şu anda gerçek potansiyelini açığa çıkarttığından bahsedemediğimiz ancak bütün dünyada olduğu gibi, Kıbrıs'ta da kapitalizmin krizi ve burjuvazinin vaadleri bizleri bölmeye yarıyorken, tarihin tek devindiricisi olan işçi sınıfı mücadelesini birleştirerek ve genelleştirerek yayabilir ve büyütebilir, geleceği insanlığın ayaklarına getirebilir.

Bunçuk

 

 

Tags: 

Rubric: 

Kıbrıs'ta Grev

ODTÜ Olayları:Son Dönem Üniversite Eylemlerinin Sınıfsal Temeli Nedir?

Geçtiğimiz günlerde, fırlatılacak olan Göktürk-2 uydusunun TÜBİTAK'ın Ortadoğu Teknik Üniversitesi kampüsünden canlı izlenenecek olan fırlatma törenine katılacak olması üzere, üniversitede Başbakan Tayyip Erdoğan'a yönelik protestolar gerçekleşmesi ve sonrasında yaşanan olaylar, hala ülke gündeminde önemli bir yer tutmakta ve sürmekteler. Protestolar sonrası ODTÜ'de binlerce kişinin katıldığı eylemler, amfi işgalleri ve boykotlar yaşanırken başta İstanbul'da olmak üzere pek çok şehirde, ODTÜ'lülere destek vermek için öğrenci eylemleri gerçekleştirildi, ki aralarında ODTÜ rektörü de olan binlerce öğretim görevlisi de öğrencileri desteklediğini açıkladı ve hatta ciddi bir kesim de eylemlere katıldı.

Protestolara tepkisi, çevik kuvvet ekipleri eliyle ve ayrıca pek çok gözaltıyla ODTÜ'de ve sonrasında katıksız bir devlet terörü gerçekleştirmek olan hükümet, eylemcilere ve onları destekleyen öğretim görevlilerine karşı alışılmış saldırgan tavrını korumakta. Yüksek eğitim kolunda, koltuğunu kendisine borçu olan herkesi seferber eden AKP hükümeti, bir yandan bu kesimlerden destek bildirgeleri toplar ve Sabahattin Zaim Üniversitesi gibi adı sanı duyulmamış bir üniversitenin dahi ODTÜ'yü kınadığı tuhaf bir durum yaratırken, bir yandan da öğrenci ve öğretim görevlilerini terörist, ODTÜ'yü darmadağan edip sonraki eylemlere saldıran polisleri ise yalnızca görevlerini yapıp kendilerini savunan masum kahramanlar ilan ediyor. Hükümet yanlısı medya ise, olağanüstü bir çaba ile Erdoğan ve diğer hükümet yetkililerinin söylediklerinin dahi üstüne çıkmayı başarıyor. Gerçeğin hükümetin iddia ettiğiklerinden çok farklı olduğu ayan beyan ortada olsa da, uygulanan devlet terörüne eşlik eden yalanların etkisi kayda değer.

Mevcut duruma ve özellikle de hükümetin saldırgan üslubuna ve uygulanan devlet terörüne bakınca, gerçekleşen olayların hükümete ciddi bir tehdit teşkil ettiği, en azından hükümeti korkuttuğu düşünülebilir. Öte yandan biraz daha derinlere inince, daha farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. AKP hükümetinin ODTÜ olaylarında kullandığı saldırgan üslup esasında yeni değil. Erdoğan ve yandaşları, iktidarları boyunca karşılarına çıkan muhalif unsurların büyük çoğunluğuna karşı benzer bir saldırgan tutum takındılar. Aynı şekilde uygulanan devlet terörü de, ODTÜ için görülmemiş düzeyde olsa da, ülke genelinde yeni değil. Eylemlere katılan sayısı binlerle ifade ediliyor ama onbinlerle dahi ifade edilmiyor ki üniversitelerde okuyan öğrenci sayısı bir milyonun üzerinde. Öğretim üyelerinin sayısının da binlerle ifade ediliyor olması ise, yüz bine yakın öğretim üyesi olduğu düşünülürse, daha iyi bir sayı olmakla birlikte yeterli olmaktan uzak. Bunun ötesinde, özellikle öğrencilerin tepkisinin en yoğun olduğu üniversiteler ülkenin ODTÜ, Galatasaray, İstanbul Teknik Üniversitesi gibi iyi üniversiteleri. Hükümet, eylemcileri bu noktadan vurarak elit diye resmedip karşısına almaktan çekinmiyor. Dahası, bunu yaparak bir yandan kendi tabanını muhafaza ederken diğer yandan da MHP tabanına ve kararsızlıkları olan sağ kesime oynuyor. Yani kısacası, eylemlerin hükümete bir tehdit teşkil edecek bir gücü yok ve hükümet de gerçekleşen eylemlerden korkmuyor – aksine masabaşında yaptığı oy hesaplarından dolayı eylemcilerin üzerine gidebilecek kadar rahat hissediyor kendisini. Öte yandan benzeri şekillerde hedef aldığı ve katılımcı sayısı da benzer veya daha az olan TEKEL ve THY mücadelelerinin hükümeti gerçekten korkuttuğunu kısmi de olsa verdiği maddi tavizlerden anlayabiliriz1. Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki hükümetin bu denli rahat hissetmesinin nedeni de eylemlere katılan öğrenci veya öğretim görevlisi sayısı veya eylemlerin merkezinin iyi üniversitelerden olmasından çok daha derinde yatıyor. Hükümetin rahatlığının nedeni, eylemlerin niceliği veya konumu değil, eylemlerin niteliği.

Galatasaray, İstanbul Teknik, Marmara, İstanbul, Mimar Sinan ve Yıldız Teknik Üniversiteleri öğretim elemanları, ODTÜ ile dayanışma için yayınladıkları ve temel çizgisi akademik özgürlükleri savunmak noktasında olan açıklamalarında şöyle demişlerdi: "Üniversiteler, iktidarların böbürleneceği projeler üreten, şirketlerin taşeronu gibi çalışan, kâr hedefine odaklanan imalathaneler değildir." Üzülerek belirtmemiz gerekiyor ki, üniversiteler tam da böyle imalathanelerdir ve kapitalizm altında yukarıda ifade edilenlerden başka bir işleve sahip olmaları mümkün değildir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi de bu kurala bir istisna teşkil etmemektedir. Tayyip Erdoğan'ın “Siz nasıl bir üniversitesiniz? Sizin yetiştirdiğiniz öğrenciler bunlarsa Türkiye batmıştır” sözlerine ODTÜ'de Siyaset Bilimi Profesörü olan Raşit Kaya'nın verdiği şu yanıt, ODTÜ'nün ve genel olarak üniversilerin işlevine dair çok daha gerçekçidir: "Demek ki bizim yetiştirdiğimiz öğrenciler nitelikleri nedeniyle AKP’de görev alabilmişler. İsim vermek istemiyorum ama YÖK’te, TÜİK’te, BDDK’da, en üst düzeydeki yöneticiler bizzat benim öğrencilerimdi. Dolayısıyla Başbakan’ın bize ne tip öğrenci yetiştirdiğimiz konusunda böyle bir ithamda bulunması, çok haksız bir itham. Biz Başbakan’ın ima ettiği gibi terörist değil, AKP’ye bakan yetiştirdik." Bununla birlikte öğretim üyelerinin alıntıladığımız açıklamasına dair en büyük sorun, yanlış olması değil. Son dönemdeki eylemlilikler içerisinde mevcut çatışma dışında mücadeleler, mevcut iktidarın ötesinde bir düzen, üniversiteler haricinde bir dünya olduğuna değinen ender ifadelerden biri olması.

Zira eylemlerin sloganlarına bakınca üç temel odak noktası görüyoruz. Bunlardan ilki sığ bir AKP karşıtlığı. Geçmişte siyasi öğrenciler arasındaki AKP faşist mi, değil mi tartışması, AKP'nin faşist olduğu, dolayısıyla AKP'ye karşı herkesle omuz omuza verilmesi gerektiği sonucuyla bitmiş gibi gözüküyor. Bu da eylemlere Kemalistlerden Troçkistlere geniş gözüken bir siyasi yelpaze kazandırmış durumda. Eğer faşizm gerçekten tarihsel bir anlama sahip bir ideoloji ve pratikse, AKP'nin faşist olmadığını, uyguladığı devlet terörünün de gayet demokratik ve bütün demokratik burjuva devletlerinin uyguladığı bir devlet terörü olduğunu ifade etmemiz gerekse de, bu konuya burada derinlemesine eğilmeyeceğiz. Yalnızca AKP faşist de olsa, faşizme karşı düşman sınıfla işbirliği yapmanın işçi sınıfına ölüm ve yıkımdan başka birşey getirmediğini, meselenin faşizm veya demokrasi değil, faşizm ve demokrasi olduğunu, içerisinde bulunduğumuz çağda proleter bir çizgiyi savunmanın her türlü sınıf işbirliğini reddetmeyi gerektirdiğini ifade etmekle yetineceğiz.

Eylemlerin ikinci ana damarı ise, özellikle uygulanan devlet terörünün ardından, akademik özgürlük konusu olmuş durumda. Akademik özgürlük, AKP faşizmine karşı savunulan demokratik haklarla özdeşleştirilerek, eylemlerin sloganlarının ikinci ayağını oluşturuyor. Bu bağlamda, akademi dünyadan kopuk, kutsal bir iş yani bilim yapılan, her yere dokunulsa dahi dokunulmazlığı olması gereken bir alan olarak görülüyor. İstanbul'daki öğretim üyelerinin yayınladığı açıklamada akademiyi yüceltmek üzerinden kurulan bu yaklaşımı net bir biçimde görmek mümkün: "Akademinin vazgeçilmez görevlerinden biri de, hiçbir baskı altında kalmadan, toplum ve iktidarı sorgulamak, bunlar hakkında bilimsel ve eleştirel görüşlerini dile getirmektir. Üniversiteler, güçlünün karşısına bilgi, bilim ve özgürlükçü düşünce ile çıkabilmelidir. Araştırma alanı fark etmeksizin akademik özgürlükler bir bütündür." ODTÜ öğrencileri ile dayanışmak için öğretim üyeleri arasında toplanan imza kampanyası metninde ise şöyle denmektedir: "Biliyorum ki bugün sessiz kalır, demokratik haklarımı savunmazsam, bu anti-demokratik uygulamalar gittikçe yaygınlaşacak ve yarın hepimiz için çok geç olacak." Öte yandan akademik özgürlük, yalnızca ODTÜ'yü basan polislerin değil aynı zamanda ODTÜ'yü kınayan üniversitelerin de gösterdiği üzere, demokrasinin bir yanılsamasıdır sadece. ODTÜ rektörünün eylemcileri sahiplenir tutumu, kendisinin, Başbakan Erdoğan'ın aksine, bir gün ODTÜ'ye girmek değil her gün ODTÜ'de yaşamak durumunda olmasında kaynaklıdır. Bu yaklaşım, gerçekte olmayan bir hakkı savunmak üzerine kurulmaktadır.

Son olarak ise, değildiğimiz iki ana eksenin yanı sıra, başta ODTÜ'lüler olmak üzere özellikle öğrenciler arasında 68 kuşağının sol-milliyetçi eylemleri üzerinden hissedilen nostaljinin etkili olduğunu ifade edebiliriz. Eylemlerde "bağımsızlık uğruna al kanlara boyandık... yurdumuza faşist dolmuş, vurun gardaşlar vurun" gibi sözleri olan Gündoğdu Marşı'nın sıkça söylenirken, yurtseverlik ve tam bağımsız vatan edebiyatı üzerinden pek çok milliyetçi slogan da atıldı; ayrıca ABD Büyükelçisi Kommer'in arabasının yakılması defalarca hatırlandı ve hatırlatıldı. İTÜ Öğrenci Konseyi'nin ODTÜ'yü desteklemek için yayınladığı bildiride şöyle deniliyordu: "Tüm kaleleri fethettiğini sanan Tayyip Erdoğan, ODTÜ’ye de bu rahatlıkla girerken ODTÜ’nün tarihinde direniş olduğunu unutmuş olmalı. 1969’da ABD büyükelçisi Kommer’in arabasını ateşe vererek Tam Bağımsız Türkiye için meşale yakan ODTÜ, Amerikan Emperyalizmine geçit vermemiştir ki bugün onların hizmetkârları önünde diz çöksün". Düzenin şu veya bu kesimine karşı bir başka kesimiyle cephe kurma düşüncesindeki bütün yaklaşımlar kendilerini milliyetçilikle temellendirme eğilimindedirler; bu minvalde böylesi bir zeminde böylesi sloganların öne çıkması şaşırtıcı değildir.

Bu nedenlerden dolayı, ODTÜ'de başlayan son dönem üniversite eylemleri hükümet için bir tehdit değildirler çünkü düzen için bir tehdit oluşturma şansları yoktur. Zira, her ne kadar geniş gözükse de, eylemlerin üzerinden örülmüş olduğu üç temel nokta, işçi sınıfının geri kalanı bir yana, çoğu şüphesiz proleter olan öğrenci kitlesinin büyük bir kısmına dahi yayılmasını neredeyse imkansız kılmaktadır. Çünkü öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğu ne AKP'yi, ne faşizmi, ne ülkenin bağımsızlığını ne de akademik özgürlüğü umursamaktadır. Öğrenci kitlesinin büyük çoğunluğunun dünyası, her ne kadar üniversitedeki konumlarından dolayı küçük burjuva ve burjuva ideolojik etkilere açık olsalar da, mümkün olduğu kadar çabuk mezun olup ekmek tutmak derdi tarafından şekillenmektedir. Bu eylemlerin üzerinden kurulduğu zemin, üniversitelerdeki proleter öğrenci kitlesinin hayatlarına, hayat kaygılarına ve maddi koşullarına temas etmemektedir. Eylemlerin üniversite dışındaki işçi sınıfına dair zaten hiçbir iddiası dahi yoktur; son dönemde üniversitelerdeki güvencesiz çalışma koşullarına karşı hareketlenmeye başlayan eğitim işçilerinin mücadelesi için ise ancak berraklaşan suyu bulandıracak, onların hareketliliğini kendisine kaydıracak tehlikeli bir etkileri olabilir. Bütün bunların nedeni, her ne kadar üniversitelerde pek çok eğitim işçisinin kazanmış ve katılımcılarının büyük çoğunluğunu proleter öğrencilerin oluşturduğu eylemler olsalar da, bu eylemlerin sloganlarının burjuva sloganlar; temellerinin sınıf işbirlikçi bir yaklaşım olmasıdır.

Gerçekler işçi sınıfına asla zarar vermez. Sınıf işçbirlikçiliği, üniversitelerde içtenlikle mücadele etmek isteyen proleter öğrenciler ve eğitim işçileri için şu veya bu hükümetten daha büyük bir düşman; coplar ve biber gazından daha büyük bir engeldir. Üniversitelerde proleter öğrencilerin ve eğitim işçilerin düzene ve düzenin bir parçası olarak AKP hükümetine karşı gerçekten etkili olacak bir mücadele vermeleri mümkündür. Ancak bu mücadelenin temeli akademinin kutsal bir alan olduğu inancı veya Kommer'in arabasının yakılışına dair anılar olamaz; sadece öğrencilerin yaşama koşulları ve gelecek kaygıları; eğitim işçilerinin çalışma koşulları, ücretleri ve iş güvenceleri olabilir. Ancak böylesi bir temelden yükselen bir mücadele, devlet terörünün arkasında arsızca sırıtan burjuvazinin kalbine korku salabilir.

Gerdûn

1TEKEL'de 4-C sürecinin TEKEL'den sonraki sektörlere uygulanmasının ertelenmesi ve koşullarda yapılan çok ufak iyileşmeler, THY'de grev yasağının geri çekilmesi gibi.

 

Tags: 

Rubric: 

Öğrenci Eylemleri

Tarihsel Olarak Sendikalar ve Güncel Sınıf Mücadelesi Dinamiklerini Anlamak

 

 

 

 

 

 

 

Bu metin, EKA'nın Türkiye şubesi tarafından, Servet Düşmanı (servetdusmani.wordpress.com) adlı grup ile sendikalar üzerine yapmakta olduğumuz tartışmaların devamını oluşturması işleviyle kaleme alındı.

İlkeler ve Yöntem

Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA’nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir. Bugün, bu olgunlaşan süreçte başlıca rol ise yeni kuşağındır.(Tartışma Kültürü, EKA)

Bizim kesin bir biçimde cevap vermemiz gereken soru şudur: kapitalizmi nasıl yıkarız, bu sonuca doğru nasıl hareket edebiliriz ki bütün süreç boyunca proletarya kontrolü elden bırakmasın?” (Komünist Enternasyonal 3. Kongresi’nde Alman Komünist İşçi Partisi Sunumu, 1921)

Bireyin toplamı, geçmişindeki deneyim ve pratiği, sonrasında bundan çıkarttığı ders ve tutum alışların bütününden oluşur. Toplumun bir parçası olan bireyin sosyal anlamda varoluşunu da bu kriter belirler. Ancak sadece bir boyutunu; bunun bir de çevresel faktörler ile etkileşiminde belirleyici unsurlar olan varoluş koşulları, yani ekonomik ve siyasi konumlanışı. Bunların tamamının belirleyicisi de sınıfsal konumlanıştır. Ancak tarihseli neticelendiren toplumsal olgunun içerisinde yeşeren bu konumlanış yine ve ancak bu toplumsallığın içinde kendisinde yer bulur. Tartışmanın önemi de varoluş koşullarımızın gerektirdiği bir etkileşim alanı olarak, sınıfsal konumlanışımızdan güdülenen sade ve anlaşılır olanın açığa çıkartıldığı bir alandır ve sınıfın mücadelesine göbekten bağlıdır.

İlkeler de geçmişin ışığında, geleceğe doğru giden zamanın taşlı yollarında ilerleyen ya da geri düşen sınıf mücadelesinin rehberliğinde can bulur ve somutlaşır. Gökten inen ayetler ya da emirler değil, bizzat sınıfın kendi yaşamının içerisinden çıkartılıp perspektifleştirdiği kabullerdir. Bunları da işçi hareketinin gelgitleri var eder ve bunların yardımıyla belirlenir. Bu çevrim, sınıf mücadeleleri varoldukça süregelmiş bir eğilim olarak, yani işçi sınıfının tarih boyunca düşman sınıf karşısında netleşmesinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkar. Bizlerin, yani komünistlerin de esas konumlanışı ister güncelin takibi ve değerlendirilmesi, isterse de yakın ya da uzak geçmişin değerlendirilmesinde vücut bulur. Ancak bir haber yapma edasıyla değil, tam da bir bilim insanı titizliği ve aklı ile yaklaşmanın gerekliliğini de içerisinde barındıran bir takip ve değerlendirme. Tıpkı burjuva tarih anlayışının o dondurulmuş besinler gibi ideolojik cephaneliğinde sakladığı içi geçmiş kavram ve olgular bütününü kullanması gibi, sınıfsal konumlanışın esas alındığı bir bakışın önemi aslında tam da yaşamın ve sınıflar arası mücadelenin kendisi ve dinamiklerine işaret eder. Bir grevin anatomisini anlamak ve eğilimlerini gözlemleyebilmek ancak ve ancak o grevin içerisinde bulunarak ve sınıf içerisinde tartışma yaratarak mümkün olabilir. Bu salt bir teorik ya da pratik bir müdahale değil, aynı zamanda komünist unsurların sınıf içerisindeki yeri ile de ilintili bir mesele olmuştur. Kararlı ve militan bir yaklaşım ile bütün işçi mücadelelerinde yer almak, sınıfın tamamının ortak çıkarlarının, mevcut hareketin genel hedeflerinin altını çizmek, bu eksende sürekli teorik olarak sınıf mücadelesinin deneyimlerinden yola çıkarak netleşmeye yönelik uğraş vermek ve perspektiflerin belirginleşmesine önayak olmak esas meseledir. Bireysel yargılar, ahlaki değerler ve öznelliğin beslendiği topraktan türemiş bir tarih ancak yine kendi tarihi ölçüsünde bir deneyim ortaya çıkartır ve ilkelerin belirlenmesinde tayin edici rol oynar. Çünkü bugüne kadar tarihi ne burjuva ideologlarının başvurduğu kahramanlarla, ne de birkaç insanın iyi ya da kötü niyeti ile belirlenmemiştir. Onun belirleyicisi sınıflı toplumların iç çelişkileri ve burada açığa çıkan sınıf mücadeleleridir. Dolayısıyla ilkeler dediğimizde aklımıza, sınıf mücadelesinin belirleyici rolü, enternasyonalizm gibi temel bir ilkenin, proletaryanın sınıfsal karakterinden ötürü daima sahiplenilmesi gibi bir ilk başlangıcın mihenk taşları gelir.

Sınıf mücadelesinin genel taleplerinin eğilimini analiz eden, sorduğumuz sorular bu mücadelenin içerisinden vücut bulur ve netleşmeye başlıyor. Yani, tam da bu nedenlerin güdüleyiciliğiyle, sınıfın gündelik mücadelelerinden siyasi bir karşı saldırıya geçişi nasıl gerçekleşebileceğinin somutlanması gerekir. Mücadelelerin ikili bilincinin günümüzde, daha doğrusu çöküş yaklaşımıyla ifadelendirdiğimizde mümkün olmadığından hareketle, ekonomik mücadele ve istemlerin ötesine geçme ve mevcut toplumu devirme gerekliliği bakışının işçi sınıfı içerisinde nasıl gelişebileceğinin de hesaba katılması lazım gelir. En nihayetinde, düşmana karşı sınıf savaşı bilinciyle hareket eden bir sınıfın, burjuva sınıfın ideolojik ağırlığından nasıl kendisini sıyırabileceğinin ifadesini de bu mücadelede vareder. O nedenle, bütün diğer ilkeler enternasyonalizmin kesin kabulü, komünizmin gerekliliği ve proleter mücadelenin belirleyiciliği gibi, çöküş kavramının ışığında;

  • Seçimlerin reddi ve onlara katılmayarak burjuva politikalara eklemlenmeme ve parlamentolar yoluyla kurtuluşun varolduğu yalanını işçilere söylememe gibi bir bakış taktiksel bir konu değil, ilkesel bir meseledir;

  • Hiçbir zaman ulus kurtuluşu ya da özgürleşmesi ve ülke kalkınması gibi bir talep ile bağdaştırılacak sınıfsal bir niteliği olmayan işçi sınıfı için asıl mesele kapitalist makinenin dünya ölçeğinde alaşağı edilmesi meselesi taktiksel bir yaklaşım ile belirlenmez, aksine ilkesel bir tutumun ifadesidir;

  • İşçilerin kendi sömürülerini örgütledikleri bir öz-sömürü aracı olarak öz-yönetimin savunulması meselesi ve güncel tahlilde bunun reddedilmesi bir taktiksel kavramsallaştırma değil, aksine belirleyici bir ilkesel tutumdur;

  • Burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonu ile uzlaşı ve anlaşmanın bir ifadesi olarak her türden “halk cephesi”, “anti-faşist cephe” ve “birleşik cephe” taktiğine karşı tutum almak taktiklerin dar sınırları ile ifade edilemeyecek ilkesel bir duruş anlamına gelir;

  • Günümüzde sermayenin araçları olarak işçi sınıfı için işlevsizleşmiş hale gelen sendikaların fonksiyonu, ekonomiyi regüle etmek, ulusal, sektörel ve bürokratik anlamda mücadeleyi baltalamakken, bu konunun taktiksel içeriğinden ziyade tamamen ilkesel bir içeriği vardır ve tamamen reddi gerekir. Bu da onların yarattığı kafa karışıklıklarına karşı, diğer bütün ilkesel mesele gibi, işçi sınıfı içerisinde faaliyeti gerekli kılar.

Bir grup işçi kitle toplantısında ertesi günün buluşma yeri ve saatini belirlerken, mücadelenin ilerleyen gün ve haftalarında burjuvazinin saldırıları ile karşılarşır ve gücünü merkezileştirme ihtiyacı duyar. Burada yaşananlar tam anlamıyla bir sınıf savaşıdır ve ekonomik, sosyal ve siyasi, hatta ideolojik bütün olguları içerisinde barındırır. Mevcut toplumsal formasyonun aşılması işini de bundan sonraki adımda, tarihin bizlere gösterdiği ölçüde, yine işçi sınıfının kendi yeşermekte olan düzeni varetme araçları, işçi konseyleri ortaya çıkar. Zaten artık devrimci bir durumdan sözetmeye başlamışız demektir.

İlkelerimiz sınıf mücadelesinin yaşayan deneyiminden çıkarttığımız dersler bütünüdür. Bu nedenle de sahip olduğumuz ilkeleri elde ettiğimiz yöntem gündelik mücadelelerin tahlilinden kopuk olamayacağı gibi, geçmişin mücadelelerinden çıkan derslerden de kopuk olamaz. Yoksa sahip olduğumuz ilkeler maddi temeli olmayan, havada uçuşan kutsallardan başka birşey olmayacaklardır. Bugünün ve geçmişin mücadelelerini de de ister istemez bugünün ve geçmişin koşullarından bağımsız olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Buradan yola çıkarak şunu ortaya koymamız gerekir ki ilkelerimizi edinmemizi mümkün kılan yöntem, tarihsel bir yöntem olmak zorundadır. Ancak sınıflar arasındaki güç dengelerini, sınıfların içerisinde bulunduğu koşulları, toplumun genel özelliklerinin evrimini tarihsel olarak inceleyen bir yöntem bize sahip olduğumuz ilkeleri verebilir. Bu yöntemi de, bugünün koşullarına kadar tarihe ve bugünün koşullarının tarihle bağlantılarına, başka bir ifadeyle nereden geldiklerine bakmadan uygulamamız mümkün değildir. Bu nedenle sendikalara karşı ilkemizi net bir biçimde ifade etmek için de sendikaların tarihini incelememiz gereklidir.

Tarihsel Deneyim

“Sendikalar bugün artık işçi örgütleri değil, aksine burjuva devlet ve burjuva toplumunun en güvenilir koruyucuları haline gelmişlerdir. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin önlenemez biçimde sendikaların yıkımı için bir mücadele gerektirdiği açıkça ortadadır. - (Almanya Komünist Partisi Kuruluş Kongresi'nde Rosa Lüksemburg, 1919)

Devlet işçi örgütlerinin biçimlerini (sendikaları) işçileri daha iyi bastırmak ve yanıltmak için korumaktadır. Sendikalar devlette bir dişliye dönüşmüşlerdir ve böyle olunca da üretkenliği geliştirmek, yani emek sömürüsünü arttırmak derdine düşmüşlerdir (...) Eski içeriklerinden arındırılmış biçimde, fakat biçimlerini değiştirmeden, sendikalar devlet kapitalizminin ideolojik baskı aygıtlarına, emek gücünün kontrol altında tutulmasının araçlarına dönüşmüşlerdir. (Fransız Komünist Solu, 1952)

Sendikalar genel olarak kapitalizmin feodal dünyada ortaya çıkıp yayıldığı, ve kimi zaman yumuşak kimi zaman sert yöntemlerle eski rejimleri ortadan kaldırarak egemenlik alanını genişlettiği dönemde ortaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başladılar. Bu dönemde sendikalar çoğunlukla grevdeki işçilerin grevler sırasında yaşamlarını idame ettirebilmelerini sağlayan yardım sandıkları üzerinden gelişmişlerdi. Temel amaçları gerçekleşen mücadelelerde işçilerin kazanımlar elde etmelerini sağlamaktı. Bu dönemde kapitalizmin genişliyor ve dolayısıyla gelişiyor olması böylesi kazanımları mümkün kılarken, mücadelelerin de kazanmak için fabrikadan fabrikaya yayılmasını gerekli kılmıyordu – zira bir mücadelenin devam edebilmesi için öncelikle başka işkolundaki işçilerin mali desteğine ihtiyacı vardı ve bu mali desteğin devam edebilmesi diğer işçilerin çalışmasına bağlıydı. Başka bir ihtimalle, kapitalizmin yükseliş döneminde bir işçi sınıfının topyekün kalkışacağı bir kitle grevi mümkün değildi. Öte yandan, her ne kadar pek çok sendika ilk kuruluş döneminde sosyalist yapılarla ilişkili olsalar da koşullar ve kitleselleşme bürokratların ortaya çıkmasına ve sendikaların apolitize olmasına yol açacaktı. Bu dönemde işçi hareketinin en güçlü olduğu Almanya'da sendikaları kuran bizzat Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olmasına rağmen, 19. Yüzyılın sonlarına doğru sendikalarda bu süreç yaşanmaya başlamıştı. Nihai hedefin hareket üzerindeki önceliğini reddeden Bernstein'ın revizyonizmi, SPD'nin önde gelen teorisyenlerince güçlü bir biçimde eleştirilmişti, fakat aslında özellikle sendikalar içerisinde çok güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. Bernstein aslında sosyalist partinin işçi hareketi içerisindeki etkinliğine karşı çıkmış ve SPD'yi kendi sendikalarıyla karşı karşıya getirmişti. Dolayısıyla, sendikaların sınıf mücadelesinin bir aracı olduğu dönemde dahi, sendikalar devrimci eğilimlerden ziyade, giderek bürokratik ve reformist eğilimin egemenlik kurduğu kurumlara dönüşmekteydiler.

Sendikaların apolitik niteliğinin ilanı, sendikal hareketin kapitalist devlete eklemlenmesinin bir hazırlığıydı. Fakat sendikaların böylesi bir yola girişinin olacağı vardı. Sendikalar asla devrimci örgütler olmamışlardı, belli bir dönemin ve belli koşulların örgütleriydiler. 1. Dünya Savaşı'nda dünya genelindeki sendikaların ezici çoğunluğu kendi burjuvazilerini desteklemekle kalmadılar, kurucuları sayılabilecek olan sosyal demokrasiyi de bu yolda peşlerinden sürüklediler. Sendikalar daha bu noktaya varmadan işçi hareketi içerisindeki devrimci unsurların tepkilerini çekiyorlardı. Rusya'da 1905'te gerçekleşen kitle grevlerinin ardından İkinci Enternasyonal içerisinde başta Rosa Lüksemburg olmak üzere devrimci sol kanat, böylesi bir hareketin sendikal hareketin çok zayıf olduğu Rusya'da gerçekleşmesinden dolayı, kitle grevinde ve geleceğin devrimci kalkışmasında sendikaların rolünü sorgulamaya başlamıştı, zira kitle grevi ve kitle grevinin ortaya çıkartmış olduğu işçi konseyleri, proleter devrim nasıl olacak sorusunun anahtarıydılar. Öte yandan sendikal hareketin giderek ve geri dönülmez biçimde yozlaşmasına tepki veren yalnızca İkinci Enternasyonal içerisindeki devrimci marksistler değildi. Devrimci ve anarko-sendikalist eğilimler de sendikaların yozlaşmasına tepki olarak ortaya çıktılar.

Mevcut sendikalara karşı ortaya çıkan ilk devrimci sendikalist hareketlerden biri, ABD'de 1905'te kurulan Dünya Sanayi İşçileri (IWW) idi. İşletme sendikacılığı ilkesini uygulayan, ve yalnızca örgütlenmesi karlı sektörleri örgütleyip, siyahları, kadınları, göçmenleri ve vasıfsız işçileri dışlayan Amerikan Emek Federasyonu (AFL) karşısında IWW göçmen fabrika işçilerinin, göçebe oduncuların, tarım işçilerinin, kadın işçilerin, siyah işçilerin, kısacası Amerikan işçi sınıfının özellikle en alt kesiminin örgütü olarak ortaya çıkacaktı. AFL'in meslek sendikacılığına karşı sanayi sendikacılığını ortaya atan IWW tüm dünya işçi sınıfını tek bir büyük sendikada birleştirmek iddiasındaydı. Giriştiği grevler silahlı çatışmalara dahi varabilen IWW, AFL'in reformizmine karşı “İşçi sınıfı ve işveren sınıfın hiçbir ortak noktası yoktur” ilkesini savunuyor, işçi sınıfının tüm mensuplarına kapısının açık olduğunu söylüyordu. Amerika'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesinin ardından IWW savaşı desteklemedi. Kimi önde gelen liderleri taktiksel olarak savaş konusunda sessiz kalınmasının ve işçi sınıfının gündelik mücadelelerine odaklanılmasını söylerken IWW'nun savaşa karşı net enternasyonalist tutumundan dolayı cezaevlerine tıkılan ve hatta linç edilen militanları da vardı. Buna karşın, IWW savaş esnasında sosyal barışı asla kabul etmemişti. IWW en güçlü olduğu 1917 senesinde 200,000'e yakın üyeye ve belki 300,000 destekçiye sahipti. Öte yandan savaşla birlikte gelen baskılar IWW'ya ciddi bir darbe vururken, savaş sonrasında ABD'de yükselen mücadelelerin sönümlenmesiyle, üzerinde baskılar devam eden IWW da çökmeye başladı. IWW'nun çöküşü, yeni dönemde hem devrimci nitelikleri koruyup hem de bir sendika olarak kalmanın imkansızlığını gözler önüne seriyordu. Tabii ki, bugün IWW adıyla faaliyetine devam eden ve pek çoklarına göre abartılı olan iddialara göre 2,000 üyeye sahipler – öte yandan yeniden sendika olmak isteyen 2000 kişilik IWW, devrimci kalmak isteyen 200,000 kişilik IWW'nun savaş sırasında vermediği tavizleri vererek patronlarla grev yapmama anlaşmaları dahi imzalıyor.

Devrimci ya da anarko-sendikalizm deyince akla, IWW ile birlikte ilk başta gelen ve özellikle 1936 İspanya'sında üye sayısını birkaç milyona çıkaran ve temelde Katalonya bölgesindeki işçiler arasında oldukça fazla taraftar bulan, 1917-1921 devrimci dalgası döneminde, 1919 yılında gerçekleşen ve neredeyse bir kitle grevi olan “La Canadience” grevinde önemli rol oynayan CNT (Confederación Nacional Del Trabajo), yani Ulusal Emek Konfederasyonu, işçi sınıfının mücadele tarihinde akılda kalır bir yer edinmiştir. Birinci Dünya Savaşı esnasında savaşa karşı aldığı enternasyonalist devrimci tutum ile bilinen CNT, Komintern üyeliğine davet edilmişti. Bununla birlikte güçsüz ve diğer ülke sermayelerine göre daha örgütsüz yapıdaymış görüntüsü veren bir Katalan burjuvazisinin varolduğu koşullarda, Franco'nun darbe hareketine karşı, 1936 yılının Haziran ayında Barcelona'da gerçekleşen büyük grevler ile hareketlenmesine rağmen İspanya aslında bir devrime değil, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasına hazırlanıyordu. Benimsediği anarşizmin temel tezlerinden “parlamento ve seçimlere katılmama” noktasında ilk fireyi veren CNT, Şubat 1936'da üyelerine seçimlere katılma çağrısı yapmış ve burjuvazinin bir kliği adına diğer bir kliğin yanında saf tutmanın önünü açmıştı. 1936'nın Kasım ayında, Katalan Generalitat ve Caballero'nun cumhuriyetçi hükümetinde CNT, dört bakanlık aldı: Adalet Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı ve Ticaret Bakanlığı. CNT için, son bununla bitmiyordu. CNT, iç savaş sonrasında birçok kentte kontrolü büyük ölçüde ele geçirmesine rağmen, dünya devrimi çağrısı yapmak, proletaryanın tek devrimci organları olan işçi konseylerinin kurulmasını öncelemek ve faşizme karşı halk cephesi (ya da diğer adıyla anti-faşizm) çağrısı yaparak binlerce işçinin katledilmesini engellemek yerine cephe savaşına başvurmuş, öz-yönetim adı altında işçiler için yeni bir sömürünün önünü açmış, cephede askeri ceza kanunlarıyla hüküm vermek isterken cephe gerisindeki fabrikalarda İspanya'nın kalkınması için militarize emeği, önce parça-başı işi kaldırmak için mücadele ederken ardından geri getirilmesini, parasız fazla mesaileri ve üretimin iyileştirilmesini savunmuştu. Toprağı kolektifleştirme konusundan taviz vermemesi, sanayinin yine bir sendika tarafından örgütlenmesi ve ülke kalkınmasının hizmetine sunulması gerçeğine gözlerimizi kapamamalıdır. Meselenin özü, tarihi kişiler, liderler ve öncüler üzerinden değerlendirmek ve anarşizmin koskoca tarihini 1936 İspanya'sına hapsetmek olmadığını düşünüyoruz. Yoksa bu metinde Durruti'nin Ekim Devrimi'nin 19. yılı kutlamaları vesilesiyle gönderilen İspanyol delegasyonu aracılığıyla Stalin'e ulaştırdığı tebrik mesajının nedenlerini ve nasıllarını tartışıyor olurduk. Bununla birlikte, CNT saflarında bu tutum alışlara dair ses çıkartan Durruti'nin Dostları adlı grup ise, olan biteni CNT'deki ve Troçkistler arasındaki hakim görüş olan ve İspanya'da bir devrim ya da iç savaş olduğu fikri yerine, kapitalizme karşı mücadele etmek gerektiğine militanca vurgu yapmıştı. İfade etmemiz gerekli ki bugün CNT adını taşıyan ve sayısı en iyimser hesaplara göre dahi birkaç bini açmayan örgütün içerisinde, Durruti'nin Dostları'nı haklı bulanlar çoğunlukta. Öte yandan, CNT'den ayrılan, ve üye sayısının 60,000'i, temsil ettiği işçi sayısının ise 2,000,000'u bulduğu iddia edilen CGT, anarko-sendikalizmi savunduğunu söylerken bir yandan devlet kurumlarına eklemlenmekten kaçınmamış durumda.

Çöküş Dönemi: Günümüzde Sınıf Mücadelesinin Dinamikleri

Yazının ilk bölümünde ilkeler ve tarihsel anlamda sendikalara bakışı inceledik. Bu kısımda ise çöküş döneminde sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı araçları inceleyeceğiz. Bu konuya değinmeden önce çöküş dönemini ve öncesini kısaca hatırlatarak başlamak istiyoruz.

Sınıf mücadelesinin sorunları üzerine yoğunlaşmış bir tartışmanın sendikalar ve mücadele araçları hakkında sürdürülmesi elbette tesadüf değil. Sınıf mücadelesini tarihsel maddecilikten ayıramayacağımız için; insan yaşamını belirleyen temel iktisadi ilişkilerin geçirmiş olduğu evreleri gözönünde bulundurmalıyız.

Bugün temel sorunumuz ücretli emek sömürüsünün ortadan kaldırılması sorunudur. Ücretli emek ise bugün meta biçiminde ve artı-değer üzerine kurulu sermaye birikimi olarak, kapitalist iktisadi yapının temelini oluşturmaktadır. Kapitalizmin tarihsel gelişimini izlemek ve onu tahlil etmek aynı zamanda, ücretli emeğin ve işçi sınıfının geçirmiş olduğu evreleri de tahlil etmek anlamına gelecektir. Komünist sol siyasetin temel perpspektifini oluşturan kapitalizmin çöküş döneminde olduğu tespiti; bizim için sınıf mücadelesi anlamında her türlü ilişkiyi buradan değerlendirme zeminini oluşturmaktadır.

Kapitalizmin ilk dönemi yani sermaye birikiminin sağlandığı dönem bir yükseliş dönemiydi. Bu yükseliş ve ilerleme aynı zamanda işçi sınıfının devrimci potansiyelini tüm dünyada olgunlaşmasının maddi zeminini oluşturdu. Bu yükselme kolonyalist yağmanın üzerine değil, artı-değer sömürüsü üstünde yükseldi.

Kapitalizmin doğası sermaye birikimi üzerine kuruludur; aynı zamanda sermayenin de sürekli artma zorunluluğu -ki bu zorunluluk kapitalist iktisadın temel sorunudur- onu sürekli yeni pazar arayışına itmiştir. Yükseliş döneminde kapitalizm-dışı iktisadi ilişkilerin devam etmesi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığı tam anlamıyla ortaya çıkarmamıştı; bu sebepten kaynaklı işçiler demokratik ve ekonomik reformlar elde edebiliyorlardı. Fakat bu ilişkinin zoru kapitalisleri daha fazla kar elde etme isteğiyle kapitalist üretim ilişkilerinin dünyaya daha çabuk hakim olmasına neden oldu. Dolayısıyla elde edilen her kazanım, işçi sınıfı açısından geçici bir iyileşmeydi.

Kapitalizmin yükselme evresinde, sermayenin geldiği nokta artık Avrupa kıtasının sınırlarına sığmaması ve dolayısıyla kendine yeni alıcılar (bu alıcıların büyük bir kısmını işçi sınıfı oluşturur) ve yeni satıcılar bulmak zorunda olması sonucunu ortaya çıkardı. Yaratılan sermaye birikiminin doyurulabilmesi gerekmekteydi ve bu ihtiyaçtan kaynaklı, tüm bir gezegeni kontrolü altına alan kapitalizm, tüm iktisadi yapıyı kendi ilişkileri içinde yeniden şekillendirip istediği biçime soktu. Ulaşılan bu durum emperyalist aşamaydı ve kapitalizmin çöküş dönemine girmesinin süreci de burada başladı.

Diğer taraftan kapitalist sermayenin sürekli artma eğilimi onu krizlere sahip hastalıklı bir organizma haline getirdi. Emperyalist çürümenin başlaması, kapitalizmin bu krizlerden çıkabilmesi için kapitalizm-dışı yeni pazarlar ve dünya üzerinde bakir kalmış alanların olmayışına bağlıydı. Zira bu alanlar yüzyılın başında istila edilmiş durumdaydı. Sermayenin, emperyalist aşamadaki krizlere sahip yapısı, işçi sınıfı üzerinde sömürüyü arttırmasına sebep oldu. Bu sömürü biçimi yükselme döneminde olduğu gibi reformlar yoluyla ve ekonomik kazanımlarla hafifletilmez bir yapıya sahip olduğundan işçi sınıfı üzerinde yıkıcı bir etki ve uzlaşmaz bir karşıtlık yarattı. Diğer bir deyişle bir sınıfın yaşayabilmesi için diğer sınıfın varlığını ortadan kaldıracak kadar düşman iki sınıflı bir dünya ortaya çıktı. Kapitalizmin bu hastalıklı ve çelişkili yapısı onun çöküş içinde olduğunun en açık ifadesiydi.

Asıl sorunumuza yani çöküş döneminde sınıf mücadelesine ve araçlarına dönecek olursak, bu meseleyi sınıf mücadelesinin tüm tarafları açısından irdelememiz gerekiyor. Tarihsellik içinde değerlendirmekle beraber işçi sınıfının içinden geçtiği dönemi de anlamamız gerekiyor. Zira kapitalizm krizlerinden kaynaklı sınıfın mücadelesi de yükselme ve düşme biçiminde yaşanmakta.

Genel olarak bir sendikada olması gereken temel nitelikleri taşıyan sendikalist eğilimlerde ortak karakter, işçilerin günlük mücadeleleri için birleşik bir örgütlülük olma amacı gütmek idi. Bunun yanısıra bir de “genel grev” fikri var. Temelde sendikalist fikrin karakteristiğini, sendikalarda birleşen işçilerin genel grevleri, devrimin bir siyasi olgu olmadığı, bu genel grevler ile kapitalizmin felç edileceği düşüncesi ve öz-yönetimin hayata geçirilmesi olarak ifade edebiliriz. Burada, sendikalist bakış, işçi sınıfının kitle grevleri ile kapitalizmin yıkılması yolunda komünizmin öncelenmesi yerine, sistemin dönüştürülerek aslında kapitalizmin bir başka formunun işçilere dayatılmasını savunuyor. Sendikalizmin tarihi, aynı zamanda burjuvazinin savaşlarında katledilen işçi yığınlarının cesetleri üzerine basarak geçen bir niteliği de içerisinde barındırır. Sendikaların içerisinden geçtiğimiz tarihsel dönemde savunulup savunulmaması, işçi sınıfının mücadelesi için yararlı birer araç olarak görülüp görülmemesi ve proletaryanın tarihsel güdüleyicisi olduğu devrimci sınıf mücadelesinin neresinde durduğundan hareketle ya burjuvazi saflarında oldukları ya da işçi sınıfının saflarında olduklarının tahlil edilmesi gerekiyor. Buna göre, mesele sınıf mücadelesinde hangi aracın nasıl kullanılacağı değil, sınıfın mücadelesinde ona yararı dokunan hangi araçların varolduklarının tartışılması meselesi. Komünist sol, sendikaların her türlüsünün günümüzde karşı-devrimci burjuvazinin tarafında hizmet verdiğini ve işçiler için mücadele araçları olarak görülemeyeceklerini savunuyor. Bunu da tarihsel olarak yine aynı sınıfın deneyim ve derslerinden çıkartarak, iktisadi, siyasi ve toplumsal tahlil süzgecinden geçirerek dile getiriyor.

Çöküş Döneminde Neden Sendikalar Mücadele Araçları Olmaktan Çıkmışlardır?

Sorunun cevabı aslında işçi sınıfının her gerçek mücadele sırasında ihtiyacı olan aracı ortaya çıkarmasıyla verilebilir. Fakat bu tespiti örnekleriyle anlatmadan önce, çöküş döneminde sendikaların ya da sınıfın kalıcı örgütlerinin olamayacağı fikrine değinmek gerekiyor.

Emperyalist ekonomi, yani kapitalizmin ikitisadi olarak dünyaya hükmetmesi sonucu, insanlığın tüm dünyada tabi olduğu üretim ilişkileri her türlü yaşam ilişkisini kendi kontrolü altına almış durumda. Kapitalizmin dayattığı bu iktisadi ilişki; eğitimden bilime, sanattan hukuğa, felsefeye ve aklımıza ne gelirse onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ve yeniden belirlemekte. Bu kurumların temeli burjuva demokrasisi ve onun araçları olan parlamento, siyasi partiler, dernekler ve sendikalardır.

Çöküş öncesinde kapitalizmin tüm ikitisadi ilişkilere sahip olamayışı yani tüm hayatı kontol edemeyişinden kaynaklı sendikalar, işçilerin kazanımlar elde etmesini, burjuvalar karşısında maddi anlamda tutunabilmelerini sağlayabiliyordu. Proletarya, kendisini reformlar için iktisadi ve siyasi mücadele yoluyla bir sınıf olarak birleştirmişti. Kapitalist sistemin gelişen karakteri proletaryaya burjuvazi üzerinde basınç kurmasına ve bunun için sendika ve partilerde gruplaşmasına izin veriyordu.1 Kapitalizm, sermayesini oluşturup ve pazar hakimiyetini sağlayıp kapitalizm-dışı iktisadi ilişkileri ortadan kaldırdığında sendikaların sistemin denetimine girmekten başka çareleri yoktu. Kaçınılmaz olarak sendikaların kapitalizme tam entegrasyonu emperyalist aşamaya tekabül etmekteydi. Birinci Paylaşım Savaşı başladığında ise sosyal-demokrat partilerin eklentisi olan sendikalar, savaş karşısında burjuvaziden yana tutum aldı ve Alman Devrimi'nin yenilgiye uğramasında temel bir rol üstlendi. Tarihsel süreç üzerinden sendika örneklerine yazının ilk bölümünde değindiğimiz için bu kısma çok fazla girmeyeceğiz.

Sendikaların kendilerini tanımladıkları ekonomik mücadele alanı, en başından beri sınıf mücadelesiyle arasına bir mesafe koymaktaydı. Zira, kapitalizmin yükselme döneminde bile ekonomik veya siyasi mücadele gibi bir ayrım yapılamazdı. Ekonomik kazanım için verilen her türlü mücadele işçi sınıfı açısından siyasi mücadeleydi ve elde ettiği tek kazanım mücadele deneyimi kazanmaktı. Ve gerçekte ekonomik anlamda kalıcı kazanım elde etmek mümkün değildi. Ücret oranlarındaki genel bir yükseliş geçim araçları talebinde bir artışa ve dolayısıyla da geçim araçlarının piyasa fiyatlarında bir yükselişe yol açar. Bunları üreten kapitalistler, ücretlerdeki artışın zararını, metalarının piyasa fiyatlarının artışıyla kapatacaklardır.2 Kapitalist iktisadın bu yasası ücretli emek sahibi işçinin emeğinin meta biçiminde diğer metalar içinde bulunmasından kaynaklı, hiçbir zaman kendi yaşam koşullarını piyasaya göre yüksekte tutamaz. Ücretli emek sahibi işçinin özgürleşebilmesinin tek yolu kapitalist iktisat yasalarının ortadan kalkmasıyla mümkün. Dolayısıyla sendikalar çöküş döneminde ekonomik kazanım gibi bir safsata ile işçi sınıfını bir çok yöntemle, bunun en yaygını sözleşmeler (TİS), kapitalist sömürüye tabi kılmaktalar. Emeğin mahkumiyeti ile sonuçlanan bu süreç sendikaların temsil ettiği zemini de oluşturmaktadır. Diğer taraftan işçi sınıfının mücadelesinin ekonomik ve siyasi olarak ayrılamayacağından dolayı ekonomik mücadele kendi lokalinde kaldığı ölçüde mücadele içindeki işçilere sadece deneyim kazandırmaktan (fakat bu deneyimler işçilerin bir sonraki mücadeleleri için temel bir öneme sahiptirler) başka bir katkısı yoktur. Eğer mücadele kitleselleşme eğilimi taşıyorsa ve kitle grevi biçiminde ayaklanmış işçi kitlelerini ortaya çıkarmışsa konseyler de ortaya çıkacaktır.

Güncel Sınıf Mücadelelerinin Ortaya Çıkardığı Araçlar ve Deneyimler

Ekonomik krizin derinleştiği ve borçlanma krizinin sonuna geldiğimiz bu dönemde, sınıf hareketlenmeleri de krizin etkileri oranında arttı. Tüm dünyada etkili olan ekonomik kriz başta Avrupa ve Amerika olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da toplumsal hareketlenmeleri ortaya çıkardı. Bu mücadelelerin bir kısmı sınıf hareketinin tipik örnekleriydi ve kendi özgün deneyimlerini ortaya çıkarmışlardı.

Dünyadaki deneyimlere geçmeden önce Türkiye'deki birkaç deneyime bakmak, alternatif mücadele araçlarını görmek için daha somutlayıcı olacaktır. Bu deneyimlerin ilki TEKEL işçilerinin mücadelesi. TEKEL mücadelesi, Türkiye'de sınıf mücadelesinin durumunu ve sendikaların işçi sınıfının üstüne serptiği ölü toprağını görmek bakımından önemli bir deneyimdi. İşçilerin Ankara'ya gelişleri ile aylarca süren direniş boyunca her aşamada sendikanın oyalamasıyla karşılaştılar ve zamanla sendika ile olan bağları koptu. Sürecin sonunda sendikaya düşman bir işçi kitlesi oluşmuştu. TEKEL işçileri, sendika binalarının işgal edilmesi gibi sendika karşıtı birçok eylem yaparak kendi asalağı olan sendikayla hesaplaşmışlardı. TEKEL sürecinin sonuna doğru işçiler kendi mücadelelerini yönetebilmek için Direnişteki İşçiler Platformu gibi bir aracı ortaya çıkardı. 3 Direniş boyunca kendi mücadelelerini komiteler yoluyla yönetmek aracıyla girişimlerde bulunmuşlardı ve şimdi de, kendileriyle aynı aşamalardan geçen diğer direnişteki işçilerle bu platformu kurmuşlardı. O dönemdeki mücadelenin ihtiyacı olan araç bu platformla vücut bulmuştu. 2010 Taksim 1 Mayıs'ındaki kürsü işgali ve konfederasyonların bu girişim karşısındaki tutumu sendikaların işçilere karşı olduğunu bir kez daha gösterdi. Kürsüdeki karşı karşıya geliş aslında işçilerle, burjuva demokrasisinin temsilcisi olan sendikalar üzerinden iki sınıfın karşı karşıya gelmesiydi. Ardından platform, mücadelenin şiddetinin azalıp giderek ortadan kalkmasıyla beraber sönümlendi.

Diğer önemli iki deneyim ise geçtiğimiz yıl içinde gerçekleşti. Bunlardan ilki THY işçilerinin grev yasağına sendikanın çağrısıyla bir günlük greve gitmesiyle ardından işten atılmalarıyla başlayan mücadele, ikincisi Gaziantep'teki tekstil işçilerinin grevi.

THY grevi, sendika ve sınıf mücadelesinin araçlarını görmek bakımından özgün deneyimlerden bir tanesi. Sendikanın işçileri greve çağırması ve ardından işçilerin greve katılmalarından dolayı işsiz kalmalarıyla başlayan süreç, sınıf mücadelesinin asli taraflarını orataya çıkardı. Sendikanın ilk tutumu, yapılan eylemin grev değil, iş bırakma olduğunu açıklamasıyla açığa çıktı. Bu tutum özü itibariyle işçileri işveren karşısında yalnız bırakarak işin içinden sıyrılmaktı. Sendikanın grev ya da iş bırakma gibi bir eylemi hemen yapmak istemesi ise kendi yasal zeminine dokunulmasından kaynaklıydı. Çünkü bir sendika grev ve toplu sözleşme üzerinden varolur, resmi olarak bu elinden alındıysa eğer, asli rolünü oynayamaz ve ücretli emeğin pazarlığını yapan konumuna sahip olamaz. THY grevindeki sendika pratiği bundan ibaretti; daha sonrasında ise işten çıkarılan 305 işçinin yalnız kalmaları ise sendikanın mevcut durumda kendi konumunu düşünmesine bağlıydı. İşçiler artık sendika ve işverene karşı mücadele etmek zorundaydılar ve mücadelerini sürdürecekleri aracı ise kendi deneyimlerinde ortaya çıkarmışlardı. 29 Mayıs Birliği THY işçilerin o günkü mücadelesini sürdürdükleri alternatif mücadele aracı haline gelmişti. Daha sonrasında ise tüm mücadelelerini bu araç üzerinden yaptılar. Bu açıklama ile durumun sınıfsal anatomisini çizmiş oldular: Yani, herkes kendi bayrağı altına!: Üyesi olduğumuz Hava-İş sendika yönetimi ise kendi çağrısını bile üstlenmeyerek bu meşru protestonun 'yasa dışı' ilan edilmesinde büyük rol oynamıştır. THY yönetimi bu zeminden yararlanarak bütün çalışanlarını sindirip adeta köleleştirme peşindedir. Hava-İş yönetimi yüzlerce üyesini THY yönetimi karşısında yalnız ve sahipsiz bırakırken bu sonucu öngöremeyecek kadar deneyimsiz miydi? Bu nasıl bir sendikal anlayıştır?4 THY işçilerinin bu deneyimi mücadele araçlarının ancak mücadele anında varolduklarını bir kez daha göstermiş oldu. Bu konu ile ilgili görüşlerimizi yansıtan bir bakış metnine ise “THY Grevi: İşçi Sınıfı İşverene, Sendikalara Karşı” başlığından ulaşılabileceğini hatırlatıyoruz.

Gaziantep tekstil işçileri grevi ise başka bir mücadele örneğini ortaya koydu. Grevin bir işçi havzasında beş fabrikada birden yapılması ve sendikanın toplu sözleşme zammının öğrenilmesinin ardından fiilen greve çıkılması, gerçek bir mücadelenin ortaya çıktığını göstermekteydi. Hak-iş'e bağlı Öz-İplik-iş sendikasına üye olan işçiler, sendikanın kendi emeklerini kapalı kapılar ardında pazarlamasına karşı çıkarak grevi kendi yönetimleriyle sürdürmeyi tercih ettiler. Grev sadece kendi seçtikleri komite tarafından temsil edildi. Tüm bunlar işçilerin mücadelede yalnız olduklarını ve kendilerine ait mücadele araçları geliştirmek zorunda olduklarını göstermekteydi. Gaziantep grevine bu kadar değinmekle yetinip, bu deneyimi ayrıntılı olarak bakmak isteyenlere daha önceden yayınladığımız (Gaziantep'te Sendikasız Grev: “İnsanca Yaşamak İstiyoruz!” başlıklı) makeleyi incelemelerini öneriyoruz.5

Yukarıda değindiğimiz üç örnek deneyim, son yıllarda Türkiye'de farklı sektörlerde ve farklı zamanlarda ortaya çıkmış mücadelelerdi; hepsinde de kendine özgü bir mücadele aracının varolduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle sınıf mücedelesinin kendi yasalarından duruma bakıp bir ilkeselleştirmede bulunursak şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Kapitalizmin çöküş evresinde her gerçek sınıf mücadelesi deneyimi, kendine özgün araçları ortaya çıkarmakta. Ortaya çıkan bu araçların hepsinde de işçilerin iradelerinin doğrudan ifade edildiği ve karaların açık tartışmalar sonucunda alındığı bir işleyiş ve yöntem sözkonusu. Bu durum her ne olursa olsun sürekli aynı içerik ve yapıyla ortaya çıkıyorsa ve bütün deneyimlerde sendikalardan bağımsız kendini ifade ediyorsa, bu sendikaların sınıf mücadelesi araçları olamayacağını bize kanıtlamaktadır.

Sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı bu araçların sadece bir yerellikte olmayıp genel bir özellik taşıdığını söyleyebiliriz. Son dönemde ekonomik krizin etkileriyle orataya çıkmış dünyadaki sınıf hareketlerinin güncel örnekleri olan Amerika'daki Occupy (İşgal) hareketine, İspanya'daki İndignadolar'a (Öfkeliler) ve Mısır'daki Tahrir eylemlerine bu bağlamda değinmek gerektiği kanısındayız. Occupy hareketi, Tahrir'deki işgalden yola çıkarak yapılsa da, Mısır'da olandan farklı bir özellik taşımakta. Başta en temel farklılık; tamemen işsiz işçilerden oluşan bir hareket olması, kararlarını kitle toplantılarında herkese açık bir şekilde almış olmaları ve hareketi kitle meclislerinin yönetmesi. Aynı işleyişi İndignadolar'da ve Yunanistan'da kriz karşıtı eylemlerde görüyoruz. Yununistan'da sendikaların ve burjuva solunun engellemelerine karşın Syntagma meydanında, işçi sınıfının militan unsurları tarafından kitle meclisleri etkili bir araç olarak kullanıldı. Avrupa ve Amerika'da gelişen bu mücadeleler tamamen kendi mecrasından akan ve sendikalarla bir bağı olmayan hareketler olma özelliğini taşıyordu. Bu meclislerin ne ifade ettiğine geçmeden önce Mısır'daki sürece ayrıca değinmek gerekiyor.

Mısır'da ise bambaşka bir süreç yaşanmakta. Örneğin, Mısır'daki son gelişmeler ve Mursi-Müslüman Kardeşler-Ordu üçgeninde ve gelinen noktada belirleyici olan, bunların dışındaki başka bir alternatif olduğuna işaret etmemizi gerektirdiği gibi, örneğin aynı ülkede, bu ülkenin kalkınması için bir burjuva yaklaşımıyla laik bir cumhuriyet/demokrasi programının ötesine geçemeyen sendikalar, siyasi partiler ve burjuva sol birlikler de alternatifin bir kutbu değillerdir. Geçmişin sınıf mücadeleleri deneyimi, sendikaların ve her türden (ister sağcı, ister solcu ya da isterse kendisine komünist desin) herhangi bir burjuva siyasi kliğin sadece mücadeleyi bölen bir araç olarak (açık ya da gizli) bir işlev yüklendiğini, bu nedenle de sınıf mücadelesinde bu türden eğilimlerin ne taktiksel, ne de stratejik, vb. hiçbir ileriye taşıyıcı, karşıt sınıf ile yüzyüze getirici ve son mücadelesi için güçlerini seferber ettirici niteliklerde unsurlar olmadıklarını söyleyebiliriz. Burjuva demokrasisini işçi sınıfı nezdinde daha da kurumsallaştıran bu yapılar, karşı-devrimin en sinsi silahları olma özelliğini de taşıdıkları saptamasını rahatlıkla yapabiliriz. Mısır'da işçi sınfının 2006 yılında Mahalla'da başlattığı grevle sendikalardan kopma pratiğini gösterdiğini de unutmamak gerekiyor.

Son dönemde ortaya çıkan kitle meclisleri ve açık kitle toplantılarının alternatif mücadele araçları olarak ifade bulduğunu belirtmek gerekiyor. İşçi kitlelerinin hangi taleple olursa olsun, hangi sektörde olursa olsun ya da işsiz işçiler olsun, hepsinde farklı isimle ifade edilseler de, aynı işleyişe sahip araçlar olduğunu yukarıda bahsettiğimiz tüm deneyimlerde bu araçları görmekteyiz. Kitle meclisleri: işçilerin kendi mücadelerini yönettikleri kararlar aldığı mücadele anında ortaya çıkan araçlardır. Kitle meclisleri; açık kitle tartışmalarının yürütüldüğü, işçilerin fikirlerini özgürce ifade ettiği, akıl hocalarının olmadığı ve burjuva demokrasisi anlayışının bulaşmadığı mücadele araçları olma özelliği taşımaktalar. Bu sebepten dolayı, işçi sınıfının kolektif yapısının dışa vurumu olan bu araçlar, işçilerin mücadele etme ihtiyaçları sonucu ortaya çıkmışlardır. Fakat kitle meclisleri işçi sınıfının mücadelesinin sürekli bir çatı altına sokulması amacıyla ikame edilemezler, zira doğaları gereği mücadele anında ortaya çıkarlar ve o anlarda işlevlerini yerine getirebilirler. Yaşanmış deneyimlerden yola çıkarsak, çöküş döneminde süreklileşmiş ve sınıfsal mücadele aracı olma özelliği taşıyan bir yapı mevcut değildir. Kitle grevi biçiminde ortaya çıkmış sınıf mücadelelerinde, politikleşmiş işçilerin sahip oldukları tek araç işçi konseyleridir. Sendikalar ise işçi sınıfının her gerçek mücadelesinde sadece ve sadece arabuluculuk ve mücadeleyi baltalama rolü oymaktadırlar. Bu konumda olmaları artı-değer üretimine ve kapitalizme ait ücretli emeğe bağımlı yaşamalarından kaynaklanmaktadır.

Buradan hareketle, dünyanın diğer herhangi bir ülkesinde ya da kıtasında, işçi sınıfının kitlesel eylemleri yoluyla mobilize ettiği açık kitle toplantıları ile tartışarak ve kendisi karar alarak ilerlettiği ve düzenin her türden aygıtına karşı 1905'ten bu yana yegane devrimci araçlarından olan kitle grevleriyle cevap verip iktidarı işçi konseyleriyle ele almadığı ve bu eylemlerin dünya ölçeğinde devrimci bir dalgayı tetiklemediği sürece yine bu ya da başka bir coğrafyada, en nihayetinde dünyada devrimci bir durumun olmasından söz etmemiz mümkün değil. Eğer temel amacımız, işçi sınıfının konseyler aracılığıyla burjuva iktidarını yıkıp ücretli emek sömürüsünü, artı-değeri ve sermayeyi ortadan kaldırmaksa tabii.

EKA - Türkiye Şubesi

2Ücret Fiyat Kar, Sol yayınları Sayfa 90.

 

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar Tartışması

Ulysses'in Bakışı: Lenin'in Şahsında Sosyalizm Mitinin Çöküşü

 

 

 

 

Theo Angelopoulos epik ve şiirsel sinemanın en özgün yönetmenlerinden olmakla beraber filmlerinin politik yanıda ağır basmaktadır. Theo Angelopoulos'un 1995 yılında çektiği Ulysses'in Bakışı isimli filmi balkanların siyasi coğrafyasına, tarihine ve dağılan Yugoslavya'nın parçalanma öyküsüne değiniyor. Fakat film içerisinde sadece politik öğeleri değil aynı zaman karekterlerin kendi içsel yolculukları ve arayışlarını da işliyor. 1905 yılında Manaki kardeşler tarafından çekilmiş üç bobin filmi aramak üzere yola çıkan Ulysses'in Bakışı filminde yönetmeni oynayan “A”, kendi kişisel yolculuğunu yaparken bir taraftanda Balkanlar'daki savaşın ve parçalanmanın trajedisine tanık oluyor. Filmde aradığı ise üç bobindir ve o ilk bakışı, masumiyeti aramaktadır. Bobinleri bulabilmek için Balkanlar'da bir çok ülkeyi dolaşarak en sonunda Saraybosna'ya gitmektedir. Sarayabosna ise savaşın en şiddetli biçimde sürdüğü yerdir.

Filmin sayfalarımızda yer bulmasının anlamı ise Balkanlar'daki emperyalist paylaşım savaşının içinden geçiyor olması ve Lenin'in heykeli üzerinden yapılan politik göndermeler.

Savaşın acımazsızlığını çıplak bir şekilde vermiyorsa da savaşın yarattığı insani tarajediyi güçlü bir şekilde anlatıyor. Yakılmış ve terk edilmiş köy bu durumu anlatan en güçlü sahnelerden bir tanesi. Balkanlar'daki savaş, kapitalist pazar ve ulusal ekonomilerin paylaşımı üzerinden ortaya çıktı. Reel sosyalizm diye ifade edilen sovyet emperyalizminin denetimindeki pazar alanlarının çöküşüyle beraber Batı Avrupa ve amerikan kapitalistleri için yeni pazar ihtimalini ortaya çıkardı. Kapitalistler için bu kaçırılmayacak bir fırsattı ve bu fırsatı değerlendirip yerli burjuvalarla angajmanlara girerek savaşa dahil oldular. Emperyalist kutuplaşmanın somutlaştığı Balkanlar coğrafyası milliyetçiliğin hortlamasına zemin hazırladı. Filmde şehir isimleri üzerinden, hortlayan milliyetçiliğe gönderme yapılmakta. “Türklere karşı ayaklanmada Balkanlar'ın birleşmesini hayal edenler vardı. O dönemde Türkler bütün Balkan uluslarını demir yumruk altında yönetiyorlardı. Ben şahsen, ideal bir gelecekte Balkanlar'ın bu birleşmiş uluslarına Türkiye'nin de katılmasını düşünebilirim. (Theo Angelopoulos Agorakitaplığı s.117)” Yönetmenin bir söyleşide söylediği bu sözler, filmde balkanlarda ki tüm ulusların tek bir ulus gibi yaşayabileceği ideal geleceğe yapılan vurguyu anlatıyor. Fakat yönetmenin kafasındaki tek ulus olan Balkanlar, sosyalizm adı altında devlet kapitalizminin işçi sınıfına dayatıldığı bir Balkanlar mı bilemiyoruz. Yinede milliyetçilik karşıtı bir hissiyatın geliştirilmiş olması önemli. Filmin, insanların milli kimlikler üzerinden bölünmüşlüğünün gerçek dışı olşunu anlatan diğer bir sahnesi ise; sisin çökmesinin ardından savaşın iki tarafında olan gençlerin birleşerek şarkılar söyleyip, dans ettiği bölümüdür.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri olan Lenin heykelinin Tuna nehrinden bir mavnayla tüm Balkanları dolaştığı sahnedir. Lenin heykelinde cisimleşmiş olan ise sosyalizm hayalidir. 68 kuşağından olan yönetmenin politik fikirlerini tam olarak bilmesekte sosyalizm inancını taşıdığını söyleyebiliriz. Devlet kapitalizminin (reel sosyalizm) çöküşünün ardından yönetmenin sosyalizme olan inancını yitirdiği çıkarımını yapabiliriz. Heykelin geçtiği sırada kıyıdaki insanların istavroz çıkarmaları, bir cenaze törenini temsil ediyor ve heykelin Tunadan geçirilişi devlet kapitalizminin çöktüğünü, kıyıdaki insanların sosyalizm miti karşısında son görevini yerine getirdiğine gönderme yapıyor. Tuna nehrinde mavna üzerinde dolaştırılan ve ağıtı yakılan Lenin heykeli parçalanan Balkanlar'a veda anlamını taşımaktadır. Lenin'in heykeli, Stalinizm tarafından yaratılan sosyalizm mitinin somut bir ifadesini gözler önüne seriyor. Angelopoulos'un Stalin değilde Lenin'in heykelini kullanmış olması Stalinizmle bir mesafesinin olduğunu akla getirse de, devlet kapitalizminin yıkılışı ardından böyle bir film çekerek sosyalizme elveda demesi, yaratılan sosyalizm mitine inandığını gösteriyor.

Film seyredenlerin sabrını sınasa da seyredilmeyi hak ediyor. Ulysses'in Bakışı, diğer Angelopoulos filmlerinde olduğu gibi Yunan mitolojisine bol göndermenin olduğu; şiirsel bir anlatımla bezenmiş olağanüstü bir film. Bütün okurlarımıza öneriyoruz.

Salih

 

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi

Şişecam Üzerine: Zafer mi, Yenilgi mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir süredir devam ettirmekte olduğumuz sendikalar tartışmasını sürdürürken, geçtiğimiz senenin son günlerinde Topkapı'da kurulu olan ve Paşabahçe şirketler grubuna bağlı olan Şişecam fabrikasında patronun işten attığı 422 işçi fabrika önünde direnişe başladı. Kristal-İş'e üye olan işçiler, patron tarafından fabrikanın Eskişehir'e taşınması nedeniyle işten tazminatlarıyla birlikte çıkartılmak isteniyordu. 1969'dan beri açık olan fabrikanın 31 Aralık'ta kapatılacak olması üzerine Kristal-İş taleplerini ortaya koymuş ve bunları “halihazırdaki ücretler çalışmak”, “taşınılacaksa da aynı ücretlerin korunarak taşınılması”, vb. başlıklar altında toplamıştı.

Yılbaşı gecesini de fabrikanın önünde geçiren işçiler kimi zaman kolluk kuvvetlerinin saldırısına uğradı, kimi zaman da kötü hava şartları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Aslında polise gerek yoktu; çünkü fabrikada onun görevini layığıyla yerine getiren sendika vardı. Bir süre sonra, Şişecam fabrikasında direnişin 13. gününde, sendika ile işletme arasında anlaşma sağlandı. Buna göre tazminatını alarak ayrılan işçilerin dışındaki 197 işçinin diğer fabrikalara geçişi sağlandı. 50 sözleşmeli işçi de Eskişehir'deki fabrikada çalışıyor olacakken, saat ücreti yüksek olan işçiler, saat ücreti ortalaması yüksek olan fabrikalara; saat ücreti düşük olan işçilerse, ortalaması düşük fabrikalara geçiş yapacak deniliyor ve işçilere taşınma masraflarını karşılamaları için kişi başı 2.000 TL para veriliyor ve bu da avans kapsamında değerlendiriliyordu. Ve tabii ki son olarak, Kristal-İş, "Cam işçisi büyük bir zafer kazandı. Topkapı işçisi kazandı" minvalinde bir açıklama yapmıştı.

Bu örnek, aynı zamanda 2003'te gerçekleşen Paşabahçe grevini de anımsatıyordu. Orada görebildiğimiz şey ise, özelleştirmeye karşı KİT'leri savunmak üzerine kurulu bütün perspektiflerin sermayenin dümenine su taşıdığı gerçeğinden hareketle, bu pratikte de yine kapanan işletmeye karşılık, işçilerin daha az ücretle çalışmaya razı edilmeleriydi. CHP nezdinde oluşan devletçi işveren kompozisyonu ve Kemalist kalkınmacılık gibi burjuva konseptlerin de birbirlerini buralarda da beslediğini söyleyebiliriz. Şişecam'da da sendikanın, Mustafa Kemal'in portrelerini taşıttığını, bu fabrikanın onun yadigarı olduğu algısını yaratarak sosyal demokratlıklarını göklere çıkarttıklarını ve ne kadar ulusalcı olabileceklerini de görebiliyoruz. Aslında bu sadece Türk-İş'e bağlı bir sendika için değil, aynı zamanda DİSK gibi bir konfederasyon için de geçerli. Ne de olsa, Mustafa Türkel de, 1963 yılında gerçekleşen Kavel grevi sırasında TSK'ya gönderilmek üzere yüklenen tel kamyonlarının önüne çıkan ve fabrika dışarısına sevkiyat yapılmasını engelleyen işçilere ithafen “O araçların ordumuza gittiğini bilseydik, durmazdık” gibi açıklamalar yapabiliyordu. Amaç kalkınmaydı ve bu da işçilerin daha çok sömürülmesi ama düzenli ve adabınca, sendikaların da elbirliğiyle ücretli emeğin cenderesinde öğütülmesi demekti. Amaç işçilerin daha iyi yaşaması değil, sendikaların varolmaya devam edebilmesiydi.

Peki her şey göründüğü, sendikanın göstermeye çalıştığı, üzerine örtmeye çabaladığı gibi tozpembe midir acaba? Çalışan 150 kadar işçinin saat ücreti 10 TL civarındayken yine bu işçiler kura neticesinde saat ücreti 6 TL olan bir fabrikaya geçebilmesinin önü açıldı. Bu fabrikalar arasında ise en yüksek saat başı ücret ise 9 TL civarında. Yani neresinden tutulsa elde kalan böyle bir anlaşma neticesinde sendika, yine her zaman olduğu gibi yine işçilerin mücadelesinin karşısında ve onların çıkarları için değil, kendi varoluşu için “mücadele” etmekte olduğu gözler önüne seriliyor.

Bu anlaşmanın şartları arasında da yapılacak olan kura ile işçilerin işyerlerine yerleştirilmesi maddesi bulunuyor. Bir bilişim işçisinin bir e-posta grubunda çok doğru bir biçimde işaret ettiği üzere, işçiler adeta yılbaşı geceleri zengin olma hayalleri kuran insanlar gibi, varolan işine geri dönebilmek için kuraya katılıyor. Ve sendika da bunun adına “zafer” koyuyor. Bu gibi bir yöntem bir süre önce de bir güvenlik firmasının istihdam belirlenimi seçimlerinde de kullanılmış ve kura sonucu seçilen işçiler işlerine devam etmiş ancak diğerleri işsiz kalmıştı.

Yine buna benzer bir örnek ile geçtiğimiz yılın yaz aylarında karşılaşmıştık. Buna göre, Texim fabrikasında çalışan ve TEKSİF sendikasına üye işçiler, çalışılan makine sayısının arttırılmasına karşılık bir bir direniş başlatmış, bunun ardından sendika, işçilerin bir kısmının işten atılmasının ardından patron ile anlaşma sağlayarak işçilere fazla makine ile çalışmaya davet etmişti. Buna da sendika yine “zafer”, “kazanım”, vb. diyordu.

Örneğin, bir diğer önemli nokta da, geçtiğimiz dönemde yaşadığımız grevlerde birçok işçi hareketinin kendi içerisinde sendikalar ile aralarına bir mesafe koyabildiğini, gelişen olaylar ekseninde çıkarları için varolmadığını mücadelenin içerisindeyken görmeye başladığı sendikalara daha temkinli yaklaşan bir işçi kitlesinden bahsediyor oluşumuzdu. Örneğin bu TEKEL'de sendikanın bariz manevralarına karşı kendi komitelerini kurma eğilimi, Direnişteki İşçiler Platformu ve eylemler ile ortaya çıkıyorken, THY'de bu eğilim, işçilerin kurduğu 29 Mayıs Birliği ile belirginleşiyorken, yine geçtiğimiz aylarda Gaziantep'teki tekstil sektörü grevinde gördüğümüz şekliyle, tamamen sendikalardan bağımsız bir komiteleşmeye giderek sonuç almaya çalışan bir eğilim ile kendisini gösteriyordu. Bu tarafından bakıldığında Şişecam'daki direniş aslında işçiler ile sendika arasındaki o keskin proleter çıkarlar ile üretimin düzenlileştirilip ücretli emeğin kutsanarak sermayenin dümenine su taşıyan burjuva eğilimler karşı karşıya gelemedi.

Burjuva solu da, şaşırılmayacak şekilde bu direnişlerin kazanımla ve hatta zaferle bittiği naraları atmakta. “Şişecam İşçisi Kazandı” ve “Şişecam'da Zafer!” çığlıkları atan sol kapitalistler, sendikaların günümüzde işçi sınıfı mücadelesini hem işletme, hem sektör, hem de bölgesel olarak bölen işlevine inat ya onların hatalar yaptığını ve aslında devrimcileştirilebileceğini, ya da onların artık bürokratik yapılar olduklarından kelli, yeniden dönüştürülmesi gerektiklerini, ve hatta bunlar yerine “kızıl sendikalar”ın mümkün olabileceğini ve bunun da işçilerin mücadelesi için elzem olduğu yalanını söylemekte sakınca görmüyorlar ve çürümeye, yokolmaya mahkumlar. Burjuva solunun karşı-devrimci tutum alışları ve bunların sendika konusu ile kesişen noktalarını irdelediğimiz görüşlerimiz hakkında daha önceki süreçlerde TEKEL, THY, Gaziantep tekstil işçileri grevi, G.Afrika maden işçileri grevleri, Bosch işçilerinin sendika değiştirme süreci, SGBP (Sendikal Güç Birliği Platformu) ve yeni sendikalar yasası üzerine temellendirdiğimiz perspektiflere bakılabilir.

Sendikalar her direnişi ya da grevi sonlandırmadaki ustalığını yine konuşturmuştu. Patron ile anlaşma sağlayan sendikalar, her direnişte olduğu gibi bunu da bir “zafer” olarak adlandırmaktan geri durmuyor. Bu ne işçiler için bir kazanım, ne de işçilerin kazandığı bir zafer. Asıl amacı örgütlü olunan işletmelerdeki aidat paralarının kesilmesini önlemek olan günümüz sendikalarının genel eylem hattı, içerisinden geçtiğimiz tarihsel koşullarının gerektirdiği biçimde artık kazanım ile biten grevler değil, direnişe/greve başlanılan koşulların yeniden işçi sınıfının sırtına farklı görünümler altında, yine sendikalar-sermaye işbirliği ile bindirilmiş olduğu, işçilerin kendi öz inisiyatiflerinin açığa çıkamadığı sendikal “direnişler”dir. Artık işten atılmaya karşı greve çıkan sendika, yeniden işe dönmeyi sağlamak için ya daha düşük ücrete, ya da daha kötü şartlara evet diyerek işçi sınıfını dolandırmaktadır. Hatta bu örnekte gördüğümüz gibi kura ile şans faktörünü devreye sokarak kurunun yanında yaşın da yanmadığı bir el çabukluğu ile işçi sınıfını kandırmakta, aradan sıyrılmaktadır. Ondan sonrası için ise o bildik beylik sloganlar kulağımızda çınlar: “... İşçileri Kazandı”! Burada kazanan kapitalistler ve varoluşlarını geçici de olsa güvence altına alan, işçi sınıfı mücadelesine karşı konumlanıştaki sendikalardır.

Önemli olan direnişteki işçiler için kampanyalar düzenleyen sendikaların yalandan dayanışma çağrılarına kulak vermek, artık işlevi geçmişte kalmış “ekonomik/maddi destek” meselesine takılarak bitkisel bir hayatta zaman harcamak değil, sürmekte olan direniş/grev/hareket, vb. her ne var ise, “nerede hareket, orada bereket” gibi çarpık anlayışların tuzağına düşmeden, işçi sınıfının diğer kesimlerine bu direnişlerin güncelliklerini ulaştırmak, mücadeleyi yaymak, genelleştirmek ve işçi sınıfının diğer kesimlerine bu deneyimlerin aktarılması gerekliliği noktasındayız. Aynı zamanda mücadelede kafa karıştıran ulusalcı/milliyetçi burjuva eğilimler ve sendikaların manevralarına da dikkat çekmeliyiz. O yüzden bu duruma verebileceğimiz tek bir cevap var; o da günümüzde işçi sınıfının kazanımlarının mümkün olmadığı ve sendikalar, (solcu ya da sağcı) burjuva siyasi partiler ve diğer sivil toplum kuruluşlarıyla çöken kapitalizmin şafağında tek kazanım olan komünizmden başka bir çıkış yolun olmadığı. Kazanım dönemi bitti, sendikalar ile gelen sadece işçilerin mücadelesinin sönümlenmesi, burjuva çıkmaz sokaklara sürülmesi ve yokedilmesi; sendikalar işçi sınıfı için düşman, mücadelenin yayılması yerine yenilgidir. Bir tarafta kaybeden işçiler, diğer tarafta kazanan sendikalar ve daha ucuza daha çok üretim yaparak satacak olan burjuvazidir.

Bunçuk

Tags: 

Rubric: 

Sendikalar

2013 - Şubat

Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm Üzerine

Bu yazı, EKA'nın Türkiye şubesi olarak yakın bir sempatizanımız ile bir süredir devam ettirdiğimiz tartışmalar ışığında kaleme alınmıştır. - EKA Türkiye Şubesi

Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu “Fikir” (“İdea”) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklındaki yansısından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.- Kapital, Almanca Baskıya 2. Önsöz

Engels, Marx için bir dahi olduğundan bahsediyordu ve Marx'ın bu zihin kıvraklığı Hegel fesefesini de aşarak onu ayakları üzerine oturtmanın da bir aracı haline geldi. Bir teori olarak diyalektik materyalizm, hem Hegel'in ideacı diyalektiğinin ve hem de Feuerbachçı metafizik materyalizmin bir aşılması idi. Bu da Marx'ta idealist bir mutlak ideden materyalist bir nedene, Feuerbach'ın “Yeni İdealizminden” (ya da İnsan dininden) bütün proleterlerin kurtuluş rotasında saf tutması yönüne evrilecekti.

Bir yöntem olarak vücut bulan diyalektik materyalizm bir teorik öncü de belirlemişti: bütün bilgilerin duyularla elde edildiği gerçeği. Bu mekanik bir duyu bilgisine değil, insani ve toplumsal bilginin edinilmesi sürecinin maddi bir karşılığıydı; burada devreye, teori ve pratiğin diyalektiği praksis giriyordu. Öznel idealizmin yalnızca duyumlanabilir görüngülerin bilinebilirliği (ve empirizm ile Kantçı yaklaşımların) tezi ile nesnel idealizmin duyular üstü bir gerçekliğin saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceği yaklaşımına karşılık Marx, nesnelere ait bilgiyi (duyumsal, pratik, teorik, vb.) nesnelerle girdiğimiz etkileşim ile ediniyor olduğumuzu ve bu bilginin de doğruluğunu ancak ve ancak toplumsal pratik ile doğruladığımızı, sağlamasını kurduğumuzu belirtti.

Geldiğimiz noktada kafamızı Antik Yunan dönemine çevirdiğimizde Herakleitos bize şu ipuçlarını veriyordu:

Bağlanışlar, bütünler ve bütün olmayanlar, birarada duran ve ayrı duran, birlikte söylenen ve ayrı söylenen. Her şeyden bir, birden her şey!

Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür.

Karşıt olan şeyler biraraya gelir, uzlaşmaz olanlardan en güzel uyun doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.

Burada Antik yunan filozofu için içiçe geçen durum ile olgular sözkonusuydu ve aynı nehirde hiçbir zaman yıkanamazdık...

Bir ağacın çiçeğinin meyveye dönmesi ve oradan üreme kavramı ile yüzleşmemize dikkat çeken Hegel, tez-antitez-sentez üçlemesiyle diyalektiği başka bir aşamaya taşıyordu. “Bilinç, kendi başına özgür değildir” derken tinin fenomenolojisinde arkeolojik kazılar yaptığı sırada, zorunlulukların hep birer zorunluluk olarak kalacağı ve köle ya da işçinin her zaman köle ya da işçi, efendinin ya da patronun da her zaman efendi ya da patron olarak kalacağını söylüyor, bunun ismine de “ortak tinsel topluluk bilinci” diyordu. Onun için bilincin ayrıca bir hareketlilik süreci geçirmesiyle farklılaşıp evrimleşmesi ve kölenin başka bir topluluk oluşturma ihtimali ya da efendisine karşı gelmesi sözkonusu değildi çünkü tarih onun için donmuş, kaskatı kesilmiş ve nihai mutlak son olan büyük Prusya idesine doğru ilerlemekteydi. Bu bir “herkes yerini bilecek” teorisiydi ve Hegel için filozoflar sadece yorumlayanlardı.

Filozoflar, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar;” ancak “sorun onu değiştirmektir” derken Marx bütün gerçekliği insan aklından dışarı çıkartmış ve onun bugüne kadarki boyunduruğuna bir son vermişti.

Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği gerçeği, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yanin düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma skolastik bir sorundur. (...) Koşulların değişmesi ile insanın faaliyetinin değişmesinin örtüşmesi, ancak altüst edici pratik biçiminde kavranıp, ussal olarak anlaşılabilir.- F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu

Hegel başaşağı çevrildi, maddi pratik artık düşünsel ideanın yerine geçti ve her birisini praksis harcı ile tutturuyorduk: tarihsel-toplumsal insan, toplum dini ideanın yerine, tinsel toplumun yerine geçiyordu. Marx'ta İngiliz ekonomi-politiğine Fransız ütopik sosyalistlerinin fikirleri harmanlanıyor, Alman felsefesi de yanlarına getirilerek tamamen aşılıyordu.

Diyalektiğin tarihe uyarlanması işi de bir ihtiyaçtı ve belirleyici unsur olarak bir manivela aranmalıydı. Bütün gelişim ve altüst oluşların temelinde yatan yegane sebebin üzerine gidilmesi gerekliliği Marx'ta toplumun maddi temelinin üretimi ve yeniden üretimi şeklinde teorileşti ve teori dünyevileştikçe şu üç temel üzerine oturdu: (1) üretim biçimi ve ilişkileri olarak üretim tarzı, (2) el konulan artık-değer olarak artı-değer ya da kar ve (3) toplumun toplumsaldan uzaklaşması olarak yabancılaşma.

Seçenekler ve maddelerin çoğaltılabilirliği onun günümüzü ifade ediş tarzına zarar vermiyor, aksine ekonomik krizi ile kapitalizmin bütün bu vebalı bünyesinin barındırdığı çürümüşlüğe işaret ediyor. Altyapı-Üstyapı tartışması da bunlardan bir tanesi. Bir ekonomik alan olarak altyapısal unsurlar üretim biçimi, ilişkileri ve araçları iken, daha çok onun bir yansısı niteliğindeki üstyapı ise hukuk, siyaset, din, kültür, vb. alanları kapsıyordu. İkisi de birbirine diyalektik bağlarla bağlanmış ve esasında iktisadi alanın kendisinden besleniyor ve şekilleniyordu.

Aradaki geçişler tamamen maddiydi ve önemli ölçüde birbirlerini başka bir altüst oluşla yerle bir etmişti. Topraklarını ekip ürünlerin büyük bir çoğunu beye ya da toprak sahibine veren serflerin karlılığı giderek bu beylerden alınan vergiler ile zenginleşen krallıkları ve oradan da bunların daha da mutlakiyetçileşmelerini doğuruyordu. Merkezi bir otorite etrafında güçlenen ve ordu kuran bu monarşiler barut ve topun da yardımıyla derebeylerinin kalelerini yıkmaya başladığında saklanacak yerleri kalmayan eski efendiler krala bağlandı ve serflerin artık “özgür” köleler olarak istedikleri gibi meta üretiminde kendi emeklerini satmalarının önü açıldı. Marx, bize tarihin aslında nasıl olduğunu ve olmaya devam ettiğini anlatıyordu. Kabilelerin ortak yaşantısı olarak ilkel komünal toplumu, şehir devletlerindeki aristokrasinin yükselişinin bir ifadesi olarak köleci toplumu ve aracı ekonomik unsurların yani tüccarların orta sınıf olarak nasıl yükseldiği ve kapitalizm ile sistemin çarklarını nasıl ele geçirdiğini bize ifadelendiriyordu. Ulus-devlet de bu sistem için en uygun kılıftı. Bir taraftan ülke savunması ya da dünya savaşları adı altında milyonlarca proleter cephelerde birbirlerine katlettirilecek, burjuvazi avuçlarını her ovaladığında banka hesaplarına kurşun sayısı kadar para akacak ya da ülke kalkınması adı altında işçiler günlerce işyerlerine kapatılıp aynı gemide olduğumuz yalanıyla yine aynı bankaların aynı hesaplarına aynı paralar akıtılmaya devam edecekti. Kapitalizm buna yarıyordu. Ludistlerdeki sabotaj ile grevin ataları yaratılacak, 36 İspanya'sında toprağın ve dolayısıyla rant ve sermayenin önemli bir sahibi olan kilisenin temsilcileri kurşuna dizilecek, ABD İç Savaşı'nda yeni bir üretim biçiminin önüne engel olan üretim ilişkileri aşılacaktı.

Altyapı-Üstyapı tartışmasında da tarih boyunca bu kavramlar üzerine oldukça fazla gidilmişti. Althusser burada ikisinin ayrıksılığında tarihi kuramsal bir anti-hümanizm ile tanımlıyorken Gramsci ise altyapıdan ziyade üstyapı öğelerine vurgu yapıp sivil-toplumculuğa sevgi gösterisi gösteriyordu. Her ikisi de stalinizmin çocuklarıydı ve toplumun iktisadi altyapısının değiştirilmeden üstyapı ile sistemin de değişebileceğini yani kapitalizmin yıkılabileceğini öngörüyorlardı. Stalinizm tam da bunu yaptı ve iktidarı elinde tutan sovyetlerden geri aldı, dünya devriminin mümkün olduğu ancak bir şans olarak beklendiği koşullarda ekonomik altyapı olduğu gibi kalıyorken eski çarlığın yerine bir başka siyasi erk gelmiş ve en az kapitalizmdeki kadar sömürülen işçiler yaratmıştı. Gramsci ise sivil-toplumdan, organik aydınlardan ve örgütlenecek işçilerden bahsederken aklımıza günümüzdeki burjuva solunu getiriyor ve halkçılıktan, uvyerizme kadar uzanan yelpazede burjuva politikalarını gözler önüne seriyordu. Bu da burjuva demokrasisini besliyor, ancak sistem aynı kalıyordu.

Bunu rehber edinen özel bir kitap üzerine de eğilebiliriz. Geçmişinde burjuva bir köşe yazarı olan ancak Marxist olmasından sonra SPD önderliğinin 1. Dünya Savaşı sırasındaki savaş yanlısı karşı-devrimci tutumu nedeniyle Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht ve Joniches ile aynı enternasyonalist safta yer alan Franz Mehring'in “Tarihsel Maddecilik Üzerine” adlı çalışması tam da böyle bir eser. Mehring burada, “insanın tarih öncesinin” (Marx) sona erişinden; bunun ardından, “insanlar, kendi tarihlerini tümüyle bilinçli biçimde yapacak ve insanın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışı”nın (Engels) kendisini anlatıyor. Altyapı ve Üstyapı kavramlarına da değinerek aralarındaki ilişkinin diyalektik yapısına, üretim ilişki ve biçimlerinin sadece bir ürünü olarak siyasetten bahsediyor. Siyasi iktidarı ele alsak da ekonomik temelin aynı kalması halinde bile yine bizim kapitalizmden bahsediyor olacağımızı hatırlatıyor. Üretim biçimlerinin toplum yaşantısına etkilerinden sözü açarken, Koryaklar örneğinden ve keşiflerin büyük altüst oluşlar yarattıkları tezine karşılık büyük altüst oluşların coğrafi keşifleri tetiklediğinden bahsediyor. Dinin de siyasi alan gibi bir sonuç olduğunu, nedeninin ise tamamen ekonomik olması üzerinden Haçlı Seferleri örneğine dalıyor ve Protestan ahlakının o “çok çalışanı Tanrı/Allah sever” kıvamındaki öğretilerine işaret ediyor ve işte tam da kapitalizme özgü bir ahlak yapısı diyor.

Bir teori ve yöntem olarak da, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem yaşamı ve tarihsel olguları anlamamız işini yerine getiriyor. Son söz niyetine, marksizm proletaryanın yegane bir kazanımıdır da diyebiliriz. Çünkü çıkarları ortak ve aynı zamanda devrimci ve sömürülen tek bir sınıf olan işçi sınıfı için konuşuyor. Burjuvazi kendi teori ve yöntemlerinden varolduğu sürece vazgeçmez çünkü aynı koşulların ürünü bir yöntemi vardır. Bu yöntem bizim benimseyeceğimiz yöntem olamaz çünkü tek kazanımımız “kazanılanlar tarafından yazılan tarihte” (Voline) deneyimlediğimiz mücadeleler, yenilgiler ve Marksizm.

EKA Türkiye Şubesi

Tags: 

Rubric: 

Tartışma

Jîn : Bir Hakikatli Gerçeküstücü

Bu sene İstanbul Bağımsız Film Festivali kapsamında vizyona giren ve burjuva medyada çok fazla yer bulamayan ancak taşıdığı güncellik ve bu güncelliğe dair getirdiği hem çok gerçek, hem de bir o kadar gerçeküstücü bakışı ile üzerinde değerlendirme yapmayı gerektirdiğini düşündüğümüz bir sinema çalışması var: Jîn.
 

Filmde işlenen konunun yıllardır devam eden emperyalist çıkar savaşının iki sivri ucunu oluşturan taraflarından PKK ve özelinde PKK'li kadın bir gerilla olması da ayrı bir önem taşıyor. İmralı ve Abdullah Öcalan ile yapılan BDP ve devlet müzakerelerininin burjuva gündemi neredeyse kapladığı ve her gün yeni bir açıklamalar silsilesi ile güne başladığımız şu dönemde soruna çok mikro tarzda olsa da içerisinde koskoca bir Kürt sorunu kozmosunu da barındırması açısından da dikkate değer bir çalışma olarak önümüzde duruyor. Bunu da bir insan olarak kadın olgusuna parmak basma yoluyla yapıyor. Bunların yanısıra, doğanın içerisinde bulunulduğu algısını sonuna kadar veren ve başarılı olduğunu düşündüğümüz çekimlere sahip olması ve bir süre insanı içerisine alan bu durgun ama doğal dinamizmi ses ve görsel akış ile izleyiciye ulaştıran bu çaba çalışmaya ek bir puan getiriyor. İlacını içmesine ve hayatta kalmasına yardım ettiği iki insandan teşekkür alan karakterimizin oyunculuğu ve filmin müzikleri takdir edilmeye değer.
 

Filmin genel konusundan ziyade esas odak noktasına değer mihenk taşı, bir kadının belli engelleyici koşullar altında o kadar yolu kendi başına nasıl gelebilecek olması oluşturuyor. Özellikle bağımsız bir çalışma olması ve kullanılan çekim teknikleri ile yönetmeni Reha Erdem için hem bir deneysel yanı, hem de bir sıçrama tahtası olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmada esas konu aslında PKK kampından 17 yaşındayken kaçmaya karar vererek İzmir'deki dayısının yanına gitmeye uğraşan bir kadın ve onun yolculuğu, yol boyunca karşılaştığı zorluklar ve özellikle bir kadın olmasından gelen toplumsal baskı unsurlarına karşı mücadelesindeki tekbaşınalığı. O nedenle filmin merkezinde yer alan ve aslında hiç çıkılamayan “yol ve yolculuk” teması fazlaca göndermeye sahip. Örneğin otobüs şirketlerinin bulunduğu semte gitmesi, yolda onlarca araç beklemesi ve bu sırada bir kamyon, bir minibüs ve kimi zaman da bir sivil polis aracı, kadının tarihsel yolculuğu boyunca karşı karşıya kaldığı zorlukların sadece küçük ayrıntıları. Esas belirleyici ayrıntı ise bu koşullardan çıkan ve gerilla geçmişini terkedip karşı tarafa da geçmeden sadece kendi tercihleri üzerinden bir yaşam kurgulamaya çalışan 17 yaşında bir kadının yolu nasıl tercih edeceği. Buradaki yol algısı aslında inanarak gerçekleştirmiş olduğu bir mücadeleyi geride bırakmasıyla, ileride onu bekleyenin sadece kendi tercih ve hareket alanı içerisinde yapacağı manevralara bağlı olması ve ancak içerisinde bulunduğu koşulların ürünü bir kadın ile günümüzde kapitalist toplumun ataerkil toplumsal kurgusunun içerisinde kendisine nasıl bir yer edinmeye çalışma çatışkısını yaratacak olması konusu filmin temelini oluşturuyor. Ancak Jin, hiçbir zaman ninesine ulaşamıyor, yani amacına.
 

Örneğin, film boyunca karşılaştığı ve diyaloğa girdiği bütün erkekler ya bir çoban, ya bir kahya, ya bir otobüs firması çalışanı ya da Kürtçe bilen bir korucu. Hepsinde de ya sözlü tacize uğruyor, ya da tecavüze uğramaktan kendi çabası ile kurtuluyor. Bu açıdan ona reva görülen yeri kabullenmemeyi daha çoktan kafasına koymuş bir portre çizen karakter, bu yolculuğu sırasında hiçbir zaman kullanmadığı kalaşnikofunu da başından geçirdiği bütün badirelerden sonra yeniden (ve hiç kullanmamak üzere) eline alıyor. Kamptan ayrılışı, TSK ile karşılaşmaları ve bütün bunların pastoral çekimler ile işlenmesi hem karakterin yaptığı tercihin ve mücadelesinin kendisine haslığı ve orjinalliği aslında filmin sonuna doğru kendisini daha çok hissettiren gerçeküstü bir bakışın da yansıması. Doğanın insan türünün en gelişmiş formu ile yaptığı anlaşmasında üretkenliğin ve doğaya aitliğin sembolü olarak kadın figürü ve anaerkil toplum yapısına bir göndermede burada geliyor ve ormanın ve içerisindekilerin kendisi karakterimizin asıl dostları oluyor. “Gerçek” ama kirli hayattan değil, ona uzak ama bir o kadar da yakın gerçeküstü yoldaşları oluyor. Bir köy evinden aşırdığı elmasını paylaştığı boz ayı, sınırdan geçerken bombardımana maruz kalmasından geriye miras kalan yarasını iyileştirdiği Roboskili bir eşek, en çaresiz anında ona silahıyla saldırmadığı için karakterimize de saldırmayan bir vaşak ve sadece ona gülümsediği için onun “gidişine” üzülen bir geyik bütün onun dostları. Ayrıca filmde kullanılan şahin ve özellikle yarasa temaları da insan aklına bir Ahmet Kaya şarkısını getirmesiyle ayrıca düşündürücü ve hoş metaforlar.
 

Film boyunca iki tarafa da dahil olma “fırsatlarını” yakalayan ancak ikisini de tercih etmeyen bir kadın olarak Jin izlenmeyi hakeden pastoral bir gerçeğin bu kadar “gerçeküstü” olabileceğini anlatan nadir çalışmalardan ve bütün bu koşulların içerisinde mücadele eden bir kadını anlatmaya dair cüreti ile izlenmeyi hakediyor.

Bunçuk

Tags: 

Rubric: 

Film Değerlendirmesi

EKAonline-2014

Okurlarımıza Duyuru: EKA Burjuva Devletin Gayrıresmi bir Organının Saldırısı Altında

Ekim 2013’de, kendisine “Komünist Solun Enternasyonal Grubu” (KSEG) gibi şatafatlı bir adı takan yeni bir ‘siyasi grup’ doğmuştu. Bu yeni grubun kimliğini çok da açık etmiyor: Esasında bu grup Montreal’deki Klasbatalo grubundan iki unsur ve 2003’te hırsızlık, iftira ve şantaj gibi komünist militanlara yakışmayacak davranışlarından dolayı örgütümüzden ihraç edilen, EKA’nın sözde ‘Dâhili Hizbi’nden unsurların birleşimi sonucu ortaya çıkmıştı. İhraç ettiğimiz bahsi geçen unsurlar özellikle bilinçli olarak muhbir gibi davranıp Meksika şubemizin konferans tarihlerini internetten yaymak ve ‘EKA’nın lideri’ olarak sundukları bir yoldaşımızın gerçek isimlerini yayınlayarak sınıf çizgisini geçmişlerdi. Bu durumdan bihaber olan okuyucularımız, o dönemde farklı dillerle yayınladığımız yazılara başvurabilir.

Bahsi geçen makalelerden bir tanesinde, ‘Dâhili Hizbin Polisvari Yöntemleri’ adlı yazıda, bu unsurların sadık hizmetlerini ücretsiz olarak burjuva devlete sunduklarını ortaya koymuştuk. Bu kişiler vakitlerinin büyük çoğunluğunu saplantılı bir biçimde EKA’nın internet sitesini tarayıp örgütümüzde olup bitenleri takip etmeye çalışıp (özellikle on yıldır haklarında en fazla heyecanı duydukları iki EKA militanı olan Loise ve Peter arkadaşlar hakkında) akla gelen en çirkin dedikoduları yayarak geçiriyorlar. Yukarıda bahsettiğimiz makalemizin yayınlanmasının ardından, sözde EKA’ya karşı suçlamalarının haklılığını kanıtlamak için uluslararası merkezi organımızın toplantılarından bir dizi alıntının yapıldığı 114 sayfalık bir metin yayınlayarak mahiyetlerini gözler önüne sermişlerdi. Bu yaptıklarının gerçekte gösterdiği ise akıllarının hastalandığı, örgütümüze karşı nefretlerinin gözlerini kör ettiği ve bilinçli olarak polise yalnızca polisin işine gelebilecek bilgiler ilettikleriydi.

“Komünist Solun Enternasyonal Grubu” adlı bu yeni gudubet daha yeni doğmuşken ilk çığlığını EKA’ya karşı histerik bir propaganda başlatarak, internet sitesinde yayınladıkları ‘EKA’da yeni (nihai?) içsel kriz’ ve yanında ‘Proleter saflara ve EKA militanlarına çağrı’ metinlerinde attı.

Birkaç gün boyunca, dört kişilik bu ‘enternasyonal grup’ çılgınca bir faaliyete girişerek ‘proleter saflara’, militanlarımıza ve (bir şekilde mail adreslerini ele geçirdikleri) sempatizanlarımıza, onları sözde ‘tasfiyeci kanattan’ kurtarmak için mektup ardına mektup gönderdi (Loise, Peter ve Baruch’tan oluştuğu söylenilen bir klan).

Bu grubun kurucu üyeleri, eski Dâhili Hizipten iki muhbir, rezalete bir adım daha atarak EKA’nın imhasını hedefleyen polisvari yöntemlerini açık ettiler. Sözde KSEG, EKA’nın içsel bültenlerini ele geçirdiğini bağıra çağıra duyuruyor, alarm çanlarını çalıyor. Savaş ganimetlerini göstererek bu açık ihbarcıların vermek istedikleri mesaj açık: EKA’da, eski Dâhili Hiziple el ele çalışan bir köstebek var! Bu bariz polisvari çalışmanın örgütümüz içerisinde genel şüphe, sorun ve güvensizlik yaymaktan başka hiçbir hedefi yok. Bunlar, Stalin’in siyasi polisi GPU’nun 1930’lardan Troçkist hareketi içten çökermek için kullandığı yöntemlerden farksız. Bunlar, eski İçsel Hizip mensuplarının (özellikle KSEG’in kurucuları olan Juan ve Jonas’ın) EKA’nın muhtelif şubelerine gizli toplantılar örgütlemek ve yoldaşlarımızdan birinin (kendi ifadeleriyle “EKA’nın şefinin karısının”) bir “polis” olduğu gibi bir söylenti yaymak gibi davranışlara girerek daha önce de uyguladıkları bir pratikti. Bugün, EKA içinde panik yayıp örgütümüzü içten çökertmek için aynı prosedürü uyguluyorlar fakat daha da alçakça bir şekilde: EKA militanlarına “bir el uzatmak” istemek ve onları “demoralize olmaktan” kurtarmak kisvesi altında, bu profesyonel gammazların EKA militanlarına verdiği esas mesaj şu: “içinizde bir (veya daha fazla) hair var ve bize içsel bültenlerinizi veriyorlar, size onların adlarını vermeyeceğiz, arayın bulun!”. Bu yeni ‘uluslararası’ grubun bütün ateşli ajitasyonlarının korkunç gayesi bu mesajı vermek: EKA’yı içten bitirmek için şüphe ve güvensizlik zehrini yaymak. Bu imha kurumunun yöntemleri, Stalin’in siyasi polisinden veya Stasi’nin altında kalmayacak kadar makûstur.

Yayın organlarımızda daha önce de hatırlattığımız üzere, işçi hareketi için bir atıf noktası olan Devrimciye Notlar adlı kitabında Victor Serge, şüphe yaymanın ve iftiranın burjuva devletin devrimci örgütleri imha etmek için kullandığı silahlardan en sevdiği olduğunu açıkça ortaya koyuyor:

Partiye güven, tüm devrimci güçlerin çimentosudur… Eylem düşmanları, korkaklar, rahatına düşkünler, oportünistler, silahlarını lağımlardan toplamakta hiçbir sakınca görmezler. Şüphe ve iftira, bunların devrimcileri gözden düşürmek için kullandıkları başlıca silahlardır… Bu hastalığa – aramıza giren şüphe ve güvensizlik – ancak büyük bir irade gücüyle karşı konabilir. Bir insanı suçlamak asla hafife alınmamalıdır. Provokasyona karşı en etkin savaşın ön şartı budur. Herhangi bir devrimciye yöneltilen suçlama da hasıraltı edilmemelidir. Şüpheli durumlarda kadrolardan kurulu bir jüri sorunu inceleyerek suçlama ya da iftira hakkında kesin karara varmalıdır. Devrimci örgütlerin moral sağlığı korunmak isteniyorsa, bu kural eksiksiz uygulanmalıdır.”

EKA, iftira karşısında Onur Jürisi ilkesini savunarak işçi hareketinin bu geleneğine sadık kalmış tek devrimci örgüttür: yalnızca maceracılar, şüpheli unsurlar ve korkaklar meseleeri bir Onur Jürisi karşısında netleştirmeyi reddederler.

Victor Serge ayrıca belirli devrimcileri hizmetlerini burjuva devletin baskı araçlarına sunmaya iten gerekçelerin her zaman maddi zorluklardan veya korkaklıktan kaynaklanmadığında da ısrar etmektedir:

Daha da tehlikeli ajanlar, hevesliler, hiçbir şeye inanmayan maceracılar, bir zamanlar hizmet ettikleri ideale yüz çeviren bıkkınlar, tehlike tutkunları, entrika ve komplo meraklıları, karmaşık oyunlarla dünyayı enayi yerine koymak isteyen sapıklardır. Bunlar yetenek sahibi olabilirler ve rollerini açığa vurmadan uzun süre oynayabilirler.”

Bu muhbir veya ajan provokatör profilinin parçası olarak Serge göre “parti tarafından yaralanmış” eski militanlar da bulunabilir. Basit gurur incinmeleri, kırgınlıklar (kıskançık, haset, hayal kırıklığı) militanlarda partiye (veya rakip gördükleri kimi militanlara) karşı kontrolsüz bir nefret gelişmesine yol açabilir ve dolayısıyla burjuva devlete hizmetlerini sunarlar. KSEG denilen burjuva devletin bu kibirli kurumunun bütün “Çağrı” metinleri, kimi yoldaşlarımıza bir pogrom çağrısından başka bir şey değildir (ki eski Dâhili Hizbin bir üyesinin militanlarımızın birini gırtlağını kesmekle tehdit edişini yayın organlarımızda lanetlemiştik). Dahili Hizip muhbirlerinin bu yeni “çağrı”sına, işbirlikçilerinden Pierre Hempel ismini kullanan bir şahsın Le Proletariat Universel adlı bloğundan, “Peter ve fahişesi” gibi hitaplar kullanılarak destek gelmesi tesadüf değildir. Bahsi geçen “fahişe”, eski Dâhili Hizbin muhbirleri ve katil adaylarının, ayrıca işbirlikçilerinin on yılı aşkın bir süredir taciz ettiği yoldaşımızdan başkası değildir. Sözde ‘proleter’ çevrenin merakını ve röntgenciliğini uyandıracak bu ‘çağrı’yı yayan pek ‘proleter’ literatür budur. Hakkettiğiniz dostlarınıza sahipsiniz.

Hepsi bu kadar da değil. Aşağıdaki linklere bakılacak olursa, gerçekten komünist sol saflarına ait olan okuyucularımız bu yeni ‘Komünist Solun Enternasyonal Grubu’nun şeceresine dair daha iyi bir fikir edinebilirler. KSEG, birkaç senedir burjuva devletin bir başka kurumu olan NPA (lideri Olivier Besancenot Fransa’daki seçimlere düzenli olarak katılan ve televizyonlara çıkan Yeni Antikapitalist Parti) içerisindeki bir eğilim tarafından beslenmektedir. NPA içindeki bu eğilim, sıklıkla KSEG’i yüksek sesle duyurmakta ve internet sitesinin ilk sayfasına taşımaktadır.[1] Eğer sermayenin aşırı solunun bir grubu eski Dahili Hizbe ve yeni kılığı KSEG’e bu kadar reklam yapıyorsa, bu burjuvazinin sadık hizmetkarlarından birini tanıdığının kanıtıdır. Bu grubun EKA’yı imha etmeye çalışacağı bilinmektedir. Dolayısıyla KSEG muhbirleri, (şüphesiz İçişleri Bakanı’nın elinden) bir devlet nişanı talep etme hakkına pekâlâ sahiplerdir, zira devlete devletin madalya verdiği pek çoklarından daha iyi hizmetler vermişlerdir.

EKA bu meseleyi olabildiğince aydınlatmaya çalışacak ve okuyucularını olayın gelişiminden haberdar edecektir. Bir (veya birden çok) şüpheli unsurun saflarımıza sızmış olması bir hayli mümkün. Bu ilk kez olmayacaktır ve en azından Chenier olayı kadar eskisine giden şekilde bu tip sorunlarla uzun bir deneyimimiz olduğunu söyleyebiliriz. Chenier 1981’de EKA’dan ihraç edilen ve birkaç ay sonra o dönemde hükümette olan Sosyalist Parti için resmi olarak çalıştığı görülen bir unsurdu. Eğer böylesi bir durumla karşı karşıyaysak, geçmişte yaptığımız üzere tüzüğümüzü uygulayacağız.

Öte yandan göz ardı edemeyeceğimiz bir ihtimal daha var: bilgisayarlarımızdan biri (kırk yılı aşkım süredir faaliyetlerimizi takip eden) emniyet teşkilatı tarafından hacklenmiş olabilir. Polisin kendisinin (kendilerini bir ‘köstebek’, anonim bir EKA militanı olarak sunarak) içsel bültenlerimizden bazılarını, bu muhbirlerin (özellikle KSEG’in iki kurucu üyesinin) vakit kaybetmeden belgeleri işlerine geldiği gibi kullanacaklarını bildikleri Dâhili Hizbe aktarmış olması mümkündür. Bu şaşırtıcı olmayacaktır zira (hep gölgelerinden hızlı silah çeken) Dâhili Hizip kovboylarının aynı şeyi 2004’te, Arjantin’de Stalinist bir oluşumdan ‘bilinmeyen’ bir unsur olan ve kendisini ‘Circulo de Comunistas Internacionalistas’ grubu arkasında gizleyen ‘Vatandaş B’ ile flört ettiklerinde de yapmışlardır. Yalanları ifşa olur olmaz, ‘Vatandaş B’ ortadan kaybolmuş, Dâhili Hizbi de şaşkınlık ve kargaşa içinde bırakmıştı.

Dâhili Hizip/KSEG “proletarya kendisini proleter devrimi yöneltmesi için siyasi örgütlerine her zamankinden çok ihtiyaç duymaktadır. EKA’nın zayıflaması hala bütün proleter safların zayıflaması anlamına gelmektedir. Ve proleter safların zayıflaması da zorunlu olarak proletarya proletaryanın sınıf mücadelesinde bir zayıflamayı ima etmektedir” diyor. Bu mide bulandırıcı bir ikiyüzlülüktür. Stalinist partiler, aslında en vahşi düşmanları olduğu komünist devrimin savunucuları olduklarını iddia ederler. Kimse inanmasın: senaryo ne olursa olsun – ister saflarımızda Dâhili Hizbin bir köstebeği olsun isterse de devletin resmi güçlerinin bir manipülasyonu – Dâhili Hizbin / KSEG’in bu son darbesi gayesinin hiçbir şekilde komünist solun ilkelerini savunmak veya proleter devrime doğru çalışmak değil, bugün komünist solun ana örgütünü imha etmek olduğunu göstermiştir. Bu, ister hizmetleri karşılığında para alsın ister almasın, kapitalist devletin bir polis kurumudur.

EKA kendisini düşmanlarının, özellikle de örgütü yalan ve iftira kampanyalarıyla imha etmeye çalışanların saldırılarına karşı hep kendisini savunmuştur. Bu sefer de aynısını yapacaktır. Sınıf düşmanının bu saldırısı ne EKA’nın dengesini bozacak, ne de korkutacaktır. Geçmişin bütün proleter örgütleri burjuva devletin onları imha etmek amaçlı saldırıları ile karşı karşıya kalmışlardır. Kendilerini azimle savunmuşlardır ve bu saldırılar, onları zayıflatmak bir yana, militanlar arasındaki birlik ve dayanışmayı güçlendirmiştir. EKA ve militanları Dahili Hizbin saldırıları ve muhbirliğine karşı hep böyle tepki vermişlerdir. Dolayısıyla, KSEG’in rezil çağrısı duyulur duyulmaz, EKA’nın bütün şubeleri ve militanları örgütü ve bu çağrının hedef gösterdiği yoldaşları savunmak için anında seferber olmuşlardır.

Enternasyonal Komünist Akım 4.5.14

 

Tags: 

Rubric: 

EKA

EKAonline-2015

Anarşizm ve Emperyalizm: Milliyetçilik mi Enternasyonalizm mi?

Fakat Alman Sosyal Demokrasisi sadece enternasyonalin en güçlü öncü birliği değil aynı zamanda onun düşünsel öncüsüydü. Bu nedenle analizimize yani öz eleştiri sürecimize Alman Sosyal Demokrasisinin çöküşünden başlamalıyız. Onun görevi enternasyonal sosyalizm yolunda kurtuluşu başlatmak olduğundan bu kendisinin en acımasız eleştirisini geliştirmesini gerektirir. Diğer partilerin hiçbiri, burjuva toplumundaki diğer sınıflardan hiçbiri kendi hata ve zayıflıklarının aynasına açıkça ve cesaretle bakamaz çünkü bu ayna onlara tarihsel sınırlılıklarını ve onları bekleyen tarihsel yıkımın bir imgesini yansıtır. İşçi sınıfı ise, gerçeğin yüzüne cesurca bakabilir çünkü onun zayıflıkları sadece kafa karşılıklılıklarıdır. Tarihin mutlak yasası ona gücünü geri verecek ve nihai zaferinin garantisi olacaktır.

Acımasız öz-eleştiri sadece işçi sınıfının varlığı için vazgeçilmez bir unsur değil, aynı zamanda onun başlıca görevidir.’

Rosa Luxemburg yukarıdaki satırları 1915’te, dünya emperyalist savaşı sınavı karşısında ihaneti seçen Alman SPD’si ve diğer sosyalist partilerin içindeki çoğunlukların tavırlarının zorlu bir incelemesini geliştirdiği Alman Sosyal Demokrasisinin Krizi ya da daha iyi bilinen adıyla Junius Broşürü için kaleme almıştı. Bu pasajda Lüxemburg marxist yöntemin temel taşlarından birini ortaya koymaktadır; bu yasa ‘sürekli ve acımasız öz eleştiri’ ilkesidir ki marxizm açısından hem gerekli hem de mümkündür; çünkü marxizm tarihte ‘gerçeğin yüzüne cesaretle bakabilen’ ilk sınıfın teorik ürünüdür. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında İkinci Enternasyonalin çöküşünün köklerini kavramak için gösterilen bu çaba sosyal demokrat partiler içerisinden doğan fakat yeni ve açıkça komünist bir enternasyonal kurmak için yollarına devam eden sol akımların ayrıştırıcı bir özelliğidir. Ve bu yeni Enternasyonal’de savaş sonrası devrimci dalganın geri çekilmesiyle oportünizme sapınca (ki bunun en sembolik ifadesi sosyal demokrat hainlerle Birleşik Cephe kurma taktiğidir), aynı eleştiri çabasını bu sefer Üçüncü Enternasyonal içerisindeki sol komünist fraksiyonlar özellikle Alman, İtalyan ve Rus solları devralmıştır.

1914’te ünlü anarşist Peter Kropotkin ve etrafındaki küçük bir grubun Alman önderliğindeki bloğa karşı Antant emperyalizmi lehine desteğini açıklaması ve aynı politikanın Fransız ‘devrimci sendikalist’ CGT tarafından da benimsenmesiyle birlikte anarşist harekette benzer bir kriz içerisine düştü.1 Anarşist hareket saflarında da enternasyonalizme sadık kalan ve Kropotkin ile diğer ‘anarko-sipercilerin’ tavrını sert bir şekilde yadsıyanlar vardı. Hatta büyük ihtimalle anarşistlerin çoğunluğu emperyalist savaşta saf tutmayı reddetmişti denebilir. Fakat marxist solun verdiği tepkinin tersine anarşist hareketin önemli bir kanadının 1914’te sisteme teslim oluşunun teorik çözümlemesini geliştirmek yönünde ciddi bir çaba anarşist saflardan gelmedi. Dahası marxist sol savaş öncesi bütün bir dönem için sosyal demokrat partilerin yöntem ve pratiğinin derinlemesine sorgulamasını girişebilmişken, tarihsel materyalist yöntemi reddederek kendilerini az çok tarih üstü ve soyut prensiplere dayandıran, Otorite karşısında Özgürlük mücadelesi etrafında birleşmiş bir tür aile oldukları nosyonunu kabul etmeye meyilli anarşistler marxistler gibi bir ‘acımasız öz-eleştiri’ çabası ortaya koymadılar. İstisnalar ve sorunun köküne derinlemesine inme çabaları olmuş olmakla birlikte bunu geliştiren anarşistler genellikle marxist teorik yöntemin kimi unsurlarını çözümlemelerine eklemleyebilenlerdir.

Öz-eleştirideki bu noksanlık, 19. Yüzyıl Avrupa’sında eski feodal toplumların sınıf yapısını çözen proleterleşme sürecine karşı küçük burjuvazi ve özellikle bağımsız zanaatçıların direnişinden doğan anarşizmin özgün sınıf doğasından kaynaklanmakta. Komünizmi eşdeğer ürünlerin takası yoluyla birbiriyle ilişkilenmiş bağımsız üreticilerden müteşekkil bir toplum lehine reddeden Fransız anarşist Pierre-Joseph Proudhon’da bu eğilim an açık ifadesini bulmuştur. Her ne kadar Proudhoncular Birinci Enternasyonal’e katılarak proleter ‘saflara katılmak’ yönünde hareket etmişse bile, 19. Yüzyılın sonunda gelişmiş olan anarko-sendikalizm gibi en proleter anarşist eğilimlerde dahi küçük burjuva dünyasına ait tutarsız, idealist ve tarih dışı politik kavramlar asla tam olarak aşılamadı.

1914’ün gerçek derslerini çıkarmadaki bu başarısızlığın bedelı İspanya’da 1936-37 olayları karşısında anarşist hareketi sarsan yeni bir kriz ile ödendi. 1914’te anarşist hareketin ihanet etmemiş önemli unsurları (özellikle de CNT) 1936’da bir tarafı burjuva solunun egemen olduğu Cumhuriyetçi rejimin diğer tarafı ise Franko’cu sağ kanadın temsıl ettiği, Alman ve İtalyan faşist devletleri ve yeni gelişen SSCB emperyalizmi arasındaki bir emperyalist savaşın içine sürüklendi. Anti-faşist birlik bayrağı altında CNT, Katalan ve Madrid hükümetleri de dahil olmak üzere kendisini hızla Cumhuriyetçi devletin bütün kademelerine eklemledi. En önemlisi, bu süreçte CNT başlangıçta Franko’nun darbesine karşı özgün bir proleter tepki içeren ve sınıf mücadelesini keskinleştiren (darbeye karşı genel grevler, askerler ile kardeşleşme ve onları silahlarını halka vermeye çağırma, fabrika işgalleri ve işçilerin silahlandırılması gibi yöntemler ile gelişen) hareketi kapitalist Cumhuriyetin askeri savunusmasına yönlendirmekte merkezi bir rol oynadı. 1936’da ki proleter tepkinin gücü karşısında, sadece anarşistler değil Stalinizm dışındaki bir çok marxist akımda şu ya da bu biçimde anti-faşist cepheye sürüklendi; ve bunun içerisinde sadece Trotsky etrafındaki açıkça oportünist grup yoktu; bu marxist kampta İtalyan Sol Fraksiyonunun bir parçası olan sol komünist unsurlarda vardı. Öte yandan anarşizm içerisinde CNTnin ihanetine karşı sınıf tepkisi koyan, Durruti’nin Dostları ya da Camillo Berneri’nin Guerra di Classe’si gibi gruplar elbette bulunmaktaydı. Fakat savaşın doğasına dair esas netlik sadece Marksist soldaki küçük bir azınlık içerisinde, özellikle de Bilan’ı yayınlayan İtalyan Fraksiyonu içerisinde gelişti. Bu grup İspanya’daki savaşın proletaryanın çıkarlarına hizmet ettiği iddiasını reddedip, tersine bu savaşın yaklaşmakta olan emperyalist katliamın bir provası olduğunu savunurken neredeyse tamamen yalnızdı. Bilan’a göre İspanya özellikle de anarşistler için yeni bir 1914 idi.2 Ve Bilan’ın tahmin ettiği gibi 1939’da yeni dünya savaşıyla karşı karşıya kaldıklarında anti-faşizme boğulmuş anarşistlerin (bu sefer) çoğunluğu ya ‘Direnişin’ parçası olarak ya da doğrudan ve resmen müttefik orduları içerisinde Müttefiklerin savaşına teslim oldular. Öyle ki 1944’de Paris’deki ‘Özgürlük’ geçit törenlerinde General Leclerc’in yönetimindeki Özgür Fransız ordusu kıtasında savaşmış olan ve CNT sembolleri taşıyan zırhlı bir tank bile vardı. Fakat bu durumda dahi, 1939-45 arasında enternasyonalist ilkelerine bağlı kalan anarşist grup ve bireyler mevcuttu; fakat daha önce olduğu gibi eksik olan şey yine bu anarşistlerin bağlılıklarını ifade ettikleri hareketin çoğunluğunun tarihsel ihanetini sistematik biçimde inceleme yönünde bir çaba gösterdiklerine delalet eden çok az işaret olmasıdır. Tıpkı 1914 ihanetinin sonrasında olduğu gibi sonuç, enternasyonalistler ve anarko-vatanseverler arasında her hangi bir sınıf çizgisi çekmekteki başarısızlıktı; bir çok durumda bu anarko-vatanperverler savaştan sonra işler tekrar ‘normale’ döndüğünde ‘çevreye’ tekrar eklemlendiler. Sınıf prensiplerine tavizsiz savunusunu geliştirme noktasındaki bu yetersizliğin altında derin bir entellektüel zayıflığın yanında, yanlış karşısında ahlaki/moral duruş zayıflığı da yatıyordu. Öyle ki geniş anarşist camia açısından aile içerisinde kalmak koşuluyla her şey affedilebilirdi.

Bugün savaş sorunu bir kere daha dünya proletaryasının karşısında duruyor. Mevcut durum emperyalist bloklar arasındaki bir dünya savaşı değil ama, Afrika’da ki Orta Doğu ve Ukrayna’da ki savaşların örneklerini verdiği gibi daha genel, daha kaotik bir küresel askeri barbarlığa çöküş. Bu savaşlarda daha büyük emperyalist devletlerin rakiplerine karşı çeşitli yerel veya ulusal fraksiyonları beslediği emperyalist savaşlar ve bütün bu savaşlar kapitalizmin intiharının ifadeleri. Bir kere daha anarşist hareketin bir parçası açıkça bu emperyalist savaşlarda saf tutuyor:

  • Rusya ve Ukrayna’da savaşın iki cephesinde de ‘özgürlükçü’ kanatlar olarak hareket eden anarko-milliyetçi veya ‘etno-anarşist’ gruplar serpiliyor. Buna karşılık Otonom İşçi Birliği gibi, libcom’da materyallerini yayınlayan ve İngiltere’deki Kitap fuarında bu sene bir toplantı yapmış olan, daha ‘saygın’ gruplar mevcut savaşa dair muğlak tavırlar sergiliyorlar; bazı resmi deklarasyonlarında bu grubun hem Ukrayna rejimine hem Rusya yanlısı ayrılıkçılara, hem NATO’ya hem de Rusya Federasyonuna karşı tavır aldığı görülürken, aynı grubun önde gelen üyelerinin Facebook’ta ki kimi açıklamaları bunun tersi bir tavır sunuyor; öyle görünüyor ki bu grubun bazı üyeleri Kiev hükümetini ve onun Rus istilasına karşı savaşını destekliyor hatta NATO müdahalesi yanlısı çağrılar yapıyor.3

  • Rojava ya da Suriye Kürdistan’ında, Kürd Anarşist Forumu ve Türkiyeli DAF (Devrimci Anarşist Faaliyet) sözde ‘Rojava Devrimini’ destekliyor, ona katılıyor ve lehinde küresel propaganda yapıyor. Bu grupların iddiası yerel nüfusun kendisini Suriye hükümetine ve özelliklede İslami Devletin vahşi cihatçılarına karşı bağımsız komünlerde örgütlediği. DAF Türkiye sınırındaki kuşatılmış Kobane kentindeki savaşa PYD lehinde katılmak için hizmetini sunuyor. Gerçekte ise bu ‘komünler’ son yıllarda Stalinizmden Murray Bookchin’in ‘özgürlükçü belediyeciliğine’ doğru bir ‘dönüş’ yapmış olan Kürt milliyetçisi PKK tarafından sıkı bir şekilde kontrol ediliyorlar.4 Ve İD’ye karşı mücadelesinde PKK, şu ya da bu ölçüde ama açıkça ABD yönetimindeki ‘batılı’ koalisyon güçlerinin kara kuvveti gibi hareket ediyor.

  • Batıdaki anarşistlerin kimi unsurlarıda pratikte bir PKK ile dayanışma kampanyası olan ‘Kobane ile dayanışma’ kampanyasının içine çekilmiş durumda. Anaşist şöhret David Graeber Guardian’da yayınlanan ‘Neden dünya Suriye’de ki devrimci Kürtleri görmezden geliyor’5 başlıklı makalesinde PKKnın ‘doğrudan demokrasi’ ve ‘toplumsal devrim’ deneyimini tanımlayıp bunu İspanya 1936’daki anarşist kollektifler ile karşılaştırdıktan sonra ‘uluslararası sola’ aynı trajik yenilginin tekrarlanmaması için bir çağrıda bulundu. Benzer bir yaklaşımı Libcom’da ki Ocelot isimli yazar da gösteriyor; Ocelot’un yaklaşımı ise faşizm sorununda ‘Bordigist’ tavır diye damgaladığı ve hararetle karşı çıktığı enternasyonalist tavrın farkında olduğundan dolayı Greaber’ın antifaşizm ve ‘devrimci Kürtler’ yanlısı tavrının daha kompleks bir versiyonunu sunuyor.6 Fakat belki de en ciddiye alınması gereken kimi yerleşik anarşist örgütlerin tavrı. Örneğin Fransa’da CNT-AIT7Kürt direnişini silahlandır, Rojeva umuttur, anarşistlerin dayanışması’ yazılı bir pankart ile ‘Kobane ike dayanışma’ eylemlerine katılıyor. Aynı pankartın arkasında Fransız Federation Anarchiste’nin bayrakları da görülebiliyor ve Fransız FA’sı ile Birleşik Krallık’daki AF’nin üyesi olduğu ve DAF ile KAF’ı dost örgütler olarak kabul eden Anarşist Federasyonlar Enternasyonal’i (IAF) DAF’ın Rojava’daki durum üzerine çoğu makalesini hiç bir eleştirel yorum eklemeden yayınlıyor.

Elbette anarşizm içerisinde milliyetçiliğe verilen bu desteği reddetmekte son derece tutarlı davranmış unsurlarda var. Anarko-sendikalist Enternasyonal İşçi Birliğinin Rus seksiyonu KRAS’ın Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşa karşı bildirisini daha önce yayınladık8 ve forıstaruso takma adıyla yazan bir KRAS üyesinin AWU’nun tavırlarına karşı geliştirdiği oldukça güçlü kimi eleştirilere işaret ettik. Orta Doğu’daki duruma dair Libcom’daki ana tartışmalardan birinde yoldaşlar, özellikle de IWA’nın (Solidarity Federation-Dayanışma Federasyonu, anarko-sendikalist) Birleşik Krallık örgütünün üyesi AES isimli yazar, PKK yanlısı çizgiye karşı güçlü eleştiriler geliştirdi. Libcom’un editörlüğünü yapan kolektif sol komünist persketiften PKK ve Rojava üzerine yazılmış iki yazıyı paylaştı; bunlardan ilk EKA’nın PKK’nın yeni liberter maskesine karşı uyaran yazısı diğeri ise Devrim’in Enternasyonal Komünist Eğilim sitesinde yayınlanan ‘Suriye’de Kan Banyosu: Sınıf Savaşı mı Etnik Savaş mı’9 başlıklı yazısıydı. İlk makaleye Türkiye’de ki DAF’ın üyesi ya da destekçisi gibi görünen kişilerin kızgın iftiralar içeren yorumları oldu.

Bu yazı kaleme alındığı sırada, BK’daki Anarşist Federasyon PKK’nın burjuva sol ve milliyetçi doğasına dair hiç bir illüzyon taşımayan ve Bookchizime ve ‘konfederal demokrasiye’ dönüşün daha önce Esad, Türkiye devleti ve İslama dair benzer salvoları da olan örgütün büyük önderi Öcalan tarafından tepeden dayatıldığını gösteren bir bildiri yayınladı.10 AF aldığı bu tavrın ‘Rojava devrimini’ desteklemeye yönelen çok sayıda anarşist arasında pek popüler olamayacağını kabul ederek cesur davrandı. Ama bu noktada bile aynı ‘uluslararası’ eğilim içerisinde tam bir tutarsızlık görüyoruz. AF bildirisi DAF’ın yada IAF’ın hiçbir eleştirisini içermediği gibi bildirinin sonunda önerilen ‘somut’ eylemler listesinde ‘Rojava’ya DAF ile doğrudan bağlantısı bulunan IFA yoluyla insani yardım sağlanması’ bulunuyor. Bu tutarsızlık Türkiye’deki küçük bir grup tarafından bile örgütlense (askeri ya da insani) her hangi bir desteğin PKK gibi daha büyük örgütlerin elini güçlendireceğini göz ardı etme pahasına, anarşist çevrede çok yoğun hissedilen ‘bir şey yapmalı’ baskısına karşı verilen bir taviz gibi gözüküyor. Ve aslında DAF’ın önerdiği tam da bu, çünkü bu örgüt YPG adlı PKK kontrolündeki ‘Halkı Koruma Birliklerinde’ savaşmak için gönüllüler veriyor. AF aynı zamanda şunu hedeflediğini belirtiyor; ‘biz Rojava bölgesinde işçilerin ve köylülerin her hangi bir bağımsız eylemini destekliyoruz. Her tür milliyetçi ajitasyona karşı Kürt, Arap, Müslüman, Hristiyan ve Yezidi işçi ve köylülerin birliğini savunuyoruz. Bu yöndeki her tür inisiyatif kendisini PKK/PYD’den, Batılı müttefikler ve onların taşeronu olan Özgür Suriye Ordusu gibi örgütlerden, Barzani kontrolündeki Kürdistan Demokratik Partisi ve Türk devletinden kendisini ayrıştırmalıdır.’ Ama bunu PKK yanlısı tavırlar alan DAF’ın kendisini eleştirmeden savunması oldukça zor.

Rojava’da ki duruma karşı en tutarlı tavırların sol komünist gelenekten yazılmış olması oldukça önemli. Anarşistlerin daha genel tavırlarını betimleyen ise onların tam bir tutarsızlık içinde olması. IWA’nın, CNT-AIT’in, ya da Solidarity Federation’ın internet sitelerine bakıldığında bunların –tıpkı Lenin’in yüz yıl önce eleştirdiği Ekonomist akım gibi- sürekli olarak kendilerinin de müdahil olduğu anlık ve yerel işçi mücadelelerine odaklandığı görülüyor.11 Dünya genelindeki büyük ekonomik, politik ve toplumsal olaylara ise nadiren değiniliyor ve bu akım içerisinde enternasyonalizmden milliyetçiliğe kadar çok temelden ayrılıklar açıkça mevcut olsa da enternasyonalizm ve emperyalist savaş gibi can alıcı sorunlara dair hiçbir tartışma işareti yok. IAF’ta da görülebilen, bu tartışma yoksunluğu, farklılıklarla yüzleşmekten böylesine kaçınmak, anarşist hareketin saflarında ilkelere ihanetin çok daha büyük bir tepki doğurduğu 1914 ve 1936’de hareketi vurmuş olan krizlere kıyasla çok daha tehlikeli. Anarşizm hala hem burjuva hem de proleter tavırları kolayca içine alabilen bir aile olmayı sürdürüyor ve bu anlamda hala toplumun iki esas sınıfı arasında sıkışmış toplumsal katmanların belirsizlik ve gidiş gelişlerini yansıtıyor. Bu atmosfer en net ve sıkı enternasyonalist bireyler ve grupların bile burjuvaziyle anarşist iş birliğin bu en son örneğinin köklerine inmesine engelleyen, netleşme önünde gerçek bir engel oluşturuyor. Bu tarz birey ve gruplar açısından tavırlarını sonuçlarına taşımak anarşist çevrenin geçmiş krizlerinin, özelliklede (Enternasyonal Bakışın son sayısında12 da iddia ettiğimiz gibi) anarşizmin ölümcül tutarsızlıklarının en net ortaya çıktığı 1936 krizinin derin bir yeniden incelenmesini gerektiriyor. Son tahlilde bu anarşizmin kendisinin temel bir eleştirisini ve marxist yöntemin gerçek anlamda sindirilmesini gerektiriyor.

Amos 3.12.2014


1 CGT üzerine yazımıza şuradan erişebilirsiniz: https://en.internationalism.org/ir/120_cgt.html. Anarko-sendikalizm üzerine yazı dizisimiz için: https://en.internationalism.org/series/271

2 Özellikle bakınız: https://en.internationalism.org/ir/2008/132/spain_1934; https://en.internationalism.org/ir/133/spain_cnt_1936; https://en.internationalism.org/internationalreview/201409/10367/war-spa.... İspanya ve başka yerlerdeki muhalif anarşistlere dair son yazıyı takip eden yeni bir makale yakında yayınlanacaktır.

3 Bakınız, Rus anarko-sendikalist grubu, IWA’nın seksiyonu KRAS’ın bir üyesi olan forıstaruso tarafından libcomda başlatılan tartışmalar için: https://libcom.org/news/about-declaration-awu-confrontation-ukraine-2306... https://libcom.org/news/when-patriotic-anarchists-tell-verity-02072014; https://libcom.org/forums/news/ukrainian-crisis-left-necessary-clarifica...

5 https://www.theguardian.com/commentisfree/2014/oct/08/why-world-ignoring.... EKE’nin tepkisi için: https://www.leftcom.org/en/articles/2014-10-30/in-rojava-people%E2%80%99.... Bu metin Graeber’in solcu ideolojisine karşı açıkça enternasyonalist bir tavır savunmasına ragmen anarşizme karşı bir taviz veriyor: 1936’da İspanya’da bir ‘toplumsal devrim’ olduğu fikrini Kabul ediyor. ‘İkinci İspanyol Cumhuriyetine karşı girişilen 18 Temmuz 1936 askeri darbesi yılların sınıf mücadelesinin ardından geldi. Sosyalist ve liberallerin Halk Cephesi hükümeti nasıl cevap vereceklerini bilemedi ama işçiler bildi. Liberal bakanlar işçileri silahlandırmayı reddetiğinde işçiler rejimin kışlalarına saldırıp kendilerini silahlandırdılar. Bu İspanya’nın bir çok yerinde neredeyse tamamen Graeber’in tanımladığı gibi gerçekleşen bir toplumsal devrimi serbest bıraktı. Ne var ki bu burjuva İspanyol Cumhurıyetinin politik iktidarına dokunmadı. Devlet yok edilmedi.’

Son cümle doğru fakat bir ‘toplumsal devrim’ olduğu fikri zamanında (hem EKA’nın hem de EKE’nin öncülü olarak gördükleri Bilan’ı yayınlayan) Komünist Solun İtalyan Fraksiyonu tarafından paylaşılmamıştı. Aksine bu tavır POUM milisleri arasında ‘İspanyol devrimini savunmak için’ savaşmaya giden Fraksiyon’un bir azınlığının tavrına daha yakın görünüyor. Bilan elbette Temmuz 1936 ve Mayıs 1937’yi işçi isyanları olarak gördü, fakat İspanya’daki eylemleri tanımlarken, bunlar tam da burjuva devleti yok edilmediği ve işçiler iktidarı almadığı gibi bir ikili iktidar durumu bile kurmadığı için, toplumsal devrim terimini kullanmadı. Sonuçta işçi ve köylülerin geliştirdiği (tarla ve fabrikaların kolektifleştirilmesi gibi) ‘toplumsal tedbirler’ hızla emperyalist çatışmaya hizmet eden yeni bir tür savaş ekonomisine entegre oldular. Bu süreçte anarko-sendikalist CNT ilk proleter tepkiyi anti-faşist bir cepheye ve ‘işçi kontrolü altındaki’ bir savaş ekonomisinin idaresine yönlendirmenin temel bir aracı olarak çalıştı. 1937’de Amerikan grubu RWL içinden Eiffel tarafından sunulan ‘İspanya üzerine Çözümleme’ Bilan ile aynı hareket noktasına sahiptir.

Bu sorun önemli çünkü, Orta Doğu’da ki mevcut savaş üzerine anarşist hareket içerisinde net tavır almış bir çok enternasyonalist olmasına rağmen, sol komünistlerin bu yoldaşları anarşizmin neden emperyalist savaş sınavında, özellikle de 1936’da bu kadar çok çaktığını açıklayan derinlemesine bir analizini geliştirmek için cesaretlendirmesi gerekiyor. 1936’da bir ‘İspanya devrimi’ olduğu fikri anarşistler için neredeyse kutsal bir ikon, fakat anarşist hareketin önemli bir kısmının neden bu tarihte sınıf çizgisini geçme nedenlerinin köklerine inmeye karar verene kadar bu yoldaşlar ne bugün ne de gelecekte enternasyonalist tavırları tutarlı olarak savunamayacaklar.

7 AIT (Association International des Travailleurs) Enternasyonal İşçi Birliğinin Fransız seksiyonudur.

11Bu makalede görülen CNT-AIT bayrağı fotoğrafı bu tarz makalelerin bir çoğundaki tarzın tipik bir örneği: mümkünse EİB kortejini mücadelede oynadığı büyük rolü gösterirken verilen pozlar. Bu yaklaşım EİB’nin sınıfı devrimci sendikalara örgütleme nosyonu ile oldukça tutarlı elbette.

 

Tags: 

Rubric: 

Anarşizm

Paris’te Katliam: Terörizm burjuva toplumunun kokuşmuşluğunun bir ifadesi

Paris’te 7 ve 9 Ocak’ta ki saldırılarda öldürülen yirmi kişi arasındaki Cabu, Charb, Tignous, Wolinski dörtlüsü sembol isimlerdi. Bu isimler aynı zamanda bu saldırıların öncelikli hedefleriydi. Neden mi? Çünkü onlar aptallığa karşı zekanın, fanatikliğe karşı aklın, teslimiyete karşı isyanın, korkaklığa karşı cesaretin1, nefrete karşı sempatinin yanındaydılar, ve bağnaz dik kafalılık ile konformizme karşı mizah ve kahkaha gibi temel insani nitelikleri savunuyorlardı. Onların bazısı tamamen burjuvaziye ait kimi politik tavırlarını reddedebilir veya karşı çıkabiliriz.2 Fakat bu saldırıya maruz kalan şey onların en iyi yanlarıydı. Sadece karikatürist olduğu için ya da bir kosher marketinde sadece Yahudi oldukları için insanların bu şekilde barbarca öldürülmesi Fransa’nın da ötesinde bütün dünyada gayet anlaşılabilir bir duygusal tepkiyi tetikledi. Milyonlarca insanı sarıp onları 7 Ocak’ta kendiliğinden bir şekilde sokaklara döken derin üzüntü ve öfkenin bugün burjuva demokrasisinin tescilli temsilcileri tarafından kullanılmaya çalışılması, bu duyguların rezil barbarlık eylemlerine karşı temelde sağlıklı bir tepkiyi ifade ettiği gerçeğini değiştirmiyor.

Kapitalist Çürümenin Katıksız bir Ürünü

Terörizm yeni bir olgu değil.3 Yeni olan şey 80’lerin ortasından beri gelişerek tarihte benzeri görülmemiş bir küresel olgu haline gelen terörizmi yeni formu. 1985-86’da Paris’te gerçekleştirilen ve açıkça küçük izole gruplar tarafından yapılmayıp devletin imzasını taşıyan ayrım gözetmeyen saldırılar dizisi şimdiye kadar görülmemiş düzeylere ulaşan ve artan sayıda kurbanı hedef alan yeni bir terörizm çağını açmıştı.

İslamcı fanatiklerin terör saldırıları da bu açıdan yeni değil. Yeni yüzyılın tarihi buna sıkça şahittir ve 2015 Ocak Paris saldırıları önceki saldırıların yanında küçük ölçekli kalır.

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere yapılan kamikaze saldırıları bu yeni dönemi başlatan ilk saldırılardı. Bize göre ABD gizli servisinin bu saldırıların yapılmasına göz yumduğu hatta belki de bunları mümkün kıldığı açıktır. Çünkü, tıpkı Aralık 1941’de Roosevelt tarafından beklenen ve istenen Japonya’nın Pearl Harbor’a yönelik saldırılarının ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girmesi için bir bahane olarak sunulması gibi, böylelikle Amerikan emperyal gücü Afganistan ve Irak’a yönelik savaşları başlatıp meşrulaştırabilmişti.4 Fakat şu da açık ki 11 Eylül saldırılarında uçaklarını kontrolünü ele geçirip onları kulelere yönlendirenler katliamcı feda eylemleriyle cennete giriş hakkını kazanabileceğini düşünen tamamen sanrılı fanatiklerdi.

New York’taki saldırıdan hemen hemen üç yıl sonra, 11 Mart 2004’te Madrid bir başka vahşi katliamın sahnesi oldu; ‘islamcı’ bombalar Atocha istasyonunda 200 ölüme ve 1500’den fazla yaralanmaya sebep oldular. Parçalanan insan bedenleri o denli birbirinin içine geçti ki kimlik tespiti ancak DNA testi yoluyla yapılabildi. Ertesi yıl 7 Temmuz 2005’te bu sefer Londra 56 kişiyi öldüren ve 700 kişiyi yaralayan toplum ulaşım dahil dört ayrı noktadaki patlamayla sarsıldı. 2000’lerde Rusya’da 39 kişiyi öldürüp 102 kişiyi yaralayan 29 Mart 2010 saldırısı dahil olmak üzere bir çok İslamcı saldırıyla sarsıldı. Elbette çeper ülkeler, özellikle de 2003’teki Amerikan işgalinden bu yana Irak, bu saldırılardan muaf kalamadı. En yakında geçtiğimiz Aralık ayında Pakistan Peshawar’daki bir okula yapılan saldırıda 132’si çocuk olmak üzere 141 insan can verdi.5

Çocukların özellikle hedef alındığı bu saldırı ‘Cihatçıların’ gittikçe azgınlaşan barbarlıklarını bütün korkunçluğuyla gösteriyor. Fakat 7 Ocak Paris saldırıları her ne kadar Pakistan’da gerçekleşen saldırıdan daha az ölümcül ve korkunç olsa da, bu yükselen barbarlığın yeni bir boyutunu ortaya koyuyor.

Diğer bütün örneklerde, çocuklar da dahil olmak üzere sivillerin katlinde tamamen aşağılık olmasına rağmen yine de bir ‘mantık’ vardı. Bu örneklerde hedef devletlere ve onların silahlı kuvvetlerine baskı uygulamaya çalışmak ve intikam almaktı. 2004 Madrid katliamı İspanya’yı ABD ile birlikte Irak’ın işgalindeki rolünden dolayı cezalandırmaktı. Aynısı 2005 Londra bombalamaları için de geçerli. Peshawar saldırısı Pakistan ordusunun kadrolarını çocuklarını katlederek baskı altına almaktı. Fakat 7 Ocak Paris saldırılarında en ufak bir ‘askeri hedef’ bile yok. Charlie Hebdo çizerleri ve onların arkadaşları sadece bu gazete Muhammed’in karikatürlerini yayınladığı için, ‘Peygamberin intikamını almak’ adına öldürüldüler. Ve bu olay savaşın mahvettiği ya da dinsel obskürantizmin hüküm sürdüğü bir ülkede değil, ‘demokratik, seküler ve cumhuriyetçi’ Fransa’da gerçekleşti.

Nefret ve nihilizm özellikle olabildiğince çok insanı öldürmek için kendilerini feda eden teröristlerin eylemlerinde her zaman kilit rol oynar. Fakat insanları öldürdükleri masumlara karşı hiç bir şey hissetmeye soğuk ölüm makinelerine döndüren bu nefretin asıl hedefi diğer bir ‘ölüm makinesi’ yani devlettir genelde. Ama Paris saldırısında bu bile yok; bu saldırıda obskürantist nefret ve fanatikçe intikam açlığı en yalın biçimlerinde görülüyorlar. Hedefte başka türlü düşünenler, ve özellikle de düşünenler yatıyor, çünkü eylemi gerçekleştiren düşünme yeteneğinin kendisinden yani insana has bu niteliği kullanmaktan vaz geçmiş durumda.

7 Ocak cinayetlerinin böylesi bir etki yaratmış olmasının nedeni de bu. Bir şekilde nasılsa ‘uygar’ bir ülkede eğitilmiş insanların Yahudileri katledip kitapları yakan fanatik Nazilerle benzer böylesi barbarca ve mantıksız bir hedefe yöneldikleri sorusuyla karşı karşıyayız.

En kötüsü bu da değil. En kötüsü Kouachi kardeşleri, Amedy Coulıbaly’nin ve onlara yardım edenlerin sadece buz dağının görünen yüzü olmaları. Yüzeyin altında ise karikatüristlerin öldürülmesini ‘normal’ karşılayan ve ‘peygambere hakaret ettiği için Charlie Hebdo’cuların bunu hakettiğini’ düşünen gençlerden müteşekkil, özellikle de yoksul mahallelerde gelişen koca bir hareket var.

Bu durum ‘uygar’ toplumların çöküşünün, barbarlığın derinleşmesinin bir başka ifadesi. Sadece göçmenlik çilesini çekmişlerden oluşmayan, gençliğin bir kesiminin bu nefrete ve dinsel obskürantizme kayışı hem kapitalist toplumun yozlaşmasının emaresi hem de mevcut krizin ne derece derin olduğunun can alıcı bir göstergesi.

Bugün art arda gelen başarısızlıklarla, kültürel ve toplumsal sefaletle aşağılanan, kaotik gündelik hayatlar içerisinde yaşayan geleceksiz bir çok genç vicdansız ve ilkesiz insan tacirleri tarafından ‘cihat’ uğruna potansiyel fedailere dönüştüren ağlara kolayca eklemlenebiliyorlar. Ekonomik olduğu kadar toplumsal, ahlaki ve kültürel bir kriz içerisinde olan kapitalizmin mevcut durumuna dair bir perspektiften yoksun, ayakları üstünde çürüyen ve her köşesinden yıkım fışkıran bir toplum ile karşı karşıya olan bu gençlerin bir çoğu için hayat anlamsız ve değersiz görünüyor. Bu gençlerin umutsuzluğu ve çaresizliği sıklıkla intihara teşvik eden bir nihilizmden beslenerek her tür akıl dışı ve aşırı davranışa yönlendiren dinsel tonlu kör ve bağnaz bir fanatizm biçimini alabiliyor. Dünyanın diğer yerlerinde (örneğin 1990’ların başından beri Uganda, Kongo ve Çad’da) binlerce çocuğu askere çeviren çöküş içindeki kapitalist toplum kabusu, şimdi de Avrupa’nın kalbinde tamamen hissizleşmiş ve en kötü şeyi hiç bir ödül beklemeksizin yapabilecek genç psikopatlar, profesyonel soğuk kanlı katiller doğuruyor. Kısacası bu kokuşmuş kapitalist toplum kendi marazlı ve barbarca seyrine bırakıldığında bütün insanlığı kanlı bir kaosa, ölümcül bir delilik ve ölüme doğru itebiliyor ancak. Böylece bu teröristleri ise kendi imgesinde şekillendiriyor. Eğer böylesi ‘canavarlar’ varsa bunun nedeni kapitalist toplumun ‘canavarlaşması’. Ve eğer bu obskürantist ve nihilist akımdan etkilenen gençler doğrudan ‘cihada’ katılmasa bile katılanları ‘kahraman’ ya da ‘adaletin’ sağlayıcısı olarak görüyorlarsa bu durum ancak toplumu işgal eden umutsuzluğun ve barbarlığın ağırlaşan yükünün bir kanıtı olabilir.

Kokuşmus ‘Demokratik’ Tepki

Fakat kapitalist dünyanın barbarlığını gösteren sadece bu terörist eylemler ve gençlik arasında bu eylemlere gösterilen sempati değil. Bunu aynı zamanda burjuvazinin gerçekleşen dramlara verdiği kepaze tepkide de görüyoruz.

Bu yazı yazıldığı esnada, önde gelen ‘demokratik’ liderlerin öncülüğünde kapitalist dünya en sefil hareketlerinden birini gerçekleştirmek üzereydi. 11 Ocak Pazar günü Paris’te Başkan Holland başta olmak üzere ülkenin önde bütün politik liderleri Angela Merklel, David Cameron, İspanyol, İtalyan ve bir çok başka Avrupalı devlet liderleri yanında Ürdün kralı, Filistin Otoritesi Başkan Mahmud Abbas ve İsrail başbakanı Benjamin Netenyahu’nun katıldığı büyük bir eylem düzenlendi.6

7 Ocak akşamında yüz binlerce insan kendiliğinden bir şekilde sokaklara dökülürken, Francois Hollande başta olmak üzere politikacılar ve Fransız medyası da ‘tehdit altında olan basın özgürlüğü ve demokrasidir’, ‘cumhuriyetimizin değerlerini korumak için harekete geçmeli ve birleşmeliyiz’ sloganları etrafında kendi kampanyalarını başlattılar. 7 Ocak’ı izleyen eylemlerde ‘tarlalarımızı kirli kanla sulayalım’ gibi sözleri içeren Fransız milli marşı ‘Marseillaise’i gittikçe daha çok duyar olduk. Egemen sınıfın kafamıza kakmaya çalıştıkları sloganlar aslında yirminci yüzyılda milyonlarca işçinin savaşa sürülmesi ve katledilmesini meşrulaştıran ‘Milli birlik’, ‘demokrasi savunması’ gibi sloganlar. Hollande ilk konuşmasında orduyu Afrika’ya ve özellikle de Mali’ye göndererek Fransa’nın (tıpkı Bush’un 2003’te Irak müdahalesini açıklamaya çalıştığı gibi) terörizme karşı savaşa çoktan başladığını da söyledi. Sanki Fransız burjuvazisinin emperyalist çıkarlarının bu müdahalelerde hiç payı yokmuş gibi!

Zavallı Cabu, Charb, Tiqnous, Wolinski! Onları önce fanatik İslamcılar öldürdü. Ardından burjuva ‘demokrasinin’ temsilcileri, insan toplumunu yağmalayan barbarlıktan sorumlu çürüyen bir dünya sisteminin, kapitalizmin bütün bir devlet ve hükümet başkanları tarafından bir kere daha öldürüldüler. Ve politik liderler iş sistemin ve onun egemen sınıfının, burjuvazinin çıkarlarını savunmaya geldiğinde terör, suikast ve misillemeye başvurmaktan asla geri durmadılar.

Ocak 2015 Paris cinayetlerinin ortaya koyduğu barbarlığa bu barbarlığı üreten ekonomik sistemin savunucuları ve koruyucularının eylemleri kesinlikle son veremez. Buna ancak dünya proletaryasının, yani toplumsal refahın esas üreticisinin bu sistemi yıkması ve yerine kar, rekabet ve insanın insan tarafından sömürülmesine dayanmayan gerçekten evrensel bir insan toplumunu kurması son verebilir. Bu yeni, komünist toplumda, ‘her bireyin özgür gelişimi diğerlerinin özgür gelişiminin bir koşulu’7 olacaktır.

Révolution Internationale (11.1.2014), EKA Fransa Seksiyonu.


1 Bu yazarlar yıllardı ölüm tehditleri alıyorlardı.

2 Wolinski’nin kendisi yıllarca Komünist Parti’nin gazetesi L’Humanite için çalışmadı mı? ‘Mayıs 1968’i şimdi olduğumuz şeye dönüşmemek için yapmıştık’ diye yazmadı mı?

3 Ondokuzuncu yüzyılda Rus popülistler ve bazı İspanyol ve Fransız anarşistleri gibi devlete isyan eden küçük azınlıklar terorist eylemlere kalkıştılar. Bu kısır şiddet eylemleri her zaman burjuvazi tarafından işçilere yönelik baskıyı meşrulaştırmak ve yasallaştırmak için kullanıldı.

5 Paris saldırılarından sadece bir kaç gün once İslamcı Boko Haram grubu Nijerya’da şimdiye kadar giriştiği en kanlı saldırılardan birini gerçekleştirerek Baga kentinde ayrım gözetmeksizin 2000 kişiyi katletti. Elbette bu olay basına neredeyse hiç yansımadı.

6 ‘Ulusal Birlik’ çağrısında bütün medya, sendikalar ve politik partiler (faşist National Front hariç) birleştiler. Spor gazetesi L’Equıpe bile eyleme katılma çağrısı yaptı!

7 Marx, Komünist Manifesto, 1848.

 

Tags: 

Rubric: 

Paris’te Katliam